Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 5 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: Prof.Dr. Mahmud Esad Coşan: Tasavvuf Üzerine Sohbet
MesajGönderilme zamanı: 04.01.10, 23:18 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 03.01.09, 23:16
Mesajlar: 123
Prof.Dr. Mahmud Esad Coşan (kuddise sırruh):
Tasavvuf Üzerine Sohbet



Mavera dergisinin 54. sayısında yayınlanan bu röportaj, şair ve gönül insanı Merhum Akif İnan tarafından, Merhum Mahmud Esad Coşan Hocaefendi (Halil Necatioğlu müstear ismiyle) ile gerçekleştirilmiştir.

HALİL NECATİOĞLU İLE SOHBET

Akif İnan: Konumuz tasavvuf. Efendim, bize önce tasavvufun menşeinden biraz bahseder misiniz? Saniyen, tasavvufa kaynak düsturlar arasında neleri saymak mümkün olabilir? Gerek Kur’an’a gerek hadis’e dayanarak, gerekse Peygamber Efendimizin hayatından istihraç edebileceğimiz, tasavvufa düstur olarak sayabileceğimiz neler vardır?
Halil Necatioğlu: Efendim; tasavvuf daha önceki din ve inançlara mensup kimseler arasında onların dinlerine bağlı olarak da mevcuttu. Ama sorunuz, İslâm Tasavvufu ile ilgili tabii. Böyle kabul ederek sorunuza cevap vereceğim. Çünkü daha önceki tasavvuf cereyanlarını da bahis konusu etmek gerekirse, bir kere benim saham değil. Yani Hıristiyanlıkta, Yahudilikte, Hint dinlerinde yahut Çin’de tasavvuf... Bunlar hakkında ihtisas sahibi değilim. Kasten, suret-i mahsusada bilmek de istemem; kendi tasavvuf anlayışımı herhangi bir şekilde karıştırıp etkilemesin diye... Hassaten, öncelikle kendi düşünce sistemime sahip olmak duygusuyla diğerlerini bilmek istemem. Benim tasavvuf sözünden anladığım, hülasaten, İslâmî anlamda tasavvuf...
Tabii tasavvufa ait bir soruyu cevaplandırmak için, önce, tasavvufun ne olduğu üzerinde bir anlaşmaya varmış olmak gerekir.
Bu konuda makale, kitap yazan kimseler tarafından tasavvufla ilgili bir çok tarif toplanmış. Bunu biraz, kültür ve medeniyet hakkındaki tariflerin çokluğuna benzer görüyorum. Hepsi de sosyal ve psikolojik hayatla ilgili müesseseler olmak hasebiyle tarifler çok fazla. Öyle ki 160-180 kadar tarif toplanmış diye okuyoruz kitaplarda...
Tasavvufla alakalı bu tarifleri bazı şairlerimiz de manzum şekilde ifade ederek bir araya toplamışlardır. Mesela Aydınlı Ömer Dede (Ruşenî) (v. 892/1487) bir manzumesinde şöyle 50-60 beyit içerisinde ve her beyitte başka yönüyle anlatarak çeşitli tarifleri toplamış bulunuyor. Sonra Oğlanlar Şeyhi İbrahim Efendi (v. 1066/1655) bu konuda uzunca bir manzume yazmış. Bu manzume, tasavvufu anlatan kitaplarda derc edilmiştir. Bu tarifleri incelediğimiz zaman, bir kısmının tasavvuftan doğan neticelerle ilgili olduğunu görüyoruz. Bir kısmı da tarifi yapan kimsenin hâlet-i rûhiyesini bize aksettiriyor. Yaptığı tarif, kendisinin üzerinde, kendisinin makamıyla ve hâlet-i rûhiyesiyle hasıl olmuş olan, en büyük tesiri aksettiren bir ifade oluyor.
Tasavvuf, zaman ve mekan bakımından derinliğe ve genişliğe sahip bir yaşama sahası bulmuş, asırlar boyu devam etmiştir. Onun için tasavvufu bütün bu bölgelerdeki görünüşüyle, tam anlamıyla tarif etmek mümkün olmaz. Her halde mıntıka mıntıka ayırmak mecburiyeti bile vardır. Mesela Kuzey Afrika’nın tasavvufî görüşleri ve anlayışıyla Orta Asya’nınki Anadolu’nunki ile mesela Irak’ınki herhalde Mısır’ınki farklılık arzeder.
Akif İnan: Sizden bir de tarif, bir açıklama isteyebilir miyim?
Halil Necatioğlu: Şimdi ben, bu tariflerin biraz arkasına düşmüş bir kişi olarak, kendi zihnimde bıraktığı izleri dile getirecek olursam; tasavvufta bana göre iki gaye vardır:
1. Yaratıcımız Allah azîmüşşânı tanımaya yönelmiş gayretler. Allahu Teâlâ hazretleri hakkında kişinin bilgisinin, öz tabiri ile mârifetinin artırılması, geliştirilmesi ile ilgili gayretler...
2. Kişinin kendine yönelik bir tarafı.
Tasavvuf bir taraftan Allah’ı bilmek ve tanımak hususunda bir cehdi ifade ediyor, bir taraftan da kişinin kendisini terbiyesini, tanzimini; ruhî ve ahlâkî cephesini düzeltmesini ifade ediyor. Bu ikinci kısma “tehzîb-i ahlâk” veyahut “tezkiye-i nefs” (nefsi tezkiye etmek, pak eylemek) diye isim vermişler. Tasavvuf kitaplarında bu başlık altında geçmiştir.
O halde tasavvuf, bir yandan mârifetullahı, bir taraftan da tezkiye-i nefs’i tahakkuk ettirmek için yapılan gayretleri ifade eden, gayretleri anlatan, bu gayelere ulaşmak için tutulması gereken yolları anlatan bir ilim olmuş oluyor.
Biraz daha düşündüğüm zaman, şöyle bir anlatış şekli de hatırıma geliyor; kendi zihnimden doğan bir anlatış olarak; “insanın Allah’ı sevmesi, Allah’ın da insanı sevmesi!..” Herhalde ikinci sözü daha öne almak lazım, yani insanın Allah tarafından sevilmesi ve buna bağlı olarak insanın Allah’ı sevmesi için neler lazımsa, işte tasavvuf, bunu anlatan bir ilimdir.
Akif İnan: Tasavvufun raptedileceği âyet ve hadislerden aklınıza gelenlerin bir kaçını rica edebilir miyim?
Halil Necatioğlu: Ne yaparsak Allah bizi sever. Ne yaparsak, bizde olması gereken “muhabbetullah” (Allah sevgisi) hasıl olur? İşte tasavvufun, bence iştigal sahası bu. Bu ölçüler içinde düşündüğümüz zaman, İslâm tasavvufu İslâm’ın özüdür, ruhudur. -Zaten bir başka kaynaktan kaynaklanırsa veya mevcut hali bir sosyal vakıa olarak düşünülüp kabul edilmek istenilirse, ben o işin içinde yokum.- Menşei, Kur’ân-ı Kerîm, hadîs-i şerîfler ve Hz. Peygamber ile ashabının hayat tarzlarıdır
Tasavvufun bu gayeleri ile ilgili delilleri, Kur’ân-ı Kerîm’den hatırladığım kadarıyla, şöyle sıralıyabilirim:
“Cinleri ve insanları başka şeyler için değil; ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.”[1]
“O Allahu Teâlâ’dır, hanginiz daha iyi amel işleyecek, diye size bu hayatı bahşeden, ölümü ve hayatı yaratan.”[2]
“Allah’ı unutanlardan olmayınız, unutanlar gibi olmayınız.”[3]
“Allah’ı unutanlar gibi olmayınız” diye bir yasaklama ve tembih var âyet-i kerîmede... Demek ki kişinin aslî vazifesi, bu tasvirlerden anlaşılıyor ki Allah’ı bilmek ve O’na hakkıyla kulluk etmek. Kur’ân-ı Kerîm, bize bunu çok açık gösteriyor.
Allah’ı unutmamak, daima hatırda tutmak, işte bunu sağlamak için Kur’ân-ı Kerîm’in tavsiyeleri var:
“Allah’ı çok anınız ve O’nu sabah-akşam tesbih eyleyiniz...”[4]
Bu gibi ayetleri, Allah’ın sürekli hatırlanması, unutulmaması, ismiyle ve varlığıyla zihinlerde canlı tutulması gibi emirleri, tasavvufun “mârifetullah gayesinin” menşei ve kaynağı olarak görmeye mecburuz. O halde Allah’ı unutmamak, hatırda tutmak, “zikretmek” farzlardan biridir. O’nun üzerinde düşünüp o hususta bilgi (mârifet) sahibi olmak, âyet-i kerîmelerle emredilmiştir. Bu âyet-i kerîmeler tasavvufun Kur’an’daki kaynaklarıdır. Bir başka âyet-i kerîmede de buyuruluyor ki:
“Allah’tan nasıl korkmak lazımsa o şekilde korkunuz, çekininiz, ne yapıp yapıp muhakkak müslüman olarak ölünüz.”[5]
Bu gibi âyet-i kerîmeler, Allah’a karşı kulun cehdini, O’nu bilmek ve O’na ubudiyet etmek hususundaki cehdini ifade eden emirlerdir. Ve bunlar tasavvufun özetlediğim gayelerinden bir tanesine işarettir.
Diğer gayesi olan tezkiye-i nefs konusunda, Kur’an’ın içindeki bütün ahlâka dair ayetler kaynaktır: Yalan söylemeyin, ölçüyü tartıyı eksik tartmayın, birbirinizi öldürmeyin, hırsızlık yapmayın, sabredicilerden olun sebat gösterin, takvâ ehli olun... gibi. Mesela;
“Ey iman edenler! Allah’tan korkunuz, sakınınız, çekininiz, takvâ ehli olunuz ve kişi, şimdiden, o tarafa ne gönderdiğine baksın.” [6]
-Bu ifadenin altında, amel-i sâlihe teşvik vardır. Allah’tan korkun da yarın işinize yarayacak salih amel işleyin, demektir, bu ayetin bu tarafı.-
Aynı âyet-i kerîmenin son tarafı da;
“Allah, sizin yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır, her yaptığınızı bilmektedir.”[7] Sakın ha, kötü şeyler yapmayın! Çünkü yaptıklarınızın hepsi Allah’ın hiç eksiksiz malumudur. O halde O’nun tarafından muaheze olunursunuz, sakın kötü şeyler yapmayınız, demektedir.
Görülüyor ki buralarda takvâ tavsiye ediliyor, sabır ve ahlâkî diğer hususlar tavsiye ediliyor ve bir âyet-i kerîmede;
“Kim nefsini temizleyebilmişse, tezkiye edebilmişse, o felah bulmuştur. Kim ki bu işi başaramamışsa o da hüsrana uğramıştır, çok pişmanlık duyacak bir duruma düşmüştür.”[8] buyurularak, kalbi, batını temizlemenin ehemmiyeti anlatılıyor.
Demek ki insanın, nefsini terbiye etmesi lazım, ahlâkını güzelleştirmesi lazım, hayatın gayesi olarak bildirilen, “Allah’ı bilme”si ve ona güzel kulluk gayretinde bulunması lazım. İşte bunlar ve sayısız hadîs-i şerîfler, mesela, çok meşhur olan; “Küçük cihaddan geldiniz, büyük cihad sizi bekliyor...” şeklindeki “kişinin nefsiyle çarpışmasını” büyük cihad olarak anlatan, nefis arzularına karşı çıkmak gerektiğini, onu dizginlemek, firenlemek gerektiğini anlatan hadisler gibi... deliller, tasavvufun Îslamî temele dayalı olduğunu açıkça göstermektedir.
Bütün bunlar hiç bir dış tesire; Hint, İran, Yunan tesirine hacet bırakmadan, iman etmiş kimseyi, Allah’ı daha iyi tanımaya yöneltecek emirlerdir. İnsanı, kendi içini tezkiye etmeye yöneltecek emirlerdir.
O halde, tasavvufun menşeini İran’da aramak, Yunan’da, Hint’te aramak, Hıristiyanlık’tan geçmiş gibi göstermek vakıalara, gerçeklere uygun değildir. İslâm’ın kendi öz gelişmesini, kendi içindeki ruhî hayatını tanımamaktan doğmaktadır. Belki de İslâm’ı kendi özgü değerlerden mahrum bırakarak, onu küçültmek gayesini taşımaktadır. Her şey, “oradan alınmış, buradan alınmış diyerek”, İslâmiyet’i sanki derleme-toplama bir şeymiş gibi göstermek, küçük düşürücü, sinsî, müsteşrikce bir gayret olmaktadır.
Akif İnan: Tasavvufun tarifini yaparken, siz, tabii olarak İslâm’ı anlattınız. Beyanlarınızdan, İslâm’la tasavvuf arasında tam bir ayniyet olduğu ortaya çıkıyor. Fakat, mâlûm-ı âlîniz; tasavvufun bir disiplin olarak tedvini bilahare tahakkuk etmiştir. Durum böyle olunca, tasavvuf düşüncesinin, yaşama üslubunun zamanla tarikatları oluşturması hangi sosyal ihtiyaçların bir cevabı olarak zuhur etmiştir. Daha önceleri tasavvuf yoktu. Fakat sonradan Kur’an’a ve hadise istinad ederek tasavvufun, tarikatların tedvinini görüyoruz. Bu tedvine hangi sosyal sebepler müessir olmuştur?
Halil Necatioğlu: Efendim, “Daha önceleri tasavvuf yoktu.” sözüne, bu konularla ilgilenmiş bir kimse olarak ben, şahsen katılmıyorum.
Bizzat, tasavvufu anlatan mutasavvıflar vardır. Bunlar, bir noktaya özellikle parmak basarlar; “Tasavvuf söz değil; hâldir.” derler. Bu ifade gereğince tasavvuf, bir “hâl” olunca, adı olsun olmasın, o “hâl” ta Hz. Peygamber zamanında ashâb-ı kirâm’ın üzerinde mevcuttur. Hz. Peygamber, mutasavvıfların da sultanı idi. Hz. Peygamber, hayatı boyunca, tevazu ile, ibadete düşkünlüğü ile, hadiseler karşısında davranışlarıyla bu hayat tarzının en güzel bir örneğiydi.
Mesela: Ashabına hizmet ediyor; kendisi kapıdan girip çıktığı zaman ayağa kalkılmasına müsaade etmiyor. Yattığı yerin çok basit ve hüzün verici olduğunu gören bir sahabiye kadın, evinden güzel bir yatak gönderiyor. Hz. Aişe validemiz de onu kabul ediyor. Peygamber Efendimiz bunun karşısında Hz. Aişe’ye;
“Bunu iade et, eğer Allah’tan dileseydim, Allah, benim yanımda altın ve gümüş dağlarını da beraber yürütürdü. Fakat ben böyle bir şey istemiyorum. Hatta bana Mekke’nin ‘Batha’ mıntıkasının dağlarını altın ve gümüş olarak arz ettiler; ben onları kabul etmedim. ‘Yâ Rabbi! Bir gün aç olayım sana tazarru ve niyaz edeyim; bir gün tok olayım sana tokluğumdan, verdiğin nimetlerden dolayı şükür edeyim, ben bunu istiyorum.’ dedim.” buyurdu.
Yani saltanatı arzu etmedi. Dünya metaına kıymet vermedi. Evinde ve elinde para ve eşya biriktirmedi. Akşama dağıtılması gereken bir şey kalmışsa, onu, uyku uyumadan evvel dağıtmaya gayret etti.
Buna benzer tavırlarıyla, sonra ashâb-ı kirâm’ın ihtiyaçları karşısında onları korumak hususunda, şecaat hususunda, yani ehl-i tasavvufun böyle, güzel ahlâk olarak sıralanmış olduğu her hususta en yüksek örneği kendisi verdi, bu haller aynen ashabında da vardı.
Resûlullah Efendimize gelen ilk âyet-i kerîmelerde, gece kalkmak emrediliyor. İkra, Müddessir, Müzzemmil sûreleri ilk inen sûrelerdir. Müzzemmil sûresinde gece ibadeti, derhal tavsiye edilmiştir. Hz. Peygamber’in kendisi ve ashabı, fiilen geceleri kalkıp Allah’ı tazarru ve niyazla, geceyi ihya etmişlerdir. Zaten peygamberlikten önce Hıra Mağarası’na çekilerek ibadet ettiğini biliyoruz; ibadetlerine daha sonra bu şekilde devam etmiştir. Aynı surenin son ayetinden anlaşılacağı üzere ashabın fiilen geceleri kalkıp Allah’ı tazarru ve niyazla anmalarının, geceyi ihya etmelerinin en büyük amillerinden birisi, süratle bu emre sımsıkı sarılmaları olmalıdır.
Ashabın ahlâkının çeşitlerini, misallerle çoğaltabiliriz. Bu hususlarda Resûlullah, onlara en güzel numuneydi. Ashaptan sonra tabiinin de fiilleri böyleydi. Tasavvuf ve sofi kelimesiyle o zaman tabir edilmeyen özellik “hâl” olarak mevcuttu.
Tabiinden aynı titizlik, ciddiyet ve aynı sevgi ile, aynı takvâ duygusuyla dolu olanlar da, müslümanlardan aynı ilgiyi gördüler. Böylece tıpkı hadîs-i şerîflerin müteselsilen aktarıla geldiği gibi bu husustaki davranışlar da daha sonraki nesillere müteselsilen intikal ettirildi.
Ve bu halis insanlar, tasavvufî grupları böylece tarihî ve tabii seyri içerisinde sosyolojik bir hadise olarak meydana getirmişlerdir. Peygamberimiz’in zamanından beri “hâl” olarak vardı, tasavvuf kelimesi daha sonra zuhur etmiştir.
Akif İnan: İslâmî ilimlerden bazılarının zamanla tedvin ve teşekkülü gibi, tasavvuf da bilahare geliyor; ama, tamamıyla, kaynak itibarıyla...
Halil Necatioğlu: Tasavvuf ilimlerinin tedvin edilmesi meselesi, tabii seyri içerisinde zamanla gerçekleşmiştir. Nasıl ki hadislerin bile kitaplara geçirilmesi bir iki asır sonra olmuştur; ilk önce şifahî rivayetler şeklinde gitmiştir; daha sonra yazıya geçirilmesi gerçekleşmiştir. Kelam ilminin teşekkülü, diğer hadis müdevvenatının konulması daha sonraki zamanlarda olmuştur. O arada da bir saha bölümü, iş bölümü anlayışı içinde, İslâmî bilgiler bir bütün halindeyken, tarih bilgileri, tefsire dair bilgiler, Kur’an’la ilgili bilgiler ayrılmış, hadîs-i şerîfler ayrılmış, amelî hareketlere ait bilgiler, fıkhî bilgiler ayrılmış; bu arada ahlâk ve nefsi tezkiyeye ait, mârifetullaha taalluk eden bilgiler de sonradan tedvin edilmiştir. Ama bu sonradan tedvin edilme doğru anlaşılmalı. “Buharî’nin, Sahîh’ini şu asırda yazması dolayısıyla (hadis) o sırada ortaya çıkmıştır.” iddiası ne kadar gayr-i ilmî ise, doğru değil ise, “Tasavvuf da o sırada çıkmıştır, önceden yoktu.”, gibi bir iddia tıpkı bunun gibi doğru değildir. Benim, çeşitli kitaplarda okuduklarım, çıkarttığım neticeler ve tespitlerim, bu görüşümü teyit eder mahiyettedir.
Bu yolun, daha sonraki asırlarda tarikatlar olarak devam etmesi; işin bir takım erkan ve usulünün konularak sistematize edilmesi meselesine gelince; bundaki en önemli psikolojik ve sosyolojik saik de, bence, yine Resûlullah’ın eğitim ve öğretim metoduna ittibadır. Resûlullah Efendimiz, mâlum olduğu üzere, sohbet yoluyla kişileri yetiştiriyordu. Mesela Mescid-i Nebevî sadece bir ibadet yeri değil, aynı zamanda bir ilim ocağı idi. Resûlullah’dan hadis dinlemek, Kur’an öğrenmek, dinî bilgileri elde etmek, ondan istifade, istifaze etmek isteyen insanlar orada gece gündüz kalıyordu. “Ehl-i Suffe” ya da “Ashâb-ı Suffe” denilen bu sahabiler, geceleri 70-80 kişiydiler ama; bu rakam gündüzleri 400-450’ye çıkıyordu. Büyük bir kalabalık, Resûlullah’tan bilgi öğrenebilmek için oraya toplanıyor. Bu vakıa onu göstermektedir. Peygamberimiz aleyhisselâm dini öğretmek üzere kabilelere adam göndereceği zaman onları “Ashâb-ı Suffe” içinden seçerdi. Onlarla oturur, (suffe ashabı ile) sabaha kadar sohbet ettiği olurdu. O sohbetin zevkinden uykuların unutulduğu ve sabaha kadar sohbet edildiği olurdu.
Bu sohbet, müessir bir eğitim yoludur. Öğrenciyi karşınıza alıyorsunuz, İlahiyat Fakültesi, Hukuk Fakültesi’nde olduğu gibi, başka yerlerde de olduğu gibi, belli kitapları okutuyor, salıveriyorsunuz; gidiyor. Ama sohbette beraber oluş, beraber oturup kalkma daha müessir. Çünkü “hâl” olarak mücessem, müşahhas bir numune var ortada; onu görmek, dinlemek, taklit etmek kolay oluyor. Bundan öte, taklit edici şahısların kusurlarını da bilgili şahsın düzeltmesi kolay oluyor. Onun bir hatasını gördüğünde, kaçırmayacak, kırmayacak bir tarzda, zarif bir işaretle tashih etmek mümkün oluyordu. Bu yol Resûlullah’ın yolu olduğu için tasavvuf da bu eğitim yolunu, “şeyh-mürid sohbeti” yolunu tercih etmiştir.
Ayrıca o devirde İslâm o kadar aktif, o kadar canlı idi ki bir taraftan camilerde böyle bir ilim faaliyeti vardı, bir taraftan da hudutlarda İslâm alemini genişletmek, İslâm’ı başka insanlara götürmek, anlatmak, göstermek gayreti vardı. Bu aşkı, bu fikri taşıyan kimseler, hudutlardaki kalelerde toplanıyorlardı. Hudut kalelerine “Ribat” adı veriliyordu. Bu ribatlarda, bu gün, kazılar yapıldığında, sahabilere ve tabiine ait kabirlere tesadüf ediliyor.
Onlar cihadın sevabına nail olabilmek için -ki bu fiilin sevabı üzerine Resûlullah’ın çok hadisleri var- oralara gitmişler. Oralarda kalabalık bir grup var. O grubun, düşmanla savaş olmadığı taktirde vaktinin nasıl geçtiğini düşünelim; bilgili bir şahıs var, toplanmış bir grup var, geniş bir zaman var; televizyon, radyo ve benzeri oyalayıcı araçlar yok. Tabii o ribatların havası, tekkelerin ortaya çıkmasına kaynaklık etmiş olmaktadır. Tasavvufu daha sonraki veçhesiyle karşımıza çıkaran tarihî, sosyolojik ve psikolojik ihtiyaçlar bunlardır.
Akif İnan: Özetlemek gerekirse, demek ki tarikatlar peygamberimizle sahabiler arasındaki bu düzeni, bu eğitim tarzını esas almış oluyor.
Halil Necatioğlu: Özetlersek, demek ki İslâm dininin kendisinin tabii bir gelişmesi var. Tabii olarak yayılması, bünyesindeki müesseselerin yaşanması var. Tasavvuf, bu yaşama içinde ortaya çıkmıştır. Yani “Onlar hiç bir şey bilmiyordu da İran’la karşı karşıya geldiği zaman orada bir şey gördü, taklit etti.” diyemeyiz; buna daha başka bir kaç şey de manidir. Çünkü iyi bir dindar, mesela benim, bu merhalede Hint felsefesini okumayı gereksiz bulduğum gibi böyle şeyleri öğrenmek istememiştir.
Hz. Ömer Tevrat’ı, İncil’i okuyan kimselerin ellerinden, “Allah size Kur’an’ı göndermedi mi? Bunlarla ne diye meşgul oluyorsunuz?” diyerek onları almıştır... O zamanın müslümanı, kendisini başka şeylerden müstağni tutuyordu. Başka düşünce ya da inançların dinine zarar vereceğini biliyordu. Resûlullah da, kendi zamanında, mü’minlere, Ehl-i Kitab’ın kitaplarıyla meşgul olmayı yasaklamıştır. “Onların hakkında bir şey demeyiniz. Çünkü dediğiniz şey hakkında aleyhte konuşursanız, belki o, dinî bir gerçek olur; oradan zarara uğrarsınız. Veya asılsız bir şeyi taklit etme durumuna düşersiniz.” demiştir.
O zamanın müslümanının düşüncesi (zihniyeti), “dışarıdan bir şey almak” değildir. Dışarıya karşı istiğna idi. Bugün gerçek bir müslüman, dışarıdan taklit yoluyla ne şekil almak, ne fikir almak, ne de inanç almak ister. Bunların kendisine yabancı olduğunu bilir. Kendi öz kaynakları içinde beslenmeyi tercih eder. O zamanın müslümanları elbette Zerdüşt dinini biliyorlardı. Hint’teki çeşitli inançları çok iyi bilmekteydiler. Bunların, dine zara verici şeyler olduğunu, dinin aslî hüviyetinin korunması gerektiğini çok iyi biliyorlardı. Onun için Sünnet-i seniyye’ye sımsıkı sarılmışlardı.
Dış kaynaklardan tesir almak Resûlullah Efendimiz tarafından yasaklanmıştı. “Yahudi ve hıristiyanlara muhalefet etmek dinin gereğidir.”[9] şeklinde hadîs-i şerîf vardır. Hatta daima okuduğumuz Fatiha’da bile buna işaret bulunuyor. Müslümanın, yolda bir hıristiyan gördüğünde, eza vermeyecek şekilde onun kenara çekilmesini sağlaması lazım. Yani gidişiyle ona yol vermek tarzıyla değil... Müslümanların diğer inançlara bakış tarzı böyledir. İslâmiyet’in bizzat kendisinin, doyurucu hükümleri, başka bir inanç sisteminden örnek almaktan müstağni kılacak kadar zengindir. İnsanın cebinde yüzbinlerce parası olunca, nasıl başkalarının şaibeli paralarında gözü olmazsa; o devirde yaşayan müslümanlarımız, din büyüklerimiz de, aynı şekilde, diğer inanç sistemlerine muhtaç olmamış, onlardan örnek almak gibi bir ihtiyaç duymamışlardır.
Akif İnan: Efendim, geniş açıklamasını yaptığınız tasavvuf düşüncesi, sizin de izah buyurduğunuz gibi, bilahare “tarikat” düzenine dönüşüyor, yani kaidelere kavuşmuş oluyor. Konu neticede tasavvufun temsilini tarikatlarda bulduğu noktasına geliyor. Tarikatlardaki eğitim düzeni, şeyh-mürid disiplini üzerinde biraz daha durur musunuz?
Halil Necatioğlu: Efendim, bu soru da tıpkı tasavvufla ilgili ilk soru gibi, şumulü düşünüldüğü zaman cevaplandırılması zorlaşan bir sorudur.
Tarikatlar, tasavvufun yayıldığı alanların coğrafî genişliği dolayısıyla çok fazla çeşittedirler. Aynı zamanda coğrafî mıntıkalardan ve mıntıkalarda yaşayan eski kültürlerin tesirlerinden izler taşıyabilirler. Mesela Türkiye’nin tasavvuf anlayışıyla Kuzey Afrika’nın tasavvuf anlayışı arasında fark vardır. Bu fark derhal belli olur demiştik.
Akif İnan: Aynı kaynaklara istinat etmiş oldukları halde niçin böyle farklı yorumlar ve yaşama biçimi gösteriyorlar? Buna dair bir izah lütfeder misiniz?
Halil Necatioğlu: Efendim bu farklılık, o coğrafî bölgelerdeki eski kültürlerle, örften, adet ve ananeden doğan alışkanlıklarla ilgilidir. Her mıntıkanın kültürel ve sosyal değerleri birden bire ortadan kalkmıyor, yok olmuyorlar. İslâm’a aykırı olmayan âdetler, yeni tarz içinde yaşıyor. Veyahut eski âdetlerden bir kısmı, bırakılmadığı taktirde İslâm’a uygunlaştırılmaya çalışarak hayatiyetini sürdürme durumuna düşüyor. Eskiye bağlılar, eskiyi, revaçta olan temayüllerin karşısında ayakta tutabilmek için, eskiye yeni bir boya vurmak suretiyle, onların revaç bulmasını sağlıyorlar.
Akif İnan: Böylece, dolayısıyla batıl tarikatların di izahını yapmış oluyorsunuz.
Halil Necatioğlu: Tabii... Şimdi, mesela; Bektaşî tarikatını inceleyen araştırmacıların hepsinin kabul ettiği bir gerçektir ki; Bektaşîlik bir takım batınî tarikatları kendi içinde eriterek onların bir muhassalası haline gelmiştir. Ve bunların içinde Kalenderîler gibi, Cevalika gibi, eski Şamanist inanca sahip olanların düşünce, inanç ve hareket tarzları gibi birtakım “değerler” vardır. Bu değerler o tarikatın içine sızmış, nüfuz etmiştir. O bakımdan “Tasavvuf temsilini tarikatlarda bulmuş mudur?” dersek, tasavvufun genişliği, tarikatların çokluğu karşısında bu soruyu cevaplandırmak mümkün değil. Yalnız, şunu çok rahat söyleyebiliriz ki başta tarif etiğimiz ölçülere uygun ve tarihî gelişmeye tabi bir Hak Yol, her çağda vardır. Tasavvufun içinde, o endişeyi bütün canlılığıyla yaşayan, Kur’ân-ı Kerîm’e merbutiyetini ve Resûlullah’a muhabbetini son derece canlı tutarak, her hareketini o ölçülere göre tanzim eden, adımlarını onların feyzi ile atan tarikatlar daima mevcut olmuştur.
Akif İnan: Efendim, tarikatların teşekküllü, geçmişte, bazı reaksiyonlarla karşılaşmış mıdır? Bu reaksiyonların mesnetleri, yahut tutarlı, tutarsız yanları var mıdır? Bu konuda bir beyanda bulunur musunuz?
Halil Necatioğlu: Tarikatlara veya mutasavvıflara karşı, yaşadıkları devirlerde şüphesiz çeşitli tavırlar takınılmıştır. Bu tavırların tarzı üzerinde, o şahsın şahsiyeti rol oynamıştır. Yani mutasavvıf olarak ortaya çıkmış olan şahsın, tasavvuftaki anlayışı, tasavvufu yaşayış tarzı ve o şahsa bakan şahısların sahip oldukları zihniyetin yapısı, kafa yapısı, bu işte rol oynamıştır. Bu reaksiyonları, o zaman, her mutasavvıfın yaptığı mücadeleler, gördüğü sempati ve antipatiler diye sonsuz derecede çoğaltmak mümkün olabilir. Büyük tesir bırakmış her mutasavvıf, hayatı içinde sevgi görmüştür, taraftar bulmuştur; reaksiyon görmüştür, o reaksiyonların karşısında bir cehd sarfetmiştir; reaksiyonlarla uğraşma durumu içine girmiştir. Bunları ana noktada toplayarak özetlemek gerekirse, çok sadeleştirmek, basitleştirmek, çok büyük gruplar halinde ifade etmek gerekirse, bir kısım tenkitlerin, reaksiyonların ulemadan, İslâm dinini az çok bilen kimselerden geldiğini görmekteyiz; bu, bir grup teşkil eder. Bir kısım alimler mutasavvıfların tavırlarına karşı çıkarak onlarla bir münakaşa ve mücadele içine girmişlerdir. Söz gelişi, mücerret kalmasın, misalle takviye olsun diye örnek vereyim; mesela “semâ” denilen görünüm, insanın manevî bir şevkle ayakta dönmesi... “Bunun İslâm’da yeri nedir? Böyle yapanlara karşı nasıl bir tavır takınmak lazımdır? Bu hangi tesirle ortaya çıkmıştır? Böyle yapan şahıslar bunu nereden almışlardır?” diye bir münakaşa açılmıştır.
Mutasavvıfların Devretmesi (Devran Zikri) Üzerinde Risale (Risâle fî hakk-ı deverâni’s-sûfiyye) diye eserler yazılmıştır. Neden? Çünkü onun takındığı bir tavır vardır, o tavra bu taraftan bir bakış vardır.
Bu çeşit münakaşaların bizce çözümü mümkündür. Çünkü elimizde “asıl kaynak” vardır: Kur’ân-ı Kerîm, hadîs-i şerîf vardır. Tavır iyi tarif edilmişse, yanlış bakılmamışsa, gözlük hatalı, çarpıtıcı değilse, ayna düz ise, onların hakkında bir hüküm vermemiz mümkün olur. Ve olayın cinsine ve yerine göre, bu çeşit hadiseler karşısında, kâh ulema tarafını, kâh mutasavvıfların tarafını tutmak mümkündür.
Akif İnan: Daha başka cinsten reaksiyonlar da olmamış mıdır?
Halil Necatioğlu: Bir kısım reaksiyonlar da vardır ki; onlar dinî bir sebep ve endişeden doğmuyor. Bu tür reaksiyonlar tasavvufu yabancı bir yaşayış tarzı olarak görüp iyi nüfuz edememekten, iyi anlayamamaktan doğan tenkitlerden ibarettir. Tenkit edilen o şahsın hakikî hâlet-i rûhiyesi iyi anlaşılmamıştır; ilk andaki görünüşü üzerine karşı taraf bir tavır takınmıştır. İyi anlamadığı ve bu sebeple tepki gösterdiği için haksızdır. Anlasalar belki kendileri de memnun kalacaklardır. Bunun için bir misal vermek gerekirse (tabii misalleri çoğaltmak mümkündür), İmâm-ı Gazâlî’nin gördüğü reaksiyonları anabiliriz...
Menkıbeye göre eski kadılardan birisi, İmâm-ı Gazâlî’nin İhyâu ulûmi’d-dîn isimli eserini nerede görse, “bunun içinde zayıf hadisler var” diyerek toplattırır ve yaktırırmış.
Bir gün kadı, rüyasında Resûlullah Efendimiz’i görüyor. Karşısında da bir şahıs var. O şahıs hürmetle Resûlullah’a, “Şu kitabımı, bu şahıs hep yaktırmaktadır. Acaba bunda, sizin sünnet-i seniyyenize aykırı bir şey var mı?” diyerek kitabı takdim ediyor. Rüyada Resûlullah Efendimiz o kitaba bakıyor; “Benim sünnet-i seniyyeme muvafıktır.” cevabını veriyor. Onları yaktıran kadı da rüyada kamçı cezasıyla cezalandırılıyor. Kendisine bir kamçı vurulmuş, o kamçının acısıyla uyanmış, sırtında izi kalmış.
Gazâlî’nin kitapları bugün bile Suudi Arabistan’a yasak kitaplar arasında sayılarak, sokulamıyor; tehlikeli kitaplar arasında telakki ediliyor. “Gazalî ne derece töhmet altında tutulmaya layık kimsedir. Onu töhmet altında tutmak reva mıdır?” sorusuna cevap olarak; “Gazâlî İslâm aleminin yetiştirdiği en büyük şahıslardan birisidir.” deriz.
Gazâlî’nin kitaplarını anlamamak, asıl niyetini anlamamaktan ileri gelmektedir. Onun asıl maksadı, İslâmiyet’i, ruhuna uygun bir tarzda samimiyetle yaşamak olduğuna göre faaliyetlerinde haklıdır.
İşte reaksiyonları bu tarzda sınıflandırabiliriz. Bu hadise Osmanlı kültür sahasında medrese-tekke çekişmesi şeklinde devam etmektedir. Burada herhangi bir tarafa itiraz edip de, acele hüküm verme tavrını doğru görmüyorum. Çünkü Osmanlı sahasında “tasavvufu temsil etmekteyim” diyen kimselerin hakikaten tenkit edilecek bir takım garip davranışları olmuştur. Dini iyi bilen ulema arasında da, onların bu tavırlarına karşı, “dini koruma gayretinden” hamiyyet-i dîniyyeden doğan reaksiyonlar olmuştur. Fakat bu tarikatların ruhuna inemeyen bir takım kimseler de vardır ki herhangi bir cepheye taklit yoluyla girip öbür tarafı bilmeden suçlamalara girmiştir.
Akif İnan: Buyurduğunuz gibi, bu işi münakaşa mevzuu haline getirenler daha çok taklit ile konuya yönelenler oluyor.
Halil Necatioğlu: Meselenin içyüzünü bilmeyenler oluyor. Bir kısım ulemanın da -tarihî pek çok hadiselerle tespit ediyoruz ki- tasavvufta antipati ile yola çıktığı, daha yakından tanıdığı zaman ona, kendisinin öz, şeriate bağlı inancı ile bağdaştırarak intisap ettiğini görüyoruz.
Gazâlî de bunun misallerinden biridir. Gazâlî, bir zamanlar, Bağdat medresesinde muhteşem sarık sarıp, altınla dokunmuş cübbe giyerek, haşmetli bir ilim adamı olarak ders verirken, daha sonra bu yolun sığlığını görüyor, tasavvufa intisap ediyor medrese ile tekkeyi birlikte yürütüyor.
İkinci misal: Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin bizzat kendisidir. Mevlânâ da önceleri bir ilim adamı olarak “karşı” durumda iken, sonradan tasavvufu iyi tanıdığı zaman; bozulmamış ananesine sahip, din dışı tesirleri almamış, gerçek tasavvufu, derunî hayatı tanıdığı zaman, inadından ve karşıt tavrından vazgeçmiş kimselerden birisidir.
Ben, kendi hayatımda da bunun misalini verebilirim: Liselerde edebiyat kitapları okutulurken bende uyanan tesir antipati idi; tasavvufun. Vahdet-i vücûdun anlatılış şekli bende (edebiyatçıların, tabii, dini bilmeden anlatış şekli ile) şeriat namına tasavvufa antipati meydana getirmişti. Şimdi acizâne, Şer’-i Şerîf’e olan saygımın her an daha da ziyadeleşmesini Cenâb-ı Hak’tan dileyen bir kimse olarak, Kur’ân-ı Kerîm’i ve hadîs-i şerîfi baş tacı etmeyi cân-u gönülden kendisine prensip edinmiş bir kimse olarak, has ve halis tasavvufa karşı çıkmanın çok yanlış ve çok tehlikeli bir şey olduğu noktasına gelmiş bulunuyorum. Tasavvufun ihtiyarî bir zevk mesleği olmadığı, aksine her müslüman için mecburî, zarurî bir yol olduğu kanaatine gelmiş bulunuyorum. Şer’-i şerîfe, hadîs-i şerîfe, âyet-i kerîmelere bağlı bir kimse olarak.
Bugünkü sosyal çevreden dindar zümreden misal vereyim: Arapça bilen, Arap ülkelerinde okumuş bir takım kimseler var ki onlar tasavvufa karşıdırlar. Tasavvufu bilmedikleri için...
Onları, tasavvufu tanımayanlar safına sokuyorum. Tanımadan bilmeden, -insanoğlu bilmediği şeye düşmandır- tasavvufa karşı tavır alıyorlar.
Ben, tabi, tasavvufun sözle öğrenilmediğini de, fiilen kendi hayatımda görmüş bir kimseyim. Mesleğim dolayısıyla ilim erbabı arasında bulunmak durumunda olduğum halde ve tasavvufa dair pek çok kitap okuyan bir kimse olduğum halde, tatbikatın kitaplarda anlatılanlardan çok daha başka şeyler kazandırdığını fiilen görmüşümdür.
Eğer, böyle bir aile muhiti içinde olmasaydım, korkarım ki buna muhalif ve bu hususta cahil ve mütecaviz bir kimse olarak kalmak durumunda olurdum.
Akif İnan: Muhterem Hocam, lise ve yüksek okul döneminde tasavvufun öğretilişinden bahsetmiştiniz. Tasavvuftan bahsederlerken, adetâ onu, Şeriat’ın getirmiş olduğu dar kalıpları kıran, serbest düşünceye çok müsait, kişinin zihnî tekamülüne kapılar açan bir serbest düşünce ortamı olarak anlatma, Türkiye’nin bir kesiminde gelenekleşmiş gibidir. Özellikle Yunus’u, Mevlânâ’yı zikrederlerken sık sık bu kabil izahlarına şahit oluyoruz. Buna dair buyuracağınız bir izahat var mıdır?
Şeriat’ı, adetâ toplumu sıkboğaz eden hükümler olarak; tasavvufu ise bu durumu rahatlatmış, fikir ve sanat adamlarının yetişmesine ortam hazırlamış, Şeriat’ın dar kalıplarını kırmış bir harekat olarak gören aydınlar vardır.
Halil Necatioğlu: Bu kendi zu’mlarıdır, kanaatleridir. Kendi nefsanî isteklerinin yazıya dökülmüş şeklidir. Tasavvuf bir bakıma öyle bir meslek ki eskiden, tasavvufa intisap etmek isteyen kimseye, tasavvuftaki büyüğü; “ Evladım! Sen şer’-i şerîfin ahkâmıyla amel eyle, bu yol zordur, tasavvuf demirden leblebidir.” derlermiş. Bunun için onların anlattıkları, yaptıkları yorumlar kendi hayalleri ve temennileridir.
Ama yine burada böyle derken, tabii, tarikatların çeşitliliğini, bizim tanıdığımızla onların tanıdıkları, bildikleri tasavvuf arasındaki farkları da nazar-ı dikkate almak durumundayım.
Akif İnan: Hocam, bu durum mesela edebiyatımızdan örnek verecek olursak, mutasavvıf sanatkârlarımızın bazı sembolleri tasavvuftaki farklı, özel anlamlarıyla kullanmalarında ve fakat ona yorum getirenlerinse tamamen zahire bağlı kalarak açıklamayı seçmeleriyle de ilgili değil mi acaba?
Mesela, Hz. Mevlânâ’nın olsun, Yunus’un olsun, Fuzulî’nin olsun, birçok şiirlerindeki mâlum teşbihler; meyhane, sâki, pîr-i mugân, şarap gibi kelimeler kullanmışlardır... Tasavvufta kendine mahsus anlam ve izahları olan kelimeleri, dünya ehli, dış manasına bakarak yorum getiriyor olduğu için, birçok mutasavvıfları, Şeriat’ın dışında, dar kalıplar içinde kalmamış kişiler olarak görüyorlar.
Halil Necatioğlu: Efendim, tasavvufun, tabii, dışarıdan ve eserlerden anlaşılmasında güçlük var. İnsan, tasavvufun içine girdiği zaman görür ve fiilen yaşadığı zamanlar anlar. Kitapta yazılanların ise nasıl anlaşılması gerektiğini o zaman çıkarır.
Bu şahısların meseleye yaklaşma tarzları, ilmî metod yönünden tenkit edilebilecek tarzdadır. Bir şeyi anlamak için, insanın ön kanaatlerden sıyrılmış olması lazımdır. Önce bir vakıanın ne olduğunu anlaması, sonra değerlendirip hüküm vermesi lazımdır. Oysa bu bahsettiğimiz kişiler, hadiselere böyle yaklaşmıyorlar. Tasavvufu öğrenmeye çalışırken onu doğru anlamak ve her şeyleriyle ona teslim olmak arzusuyla yaklaşmıyorlar. Kendileri bir hayat yolu tutturmuşlar, benimsedikleri değerler ve prensipler var. İşin en kötü tarafı, bu prensiplerden vazgeçmeye niyetleri yok. Oradaki ifadeleri, daima, kendi görüşlerine göre değerlendiriyorlar. Halbuki mutasavvıf öyle demek istememiştir. Mesela: Mevlânâ, “kâfir de olsan, putperest de olsan, ateşperest de olsanız gelin, hepinizi o halinizle aynen kabul edecek bir insanım” diyecek kişi değildir. Mevlânâ hazretlerini iyi tanısalar, böyle geniş bir tavrının mümkün olmadığını görürler. Bu sözde esas kasıt, tevbeye davettir. Esasen bu söz Mevlânâ hazretlerinin değildir, türbeye yazılmış daha başka bir İran şairinindir; Allahu Teâlâ hazretlerinin, tevbe etmek şartıyla her günahkârı bağışlayabileceğini, onun için geçmişteki günahla dolu ömründen dolayı ümitsizliğe düşmemesi gerektiğini ifade eden bir sözdür. Onların anladıkları tarzda anlamaya Mevlânâ’nın düşünce yapısı yönünden imkân yoktur.
Sonra o şahıslar, yani tasavvufun mukallitleri değil de, gerçek ehli, gerçek büyükleri incelenecek olursa görülür ki tasavvufun gayelerinden biri Allah’ı bilmektir, diye baştan söylemiştim. Bu bilmenin kademeleri içinde önce kendi üstadına muhabbet, bundan sonra ve ona kıyasen ve müşahhastan mücerrede yükselmek suretiyle Resûlullah’a muhabbet, bundan da Allah’ın varlığını hissederek ona muhabbete yükselmek gelir. Onlar bilirler ki ve fiilen görürler ki Resûlullah’ın sünnetindeki bir küçük ihmallerinden dolayı sahip oldukları yeri derhal kaybederler. Bunları fiilen gördükleri için, onların, Resûlullah’ın sünnetini değil de âdâbı bile ihmal etmeleri mümkün değildir. Nitekim Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin âdâb hakkındaki görüşleri, meşhur bir gazelinde geçer, edepten mahrum olursa, bir insan Rabbı’nın lütfundan mahrum kalır, artık müterakki olması mümkün değildir. Sünnet-i seniyyeye bir küçük muhalefetten başına neler geldiğini ve nice çırpındığını büyük bir mutasavvıf, kitabında anlatır. Helaya bir keresinde sağ ayağıyla girdi -halbuki oraya sol ayakla girmesi âdâbdandır- diye kaç gün nice sıkıntı çekmiş. Bir başkası da Sünnet-i seniyyeye aykırı olarak, basur illetini dağlama suretiyle tedavi etmek yüzünden sahip olduğu bir mertebeyi kaybettiğini kaydeder. Onun için bu işin gerçek mümessilleri tasavvufun, Şer’-i şerîfin ahkâmından zerre kadar dışarıda olmadığını, değil sünnetleri, âdâbı terkettiği zaman bile çok şey kaybedeceğini bilirdi. Sünnete ve âdâba riayeti çok şiddetle tavsiye ederlerdi. Nitekim İmâm-ı Rabbânî kuddise sırruh, rivayete göre kendisine çift sayıda çiçek getiren müridine: “Evladım! Niye bunu üç, beş veya yedi çiçek olarak getirmedin? ‘Allahu Teâlâ hazretleri tektir ve teki sever’ hadisini bilmez misin?” demiş; böyle bir detayı dahi söylemiştir.
Onun için tasavvufu keyfî yorumlayan bu şahıslar, yanlış metod kullanıyorlar. Öğrenmek metodunu değil, istismar metodunu kullanıyorlar. Kendi hayatlarına destek arıyorlar ve kendi hayatlarını esas alıp büyükleri kendilerine tabi kılmaya çalışıyorlar ki bu, edebe çok aykırı bir yoldur. Bunun için onların felah bulmaları da mümkün değildir.
Gerçek tasavvuf, semere olarak insanı muhabbet-i Resûlullah’a, hatta müşâhade-i Resûlullah’a ulaştırır. İmam Süyûtî rahmetullâhi aleyh uyku dışında, uyanıkken Resûlullah’ı elliden fazla gördüğünü beyan ediyor. Muhammediyye’nin yazarı, o kitabı Resûlullah’tan aldığı talimat üzere yazdığını söylüyor. Hatta büyük mutasavvıflar büyük eserlerini böyle emir olmadıkça katiyen yazmamışlar. Onun için, “Resûlullah ile bir anlık irtibatım ve müşahedem kaybolsa, kendimi müslüman saymazdım.” diyen mutasavvıflar vardır. Demek ki her an Resulullah ile “huzur” halinde; o olmadığı zaman kendini gerçek müslüman saymıyor. Hakikaten o dereceden sukut ve nüzül olur.
Velhasıl Şeriat’ın sıkıcı ve dar, tasavvufun ona reaksiyon mahiyetinde ve müsamahakâr olduğunu mukallitler ve gafiller söylüyorlar. Resûlullah’ı müşahede hali, küçücük bir edepsizlik ve kontrolsüzlük yapılsa düşerdi. Ortadan kalkardı bu hal...
Bunun ötesinde, “Allah nerede olsak yanımızdadır.”[10] “Nereye dönsek oradadır.”[11]
Yunus Emre;
İstemegil anı ırak,
Gönüldedir ana durak[12]
diyor. Demek ki Allah bize bizden yakınken ona erişmek lazımdır. Niye farkında değiliz, niçin erişmemişiz? Gerçek mutasavvıf erişmiştir. Çünkü gerçek müslümandır. Allah’ın tecellisine mazhardır. Onlar o zevki tatmış kimselerdir. Onun için bu kimselerin Şeriat’ı bir külfet olarak kabul etmeleri Şer’-i şerîfin ahkamını dar kalıplar olarak görmeleri mümkün ve mütasavver değildir. Bu sözü söyleyenlerin sözleri cehaletlerine işaretten başka bir şey değildir.
Akif İnan: Muhterem Hocam! İslâm’ın yayılmasında “Murabıt”lardan bahsettiniz. Ayrıca Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda da gene birçok tasavvuf kahramanının etkilerini veya devlet kurucularıyla olan münasebetlerini yakından bilmekteyiz. Keza tüm İslâm toplumlarının fikir ve sanat hayatlarında büyük isimlerin hemen hepsinin ya tasavvuf mensubu olduğunu veya en azından tasavvufî düşünceye karşı çok yakın bir bağ içerisinde bulunduğunu görüyoruz. Bugün de toplumu canlı kılan, doğurgan kılan büyük sanat, fikir üretiminde, ülkenin büyük hamleler yapabilmesinde tasavvufun güçlü dinamikleri olduğu fikrine varmak mümkün müdür? Ve bugün için de gene aynı meslekleri, dinamikleri toplum için geçerli görür müsünüz?
Halil Necatioğlu: Tasavvuf hayattır, tasavvufun dışı ölümdür. Resûlullah aleyhisselâm “Zikrullah kalbi diriltir, suyun bir kuru araziyi yeşillendirdiği gibi.”[13] diyor. İnsanın gönlü katı olduktan sonra ondan bir hayır gelmesi mümkün değildir. Türkiye’nin, Dünya’nın, insanoğlunun problemleri incelenecek olursa, iş, sonunda o insanın iç alemine, pisikolojik yapısına, yani “gönül diriliğine” gelir. Gönlü diri olan insanlar dinamiktir, başkalarına müspet bir tavır ile yaklaşıp yönelmiştir.
Gönlü ölü olan insanlar her yerde her zaman problemdir, çıban başıdır, dikendir: Takılır, çeker, yırtar, koparır durumdadır. Onun için ben tasavvufu ihtiyarî bir zevk meşrebi olarak görmüyorum. İnsanın gerçek yaşayışa erebilmesi, gafletten kurtulması bir nevi ölümden kurtulup hayata dönmesi için, gerçek hayatı tatması için zarurî bir faaliyet olarak görüyorum. Allahu Teâlâ’nın insana işaret ettiği hayat gayesi olarak görüyorum. Allahu Teâlâ:
“Hanginiz daha güzel amel edecek diye sizi dünyaya gönderdim.”[14] buyuruyor. Gaye o en güzel ameli yapmaktır. Tasavvufu, “Allah’tan hakkıyla korkun da müslüman olarak ölün.”[15] tavsiyesinin zarurî gereği olarak görüyorum. Çünkü kim bu dünyada âmâ ise Âhirette de âmâ olarak haşrolacak.[16] İnsan bu dünyadaki âmâlıktan kurtulmazsa, hayattaki gayesine erememiş demektir. Gayesine eremeyen insandan da hayır belki tesadüfen çıkabilir ama isteyerek bir hayır çıkması mümkün değildir. Onun için herkesin muhakkak tasavvufun şu iki gayesini -madem Kur’an ve hadîs-i şerîfin emirleridir- kendi içinde tahakkuk ettirmesi lâzımdır. Yani var olan, kendisini çepeçevre kuşatmış olan Mevlâsıyla bağlantısını kurması lazım Mevlâsı kendisine o kadar yakınken kendisi Mevlâsından o kadar uzakta kalmaması lazımdır. Çünkü Allahü Teâlâ hazretleri kâinatı yaratıp da, bilinmeyen, çok uzaklara çekilmiş bir varlık değildir.
Yani; Allahü Teâlâ hazretleri, “Her an bir oluş, hareket, faaliyet, canlılık ve iştedir.”[17] Uzakta değildir. Kusur bizdedir. Bizim aletlerimizde eksiklik vardır. Bunu, bu mârifeti insanın muhakkak tahakkuk ettirmesi lazımdır. Hem hayatta hem de âhirette mutluluğu için bu şart. Bunu tahakkuk ettirmediği zaman, âhirete de kör gidecektir. Bu dünyada gafil gelip göçtüğü gibi, âhirette de hiç bir şey elde edemeyecektir. Ebedî saadet için bu iki şart:
1- Allahu Teâlâ hazretlerini tanımak ve O’nunla o beraberliği, ünsiyeti tatmaktır.
2- Nefsini tezkiye, ahlâkını terbiye etmektir.
Ahlâk, mâlum, sosyal bir hadisedir, münferit değildir. Toplum olmasaydı, insan tek başına olsaydı ahlâk diye bir şey de bahis konusu olmayacaktı. Ahlâk, cemiyet içinde yaşamanın tezahürüdür. O halde cemiyetin nizamına en büyük katkıyı veren, cemiyet nizamının fertlere taalluk eden menbaını teşkil eder, ahlâk... Onun için ahlâkı tahakkuk ettirmeden, insanın cemiyetine faydalı olması, onu tahakkuk ettirmemiş insanlardan kurulu cemiyetinde başarılı olması mümkün değildir. Bunu adım kadar net, babamın adı kadar net bir şekilde, inanarak ve hiç bir şeyin etkisinde kalmaksızın çok net olarak görüyor ve söylüyorum. Bir insanın bu iki gayeyi tahakkuk ettirmeden insan olması mümkün değildir.
Eskiler, bu gayeleri tahakkuk ettirdikten sonra verimli olmuşlardır, semereli olmuşladır. Ve hangi insanı beğenirseniz, o ehl-i dîldir, gönül ehlidir. Hangi insanı sevdiyseniz, o bu meseleleri halletmiştir; yaşamıştır, size kadar gelmiştir, onun için sevilmektedir. Yunus’u ondan severiz. Mevlânâ hâlâ onun için yaşamaktadır. Hacı Bayram-ı Velî onun için hâlâ öyledir. Efendim, İbrahim Hakk-ı Erzurumî hazretleri, İsmail Hakk-ı Bursevî hazretleri onun için böyle diridir.
Bugün de cemiyetin dinamizmi ve kurtuluşu için çare bu gayeleri tahakkuk ettirmektir. Bunu, tahmin ediyorum ki bizim düşmanlarımız bizden daha iyi gördükleri için mâlum çevrelerde tasavvufa bu kadar büyük bir düşmanlık vardır, bugünkü hayatımızda...
Tasavvuf ve tarikatlar tarihî bir vâkıa olarak, fetihlere yol açmış, fetihlerin kaynağı olmuştur. Siyasî başarıların kaynağı olmuştur. Misalleri şöyle sıralayabiliriz:
Hatırlarsınız, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, ölüm hadisesi için “Şeb-i arûs” der. Yahya Kemal bile, takliden de olsa, “Ölüm âsûde bahar ülkesidir bir rinde” diyerek ölümü tatlı bir hadise olarak vasıflandırır. Bu Mevlânâ’da yapmacık değildir. “Benim ölümüm üzülecek bir hadise değildir”[18] diye bunu şiirlerinde işlemiş. Bu deyişi çok canlı ve çok tabiidir. İnsan, biraz daha dikkatli düşünürse, ve ileyhi türceûn[19] âyetini okuyup da sevinmemesi mümkün değildir; “Elhamdülillah sonunda ona döneceğiz” diye sevinmemek mümkün değildir. O halde ölümü bu kadar mûnis görünce, insan hayatı bu tarzda görünce, âhireti, ebedî hayatı bu kadar canlı görünce, tanıyınca o zaman “ölüm korkusu neymiş, şahsî, küçük hasis menfaatler neymiş”, diye düşünür. Dînin kendisine göstermiş olduğu gayeler uğruna canını rahatlıkla verir. Osmanlılar’ın başarısı buna dayalıdır. Eğer Osmanlılar’da ölüm korkusu olsaydı, fütûhattaki başarısı da olmazdı. Osmanlı, dört bin kişilik bir orduyla, koca bir Sırp ordusuna saldırmıştır, kırıp geçirmiştir. Neden? “Ölürsem şehit kalırsam gazi olurum” demiştir; kalmayı da istememiştir. Çanakkale harbine kadar bu böyle devam etmiştir. Bir hadise anlatırlar: Subayın birisi, siperde erlerden iki kişinin ağlaştığını görüyor, yanına çağırıyor onları, komutanı olarak. Moral vermek istiyor; diyor ki:
“Niye ağlaşıyorsunuz? Ayıp değil mi? Asker adam ağlar mı?”
“Bir şey yok komutanım” diye geçiştirmek istiyor erler.
“Söyleyin bakalım, neden ağlıyorsunuz? Ölümden mi korkuyorsunuz?” diye üsteliyor. Yine söylemek istemiyorlar. Sonunda anlaşılıyor ki düşünceleri ve üzüntüleri;
“Bu kadar harbe girip çıkıyoruz, bir türlü şehadet nasip olmadı, bizim ne kusurumuz var ki buraya kefenimizi koynumuza koyup şehit olmaya geldiğimiz halde, Allah bize bu büyük rütbeyi ihsan etmiyor?” imiş. Bu nedenle ağlarmış zavallılar!
İstiklal harbi de bu ruhla kazanılmıştır. Eğer İstiklal harbine inkarcı, eyyamcı, devrimbaz bir zihniyetle girmiş olsaydık şimdiye ya Amerikan mandasındaydık, ya da Balkanlar gibiydik, Kırım, Kafkasya gibiydik...
Osmanlı devlet adamlarının halka hizmet zihniyetlerini düşününüz. Şah’ın yurt dışına kaçırdığı serveti hatırlayarak sorun bu soruyu kendinize; Osmanlı devlet adamları da yurt dışına büyük servetler kaçıramazlar mıydı? Kaçırabilirlerdi. Oysa ki sekreterlik yaparak, daktilo yazarak, ayakkabı tamir ederek hayatlarını devam ettirmişlerdir. Ama devlet hazinesinden bir şey kaçırmayı düşünmemişlerdir. Sultanıyla, paşasıyla, ağasıyla, esnafıyla hayır ve hasenata yönelmişlerdir. Maddi zenginliklerini halkın hizmetine, halkın menfaatine yöneltmişlerdir. Servet yığmayı ve müsrifçe, bencil yaşamayı uygun görmemişlerdir. Bir mesuliyet duygusuyla hareket etmişlerdir, büyük ölçüde.
O halde siyasi başarıda da tasavvufun verdiği gücün büyük etkisi vardır.
Sanata gelince; malum, sanat gönül işidir. Gönlü kıpırdamayan bir insanın güzelliği sezmesi, bulması ve tasvir etmesi mümkün değildir.
Bize kadar ulaşan Osmanlı sanatkârlarını inceleyecek olursak, büyük ölçüde gönül erbabı insanlar olduğunu görürüz. Tabii, sanatın menşei “heyecan” olduğu için insanın, beşeri, cinsi, maddi heyecandan doğma sanat eseri meydana getirmesi de mümkündür, bir insanın bir kıza karşı duyduğu sevgiden dolayı çok güzel, lirizm seviyesi çok yüksek bir şiir söylemesi mümkündür. Ama tasavvufun verdiği duygularla kıyaslanamaz. Onlar o kadar kuvvetlidir ki o kadar canlıdır ki bu duygu, insanı havada uçurur ayaklarını yere değdirmez. Mevlâlâ’nın çağını nasıl etkilediğini düşünün... Mevlânâ herkesi şaşırtmıştır. Herkesi sarmıştır, harekete getirmiştir. Mutasavvıf böyledir. O kaynağa yaklaşıp o lezzeti tattı mı artık onu tutmak mümkün değildir. Arif Nihat Asya’nın bir beyiti var:
İçsen bu sudan dostum, bir daha susamazsın,
Bir hal gelir ağlıyamazsın, susamazsın
der. İnsan bu hale gelir. Bundan sonra sanatın her çeşidi dökülür, kaleminden, elinden, dilinden...
Osmanlı sanatını mimariden musikiye, edebiyata ve daha başka sanatlara doğru inceliyecek olursak büyük sanatkârların hemen hepsinin böyle olduğu görülür. Söz gelişi hangi sanatkârı inceleseniz muhakkak Gazâlî’yi okumuş, muhakkak Mesnevî’den feyz almıştır. Şeyh Galib;
Esrarını Mesnevî’den aldım,
Çaldımsa da miri malı çaldım.
diyor. Devlet malı çaldım, şahıs malı çalmadım, diyor. Müteessir olmuştur Mevlânâ’dan, Hüsn-ü Aşk’ın ilhamını oradan almıştır.
Hasılı Osmanlı kültüründe tasavvufun sanata, edebiyata, müsikiye, mimariye kaynaklık ettiğini görmek mümkündür. Diğer sahalardaki tesirlerinin hepsi de ispat edilebilir.
Akif İnan: Muhterem Hocam, “şeriat ehli”, “tarikat ehli” diye yapılagelen ayrıma ekleyeceğiniz bir şey var mı?
Halil Necatioğlu: Bu son derece önemli bir konudur. Tasavvufu Şeriat’ten ayırmak, insanın derisini yüzerek etinden ayırmak gibi bir şeydir. Çünkü şeriatsiz olarak tasavvufun gayelerine ermek mümkün değildir. Kâinatın sahibi var ve Bir olduğu için her şey ondan gelmektedir. Kâinatın sahibinin rızası olmadan bir şeyi elde etmek mümkün değildir. Bahçıvan müsaade etmezse bahçeye girip gül koparmak mümkün olur mu? Onun için şeriat, hükümlerdir, işin sözleridir; Tarikat onun “hâle” intikalidir. Hüküm olmasa ‘hâl’i olmaz; zarf olmazsa mazruf durmaz; Zarfın içindeki durmaz. O onun zarfıdır. Binanın betonarme iskeleti olmasa, tuğlası olmasa içindeki mobilyalar, süsler duvarındaki tablolar vs. olamaz. Bunlar birbirlerini tamamlamaktadırlar. Şer-i şerîf ile tarikatı da öyle düşünmek, aralarındaki bu ilgiyi böyle bilmek gerekir.
Her zaman ortada bir tarikat vakıası var. Fakat, bu, şeriat ahkamından uzakta ise, yanlış yoldadır. Bunların mensupları bir takım dünyevi değerler elde edebilirler. Mesela, Hint fakirlerinin yaptığı olağanüstülükler gibi, Zati Sungur’un hokkabazlıkları gibi olmasa bile, insan tabiatının müsaade ettiği bir takım hünerleri mekanik olarak gerçekleştirebilir. Ama bundan öteye bir şey sağlayamaz. Yani kâinâtın Yaradanıyla ilgi ve âhiretin değerleri yönünden hiç bir şey elde edemez.
Akif İnan: Efendim, bir kanaat da; insanların, ya da toplumun, bunalımlı dönemlerinde tarikatlere yöneldiği merkezindedir. Sosyal çalkantı, bunalım içinde olanlar adeta imdat kapısı, teselli kapısı olarak tarikatlere yöneliyorlar. Çünkü bu nokta-i nazarda olanların beyanlarına göre tasavvuf, işte “bir lokma, bir hırka” felsefesidir. Ancak kendilerine huzuru, sükûnu, teselliyi tarikatler veriyor, diye söyleniyor.
Oysa tarikat, toplumların bunalımlı hallerinde onlara yeni hamleler aşılama, yeni dinamikler getirme harekâtı olmuştur. Bunun en bariz örneğini de Osmanlı’nın kuruluş döneminde görüyoruz. Selçuklular’ın dağılmasını müteakiben, Anadolu’nun bir çok mutasavvıflar tarafından yeni baştan, mânen inşa edildiğini görmekteyiz.
İşte, buyurduğunuz, Mevlânâ, Hacı Bayrâm-ı Velî, Emir Sultan... gibi daha bir çok velî, bir çok büyük zâtın, o dönemde toplumun âdeta büyük bir devlet halinde zuhur etmesinde, yeni bir devletin oluşmasında emekleri oluyor. Nitekim büyük bir devlet teşekkül ediyor.
Şimdi de bir bakıma, Türkiye’nin içinde bulunduğu sosyal durum, gerçekten çok bunalımlı. Selçuklu’nun yıkıldığı dönemin manzarasını andırıyor. Biz dünkü tarihi hâle bakarak bugün de Türkiye’nin insanının mânen onarılması bakımından, onu geçmişte olduğu gibi, büyük bir devlete dönüştürme bakımından yine hâlâ tasavvuf harekâtını bugün için gerekli, toplumu ihya edici bir dinamik olarak sayıyor muyuz? Bu konuda da kapanış konuşması mahiyetinde açıklamada bulunur musunuz?
Halil Necatioğlu: Sözünüzün başında söylediğiniz yanlış yoruma dair, tasavvufu anlatan araştırıcıların, yazarların eserlerinde ifadelere rastladım.
Diyorlar ki tasavvuf toplumların çalkantılı zamanları, bunalımlı zamanlarında bir sığınak vazifesi görüyor. Ben bu tarzdaki izahlara, vakıaya uygun bulmadığım için katılmıyorum. Yoksa şahsi bir görüş olarak değil... Vakıa başka türlü... Vakıa insan ruhunun ihtiyacıdır. Bu ihtiyaç, hatta huzurlu günlerde daha da artıyor. Mesela, Amerika, İsviçre gibi maddi refahı zirveye çıkmış toplulukları düşünelim. Onların da ruhî ihtiyaçları hiç değişmiyor. Onlar da her türlü konfora sahip olduğu halde, bir takım ihtiyaçlar içerisinde kıvranıyorlar. O halde, tarihi bu şekilde tefsir etmek ve tasavvufu insanların sadece bir bunalım döneminde sarıldığı bir teselli kaynağı gibi görmek doğru değil. Aslında bunalımlı insanlar da, bunalımsız insanlar da hepsi ruhî bir boşluğu doldurmadıkları takdirde, o boşluğu doldurmak için çırpınıyorlar. Bir bakıma tasavvuf, insanın ruhî boşluğunu doldurma meselesidir. Onun için tasavvuf, zengin için de fakir için de, Amerika için de Kuveyt, Hindistan, Japonya, Çin için de aynı derece ihtiyaçtır. Dün olduğu gibi, bugün için de ihtiyaçtır. Çünkü insan ruhunun tatmine ihtiyacı olan, doldurulmasını temenni ettiği boşluğu vardır. Aradıkları vardır. Her insan bunu arar; “Nereden geldim? Nereye gidiyorum? Bu hayatın mânası, gayesi nedir? Eğer çoluk çocuk edinmekse edindim; mal, mevki edinmekse ona da sahip oldum, o hâlde bundan sonra ne olacak?...” gibi soruları herkes sormuştur. İnsan ihtiyaç anında Mevlâsına iltica eder. Dua ve tazarru eder. Ama bu tarzda ruhî ihtiyaç sadece sosyal bunalımlı devreye mahsus bir ihtiyaç değildir.
O halde bu tür izah tarzı müsteşriklerin materyalist görüşlerinden ibaret olabilir, ama vakıaya uygun değildir. Zengin de fakir de aynı ihtiyacı duyuyor. Binaenaleyh onların söyledikleri, gerçeğe uygun değildir.
İnsandaki boşluk muhakkak dolmak ister. İnsan Mevlâ’sını muhakkak bulmak zorundadır. Allahu Teâlâ hazretleriyle, yaratıcısıyla irtibatı temin etmediği müddetçe insan, çırpınıp duracaktır. Ölümden sonrasına ait “yakîn” (tereddütsüz inanma) hasıl olmadıktan sonra, ona ait bir tatmin duygusuna ermedikten sonra insanın çırpınışı muhakkak devam edecektir.
Bu ihtiyaç, sahte bir takım tatmin edicilerle uyuşturulabilir, kısmen tatmin edilebilir. Ama bu ihtiyacın cevabı doğru olmadığı zaman, çırpınma biraz dursa bile netice hasıl olmayacaktır. Bunun asıl çözümü, Allah’ı tanımaktan ve O’na kendisini sevdirmekten geçer. O’na sevgili bir kul olma yolunda hareket ettiği zaman, O da kula kendisine ait sevgiyi ihsan edecektir. Muhabbetullah bu şekilde olur. Doğrudan doğruya kulun rabbini sevmesi haddi değildir. Mevlânâ’nın bir gazelini geçenlerde okuyordum da dikkatimi çekti, diyor ki: “Biz çelik parçalarıyız, senin aşkın mıknatıs” Çelik parçası hareket eder gibi görünür, ama hareket kendisinden değil, mıknatıstan gelmektedir. Asıl menşei orasıdır. Oradan o cazibenin gelmesi için de kulun, edebe riayet etmesi ve Allah’ın nelerden hoşlandığını bilerek onları yapması gerekir. Onları yaptıktan sonra gelişme gösterir.
Akif İnan: Tasavvuf terbiyesi almış bir kişinin anarşist olabileceğine ihtimal verilebilir mi?
Halil Necatioğlu: Katiyen. Bir kere sıkıntı duyacağına, ruhî bir bunalım içine düşeceğine ihtimal verilmez.
Bugün bir siyasi tutukluyu ziyaret ettim. Neticede hastadır, ızdırap çekmektedir, hastahanede aylardır durmaktadır, sanıktır, muhakemeleri bahis konusudur, fakat ruhî metanetini ibrete değer durumda gördüm. Halen dışarıda gezen, idareci olan yüksek mevkiye sahip insanlarda olmayan bir huzura sahip buldum...
Akif İnan: Dünya’da olsun Türkiye’de olsun; dinî, mistik duygulara doğru bir genel eğilim müşahede edilmektedir. Geçen yüzyılın materyalist, inkârcı dünya görüşleri, günümüzde çekiciliğini bir hayli kaybetmiş gibidir. Çağımızın insanı bir arayış içindedir... Bir çok mütefekkir, sanat ve hatta devlet adamı bu arayışı açığa vurmaktadırlar.
İşte inanç, bu arayışlara cevap olarak gündeme giriyor şimdi.
Ülkemizin aydın kesiminde de tasavvufa doğru yeni, canlı ilgiler var.
Bu durumlara bakarak insanları nasıl bir geleceğin beklemekte olduğuna dair bir mütalaada bulunur musunuz?
Halil Necatioğlu: Mukadderatımızın ve istikbalimizin ne olacağı hakkında bir şey söylememiz mümkün değil, Mevlâ’mızın muhakkak ki kullarına zulmedici değil; kulunun gerçekleri anlaması, kavraması ve hak yola gelmesinden memnun ve razı olduğunu Hadîs-i Şerîflerle Peygamber Efendimiz bize bildirmiştir.
Çok güzel bir seziştir, “İstikbalde güzel şeyler olması için Allah’ın bir lütfu olarak tasavvuf bugün böyle yayılıyor.” demek... Tasavvuf gerçek olduğuna göre ve faydalı olduğuna göre, insanları dirilttiğine göre, dolayısıyla, bu surette cemiyeti dirilttiğine göre Cenâb-ı Hakk’ın üzerimizdeki sayısız nimetlerinden birisi de modern cemiyette tasavvufun kadrinin anlaşılması, diyebiliriz. Size o bakımdan tamamen katılıyorum.
Tabi, “Daha önceki yıllarda niye bu kadar değildi?” denilebilir. Daha önceki yılları tarif etmek lazım. Hangi daha önceki yıllar? Mesela bundan 75 sene önceki yıllar tasavvuf, çok daha yaygındı. Münevverler arasında, hemen hepsi mutasavvıftı. Mehmed Zihni Efendi’yi alın, İsmail Fenni Ertuğrul’u alın, diğer Osmanlı münevverlerini alın hemen hepsi mutasavvıftı; ya da hepsinin tasavvufla az çok bir ilgisi vardı.
Bir ara azaldı. Çünkü tasavvuf eğitimi durdu. Onun için azaldı. Bir ara insanlar, başka bir gaye ile oyalandılar. Mesela, Tevfik Fikret’in ifadesiyle Haluk’un Âmentüsü’nde söylediği gibi, ilmin her şeyi yapacağı zannı yaygınlaştı. İnsanlar Batı’dan birşeyler umdular, bu umutla beklediler. Kendi ruhlarını, mânevî duygularını bastırdılar, sildiler, ortadan kaldırdılar. Fakat Batı’dan umulanların gerçekleştirmediğini, bilakis Batı’nın bir arayış içinde olduğunu gördüler. Ve Batı’nın arayış içinde kendilerinin bıraktığı değerlere sarıldığını görünce şoke oldular; biraz uyandılar diyebiliriz. Bir İngiliz’in tasavvufa meyletmesi, bir Fransız’ın gelip Mevlânâ’nın türbesinde vecd ile durması, onlarda; güneşin Batı’dan doğduğunu görmek gibi bir durum hasıl etti, uyanmaya başladılar. Yavaş yavaş bırakmış olduğumuz değerlerin ne kadar büyük değerler olduğunu, umdukları yerlerin ne kadar sığ olduğunu tanıdılar. O zaman Batı’ya gidersek “Kim bilir neler bulacağız!” diye hayalhaneleri doluydu. Henüz oraya ulaşamamaktan doğan hayal ve umuşları vardı. Onun için ellerindeki kıymetleri atıvermişlerdi. Bu gerçeği, Batı’yı görmelerinin büyük bir tesiri var. Buna, tasavvufa dönüş yolunda büyük bir faktördür diyebiliriz. Sizin dediğiniz mânevî faktör, tabi hepsinin aslı, esası olabilir. O çok tatlı bir şey, Allah’ın lütfundan onu umuyoruz. Değil Türkiye için Dünya için bile.
Akif İnan: Çağımızda Avrupa’da, Amerika’da; mesela İngiltere’de, Fransa’da; Jan Dallas gibi, Réne Geneon gibi bir çok Batılı düşünürler tasavvuf yolu ile müslüman olmuşlardır...
Halil Necatioğlu: İslâm, canlılığını sürdürüyor. Âyet-i kerîmede deniliyor ki: “Onlar Allah’ın nurunu ağızlarıyla üfleyip söndürmek istiyorlar, ama Allah kafirler hoşlanmasa da nurunu tamamlayacaktır.”[20]
İşte bu durum İslâm’ın dinamizmindedir. O alaka daha başka bir şey değildir. İslâm yaşıyor. Oraları da İslâm feth ediyor.
Adamlar Osmanlı İmparatorluğu’nu çökertince, sandılar ki: “Hıristiyanlık namına bir başarı elde ettik, iş bitti.” Tabi İslâm canlılığını sürdürüyor ve sürdürecek. Hiç bir yerde insanlar Allah’a bahane uydurma imkânına sahip olamayacaklar, “Ben İslâm’ı duymadım da onun için intisap edemedim yâ Rabbi!” diyemeyecek hiçbir kimse...
Her yerde imtihanın şartları eşit olarak tahakkuk edecektir, ediyor da...
Akif İnan: Tasavvufa devrini tamamlamış bir hareket gözüyle bakanlar için, tasavvufu tamamen gereksiz bulanlar için, “Benim mürşidimden başka mürşid olamaz, gelemez!..” gibi kanaat sahipleri için ne dersiniz?
Halil Necatioğlu: Bu çeşit beyanlar vakıaya ve edebe aykırıdır. Bir insanın üstadını sevmesinden tabii bir şey olamaz. Hatta bu zaruridir. Yalnız “Benim üstadımdan başka üstad yoktur.” demek, bir şeyin yokluğunu ispat etmek, varlık ispat etmekten çok daha zordur. Mesela, “Bu odada hiç toplu iğne yok.” dediğimizi düşünelim. “Bir toplu iğne var.” demenin kolaylığı yanında “yok” demek fevkalade zordur. İnsanoğlu bilgi bakımından mahdut olduğuna göre “Yalnız benim üstadım vardır, başka üstat yoktur.” demek, bir kere her yeri biliyor, aramış da ondan sonra “Burada toplu iğne yok.” demek gibi bir iddia keyfiyetindedir. Bu, vakıaya ve edebe uygun değildir. Sonra Allah’ın rahmet ve lütfu, yağmur yağdığı zamanki gibi her yere şamildir. Allah hiçbir yeri feyizsiz bırakmamıştır.
“Hiçbir yer yoktur ki oraya peygamber gönderilmiş, ya da irşad edici gönderilmiş olmasın.” Bunların bir kısmını Allahu Teâlâ hazretleri bize beyan ettiğini, bir kısmını ise beyan etmediğini Kur’an’da âyet-i kerîmelerle bildiriyor. Ama her beldenin, muhakkak böyle bir vazifeli tarafından ikaz edildiğini çok kati bir gerçek olarak biliyoruz. O lütuf aynen devam eder.
“...Biz peygamber göndermedikçe kimseye azap etmeyiz. [21]
“And olsun ki her ümmete: “Allah’a kulluk edin, azdırıcılardan kaçının” diyen peygamber göndermişizdir.[22]
Her yerde muahakkak ki halkı irşat edici Allah’ın sevdiği, Resûlullah’ın hizmetini devam ettiren insanların olması tabiidir.
Çünkü hadîs-i şerîfte buyuruluyor ki: “Ümmetimden bir taife kıyamet kopuncaya kadar Hakk’a müzahir olmakta, destekçi olmakta devam edecektir. Onlar kınayanın kınamasından çekinmeden, bu vazife-i dîniyesini, şerefli hizmetlerini, fütur getirmeden yerine getirmeye devam edeceklerdir.”
Akif İnan: Teşekkür ederiz Muhterem Hocam.

[1] 51/Zâriyât, 56.
[2] 67/Mülk, 2.
[3] 59/Haşr, 19.
[4] 33/Ahzâb, 41-42.
[5] 3/Âl-i İmrân, 102.
[6] 59/Haşr, 18.
[7] 59/Haşr, 18.
[8] 91/Şems, 9-10.
[9] Şeddâd b. Evs radıyallahu anhümâ’dan nakledilen hadis için bk. Ebû Dâvûd, “Salât”, 89, hadis no: 652;İbni Hibbân, V, 561, hadis no: 2186.
[10] 57/Hadid 4.
[11] 2/Bakara 115.
[12] Yûnus Emre Dîvânı (haz. Mustafa Tatçı), I-IV, İstanbul 1997, II, 107.
[13] Rivâyetin Peygamberimiz’e ait oluşu ile alakalı bir nakle rastlanmadı. İbni Mes’ûd radıyallahu anh’e atfen nakledilen bu söz için bk. Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, X, 223.
[14] 67/Mülk, 2.
[15] 3/Âl-i İmrân, 102.
[16] 17/İsrâ, 72.
[17] Bk. 55/Rahmân, 29.
[18] Bk. Dîvân-ı Kebîr (nşr. Fürûzanfer), II, 209 (şiir no: 911); Dîvân-ı Kebîr Seçmeler (haz. Şefik Can), I, 425-426; Dîvân-ı Kebîr (haz. Abdülbâki Gölpınarlı), III, 169.
[19] 2/Bakara, 245; 10/Yunus, 56; 11/Hûd, 34; 28/Kasas, 70-88; 36/Yâsîn, 22-83; 41/Fussilet, 21; 43/Zuhruf, 85.
[20] 9/Tevbe, 32; 61/Saf, 8.
[21] 17/İsrâ, 15.
[22] 16/Nahl, 36.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 5 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 1 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye