Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 3 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: MÂRİFETULLÂH
MesajGönderilme zamanı: 08.12.09, 23:37 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Moderator
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 26.12.08, 08:19
Mesajlar: 583
MÂRİFETULLÂH

Osman Nuri Topbaş
(İmandan İhsana Tasavvuf)

1. ZÂT-I ULÛHİYYET
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in:

“Allâh’ın yarattıkları üzerinde tefekkür edin, Zâtı üzerinde düşünmeyin. Zîrâ siz O’nun kadrini (O’na lâyık bir sûrette) aslâ takdîr edemezsiniz…” (Deylemî, Müsned, II, 56; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, I, 81) beyânı, Cenâb-ı Hakk’ın Zâtî mâhiyetini kavramanın mümkün olmadığını ifâde eder.

Zâten beşer idrâkini îmân ve irfân iklîmine götürüp hidâyet nûruna vâsıl edecek olan Allâh hakkındaki bilgiler de, Zât’ının mâhiyetine dâir değil, sıfatlarına dâirdir. Zîrâ Allâh Teâlâ, zaman ve mekândan münezzehtir. İnsan idrâki ise, zaman ve mekânla şartlandığından onun mantığı, ancak maddî âlemden aldığı intibâlarla faâliyet gösterir. Bir şeyi kavrayabilmek için o şeyin görülebilen âlemde bir benzerinin ve bunun da zihinde bir intibâının olması lâzımdır. Allâh ise, yarattıklarına benzememe sıfatı ile muttasıftır (muhâlefetün li’l-havâdis). Bu, sonradan meydana gelmiş olan hiçbir şeye benzememeyi, onlardan mutlak bir sûrette farklı, üstün ve mükemmel olmayı ifâde eder. Bu mantıkî gerçek, kâinâta hâkim olan nizâmın mükemmelliğini idrâk etmenin bir netîcesidir. Böyle bir âlemi yaratmak kudretindeki ilk sebep, yâni Hâlık Teâlâ Hazretleri, -hâşâ- eseriyle aslâ mukâyese edilemez. O, bütün yaratılmışların üzerinde bir kemâl, azamet ve kudret sâhibidir. Böyle olması lâzım geldiği de, aklî ve mantıkî bir zarûrettir. Bu itibarla eşi ve benzeri bulunmayan Allâh’ın zâtî mâhiyeti hakkında fikir yürütmek, beşer için ne mümkün ve ne de doğrudur.

Yâni Allâh Teâlâ hakkında bizim mükellefiyetimiz, sıfatlardan yola çıkarak Zât’ın var olduğunu idrâk ve kabul etmektir. Onun için Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân-ı Kerîm’de bizlere kendisi hakkında takdîm eylediği misâl ve îzâhlar da bu mâhiyete göredir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Allâh göklerin ve yerin Nûr’udur. O’nun nûrunun misâli, içinde çerağ (yanan ışık) bulunan bir kandil yuvasına benzer. O çerağ, cam bir fânus içindedir. Cam fânus ise, sanki inci gibi parıldayan bir yıldızdır. (O çerağın) yakıtı, ne doğuda ne de batıda eşine rastlanmayan mübârek (bereketli, bitip tükenmeyen) bir zeytin ağacından alınmaktadır. Ve o ağacın yağı, (öyle arı-duru ve öyle parlaktır ki) neredeyse ateş değmese bile, ışık verecek. Nûr üstüne nûr! Allâh dilediğini nûruna kavuşturur. Allâh insanlara (anlayıp idrâk edebilsinler diye işte böyle) misâller veriyor. O, her şeyi bilir.” (en-Nûr, 35)

Dikkat edilirse âyet-i kerîmedeki temsille beşer idrâki, önce kavrayabileceği intibâlarla yoğruluyor, sonra da hayâl ve idrâk ötesi bir hakîkat ile o intibâlardan tecrid edilerek en öz ifadeyle “nûr üzerine nûr” deniliyor. Yâni O’nun nûru, temsilden zannedileceği gibi sınırlı birkaç çeşit nûr değil, birisi veya tamamı da değil, sınırsız olarak her nûrun üzerinde, sınırlanması ve bilinmesi mümkün olmayan bir nûrdur. Fakat herkes hak delili göremez, Hakk’ın âyetlerini bilemez ve Hakk’ın isteğine eremez. Çünkü görüleni idrâk etmek, nûra bağlı olduğu kadar, görecek gözün var olmasına da bağlıdır. Çünkü gözle görülmeye müsâit olan her şey, nûrun bereketiyle gözü olan herkese âşikâr olurken âmâlara aslâ gözükmez. O hâlde varlık ve hakîkati gösteren nûr kadar gören bir rûh da, müşâhede için vazgeçilmez bir rükün gibidir. Çünkü ancak gören ruh, idrâk edici ve anlayıcıdır.

Diğer taraftan Cenâb-ı Hakk’ın, âyet-i kerîmede kendisini «Nûr» ile tavsif etmesi ve «Allâh, göklerin ve yerin nûrudur.» buyurması, bütün âlemi yaratan, şu engin kâinâtı gösteren, gizli-açık sayısız hakîkatleri bildiren, gözleri ve gönülleri şenlendiren varlığın ancak kendisi olduğunun bir ifâdesidir. Zîrâ Cenâb-ı Hakk’ın o yüce nûru olmasaydı, hiçbir şey bilinmez, bulunmaz; hiçbir hakîkat sezilmez ve hiçbir neşe gönle dolmazdı.

Bu meyânda varlıkların tezâhür ve müşâhedesinin yegâne müessiri olan bütün nûrlar, o yüce nûrun bir tecellîsinden ibârettir. Dolayısıyla göklerdeki nûrların derecelerine, dünya âleminde de bir misâl vardır. Meselâ güneşin ışınları aya vurup oradan yeryüzünde bir evin içine girerek duvardaki bir aynaya düşse, sonra bundan diğer duvardaki bir aynaya aksetse, sonra ondan su dolu bir tasa düşse, daha sonra bundan evin tavanına yansısa, bunların en güçlüsü, ilk kaynak olan güneşteki, ikinci olarak aydaki, üçüncü olarak birinci aynadaki, dördüncü olarak ikinci aynadaki, beşinci olarak sudaki, altıncı olarak da tavandaki nûrdur. Ve hepsinde ilk çıkış noktasına yakın olan, uzak olandan daha güçlüdür. Göklerdeki diğer nûrların derecelenmesi de aynen bunun gibidir. Yâni istifâde edilen nûr, istifâde edenden daha kuvvetlidir. Ve bütün bu nûrlar, artarak ve güçlenerek en büyük ve sonsuz nûrda nihâyete erer ki, bu da Allâh Teâlâ’nın nûrudur.

Yâni her şeyin ortaya çıkışı ve bilinmesi, ancak göklerin ve yerin nûrlandırıcısı olan Allâh Teâlâ’nın açığa çıkarması ve bildirmesiyledir. Zîrâ O’nun nûru olmadan varlığın ortaya çıkması ve görünmesi mümkün değildir. Ancak, gündüz ışığında baharın yeşilliğine bakan insan, gözüne görünen türlü türlü renkler karşısında:

“– Yeşillikten başka bir şey görmedim!” diyerek bahar ve yeşilliğe dalar da gerçekte onları görmesini sağlayan ışığı farketmez. Hâlbuki gördüğü bütün renkleri ışık sâyesinde idrâk etmiştir. Bu durumda ışık, aslında âşikâr oluşunun şiddetinden dolayı gizli kalmıştır.

Bu gerçekten hareketle mârifet erbâbı şöyle buyurur:

“Cenâb-ı Allâh, hakîkatte gâib değildir. Ancak bizim beşerî istîdâd ve idrâkimiz açısından zuhûrunun şiddetinden gâibdir.”

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

Zuhûru perde olmuştur zuhûra

Gözü olan delil ister mi nûra?

Diğer bir tâbirle, bir odada beş bin voltluk bir ışık yansa, insanın gözündeki istîdâd, bu ışığın altında hiçbir şey görmeye güç yetiremez. Hâl böyleyken milyonlarca voltluk ışıktan da sonsuz mâhiyette üstün bir nûrun sâhibi olan Hak Teâlâ da elbette ki beşer idrâki açısından bir gâibdir. Bu nükteyi ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de müminler hakkında:

“Onlar ki gayba îmân ederler…” (el-Bakara, 3) buyurulmuştur.

Fakat ehl-i basîret için bu öyle bir gaybdır ki, nûrunun tecellî şiddetiyle en belirgin varlıklardan daha zâhirdir. Şöyle ki:

Hava ile yaşıyor, fakat bizi çepeçevre kuşattığı hâlde onu göremiyoruz. Sadece teneffüs etmek sûretiyle hissediyoruz. Bunun için de onu göremediğimiz halde inkâr etmek bir tarafa, hayatî bir zarûret ile:

“Hava olmazsa yaşayamayız!” diyoruz.

Sudaki canlılar da bizim gibidir. Onlar da deryâ içinde suyun farkına varamazlar. Hâlbuki su, kendilerini çepeçevre kuşatmıştır.

Bu demektir ki, bir varlık karşımızda, sağımızda, solumuzda veya diğer yönlerde olursa, onu idrâkimiz kavrayabilir. Ancak her tarafımızı çepeçevre kuşatınca, bütün cihet kayıtlarından sıyrılır ve varlığının zuhûru, idrâkimizin üzerine çıkar; böylece yönlerle kayıtlı olan gözlerimize gizli kalır. Bu böyle olmasaydı da meselâ hava gözlere âşikâr olsaydı, hayat yaşanmaz olurdu. Zîrâ sisli bir havada diğer varlıkların tamamı görünmez hâle gelir. Yâni bizi çepeçevre kuşatan bir varlığın görünmesi, diğer varlıkların görünmemesine sebeptir. Onun içindir ki, Cenâb-ı Hak bu âlemde gözlere gizli kalmıştır. Eğer zâhir olsaydı, insanlar hem O’nun cemâlinin güzelliğinden, hem de kendilerini çepeçevre kuşatmış olmasından dolayı başka hiçbir şey göremezlerdi ve tabiî o zaman dünyâ hayatı diye bir şey olmazdı.

O hâlde müteâl, yâni hayâl ve idrâk ötesi bir varlık olan Cenâb-ı Hak, hem en gizli ve hem de en âşikârdır. Daha doğrusu zât olarak gizli, tecellî olarak âşikârdır.

Âşikârdır; çünkü bütün varlıklar, onun zâtının nûrundan peydâ olur.

Gizlidir; çünkü gözlerin, O’nun nûruna bakmaya gücü yetmez…

Âşikârdır; O’ndan gayri ne varsa, ancak O’nun sıfatlarıyla tecellî eder.

Gizlidir; eşi benzeri olmadığı için… Çünkü insanın bilgisi, umûmiyetle eşyâyı zıddıyla tanımaktan geçer. Bu sebeple hiç zıddı olmayan ve aslâ değişmeyenin gizli kalması da gâyet tabiîdir.

Böyle bir varlığı idrâk husûsunda mahlûkâttan şuur sâhibi hiçbir varlık, elbette ki kâfî bir kabiliyete sahip değildir. Bu sebepledir ki îmân, O’nun Zât’ının hakîkatine vukûfiyet değil, varlığını kabulden ibârettir. Çünkü var olup olmama keyfiyeti başka, var olan bir şeyin mâhiyeti hakkındaki hüküm, başka bir şeydir.

Bu bakımdan Cenâb-ı Hak, zât-ı ulûhiyyetinin sâdece var olup olmama keyfiyetini kavraması için insanı, akıl nîmetiyle techîz etmiş bulunduğu gibi, müşâhede edilebilen âlemi de sıfat tecellîleriyle doldurarak onlarla eserden müessiri idrâk etmek imkânını sunmuştur. Aşağıdaki misâl bu gerçeği ne güzel aksettirir:

Evliyâullâhın büyüklerinden Cüneyd-i Bağdadî Hazretleri, birgün pek çok kimsenin telaş ve merak içerisinde bir yere doğru koşuşturduğunu gördü. Onlara:

“– Böyle telaş ve heyecan ile nereye gidiyorsunuz?” diye sordu.

Onlar da:

“– Falan yerden bir âlim gelmiş! Allâh Teâlâ’nın varlık ve birliğini binbir delîlle îzâh ediyormuş! Onun bu delîl ve îzâhlarından istifâdeye gidiyoruz. İstersen sen de buyur!” dediler.

Bunun üzerine Cüneyd Hazretleri, buruk bir tebessümle onlara bakarak şöyle dedi:

“– Gören gözler, işiten kulaklar ve hisseden kalbler için kâinatta sayısız ilâhî şehâdet terennümleri ve deliller var. Bizzât Cenâb-ı Hakk’ın, kendisi hakkında nice şehâdeti var. Ey ahâlî! Bütün bunlara rağmen şüphesi olan varsa, buyursun gitsin! Bizim gönlümüzde gümânın (şüphenin) kırıntısı dahî yoktur.”

Kısacası gören gözler için Cenâb-ı Hak, âlemin özü olan insanda, sözsüz bir Kur’ân olan kâinatta ve sözlü bir kâinât olan Kur’ân’da sayısız ilâhî sıfat tecellîleri bahşetmiştir. Ayrıca bunlardan istifade husûsunda yardımcı ve yol gösterici olarak peygamberler göndermiştir. Peygamberler vâsıtasıyla da, görülen ve görülemeyen âlemlerin hakîkatlerini, belli ölçüde tıpkı Kur’ân-ı Kerîm’de müşâhede edilmekte olduğu gibi, beşerin idrâk seviyesine uygun bir şekilde “kelâm” sûretinde lutfetmiştir.

Dolayısıyla kelâmın imkânları içerisinde Allâh hakkında öz olarak şunları söyleyebiliriz:

Hakîkatte Mutlak Varlık, hiçbir kayıtla kayıtlanamaz; O’nun kendisini vasıflandırması dışında hiçbir sıfatla tavsif edilemez. Hatta ona bizim sınırlı olan idrâkimiz ile “mutlak” dememiz bile onu kayıtlamaktır; fakat anlatabilmek için böyle söylemek gerekmektedir. Yoksa insanın hatırına her ne gelirse gelsin, Allâh, ondan başkadır.

Böyle bir sübhân olan Mutlak Varlık’ın sıfatlarını izhar etmesi ise, zâtının gereğidir. Tıpkı parlak bir kandilin ışıklarını yansıtması gibi… Bütün varlıklar, Mutlak Varlık’ın bilgisinde mücmel olarak sâbit olur ki, kâinât bu hakîkatin bir tezâhürüdür. Şehâdet âlemi dediğimiz bu âlemdeki varlıklar, izâfî olarak mevcuttur; kendi varlıkları bakımından hiçbiri var olamaz. Mutlak Varlık’ın sıfatlarının; eserlerinin, hükümlerinin, kudretinin, yaratıcılığının mazharları olmak itibariyle mevcut sayılırlar. Zât-ı ulûhiyyet, bütün varlıklarda yaratıcılığını, kudretini, hikmetini, tedbirini, tasarrufunu, sıfatlarını izhâr etmekle beraber varlık âlemi, hiçbir vakit zâtın zuhûru da değildir. Yâni varlık âlemi, zâtın değil sıfatlarının zuhûrudur.

Dolayısıyla zât, her şeyden mukaddes ve münezzehtir. Güneş olmazsa ışığı olamaz; fakat güneşin ışığı, güneşten ayrı bir varlığa sahip olmamakla beraber güneş değildir. Her şeyi O bilmek ve tanımak; kâinâtı, varlık âlemini ilâh kabul etmektir ki bu, “Bir”i “her” olarak düşünen maddeciliğe yol açar. Eflatun’un ortaya attığı panteizm denilen inanç, işte bu vahim ve yanlış saplantıdan kaynaklanmıştır. Bazıları Vahdet-i Vücûd’u da bu inanç sistemi içine çekmek istemiş ve o sistem içinde kabul etmişse de gerçek sûfîler, böyle bir sapık inancı dâimâ reddetmişlerdir. Çünkü her şeyi, O’nun varlığıyle var olmuş bilmekle beraber zâtı her şeyden tenzih, gerçek Vahdet-i Vücûd1 inancıdır. Yâni kâinât, Hakk’ın sıfatlarının mazharlarıdır; fakat zâtı, kâinât değildir. Zîrâ yaratıcı, aslâ yaratılmış şeklinde zuhûr etmez. Bu kanâate sahip olmak, apaçık küfürdür. Çünkü Cenâb-ı Hak muhâlefetün li’l-havâdistir. Yâni eşi ve benzeri yoktur, yaratılmışların hiçbirine benzemez. Dolayısıyla O, her türlü antropomorfik (beşerî) sıfatlarla tavsiften münezzehtir. Bu hakîkatten uzaklaşarak yahûdîlerin Üzeyr -aleyhisselâm-’a, hristiyanların da Îsâ -aleyhisselâm-’a -hâşâ- Allâh’ın oğlu diyecek kadar ileri gittikleri mâlûmdur. İnsanoğlunun kendi hayâl iklîminde üretip sonra da inanmaya kalktığı bütün bu dalâlet tezâhürlerine ilâhî bir cevap olarak Allâh Teâlâ şöyle buyurur:

“Onlar (müşrikler ve münkirler) Allâh’ı hakkıyla tanıyıp bilemediler. Kıyamet günü bütün yeryüzü O’nun tasarrufundadır. Gökler O’nun kudret eliyle dürülmüş olacaktır. O, müşriklerin ortak koşmalarından yüce ve münezzehtir.” (ez-Zümer, 67)

Bu itibarla İslâm inancının temelini teşkîl eden kelime-i tevhîd, hakîkatte «lâ ilâhe» lafzı ile gönülden bütün yanlış inanç ve ilâh telâkkîlerini kaldırmak, yerine «illâllâh» ifâdesi ile en doğru, yâni Cenâb-ı Hakk’ın kabul buyurduğu müteâl bir Allâh anlayış ve inancını yerleştirmektir. Nitekim âyet-i kerîmelerde buyurulur:

“Allâh ki, O’ndan başka ilâh yoktur; O, dâimî diri ve her şeyin kendisiyle var olduğu bir kayyûmdur. Kendisine ne bir uyuklama ne de bir uyku gelir. Göklerde ve yerdekilerin hepsi O’nundur…” (el-Bakara, 255)

“… O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. O işitendir, görendir.” (eş-Şûrâ, 11)

“(Ey Rasûlüm!) De ki: O Allâh birdir. Allâh sameddir. O, doğurmamış ve doğmamıştır. Onun hiçbir dengi yoktur.” (el-İhlâs, 1-4)

Hâsılı bizim zât hususundaki idrâkimiz, ancak kendi âlemimizden alacağımız intibâ ve hikmetler çerçevesinde O’nu bilmek ve O’na teslîm olmaktır. Yâni kul, şu fânî âlemde ve fânî ölçüler içerisinde hangi hâl ve kabiliyete sahip olursa olsun zâtı idrâk hususunda âcizdir, âcizdir, âcizdir…

Kur’ân-ı Kerîm’de bildirildiği üzere Mûsâ -aleyhisselâm-, Tûr Dağı’nda Cenâb-ı Hak’la konuşunca, bundan büyük bir mânevî lezzet duydu. Tattığı ilâhî tecellî ile kendisinden geçti. Dünyâda mı, âhirette mi olduğunu unutarak âdetâ zaman ve mekânın dışına çıktı. Büyük bir aşk, vecd ve istiğrâk içinde Allâh’ın yüce zâtını görmeye gönlünde şiddetli bir arzu uyandı ve Cenâb-ı Hak’tan bunu taleb etti. Allâh Teâlâ da:

«Len terânî; Beni aslâ göremezsin!» buyurdu ve ona, dağa nazar etmesini, şâyet onu yerinde görebilirse, kendisini de müşâhede edebileceğini bildirdi. Rivâyetlere göre sayısız hicâbların arkasından Cenâb-ı Hak’tan bir nûr tecellîsi dağa aksetti. Dağ infilâk etti. Bu dehşetten Mûsâ -aleyhisselâm- bayıldı. Ayıldığında, haddi aştığı için Cenâb-ı Hakk’ı tesbîh ederek istiğfâr etti.2

İşte bu Kur’ânî hakîkat de, Zât-ı İlâhî’yi idrâkte beşerin mutlak bir acziyete mahkûm olduğunun açık bir delilidir.

Bununla birlikte hadîs-i şerîflerde bildirildiği üzere, müminler cennette Zât-ı İlâhî’yi, bu dünyâda ayın ondördünü gördükleri gibi müşâhede edeceklerdir. Bu gerçek ile yukarıda söylediğimiz hakîkat arasında bir tezat yoktur. Çünkü dünyadaki şartlar ile âhiretteki şartlar aynı değildir. Yâni mü’minlere, cennette Zât-ı İlâhî’yi müşâhedeyi mümkün kılacak farklı bir istîdâd ve kabiliyet ihsân edilecektir. Nitekim Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu dünyâ şartları içinde bırakılmayıp Cebrâil tarafından göğsünün yarılarak mânevî ameliyattan geçmesi, bir bakıma üstün vazîfeleri kaldırabilecek bir yapı ve kabiliyeti O’na kazandırmak içindi. Aksi hâlde Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in tâkati, normal bir beşerî yapı ile, ne bu vazîfelere ne de mîrâc gibi yüce bir tecellîye kâfî gelirdi…

Velhâsıl îmândan ihsâna yücelebilenler, işte bütün bu ilâhî sırlar ışığında hakîkat ve mârifete nâil olabilenlerdir. Böyle kullar, kâinâtın göz bebeği ve özü olurlar. Bunlar, gerçek insan-ı kâmildirler. Dâimâ ezel âlemini, yâni Mutlak Varlık’a vuslatı arar ve özlerler. Şu kayıtlar âlemine, bu izâfî varlık âlemine düşmüş olmak, onlar için âdetâ bir gurbettir. Ama onlar, bu âlemde kendi fânî varlığından sıyrılmış, Hak varlığıyla var olduklarını bilmiş ve irâdelerini Hakk’ın irâdesine teslîm etmişlerdir.

Cenâb-ı Hak, cümlemizi en doğru ve yakînî bir îmâna müyesser kılsın. Îmân bâğımızı da rızâsı istikâmetindeki amel-i sâlih goncalarıyla güzelleştirsin. Habîbine komşu eyleyip Zâtının Cemâl-i bâ-kemâliyle müşerref buyursun!..

Âmîn!..


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: MÂRİFETULLÂH
MesajGönderilme zamanı: 08.12.09, 23:39 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Moderator
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 26.12.08, 08:19
Mesajlar: 583
2. SIFÂT-I İLÂHİYYE ve TECELLÎLERİ
Cenâb-ı Hakk’ın zâtı birdir; sıfatları ise saymakla bitmez. Yâni O’nun sıfatları belli bir miktarda değil, sonsuzdur. Tamamını yalnız kendi bilir. Bunlardan bir kısmı ise, sâdece peygamberlere, bir kısmı da -doksan dokuz esmâ gibi- diğer insanlara bildirilmiştir. Âlimler de, doksan dokuza dâhil olmayan birçok sıfât-ı ilâhiyyeye vâkıftırlar.

Bilinen ve bilinmeyen bütün ilâhî sıfatlar ise, öncelikle kâinâtın yegâne yaratıcısının noksan sıfatlardan münezzeh, kemâl sıfatlarla muttasıf bir müteâl, yâni hayâl ötesi mükemmel oluşunu ifâde içindir. Bu bakımdan:

a. Zâtî

b. Subûtî olarak iki kategoride tasnif edilen ilâhî sıfatlardan herhangi birinin noksanlığı veya bunlara uygun olmayan bir başkasının ilâvesi mümkün değildir.

Şöyle ki:

O’nun varlığının kemâli; diri, devamlı ve mutlak hayât sahibi olması iledir. O’nun hayât sıfatı, zıddı ölüm olan bir hayat değil, bilakis yalnız O’na mahsûs bir hayattır. Bu husus Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle tavsîf edilir:

“Şânında ölmek olmayan dâimâ hayât sâhibi…” (el-Furkân, 58)

O’nun ilmi, düşünce ve fikir mahsûlü olmaktan münezzehtir. Şu kâinatta görülen hiçbir akıl ve irâdenin erişemeyeceği derecede ince ve hassas olan nizâm ve âhenk, Cenâb-ı Hakk’ın ne kadar sonsuz bir ilim sahibi olduğunun en sâdık delîlidir. Öyle ki bu kâinatta insanoğlu, küçücük bir buluşa bile sayısız kişi ve asırlarca zamanın birbirine ilâvesinin yardımıyla nice ilim ve kâideler neticesinde ulaşabilmektedir. Meselâ bugün pek yaygınlaşan cep telefonlarıyla irtibat husûsiyeti, insanın yaratılışından ne kadar sonra ve nice tecrübelerin üstüste birikmesi ile ancak gerçekleşebilmiştir. Diğer terakkîler de böyledir. Hâlbuki bu keşf, îcâd ve henüz çözülememiş sonsuz sırlar, Cenâb-ı Hakk’ın, kâinâtın nizâmına bir anda ilm-i ilâhîsi ile yerleştirdiği husûsiyetlerdir.

Cenâb-ı Hakk’ın ilmiyle mahlûkâtın ilmi arasındaki sonsuz farkı şu misâl ne güzel ifâde eder:

Hızır -aleyhisselâm-’ın, Mûsâ -aleyhisselâm-’a acâip, garâip ve hikmeti meçhul hâdiseler gösterdiği seyahat esnâsında bir serçe kuşu gelerek bindikleri geminin kenarına kondu. Sonra denizden gagasıyla su aldı. Hızır -aleyhisselâm-, bu manzarayı Mûsâ -aleyhisselâm-’a göstererek şu teşbihte bulundu:

“– Allâh’ın ilmi yanında senin, benim ve bütün mahlukâtın ilmi, şu kuşun denizden gagasıyla aldığı su kadardır.” (Buhârî, Tefsîr, 18/4)

Bu hakîkatler ışığında Hazret-i Mevlânâ, ilim, semî’ ve basar sıfatlarının beşere tâlim edilmesindeki hikmeti şöyle ifâde eder:

“Cenâb-ı Hak, korkasın da fesat çıkarmayasın ve bozgunculuğa kalkışmayasın diye kendisinin alîm, yâni «her şeyi çok iyi bilen» olduğunu bildirdi.”

“Çirkin ve kötü sözlere dudaklarını kapatasın diye kendisinin semî’, yâni «her şeyi çok iyi işiten» olduğunu bildirdi.”

“Gizli saklı kötülüklere bulaşmaman için kendisinin basîr, yâni «her şeyi çok iyi gören» olduğunu bildirdi.”

Var olan bütün kelâmlar da Cenâb-ı Hakk’ın kelâm sıfatının birer tecellîsidir. Böylece Allâh Teâlâ, kelâm sıfatındaki sonsuz kudreti tezâhür ettirmekte, ayrıca kendi yüce ism-i şerîfini sayısız lisân ile zikrettirmektedir. O, cansız zannedilenler de dâhil her mahlûka kelâm sıfatından onlara has bir lisân bahşetmiştir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan her şey O’nu tesbih eder; O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur; fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız…” (el-İsrâ, 44)

Şüphesiz bütün tesbih edişler, isimlerle olduğundan Allâh Teâlâ’yı tanımanın, insan için mümkün olan yegâne vâsıtası, O’nun idrâk sahâmızda olan sıfât-ı ilâhiyye tecellîleridir.

Bu sıfatlar ise, mânâları düşünüldüğünde «sıfat», vasıflandırdığı zâta delâletleri göz önünde bulundurulduğunda «isim»dir. Yâni Allâh, bu sıfatlarla o derecede muttasıftır ki, bunlar O’nun için isim derecesindedir. Nitekim insanlar arasında da şahıslar, sıfatlarıyla yüksek seviyede bir vasıflanma içindeyse o sıfatlar neticede onlar için bir isim olarak kullanılırlar. Hazret-i Sıddîk, İmâm-ı Âzam, Meyyitzâde vs. gibi.

Dolayısıyıla sıfât-ı ilâhiyye tecellîlerine “esmâ tecellîleri” de denilir. Bu meyanda O’nun sıfatları, bizzat Cenâb-ı Hak tarafından da:

وَلِلّهِ الأَسْمَاء الْحُسْنَ

“En güzel isimler Allâh’ındır…” (el-A’râf, 180) âyetiyle birer isim olarak ifâde buyurulmuş ve yüce Mevlâ, kendisini ilâhî isimleri vâsıtasıyla kullarının idrâkine takdîm etmiştir.

Zîrâ kul, ulûhiyet ile irtibatını isimle sağlar. Bu gerçek, Allâh’ı tenzih için, O’nun adının vazgeçilmez bir unsur olduğunu ortaya koyar. Bu bakımdan kulun, O’na karşı yaptığı iyi veya kötü fiiller, ulûhiyetinin hakîkatine değil, ismine yönelir. Böylece hakîkati dâimâ münezzeh kalır.

Gerçekten de insan, eğer Cenâb-ı Hakk’ın has ismi olmasa, O’na karşı münâsebetlerini düzenlemekte zorluk çeker. Çünkü insan, varlığı isimde görüp isimle ifâde etmeye alışkındır. İnsan için isim, varlığın tescilidir. Bunun içindir ki, Cenâb-ı Hak, Âdem -aleyhisselâm-’ı yarattığı zaman ona bütün isimleri öğretmiş ve Hazret-i Âdem’in meleklere olan üstünlüğünü bununla ifâde buyurmuştur. Zîrâ bir varlığın adını bilmek, bir anlamda onun zâtî varlığını da tanımak demektir. Nitekim bizler, Cenâb-ı Hakk’ı, onun yüce isimleriyle bilmesek, O’nun hakkında ne bilebiliriz ki?

Yâni insan, Rabbinin husûsiyetlerini belirten isimlere dâimâ muhtaçtır. Her kul, yaşadığı çeşitli durumlarında, Rabbini, hâline uygun bir ismiyle çağırmak ister. Bu isimler olmasaydı, O’nunla olan irtibatı çok noksan kalırdı, belki de mümkün olmazdı. Denilebilir ki bu isimler, zât ve ulûhiyet karşısında kulun dilsizliğini bir dereceye kadar gideren ifâdeler, yâni beşer rûhunun çıkmazlarını açan anahtarlardır. Zîrâ Allâh’ın isimlerini sadece zikretmek bile îmânı beslemekte, ilâhî huzûru hissettirmekte, O’na olan aşk ve muhabbeti artırmakta, O’na karşı huşû sahibi kılmakta, O’nun katında olanlara rağbet ettirmekte, dünyadan ve onun fânî lezzet ve hazlarından vazgeçirip ebedî olana yönlendirmekte ve Hakk’a dönüş/vuslat arzusuyla tutuşturmaktadır. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, çeşitli durumlarda okunmasını tavsiye buyurduğu duâ ve zikirlerin, Allâh’ın isimleriyle dolu olması da, bu faydaları gösterir.

Çok güç şartlar içinde bulunan, ilâhî merhamete çok muhtaç olan bir mümin, Rabbinden yardım isterken bu hâlini ifâde edip özetleyecek bir tâbir arar: «Rahmân ve Rahîm» isimlerine sarılır. Günâhlarının ağırlığı altında ezilirken, gönül bağının koptuğunu hissederken Hakk’a yaklaşacak bir vesîle arar: «Gaffâr ve Settâr» isimlerine sığınır. Kâinatta veya kendi rûhunda tecellî eden ilâhî kudret ve azameti temâşâ ederken, kitaplarda ifâde edilemeyecek duygu ve mârifetini dile getirecek bir beyân arar: «Allâhu Ekber» diyerek, dalgalanan rûhu sükûnet bulur. Hâsılı kul, kendisinin muhtelif hâllerinde, Cenâb-ı Hakk’ın muhtelif sıfatlarının aracılığı ile rûhunun kilitlenmiş kapılarını açar ve hissettiği nice ihtilâç ve ihtiyaçları giderir.

Bunun içindir ki Cenâb-ı Hak, kendisini, hakîkate mutâbık olarak, fakat insanların anlayabileceği tarzda tanıtmıştır. Yâni O’nun, kendisini: Alîm, Hakîm, Kadîr, Gafûr vb. birtakım sıfatlar vasıtasıyla tanıtmasında ve insanın da O’nu böyle tanımasında, aslında insana âit şahsî bir sebep vardır. Zîrâ insan, bu vasıfların bir kısmını -son derece sınırlı da olsa- kendisinde bulur. Bu da, beşer idrâkinin îmân ve hidâyeti için lutfedilmiş bir ilâhî mevhibedir.

Bir bakıma Allâh’ın sıfat ve fiillerinin tecellîsi, «beşerî anlayışa yönelen ilâhî tenezzülât»tan ibârettir. Tecellî, tecellî edeni izhâr eder. Fakat bu izhâr, O’nu zâtında olduğu gibi değil, bizim idrâkimize tenezzülât hâlinde gerçekleşir. Bu gerçeğin ışığında Hazret-i Mevlânâ şöyle buyurur:

“Hakk’ın nûru ile bakan kişi, zerrede ebediyet, sonsuzluk güneşini görür, bir katrede bütün denizi seyreder.”

İbrahim Gülşenî Hazretleri de, bu inceliği idrâk ile şu terennümde bulunur:

Nedir bu katrelerde bahr-ı ummân olduğun cânâ?

Nedir bu zerrelerde şems-i tâbân olduğun cânâ?

“Ey can, şu damlaların içinde bir ummân denizi oluşun nedir? Şu zerrelerin içinde parlak bir güneş oluşun nedir ey cân?”

Bu suâlin cevabı da Hazret-i Mevlânâ’nın şu sözlerinde gizlidir:

“Hikmetinden sual olunmayan Hakk’ın işini kim anlayabilir? O işin hakîkatine kim erişebilir? Bu söylediğim sözler, ancak anlatmak için söylenmiş zaruri sözlerdir.”

“Aslında din işi, hayran olmak, şaşırıp kalmaktan başka bir şey değildir. Fakat bu hayranlık, tamamen akıl eremediği için hakîkat kıblesine sırt çevirmek değil, aksine dostun mest ve müstağrakı olarak hayrete düşmektir.”

“Zîrâ uykuya varırsak, O’nun aşkıyla kendimizden geçmişiz, O’nun mesti olmuşuzdur. Uyanık bulunursak O’nun yazdığı destanda, nice sırlar yaşarız.”

“Eğer ağlarsak, O’nun rızıklarla, bereketlerle dolu bulutuyuz; gülersek, O’nun parlak şimşeği oluruz.”

“Kızar, hiddete kapılır, savaşa girersek, bu, O’nun kahrının aksi, celâlinin tecellîsi olur. Barışır, özür dilersek, bu da O’nun sevgisinin açığa çıkışıdır, görüntüsüdür.”

“Bu girift âlemde biz kim oluyoruz? Biz birer gölge varlık, birer hiçten ibaretiz. Hiçbir harfle birleşmeyen, hiçbir nokta almayan elif gibiyiz. Bizden zuhûr eden her hareket, her hâl, O’nun esmâ ve ilâhî sıfatlarının tecellîsidir.”

Hazret-i Mevlânâ’yı böyle bir hayret ve hayrânlık deryâsına daldıran sâik, Cenâb-ı Hakk’ın sıfat ve isimlerinin, kendisinde ve âlemdeki, akıllara durgunluk verecek derecede ulvî ve sonsuz tecellîleridir. İşte bu gerçek, yâni Allâh’ın isimlerinin çokluğu, O’nun fiillerinin çokluğunu anlamayı kolaylaştırır. Ulûhiyetinin muhtevâsındaki sınırsızlığı ifâde eder. Onu; kısıtlayıcı, dar anlayışlardan münezzeh kılar. Özellikle zıt vasıflar, ulûhiyeti sınırlandırmak temâyülü taşıyan anlayışlara müessir bir engel olurlar. Kimisi O’nu, sadece Zâhir olarak görmek ister. Öyledir, ama Allâh, aynı zamanda Bâtın’dır.

Yâni Allâh Teâlâ, “câmiu’l-ezdâd”dır; zıt sıfatları varlığında cem etmiştir.

Bu yücelik, bütün varlıkların birbirinden farklı olmalarına sebebiyet vermiştir. Buna göre beşerî idrâke sığabilen keyfiyetler, zıtlıklar sâyesinde kavranabilmektedir. Üstelik, zıtlık ne kadar kâmilse (tam ise) idrâk, o kadar berrak olur.

Diğer taraftan, bizim âlemimizde zıtlar, bir arada barınamayıp birbirlerini yok etme ve aynîleşme temâyülündedirler. Bu, varlığın aslının tek olmasından doğan bir keyfiyettir ki, hem fizikî âlemde ve hem de metafizik hakîkatler sahasında mutlak bir sûrette cârîdir. Yâni “âdetullâh” gereğidir. Aydınlık, karanlığı; sıcaklık, soğukluğu yok etmek sûretiyle aynîleşme temâyülünde bulunduğu gibi, tefekkür ve tahassüste meydana gelen rûhî alışverişler de hep bu ilâhî kânun îcâbıdır. Ancak Zât-ı ilâhiyede zıtlıklar, âlemimizdeki gibi birbirlerini yok etme temâyülünde değil, berâber barınma istîdâd ve iktidârındadırlar. Bir bakıma Cenâb-ı Hakk’ın hiçbir sıfatının kendi zâtında bir zıddı yoktur. Yâni O, hayat sahibidir. Ancak hayatı, mahlûkât için zıddı olan ölümden münezzehtir. Vardır; varlığı, bunun zıddı olan yokluktan münezzehtir. İlim sahibidir; bunun zıddı olan cehilden münezzehtir. İhtiyaçları giderir; muhtaçlıktan münezzehtir, ilâ-âhir her sıfat-ı ilâhî böyledir.

Bu itibarla zıt sıfatların Allâh katındaki mutlak muhtevâlarına vukûf kudretimiz olmadığı ve biz, ancak müşâhede sahâmıza giren âlemden aldığımız intibâlarla düşünme iktidârında bulunduğumuz için, o keyfiyeti idrâk ve tahlîl etmek tâkatimizin üzerindedir. Bunu şöyle bir misâlle anlatabiliriz:

Bir elektrik kablosundan, alıcının istîdâdına göre, buzdolabında soğutma, bir sobada ise ısıtma gibi iki zıt netîce elde edebiliriz. Bunları, faraza aynı odada faâliyete geçirsek, ısıtma ve soğutma keyfiyetleri, belli ölçüde birbirlerinin tesirini yok ettiği hâlde, bu durum, onların menşei olan elektrik kablosunda ortaya çıkmaz. Buna göre Cenâb-ı Hak bütün varlıkları belli bir istîdâd ve iktidar ile techîz ettiğinden, onlar da esmâ tecellîsine bu çerçevede mâkes olmakta ve zıdların birbirleriyle mücâdelesi, fazladan aza doğru bir galebe ifâdesi taşımak üzere ebedî olarak devâm edip gitmektedir.

Demek ki âlemimizde zıtlar arasındaki mücâdele, aslında bir yok etme ameliyesinden ziyâde, galebe sağlamak maksadına mâtuftur. Çünkü, her zıt keyfiyet, bir veya birkaç esmâya dayandığı ve esmâ-yı ilâhiyye de ebedî olduğu için bu zıtlık, ortadan kaldırılamaz.

Bu düşüncenin tabiî bir neticesi şudur ki müminlerde, Allâh’ın “Hâdî” (hidâyet verici) sıfât-ı ilâhiyyesi galebe hâlinde tecellî etmişken, kâfirlerde de “Mudill” (dalâlete götürücü) sıfatı tecellî hâlindedir. O hâlde âlemimizde îmân-küfür zıtlığı da kıyâmete kadar devam edecektir. Bunlar arasındaki kavganın “galebe” vasfından ileri geçip, birinin diğerini tamâmen yok etme şeklinde netîcelenmesi mümkün değildir. Zîrâ
bütün esmâ-yı ilâhiyyenin tecellîsi kesintisiz ve ebedîdir.

Bunun bir diğer netîcesi de şudur: Kâfirler ne kadar kuvvet ve kudret sâhibi olsalar da, îmânı yok edemezler. Aynı gerçek müminler için de geçerlidir. Beşerî bir faâliyet sahası olarak, îmân-küfür için temâs ettiğimiz bu gerçek, kâinattaki bütün zıtlıklar için de geçerlidir.

5

Diğer taraftan, bütün esmâ-yı ilâhiyyenin tecellî terkipleriyle vücûda gelen kâinât, böyle bir tecellîye mazhar olmak yönünden tek değildir. Aynı keyfiyet, insan ve Kur’ân hakkında da vâkîdir.

Kâinât, bu tecellîde fiilî bir âlem teşkîl ederken, Kur’ân, o kâinâtın bütün gerçeklerinin “kelâm” sûretinde ifâde edildiği bir hakîkatler manzûmesidir. İnsan ise bu oluşta aynen kâinât gibi, bütün esmâ-yı ilâhiyyenin tecellîlerine mazhar olmak yönünden kâinâtın özü, tohumu, zübdesi mevkiindedir. Bundan dolayıdır ki ona “âlem-i sağîr” yâni küçük âlem denilmiştir.

Esmâ-yı ilâhiyyedeki zıtlıkların, onların kâmil bir tecellî mekânı olan insanda da mevcûd olması asıldır. Buna göre, “Hâdî” sıfât-ı ilâhiyyesinin galebesi olan bir müminde, mutlakâ “Mudill” sıfat-ı ilâhiyyesinden de bir nebze mevcûddur. Böyle bir şahsın îmânı, buna âmil olan sıfâtın o şahısta galebesinin netîcesidir. Kâfirde ise bu durum aksinedir.

Bu keyfiyetin tabiî bir netîcesi şudur ki, her müminde küfre, her kâfirde de îmâna -az veya çok- bir istîdâd mevcuttur. Bundan dolayı müminlerin “beyne’l-havfi ve’r-recâ” yâni “korku ile ümîd arasında” yaşamaları, mühim bir meseledir. Buna göre, müminlerin, her an ayaklarının kayabileceği ihtimâlini hatırdan çıkarmamaları gerekmektedir.

Bunun yanında en şiddetli bir kâfirin dahî birgün gelip “Hâdî” sıfât-ı ilâhiyyesinin galebesine mazhar olabileceğini hatırdan uzak tutmayarak, onu bu ümid ve ihtimâlin ışığında muhâtab kabul etmek gerekir.

Hadîs-i şerîfte de bu hususa dikkat çekilerek:

“Bir kimse uzun zaman cennetliklerin amelini işler, sonra ameli cehennemliklerin ameliyle sona erdirilir. Bir kimse de uzun zaman cehennemliklerin amelini işler, sonra ameli cennetliklerin ameliyle hitâma erdirilir.” (Müslim, Kader, 11) buyurulmuştur.

İşte bunun için her müminin gönlü, korku ve ümîd arasında bulunmalı ve Cenâb-ı Hakk’ın:

“… Sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine ibâdet et!” (el-Hicr, 99) emrindeki ilâhî düstûru kendisine şiâr edinmelidir.
Îmân ve inkâr bakımından kaderin meçhûliyeti sebebiyledir ki, mutlak emniyet de mutlak yeis de küfürdür. Çünkü son nefeste vâkî olacak durumu hiç kimse bilemez. Zîrâ peygamberlerle onların işâret ettiği zevâttan (aşere-i mübeşşere gibi) başka hiç kimse için bir teminat yoktur.

Yukarıda ifâde ettiğimizi gibi, zıt sıfatlar zât-ı ilâhiyyede birbiriyle içiçe ve sükûn hâlinde iken, Cenâb-ı Hakk’ın bu sıfatları, imtihan âlemi olan dünyamızda birbirlerine galebeye meyyal bir vasıfta tecellî etmiştir. Yâni zaman zaman “Hâdî” isminin tecellîsiyle hidâyet bulanların gâlib olması, zaman zaman da “Mudill” isminin galebesiyle küfürdekilerin ziyâdeleşmesi gibi. Hattâ peygamberlerin tahammül üstü gayretlerine rağmen, kâfir ve fâsıklar dâimâ toplumda bulunmuş, kâfir ve zâlimlerin saltanat sürdükleri devirlerde de yine müminler îmânlarını koruyarak devâm edegelmişlerdir.

Kur’ân-ı Kerîm’le sâbittir ki Ashâb-ı Uhdûd, ateş dolu hendeklerin içine atılırken, ilk Îsevîler aslanların dişleri arasında can verirken, Habîb-i Neccar zâlim bir kavim tarafından taşlanırken, Firavun’un sihirbazları ise Mûsâ -aleyhisselâm-’a îmân etmeleri sebebiyle kolları bacakları kesilip hurma dallarına asılırken dahî bir îmân zaafiyetine uğramadan:

رَبَّنَا أَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْرًا وَتَوَفَّنَا مُسْلِمِينَ

“…Yâ Rabbî! Üzerimize sabır yağdır ve canımızı müslümanlar olarak al!” (el-A’raf, 126)
diyerek son nefeslerinde îmân mücâdelesi vermiş ve şehîden Rablerine kavuşmuşlardır.

Bu hakîkatlerden, bize îtikâdî ve terbiyevî bir netîce sâdır olmaktadır. Buna göre bir kimse küfründe ne kadar şiddetli olursa olsun, onu hiç kimsenin İslâm’ın dâvetinden mahrum etme hakkı yoktur. Zîrâ o, bir an gelip şuuraltındaki “Hâdî” sıfat-ı ilâhiyyesinin tecellîsine revaç vererek şahsiyet itibariyle bir değişikliğe uğrayabilir. Yâni en azılı bir kâfirde dahî hidâyet ihtimâli vardır. Bu hakîkati, Cenâb-ı Hak, Firavun’u hidâyete dâvet ile vazîfelendirdiği Hazret-i Mûsâ ve kardeşi Hazret-i Hârûn’a:

فَقُولَا لَهُ قَوْلًا لَّيِّنًا لَّعَلَّهُ يَتَذَكَّرُ أَوْ يَخْشَى

“Ona yumuşak söz söyleyin. Belki o, nasihat dinler veya Allâh’tan korkar.” (Tâhâ, 44)
buyurarak ifâde eylemiştir.

Hiç şüphesiz bu âyet-i kerîme, aynı zamanda bize İslâm’ı tebliğ husûsunda mükemmel bir metod sunmaktadır. Bu metodun ise iki esâsı mevcûddur:

1. Hakîkati muhâtaba onun enâniyetini tahrik etmeyecek yumuşak bir üslûb ile tebliğ etmek:

Nitekim Firavun, Mûsâ -aleyhisselâm-’ın mûcizeleri karşısında pek çok defâ îmâna temâyül ettiyse de, Hâmân ve etrâfı ona mânî oldular. Kendisi de gurura ve kibre kapılarak îmân etmedi. Lâkin Kızıldeniz’de boğulma ânında acziyet içinde kaldığından yeis hâlinde “Hâdî” ism-i ilâhîsine sarılmak istedi:

“Gerçekten, İsrâiloğullarının inandığı ilâhtan başka ilâh olmadığına ben de îmân ettim. Ben de müslümanlardanım.” (Yûnus, 90) dedi.

Ancak bir ömür “Mudill” isminin tecellîsine tâlip olarak yaşamış bulunan Firavun’un sekerât ânındaki bu îmânı kabul edilmedi ve o amansız zâlim, kâfir olarak âhirete intikâl etti.

Diğer bir âyet-i kerîmede de:

“(Rasûlüm!) Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et!..” (en-Nahl, 125)
buyurularak bu metod te’kîd olunmuştur.

2. Hangi durumda olduklarına bakılmaksızın tebliğin bütün insanlara şümûllendirilmesi:

Firavun, îmân etmeye yanaşmayan bir zâlim ve bedbaht olduğu gibi aynı zamanda Mûsâ -aleyhisselâm-’ı yok etmek uğruna binlerce yavruyu katletmiş bir cânî idi. Böyle olduğu hâlde ilâhî teblîğe muhâtab oldu. Üstelik âyet-i kerîmede:

“Ona yumuşak söz söyleyin. Belki o, nasihat dinler veya Allâh’tan korkar.” (Tâhâ, 44) buyuruldu.

Bu ilâhî beyân, tebliğin, hangi durumda olurlarsa olsunlar bütün insanlara şümûllendirilmesi gereğini ortaya koymaktadır.

Nitekim Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ebû Cehil’e defâlarca tebliğde bulunmuştur. Ebû Cehil ise, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in apaçık nübüvvetini vicdânen kabul ettiği hâlde nefsâniyetinin galebesi ve kibri sebebiyle onu ikrâr edememiştir. Lâkin Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu üstün davranışı, Ömer bin Hattâb, Ebû Süfyan, Hind ve Vahşî gibi başlangıçta İslâm düşmanı olan nice kimselerin hidâyetine vesîle olmuştur.

İşte bu bakış açısı, gerek İslâmî hizmetlerde ve gerekse bütün beşerî münâsebetlerde fiilî durumlar kadar muhtemel hâllerin de dikkate alınmasından doğan bir güzellik, yumuşaklık ve zarâfeti gerçekleştirme imkânı sağlar. İşte mutasavvıfların davranışlarında en olgun ve feyizli bir müessir olarak müşâhede edilen temel bakış açısı da budur.

5

Cenâb-ı Hak, kendi zâtî varlığının ve vahdâniyetinin kalb ile tasdîk ve dil ile ikrârıyla, bu îmânın doğurduğu tabiî ve vicdânî bir mecbûriyet olarak ibâdetlerle tekrîm olunmayı murâd etmiş ve bunu gerçekleştirecek istîdâdı varlıklar içinde sâdece insanlara ve bir de cinlere lutfetmiştir. Onları, idrâk ve iz’ânla techîz ettiği için, bu idrâk ve iz’ânın seviyesi nisbetinde mes’ûl ve mükellef kılmıştır.

Cinler, sayıca insanlardan çok olmasına ve bu sebeple Kur’ân-ı Kerîm’de birlikte ifâde edildikleri her âyet-i kerîmede insanlardan önce zikredilmelerine rağmen, şeref ve yücelik namzetliğinde en üstün mevkî, insana mahsustur. Böyle olmakla berâber, insanlar ve cinler, yaratılış gâyeleri olan ibâdet ve kulluk mükellefiyetlerinde berâberdirler. Cenâb-ı Hak bu hususu Kur’ân-ı Kerîm’de:

وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْإِنسَ إِلَّا لِيَعْبُدُونِ

“Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (ez-Zâriyât, 56) âyet-i celîlesiyle bildirmiştir.

Rahmeti gadabına gâlib olan ve sonsuz bir merhamet sâhibi bulunan Allâh Teâlâ, insanlar ve cinleri mükellef kıldığı “kulluk” vazîfesinin îfâsı için onları techîz eylediği akıl, idrâk, iz’ân ve temyîz kudretiyle bırakmayıp bunlara ilâveten ilâhî yardımlarla da taltîf etmiştir (lutuflandırmıştır). Kâinât, Cenâb-ı Hakk’ın varlığına her unsuruyla bir deliller meşheri iken, ins ü cinnin aklıyla bu delillerden kendisine intikâldeki güçlüğü hafifletmek üzere bir de peygamberler ve mürşid-i kâmiller kafilesi ile onlara yardımda bulunmuştur. Gerçekten, bu ilâve yardımdan hiçbir ferdin hâriç kalmaması için de, onu ilk insanla başlatmış, insanın atası olan Hazret-i Âdem’i nübüvvetle taçlandırmıştır. Ancak, insanın cinlere üstünlüğü sebebiyledir ki, bütün peygamberler insanlardan zuhûr etmiş ve onlardan bâzıları cinler üzerine de vazîfeli kılınmıştır.

Peygamberlerin tebliğleri mücerred hakîkatler bakımından birbiriyle aynı olduğu hâlde, ictimâî hükümler, insan hayâtının kaydettiği tekâmüle paralel bir seyir tâkib ederek âhirzaman Nebîsi’nde ve ona gönderilen Kur’ân-ı Kerîm ile kemâle erdirilmiştir. O, artık bir daha hükümden kaldırılmayarak kıyâmete kadar bir beyân mûcizesi hâlinde devam edecektir. Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de ins ü cin âleminin her ikisine me’mûr edilmiş bulunduğundan O’nun bir sıfatı da “rasûlü’s-sekaleyn”dir. Sekaleyn, insanlar ve cinler âleminin her ikisine de şâmil bir isimdir.

Esmâ-yı ilâhiyye terkibleriyle vücûda gelen kâinât, kudret-i ilâhiyyenin göz kamaştıran bir teşhîr yeridir. İlim ilerledikçe ilâhî sanatın hârika tecellîleri, daha derinden ve şümûllü bir sûrette kavranmakta ve Allâh Teâlâ’nın kudretine intikal husûsunda her an daha büyük merhaleler kat edilmektedir. Zamanımızdaki fezâ çalışmalarından genetik ilminin kaydettiği terakkîlere ve bilgisayar hârikasına kadar bütün ilmî faâliyetler bu hükmümüzü doğrular bir mâhiyettedir. Bundan dolayıdır ki Kur’ân’da:

“… Kulları içinde ancak âlimler, Allâh’tan (gereğince) korkar.” (Fâtır, 28)
buyurulmuştur.

Zîrâ ilim, kaydettiği her terakkî ile beşer idrâkine kudret ve azamet-i ilâhiyyeden yeni bir delil sunmaktadır. Kâinât bu vasfıyla, insan idrâkinin keşfine âmâde sonsuz bir hakîkatler manzûmesidir. Bu hâliyle o, âdetâ kelimelere dökülmemiş bir şiir ve mufassal bir kitaptır. İlâhî emirlere riâyetle ilimde rüsûh sâhibi (inceliklere vâkıf) olanlar, satırlara aksetmiş olan gerçekleri aşıp, mânevî bir salâhiyetle kâinât kitâbındaki hikmet ve esrârı okumaya başlarlar.

Fennî ilimler âleme hâkim olan ilâhî nizâmı, “tabiat kânunları” adı altında kâideleştirmeye çalışırlar. Lâkin, ilimde rüsûh sâhibi olanlar tabiat kânunları denilen bu gerçekleri daha küllî bir noktadan kavrayarak kâinâta hâkim olan murâd-ı ilâhîye ulaşırlar.

Bir küçük kâinât demek olan insan da âlemler gibi beşer idrâkine sunulmuş sonsuz bir hakîkatler manzûmesidir. İnsana “zübde-i kâinât” yâni kâinâtın özü, tohumu denilmesinin hikmeti budur. Nasıl ki, bir tohumda kendi neslinin bütün husûsiyetleri meknûz ise, aynı şekilde insana da kâinât ve Kur’ân’daki bütün sır ve hakîkatler, birer nüve hâlinde yerleştirilmiştir.

Diğer bir ifâdeyle; varlığı, yarattıklarının varlığına benzemeyen, zâtını kavramak mümkün olmayan, ancak eser ve sanatını idrâk yolunu açık bırakan Hak Teâlâ, insanı yeryüzünde “halîfe” olarak yaratmıştır. Onu mahlûkâtın en şereflisi kılmış ve kâinâtın özü hüviyetinde var etmiştir. Kendisinde meknûz hakîkatler itibariyle insan, küçük bir kâinattır. İlim de bu bakımdan, insana öncelikle kendisini tanıtmalı, varlığın gâyesini bildirerek mârifetullâha kapı aralamalıdır.

Yûnus Emre Hazretleri de ilmin aslî gâyesini şöyle ifâde eder:

İlim ilim bilmektir

İlim kendin bilmektir

Sen kendini bilmezsin

Bu nice okumaktır!


Okudum bildim deme

Çok tâat kıldım deme

Eğer Hakk’ı bilmezsen

Bu kuru lâf demektir.

Allâhu Teâlâ’nın insana lutfettiği bu husûsî kıymet ve mevkî, daha ziyâde tasavvufî muhitlerin engin dünyâlarından neş’et eden gönül eserlerinde ifâdesini bulmuştur. 18. yüzyıl şâirlerinden Şeyh Gâlib’in bu mevzûdaki meşhûr şiiri, insanı lâyık olduğu değerlerle târif eden eserlerin ilk akla gelenlerindendir. Şâir, bu şiirinde “insan”a şöyle hitâb eder:

Sendedir mahzen-i esrâr-ı mahabbet sende

Sendedir mâden-i envâr-ı fütüvvet sende

“Ey insanoğlu! Bilesin ki, muhabbet sırlarının mevcud olduğu mahfaza (gönül) sendedir, sende… Yaratılış temizliği, kerem ve mürüvvet nûrlarının kaynağı da sendedir, sende…”

Gizli gizli dahî vardır nice hâlet sende

Mârifet sende, hüner sende, hakîkat sende

“Ayrıca sende nice gizli hâller vardır; nitekim mârifet, hüner ve hakîkat de sendedir…”

Nazar etsen yer ü gök, dûzah u cennet sende

Arş u kürsiyy ü melek, sendedir elbet sende

“Şöyle dikkatlice bir baksan göreceksin ki, âdetâ yer, gök, cennet, cehennem sendedir; hattâ arş, kürsü ve melek de elbet sendedir…”

Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen

Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen

“Bu sebeple ey insan, kendi varlığına hoşça bak ki, sen, kâinâtın özüsün; varlıkların gözbebeği olan âdemsin…”

Hâsılı insan, beşerî idrâkin ancak sebepten müsebbibe, eserden müessire, sanattan sanatkâra intikâl yoluyla kavramaya çalıştığı Yüce Rabbinin ihtişamlı hakîkatlerinden bu fânî âleme tenezzül etmiş bir tecellî zübdesidir. Bu mazhariyetiyle insan, değişik tecellîde bir kâinattır ve canlı bir Kur’ân olmaya yegâne namzettir.

Lâkin, ilmî araştırmalar, kâinattaki meçhûlleri mâlum kılmak husûsunda kazandığı seviye ve muvaffakıyeti, henüz “insan” üzerinde elde edememiştir. Bunun sebebi insanın “rûh” ve “beden”den mürekkeb bulunması ve rûh hakkında insanlara -ilâhî takdîrle- az bir bilgi verilmiş olmasıdır. Bu sebepledir ki iç âlemiyle insan, -hâlâ- kâinattan daha büyük bir meçhûliyet arz etmektedir. Onun bedeni hakkındaki bilgi, bundan iki bin yıl evvelkine nazaran pek büyük bir değişiklik ve gelişme arz ettiği hâlde, rûhuyla ilgili çalışmalar buna muvâzî bir seyir tâkip edememiştir. Bu keyfiyet:

“Sana rûh hakkında suâl ederler. De ki: Rûh, Rabbimin emrinden (bir cevher)dir. Size ancak az bir bilgi verilmiştir.” (el-İsrâ, 85)
meâlindeki Kur’ânî hakîkatin bir te’yîdinden ibârettir.

Kâinâta gelince, âdetullâh veya sünnetullâh dediğimiz son derece girift ve mükemmel kâidelerle sistemli bir şekilde örülmüştür. Bunlar, aynı zamanda Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz ilim ve kudretine delâlet eden gerek fizik ve gerek metafizik âlemlere âit, hikmetli kânunlardır. Bunlardaki değişmez ve ortak husûsiyetler, bu kânunları koyanın tek ve bir varlık olduğuna, bu kâinât eserinin tek bir elden çıktığına şâhitlik eden birer âyet (delil)’dirler. İslâm, insanı tıpkı Kur’ân âyetlerini okur gibi, kâinât kitâbındaki bu tecellîleri görmeye dâvet eder. Çünkü Allâh Teâlâ, kendisini, kullarına yarattıklarındaki hikmet, ibret ve sırlar vâsıtasıyla tanıtır. Âyet-i kerîmelerde buyurulur:

“Onlar yeryüzüne bir bakmazlar mı? Orada her güzel çiftten nice bitkiler yetiştirdik.” (eş-Şuarâ, 7)

“Allâh’ın rahmetinin eserlerine bir bak: Arzı, ölümünün ardından nasıl diriltiyor?! Şüphesiz O, ölüleri de mutlaka diriltecektir. O, her şeye kâdirdir.” (er-Rûm, 50)

“O ki, birbiri ile âhenkli ve nizamlı yedi göğü yaratmıştır. Rahmân olan Allâh’ın yaratışında hiçbir nizamsızlık göremezsin. Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun? Sonra gözünü, tekrar tekrar çevir bak; göz (bir kusur bulmaktan) âciz ve bitkin hâlde sana tekrar dönecektir.” (el-Mülk, 3-4)
“(İnsanlar) devenin nasıl yaratıldığına, göğün nasıl yükseltildiğine, dağların nasıl dikildiğine, yeryüzünün nasıl yayıldığına bir bakmazlar mı?!” (el-Gâşiye, 17-20)

“Üstlerindeki göğe bakmazlar mı ki, onu nasıl binâ etmiş ve nasıl donatmışız?! Onda hiçbir çatlak da yok.” (Kâf, 6)

Şu uçsuz bucaksız kâinatta akılları hayret ve acze düşüren bir nizam ve âhenk olduğu âşikâr bir gerçektir. Bu nizâm ve âhenk, son derece mükemmel, ince ve hassas hesapların ebedî dengesi içerisinde hiç şaşmadan kâinât yaratıldığından beri devam edip gitmektedir. Bu cümleden olarak mâlumdur ki, şâyet dünyânın ekseninde 23,5 derecelik bir eğim olmasaydı, mevsimler meydana gelmezdi. Bu durumda yaz olan yer ebedî yaz, kış olan yer ebedî kış olurdu. Yahut güneşle dünyamız arasındaki mesafe biraz daha fazla olsaydı, her yer kutuplara dönerdi. Ya da mevcut olandan biraz daha yakın olsaydı, her şey yanar kavrulurdu. Bu ve benzeri keyfiyetler, bütün semâvî cisimlerin hayatı mümkün kılacak bir şekilde programlanmış olduğu gerçeğini ortaya koyar.

Elhâsıl gören gözler idrâk eder ki, ilâhî saltanat ve tanzim karşısında bu dünya, fezâda yüzen milyarlarca, trilyonlarca tozdan sadece bir tanesidir. Dağlar, ovalar, okyanuslar ve insan da bu tozun içerisindedir. İşte bu acziyetiyle insan, kulluğu dışında sadece bir hiçten ibârettir!..

Cenâb-ı Hakk’ın, sonsuz derecede mükemmel, girift (içiçe), çok ince bir hesap mekanizması ile şânına lâyık bir şekilde yarattığı insanlar, yerler ve göklerdeki kudret ve azameti, ilerleyen ilimle birlikte daha iyi anlaşılacaktır:

“Gerek ufuklarda (dış âlemde), gerek kendi nefislerinde (iç âlemde) âyetlerimizi yakında onlara göstereceğiz. Nihâyet onun (Kur’ân’ın) hak olduğu şüphesiz kendileri için de apaçık meydana çıkacaktır. Rabbinin her şeye hakkıyla şâhid olması sana kâfî değil mi?” (el-Fussilet, 53)

Gerçekten kâinât hakkındaki araştırmalar ilerledikçe, Kur’ân-ı Kerîm’in incelikleri biraz daha şümûllü bir sûrette idrâk olunmaktadır. Çünkü fennî ilmin her yeni keşfi, Kur’ân’ı tasdik edegeldiği gibi, bu keşifler bâzan da onun anlaşılması güç olan âyetlerini açıklığa kavuşturmaktadır.

Nitekim insanın yaratılış safhalarına işâret eden Kur’ân âyetleri karşısında embriyoloji, anatomi ve biyoloji gibi sahaların insaflı âlimleri hayretlere düşmüş ve hakîkati teslîm etmek durumunda kalmışlardır. Kur’ân-ı Kerîm’de insanın ana rahmindeki teşekkülü husûsunda şöyle buyurulur:

“Andolsun biz insanı, çamurdan (süzülüp çıkarılmış) bir özden yarattık. Sonra onu sağlam bir karargâhta nutfe hâline getirdik. Sonra nutfeyi aleka (aşılanmış yumurta) yaptık. Peşinden, alekayı, mudğa (bir çiğnem et) hâline soktuk. Bu bir çiğnem eti kemiklere (iskelete) çevirdik. Bu kemikleri etle kapladık. Sonra onu başka bir yaratışla insan hâline getirdik. Yapıp yaratanların en güzeli olan Allâh pek yücedir.” (el-Mü’minûn, 12-14)3

Kur’ân-ı Kerîm, astronomi, botanik, biyoloji, jeoloji vb. gibi ilimlere münhasır bir kitab olmadığı ve cevâmiu’l-kelim4 sıfatına sahip olduğu için, ilim ve tekniği tafsîl etmek vazîfesinden berîdir. Ancak ilim ve teknoloji alanındaki her yeni buluş, Kur’ân’ın sarâhat cihetiyle değil, işâret yoluyla temâs ettiği hikmet, ibret ve hakîkatleri te’yîd ederek, ilâhî mesajların gün geçtikçe daha açık bir hâle gelmesine hizmet etmektedir. Bu hakîkatlerin en sarîh ve tafsîlatlı bir sûrette yer aldığı âlem ise kâinattır. Bunun sebebi insanda öz ve meknûz bir sûrette mevcûd olan gerçeklerin, Kur’ân’da biraz daha açık bir şekilde yer almasına rağmen yine de birçok hükmün örtülü kalmış bulunmasıdır.

Kur’ân’ın veciz olma keyfiyeti, sonsuz hakîkatleri ihtivâ etmesi sebebiyledir. Zîrâ, ilmî çalışmalarla ortaya çıkan hakîkatler, Kur’ân’da açık ve tafsîlatlı bir sûrette yer alsaydı bundan iki mahzur doğardı:

a. İnsanlar yaşadıkları devrin ilmî seviyesi itibâriyle bunları kabullenmekte zorlanır ve inkâr yoluna saparlardı. Allâh, rahmet ve merhameti gereği, bu hakîkatleri zamanla anlaşılabilecek bir perdeleyişle kullarına lutfetmiştir.

b. Şâyet bütün hakîkatler Kur’ân-ı Kerîm’de açık ve detaylı bir şekilde yer almış olsaydı, onun muhtevâsı alabildiğine genişler -bırakın ezberlenerek muhâfaza edilmesini- bir baştan bir başa okunup bitirilmesi bile imkânsız hâle gelirdi. Zîrâ Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmelerde:

“(Ey Rasûlüm!) Sana bu kitabı her şeyin apaçık bir beyânı, bir hidâyet, bir rahmet ve müslümanlar için bir müjde olmak üzere peyderpey indirdik.” (en-Nahl, 89)

“…Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır.” (el-En’am, 59)
buyurarak Kur’ân-ı Kerîm’de âlemdeki bütün hakîkatlere öz itibâriyle işâret edildiğini beyân etmiş;

“Onlar, Kur’ân üzerinde inceden inceye düşünmezler mi? Yoksa kalbler(i) üzerinde kilitler mi var?” (en-Nisâ, 82) âyet-i kerîmesiyle de kullarını Kur’ân’ın gerçek tefekkür iklîmine dâvet etmiştir.

Kur’ân-ı Kerîm, -Rabbânî tâbiriyle söylemek gerekirse- bir “furkân”dır. Yâni hidâyet ile dalâlet, hayır ile şer, nur ile zulmet arasındaki farkı ortaya koyan ve bunlar arasındaki ayrılığı tebârüz ettiren mübârek bir kitaptır. Kendisine yaklaşanların nasip, niyet ve istîdâdına göre netîce verir. Ona ifsâd edilmemiş bir kalb ile yaklaşıldığında, yeni yeni bürhanlara vukûfiyetle îmânın ziyâdeleştiği âyetle sâbittir. Kur’ân-ı Kerîm’de buyurulur:

“Gerçek müminler, Allâh anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allâh’ın âyetleri okunduğunda îmânları artan ve yalnız Rablerine dayanıp güvenen kimselerdir.” (el-Enfâl, 2)

Diğer taraftan Kur’ân-ı Kerîm’e menfî bir şartlanma ile bakanların da dalâletleri artar. Zîrâ herhangi bir şeye, muhabbet nazarıyla bakıldığında, ondaki bütün güzellikler daha da âşikâr olacağı gibi; aksine şartlanmayla bakıldığında ise, onda var olan hiçbir meziyet görülemez. Tıpkı Ebû Cehil’in İslâm’a bakışı gibi. Böylelerinin, Kur’ân-ı Kerîm’i okudukça, onun yüceliğine erişip ulaşamadıklarından acziyet çalkantıları içerisinde küfür ve ilhad yolundaki hisleri katmerleşip ziyâdeleşir. Yâni sevmediği bir rakip tarafından mağlubiyete uğrayanların hırs ve çılgınlıklarına benzer bir gayz hâlinde olurlar. Netîcede, müstehak olacakları cezâ da artar. Bu hususta âyet-i kerîmelerde şöyle buyurulur:

“Biz, öyle bir Kur’ân indiriyoruz ki o(nun âyetleri), müminler için bir şifâ ve rahmettir; zâlimlerin ise ancak hüsranını artırır.” (el-İsrâ, 82)
“…De ki: O (Kur’ân), îmân edenler için bir hidâyet ve şifadır. Îmân etmeyenlere gelince, onların kulaklarında (hakikati duymalarına mânî) bir sağırlık var ve bundan dolayı (Kur’ân), onlara kapalı, anlaşılmaz gelir. Onlar, kendilerine çok uzaklardan seslenilen (insanlar) gibidirler.” (el-Fussilet, 44)
Görüldüğü üzere Kur’ân’ın muttakîler için bir hidâyet rehberi olmasına mukâbil, o hakîkat güneşine karşı inatla gözünü kapayan kâfirlerin ancak küfür ve hüsrânını artırdığı, ilâhî beyân ile sâbit olmaktadır.

Yine böyle kimseler hakkında âyet-i kerîmede buyurulur:

“(Ey Habîbim! Sana karşı gelenler) hiç yeryüzünde gezmediler mi? (Şâyet ibret nazarıyla gezip dolaşsalardı) onların düşünebilecek kalbleri, işitebilecek kulakları olurdu! Ama gerçek şu ki, gözler kör olmaz; lâkin göğüsler içindeki kalbler kör olur.” (el-Hacc, 46)
Yukarıda ifâde ettiğimiz üzere kâinât, ilâhî sıfatların tecellî terkîbiyle vücûda gelmiş bir varlıklar manzûmesi, Kur’ân-ı Kerîm ise bu varlıklar manzûmesinde mevcûd ve meknûz hakîkatlerin kelâma in’ikâsıdır. İnsan ise, bunların her ikisinin özü, hülâsası ve bir nevî tohumu olmak itibâriyle, onda bütün zıt tecellîlerden -az veya çok- bir nasîb mevcûddur.

5

Kâinâtı ve içindekileri esmâ-yı ilâhiyyenin tecellî terkipleriyle yaratmış olan Cenâb-ı Hak, bu sıfatların kâmil tecellîlerini sâdece insanoğluna nasîb etmiştir. İnsanoğlunu “eşref-i mahlûkât” kılan sebep de budur. O da kendi kabiliyeti nisbetinde “câmiu’l-ezdâd” / zıt sıfatlarla muttasıftır. Güler-ağlar, sever-nefret eder vs. Yâni insanın varlığında rahmet sıfatı da vardır; kahır, öfke ve gadab sıfatı da… Onun içindir ki, insandan lutuf ve kerem de zâhir olabilir, hiddet ve kin ateşi de tezâhür edebilir. Onda hilim ile hışım duyguları dâimâ med-cezir hâlindedir.

Velhâsıl insan, Allâh’ın birçok sıfatından nasipdâr olmuştur. Ancak, bu sıfatların tecellî dereceleri, insandan insana sonsuz bir farklılık arz eder. En asgarîsinden en âzamîsine kadar bu tecellîden nasîb alış, beşerî kademelenmeyi vücûda getirir.

Meselâ, her insanda Allâh’ın “Rahmân” veya “Rahîm” sıfatından belli nisbette mutlakâ bir tecellî vardır. Fakat bu, insandan insana, dâimâ değişiklik ve derecelenme arz eder. Kiminin “Rahmân” ve “Rahîm” sıfatı yalnız kendi nefsine veya en fazla, yakın âile efrâdı ve arkadaş çevresine münhasırken, kimininki bütün insanlığı şümûlüne alır ve hattâ hayvanata bile şâmil olur. Meselâ, “Rahmân” sıfatının kâmil tecellîsine şu hâdiseleri misâl gösterebiliriz:

Bayezid-i Bistâmî, bir yerden diğer bir yere seyahat ederken bir ağaç altında durur ve yemek yer. Yemeğini bitirip yoluna devâm eden Bayezid, hayli yol aldıktan sonra torbasının üzerinde bir karınca görür. Hazret:

“– Allâh’ın bu mahlûkunu vatan-cüdâ ettim.” diyerek geri dönüp karıncayı tekrar o ağacın altına bırakır.

İşte kâbına varılmaz merhamet örneklerinden bir diğeri:

Serî-i Sakatî -kuddise sirruh-, dersinde talebelerine; “Müminlerin dertleriyle dertlenmeyen onlardan değildir.” (Hâkim, Müstedrek, IV, 352; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, I, 87) hadîsini îzâh ederken, bir talebesi heyecanla içeri girer ve:

“– Üstadım! Sizin mahalle yandı, kül oldu. Yalnız sizin ev kurtuldu.” der.

Serî-i Sakatî sevinç içinde “elhamdülillâh” der.

Otuz sene sonra bir dostuna:

“– Ben o vakit «elhamdülillâh» demekle bir anlık da olsa sırf kendimi düşünmüş, felâkete uğrayanların ızdırâbından uzak kalmış oldum. İşte otuz senedir o hâlimin tevbesi içindeyim.” der.

Dolayısıyla rahmet ve muhabbet, bir temerküz noktası olarak kim ve nereden başlamış olursa olsun, bütün mahlûkâtı şümûlüne almak istikâmetinde bir gelişmeye mazhar olursa, sahibini kâmil mümin veya diğer bir tâbirle hakîkî âşık yapar. Aşk, tomurcuklanan bir çiçek gibi muayyen sevgilere temâyül ve meclûbiyetle başlamış olsa da, Hâlık’tan ötürü bütün mahlûkâta doğru şümûllendiği anda gerçek “aşk” olmaya yönelir.

“İlâhî aşk” denilen merhamet ve muhabbet alâkasının hudutları sonsuz bir ufka doğru itilmedikçe, o merhamet ve muhabbet, aşk sûretinde ifâde edilmez. Belki bunun ibtidâî şekillerine izâfeten “aşk-ı mecâzî” denilen safhada kalır.

Esmâ-yı ilâhiyyenin tecellî terkipleri, insan sayısı kadar farklı mizâcın husûle gelmesini netîcelendirmiştir. Nasıl ki, çeşitli boyaların birbirine karıştırılmasından hâsıl olan netîce, fazlalık ifâde eden renk istikâmetinde olursa, aynen onun gibi esmâ tecellîlerinin terkîbi de, gâlib tecellî hangi sıfatta ise ona yakın bir muhtevâ arz eder. Bu keyfiyet, mizâca uygun yol tutulup daha kolay terakkî sağlanması için tarîkatlerin çeşitlenmesini îcâb ettirdiği gibi, her mürîdin terbiyesi için de farklı bir eğitim metodunun lüzûmunu ortaya koyar.

Hakîkaten, temel ve hâkim vasıfları itibâriyle mîzaçlar da genel bir tasnife tâbî tutulabilir. Tıpkı mahlûkâtın; insan, hayvan, nebat ve cansızlar olmak üzere farklı kategorilere ayrıldığı gibi. Fakat, aynı kategorideki iki varlığın sâhip olduğu herhangi bir vasfın asgarîsiyle âzamîsi arasındaki fark, iki ayrı kategori arasındaki farktan daha fazla olabilir. Meselâ, en aşağı mevkîdeki bir insandan en yüksek derecedeki bir insana kadar olan mesâfe ve kademelenme, hayvanla insan arasındaki kademelenişten daha bârizdir. Bu kadar farkı meydana getiren unsur, terkibe medâr olan tecellîlerdeki muazzam farktır. Bu, müsbet sıfatlarda olduğu gibi, menfîlerde de müşâhede olunur. Zulmün veyâ küfrün, en alt kademesinde bulunanla, zirvedeki benzeri arasında baş döndürücü bir keyfiyet farkı vardır.

Meselâ, “Mudill” sıfatının gâlip olduğu en alt kademedeki bir kâfir, kendi hayatının hudutları içinde sefih bir şekilde yaşar. Müminlerin îmânı onu alâkadar etmez. Fakat Ebû Leheb ve benzerlerinde olduğu gibi, küfrün derecesi şiddetlendikçe, bu hâl o şahsı Peygamber ve sâlihlerle mücâdeleye kadar götürür. Zulüm de bunun gibidir. Gıdâ maksadıyla değil de, zevk için avcılık yapan bir avcının, zaman içinde kalbi katılaşarak zulmü, sadizme kadar gider. Târihte Roma’nın zâlim krallarının, ilk Îsevîleri sirklerde aslanlara parçalattırarak kahkahalarla seyretmeleri, Kur’ân-ı Kerîm’de buyurulan:

« tπn°VnG rºog rπnH
» yâni “Onlar hayvanlardan daha aşağıdır.” tesbîtine bir misâldir.

5

Gerek eşyâ-yı tabîiyyede ve gerekse insanda terkîbe medâr olan tecellîler arasındaki sonsuz çeşitlilik, bu âlemin temel kânunlarından birinin “farklılık” olduğu gerçeğini ortaya koyar. Bütün âlemi değil, iki varlığı birbirine eşit kılma gayreti bile abesle iştigalden başka bir şey değildir. Zîrâ sonsuz esmâ tecellîleri gereğince, kâinatta ikiz yoktur. Maddesi ve mânâsıyla tam anlamıyla ikiz bir insan; dal, yaprak ve meyve sayısıyla ikiz bir ağaç olmadığı gibi.

Allâh, insan ve kâinâtı bu temel perspektiften (görüş ufkundan) kavrayabilmek, insana, zıtlarına tahammül etme, hattâ -çoğu kere- onlara merhamet ve müsâmaha ile muâmele etme olgunluğunu kazandırır. İşte tasavvuf, ondan nasîb alamayanların umûmiyetle öfkelendiği keyfiyetlere bile, böylesi bir muhabbet ve müsâmaha ile bakabilme olgunluğudur. Bu, zâhirî görüntünün hikmetine vâkıf olabilmenin kazandırdığı bir fazîlettir.

Bu fazîlet ve olgunluk ise, bizlere nice meyizetler kazandırır. Öncelikle günahkâra öfke yerine acıma hissiyle, kâfire mahrûmiyetini düşünerek yumuşaklık ve ümidle muâmele etmemizi sağlar. Tebliğ husûsunda bize bir güç ve cesâret verir. Onları, tıpkı âmâlar gibi tehlikeler karşısında îkaz ve irşâda muhtaç kimseler olarak görmemizi sağlar. Kanadı kırık bir kuş gördüğü zaman ona acıyanların, günahkâr karşısındaki öfkelerinin mantıksızlığını kavramamızı temin eder.
Muhabbet ve merhamet hislerimiz çağlayanlaşarak sıhrî alâkaları aşıp bütün insanlığı ihâta istikâmetinde bir gelişmeye mazhar olur. Böyle insanlardan teşekkül eden bir cemiyette cinâyet ve kavgalar, yerini müşfikâne yardımlaşmalara terkeder. Çoğu mâzîde kalmış sâlih kimselerin adedi çoğalır. Onların Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i emsâl alarak gerçekleştirdikleri “ahlâk-ı hamîde”, mümkün olduğunca umûmîleşir. Kusurlu insanlara karşı bütün muâmeleler şu parlak misâlde görüldüğü gibi bir olgunluk kazanır:

Tasavvuf târihinin meşhûr sîmâlarından biri olan Belh meşâyıhından Hâtem-i Esamm -kuddise sirruh-, Allâh ve Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mânevî terbiyesi ile nefsini ve rûhunu incelterek ahlâkını yüce bir mertebeye yükseltmeye muvaffak olmuş müstesnâ bir şahsiyettir. Hazret-i Pîr’in, işitme hissi gâyet sıhhatli olmasına rağmen “Esamm” yâni “sağır” lakâbıyla meşhûr olması pek ibretli bir hâdiseye dayanır:

Birgün kendilerine mâruzâtta bulunmak üzere dertli bir kadıncağız geldi. Tam merâmını anlatmaya başlamıştı ki, kadından gayr-ı irâdî olarak, kazâ ile çirkin bir ses sâdır oldu. Kadın bir mum gibi eridi, âdetâ mahvoldu. Hâtem Hazretleri ise, kadının mahcûb olup müşkil durumda kalmaması için hiçbir şey duymamış gibi kendisini işitmezliğe verdi ve elini kulağına götürerek:

“– Bacım, kulağım zor işitiyor; biraz yüksek sesle söyle! Duyamadım…” dedi.

Böylece kadıncağız, kusurunun gizli kaldığını düşünerek rahatladı. Merâmını yüksek sesle tekrar anlatmaya başladı.

Rivâyete göre bu hâdiseden sonra Hâtem Hazretleri, kadının duyup da incinmemesi için, o ölene kadar tam on beş yıl herkese karşı sağırmış gibi davrandı. Bu münâsebetle de “Hâtem-i Esamm” yâni “Sağır Hâtem” lakabıyla şöhret buldu.

Bu misâldeki parlak inceliği ve ahlâkî seviyeyi sâdece kitaplardan edinilen mâlumatlarla hayâta geçirmek elbette ki mümkün değildir. Hâtem Hazretleri’nin sergilediği bu nezâket ve fazîlet, onun Cenâb-ı Hakk’ın “Settâru’l-uyûb” yâni “ayıpları örtücü” sıfatından aldığı hisseyi ahlâka inkılâb ettirebilmiş olmasıyla îzâh edilebilir. Böyle davranışlar, özellikle tasavvufta “Allâh’ın ahlâkıyla ahlâklanma” şeklinde tâbir olunmuştur.

Bu itibarla gerçek Allâh dostları, Hak Teâlâ’nın yüce sıfatlarının tecellîlerine müstağrak olarak kendi irâdelerini O’nun irâdesine râm ederler. O’nun her murâdının yerli yerince olduğunu bilirler ve etraflarını bu yolda istikâmetlendirirler. Bu meyanda şu misâl ne kadar hikmetlidir:

Sünbül Sinan Hazretleri birgün mürîdlerine sordu:

“– Evlâdlarım! Faraza Cenâb-ı Hak şu kâinâtın sevk u idâresini size verse neylersiniz?”

Her mürîd bir şey söyledi. Kimi:

“– Bütün kâfirleri yok ederim!”

Kimi:

“– Bütün içki içenleri ortadan kaldırırım!”

Kimi de:

“– Bir tane sigara içen bırakmam!” şeklinde uzayıp giden cevaplar verdiler. Mürîdlerin arasında bulunan ulemâdan Muslihiddin Efendi ise hiçbir cevap vermeden susmaktaydı. Şeyh Hazretleri, bu defa ona dönerek:

“– Evlâdım! Ya siz ne yapardınız?” diye sordu.

Muslihiddîn Efendi pür-edeb şöyle cevap verdi:

“– Efendim! Hâşâ Cenâb-ı Hakk’ın irâde ve idâresinde bir noksanlık mı var ki başka bir şey düşünüp dileyeyim? Cevabım, sadece her şeyi aynen devam ettirirdim, demekten ibârettir.”

Bu cevaba pek memnun olan Sünbül Sinan Hazretleri:

“– İşte şimdi iş merkezini buldu!” buyurdular.

O günden sonra Muslihiddin Efendi, “Merkez Efendi” olarak anıldı ve üstâdı Sünbül Sinan Hazretleri’nden sonra mânevî emânet ona verildi.

İbrâhim Hakkı Erzurumî Hazretleri de âdetâ bu hâli hulâsa edercesine Hakk’a tefvîzini şöyle dile getirir:

Hep işleri fâyıktır,

Birbirine lâyıktır,

Neylerse muvâfıktır;

Mevlâ’m görelim neyler,

Neylerse güzel eyler!

Hâsılı bu güzel ve yüksek hâllere nâil olmak, özde Allâh’ın sıfatlarının tecellîlerine bürünmekle mümkündür. Aksi hâlde üzerinde yazılan yazıdan ve yapılan resimden haberi olmayan bir kâğıttan farkımız kalmaz. Hazret-i Mevlânâ ne güzel söyler:

“Bir kağıda gamlı bir adam resmi yapsan, o resim ve kâğıt, gamdan da sevinçten de habersizdir.”

“Resim görünüşte gamlıdır, ama resmin de kâğıdın da gamdan haberi bile yoktur. Resmi gülen bir adamın da, güldüğünden haberi yoktur.”

Dolayısıyla bizler insan olmak şerefinden ötürü nice ilâhî sıfat tecellîlerine mazhar olursak olalım, eğer bunlardan habersiz isek, o kâğıt ve kupkuru resme benzeriz. Onun için bize imtihan için verilmiş olan bütün fânî ve izâfî sıfatları Cenâb-ı Hakk’ın yüce sıfatlarının tecellîsinde eritmeliyiz. Bilmeliyiz ki, O’nun yüce zâtına âit bütün sıfatların muhtevâları târiflere sığmayacak bir genişlik ve sonsuzluk arz eder. Onların hepsi ezelî ve ebedîdir. Hepsi O’nda mutlaktır ve sonsuz bir husûsiyetle muttasıftır. Yâni hiçbir sıfatının hudud ve sâhili yoktur. Bu itibarla O’nun ilmi, kelâmı, kudreti, tekvîni ve diğer bütün evsâfı bu mâhiyetleriyle her türlü teşbîh ve îzâhtan da münezzehtir. Bizim ve dünyâmızın husûsiyetleri ise hem mahdûd, hem de fânîdir. Bir zıll-i zevâlden ibârettir. Bu hâliyle daha kendisini kâmil mânâda tanıyamayan insanoğlunun, elbette ki Cenâb-ı Hakk’a âit, O’na mahsûs, yâni husûsî mâhiyette olan sıfatları lâyıkı vechile idrâki mümkün değildir. Nasıl ki Allâh Teâlâ’nın zâtının hakîkat ve mâhiyetini idrâk edemiyorsak, sıfatlarının da hakîkat ve mâhiyetini kâmil mânâda idrâk edemeyiz.

Bu hakîkate vâkıf olup kendindeki görme, duyma, anlama, konuşma vs. bütün sıfatları Allâh Teâlâ’nın sıfatlarının kırıntı kabîlinden bir tecellîsi olduğunu idrâk edenler, hiçlik iklîminde mârifet feyizleriyle yaşar ve gerçek îmânın derin hazzı içinde fânîleşerek:


“Allâh’tan başka varlık yoktur.” derler.

Gönül ve dimağları irfânın zirvesinde:

“Yâ Rab! Sen nasılsan öylesin!” hikmetiyle yoğrulur.

Böylece onlar, her türlü vehim ve vesveseden âzâde bir kalb-i selîm ile Rabblerine vâsıl olur, velîler defterine yazılırlar.

Bir derviş Bâyezîd-i Bistâmî’ye sordu:

“– Efendim, Allâh’ın en büyük isimleri hangileridir?”

Bâyezîd cevap verdi:

“– Evlâdım, Allâh Teâlâ’nın hangi ismi küçüktür ki?!. Gâfil olma; Allâh’ın bütün isimleri büyüktür. Sen ondan talebinin kabul edilmesini istiyorsan, kalbini mâsivânın işgâlinden korumaya bak! Onun esmâsı gâfil kalblerde tecellî etmez. Lâkin onun nûruyla mâmur kalbe Allâh Teâlâ her an nice esmâsıyla nazar eyler!”

Nitekim Allâh’ın ismine birçok âyet-i kerîmede «yüce» sıfatı verilir:

“Rabbinin yüce ismini tesbîh et!” (el-Vâkıa, 96)
buyurulur.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, namaz kılarken rukûda «sübhâne rabbiyel azîm» (Azamet sâhibi Rabbimi bütün noksan sıfatlardan tenzîh ile tesbîh ederim.), secdede de «sübhâne rabbiyel a’lâ» (Yüceler yücesi Rabbimi bütün noksan sıfatlardan tenzîh ile tesbîh ederim.) diyerek bu emri yerine getirmiştir.

Allâh’ım! En güzel isimlerin hürmetine, husûsiyle has ismin hürmetine bizlere mârifetullâh ve muhabbetullâh sırrından bir hisse nasîb eyle!

Âmîn!..


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: MÂRİFETULLÂH
MesajGönderilme zamanı: 08.12.09, 23:40 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Moderator
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 26.12.08, 08:19
Mesajlar: 583
3. MÂRİFETULLÂH VE ÂRİFLERDEKİ TECELLÎLER
Mârifetullâh, bütün kâinattaki sır ve hikmetleri muhtevî, sınırsız ve sonsuz bir ilm-i ilâhîdir. Bu ilmi, tam anlamıyla târif etmek, beşer idrâkinin üzerindedir. Ancak herkes, iktidar, istîdâd ve gayreti nispetinde bu ilimden haz duyar ve nasiplenir. Bu sebeple Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:



“(Allâh’ım!) Sen’i lâyık olduğun şekilde medh ü senâdan âcizim! Sen kendini nasıl medh ü senâ etmişsen öylesin!” (Müslim, Salât, 222) buyurmuşlardır.

Hadîs-i kudsî olarak rivâyet edilen:

“Ben gizli bir hazine idim, mârifetime (tanınmama) muhabbet ettim ve Beni tanımaları için mahlûkâtı yarattım.”5 ifâdeleri de, mârifetullâhın ehemmiyetine işaret eder.

Kur’ân-ı Kerîm ve Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hadîs-i şerîflerinden sonra Rabbin mârifete ermiş has kullarının davranış ve sözlerinden daha güzel hiçbir söz yoktur. Çünkü, onların davranış ve sözleri derûnî ve ledünnîdir, kesbî değildir. Bu sebeple onlara “veresetü’l-enbiyâ” denir. O has kulların davranışlarını müşâhede eden ve kelâmlarını işitenlerin gönülleri feyz ile dolar. Gayretleri artar, sırlar kendilerine ayân olmaya başlar, şeytânî vesveselerden ve dünyevî ihtiraslardan halâs olurlar.

Bu Hak dostlarının bir kısmı, Hazret-i Âdem sıfatlı; bir kısmı Hazret-i İbrâhim sıfatlı, bir kısmı Hazret-i Mûsâ sıfatlı, bir kısmı Hazret-i Îsâ sıfatlı; bir kısmı da Muhammediyyü’l-meşrebdir.

Muhammediyyü’l-meşreb olanların fârik vasıfları; mârifet, muhabbet ve tevhîd ehli olmalarıdır. Bu zevât-ı kirâm içerisinde öyleleri de vardır ki onlar bütün fârik vasıfları kendilerinde cem ettiklerinden bî-sıfattırlar. Yâni îzahtan vârestedirler.

Cenâb-ı Hak, sevdiği bu kullarına, hâllerine göre muhtelif tecellîler bahşetmiştir. Bu meyanda kimini Şâh-ı Nakşibend eyleyip tasarruf ve mârifetullâhta sonsuz ve eşsiz bir himmet deryâsı kılmış; kimini Mecnûn gibi aşk çöllerinde dolaştırmış; kimini hayret vâdîlerinde gezdirmiş; kimini azamet-i ilâhiyye karşısında dilsiz eylemiş, kimini Yûnus Emre gibi aşk bülbülü kılmış, kimini de Hazret-i Mevlânâ gibi dilinden hikmetler fışkıran ve nâdîde inciler saçan bir mânâ deryâsı eylemiştir.

Cenâb-ı Hak, bu farklı tecellîlere mazhar kıldığı cümle velîlerini, dostluk iklîminde mârifet ilmiyle donatıp müstesnâ rehberler hâlinde bütün insanlığa ihsân buyurmuştur.

Mârifetullâha eren kâmil insan, Hakk’ın aşk ve muhabbetinin tecellîsi altında olduğu için, mercek altında bir kağıdın yanması gibi, onda nefsânî temâyüller ömrünü tüketmiştir. Böylece, nûrânî bir câzibe merkezi hâline geldiğinden, diğer insanlar da gayr-i ihtiyârî olarak onu sever ve sayarlar. Ancak o, fânî iltifat ve alâkaların kıskacından kendini kurtarmış olduğundan; gurur, kibir ve ucub gibi mezmûm sıfatların girdabına düşmez. Halk içinde Hak ile berâberdir. “Ta‘zîm li emrillâh” yâni Allâh’ın emirlerine hürmetle riâyet ve “Şefkat li halkillâh” yâni Allâh’ın mahlûkâtına şefkat ve merhamet duygularıyla yaşar. Ancak Allâh’a muhabbeti muktezâsınca zıdd-ı kâmili olan zâlim ve nankörlere aslâ muhabbet ve meyil göstermez. Yalnız, merhameti îcâbı, onlara da acır, hidâyetlerine duâ eder.

Mal-mülk ve dünyâya âit bütün servetler, ona yalnız infak için lâzımdır. Kâmil insan, kendini mârifetullâha ve vâsıl-ı ilallâh olmaya adamıştır. Artık o, bu cihânın kendine âit dert ve ızdıraplarına aldırmayan, has bir kuldur.

5

Mevlânâ -kuddise sirruh-, ruhların, nefslerin ve istîdadların insandan insana farklı olduğunu, herkesin kendi aynasında kâinât nakışlarını, değişik açılardan ayrı ayrı gördüklerini ve kalabalıklar içinde dahî Allâh ile berâber olma hâllerini şu kıssa ile ne güzel ifâde eder:

“Bir sûfî, neş’elenip tefekküre dalmak için müzeyyen bir bahçeye gider. Bahçenin rengârenk tezyînâtı karşısında mest olur. Gözlerini kapayarak murâkabe ve tefekküre dalar.

Orada bulunan gâfil bir kişi, sûfîyi uyur zanneder. Onun bu hâline hayret eder, canı sıkılır. Sûfîye:

«–Ne uyuyorsun? Gözünü aç da üzüm çubuklarını, çiçek açmış ağaçları, yeşermiş çimenleri seyret! Allâh’ın rahmet eserlerine nazar et!» der.

Sûfî de ona şöyle cevap verir:

«–Ey gâfil! Şunu iyi bil ki, rahmet-i ilâhiyyenin en büyük eseri gönüldür. Onun dışındakiler bu büyük eserin gölgesi mesâbesindedir. Ağaçlar arasında bir dere akıp gider. Onun berrak suyunda iki tarafın ağaçlarının akislerini görürsün…

Su içine aksedip görülenler, hayâlî bir bağ-bahçedir. Asıl bağ ve bahçeler, gönüldedir. Çünkü gönül, nazargâh-ı ilâhîdir. Onların zarîf ve latîf akisleri, su ve çamurdan olan dünya âlemindedir.

Eğer bu âlemdekiler, gönül âlemindeki o neş’e selvisinin aksi olmasaydı, Cenâb-ı Hak bu hayal âlemine aldanış mekânı demezdi.

Âl-i İmrân Sûresi’nin 185. âyet-i kerîmesinde:

«… (Bu) dünya hayatı, aldanma metâından başka bir şey değildir.» buyurulur.

Gâfil olanlar ve dünyayı cennet zannederek «Cennet budur!» diyenler, bu derenin görüntüsüne kananlardır.

Asıl bağ ve bahçelerden, yâni evliyâullâhtan uzakta kalanlar, o hayâle meylederek aldanırlar.

Birgün bu gaflet uykusu nihâyete erer. Gözler açılır, hakîkat görülür. Fakat son nefesde o manzaranın ne faydası olur?

Ne mutlu o kimseye ki, ölmeden evvel ölmüş, onun ruhu, bu bağın hakîkatinden koku almıştır…»”

Gerçekten bir kimse, dünyanın nefsanî lezzetlerine itibar etmez, ondan yüz çevirirse, Allâh -celle celâlühû-, o kulun rûhunu saf, kalbini nurlu kılar.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“İçine nur giren kalb, açılır ve genişler.” buyurduğunda;

“– Yâ Rasûlallâh, bunun alâmeti nedir?” diye sorulmuş, O da:

“– Fânî dünyadan uzaklaşmak, ebedî olan âhiret yurduna gönül vermek ve ölmeden evvel ölüme hazırlanmaktır.” (Taberî, Tefsir, VIII, 37) şeklinde cevap vermişlerdir.

Bu şerefli mârifet yolunun sâdık yolcuları olan ehlullâh, yâni Hak dostlarının gönülleri, nîsan yağmuru damlalarından iri inciler peydâ eden sedefler gibidir. Kendilerine muhabbet gösteren nice ham gönülleri, Allâh’ın lutfu ile birer iri inci sedefi yapmaktan uzak kalmazlar. Yeter ki bu tâlipler, bu sedefte saklanacak yağmur damlasını idrâk edebilsin!

Mesnevî şerhinde buyurulur:

“Kelâm sâhibi olan Allâh, bulutun kulağına bir sır söyledi, gözünden su tulumu gibi yaşlar boşandı. Gülün kulağına bir sır söyledi; onu renk ve râyiha saltanatıyla güzelleştirdi. Taşa bir sır söyledi; onu mâden içinde akik etti. Yâni latîf sıfatıyla tecellî edip buluttan su akıttı, gülü güzelleştirdi, taşı da kıymetlendirdi.

İnsan vücûduna da bir sır verdi; o sırrı muhâfaza eden mârifet ehlini sonsuzluğa yüceltti. İlâhî âlemden ilhâm alan bu Hak dostları, cisimden kurtulup Hakk’a yakınlığın sırrına erdi.”

Hiç şüphesiz ki bu sırlar, farklı tecellîler hâlinde mârifete medâr olan muhabbet sırrıdır. Muhabbet sırrı ki, her şeyin kemâli ve güzelliği onun feyizli iklîminde gizlenmiştir.

Yüksek seviyedeki Allâh dostlarında zâtî muhabbet tecellîleri kesifleşir. Zâtî muhabbet, bir kişinin bir fânîyi gayr-i irâdî sevmesi ve bir aşk bağlantısı kurmasıdır. Bu muhabbet mecâzîdir. Hakîkî zâtî muhabbet ise Rabb’e bu tür bir meclûbiyet ve O’nda fânî olma hâlidir.

Bu zâtî muhabbet tecellîlerine mazhar olan Hak dostları, ikram gördükçe seven, kahra uğrayınca da sevgisi zayıflayan kişiler değildir. Şu mecâzî hikâye, zâtî muhabbete âit güzel bir misâl teşkîl eder:

Mevlânâ Câmî -kuddise sirruh- anlatıyor:

Pîrimiz Mevlânâ Sâdeddîn Kâşgarî’nin sohbet halkasında bir genç vardı. Bu gençte, riyâzat, halvet ve aşk en ileri derecede idi. O da benim gibi, bir fânî güzele tutulmuştu. Böylece gönlünde biriktirdiği kıymeti bir lahzada o tarafa devretmişti.

Altından ve pırlantadan hediye sadedinde bir şey alıp, o güzelin geçeceği yola bırakmış ve oradan geçenlerden birinin onu almaması için de bir kenara gizlenmişti. Fikrince sevgilisi oradan geçecek ve hediyeyi görüp alacaktı. Fakat kimden ve nasıl geldiğini bilmeyecekti. Ben vaziyeti öğrenince ona dedim ki:

“– Ne garip bir iş işlemektesin! Türlü zahmetlerle elde ettiğin şeyi onun yolu üzerine bırakıyorsun! Bulsa, görse, alsa bile, kimden ve niçin olduğunu bilmeyecek. Bâri bir şey yap ki senden geldiğini bilsin!”

Gözyaşları ile sarsılarak cevap verdi:

“– Sen ne diyorsun? Yaptığım işin tuhaflığını ben bilmiyor muyum sanıyorsun! Bu işi yaparken hiçbir karşılık beklemiyorum. Zîrâ hediyelerimden dolayı onun bana karşı bir minnet altına girmesini istemiyorum!”

Bu cevaptan titredim. Bir fânîye olan mecâzî muhabbet, bu gibi derinlik, incelik, zerâfet ve davranış güzelliği sergiler ise, kimbilir, “zâtî muhabbet”e nâil olanlar, mârifetullâhın ne ulvî tecellîlerine mâkes olurlar.

Kalbin bu safhalarını îzâh sadedinde Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Selçuklu Medresesinde zâhirî ilimlerin zirvesinde “dersiâm” iken, içinde bulunduğu hâlini “hamdım”; mârifetullâh tecellîlerine nâil olup kâinattaki sırlar kendine ayân olmaya başladığındaki hâlini de “piştim”; zâtî muhabbette fânî oluş hâlini ise “yandım” diye ifâde etmiştir.

Mârifetullâha erişebilmek ancak Zât-ı Ulûhiyyet’e mutmain bir îmân ve ilâhî tecellîlere, beşer idrâkine sığabilecek ölçüde bir vukûfiyet kesbetmekle mümkündür.

Allâh’ım! Bizlere lutfettiğin emânetlerin hakkını liyâkatle edâ edebilmeyi nasîb eyle! Bizleri, âhirette rahmetinin âzamîsine nâil edecek derecede amel-i sâlih sâhibi eyle! Kalblerimizi muhabbetullâhın ihtişâmlı tecellîlerine mâkes eyle! Kullarına muhabbet ve merhametinin tecellîsi olarak ihsân ettiğin “ahsen-i takvîm” sırrına erdirerek gönüllerimizi rahmet şebnemleriyle ihyâ ve âbâd eyle!

Âmîn!..


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 3 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 7 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye