sufiforum.com
https://sufiforum.com/

İLÂHÎ MEVHİBELER / Osman Nuri Topbaş
https://sufiforum.com/viewtopic.php?f=107&t=3426
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

Yazar:  dua [ 08.12.09, 18:40 ]
Mesaj Başlığı:  İLÂHÎ MEVHİBELER / Osman Nuri Topbaş

İLÂHÎ MEVHİBELER

Osman Nuri Topbaş

(İmandan İhsana Tasavvuf)

Allâh’tan gayrı bütün varlıklar, yüce Rabbimizin “Latîf” sıfatının tecellîsiyle, yâni O’nun lutfetmesiyle yaratılmıştır. Mahlûkâtın hiçbiri, hak ederek ve bedel ödeyerek var olmuş değildir. Varlıkların fânî ve izâfî vücûdları ile onların yaratılış hikmetlerine bağlı olan bütün vasıf ve imkânları, tamamen birer ilâhî mevhibedir.6 Bu demektir ki bütün mevcudâtın var olması, Cenâb-ı Hakk’ın lutuf, kerem ve ihsânından ibârettir.
Yaratılmış her şeyin var oluşu ve onların sâhip kılındıkları vasıflar, aslında birer “mevhibe-i ilâhiyye” olmakla berâber, biz bu tâbiri, tasavvuf yoluna girmiş bulunanların kat ettikleri merhaleler nisbetinde, vehbî olan nâiliyyetleri için kullanırız. Halk içinde istîdâdlı olanlar, bu yolda ilerledikçe müstesnâ birtakım lutuf ve meziyetlere, daha âhirete intikâl etmeden sahip olmaya başlarlar. Bu nâiliyyetlerin başlangıcında irâde-i cüz’iyyeyi kullanmakla bir istihkak (hak etme) mevzubahis olsa bile, netîcede lutuf, istihkâka gâlip olduğundan, bunları sırf bir ilâhî mevhibe olarak telakkî etmek ve “mevhibe” kelimesini bunlara hasretmek âdet olmuştur. Zîrâ, burada hak edişle nâiliyyet arasındaki büyük fark, istihkâkı “yok” farzetme temâyülünü doğurmuştur. Bu görüş, istihkâka medâr olan şahsî imkânın da esâsen bir ilâhî mevhîbe olması sebebiyle pek de yanlış sayılmaz.

Tasavvufî eğitimle rûhen seviye bulan bazı istîdâdlı şahıslar, bu mânevî yolculukta pek çok kemâlât tecellîlerine nâil olurlar. Öyle ki; kimi Hak dostlarına hikmetler ayân olur ve birçok sırlı düğümler birer birer çözülür. Meçhuller keşfolmaya, muammâlar fetholmaya başlar. Selîm bir kalbdeki sünûhât ve ilhâmlar, kulu Hak ve hakîkatin özüne yöneltir. Levh-i mahfûzun istikbâle âit pek çok gerçeğinin kalbe aksedişiyle vücûd bulan sâdık rüyâlar görülür. Kul, her şeyde ilâhî murâdı sezen firâsetli bir nazar ve olgun bir tefekküre ulaşır.

Samîmî gayretlere ilâveten ancak ilâhî lutuf ve ihsanların netîcesinde kavuşulan bu hâllerin, daha pek çok değişik tezâhür şekilleri vardır. Bu nâiliyyetlerin bir ilim olarak ifâdesine “ledünniyât” denildiği bir vâkıadır. Ledünnî bilgiler, insan idrâk ve ihâtasını aşan bir muhtevâda ise de bundan, Cenâb-ı Hakk’ın lutuf ve keremiyle hissedâr olanlar, kaydettikleri terakkî nisbetinde şümûllü bir idrâk ve iz’âna ulaşırlar. Şimdi, bu ledünnî ilmin muhtevâsını -beşerî tâkat ve dînî cevaz nisbetinde- açıklamaya çalışalım.

Yazar:  dua [ 08.12.09, 18:44 ]
Mesaj Başlığı:  Re: İLÂHÎ MEVHİBELER

1. LEDÜNNÎ İLİM
Bu ilim, ancak Allâh Teâlâ’nın lutfetmesiyle nâil olunan tamamen Hak vergisi, vehbî bir ilimdir.

Kur’ân-ı Kerîm’de bu ilim hakkında “bizim katımızdan, bizim tarafımızdan bir ilim” mânâsına gelen « مِن لَّدُنَّا عِلْمًا » ifâdesi kullanılmıştır.7 “Ledünnî ilim” tâbiri de buradan gelir.
Esâsen, Cenâb-ı Hakk’ın Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bildirdiği hakîkatler, üç kategori teşkil eder. Bunların birinci kategorisindeki gerçekler, ancak nûr-i nübüvvetle idrâk olunabildiğinden, bunlar, Allâh Teâlâ ile O’nun yüce Peygamberi arasında bir sır olarak kalmıştır. Böyle gerçekleri Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbından hiç kimseye ifşâ etmemiştir.

Allâh Teâlâ ile Rasûlü arasında böyle ifşâsı câiz ve mümkün olmayan, ifşâ edilse bile anlaşılma imkânı bulunmayan gerçeklerin mevcûdiyeti, bâzı hadîs-i şerîflerin mazmûnundan anlaşılmaktadır. Nitekim Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbına:

“Şâyet bildiklerimi bilseydiniz; az güler, çok ağlardınız.” (Buhârî, Küsûf, 2; Müslim, Salât, 112) buyurmuştur.
Diğer bir hadîs-i şerîfte de:

“Benim Cenâb-ı Hak ile öyle anlarım olur ki, onlara ne bir mukarreb melek ne de herhangi bir peygamber vâkıf olamaz.” (Münâvî, Feyzü’l-Kadir, IV,
buyurmuştur.
Cenâb-ı Hakk’ın Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bildirdiği ikinci grup bir hakîkatler manzumesi de vardır ki bunlar, ancak aklen ve rûhen yükselmiş, “havâs” veya “havâssü’l-havâs”8 tâbir olunan ehil ve istîdâdlı zevât tarafından -doğru olarak- kavranabilir. Bu kategorideki gerçekleri, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ali gibi bâzı büyük sahâbeye nakletmiş olduğu tarihî bir gerçektir. Bunların sadırdan sadıra intikâli, bir an’anedir. Zîrâ, satıra geçtiği takdîrde ehil olmayanların da bunlara muttalî olmak ve -yanlış anlamaları sebebiyle- hatâya sürüklenmek ihtimalleri mevcuddur. Bununla birlikte kişinin bu hususta kalbî istîdâd ve iktidârı kadar mes’ûliyeti vardır. Kul, kendi selâmeti için bu istîdâdı inkişâf ettirmek mecbûriyetindedir.

Cenâb-ı Hakk’ın Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bildirdiği hakîkatlerin üçüncü grubunu teşkîl edenler ise, şer’î gerçeklerdir. Bu kategorideki bilgiler hakkında, bütün insanlık âleminin, îmân ve amel mükellefiyeti vardır. Bu sebeple de Cenâb-ı Hak bu hükümleri asgarî seviyedeki kullarını da dikkate alarak, onların da tâkat getirebileceği bir şekilde takdîr etmiştir. Bunlar, herkese lâzımdır ve umûmun mükellefiyetini tâyin sebebine binâen, âleme ilân olunmuştur.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ashâbına zaman zaman kıyâmete kadar olacak hâdiseler husûsunda îzâhlarda bulunur, ancak ashâbın pek çoğu bunları lâyıkıyla kavrayamazdı. Bir kısmı da unutup giderdi.9

Ancak yukarıda ifâde etmiş olduğumuz gibi bazı ehil kişilere anlaşılması güç birtakım hakîkatleri haber verdiği ve bunların pek çoğunun da sırf sadırdan sadıra intikal ettiği bilinmektedir. Çünkü bunlar, umûma lâzım olmadığı gibi, pek çok kimsenin idrâk ve ihâtasını aşan gerçeklerdir. İstîdatlılar arasında böyle bilgilerin teselsülünün, herkese hitâb sûretiyle değil, çoğu kez sadırdan sadıra, yâni ehil bir ferdden, diğer bir ehil ferde intikâl sûretiyle gerçekleştiği târihî bir an’anedir.

Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ali’ye ilâveten sahâbeden İbn-i Mes’ûd, Ebû Hureyre, Muaz bin Cebel ve Haris bin Mâlik -radıyallâhu anhüm- de bu husûsî ilme âit bâzı sırlara mazhar olanlardandır.

5

Allâh Teâlâ, kendisinden hakkıyla ittikâ eden, beşerî irâde ve arzularını ilâhî irâdeye râm edebilen kullarının kalblerine, gözlerin görmediği, akılların tartamadığı birçok lutuflarda bulunur. Nitekim yüce Rabbimiz, böyle muttakî kullarına husûsî bir ilim ve hikmet lutfettiğini Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle bildirmektedir:

يِا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ إَن تَتَّقُواْ اللّهَ يَجْعَل لَّكُمْ فُرْقَاناً وَيُكَفِّرْ عَنكُمْ سَيِّئَاتِكُمْ وَيَغْفِرْ لَكُمْ وَاللّهُ ذُو الْفَضْلِ الْعَظِيمِ

“Ey îmân edenler! Eğer Allâh’tan ittikâ ederseniz, O, size bir furkan (iyi ile kötüyü ayırd edecek bir ilim, firâset ve anlayış) verir, günahlarınızı örter ve sizi bağışlar. Çünkü Allâh, büyük lutuf sahibidir.” (el-Enfâl, 29)

“Ey îmân edenler! Allâh’tan korkun ve Peygamberine inanın ki O, size rahmetinden iki kat versin ve size ışığında yürüyeceğiniz bir nûr lutfetsin…” (el-Hadîd, 28)

Hadîs-i şerîfte de:

“Öğrendikleriyle amel edene Allâh Teâlâ bilmediklerini öğretir.” (Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, X, 15) buyurulmuştur.

Bir hadîs-i kudsî de şu mealdedir:

“Her kim benim velî bir kuluma düşmanlık ederse, ben ona karşı harb îlân ederim. Kulum, kendisine emrettiğim farzlardan daha sevimli herhangi bir şeyle bana yakınlık sağlayamaz. Kulum bana (farzlara ilâveten işlediği) nâfile ibâdetlerle de durmadan yaklaşır; nihâyet ben onu severim. Kulumu sevince de ben (âdetâ) onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Benden ne isterse, mutlaka veririm, bana sığınırsa, onu korurum.” (Buhârî, Rikâk, 38)

Görüldüğü üzere farzları âdâb ve erkânına riâyet ederek ihlâsla edâ ettikten sonra, aşk, şevk ve vecd ile gönülden yapılan nâfile ibâdetler, Cenâb-ı Hakk’ın böyle muhteşem lutuf ve ikrâmlarına birer vesîle teşkîl etmektedir. Bunun için nefsin süflî arzularına karşı koyarak haram ve şüphelilerden sakınmalı, sünnet-i seniyyeyi hayat tarzı edinmelidir. Bu lutuflara nâiliyyet için bedenî hazları hadd-i lâyığında (gerektiği ölçüde) tutup, rûhî âlemi inkişâf ettirmelidir. Çünkü bu öyle büyük bir lutuftur ki Cenâb-ı Hak, insanın beşerî zaaflarıyla perdelenen idrâkini, doğruya, gerçeğe, hikmete açıverir. İnsan her hâl ve hareketinde ilâhî irâdeye göre adım atar. Teşhis ve tahminlerinde isâbet eder. Sebep ve bahâneler, zâhirî görüntüler, irâdesi Hakk’ın irâdesinde erimiş böyle bir kulu aldatamaz. Kul, hâdisâtın içyüzünü keşfetmeye ve ileri görüşlülüğe nâil olur.

Kalbe gelen ilhâmlarla isâbetli tahmin ve teşhiste bulunmanın yanısıra bir de akla gelen ve zihne doğan hoş ve ince fikirler vardır ki bunlar kelimelerle değil, çoğu zaman işâret ve rumuzlarla ehline bildirilen, kalb ahvâline dâir rakîk mânâlardır. Bunlara “latîfe” veyâ bunun çoğulu olan “letâif” tâbir olunmuştur. Bu mânâlar, Hak Teâlâ’nın mâneviyat yolundaki sâlih kullarına lutfettiği işâret ve rehberlerdir.

Ayrıca, Cenâb-ı Hak, sâlih kullarına düştükleri müşkil durumlarda gâibden gelen seslerle îkâz etmek sûretiyle de yardımda bulunabilir. Buna “hâtif” denilmiştir ki sâhibinin görülmediği, gizliden gelen sesler demektir.10 Sâlikin kalbinde ortaya çıkan ve onu Hakk’a dâvet eden seslerdir.

Şu hâdise, hâtiften ses işitmenin bir hakîkat olduğuna delâlet eder:

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- vefât ettikten sonra O’nu gasletmek isteyen ashâb, acabâ diğer ölülerimiz için yaptığımız gibi Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i elbisesini çıkarıp da mı gasledelim, yoksa elbisesi üzerindeyken mi yıkayalım, diye ihtilâfa düşmüşlerdi. Bu ihtilâf üzerine Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, elbisesi çıkarılmadan yıkanacağı, gâibden gelen bir sesle bildirilmiştir.11

5

Allâhu Teâlâ, peygamberleri vâsıtayla insanlara, “Kitâb”ı, “Hikmet”i ve diğer bilmediklerini öğretmiştir. Bu tâlim, bazen açıktan, bazen de ledünnî olarak doğrudan kalbe gelen ilhâmlar şeklinde gerçekleşmiştir. Ancak bu hâller, yukarıda da ifâde ettiğimiz gibi çoğu zaman insan idrâkiyle kavranması güç bir keyfiyette tezâhür ettiğinden, insanların ekserisine meçhûl kılınmıştır. Fakat ledünnî ilmin hak ve hakîkat olduğu Kur’ân ve sünnetle sâbittir.

Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de12 ve Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bâzı hadîs-i şerîflerinde anlatılan, Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- ile Hızır -aleyhisselâm- arasında cereyan eden şu hâdise, ledünnî ilmin muhtevâsından muhteşem pırıltılar aksettirmektedir:

Hazret-i Mûsâ ve ona inananların peşine düşmüş olan Firavun ordusu, İsrâiloğulları’nın gözleri önünde Kızıldeniz’e garkolmuştu. Bu ilâhî lutfun ardından Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- kavmini topladı. Onlara çok fasih, belîğ ve ateşli bir vaaz verdi. Öyle ki dinleyenlerin kalbleri yumuşadı, gözleri yaş döktü. Kavmi, Hazret-i Mûsâ’nın ilim ve mârifetteki derinliğine hayran kaldı. İçlerinden biri, bu sohbetin feyziyle mest olarak:

“– Ey Allâh’ın peygamberi, dünyada senden daha âlim bir kimse var mı?” diye sordu.

Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- ise hoşuna giden bu suâle “Allâh bilir” demeksizin:

“– Hayır, böyle bir kimse bilmiyorum.” diye cevap verdi. Bu sûretle bir zelle13 işlemiş oldu. Allâh Teâlâ bu cevâbı hoş görmedi ve o esnâda Hazret-i Mûsâ’ya vahyederek:

“– İki denizin birleştiği yerde bir kulum var ki, o senden daha âlimdir. Ona, husûsî bir ilim (ledünnî ilim) vermişimdir.” buyurdu.
Mûsâ -aleyhisselâm- bu ilmi öğrenmek arzusuyla:

“– …O iki denizin birleştiği yere kadar durup dinlenmeksizin gideceğim, (gerekirse) senelerce yürüyeceğim dedi.” (el-Kehf, 60)
Daha sonra kızkardeşinin oğlu Yûşâ bin Nûn ile yola çıktı. Seyahat esnâsında bâzı tecellîler yaşandı. Nihâyet aradıkları şahsı buldular. Kur’ân-ı Kerîm’de bu buluşma şöyle bildiriliyor:

“Derken, kullarımızdan bir kul buldular ki, ona nezdimizden bir rahmet vermiş, yine ona tarafımızdan bir ilim (ledünnî ilim) öğretmiştik.” (el-Kehf, 65)

Mûsâ -aleyhisselâm-’a vahiyle işâret edilen bu zât, bir kayanın üzerinde yeşil bir hırkaya bürünmüş vaziyetteydi. Hazret-i Mûsâ yaklaşıp selâm verdi ve:

“– Ben Mûsâ’yım.” dedi.

Hızır14 -aleyhisselâm- da:

“– Demek Benî İsrâil peygamberi Mûsâ sensin.” dedi.

Mûsâ -aleyhisselâm-:

“– Bana Allâh tarafından, insanların en âlimi olarak bildirilen zât sen misin?” diye sordu.

Hızır -aleyhisselâm- cevâben:

“– Yâ Mûsâ, Allâh sana bir ilim vermiştir, o bende yoktur; bana bir ilim vermiştir, o da sende yoktur.” dedi.

Mûsâ -aleyhisselâm-, Hızır -aleyhisselâm-’a:

“– Allâh’ın sana öğrettiği rüşd’ü (hakîkate ulaştıracak ilim ve hikmeti) bana da öğretmen için sana tâbî olabilir miyim?” (el-Kehf, 66) dedi.

Mûsâ -aleyhisselâm-, Hızır -aleyhisselâm-’dan bu ilmi tahsîl etme arzusunu böylece bildirdi. Görülüyor ki bu ilmin tahsîli için âyet-i kerîmede geçtiği üzere “tâbî olmak” gerekiyor. Zîrâ bu ilim sadırdan sadıra intikâl edecektir. Bunun için de bir maiyyet, yâni maddî-mânevî berâberlik mecbûriyeti vardır.

Mûsâ -aleyhisselâm- zâhiren anlaşılması mümkün olmayan, kendisine acâip ve garâipten görülen bâzı hakîkatlerin hikmetini Hızır -aleyhisselâm-’dan öğrenmek istiyordu. Hızır -aleyhisselâm- ise Musâ -aleyhisselâm-’a:

“– Doğrusu sen benimle berâberken sabretmeye aslâ muktedir olamazsın! İç yüzünü bilmediğin bir bilgiye nasıl sabredeceksin?” (el-Kehf, 67-68) dedi.

Hızır -aleyhisselâm-, aslında daha bu sözüyle, Hazret-i Mûsâ’nın psikolojik durumu hakkında ilk keşfi yapmış, O’na kendini anlatmış oluyordu ki, bu hâl sonunda gerçekleşecekti. Çünkü bu ilim büyük bir sabır istiyordu ve Mûsâ -aleyhisselâm- ise çok hareketli bir hayattan geliyordu. Burada Hazret-i Mûsâ’nın alacağı ders, ilâhî hakîkat ilmi karşısında kendi mevkîini ve acziyetini görmekti.

Mûsâ -aleyhisselâm- ise ısrarla:

“– İnşâallâh beni sabırlı bulacaksın. Sana hiçbir işte karşı gelmeyeceğim.” (el-Kehf, 69) dedi.

Hızır -aleyhisselâm-:

“– Mâdem bana uyacaksın, ben sana bir şey söylemedikçe, hiçbir konuda bana suâl sorma!” (el-Kehf, 70) dedi.

Bunun ardından sâhilde berâberce yürüdüler. Nihâyet iki kardeşe âit bir gemiye bindiler. Hızır -aleyhisselâm- kendilerinden ücret bile almayan bu sâlih kimselerin gemisini delmeye başladı. Mûsâ -aleyhisselâm- heyecanla:

“– Gemi halkını boğmak mı istiyorsun! Niye deldin gemiyi? Bu geminin sahipleri zâten fakir kimseler, buradan ekmek paralarını çıkartıyorlar. Bu gariplerin gemisinden ne istedin? Doğrusu çok şaşılacak bir iş yaptın!” dedi.

Hızır -aleyhisselâm- ise evvelki îkâzını hatırlatarak:

“– Ben sana, benimle beraberliğe sabredemezsin demedim mi?” cevabını verdi.

Mûsâ -aleyhisselâm-:

“– Unuttuğum bir şeyden dolayı beni hesâba çekme; bu iş sebebiyle bana zorluk çıkarma.” dedi.

Tam bu sırada bir serçe kuşu gelerek geminin kenarına kondu. Sonra denizden gagasıyla su aldı. Hızır -aleyhisselâm-, bu manzarayı Mûsâ -aleyhisselâm-’a göstererek şu teşbihte bulundu:

“– Allâh’ın ilmi yanında senin, benim ve diğer mahlûkâtın ilmi, şu kuşun denizden gagasıyla aldığı su kadardır.”

Bir müddet sonra gemiden indiler ve birlikte yürümeye başladılar. Nihâyet bir erkek çocuğa rastladılar. Hızır -aleyhisselâm-, hemen o çocuğu öldürdü.

Mûsâ -aleyhisselâm-:

“– Tertemiz bir canı, bir can karşılığı olmaksızın katlettin ha! Gerçekten çok fena bir şey yaptın!” dedi.

Hızır -aleyhisselâm- ise yine aynı şekilde mukâbele etti:

“– Ben sana, benimle beraberliğe sabredemezsin, demedim mi?”

Mûsâ -aleyhisselâm-, verdiği sözde duramamanın büyük mahcûbiyeti içinde:

“– Eğer bundan sonra da bir şey sorarsam artık bana arkadaşlık etme. Hakikaten, sana ileri sürebileceğim mâzeretlerin sonuna ulaştın.” dedi.

Yine yürüdüler. Nihâyet bir köy halkına varıp onlardan yiyecek bir şeyler istediler. Ancak köy halkı onları misafir etmekten kaçındığı gibi, üstelik onlara bir de kötü muâmelede bulundu. Hazret-i Mûsâ ve Hızır -aleyhimesselâm- köyden çıkarken orada yıkılmak üzere bulunan bir duvar gördüler. Hızır -aleyhisselâm-, kerpiçle o duvarı yeni baştan örüp doğrulttu. Bunun üzerine Mûsâ -aleyhisselâm-:

“– Kendilerine geldiğimiz hâlde bize ilgi gösterip ağırlamayan, açlığımızı dindirecek bir-iki lokmayı bile bize çok gören şu insanlara sen bedâva iş yapıyorsun. Dileseydin, elbet buna karşı bir ücret alabilirdin.” dedi.

Hızır -aleyhisselâm- ise şöyle dedi:

“– Artık birbirimizden ayrılma vakti geldi. Şimdi sana, sabredemediğin üç hâdisenin içyüzünü haber vereceğim:

O deldiğim gemi, denizde çalışan yoksul kimselerindi. Onu kusurlu göstermek istedim. Çünkü onların arkasında, bütün sağlam gemileri gasbetmekte olan bir kral vardı.

Erkek çocuğa gelince; yarın âsî biri olacaktı. Onun ana-babası ise, sâlih kimselerdi. Bunun için çocuğun onları azgınlık ve nankörlüğe sürüklemesinden, onlara eziyet etmesinden korktuk. Böylece istedik ki, Rableri onun yerine kendilerine, ondan daha temiz ve daha merhametlisini versin.

Doğrulttuğum duvar ise, köydeki iki yetim çocuğun idi. Altında da onlara âit bir hazine vardı. Çocukların babası, sâlih bir kimseydi. Rabbin murâd etti ki, o iki çocuk, güçlü çağlarına erişsinler ve Rablerinden bir rahmet olarak hazinelerini çıkarsınlar. Ben, bunu da

kendiliğimden yapmadım. İşte, sabredemediğin hâdiselerin içyüzü budur.”15

Bu kıssadaki hikmetli, ibretli ve esrarlı noktalara dâir pek çok şey ifâde edilmiş ve şerhler yapılmıştır. Bu mevzudaki hikmet dolu nüktelerden birkaçını şöyle ifâde edebiliriz:

Ledünnî ilim, hâdisâta, zâhirî şartların, beşerî kıstasların ötesinde, keyfiyeti çoğu insanlara meçhul bir nizâmın ölçüleriyle bakıştır.

Meselâ bütün ilimlerde “suâl”, öğrenmenin en mühim anahtarı kabul edilirken; bu ilimde ise suâl, îtiraz, münâkaşa ve münâzara yoktur. Buna mukâbil, sükût, sabır ve teslîmiyet vardır. İşlerin nihâyetine ve netîcesine bakılır. Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri ne güzel söyler:

Hak şerleri hayreyler

Zannetme ki gayreyler

Ârif ânı seyreyler

Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler!

Deme niçin şu şöyle

Yerincedir o öyle

Var sonunu seyreyle

Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler!

Kıssada geçen gemi seyahatinde sâlih gemici kardeşler, Hazret-i Mûsâ ve Hızır -aleyhimesselâm-’dan ücret almamışlardı. Bu sûretle Hak dostlarına yapılan küçük bir iyiliğin büyük bereketiyle karşılaştılar. Gemileri, telâfisi mümkün küçük bir zarar ile gasbolunmaktan kurtuldu. Yâni kendisiyle ihsânda bulunulan helâl sermâye, zâyî olmadı.

Yine geminin kusurlu kılınarak kralın gasbına mânî olunması, işârî mânâda, kişinin ömür deryâsında yüzen gemisi mevkiindeki nefsini kusursuz gördüğü takdîrde kibir ve ucub girdabında mânen helâke sürüklenebileceği, bu sebeple de dâimâ acziyet ve kusurunu îtirâf hâliyle mânevî kayıplardan sakınması gerektiği şeklinde şerh edilmiştir.

Hızır -aleyhisselâm-’ın mâsum bir çocuğu öldürmesinde de hikmetler vardır:

İnsanoğlu, kalbindeki çoluk-çocuk, ana-baba, kardeş ve arkadaş sevgileri gibi beşerî fakat mâsum sevgileri, lâyık olduğu kıvamda tutup Allâh sevgisinin ötesine geçirmemelidir. Aksi hâlde bunlar, insanı aslî maksadından alıkoyar, hattâ onu yoldan çıkarır.

Cenâb-ı Hakk’ın yüce isimlerinden biri de “er-Rakîb”dir. Bu ise Allâh Teâlâ’nın, sevdiği kullarının kalbindeki Allâh sevgisinin üstüne başka sevgilerin gölgesinin bile düşmesine râzı olmaması demektir. Yâni Allâh’a muhabbet, ortak kabul etmez.

Hâlbuki vaktiyle Yâkub -aleyhisselâm- da, oğlu Yûsuf’un alnındaki nübüvvet nûrunu sezmiş ve kalbinde ona karşı şiddetli bir muhabbet akışı olmuştu. Yâkûb -aleyhisselâm-’ın, oğluna aşırı muhabbet ve düşkünlüğü gayretullâha dokundu. Bu sebeple Allâh Teâlâ, ona bir iptilâ vermeyi murâd etti. Netîcede ise mâlûm olduğu üzere oğluyla arasına uzun ayrılık yılları girdi. Fazla muhabbet, ardından acı bir firâk getirdi.16

Bâzı büyük hakîkatler, sosyal verâset yoluyla halkın harc-ı âlem malı hâline gelir ve topluluğun müşterek kültür mahsullerine akseder. Aslında putlaştırılan sevgilerle ilgili olan bu nükte de, bir halk türküsüne “çok muhabbet tez ayrılık getirir” şeklinde aksetmiştir.

Gerçekten çok ibretli ve hikmetlidir ki Hızır -aleyhisselâm-’ın öldürdüğü çocuğun anne-babası da, elbette çocukları doğduğunda sevince garkolmuş, öldüğü zaman ise büyük bir mâteme bürünmüşlerdi. Hâlbuki çocuk yaşasa kendisiyle beraber ana-babasının dünyâ ve âhiretini mahvedecekti. Karar, anne-babaya bırakılsa ölmesini hiç istemezlerdi. Fakat merhameti sonsuz olan Cenâb-ı Hak, o sâlih kullarını, bir ana-babanın evlâdına beslediği sevgiden daha çok sevdiği için, o çocuğun ölümünü takdîr buyurup yerine sâlih bir evlâd vermekle onları aslında lutuflandırdı. Ölen çocuk, mâsum olarak bu âlemden âhirete intikâl ettiği için onun fânî dünyâ hayatına mukâbil, ana-babasıyla birlikte ebedî bir âhiret hayatı da korunmuş oldu. Yâni kahır sûretinde gelen bir lutuf ile zararın küçüğü, büyüğüne tercih edilmişti.

Demek ki kulların hâdiseleri değerlendirmesi, ilâhî hikmete vâkıf olamadıkları için ekseriyetle yanlıştır.

Yüce Rabbimiz Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyuruyor:

وَعَسَى أَن تَكْرَهُواْ شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَّكُمْ وَعَسَى أَن تُحِبُّواْ شَيْئًا وَهُوَ شَرٌّ لَّكُمْ وَاللّهُ يَعْلَمُ وَأَنتُمْ لاَ تَعْلَمُونَ

“… Hoşunuza gitmeyen bir şey çoğu kere sizin için hayırlı olabilir. Yine sevdiğiniz bir şey de çoğu kere hakkınızda şer olabilir. Allâh bilir, siz bilemezsiniz.” (el-Bakara, 216)
Günahsız, mâsum bir insanın katli, pek tabî ki büyük bir cürümdür ve şer’an kısas gerektirir. Fakat bu kıssadaki gibi bir örneğin, şer’î hükümlerin tasvip etmediği bir şekilde ve sırf bâtın ilmine dayanılarak gerçekleştirilmesi, zâhirle mükellef olan ümmet-i Muhammed hakkında mümkün değildir. Bu yüzden kalbî ilme sâhib büyük zâtlar da, zâhirî sebepler teşekkül etmeksizin harekete geçmez, sebepler dünyâsından ayrılmazlar. Şer’î hükümlerin sınırları herkes için vazgeçilmez ölçülerdir.

Mûsâ -aleyhisselâm- şeriat sahibi bir peygamberdir ve onu tatbîk etmekle vazîfelendirilmiştir. Hızır -aleyhisselâm- ise Allâh’ın bildirdiği bir ilim dâhilinde hareket etmektedir. Yâni yaptıklarını kendi arzusuyla değil, Rabbinin emriyle yapmaktadır. Mûsâ -aleyhisselâm-’ın, Hızır -aleyhisselâm-’a îtiraz etmesi ise, Allâh’ın koyduğu hudutları gözetmek içindir. Bu kıssayı Kur’ân-ı Kerîm’de insanlara bildiren de yine Yüce Rabbimizdir. Demek ki kıssadaki hâdiseler, zâhiren şer’î gerçeklere muhâlif gibi görünse de hakîkatte birbirini tamamlayan farklı tezâhürlerdir. Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- bu tecellîlerin sırrını öğrenince îtirazı bıraktı. Anladı ki şeriat beden, hakîkat de rûh gibidir. Şer’î kâideler herkese şâmil olduğundan, insanların ekseriyetinin bâtınî gerçeklere vâkıf olamamaları sebebiyle mükellefiyetleri de sırf zâhirî sebeplere göredir.

Diğer taraftan köylülerin tardetmelerine rağmen Hızır -aleyhisselâm-’ın muhatab oldukları bu kötü muâmeleye bakmadan ve hiçbir maddî menfaat ummaksızın köyde yıkılmak üzere olan bir duvarı tâmir etmesi, aslında yetimlerin himâyesinin ne derece mühim bir vecîbe ve yüksek bir fazîlet olduğunu tebârüz ettirmek içindir. Ayrıca helâl kazancın da zâyî edilmeyeceği hikmetinin ifâdesidir. Hakîkaten sâlih kulların helâl kazançları, Allâh tarafından korunur, zâyî olmaz.

Hazret-i Osman -radıyallâhu anh- duvarın altından çıkan bu hazine hakkında şu bilgileri vermektedir:

“Hazîne, altından yapılmış bir levha idi. Üzerinde şu yedi satır yazılıydı:

1. Ölümü bilip de gülen kimseye şaşarım.

2. Dünyânın fânî olduğunu bilip de ona rağbet eden kimseye şaşarım.

3. Her şeyin bir kader ile tâyin edildiğini bilip de elden çıkan şeye üzülen kimseye şaşarım.

4. Hesâba tâbî tutulacağını bildiği hâlde mal toplayan kimseye şaşarım.

5. Cehennem ateşini bildiği hâlde günâh işleyen kimseye şaşarım.

6. Allâh’ı yakînen bildiği hâlde, O’ndan başkasını anan kimseye şaşarım.

7. Cenneti yakînen bildiği hâlde dünyâda istirahat ümid eden kimseye ve şeytanı düşman olarak bildiği hâlde ona itaat eden kimseye şaşarım.” (İbn-i Hacer el-Askalânî, Münebbihât, 29)

Yine bu kıssada işârî mânâ ile, Hazret-i Mûsâ ve Hızır -aleyhisselâm-’ın buluştukları iki denizin birleştiği yerden maksad, zâhir ilminde Hazret-i Mûsâ’nın, bâtın ilminde de Hızır -aleyhisselâm-’ın derin bir deryâ misâli olmalarıdır.

Hazret-i Mûsâ’nın ledünnî ilmi tahsîl maksadıyla Hızır -aleyhisselâm-’a tâbî olması, tasavvuftaki mürîd-mürşid münâsebetlerine benzerlik bakımından da hayli dikkat çekicidir. Bu bakımdan denilebilir ki bir kimse, ilimde Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- kadar derin olsa dahî, kendisinde bulunmayan bir ilmi tahsîl için tevâzû ve mahviyet içerisinde mânâ sultanı Allâh dostlarının önünde diz çökebilmeli, onların irşâdını taleb edebilmelidir.

Sevgili Peygamberimiz’e:

“– Yâ Rasûlallâh! Kur’ân’da ve sünnette çözümünü bulamadığımız bir meseleyle karşılaştığımızda ne yapalım?” diye sorduklarında o Varlık Nûru:

“– Onu, fakihlere ve âbidlere (sâlihlere) sorun ve onların istişâresine arz edin. O konuda şahsî

görüşünüzle amel etmeyin.” (Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, I, 178) buyurmuştur.

Büyük fıkıh âlimi, müctehid, İmâm Şâfiî Hazretleri, gönül ehli bir kimse olan Şeybân-ı Râî Hazretleri’nden mânevî istifâde için önünde bir talebe gibi büyük bir edeple diz çöker, bâzı hususları istişâre ederdi. Talebeleri:

“– Yâ İmâm! Sizin gibi bir âlim nerede, Şeybân nerede? Bunca hürmet ve iltifâtın hikmeti nedir?” diye sorduklarında, o büyük İmâm:

“– Evlâdlarım! Bu zât bizim bilmediklerimizi bilir!” derdi.

Ahmed bin Hanbel ve Yahyâ bin Main de, bazı meseleleri Mârûf-i Kerhî’ye başvurup ondan sorarlardı.

Mânâ üstadlarına zâhirî ilimleri değil, kalbî ilimleri tahsîl için gidilir. Çünkü onlar, Allâh’a ulaştıran yolların rehberleridir. Nitekim, nice büyük tefsir, hadis, fıkıh âlimleri, tasavvufa intisâb etmiş, bilmedikleri incelikler husûsunda Hak dostlarını rehber edinmişlerdir. İbn-i Âbidîn, Âlûsî ve diğerleri gibi…

Dünyanın en büyük hukukçularından biri olan İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri de, Câfer-i Sâdık Hazretleri’nin sohbetinden tefeyyüz etmiştir.

Ebû Hanîfe Hazretleri’nin mâneviyat ehline büyük hürmetini ifâde eden şu hâdise de pek mühimdir:

Anlatıldığına göre, birgün Hak dostlarından İbrahim bin Edhem’in yolu İmâm-ı Âzam Hazretleri’ne uğradı. Ebû Hanîfe’nin etrafındaki talebeler İbrahim bin Edhem’e küçümseyen, garipseyen gözlerle baktılar. İmâm-ı Âzam bu hâli gördü ve İbrahim bin Edhem’e:

“– Buyurun efendimiz, meclisimize şeref veriniz!” diye seslendi.

İbrahim bin Edhem mahcûb bir edâ ile selâm verip geçti. İbrahim bin Edhem oradan ayrılınca, İmâm-ı Âzam’a etrâfındaki talebeleri sordu:

“– Bu kimse efendilik ve büyüklük sıfatına ne bakımdan lâyıktır? Sizin gibi bir zât ona nasıl efendimiz der?”

Bunun üzerine İmâm-ı Âzam, yüksek tevâzuunu da ifâde eden şu cevâbı verdi:

“– O, dâimî bir sûrette Allâh ile meşgûl, biz ise işin kîl u kâliyle…”

5

Öte yandan her hususta olduğu gibi ledünnî ilmin tahsîlinde de ilâhî tâyinle konulmuş olan âdâb ve erkâna riâyet etmek gerekir. Bu âdâbın en mühimlerinden biri, kulun acziyet ve hiçliğinin şuurunda olarak tevâzua bürünmesidir.

Nitekim, «Kelîmullâh» şânına mazhar ve “ülü’l-azm” bir peygamber olan Mûsâ -aleyhisselâm-, “Kavmimle uğraşmam lâzım, bana Tevrat kâfîdir, zâten vahye muhâtab biriyim, Cenâb-ı Hak’tan istesem O, bana bu ilmi doğrudan öğretmeye kâdirdir…” dememiş; yüksek bir tevâzû sergileyerek murâd-ı ilâhîye tâbî olmuştur. Böylece, gelecek insanlığa bu husûsta bir ölçü ve davranış mükemmelliğinden bir örnek sunmuştur.

“– O âlimi bulmak için gerekirse yıllarca yürümeye kararlıyım.” demesi de bunun açık bir delîlidir. Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-’ın Hızır’a karşı gösterdiği bu tevâzu, ilim ve mârifet tâlibi herkese güzel bir nümûnedir.

Cenâb-ı Hak dileseydi Hızır ile Musâ -aleyhisselâm-’ı hemen karşılaştırabilirdi. Hâlbuki onları, meşakkatli bir yolculuk sonunda karşılaştırmayı murâd etti. Demek ki bu yolda, aşk ve istiğrak içinde bir azim, kararlılık ve gayret ile “lutf-i ilâhî” gerekiyor.
Aynı zamanda Hazret-i Mûsâ ile Hızır arasındaki bu hâller, bâtın ilminin de sebeplere ve usûle uygun olarak, bir üstaddan alınması gerektiğine işârettir. Yâni bu ilme ekseriyetle, sebebsiz, rehbersiz ve mürşidsiz olarak ulaşılamaz. Ancak Veysel Karânî Hazretleri gibi “Üveysî meşreb” olanlar istisnâdır. Bu yolda maksada ulaşmak için büyük bir azim ve yüce bir himmete ihtiyaç vardır.

Öte yandan Hazret-i Mûsâ’nın Hızır -aleyhisselâm-’dan ilim tahsîl etmek istemesi; “Nasıl olur da bir velî, büyük bir peygambere ders verebilir?” şeklindeki bir suâli akla getirebilir.

İşte bu durumda şu husûsa dikkat edilmelidir ki, Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-’ın Hızır -aleyhisselâm-’dan ilim tahsîl etmek istemesi, onun hiçbir ilim ve mârifete sahip olmadığı, kendisine keşf ve ilhâmdan hiçbir nasîb lutfedilmediği mânâsına gelmez. Bu hâl, herhangi bir hususta daha kâmil olandan, o husûsun tahsîli gibidir.

Meselâ Mîmar Sinan’ın mîmârîdeki ilmî dirâyet ve kâbiliyeti, Süleymâniye Câmii inşâsında çalışan bütün sanatkârlardan hiç şüphesiz daha üstündür. Sinan’ın o câmîdeki bir mermerci kadar mermeri işleme sanatını bilmemesi, onun için bir kusur olamaz. Çünkü o sanatkârlar da Sinan’ın tâlimâtı altındadır.

Bu itibarla Hızır -aleyhisselâm-’ın Musâ -aleyhisselâm-’a belli bir müddet üstad olması sebebiyle Musâ -aleyhisselâm-’dan üstün olduğu söylenemez. Haddi zâtında burada bir üstünlük mukâyesesi de söz konusu olamaz. Çünkü Mûsâ -aleyhisselâm- ile Hızır -aleyhisselâm-, kıyas kabul etmeyecek şekilde farklı vâdîlerdedir. Buradaki hikmet, ilâhî ilim karşısında peygamberler de dâhil bütün mahlûkâtın acziyet içinde olduğu gerçeğinin bütün insanlığa gösterilmesidir.

Peygamberler de bir beşer olmakla birlikte, ilâhî vahye mazhar olmuş, seçilmiş kimselerdir. Cenâb-ı Hakk’ın bu müstesnâ kulları günah işlemezler. Ancak onlar da âciz birer beşer olmak itibâriyle nâdiren “zelle” denilen hatâlara düşerler. Cenâb-ı Hak bu sûretle onlara da, kâh ahkâm zâhir olsun diye, kâh insanlığa emsâl olsun diye beşer olmanın acziyetini tattırır ve onları çoğu kez bize meçhûl bir keyfiyette terbiye eder. Burada da Mûsâ -aleyhisselâm- ilâhî ilmin sonsuzluğu karşısında beşerin sâhib olduğu ilmin acziyetini anlayacak, kendisine bildirilmeyen daha nice ilimlerin mevcûd olduğunu görecektir. Kıyâmete kadar gelecek olan insanlık da onun kıssasından birçok ibretler alacaktır.

Gerçekten Peygamberler bile nübüvvet gibi büyük bir kudret ve salâhiyete sâhip olmalarına rağmen, kendilerine bahşedildiği kadar ilme vâkıf olmuş ve Hak Teâlâ’nın lutfettiği nisbette de gayba muttalî olabilmişlerdir. Ledünnî ilim vehbî olduğundan, onlar bile Cenâb-ı Hakk’ın bildirdiğini bilir, bildirmediğini bilemezler. Nitekim Şeyh Sâdî’nin Gülistan’ında geçtiği üzere bir kişi Hazret-i Yâkûb’a:

“– Ey kalbi münevver, akıllı peygamber! Yûsuf’un gömleğinin kokusunu Mısır’dan gelirken duydun da, neden yanıbaşındaki kuyuya atılırken Yûsuf’u göremedin?” diye sorar.

Yâkûb -aleyhisselâm- ise cevâben:

“– Bizim bu hususta nâil olduğumuz ilâhî nasîb, çakan şimşekler gibidir. Bundan dolayı murâd-ı ilâhîye bağlı olarak gerçekler bize bâzan ayân olur, bâzan kapanır!..” buyurur.

Nitekim, Mûsâ -aleyhisselâm-’ın Hızır -aleyhisselâm-’dan ilim taleb ederken kullandığı tâbir de, “sana verilen ilim” şeklindedir. Yâni ilim, kullara değil, Hak Teâlâ’ya izâfe edilmelidir. Bütün ilimlerin mutlak menbaı Allâhu Azîmuşşân’dır. O, dilediğine, dilediği kadar bundan ihsân eder. Bâzı ilimlerin tahsîli için birtakım zâhirî sebepleri vâsıta kılar, bâzı ilimleri ise bizzat kulunun kalbine lutfeder.

Diğer taraftan bir kul, oruçluyken sehven (unutarak) bir şey yese, orucu bozulmaz. Tıpkı bunun gibi Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-’ın Hızır -aleyhisselâm-’a verdiği sözü unutarak ona îtiraz etmesi, beraberliklerinin devâmına mânî olmamıştı. Fakat Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- bu ilimden gelmesi muhtemel nasîbini -mecbûr olmadığı hâlde- bir mahcûbiyet heyecanıyla:

“Eğer bundan sonra sana bir şey sorarsam, beni yanında bulundurma.” (el-Kehf, 76) diyerek şarta bağladığı için, netîcede nasîbi bu kadarla mahdud kaldı.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Allâh, Mûsâ’ya rahmet buyursun. Eğer o sabredebilseydi, Allâh Teâlâ onlar vasıtasıyla bize (daha pek çok esrârengiz ve acâib) hâdiseler bildirecekti.” (Müslim, Fezâil, 170; Buhârî, Tefsîr, 18/2)
buyurmuştur.

Demek ki bu yolda sabır ve temkin ehli olmak esastır.

Tasavvuf ehlinin bu kıssayla ilgili değerlendirmelerinden biri de şöyledir:

Rivâyet edildiğine göre, Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-’a bu seyahatinde refâkat eden genç, Mûsâ -aleyhisselâm-’ın kız kardeşinin oğlu ve kendisine îmân edenlerin, yâni ashâbının önde gelenlerinden Yûşâ bin Nûn idi. Bu zât, Mûsâ -aleyhisselâm-’ın vefâtından sonra da halîfesi olmuştur.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de hicret yolculuğunda, hakkında hadîs-i şerîfte “üçüncüleri Allâh olan ikinin ikincisi” (Buhârî, Ashâbü’n-Nebî, 2) buyurulan ve ümmetinin en fazîletlisi olan Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ı yol arkadaşı olarak tercih etmişti. Bu misâller, mânevî yoldaki Allâh rızâsı için olan hakîkî dostlukların ehemmiyetini tebârüz ettirmektedir.

Binbir sır ve hikmetlerle dolu olan Mûsâ -aleyhisselâm-’ın bu kıssası bile, bize ledünnî ilmin muhtevâsından sadece birkaç misâl sergilemektedir.

5

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Şüphesiz ben, sizin görmediklerinizi görürüm ve işitmediklerinizi işitirim. Gök (âdetâ) gıcırdadı ve gıcırdaması da hakkıdır. (Çünkü) gökte dört parmak yer yoktur ki bir melek Allâh’a secde etmek üzere (o yere) alnını koymasın. Allâh’a yemin ederim ki benim bildiğim gerçekleri siz bilseydiniz, az gülerdiniz ve çok ağlardınız… (Evlerinizden) sahrâlara dökülüp Allâh’a yüksek sesle yakarışta bulunurdunuz.”

Hadîsi nakleden Ebû Zerr-i Gıfârî -radıyallâhu anh- bu sözler üzerine:

“– Vallâhi ben kesilen bir ağaç olmamı cidden temennî ettim!..” demiştir. (İbn-i Mâce, Zühd, 19)

Ledünnî hakîkatler karşısında bazı sahâbîler de, düştükleri hayret ve dehşet okyanusundaki acziyet duygularını, şu kelimelere yüklemişlerdir:

Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-:

“Kuşların gagaladığı bir hurma tanesi olsaydım!”

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:

“Keşke bir ot olsaydım! Keşke hiçbir şey olmasaydım!” buyurmuşlardır.

Müminlerin annesi Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-
ise:

“Keşke şu ağaçta bir yaprak olsaydım!” demiştir.

Allâh’ın kudret ve azameti karşısında onları iki büklüm yapan bu durum, acz ve havf makâmıdır.

Ashâb-ı kirâmdan Hâris bin Mâlik el-Ensârî -radıyallâhu anh-, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sohbetinde vecd ile dolar ve istiğrak hâlinde yaşardı. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir sabah ona:

“– Yâ Hârise, nasıl sabahladın?” diye sorduğunda Hârise -radıyallâhu anh-:

“– Hakîkî bir mümin olarak!” cevâbını verdi. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu defâ:

“– Yâ Hârise! Her hâl ve hakîkatin bir delîli vardır. Senin îmânının hakîkatinin delîli nedir?” buyurdu.

Hârise -radıyallâhu anh-:

“– Yâ Rasûlallâh! Dünyadan el-etek çekince, gündüzlerim susuz, gecelerim uykusuz hâle geldi. Rabbimin arşını açıkça görür gibi oldum. Birbirlerini ziyâret eden cennet ehli ile, yekdiğerine düşman kesilen cehennem ehlini görür gibiyim.” dedi.

Bunun üzerine Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“– Tamam yâ Hârise! Bu hâlini muhâfaza et! Sen Allâh’ın, kalbini nûrlandırdığı bir kimsesin.” (Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, I, 57) buyurdular.

Yine Hârise -radıyallâhu anh- hakkında Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Bir kimse Allâh’ın kalbini nûrlandırdığı bir şahsı görmek isterse Hârise’ye baksın.” (İbn-i Hacer, el-İsâbe, I, 289) buyurmuşlardır.
Hazret-i Mevlânâ, beyitlerinde bu hâdiseyi gönül lisânıyla temsilî olarak şöyle anlatır:

“Hârise -radıyallâhu anh-, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den:

«– Gördüklerimi anlatayım mı?» diyerek izin ister ve anlatmaya başlar:

«– Yâ Rasûlallâh! İnsanların yarın olacak diye inandıkları mahşer gününü bugün ortaya koyayım. Haşr ve neşrin bütün sırlarını açığa vurayım. Emret, bu sırların perdelerini yırtayım. İçimdeki ilâhî hikmetler cevheri, göklerin güneşi gibi parlasın!»

«Yâ Rasûlallâh! Emret, kimler dünyanın kir ve çirkinlikleri arasında hâlis altın ve pırlantalar gibi kalmayı bildi; kimler küfrün kızıl ve kara rengiyle paslandı, anlatayım.»

«Nübüvvetinin zâil olmaz ışığında nifâkın yedi uçurumunu ayân edeyim.»

«Âhirette şakîlerin giyeceği elbiseyi halka göstereyim. Orada peygamberler için çalınacak davul ve kösün sesini de duyurayım.»

«Coşkun ve taşkın bir hâlde bulunan kevser havzını göstereyim de, suyu halkın yüzüne serpilsin, sesi de kulaklarına değsin!»

«Susamış kimselerin o havuz etrafında koştuklarını açıkça göstereyim! Onların omuzları omuzlarıma dokunuyor. Bağrışmaları kulağıma geliyor!»

«Cennetlikler sevinçlerinden gözümün önünde kucaklaşarak birbirleri ile musâfaha ediyorlar.»

«Cehennemliklerin de âh-vâh âvâzeleri ile inleyip feryâd ü figân etmeleri âdetâ kulağımı sağır edecek!»

«Bunlar derinden söylediğim birtakım işâretlerdir. Daha da söyleyeceğim, ama Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in azarlamasından korkuyorum!..»

O, sekr-i mânevîye müstağrak olarak böyle söylüyordu. Görülmemiş bir vecd ile kendinden geçmiş, (âdetâ) şuûrunu kaybetmiş, bütün sırları açığa vuracak hâle gelmişti.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, onu bu hâlden uyandırmak için:

«– Kendini topla! Sus!» diyerek Hazret-i Hârise’nin yakasını çekti ve şöyle buyurdu:

«– Kendine gel! Dilinin dizginini tut ki, söylenmeyecek sözleri söyleyecek hâle geldin. Rûhunun aynası ten kılıfından dışarı fırladı. Ancak unutma ki, nâil olunan sırları açığa vurmak, onları hazmedemeyiştendir. Allâh’ın isimlerinden biri de Settâr’dır. Bunu bil ve bu sıfatla vasıflanmanın saâdetini kuru bir hazımsızlığa kurban etme!»”

Kâinâtın her zerresinde ilâhî bir denge olduğu gibi, rûhî âlemdeki tecellîler karşısında da kul, muvâzene ve îtidâli muhâfaza etmek mecbûriyetindedir. Her hususta ümmetine en güzel bir numûne olan Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, rûhâniyetin zirve noktasında bile ölçülerin dışına çıkmamış, istikâmetten ayrılmamıştır.

Bazı zamanlarda Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- öyle bir mânevî feyz ile dolardı ki, bu hâle uzun süre tahammül etmek mümkün olmazdı. Hâssaten vahyin nüzûlü esnâsında fevkalâde ızdırap çeker, inci tanesi gibi terler dökerdi. Feyz ve istiğrâkının had safhaya vardığı bazı anlarda:

“Yâ Âişe, rûhâniyet beni istilâ etti. Gel biraz benimle konuş!”17 diyerek beşerî iklîme rücû ederdi.

Bunun aksine dünya gâlib gelince de:

“Yâ Bilâl! Haydi namaza çağır da ferahlayalım!” (Ebû Dâvud, Edeb, 78) buyurarak beşeriyet ve rûhâniyet iklîmleri arasındaki dengeyi sağlardı.

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, iç âleminde son derece ölçülü olduğu gibi, dışa karşı da dâimâ îtidâl üzere davranmıştır. Allâh Teâlâ’nın kendisine lutfettiği akıl üstü yüksek hakîkatleri ehlinden gayrısına bildirmemiştir. Bu hususun ehemmiyetine binâen Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- da:

“İnsanlara anlayacakları şekilde konuşunuz.” (Buhârî, İlim, 49) buyurmuştur ki bu, kendi aklınızın erdiği kadar değil, onların akıllarının kavrayacağı derecede söyleyin, demektir.

Ebû Hureyre -radıyallâhu anh-, bu sırlı mânevî hakîkatlerle alâkalı olarak, halkın anlayamayacağı endişesiyle bir kısım hadîs-i şerîfleri rivâyet etmediğini şöyle ifâde eder:

“Ben, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den iki kap (dolusu ilim) belledim. Bunlardan birini halka yaydım. Ötekine gelince, şâyet onu yaymış olsaydım şu boynum kesilirdi.” (Buhârî, İlim, 42)

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, şöyle buyurmuşlardır:

“Hikmeti ehlinden gayriye verirseniz, zulmetmiş olursunuz.” (Dârimî, Mukaddime, 34)
Bu cümle, mefhûm-ı muhâlifiyle şu mânâyı da ifâde eder:

“Hikmet ve esrârı ehlinden men ederseniz, bu takdirde yine zulmetmiş olursunuz.”

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Allâh hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilirse, ona pek çok hayır verilmiş demektir. Ancak akıl sahipleri düşünüp ibret alırlar.” (el-Bakara, 269)

5

Temkin ehli büyükler, bu ilimden kendilerine verilen nasîbi, sığ idrâklere teklîf etmemişlerdir. Zîrâ aklın kavramakta âciz kaldığı bu mahrem sırlar, ehli olmayanlardan gizlenmelidir. Nitekim Allâh’ın bazı kullarına lutfettiği bu müstesnâ sırlara sahip olanlardan Hallâc-ı Mansûr, kalbindeki tecellîlerden ufacık bir huzmeyi fâş ettiği için kanı heder edilmiş, îdamla cezalandırılmıştır.

Vahdet deryâsına dalan Hallâc, derin bir vecd ve sekr hâlindeyken, üzerindeki tecellîlerin şiddetli girdabına kapılmış ve “Ene’l-Hak” diye feryâd etmiştir. Mahrem bir sırrın böylece dile dökülmesi, insanların akıl kıstası ile ölçmelerine sebep olmuş ve akıl, bu nezâketi tartamamıştır.

Hallâc’daki bu hâl, birçok velîde de görülmüştür. Fakat bu, ne bir tesbît ve ne de bir teşhîstir. Bu, sâdece geçici bir hâldir ki fenâfillâh makâmındayken temkin hâlini muhâfaza edemeyip, akla riâyeti kaybeden velîlerde zuhûr eder. Aklın zâhirî kıstas ve kıyaslar âlemini terkettiği, yâni tükendiği bu hâlde, sâhibine şer’an bir teklif yoktur. Zîrâ ilâhî ölçüyle, şer’î mes’ûliyetin ilk şartı “akıllı olmak”tır. Aklın ise böyle sözlerde hiçbir hissesi yoktur. Bu hâllerin akılla idrâk edilmesi mümkün değildir.

Böyle hâller cezbenin galebesiyle vâkî olduğundan, böylelerine tasavvuf tâbiriyle “meczûb”18 denilir. Onların zâhir ölçülerine sığmayan bu gibi hâlleri, ehlince mâzur görülürse de avâm-ı nâs tarafından takbîh edilmesi de kınanmaz. Bunun için Hallâc-ı Mansur’un misâlimizdeki zikrettiğimiz sözü ve âkıbeti hakkında; “Hallâc da haklı, onu öldürenler de.” sûretinde hükmedilegelmiştir. Bu sebepledir ki tasavvufta “temkin” çokça tavsiye edilmiş ve meczup değil, câzip olmaya gayret etmek makbûl sayılmıştır.

Rivâyete göre
cellât Ebu’l-Hâris, infaz için Hallâc’ın önüne geçmiş ve şiddetli bir darbe indirmişti. Öyleki Hallâc’ın burnu, yüzü paramparça olmuştu. O anda Şiblî de, etrafındakilere meçhûl bir sâik ile çığlık atarak cübbesini parçalamış ve bayılmıştı.

Hallâc’daki bu tecellî bir hâldir. Bu hâl geçince Hak Hak’tır, eşyâ da eşyâdır. Şeyh Şiblî der ki:

“– Biz, Hallâc ile aynı merhalelerden geçtik. Bana mecnun dediler ve kendi hâlime bıraktılar, ona ise akıl nisbet ederek îdâm ettiler.”

Yine Şiblî şöyle anlatır:

“Hallâc îdâm edilince gece vakti mezarının başına gittim. Sabaha kadar namaz kıldım. Seher vakti olunca münâcaatta bulundum:

“– İlâhî! Bu, Sen’in mümin, ârif ve muvahhid bir kulun idi. Bu kuluna verdiğin musîbetlerin hikmeti nedir?”

Bu esnâda bana uyku galebe çaldı. Rüyamda kıyâmetin koptuğunu gördüm. Orada Hakk’ın şu hitâbını işittim:

“– Sırrımızı, nâ-ehiller arasında yaydığından, onun başına bu iptilâyı getirdik!”

Bu ifâdelerden de anlaşılacağı üzere, Hak’ta fânî olarak hakîkat sırrına nâil olmak değil; nâil olunan sırrın sürükleyebileceği mânevî sarhoşluk hâlinde ehil olmayanlara fâş edilmesi mahzurludur. Bu ölçüye riâyet etmemekten kaynaklanan bâzı heyecan taşkınlıklarını ve istisnâî misâlleri şümûllendirerek, gerçek tasavvuf ve Hak dostları hakkında ileri-geri konuşmak, son derece mahzurludur. Allâh’ın sevgili kulları hakkında kötü söz söylemek ve onların kıymetini takdîr edememek, cehâlet ve basîretsizlikten ileri gelir. Bir müminin onları reddetmesi ise aslâ düşünülemez.

Bu itibarla mânevî yolda en temel esas, mukaddes ölçülere sımsıkı bağlanmak; lâkin ebedî esrârı da reddetmemektir. Bunun yanında Cenâb-ı Hak ile kulu arasındaki mahrem sırlardan kelimelere aslâ pay çıkarmamak îcâb eder.

Bütün bunlar, rûhî istiğrak hâllerinde ve aklın verâsında (ötesinde) yaşanan tecellîlerdir. Nitekim böyle husûsî hâller aşılıp tekrar akl-ı selîme avdet edildiğinde, bu tip taşkınlıklar yerini sükûnete terk eder.

Bâzı Hak dostları da rûhlarına gâlib gelen müstesnâ tecellîlerin tesiriyle mûtad dışı birtakım davranışlara sürüklenmişlerdir. Fakat akıl ve irâdenin elden gittiği o âlemden uyanınca yine aslî istikâmetlerini devâm ettirmişlerdir.

Bir defâsında Cüneyd -kuddise sirruh-’a şöyle soruldu:

“– Bâzı evliyâullâh, vecd hâline girerek mûtadın dışına çıkıyorlar. Onların bu hâli hakkında ne dersiniz?”

Cüneyd -kuddise sirruh- şöyle cevap verdi:

“– Onları kendi hâline bırak, Allâh ile huzur bulup rahata erişsinler. Şeriatin açıkça yasakladığı hususlar hâriç, onların hâllerini kınama. Dikkat et ki bu yol, onların ciğerlerini yakıp kavurmuş, sa’y ü gayret kendilerini yormuş ve birçok iptilâlara katlanmışlardır. Bunları, içinde bulundukları hâlleri aşmak için yaparlar. Bunda da bir mahzur yoktur.”

Rivâyete göre Hallâc-ı Mansur’un, idam edilmeden önce yaptığı şu duâ, aynı zamanda onun mânevî seviyesini ve ihlâsını da sergilemektedir:

“– Allâh’ım! Sen’in kulların, Sana olan yakınlıklarından ve dinlerine bağlılıklarından dolayı beni öldürmek için toplandılar. Onları bağışla. Çünkü Sen, bana lutfettiğin sırları, onlara da nasîb etseydin, hakkımda böyle düşünmeyeceklerdi. Şâyet onlardan gizlediğin şeyleri, benden de gizlemiş olsaydın, böyle ifşaatta bulunmazdım. Yâ Rabbî onları affet! Çünkü onlar, beni Sana kavuşturuyorlar.”

Hallâc’ın hâlini mânâ âleminde seyredenlerden nakledilir ki, onu darağacında astıkları vakit iblis yanına geldi ve:

“– Bir «ene»19 sen dedin, bir «ene» de ben dedim. Nasıl oluyor da bu yüzden senin üzerine rahmet, benim üzerime ise lânet yağıyor!” diye sordu.

Hallâc, İblis’e şöyle cevap verdi:

“– Sen, «Ene» demekle kendini Âdem’den üstün gördün. Kibrini ortaya koydun. Ben ise «Ene’l-Hak» dedim, kendimi Hakk’ta ifnâ ettim. Benliği ortaya koymak olan kibir, cehennem alâmetidir. Benliği ortadan kaldırmak, yâni Hak’ta fânî olmak ise «hîç»liğin ifâdesidir. Bu sebepten bana rahmet, sana ise lânet ve zillet indi.”

İbrahim bin Fâtik, Hallâc’ı ziyaret için gittiğinde, kendisine şu nasihatte bulunduğunu nakleder:

“– Ey oğlum! Bazı insanlar benim küfrüme inanıyorlar, bazıları da velâyetime kâil oluyorlar. Küfrümü ilan edenler, velî olduğumu söyleyenlerden Allâh katında ve benim nazarımda daha sevimlidir.”

Ben:

“– Niçin böyle söylüyorsunuz?” dediğim zaman o:

“– Velî olduğuma inananlar, bana olan hüsn-i zanlarından dolayı; küfrüme kâil olanlar ise, dinlerine olan bağlılıkları sebebiyle böyle yapıyorlar. Dînine sadâkat gösteren kimse, sadece hüsn-i zan besleyenden Allâh katında daha sevimlidir.” buyurmuştur.

Hallâc’daki tecellîlerin çok daha ötesine geçen Hazret-i Mevlânâ ise:

“Eğer Hallâc, benimle Rabbim arasındaki tecellîlerden haberdâr olsaydı, o da beni taşlardı.” buyurmuştur.

Bu ve benzeri hâller, Hak’ta fânî olmanın zâhire taşan ifâdeleridir. Mevlânâ Hazretleri fenâfillâhı beyitlerinde şu teşbîh ile îzâh eder:

“Sonsuz olan hayat nehrini görünce, kâsedeki suyunu, yâni şu fânî ömrünü, sonsuzluk nehrine kat! Su hiç nehirden kaçar mı?”

“Kâsedeki su, nehir suyuna karışınca, orada kendi varlığından kurtulur, nehir suyu olur.”

“Böyle olunca, o kâsedeki suyun vasfı, sıfatı yok olur da, zâtı kalır. Artık bundan sonra o ne eksilir, ne kirlenir, ne de kokar.”

Mevlânâ ve emsâlleri gibi mânevî kıvâma ermiş bir kalbe sâhib olanların, her his ve fikri ilâhî hikmete müteveccih bulunduğu için, Cenâb-ı Hak onların âdetâ gören gözü, tutan eli… olur.

Mevlânâ âşığı bir mütefekkir, ondaki derûnî hâllerin idrâkinde insanların ekserisinin acziyet içinde olduğunu ifâde sadedinde şöyle der:

“Biz, Mevlânâ Celâleddîn’in vecdinin feryadlarını dinledik. Daldığı huzur denizinin derinliklerini görmemize imkân yok. Denizin tâ dibinden sıyrılıp, tâ suyun yüzüne ne vurdu ise onu görüyoruz. Biz Hazret-i Mevlânâ’nın aşkını değil, sadece aşkının dile gelen feryadlarını elde ettik. Peltek dilimizle anlatmaya çalıştığımız, bütün bundan ibâret. Huzur denizine yalnız o daldı. Bize vecdinin fırtınasından çıkan sesler kaldı. Heyhât! Onu Mevlânâ zannediyoruz.”20

Aşk, vecd ve istiğrak hâli öyle bir ummandır ki ancak ehline mâlum olan bir cilve-i Rabbânî’dir.

Yine bu sır ilminden bir kısmını, rumuzlu bir şekilde de olsa satırlara aksettiren Muhyiddîn ibn-i Arabî’ye, ehlullâh büyük değer vermiş, ifâdelerinin derûnundaki kâbına varılmaz sırların hakîkatlerini seyretmişler, onu “Şeyh-i Ekber” diye yâd etmişlerdir. Bâtınî âlemden uzakta olanlarsa bu nükteyi çözemedikleri için, onu küfürle ithâm etmişlerdir.

Eğer sırlara tahammül edecek dost ve sırdaş bulunmazsa, susmak evlâdır. Çünkü herkese aklının erebileceği ölçüde söz söylemek gerekir. Yoksa hâlden anlamayana hikmet ve mârifetten bahsetmek, hakîkate zulmetmektir.

Bu itibarla Muhyiddîn ibn-i Arabî -kuddise sirruh-:

“Hâlimize âşinâ olmayanlar, eserlerimizi okumasınlar.” buyurmuştur.

Hazret-i Mevlânâ da şöyle der:

“Ben bu esrârı, kapalı ve muhtasar söyledim. Çünkü geniş beyân etmeye çalışanın dili, dinleyenin de idrâki yanardı.”

Yine Mevlânâ Hazretleri, birbirinden çok farklı istîdâd ve kabiliyetlere takdîm edilen Mesnevî’sinde, sığ idrâklerin yanlış yollara düşmemesi için, anlaşılması güç ilâhî esrârı ve mücerred hakîkatleri, ya basit ve müşahhas kıssalarla anlatmış, ya da rumuzlarla örterek yalnız ehline mâlum kılmıştır. Bu sâyede kalbî derinliği bulunmayanlara Mesnevî’nin mânâsındaki incelikleri setretmiştir.

Mevlânâ -kuddise sirruh- şöyle der:

“Benim beyitlerim, beyit değil, bir mânâ cihânıdır. Hezlim de hezil değil, te’dîbdir. Kıssalarım, basit ve sıradan sözler değil, tâlimdir. Sırları îzah ve idrâk ettirmek içindir.”

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, şâhid olduğu bir hâdiseyi şöyle anlatır:

“Birgün Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzûruna girdim. Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- ile tevhîd-i ilâhî hakkında sohbet ediyorlardı. Aralarında oturdum. Sanki Arapça bilmeyen biriymişim gibi sözlerinden hiçbir şey anlayamadım. Ebû Bekr’e:

“– Bu hâl neyin nesidir? Siz Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile hep böyle mi sohbet edersiniz?” diye sordum.

Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-:

“– Evet, bazen Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile başbaşa iken böyle sohbet ederiz.”21 buyurdu.

Hazret-i Ömer gibi dehâsından şüphe edilemeyecek derecede bir insan, öz lisânıyla vâkî olan bir mübâhasede idrâk güçlüğü çekerse, sıradan insanların ne durumda olacağı buna kıyâsen kolayca anlaşılabilir.

İşte böyle sohbetlerde ifâde olunan hakîkatlerin satıra dökülmeleri ve bu sûretle umûma intikalleri arzu edilmemiş ve son derece mahzurlu görülmüştür. Ancak bu sâyededir ki böyle gerçeklerin avâma sır olarak kalıp sırf ehil kimselere intikâli sağlanmıştır. Bundan dolayı, mazannadan (kemâle erdiği zannolunan kimselerden) bahsedilirken; « o√sôp°S oˆG n¢Ssónb » yâni “Allâh Teâlâ, onun sırrını (iç âlemini) her türlü mânevî lekelerden arındırsın.” ifâdesi kullanılır.

5

Gâyesi itibâriyle tasavvuf, insanların kalb âlemiyle meşgûl olduğu için kâinâtın yaratılış sebebi olan muhabbeti de tabiî olarak kullanmaya mecburdur. Bu yüzden o, “aşk ve muhabbet yolu” olarak da vasıflandırılmıştır. Ancak aşk, bir coşkunluk olduğundan, irâdenin zaafa uğraması, cezbe, vecd ve heyecanın kontrol edilememesi gibi bir netîceyi de beraberinde getirebilir.

Nitekim Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile Câfer-i Tayyar -radıyallâhu anh- arasındaki engin muhabbetten bir misâl şöyledir:

Câfer -radıyallâhu anh-, bir grup sahâbi ile Habeşistan hicretinden dönüp Medîne’ye geldi. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Hayber’de olduğunu öğrenince, durup dinlenmeksizin, hasretle yoluna devâm etti. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Câfer -radıyallâhu anh-’ı karşısında görünce sevince garkolarak:

“Hayber’in fethi ile mi, Câfer’in gelmesi ile mi sevineyim?..” (İbn-i Hişâm, es-Sîre, IV, 3) buyurdu.

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- “umretü’l-kazâ”22 dönüşünde, Seyyidü’ş-şühedâ Hazret-i Hamza’nın yetim kızı Fâtıma’nın bakımını kimin üstleneceği konusunda yakınlarıyla müzâkere neticesinde onu, Câfer-i Tayyâr’a emânet etmiş ve Câfer -radıyallâhu anh-’ı alnından öperek ona:

“Yaratılış ve ahlâk itibâriyle bana ne kadar da benziyorsun.” (Buhârî, Megâzî, 43) iltifatında bulunmuştu.

Câfer -radıyallâhu anh-, bu nebevî iltifat karşısında öyle heyecanlandı ki, sevincinin şiddetiyle kendinden geçti. Mâsum bir çocuk gibi oynamaya, pervâneler gibi vecd içinde dönmeye başladı. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 108)

İşte insanoğlu, nâil olduğu böylesine ulvî bir iltifatla kendinden geçip sermest olabileceği gibi, ilâhî tecellîlerle ikrâm ve lutuflara nâil olduğunda da dış âlemden sıyrılıp istiğrak hâline bürünebilir. Bu gâyet tabiîdir. Mühim olan, o heyecan seli içinde dahî, beşer olmanın gerektirdiği şartların dışına taşmamak, denge ve istikâmeti muhâfaza edebilmektir.

Bu dengenin muhâfazası için tasavvufî yollarda zâhirî ilimler ile mânevî hayatı birleştirmiş olan kimselerin rehberliğine ihtiyaç vardır.

İrşad vazifesiyle mükellef olanlar, zâhirî ilimlerde lüzumlu bir kudret ve seviyeye ulaşmadığı takdîrde, aşk ve muhabbet yolundaki tehlike yine büyüktür. Bunu bertaraf etmek için “Nakşibendiyye” gibi bazı tarîkatlarda mürşidler zâhirî ilimleri de bilen kimselerden olagelmiş ve böylece işâret edilen tehlikeden kendilerini muhâfaza edebilmişlerdir.

Evliyâullâhtaki terbiye usûlleri farklı farklıdır. Tasavvuf yollarının büyüklerinden Nakşîlik, sâliki cezbe hâline düşürmeden terbiye eder. Abdülhâlık Gucdevânî Hazretleri:

“Eğer Hallâc, bizim zamanımız ve terbiyemizde olsaydı, onu sekr hâline düşmekten Allâh’ın izniyle korurduk.” buyurmuştur.

Bâzı tarîkatlerde ise zaman zaman cezbe ve coşkunluğun şiddeti sebebiyle görülen heyecan taşkınlıkları, şeriat nazarında bir ayak sürçmesinden ibârettir. Bunlar, aslında makbûl olan heyecan ve coşkunluğun aşırılıkta doğurabileceği tehlikeyi göstermektedir.

5

Peygamberlerin müşterek vasıflarına ilâveten kendilerine has fârik birtakım husûsiyetleri bulunduğu âşikârdır. Evliyâullâh zümresi de birbirlerine karşı aynen böyledirler. Meselâ celâlî veya cemâlî mizaçta olabilirler. Fakat bunların hepsi kalb âleminde Cenâb-ı Hakk’ı sıradan insanın idrâk ve ihâtasından daha farklı bir sûrette bilir ve bütün fânî ve fânîliklerden vazgeçerek O’na yaklaşma gayreti içinde olurlar. Bu uçsuz bucaksız mârifetullâh sahasında dâimî bir sûrette aczini idrâk hâlinde bulunurlar. Böyle olmakla berâber bunların hepsi, aynı merhalede olmadığı gibi aynı vazîfeyle de mükellef değildirler. Bâzıları seyr u sülûkün nihâyetinde halka döner. Bunlar irşadla mükelleftirler. Evvelce de ifâde etmiş olduğumuz gibi bir çocuğa tedrîcî bir sûretle ders veren bir muallim gibi vâkıf oldukları hakîkatlerin çoğunu beşerî münâsebetlerinde bilmez gibi davranırlar. Bu hâlden kinâye olarak bir şeyi bilip de bilmezden gelmeye, “tecâhül-i ârifâne” tâbir olunur.

Diğer bâzıları ise irşadla mükellef olmadıklarından, onlar, hayret makâmında kalır ve dâimî bir sûrette sükût hâlinde olurlar. Böyleleri ilâhî kudret akışları karşısında lâl (dilsiz) gibidir. İnsanlara karşı vazifeli olan bâzılarıysa âdetâ çağlayanlara döner. Dillerinden ve gönüllerinden ilâhî sır ve hikmetler taşmaya başlar.

Kimilerinde ise bu hâller, dâimî olmayıp değişkendir. Hayatlarında muhtelif safhalar olur. Bu hâllere bir misâl olarak Muhammed Pârisâ Hazretleri’ndeki tecellîlerden biri de şöyledir:

Muhammed Pârisâ Hazretleri yatsı namazından sonra mescidin avlusunda bir miktar tevakkuf eder, kısa bir sohbetten sonra hânesine doğru yoluna devam ederdi. Bazen de kendisinde öyle bir hâl tecellî ederdi ki, sabah ezanına kadar mescidin avlusunda âdetâ donakalır, derin bir hayret hâli yaşardı. Sabah ezanıyla beraber tekrar mescide girerdi.

Bu velîlerin yaşayış ve duyuşları gibi, ölüme karşı tavırları da farklı olmuştur. Hazret-i Mevlânâ, aşk-ı ilâhî ile kavruluşundan dolayı, ölümü “vuslat” ve “şeb-i arûs” olarak telakkî etmiş; Hasan-ı Basrî -kuddise sirruh- ise, “haşyetullâh” tecellîsinin galebesi sebebiyle, dâimâ son nefeste ne hâlde olacağı endişesi taşımıştır.

Ledünnî ilim hakkında bildiğimiz bütün mâlumat, bu ilmin evveliyetle peygamberlerdeki ve bir nebze de olsa, nasîbi olan velî kullardaki muhtelif tecellîlerinden, kelâma inkılâb edebildiği kadarıyla kırıntı kabîlinden nasiplerdir. Bu ilmin mutlak hakîkati, Cenâb-ı Hak katında olduğundan, onu gerçek manasıyla kavrayabilmek, idrâk sınırlarımızın üzerinde bir keyfiyettir.

Yazar:  dua [ 08.12.09, 18:45 ]
Mesaj Başlığı:  Re: İLÂHÎ MEVHİBELER

2. FİRÂSET
Firâset, Allâh Teâlâ’nın sevdiği kullarının kalblerine lutfettiği bir nûrdur. Yâni akıllılık, üstün zekâ, sezmek, bilmek ve anlamak gibi hâllerin mânevî bir idrâk kâbiliyeti olarak kalbde vukû bulmasıdır. Kalbe doğan samîmî hisler ve nâil olunan ilhâmlar sâyesinde, hâdiselerin içyüzünü, zihinlerden ve kalblerden geçenleri doğru tahmin ve teşhîs etmektir.

Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:



“Müminin firâsetinden sakınınız; zîrâ o, Allâh’ın nûru ile bakar.” (Tirmizî, Tefsîr, 15) buyurmuştur. Şüphesiz ki bu firâsete, nefsinin gurûrundan sıyrılıp Allâh’ın nûruyla bakanlar nâil olabilirler. İslâm târihinde bu hâlin pekçok misâli vardır:

Hazret-i Enes -radıyallâhu anh-, kendi rivâyetine göre; birgün Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-’a giderken yolda bir kadın görür. Kadının güzelliği aklına takılır. Bu düşünce ile Hazret-i Osman’ın yanına girer. Onu gören Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-:

“– Ey Enes! Gözlerinde zinâ izleri olduğu hâlde buraya giriyorsun.” der.

Bu söz karşısında şaşıran Enes -radıyallâhu anh-, hayret içinde:

“– Allâh’ın Rasûlü’nden sonra da mı vahiy geliyor?” diye sorunca, Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-:

“– Hayır, bu bir basîret ve doğru bir firâsettir.”23 buyurur.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın pek çok husustaki re’yinin daha sonra gelen âyetlere muvâfık düştüğü de meşhurdur.

Nitekim Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Sizden önce yaşamış ümmetler içinde kendilerine ilhâm olunan kimseler vardı. Şâyet ümmetim içinde de onlardan biri varsa, hiç şüphesiz o Ömer’dir.”
(Buhârî, Ashâbü’n-Nebî, 6) buyurmuşlardır.

Ebû Abbas bin Mehdî şöyle anlatıyor:

“Sahrâda yolculuk yaparken, yanında su kırbası bulunmayan, başı açık ve yalın ayak bir kişinin önüm sıra gittiğini gördüm. Kendi kendime, acaba bu adam namazını nasıl kılar, galiba adamda abdest ve namaz diye bir şey yok, diye düşündüm. Derken adam bana döndü ve: “Biliniz ki Allâh, içinizde olanları biliyor, bu sebeple ondan sakının.” (el-Bakara, 235) mealindeki âyeti okudu. Bu esnâda kendimden geçerek yere yığılıverdim. Kendime gelince, o zâta bu nazarla baktığım için Allâh’tan af diledim ve yoluma devâm ettim. Yolda yürürken o zât yine gözüme ilişti. Onu görünce içim bir heybet hissi ile doldu. Olduğum yerde durakaldım. Adam bana döndü ve: “O, kullarının tevbesini kabul eder, günahlarını bağışlar ve yaptıklarını bilir.” (eş-Şûrâ, 25) mealindeki âyeti okudu ve gözden kayboldu. Bir daha kendisini göremedim.”

Zünnûn-ı Mısrî -kuddise sirruh-
da şöyle anlatıyor:

“Birgün, üzerinde eski ve yamalı elbise bulunan bir genç gördüm. Nefsim ondan nefret ediyorsa da kalbim onun velî olduğuna şâhidlik ediyordu. Nefsimle kalbim arasında kalıp, düşünmeye başladığım sırada genç, sırrıma vâkıf oldu ve bana bakarak:

«– Ey Zünnûn! Bana, elbisemin eskiliğini görmek için bakma! İnci, sadefin içinde olur.» dedi ve oradan savuşup gitti.

Evliyâullâhtan Abdülhâlık Gucdevânî Hazretleri’nin sohbetine ilk kez gelen ve Hristiyanlığını gizlemekte olan bir genç:

“– «Müminin firâsetinden korkunuz! Çünkü o, Allâh’ın nûruyla bakar!» hadîsinin sırrı nedir?” diye sordu.

Abdülhâlık Gucdevânî Hazretleri cevâben:

“– Belindeki zünnârı çıkar! (Hristiyanların taktığı o küfür alâmetini çöz!) Ve İslâm ol!..” dedi.

Bu açık firâset karşısında genç, Hazret-i Pîr’in önünde kelime-i şehâdet getirdi; müslüman oldu.

Yine rivâyet edilir ki, Cüneyd-i Bağdâdî -kuddise sirruh- da, müslüman kılığındaki bir gencin yahudi olduğunu ve yakında İslâm ile şerefleneceğini ilk bakışta firâsetiyle tesbit etmiştir.

Hülâsa firâset, kalbdeki îmân ve takvâ derecesine göre artıp eksilebilen ilâhî bir mevhibedir.

Yazar:  dua [ 08.12.09, 18:47 ]
Mesaj Başlığı:  Re: İLÂHÎ MEVHİBELER

3. TASARRUF - KERÂMET
Kâdir-i Mutlak olan Cenâb-ı Hak, bir şeyi murâd ettiği zaman ona “Kün” yâni “ol” der ve o iş gerçekleşir. Buna rağmen Allâh Teâlâ ilâhî murâdı muktezâsınca bâzı hâdiselerin tasarrufunu birtakım kullarına tevdî eylemiştir. Hakîkatte o tasarruflar, yine Rabbimizin yaratıcı sıfatıyla o işe dâhil olmadığı müddetçe gerçekleşemezse de Cenâb-ı Hak böylesi tasarruflarda bu kullarını birer vâsıta kılmıştır. Tıpkı dört büyük melekte olduğu gibi.

Meselâ bu meleklerden Cebrâil -aleyhisselâm-, vahyi peygamberlere bildirmekle; Mikâil -aleyhisselâm-, tabiat hâdiselerini sevk ve idâre etmekle; Azrâil -aleyhisselâm-, can almakla; İsrâfil -aleyhisselâm- ise, Sûr’a üflemekle vazîfelendirilmişlerdir.

Elbette ki Cenâb-ı Hak bu vazîfeleri o meleklere gerek olmaksızın doğrudan doğruya da gerçekleştirebilirdi. Fakat Allâh Teâlâ, ilâhî irâdesiyle onlara böyle bir vazîfe ve salâhiyet vermiştir. Meleklerin güç ve kudreti de esâsen Cenâb-ı Hakk’ın kudretindendir. O gücü onlara veren Allâh Teâlâ’dır. Bütün mahlûkâtın güç ve salâhiyeti de bunun gibidir.

Allâh Teâlâ peygamberlerine de bâzı tasarruf salâhiyetleri vermiştir. Bunlar arasında Süleyman -aleyhisselâm-’ın hayvanâtın dillerini bilmesi, rüzgarlara ve cinlere hükmetmesi meşhurdur.

Peygamberlerin imâmı Fahr-i Cihân Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e de pek çok müstesnâ salâhiyetler lutfedilmiştir. O’nun ümmetinin seçkinlerinden bâzıları da bu lutuflardan Cenâb-ı Hakk’ın verdiği kadar hissedâr olmuştur. Meselâ Abdülkâdir Geylânî, Ahmed er-Rifâî gibi bâzı büyük velîlerin gerek hayatlarında ve gerekse vefatlarından sonra bâzı tasarruflarda bulunduğu sık sık nakledilir.

Tasarruf, herhangi bir fertte onun münhasıran kendi irâdesiyle vâkî olmayıp aynen, bütün vukuatta olduğu gibi Allâh Teâlâ’nın “Hâlık” sıfatını tecellî ettirerek o fiile dâhil olmasıyladır. Yâni, tasarrufun başka herhangi bir oluştan farkı yoktur. Fark, bunun istisnâî oluşundadır. Yâni her kula, müyesser bulunmayışındadır.

5

Tasarrufun bir çeşidi olan kerâmet; Cenâb-ı Hakk’ın bir ikrâmı olarak, kâmil bir îmân, mârifet ve takvâ netîcesinde velî kullarda zuhûr eden ve tabiat kânunlarıyla îzâh edilemeyen, fizik ötesi hârikulâde hâdiselerdir. Bu, kerâmetin sûrî olan kısmını teşkil eder. Ehlullâh nazarında esas kerâmet ise istikâmet üzere yaşamaktır. Hak dostları, nâil oldukları bu mânevî salâhiyetle görüş, düşünüş ve hattâ davranış itibâriyle sâir insanlardan farklıdırlar.

Târiften de anlaşılacağı üzere, evliyâdan zuhûr eden kerâmetler iki kısımdır:

1. Mânevî kerâmet: İlim, ahlâk, ibâdet, mârifet ve takvâda mesâfe kat edip mânen seviye alarak, «فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ» “Emrolunduğun gibi tam bir istikâmet üzere ol!” (Hûd, 112) âyet-i kerîmesinin muhtevâsından bir hisse alabilmektir. Yâni istikâmettir. Meselâ, istikâmet üzere olan bir velînin ağzından çıkan sözler hikmet ve irşad olduğu hâlde, o sözler öyle bir üslûb ile vâkî olur ki muhâtablarından hiç kimsenin gönlü incinmez. Velev o sözler, karşısındakinin hatâsına işâretle îkâz mâhiyetinde olsa bile.

Bunları, akıl ve tefekkürle elde etmek mümkün değildir. Allâh Teâlâ, bunu ancak seçtiği kullarına ihsân eder.

2. Kevnî ve sûrî kerâmet: Tayy-i mekân, ortada bulunmayan eşyâyı göz önüne getirme, vahşî hayvanlara iş gördürme vs. gibi madde âleminde meydana gelen hârikulâdeliklerdir.

Gerçek tasavvuf erbâbı, bu tip kerâmetlere fazla îtibâr etmezler. Zâten böyle bir kerâmetin izhârı, velîliğin şartlarından da değildir. Allâh Teâlâ, bu tip tasarrufları da seçtiği bâzı kullarına lutfeder. Ancak bu tür kerâmeti zarûret olmaksızın izhâr etmenin hoş bir şey olmadığı ifâde edilmiştir. Bir velî de mümkün mertebe bu tip bir kerâmet izhâr etmek istemez. Çünkü halkın hayranlığı, alkışları gelir. Câhil kimseler artık her şeyi o velîden beklemeye başlarlar.

Her ne kadar halk, bu kerâmet türlerinden ikincisine rağbet ederse de aslında makbûl olan ilkidir. Zîrâ tasavvuf ehli ittifâk etmişlerdir ki, “En büyük kerâmet, istikâmettir.” İstikâmet üzere olmayan bir sâlikin çırpınışı ise beyhûdedir.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri:

“İstikâmet ve gayret, sayısız keşf ve kerâmetten efdâldir. Ayrıca bilinmelidir ki keşf ve kerâmet, dînin emirlerine riâyeti artırmaya vesîle olmuyorsa, belâ ve fitneden başka bir şey değildir.” der.

Kerâmetlerin ulvî bir gâyesi vardır. Bu da, muhâtablarını, tâbir câizse “şok tesiriyle” istikâmete yönlendirmektir. Ancak dîn, ilâhî tekliften (mükellefiyetlerden) ibârettir. Kıyâmete kadar bu vasfıyla devâm edecektir. Fevkalâdelikler ise, dînin teklif vasfına zarar verir. Bu sebepledir ki çok mecbur kalmadıkça ne peygamberler mûcizeye başvurmuş, ne de velîler, kerâmetizhâr etmişlerdir.

Gerçek bir kerâmetin umûmiyetle şu netîceleri olur:

1) Nefsi edeblendirmesi,

2) Kalbin çirkin huy ve temâyüllerden temizlenip feyz-i ilâhî ile tezyîn edilmesi,

3) Sırların ve hikmetlerin kalbe ayân olması.

Diğer taraftan, kerâmetlerin zuhûra gelmesinde en mühim vâsıtalardan biri de Cenâb-ı Hakk’ın kuluna sırrî olarak bildirdiği ism-i âzam’dır. İlâhî mevhibeler bahsinde mühim bir mevkii bulunan ism-i âzam mevzuuna da kısaca temas etmek isteriz.

İsm-i âzam, kendisiyle yapılan duâyı müstecâb kılan ilâhî isimlerden biridir. Ancak bunun, Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinden hangisi olduğu noktası bir sırdır ve bu hususta pek çok rivâyetler vardır. Bunlar arasında Hak Teâlâ’nın yüce zâtının ismi olan ve bütün isimleri kendinde toplayan “Allâh” lafzının ism-i âzam olduğu görüşü kuvvetlidir.

Bu husustaki telâkkîlerden biri de şöyledir: Cenâb-ı Hak, insanoğluna nefha-i ilâhî olarak kudretinden bir nasîb lutfettiği için ilâhî esmâsının en şümûllü tecellîsini “insan”da gerçekleştirmiştir. Kâmil insan, fıtratında bilkuvve mevcûd olan bu ilâhî esmâyı, kuvveden fiile çıkararak Allâh’ın ahlâkıyla ahlâklanma bahtiyarlığına erebilen kimsedir. Dolayısıyla bir kulda hangi ilâhî ismin tecellîsi galebe hâlindeyse o kişi için, onun ism-i âzam olduğu söylenir. Yâni merhamet ve şefkat duyguları inkişâf etmiş olan bir kulda yüce Rabbimizin “Rahmân” ve “Rahîm” isimlerinin tecellîsi hâkimdir. Dolayısıyla böyle bir kimse için bu isimler ism-i âzam sayılmıştır. Ancak asıl mârifet, Cenâb-ı Hakk’ın güzel isimlerinin muktezâsını, yaşanan bir ahlâk hâline getirebilmektir. Yoksa birçok kimse ism-i âzamı kitaplardan veya ezberden okur geçer. O hâlde dil, “Yâ Rahmân, Yâ Rahîm!..” derken, kalbin merhametten nasîbi yoksa, arzu edilen şeyin hâsıl olmasını beklemek beyhûdedir.

Bu hususta Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- ile bir bedevî arasında vâkî olan şu hâdise pek ibretlidir:

Birgün fakir bir bedevî Hazret-i Alî’den sadaka ister. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-, o an için başka bir imkânı bulunmadığından, yerden bir avuç kum alır ve bir şeyler okuyarak kuma üfler. Ardından da bunları bedevînin avucuna altın olarak döker. Bedevî hayretler içinde kalır. Bunun nasıl olduğunu, avucundaki kuma ne okuduğunu kendisine de söylemesi için Hazret-i Ali’ye yalvarır. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- ise gâyet sâkin bir şekilde, okuduğunun “Fâtiha Sûresi” olduğunu söyler. Bunun üzerine sevinçle yerden bir avuç kum alan bedevî, Fâtiha Sûresi’ni okuyup kuma üfler. Fakat kum, aynı kumdur. Bedevî, Hazret-i Ali’ye bunun hikmetini sorar. Hazret-i Ali ise, işin özünü şöylece hülâsa eder:

“Bu, bir kalb farkıdır.”

Mevlânâ Hazretleri de Mesnevî’sinde şöyle bir kıssa zikreder:

Birgün Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm-’a bir kimse yol arkadaşı olmuş. Berâber giderlerken bu kimse, bir köşede bazı kemikler görmüş ve Hazret-i Îsâ’ya yalvarmış:

“– Ne olur yâ Îsâ! Bildiğin ism-i âzam’ı bana da öğret de bu kemikleri diriltip kaldırayım.”

Hazret-i Îsâ ise cevâben:

“– O iş senin kârın değildir. İsm-i âzam’ı okuyup ölüyü diriltmek için yağmurlardan daha temiz bir nefes sâhibi, kullukta meleklerden daha anlayışlı bir kişi olmak gerek. İsm-i âzam, pâk bir lisân ve temiz bir kalb ister. Yâni öyle bir kimse ki, nefsi haram ile mülevves olmasın ve melekler gibi isyân ve günahtan pâk olsun. Çünkü bir kimsenin nefsi pâk olursa; o kimsenin duâsı makbûl olur. Hak Teâlâ o kimseyi hazînelerinin emîni eyler. Meselâ farzedelim ki sen Hazret-i Mûsâ’nın asâsını elinde tutabilirsin. Fakat Mûsâ’daki kuvvet sende var mı ki, onu ejderha yapabilesin ve onu zapta kâdir olabilesin. Hattâ Musâ’nın asâsı ejderha olunca kendisi bile korkmuştu da Cenâb-ı Hak ona: “Korkma yâ Mûsâ!” (en-Neml, 10) buyurmuştu.

İşte bunun gibi, sende Îsâ’nın nefesi yokken ism-i âzamı okuyup ezberlemenin sana ne faydası olur ki.” dedi.

Fakat gâfil gene durmadı ve:

“– Yâ Îsâ! Bu istîdâd bende yoksa, sen bâri o kemiklerin üzerine oku!” dedi.

Îsâ -aleyhisselâm-, bu ahmağın sözlerine ziyâdesiyle taaccüb etti ve:

“Yâ Rabbî! Bu esrârın hikmeti nedir? Bu ahmağın bu derece cidâle meyli nedendir? Kendisinin kalbi ölü, başkasının cesedini diriltmeye çalışıyor. Hâlbuki ona düşen, asıl ölü olan kendisini ihyâ etmek. Kendisini diriltmek için duâ edeceğine, başkalarını ihyâya çalışıyor. Bu ne gaflettir!” dedi.

İşte gerçek Hak dostları, gönüllerinde bu olgunluğa kavuşmuş kimselerdir. Bu itibarla Allâh’ın velî kullarından bir kerâmet zuhûr ettiği zaman, onların Allâh’ın lutuf ve ikramlarına şükür duyguları daha da artar. Bu hâlleri, yaptıkları mücâhedelerde kendileri için güç kaynağı olur. Hakîkî velîler kerâmetleri sebebiyle âhiretlerinin teminat altında olduğu hissine aslâ kapılmazlar. Bilakis, Allâh’a karşı acziyet, tevâzû ve nefislerini hakir görme duygularıyla dolarlar. Gurur, kibir ve fitneye düşme endişesinden hâlî kalamadıkları için, korku içindedirler.

Nitekim Allâh -celle celâlühû-’nun kendisine ism-i âzamı bildirdiği Bel’am bin Baûra’nın, düştüğü hazîn âkıbet pek ibretlidir. Bu zât, İsrâiloğulları içinde âlim ve velî biri olarak biliniyordu. Fakat sonradan kibir ve dünyâya aldanma netîcesinde o yüksek hâlini kaybetti, hattâ îmânsız olarak öldü. Bu hâdise Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle bildirilmiştir:

“Onlara (yahudilere), kendisine âyetlerimizden verdiğimiz ve fakat onlardan sıyrılıp çıkan, o yüzden de şeytanın peşine takılıp, sonunda azgınlardan olan kimsenin haberini oku. Dileseydik elbette onu bu âyetler sâyesinde yükseltirdik. Fakat o, dünyaya saplandı ve hevesinin peşine düştü. Onun durumu tıpkı köpeğin durumuna benzer: Üstüne varsan da dilini çıkarıp solur, bıraksan da dilini sarkıtıp solur. İşte âyetlerimizi yalanlayan kavmin durumu böyledir. Kıssayı anlat; belki düşünürler.” (el-A’raf, 175-176)

Kerâmet sâhibi bir velîye aşırı iltifat, bu sebeple son derece mahzurlu ve tehlikeli görülmüştür. Hak dostlarının, kerâmet teşhîr etmekten ictinâb etmelerinin sebeplerinden biri de bu tehlikedir. Kerâmet, nihâî bir mertebe değildir ve velînin mânevî derecesini göstermez. O Hak dostları gâyet iyi bilirler ki, peygamberlerden başka hiç kimse teminat altında değildir. Kimi insan vardır; Cehenneme bir karış kalmışken Cennet’e giriverir. Kimisi de Cennet’e bir karış kala Cehennem’e yuvarlanıverir. O hâlde her mümin:

“… Yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine kulluk et!” (el-Hicr, 99) âyet-i kerîmesini hayat düstûru edinmelidir.

Her hususta olduğu gibi kerâmet şeklinde zuhûr eden böyle ilâhî lutuflar karşısında da yegâne ölçümüz Kur’ân ve sünnettir. Bununla birlikte, kerâmetin, inkâr edilemez bir şekilde hak ve hakîkat olduğu da bir vâkıadır.

Nitekim kerâmetin Kur’ân’daki delillerinden birkaçı şöyledir:

Süleyman -aleyhisselâm-’a, veziri Âsaf, Sebe melîkesi Belkıs’ın tahtı hakkında “… Göz açıp kapayıncaya kadar onu sana getiririm…” (Neml, 40) demiş ve bu da gerçekleşmiştir.

Zekeriyâ -aleyhisselâm-, mâbede kapanıp ibâdetle meşgûl olan Hazret-i Meryem’e bakmakla mükellef kılınmıştı. Fakat mâbede her girdiğinde Hazret-i Meryem’in yanında çeşitli rızıklar görüyordu. Bunun hikmetini öğrenmek için Hazret-i Meryem’e:

“– Bu rızıklar sana nereden geliyor?” diye sormuş, Hazret-i Meryem:

“Allâh katından…” (Âl-i İmrân, 37) diye cevap vermiştir. Ve yine Âl-i İmrân Sûresi’nin 24 ve 25. âyetlerindeki Hazret-i Meryem’in doğrudan Allâh tarafından rızıklandırılmasına dâir haberler, kerâmetin Kur’ân’daki delillerindendir.

Sünnetteki delilleri ise pek çoktur:

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Üç kişi, daha beşikteyken konuşmuştur. Bunlar:

Meryem oğlu Îsâ, Cüreyc’e isnâd edilen çocuk ve diğer bir çocuktur.” buyurmuş ve bunları îzâh etmiştir.24

Diğer bir sahih hadîste de, yolculuğa çıkmış olan üç kişinin geceleyin sığındıkları bir mağarada mahsur kalmaları anlatılmıştır. Mağaranın girişi, devrilen bir kaya ile kapanmış, yolculardan her biri, Allâh rızâsı için yaptığı bir amele tevessül ederek duâ etmiş ve netîcede zuhûra gelen ilâhî ikrâm ile mağaranın girişi açılmıştır.25

Rivâyete göre, Ömer -radıyallâhu anh- minberde halka hutbe verirken “Yâ Sâriye dağa, dağa!” diye seslenmiştir. Hutbedeki mevzu ile hiç alâkası olmayan bu sözü söylediği sırada Sâriye, Medîne’ye bir aylık mesâfede Allâh düşmanlarıyla harb etmekteydi. Fakat Allâh -celle celâlühû-, Ömer -radıyallâhu anh-’ın sesini Sâriye’ye duyurmuştur. (İbn-i Hacer, el-İsâbe, II, 3)

Buna benzer misâller sahabî devrinde pek çoktur.

Diğer taraftan kerâmetin zıddı olarak, kâfir, fâsık ve müteşeyyıh, yâni velî olmadığı hâlde velîlik taslayan bâzı şahıslardan, evliyânın kerâmetine benzer birtakım fevkalâdelikler sâdır olabilir. Bunların iddiâlarına uygun olarak meydana gelen hârikulâdeliklere de istidraç denilmiştir.

Böyle hâller birtakım rûhî temrinler sâyesinde gerçekleşir. Yâni, ruhtaki bâzı kâbiliyetleri din dışı birtakım tesirlerle de kuvveden fiile çıkarmak mümkündür. Meselâ Hind fakirleri de ekseriyâ riyâzat yoluyla rûhî bir kuvvete ulaşırlar. Bâzan da bu, sihir veya cinnîlerden “huddam”26 kullanmak sûretiyle vâkî olur. Bu gibi fevkalâdeliklerin kerâmetten farkını anlayabilmek ilim işidir. Fakat şu kadarını söyleyelim ki böylelerinin hayâtı takvâ ölçüleri içinde cereyân etmez. Bunlar sünnet-i Rasûlullâh’a ittibâda nâkıstırlar. İlk dikkat edilecek nokta da budur.

Nitekim Cüneyd-i Bağdâdî -kuddise sirruh-:

“Bir kişiyi havada uçarken görseniz, hâli kitap ve sünnete uymuyorsa bu bir istidraçtır.” buyurur.

İlâhî bir ikrâma mazhar olarak herhangi bir fevkalâdeliğin kendisinde vücud bulduğu kimse zaten bunu bir nevî gösteri edâsıyla yapamaz. Çünkü gerçek Hak dostları, gösterişten berî bulundukları için çok mecbûr kalmadıkça bunu izhâr etmezler. İnsanlara, örnek alınabilecek beşerî ahlâk mükemmellikleriyle görünürler. Tıpkı Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ümmetine mükemmel bir nümûne olabilmek için umûmiyetle beşerî temâyüller iktizâsınca hareket edip, ihtiyaç hâlinde -Allâh’ın izniyle- nâdiren mûcize göstermesi gibi. Allâh dostları da Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yolundan kıl kadar ayrılmazlar. Kerâmet ile istidrâcın farkını kavrayabilmek için sâdece bu husûsa dikkat etmek bile kâfîdir.

Firavun da, istidraç sâhibi olanlardandı. Dörtyüz senelik ömrü boyunca bir baş ağrısı bile duymadı. Dişleri de yekpâre idi. Yokuş aşağı inerken atının ön ayakları uzardı.

İstidraç, kâfir ve fâsıka gurur ve kibir verir. Âkıbetini daha beter hâle getirir. Mûsâ -aleyhisselâm-, Kızıldeniz’e asâsını vurup Allâh’ın izniyle yol hâline getirince, arkasından kovalayan Firavun, askerlerine dönüp:

“– Bakın! Celâdetimden, deniz yol hâline geldi.” dedi. Hâlbuki o yola girince, yol yine denize inkılâb etti. Firavun, askerleriyle berâber helâk oldu.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hadîs-i şerîflerinde Deccâl’in de birçok istidraç göstererek insanları kandırmaya çalışacağını bildirmiştir.

Bir de istidraç sâhibinin iddiâsının aksine zuhûr eden hâller vardır ki buna da “ihâne” (zelil kılma) adı verilir. Meselâ peygamberlik iddiâsında bulunan bir yalancı olan Müseylemetü’l-Kezzâb, kuyudaki suyun bollaşması için kuyuya tükürmüş, fakat kuyunun suyu tamamen kurumuştur.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve ashâb-ı kirâm devrinde tasarruf ve kerâmetlerin gerçekleşmesi nasıl mümkün olmuşsa, daha sonraki dönemlerde meydana gelmesi de öylece imkân dâhilindedir. Velîlerin, bir kısım insanların irâdelerine yön vermek maksadıyla izhâr ettikleri tasarruf ve kerâmetler, tâbî oldukları peygamberin bereketiyledir ve aynı zamanda onun mûcizelerinin bir nevî devâmı mâhiyetindedir.

Gerek asr-ı saâdette, gerekse daha sonraki zamanlarda vukû bulan tasarruf ve kerâmetlerin birçok hidâyetlere vesîle olduğu târihî bir gerçektir. Nitekim böyle hâdiselere şâhid olan pek çok kimse, “Velîsi böyle olan bir dînin, nebîsi kimbilir nasıl olur!..” diyerek kerâmetin asıl merkezini te’yîd etmişlerdir.


Tasarruf ve Kerâmete Dâir Bâzı Husûsî Örnekler:

Kâinâtın Hâlık’ı ve Mâlik’i olan Allâh Teâlâ, kendi varlığını bilmesi, ibâdet ve tâatte bulunması ve yeryüzünü îmar etmesi için mahlûkâtın en şereflisi olarak insanı kendine halîfe tâyin etti. Âyet-i kerîmede bu gerçek:

وَإِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلاَئِكَةِ إِنِّي جَاعِلٌ فِي الأَرْضِ خَلِيفَة

“Hatırla ki Rabbin meleklere: «– Ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım.» buyurmuştu…” (el-Bakara, 30) şeklinde beyân edilmiştir.

Burada insanın “halîfe” kılınması şu mânâlara gelmektedir:

“Kendi irâdemden, kudret ve sıfatımdan ona bâzı salâhiyetler vereceğim; o bana izâfeten, bana vekâleten mahlûkâtım üzerinde birtakım tasarruflara sâhip olacak; benim nâmıma ahkâmımı icrâ edecek; o bu hususta asil olmayacak; kendi zâtı ve şahsı adına asâleten ahkâmı icrâ edecek değil, ancak benim bir nâibim ve vekîlim olacak. İrâdesiyle benim irâdelerimi, benim emirlerimi, benim kanunlarımı tatbike memur bulunacak. Sonra onun arkasından gelenler ve ona halef olarak aynı vazîfeyi icrâ edecek olanlar bulunacak, «O (yüce Allâh) sizi yeryüzünde halîfeler kıldı.» (el-En’am, 165) sırrı zâhir olacak.” (Elmalılı, Hak Dini, I, 299-300)

Gerek Peygamberlerde zuhûr eden tasarruf ve mûcizeler, gerekse Hak dostlarında görülen tasarruf ve kerâmetler, insanın bu halîfe olma sırrının bir tecellîsidir. Bu tecellîlerin sayısız misâllerinden birkaçı şöyledir:

Mansûr bin Abdullâh, Ebû Abdullâh ibn-i Cellâ’nın hâlini şu şekilde rivâyet etmiştir:

İbn-i Cellâ der ki:

“Medîne-i Münevvere’ye gelmiştim. Yoksulluk içindeydim. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kabr-i şerifine vardım. Selâm verdim ve:

«– Ey Allâh’ın Rasûlü! Fakr u zarûret içindeyim!.. Sana misâfir oldum…» dedim.

Bir müddet sonra üzerime uyku hâli geldi. Uykuda Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bana bir çörek ikrâm ettiler. Yarımını yedim, sonra uyandım; diğer yarımını da yanımda buldum.”27

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in vefâtlarından sonra yaşanan bir başka hikmetli hâdiseyi el-Utbî şöyle anlatıyor:

“Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kabr-i şerîfleri yanında oturuyordum. Derken bir bedevî gelerek:

«– Selâm sana ey Allâh’ın Rasûlü! Ben Allâh Teâlâ’nın; “Eğer onlar, kendilerine zulmettikleri zaman sana gelip de Allâh’tan mağfiret dileseler ve Rasûl de onlar için mağfiret talebinde bulunsaydı, Allâh’ı çok affedici ve esirgeyici bulurlardı.” (en-Nisâ, 64) buyurduğunu işittim. İşte günahlarımdan tevbe edip mağfiret dileyerek ve benim için Rabbime şefaatte bulunmanı isteyerek sana geldim.» dedi.

Sonra içli bir şiir okudu ve oradan ayrıldı. O esnâda bana bir uyku bastı. Rüyamda Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i gördüm. Bana:

«– Ey Utbî! Bedevîye yetiş ve Allâh’ın onu bağışladığını kendisine müjdele!» buyurdu.” (İbn-i Kesîr, Tefsîr, I, 532)
5

Çanakkale muhârebelerinin pek şiddetlendiği bir hengâmede Binbaşı Lütfi Bey:

“– Yetiş yâ Muhammed! Kitabın elden gidiyor!..”28 diyerek feryâd ediyor, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den istimdâd ediyordu. Allâh Rasûlü’nden ihlâs ve samîmiyetle taleb edilen bu yardımın ne şekilde tezâhür ettiğini aşağıdaki vâkıa net bir sûrette te’yîd eder:

Yıl, 1928… Çanakkale zaferinin üzerinden tam 13 yıl geçmiştir.

Âlim, ârif ve zarif insan Alasonyalı Cemâl Öğüt Hocaefendi hacca gider. Hocaefendi, Medîne’de, birçok değerli zevat ile tanışma fırsatı bulur. İşte bu mübârek zâtlardan biri de, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in türbedârıdır. Bu hak dostu, aynı zamanda sâdık bir Osmanlı dostudur. “Osmanlı” der, başka bir şey demez. Cemâl Öğüt Hocaefendi, sormaktan kendini alamaz:

“– Niçin bu derece muhabbet?”

Bu pîr-i fânî olmuş nûrânî türbedar, hiç duraksamadan şu cevâbı verir:

“– Osmanlı’yı, İslâm nâmına sevmek için, bir hâtıram bile bana yeter.”

Hocaefendinin ısrârı üzerine, eşsiz hâtırayı şöyle anlatır:

“– 1915 haccına, Hindistan ulemâsından bir zât da gelmişti. Bu zât, derûnî dünyâsı zengin bir Allâh dostu idi. Hacdan sonra, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i ziyâret için, Medîne’ye gelmişti. Çok mahzun görünüyordu. Bir türlü gözünün yaşı dinmeyen o mübârek zât, hüznünün sebebini sorduğumda, gözyaşları daha da çoğalarak şu cevâbı verdi:

“– Bunca yıl sonra nasîb oldu, Âlemlerin Efendisi’ni ziyârete geldim. Fakat müşâhede ettim ki, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- makâmında değil. Yoksa benim kalb gözüm mü körelmiş?.. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in varlığını neden hissedemiyorum? İşte Medîne’ye geldim geleli bu düşüncelerle perişânım!”

Yaşlı türbedâr, o gece rüyâsında, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i görür. Hindistanlı âlimin anlattıklarını hatırlar. Allâh’ın Rasûlü, onu merakta bırakmaz ve şöyle buyurur:

“– Evet, hissedilen doğrudur. Ben şimdi Medîne’mde değilim. Çanakkale’deyim… Zor durumda olan asker evlatlarımı yalnız bırakmaya gönlüm râzı olmadı. Şimdi onlara yardım ediyorum.” (18 Mart 2001 Pazar tarihli Zaman Gazetesi’nden)

Nitekim İngiliz generali Hamilton’un Çanakkale yenilgisi üzerine söylediği:

“Bizi Türklerin maddî gücü değil, mânevî gücü mağlûb etmiştir. Çünkü onların atacak barutu bile kalmamıştı. Fakat biz, gökten inen güçleri müşâhede ettik.” îtirâfı da yukarıdaki ifâdelerin âdetâ bir şâhidi gibidir.

Bu nevî hâdiseler, Cenâb-ı Hakk’ın peygamberlerine vefâtlarından sonra da verdiği bir tasarruftur. Onlar, kabirlerinde bizim dünyevî intibâlarla mâhiyetini idrâk edemediğimiz bir şekilde diridirler. Nitekim aşağıdaki hadîs-i şerîf de bunu açıkça ortaya koymaktadır.

Evs bin Evs -radıyallâhu anh-’ten rivâyet edildiğine göre Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“– Günlerinizin en fazîletlisi Cuma günüdür. Bu sebeple o gün bana çokça salât ü selâm getiriniz; zîrâ sizin salât ü selâmlarınız bana arz edilir.” buyurunca ashâb-ı kirâm:

“– Yâ Rasûlallâh! Vefât ettiğin ve Sen’den hiçbir eser kalmadığı zaman salât ü selâmlarımız Sana nasıl arz edilir?” diye sordular.

Bunun üzerine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“– Allâh Teâlâ peygamberlerin bedenlerini çürütmeyi toprağa haram kıldı.” buyurmuştur. (Ebû Dâvud, Salât, 201; Bkz. Nesâî, Cuma, 5)

Bu dirilik hâli şehidlerde de tecellî etmektedir. Nitekim âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak:

“Sakın Allâh yolunda öldürülenleri (şehidleri) ölü sanmayın. Bilakis onlar diridirler; Allâh’ın lutuf ve kereminden kendilerine verdikleriyle sevinçli bir hâlde Rableri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar…” (Âl-i İmran, 169)

Muhakkak ki peygamberlerdeki dirilik, şehidlerdeki diriliğe kıyasla çok daha zirvededir.

5

Peygamber vârisi olan Hak dostlarında da tasarruf ve kerâmet tecellîleri günümüze kadar devâm edegelmektedir. Bunun da sayısız misâllerinden birkaçı şöyledir:

Ubeydullâh Ahrar Hazretleri, Orta Asya’dan tayy-i mekân ederek İstanbul’un fethine iştirâk etmiştir. Bunu, torununun oğlu Hâce Muhammed Kâsım şöyle nakleder:

“Ubeydullâh Ahrâr Hazretleri, Perşembe günü öğleden sonra âniden atının hazırlanmasını emretti. Atına binip sür’atle Semerkant’tan dışarı çıktı.

Mevlânâ Şeyh adıyla mâruf bir talebesi, kendisini bir müddet tâkib etti. Ubeydullâh Ahrâr Hazretleri’nin, atının üzerinde bir sağa, bir sola meylinden sonra kaybolduğu haberini verdi. Ubeydullâh Ahrâr Hazretleri bir müddet sonra döndü. Talebeleri, heyecanla bu ânî yolculuğun hikmetini sordular. O da:

«– Türk sultanı Mehmed Han, benden istimdâd etti. Yardım diledi. Ben de O’na yardım etmeye gittim. Allâh Teâlâ’nın izni ile zafer müyesser oldu.» buyurdular.”

Horasan’dan gelip İstanbul’u ziyâret eden pîr Ubeydullâh Ahrâr’ın torunu Hâce Abdülhâdî şöyle anlatır:

“İstanbul’a gittiğimde Sultan II. Bâyezîd, babam Ubeydullâh Ahrâr’ın şekil ve şemâilini târif etti ve şöyle dedi:

«– Babam Fâtih anlattı: Fethin en şiddetli zamanında Rabbime ilticâ ederek, zamânın kutbunun imdâda yetişmesini istedim… Şu şu vasıfta, bir beyaz atın üzerinde karşıma geldi:

“– Korkma, zafer senindir!..” buyurdu.

O pîre:

“– Küffâr askeri çok fazla!..” dedim.

O da bana cübbesini açarak:

“– İçine bak!” dedi.

Hayretle cübbesinin yeninin içinden sel gibi akan bir ordu gördüm:

“– Bu ordu sana yardıma geldi…” dedi.

Devâm etti:

“– Şimdi şu tepenin üzerinden üç defa kös’e tokmak vur! Ve bütün askere hücûm emrini ver!” buyurdu.

Ben de aynen öyle yaptım. O pîr de, ordusu ile hücûma iştirâk etti. Feth-i mübîn gerçekleşti…”29

Velhâsıl Fâtih’in fetih sırasında cümle evliyânın rûhâniyet ve yardımından müstefîd olduğu târihî bir vâkıadır.

Husûsiyle Akşemseddin Hazretleri’nin maddî ve mânevî sahalarda pek çok yardımları olmuştur.

5

Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri’nin “tasarruf”uyla ilgili yaşanmış bir hâdise de şöyledir:30

Yıl 1975. Öğle namazına yakın bir vakitte Hazret-i Pîr’in türbesi önüne nûr yüzlü, buğday tenli ve tıknaz boylu bir genç gelmişti. O an tesâdüfen Azîz Mahmûd Hüdâyî Câmii’nin imâmına rastladı ve:

“– Efendim! Ben Azîz Mahmûd Hüdâyî’yi görmeye geldim! Kendisiyle nasıl görüşebilirim? Acabâ şu an burada mıdır?” diye sordu.

Böyle bir suâl karşısında şaşıran imâm Muharrem Efendi:

“– Oğlum! Evet Azîz Mahmûd Hüdâyî burada!” dedi.

Hazret-i Pîr’in orada olduğunu duyan genç, sevinçle:

“– Lütfen beni onunla görüştürünüz!” dedi.

Fakat buna bir mânâ veremeyen Muharrem Efendi, türbenin yanında olduklarından tekrar:

“– Oğlum! Azîz Mahmûd Hüdâyî burada!” dedi.

Genç de, talebini tekrarladı:

“– O zaman benimle görüştür! Ben onunla görüşmek istiyorum!” dedi.

Muharrem Efendi, hâlâ gencin hâlinden bir şey anlamadığından meseleyi çözebilmek için:

“– Evlâdım! Sen Azîz Mahmûd Hüdâyî’yi tanıyor ve biliyor musun?” diye sordu.

Yüzü gibi sînesi de sâf olan delikanlı, lafın böyle uzayıp gitmesine ve muhâtabının kendisini neden Mahmûd Hüdâyî ile görüştürmek istemediğine hayret ederek:

“– Ben Azîz Mahmûd Hüdâyî’yi yakından tanıyorum. Beni buraya o dâvet etti. Biz onunla ziyâret husûsunda sözleşmiştik. Benim geleceğimden haberi var.” dedi.

Sözün burasında Muharrem Efendi, meselenin farklı bir vechesi ve sırlı bir nüktesi mevcûd olduğunu nihâyet idrâk etti ve merakla sordu:

“– Evlâdım! Nasıl sözleştiniz?”

Genç anlatmaya başladı:

“– Efendim ben 1974 Kıbrıs harekâtında paraşütle indirilen komando grubundandım. Biz, ordumuzun denizden, Rumlar’ın da Beşparmak dağlarından karşılıklı mücâdelelerini sürdürdükleri bir hengâmda paraşütlerle atladık. Ancak hava pek rüzgârlı olduğundan her birimiz bir tarafa savruluyorduk. Ben de düşman hatlarına düştüm. Ağaçlık bir mevkîde iki yandan gelen cehennemî bir ateş altında kaldım. Ne yapacağımı bilemez bir hâlde büyük bir şaşkınlık içindeyken karşıma uzun boylu, heybetli ve nûr yüzlü ihtiyar bir baba çıktı. Bana tatlı ve mütebessim bir çehre ile baktı ve:

«– Oğlum! Burası düşman hattıdır. Ne işin var burada? Niçin tek başına bu hatta girdin?» dedi.

Ben de:

«– Baba! Ben gelmedim, rüzgâr buraya düşürdü.» dedim.

Nûr yüzlü ihtiyâr, hafifçe başını salladı:

«– Ben de harbe geldim. Sizden evvel gönderildim. Buraları çok iyi bilirim. Hangi birliktensin oğlum? Gel seni onların yanına götüreyim!» dedi.

Birlikte müthiş bir ateş topu altında yola koyulduk. O mübârek insan, gâyet sâkin bir yolda yürüyormuşçasına rahattı. Her hâli beni ayrı bir şaşkınlığa sevkediyordu. Bana ismimi, nereli olduğumu v.s. birçok suâller sordu. Ben de istediği cevapları verdikten sonra iyice merak edip kendisini sordum:

«– Baba! Ya sen kimsin?»

O da:

«– Oğlum! Bana Azîz Mahmûd Hüdâyî derler.» dedi.

Sonra:

«– Baba! Sen bana çok büyük bir iyilikte bulundun? Şâyet memlekete sağ-sâlim dönersem, bir vefâ borcu olarak seni ziyâret etmek isterim. Adresini verir misin?» dedim.

O güzel yüzlü mübârek insan, adres olarak sadece:

«– Oğlum! Üsküdar’a gelip kime sorsan beni sana gösterirler!» dedi.

Bu arada birliğime gelmiştik. Minnet, muhabbet ve hürmetle bu güzel insanın elini öptüm. Kendisiyle vedâlaştım. Sonra da kumandanımın yanına gittim.

Beni bir anda karşısında gören kumandanım, pek şaşırdı. Benim o ateş çemberinden nasıl olup da kurtularak birliğime ulaştığıma hayretle haykırdı:

«– Buraya nasıl gelebildin?»

Ben de:

«– Beni, yaşlı, güzel bir baba getirdi.» dedim.

Harb bittikten sonra memleketime döndüm. Ancak Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin bana yapmış olduğu iyilik hiçbir vakit aklımdan çıkmadığı için bir vefâ borcu olarak nihâyet ziyâretine niyetlenip Üsküdar’a geldim. Sorduğum kimseler:

«O mübârek bir zâttır» diyerek burayı târif ettiler.”

Bu arada sükût edip derin bir nefes alan genç, Muharrem Efendi’ye önceki talebini tekrarladı:

“– Efendim! İşte Azîz Mahmûd Hüdâyî ile böyle tanıştık. Artık himmet edin de beni kendisiyle görüştürün!” dedi.

Böylece meseleyi bütün yönleriyle öğrenen Muharrem Efendi, şâhid olduğu bu mânevî manzara karşısında pek duygulandı. Yalvarırcasına gözlerinin içine bakan delikanlıya bir müddet hiçbir şey diyemedi. Sonra da kendini toparlayıp içli bir sesle âdetâ kekeleyerek hulâsaten:

“– Evlâdım! Azîz Mahmûd Hüdâyî, hayatta olan bir kimse değil, 1543-1628 yılları arasında yaşamış bulunan büyük bir Allâh dostudur. Herhâlde seni buraya Fâtiha okuman için çağırmış olmalıdır! İşte türbesi!” diyebildi.

Bu cevabı duyan vefâkâr ve îmânlı genç, daha o an öğrendiği hakîkat üzerine son derece müteessir oldu. Kendisini görmek niyet ve hasretiyle geldiği ve hayatını borçlu olduğu büyük velînin sadece türbesiyle karşılaşmıştı. Harp sahasının o müthiş hengâmesinde yaşadığı mânevî tasarrufun daha yeni yeni farkına vardı ve bir çağlayan hâlinde hıçkırmaya başladı. Ellerini yüzüne kapadı; uzun bir müddet içli içli ağladı.

Hüdâyî mihrabının imâmı da ağlıyordu…

Hak dostu Ramazanoğlu Mahmûd Sâmi Hazretleri’nin, sohbetinde bizzat dinlediğimiz çocukluk yıllarına dâir bir hâtırası ise şöyle idi:

Kendisinden iki yaş küçük kız kardeşinin ayakları kötürüm imiş. Bulundukları civarda, halkın istiâne için epey mürâcaat ettiği Kaplancı Baba nâmıyla meşhûr bir Hak dostunun türbesi varmış. Birgün annesi, kız kardeşi ve kendileri bu zâtın türbesine ziyârete gitmişler. O geceyi de orada geçirmişler. Gece vakti uyurlarken felçli hemşiresinin feryadıyla uyanmışlar. Annesi koşup kızına ne olduğunu sormuş. Kız kardeşi ise heyecanla:

Türbeden bir dedenin çıktığını ve ayaklarına çöküp bastırdığını söylemiş. Bu hâdiseyi nakleden Sâmi Efendi, kız kardeşinin o günden itibâren âhir ömrüne kadar en ufak bir ayak ağrısı dahî çekmeden yürüyebildiğini ifâde etmişti.

5

Bütün bu anlatılanlar ve benzeri hâdiseler, Cenâb-ı Hakk’ın bâzı kullarına ihsân ettiği tasarruf salâhiyetinin bereketiyle yaşanan ilâhî lutuflardır. Ancak şunu unutmamak lâzımdır ki, fâil-i mutlak, Cenâb-ı Hak’tır. Onun kullara yardımı, gerek melekler vâsıtasıyla, gerekse Allâh’ın velî kulları vâsıtasıyla günümüze kadar devâm edegelmiştir.

Yazar:  dua [ 08.12.09, 18:48 ]
Mesaj Başlığı:  Re: İLÂHÎ MEVHİBELER

4. SÂDIK RÜYÂLAR
İlâhî mevhibelerden biri de sâdık rüyalardır. Gaybî hakîkatlere vâkıf olmanın yollarından biri olarak kabul edilir. Uyku sırasında insanın maddî âlemle irtibâtı asgarî seviyeye iner. Bedene hapsedilmiş olan rûha âit hisler güçlenir. Ulvî manzaraları perdeleyen nefsâniyet bulutları dağılarak görüş berraklaşır. Bu sûretle rüyâlarında gayb âlemini seyretmek, bâzı sâlih kullara nasîb olur. Bu keşiflerin doğruluğu ise daha sonra uyanıkken müşâhede edilir.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Ümmete, nübüvvetten (peygamberlik husûsiyetlerinden) sadece mübeşşirât kalmıştır.” buyurmuştur.

Ashâb:

“– Mübeşşirât nedir, yâ Rasûlallâh?” diye sorunca da:

“– Sâdık rüyâdır.” diye cevap vermiştir. (Buhârî, Tâbir, 5; Müslim, Salât, 207-208)

Mübeşşirât, ihlâslı müminlerin gönüllerinin rüyâ esnâsında ilâhî müjdelere ve telkînlere açık hâle gelmesidir.

Yine Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; “Onlar (Allâh dostu muttakî müminler) için dünyâ hayâtında da, âhirette de müjdeler vardır!” (Yûnus, 64) âyetinde bahsedilen “dünyadaki müjde”yi îzâh sadedinde:

“Müslümanın gördüğü veya kendisine gösterilen sâdık rüyâdır.” (Tirmizî, Rüyâ, 3) buyurmuşlardır.

Rüyâ üç kısımdır:

1. Şeytânî rüyalar: Şeytanın, insanı korkutmak, rûhu sıkıntıya düşürmek veya mahzûn etmek maksadıyla ilkâ eylediği rüyâlardır. Yüksek bir yerden düşmek veya insanı tesir altında bırakan kargaşa ve felâket sahneleri görmek gibi. Böyle rüyaların bir esası yoktur. Çoğunlukla bulanık, yarı hatırlanan, karışık bir rüya gören, gördüğünü kimseye anlatmamalı ve şeytanın iğvasından Allâh’a sığınmalıdır.

2. Hâricî bir tesirle görülen rüyâlar: Kişinin hâl ve hayâline bağlı olarak rüyâsına akseden manzaralardır. Meselâ çok tuzlu yemiş olan bir kimsenin rüyâda bolca su içmesi veyahut da zihnini fazlaca meşgûl eden bir meselenin rüyasına aksetmesi gibi. Bunların da tâbiri yoktur. Esassızdırlar.

3. Sâdık rüyâlar: Böyle rüyalar net olarak hatırlanırlar. Bunlar, Cenâb-ı Hak tarafından ya beşâret (müjde) veyahut da îkâz mâhiyetindedir. Bunları vazifeli bir kısım melekler ümmü’l-kitâb (levh-i mahfuz)’dan telakkî ederek, Cenâb-ı Hakk’ın emir ve müsâadesi ile uyuyan insanın rûhuna ilkâh ederler.

Sâdık rüyâlar, Levh-i Mahfuz’dan istikbâle akseden pırıltılardır. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, peygamberliğinin evvelinde sâdık rüyâlar altı ay kadar devâm etmiştir.

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Zaman yaklaştıkça31 müminin rüyâsı neredeyse hiç yalan çıkmaz. (Gördüğü gibi gerçekleşir.) Müminin (sâdık) rüyâsı, nübüvvetin kırkaltı cüzünden biridir. Nübüvvetten olan bir şey ise yalan olmaz.” (Buhârî, Ta‘bîr, 26; Müslim, Rüyâ, 6) buyurmuştur.32

Sâdık rüyâlar, ehli tarafından tâbire, yâni şifrelerinin çözülmesine muhtaçtır. Rüyâ tabiri de Hak vergisi bir ilimdir. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, namazlardan sonra bâzen ashâbın gördüğü rüyâları dinler ve tâbir eder, istikbâle dâir bu şekilde zuhûr eden tecellîleri îzâh buyururlardı.

Gerçekten rüyâları tâbir etmek, bazı kâidelere istinâd ettirilen bir ilimdir. Bu ilme vâkıf olanlara da “muabbir” (tâbirci) denilir. Umum insanların istifâdesi için rüyâ tâbiriyle alâkalı pek çok eser telif edilmiştir. Bunlardan İbn-i Sîrin ve Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri’nin tâbirnâmeleri meşhûr olmuş ve ekseriyetle onlardan iktibas sûretiyle günümüze kadar çeşitli kitaplar ortaya konulmuştur. Bununla berâber sırf böyle kitaplarda mevcûd mâlumâta istinâden rüyâ tâbir etmek mahzurludur. Zîrâ asıl tâbirin kısm-ı âzamı “keşif”tir. Bunun için rüyâyı tâbir edenin, mânevî bir iktidâra sâhip olması gereklidir. Aksi hâlde yanlış tâbirin tehlikeleriyle karşılaşılır. Zîrâ, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“… Rüyâ, ilk tâbirciye göre tahakkuk eder.” (İbn-i Mâce, Ta‘bîr, 7) buyurmuştur. Bu bakımdan rüyâlar ehil olmayanlara anlatılmamalıdır. Bu ilme vâkıf olanlar da, “İlk tâbir önemlidir; sonrakiler geçersiz kalır.” demişlerdir.

Mîzânu’n-Nüfûs33 adlı risâlede anlatıldığı üzere tâbir ilmi “enfüsî” ve “âfâkî” olmak üzere iki kısımdır. “Enfüsî” olanını avâm-havâs herkes tahsîl edebilir. Yâni kulaktan duymak sûretiyle veya geçmişte ehil kimselerin yaptığı tâbirleri muhtelif eserlerden toplamak sûretiyle tahsîli mümkündür. Bu sâyede birbirine benzeyen rüyalar, geçmiş tecrübelere istinâden tâbir edilebilir.

Rüyâda varlıkların her biri, lügattaki bir kelime gibidir. Yâni o âdetâ ayrı bir lisandır. Bu lisânda görülen varlığa atfedilen mânâ, uzak bir alâkaya dayanır. Yâni büsbütün mesnedsiz ve sebepsiz değildir. Meselâ yılan, düşmandır. Bu mânâ, Âdem -aleyhisselâm-’ın kıssasına dayanır. Onda görülen her hâl ve hareket, düşmana âit bir tavır olarak îzâh edilir. Fakat bir yılan dümdüz veya ölü gibi hareketsiz görülürse, yol ile tâbir edilir.

Diğer taraftan, rüyâ tâbirinde pek çok müessir rol oynar. Günler, mevsimler, rüyânın görüldüğü gece vakti vs. Meselâ kışın görülen rüya geç tahakkuk ederken, sabaha karşı görülen rüya çabuk çıkar. Ancak bu tâbirler her rüyâ sâhibinin tabiatı farklı olduğundan çoğu kez noksandır.

“Âfâkî” olan tâbir ilmiyse, ancak havâssa mahsus olup keşfe muhtaçtır. Çünkü rüyânın şeytânî mi Rahmânî mi olduğunu ayırd edebilmek, sünuhât-ı ilâhiyyeye mazhar olmaya bağlı bir keyfiyettir. Üstelik insanların tabiatları da birbirlerinden farklı olduğu için, aynı rüyâyı gören iki şahsın rüyâlarının tâbiri birbirinden çok farklı olabilir. Bu inceliği kavrayabilmek ise mânevî bir salâhiyet ister.

Nitekim İbn-i Sîrîn Hazretleri’ne iki kişi gelip, rüyâlarında hatip olarak hutbe okuduklarını beyân ettiklerinde bunu, onlardan birinin hacca gideceği, diğerinin ise îdâm olunacağı şeklinde tâbir buyurur. Hakîkaten bir müddet sonra o iki şahıstan biri hacceder, diğeri ise idâm edilir.

Asr-ı saâdette vukû bulan bir hâdise de şöyledir:

Bir kadın rüyasını tâbir ettirmek için Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e mürâcaat eder. Rüyasında evinin orta direğinin kırılıp önüne yıkılıverdiğini söyler.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kadına, kocası olup olmadığını ve varsa nerede olduğunu suâl eder. Kadın, kocasının sefere gittiğini ve hâlen dönmediğini söyleyince Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kadına, kocasının sağ-sâlim dönüp mesrûr olacaklarını müjdeler ve rüya tâbir edildiği üzere vukû bulur.

Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın devr-i hilâfetinde bu kadın yine kocası seferdeyken aynı rüyayı görüp bu defâ da tâbirini halîfeye sorar. Hazret-i Sıddîk -radıyallâhu anh-, aynen Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- gibi önce kadından kocasıyla ilgili mâlumat alır ve sonra kadına kocasının seferde merhûm olduğunu söyler.

Kadın ise telâş ve şaşkınlık içinde Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’a:

“– Aynı rüyâyı Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kocamın sâlimen döneceğine yormuştu.” deyince Hazret-i Sıddîk:

“– Doğrudur, O’na öyle keşfolunmuş, bana da böyle ilhâm olundu.” buyurur. Aradan çok geçmeden tâbirin doğru olduğu anlaşılır.

Rüyâ esnâsında âlem-i misâlde akıl ve fikir üstü, hayâlî ve belirsiz nice hâller müşâhede olunacağından bunların doğru tâbiri gâyet zor ve hattâ mânevî bir dirâyet olmaksızın mümkün değildir.

Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de Yûsuf -aleyhisselâm-’a da bu ilmi verdiğini bildirmektedir.34

Nitekim Hazret-i Yûsuf -aleyhisselâm-, zindandayken bir ekmekçi ile saray sâkîsinin rüyâlarını dinlemişti. Ekmekçi, bir tabla ekmeği başı üzerinde götürürken havadan kuşların hücûm edip ekmekleri yediklerini anlatmış, Yûsuf -aleyhisselâm- da bunu, ekmekçinin pâdişâh tarafından îdam ettirileceğini ve havadan kuşların inip başının etini yiyeceklerini söyleyerek tâbir etmiştir. Sâkî de rüyâsında, evvelki gibi sarayda pâdişâha sâkîlik yaptığını gördüğünü ifâde edince, Yûsuf -aleyhisselâm-:

“– Sen yine pâdişahın makbûlü olup sâkîliğini yaparsın.” diye tâbir etmiştir. Hakîkaten bu keşifler, aynen tâbirde buyurulduğu gibi zuhûr etmiştir.

Yukarıda da ifâde ettiğimiz üzere tâbir ilminin büyük bir kısmı keşfe dayanır. Bunun için de tâbircinin mânevî bir derecede olması gereklidir. Nitekim İstanbul İmam Hatip Mektebi’nde okuduğumuz sırada hocalığımızı yapmış bulunan Merhum Celâleddin Öktem Hocaefendi, vaktiyle rüyâ tâbirinde gerçek bir üstad imiş. Kendileri, rüyâ tâbirinin berrak ve rûhânî bir kalb ile yapılabileceğini ifâde eder, tâbirin isâbetini tâbircinin takvâsına bağlardı.

Celâleddin Öktem Hocamız -rahmetullâhi aleyh-, gençlik yıllarında idâdîlerde (liselerde) din dersleri okutur ve diri bir gönülle takvâ üzere bir hayat yaşarmış. O yıllarda, isâbetli tâbirleriyle şöhret yapmış. Böyle isâbetli tâbirlerinden pek çok misâl anlattıktan sonra Hocamız derdi ki:

“– Bir zaman geldi, bu perde bana kapandı. Çünkü din dersleri lağvedildi. Beni de Felsefe hocası olarak tâyin ettiler. Akıl mahsûlü olan felsefî nazariyeler içinde yüzmeye başlayınca, gönül pınarlarım kurudu.”

Sâdık rüyâlara âit meşhûr misâllerden bir diğeri de şöyledir:

Meşhûr Kasîde-i Bürde şâiri İmâm Bûsirî birgün evine giderken yolda nûr yüzlü bir pîr-i fânîye rastlar. Yaşlı zât ona:

“– Yâ Bûsirî! Bu gece rüyanda Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i gördün mü?” diye sorar.

İmâm Bûsirî:

“– Hayır, görmedim.” diye cevap verir.

Pîr-i fânî, bu kısa konuşmanın ardından başka bir şey demeden ayrılır. Fakat onun bu sözleri İmâm’ın gönlündeki Hazret-i Peygamber’e olan aşk ve muhabbeti coşturur.

O gece İmâm, rüyâsında Hazret-i Peygamberi görür ve uyanınca içinin neş’e ve huzurla dolduğunu fark eder.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i medheden ve nice Peygamber âşıklarını muhabbet deryâsında yıkayan birçok medhiyeler yazar.

Bir müddet sonra vücûdunun yarısı felç olur. Yürüyemez ve hareket edemez hâle gelir. O zaman meşhûr Kasîde-i Bürde’yi yazıp bununla Cenâb-ı Hak’tan şifâ diler.

Kasîdeyi bitirdiği gece rüyâsında Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i görür ve kasîdeyi O’na okur. Kasîdenin tamamen okunmasından sonra Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, mübârek elleriyle İmâm Bûsirî’nin felçli uzuvlarını mesh eder. Ne derin bir muhabbetin eseridir ki, İmam Bûsirî, uyandığı zaman hastalığının zâil olduğunu görür ve Allâh’a şükreder.

O gecenin sabahında sıhhatine kavuşmuş olarak sürûr içinde câmiye giderken, yolda Şeyh Ebu’r-Recâ Hazretleri’ne rastlar. Hazret ona:

“– Yâ Bûsirî! Fahr-i Âlem’i medhettiğin kasîdeyi okur musun?” der.

İmâm Bûsirî:

“– Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i medh eden kasîdelerim pek çok. Hangisini istiyorsunuz?” diye sorar.

Şeyh Ebu’r-Recâ:

“– Hazret-i Peygamber’in huzûrunda okuduğunu istiyorum. Çünkü Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu kasîdeden çok memnûn olduğunu gördüm.” der.

Bu kasîdeyi henüz hiç kimsenin duymadığını bilen İmâm Bûsirî hayretler içinde kalır.35

İslâm âleminde pek çok misâlleri bulunan keşf, firâset, ilham ve sâdık rüyâlar vesîlesiyle gayb âlemine âit pek çok sırrın, sâdık kimselere ayân olduğu görülmektedir. Hâlbuki;

“… Göklerde ve yerde, Allâh’tan başka hiç kimse gaybı bilemez…” (en-Neml, 65) beyânı, ilâhî bir hakîkattir. O hâlde burada bir îzâha ihtiyâç vardır.

Bu îzâh, esâsen, “…Kulumu sevince ben onun (âdetâ) işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum…” (Buhârî, Rikâk, 38) kudsî hadîsinin muhtevâsında mevcuddur. Keşf ve ilhâmın merkezi, Allâh’ın insana üflediği rûhtur. Zâhiren, bedendeki baş gözüyle bakılsa bile; o gözde mevcûd olan “ilâhî nûr” karşısında gaybın perdeleri, Allâh’ın dilediği ölçüde hükümsüz kalıverir. Bu takdîrde gaybı gösteren yine Allâh’tır. Yoksa kulda gaybı görecek, işitecek ve bilecek bir kudret yoktur. Kulun bilmesi, ancak Allâh Teâlâ’nın kuluna lutfedip bildirmesi sâyesindedir.

Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak:

“(Rasûlüm!) Bunlar, bizim sana vahiy yoluyla bildirmekte olduğumuz gayb haberlerindendir…” (Âl-i İmran, 44) buyurarak bâzı gaybî hakîkatleri bildirdiğini haber vermektedir.

Bir de şu var ki, gayb iki türlüdür: Mutlak gayb ve izâfî gayb.

Allâh’tan gayrısının bilemeyeceği gayb, mutlak gaybdır. Bir kimsenin mutlak gaybdan bir şey bilebilmesi, kendi dirâyetine bağlı değildir. O, ancak Allâh’ın bildirmesiyle bilinebilir. Bu biliş de O’nun lutfu kadardır. İzâfî gayb ise bâzılarına mâlum, bâzılarına meçhûl olan keyfiyetlerdir. Meselâ bir kimsenin cebindeki parayı yalnız kendi bilir başkası bilmez. Bâzı kimseler için gayb olan bir şey, bâzı kimseler için gayb olmayabilir.

Burada Allâh’ın velî kulları için mevzubahis olan gayb, mutlak gaybdır ki o da ancak Allâh’ın bildirmesiyle ve bildirdiği kadarıyla bilinebilir.

5

Gerçek Hak dostları, tahmin ve teşhislerinde ne kadar isâbet etseler de, keşf ve firâset sâhibi olduklarını iddiâya kalkışmazlar. Öyle insanlar vardır ki yüzlerine bakıldığında Allâh hatırlanır. Dillerinden hikmet ve mârifet damlaları dökülür. Tâbir câizse konuşmaz, sanki konuşturulurlar. Buna rağmen, Hakk’ın lutufları karşısında iki büklümdürler. Zîrâ insan zayıf bir varlıktır. Haddi aşarak gurura kapılabilir. İnsanın kendisini üstün görmesi ise en büyük felâkettir. Bu takdirde Cenâb-ı Hak da kulunu îkâz için ona acziyeti tattırabilir.

Aslında firâset, keşf ve sâdık rüyâlar, Allâh’ın sâlih kullarına hakîkatleri ilhâm ederek lutufta bulunmasından ibârettir.

1. sayfa (Toplam 1 sayfa) Tüm zamanlar UTC + 2 saat
Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group
http://www.phpbb.com/