sufiforum.com https://sufiforum.com/ |
|
TASAVVUFÎ SOHBETLER-1982 / Şeyh M. Nazım KIBRISÎ https://sufiforum.com/viewtopic.php?f=107&t=1882 |
1. sayfa (Toplam 4 sayfa) |
Yazar: | HAQQanî [ 27.05.09, 20:27 ] |
Mesaj Başlığı: | TASAVVUFÎ SOHBETLER-1982 / Şeyh M. Nazım KIBRISÎ |
TASAVVUFÎ SOHBETLER-1983 / Şeyh M. Nazım KIBRISÎ el-HAQQANÎ el-NAQŞBENDÎ -Q.S.- başlığı ile kitap haline getirilerek Nush Yayınları olarak az sayıda basılan ve bugün piyasada bulunmayan 1983 basımı kitapta yer alan tarihi öneme sahip sohbetleri buradan okuyabilirsiniz. |
Yazar: | HAQQanî [ 27.05.09, 20:30 ] |
Mesaj Başlığı: | Re: TASAVVUFÎ SOHBETLER-1982 / Şeyh M. Nazım KIBRISÎ |
“Eûzubillahimineşşeytânirracim. Bismillahirrahmânirrahîm” TASAVVUF SOHBETLERİ II. Baskı Birinci baskı: NUSH YAYINLARI İstanbul - 1983/1403 Tashih eden Bahar Çimen Hanika 2008 Kitapta geçen kısaltmalar (c.c.): Cellê celâlûhu (k.s.): Kuddîse sırrahu (s.a.v.): Sallallahu alêyhi vessellem (a.s.): Alêyhisselâm (r.a.): Radiyallahu anh Hz.: Hazretleri |
Yazar: | HAQQanî [ 27.05.09, 20:31 ] |
Mesaj Başlığı: | Re: TASAVVUFÎ SOHBETLER-1982 / Şeyh M. Nazım KIBRISÎ |
Sohbet - l 1974, İSTANBUL “Eûzubillahimineşşeytânirracim. Bismillahirrahmânirrahîm” Eşhedüenlâilâheillallah ve eşhedüenne Muhammeden abduhû ve resulûhu. İşte bu, Estaizübillâh: « ve men dehalehu kâne amina ve lillâhi alen nâsi…» [1] وَمَنْ دَخَلَهُ كَانَ ءَامِنًا وَلِلَّهِ عَلَى النَّاسِ «… men dahale hısnî emine’l azâb » Hem âyet-i kerîme, hem hadîs-i kudsî. Bu kelime-i şahâdet, ümmet için, bütün ben’i âdem için emn-ü eman dairesidir ki Ve men dehalehu kâne amina: Bu daireden içeri girene emn-ü eman var. Alel ıtlak, o hiçbir şey kendisine tesir etmeyen daireye girdi. Lâ ilahe illallah hasni; lâ İlahe illallah kelâmıdır. Vemen dahalehu kane aminen; Allah-u Zülcelâl, “o kelamdan içeri girene emn-ü eman verdim” diyor. O kal’adan içeri girdikten sonra, o kal’anın içindeki adam emin olur. ─ O kimin kal’asıdır? Allahû Zülcelâl bizzat kendisine nispet edip söylüyor: “Benim kal’amdır.” O Allah’ın kal’asının içerisine girip, Allah’ın emn-ü emâna koyduğu kulu oradan çalacak kim olabilir? Kimde salahiyet var? Bir iblis değil, kâinattaki zerrât miktarında, adedinde ebalise, ins ve cinnî ile beraber şeyâtîn mevcut olsa; o kal’adan içen giren kimseyi dışarı alamaz, bitti. İster şaka yoluyla söylensin, ister ciddi söylensin Lâ ilâhe illallah dendi, bitti. Bu, mühim meseledir. Zahire bakma, “oraya batmış, şuraya batmış” deme, Lâ ilâhe illallah dedi mi, bitti. Allah-u Zülcelâl, “Ben’im kal’amdır, bir defa ben onu aldım” diyor, itiraz edecek adam var mı? Dışarı çıkartmaya ne hak ve salâhiyetimiz var. Manası açık; « ve men dehalehu kâne amina ve lillâhi alen nâsi…» Bir kerre söyledi mi, isterse şaka yoluyla söylesin, bitti. Şakayla tetik atan adamın attığı kurşun vurmaz mı? Öldürmez mi? “Yahu ben şakayla tetiğe dokunmuş idim!” Şaka diye vurmadan, tesirini göstermeden kurşun kalır mı? Sen ne zannettin lâ ilâhe illallah demeyi? Peygamber-i zîşan’ın lâ ilâhe illallah dediği bir tevhidini, mizanın bir kefesine koysalar, bütün ümmeti Muhammedî’nin ve onunla beraber bütün geçmiş ümmetlerinin hepsinin günahını öbür kefeye koysalar; tüy gibi tartar, hiç ehemmiyeti kalmaz. Daha Peygamber-î zîşan o mizana nelerini koyacak. Peygamberi ne zannediyoruz? Peygamberi bizim gibi zannediyoruz. Daha peygamberi tanıyamadık. İmam el Busayrî (Rahimehullah) Hazretleri[2], onunla bizim aramızdaki farkı fikrimize bir parça yaklaştırabilmek için bize en ednâ bir tabir yapmış, Bismillâhirrahmanirrahîm, “Muhammedün beşerün veleyse kelbeşeri, bel-hüve yakutun ve'n-nasü kelhukerü.” O da beşerdir. Yakutta taştır amma çakıl taşlarının arasında yakut taşının kıymeti neyse, öteki beşerin arasında da en edna olaraktan, o peygamberi öyle bil. ─ Yakut ile kara taşın arasında ne fark var? O peygamberin beşer oluşu ile senin beşerliğini, yakut ile ne kadar kıymet farkı varsa, sende öyle bil” diyor. DUA Hiçbir şeye mâlik olmayan, kendi nefsi üzerinde hiçbir hükmü olmayan abd’ler sıfatı ile senin bâbına geldik ya Rabbi! Senin kapına talip olarak yöneldik ya Rabbi, hepimiz Senin inâyetine, senin hidâyetine muhtâç olarak hem ellerimizi, hem kalplerimizi sana açarak geldik ya Rabbi! Senin bâbına gelip el açanları, gönül açanları boş geri çevirmeyen Mevlâ’mız Sensin. Habîbin hürmetine, habîbin ümmetlerine tahsis buyurduğun mânevî olan mâidelerden bize lütfeyle. «Allahümme elhimnâ ruşdenâ ve iznâ min sururî enfüsinâ.» Habibinin bu duası ile senin huzuruna geldik ya Rabbi! Bizi rüşde, hayrın kemâline, Senin kulluğunun şerefine ulaştıracak ilhamdan bizi mahrum eyleme ve bizi nefsimizin şerrinden sakla ya Rabbi! Aczimizi ikrar ederek senin kapına geldik; Sen, huzurunda aczini ikrar edenleri seversin. Sen kapına boş gelenleri seversin, sen kapına yoklukla gelenleri, varlıkla şenlendiren Hakk’sın. Ya Rabbi, burada bulunan kullarını toplayan Sensin, toplatan Sensin, söyleten Sensin, dinleten Sensin, bizi dinleyicilerden kıl ya Rabbi! Dinleyip de en iyisine tabi olanlardan kıl ya Rabbi! Bizim lisanımızı sen doğrult ya Rabbi! Ya Seyyidî. Ya Resûlullah medet, medet ya Sultanû’l Enbiya, medet ya Resûlullah, sizin şefkat ve şefaatiniz olmadan, o ezelî inayet kimseye ulaşamaz. Sizin huzurunuzda da sizden şefaat dilenerek geldik ya Ekreme’l Halkallah. Ey bütün mahlûkatın içerisinde lütfü kerem denizi olan şanlı Nebi! Bize şefkat, şefaat nazarınızdan lütfen bir nazar kılınız. Esselatü ve’sselamu aleyke ya Seyyidî, ya Resulûlah. Ya seyyidenâ, ya tabîbe’l kulûb, ya hayate’l vücud, ya sâdatinâl kiramu cemîa. Bu beldede tasarrufa müvekkel olan zat, size de teveccüh edip sizden de destur talep ederek burada hazır olan cemaate lüzum eden mâideyi talep ediyoruz. Evvela kendi nefsime ya Seyyidenâ, sonra huzuruna, “Eşhedüenlâ ilâheillalah vahdehu lâ şerikeleh ve eşhedü enne seyyidenâ Muhammeden abduhu ve habibuhu ve resulûhu (S.A.V), Mevlânâ hadiynâ kelimeteyni şehadeten indeke ya rasullullah.” İmam-ı Şa’ranî Hazretleri[3] buyurdu, “Hiçbir zaman cemaate bir söz söylemek üzere oturmadım ki, o asırda o beldede bu vazifeyi asaleten uhdesinde tutan mutasarrıftan destur talep etmeyeyim.” Bu da bütün vaizlere olan edeptir. Kim bir yerde bir şey konuşacak olursa o vazife üzerinde asaleten bulunan oradaki ümmeti Muhammediyeyi irşada zahir ve maneviyatında himayeye müvekkel olan bir veliyullah bulunur. Edep, o makamda oturan kimseden derhal destur talep etmektir. O desturu verdikten sonra onun söylediği kelâmı hazır olan cemaatin kalbine nakşetmesi o zatın vazifesidir. Bizim vazifemiz yok. Santral nasıl fişi takar gibi oradan fişi takar o cereyan artık kalplere gelir, kalpten kalbe gider. Buradan gelen yine oraya çarpıp döner, kalpten çıkan söz kalbe girer. O olmadıktan sonra işimiz havadır. İşte o, imamı Şaranî Hazretlerinin bize talim etmiş olduğu mükemmel bir edeptir. Evvela söyleyen kimsenin tevazu makamına ermesi lazımdır. Ne kadar aşağıya tenezzül ederse o kadar aşağıya füyuzat iner. Sular dağın tepesine doğru yürümez en aşağıda olan vadilere doğru akar gider. Yukarıdakiler mahrum kalır ama aşağıdakiler o feyzi alır. Onun için ilk oturan kimse o feyzi üzerine çekebilmek için edeple oturması lazımdır. Kendinden söylemeye başlayan kimse kendine bırakılır. Kendi kendisindeki ile iktifa eden kimse ihtiyaç arz etmeyen kimsedir. Kendini yeterli gören kimseye başka yerden bir imdat verilmez. Lakin imdat arayan kimseye talip olan kimseye boyuna verir. Her taraftan onun için ilk edep burada kendimizi boş bilerek, hiçbir şey bilmeyici muhtaç sıfatında olup onlardan bize gönderilecek füyuzatı içmek ve içirtmektir, maksadımız odur. Biz, bilici olarak oturduğumuz vakitte onlardan bir imdat bize gelmez, o yolu keserler. Aman bize bir imdat diyerek münacat edip yalvaran kimselere o imdat boyuna yetişir. Peygamberi zişan çağırıyor ( S.A.V); “Fela tekulna ila enfusina terfeteayn”: Gözü açıp yumuncaya kadar beni nefsime bırakma ya Rabbel âlemin diye çağıran peygamber. ü Öyle olduğu vakitte bize ne Hakk ve salahiyet vardır, ü Allah’ın rahmetinden maada nereye güvenebiliriz biz? ü Peygamberin şefaat ve şevkatından mâada nereye güvenebiliriz? ü Neyimiz var? Hiçbir şeyimiz yok. Daim muhtaç durana inayet hiç kesilmeden ulaşır. Bir kimseye Allah’ın inayeti yetiştikten sonra onun sırtı yere gelmez. Kavî’dir buraya bizi toplayan O’dur, kimse değil O’dur. Sizin bereketinize bizde bu manevi maideden yedik, manevi olan bu sofradan da yediriyor. Cenabı Allah Îsa (a.s.)’a maide indirdi. ─ Peki, Îsa (a.s.) ümmeti mi efdal? Habibullah’ın ümmeti mi? Habibullah’ın ümmeti elbette ki bütün ümmetlerden efdaldir. Her ümmet kendi peygamberinin kadrinde Allah yanında takdir olunur, onun için Efendimizin ümmetleri de Habibullah’ın şerefleri ile şereflenir. İndallahta onun kadri ile takdir olunur. Efendimizin ( A.S.V.) sâir enbiyâ üzerine rüchanı, üstünlüğü ne derecede ise ümmetlerinin de sair ümmetler üzerindeki üstünlüğü de aynen öyledir. Peki, Îsa peygamberin ümmetine Cenabı Allah maide indirdi, gökten sofra indirdi. ─ O sofra kimin hürmetine indi? Îsa peygamber hürmetine mi indi? Habibullah hürmetine, Habibullah ile tevessül edip de indi. Îsa peygambere maide, Habibullah hürmetine indir dediği vakit indi, bu da sırdır. Enbiya kiminle tevessül ediyordu? Peygamberi atlatıp ta Allah’tan bir şey istemesi Enbiyânın makamına layık mıdır? Yeni çıktı bu moda, peygamberi bir tarafa atıp da Allah’tan bir şey isteyecek. Maşallah! Bütün enbiyanın tevessül ettiği Habibullahtır. «Habibullah aşkına ümmetlerime mâide indir» dedi, Îsa Peygamberin ümmetine öyle indi. Hayır! Öyle değildir diyen adam çıksın, çıkamaz. Cenabı Rabbû’l âlemin, Habibullahın, peygamber-i zişânın hürmetine Îsa (A.S.)’nın ümmetlerine maide indirdi. O, üzerinde zahiri dünya nimetlerinden üç-beş sınıf nimet ile indi. Peki, İsa peygamberin ümmetlerine o maide indiği vâki, ümmet-i Muhammediye’ye o maide inmez mi? Mahrum olur mu? Ümmeti Muhammediye’ye, hem zahirde, hem manevi olan maideler boyuna hiç eksilmeksizin iner. Şimdi bulunmuş olduğumuz bu toplantı, seksiz ve şüphesiz o manevi olan mâidenin inmiş olduğu toplantılardan birisidir. O manevi olan, manevi mâide inmiş olan bir mecliste bulunup şereflendik. Biz sizinle şereflendik, biz cemaatle şerefleniyoruz. Hâzır olan cemaatin her bir ferdî bu cemaatle şerefleniyor. Buna dikkat ediniz. Âlimin birisi “Peygamber mi büyük ümmetleri mi büyük?” Demiş. Karşısındaki zat cevap bulamamış. Ehli Hakk’tan olan bir zat demiş ki: “Ey kimse, peygamber mi büyük, ümmeti mi büyük diyerek düşünmeye hacet yok. Peygambere peygamberlik, ümmetleri için verilmiştir.” Ümmetleri olmasa peygambere peygamberlik ne lazım, o kime peygamberlik yapacaktı? Ümmetler, peygamberi ile şereflenir. Peygamberler ümmetleriyle şereflenir. Şimdi, Cenabı Rabbû’l âleminden niyaz ettik, peygamber-i zişan’dan niyaz ettik. Hâzır olan bir beldeye müvekkel olan bir tek kimse var, burada sarıca-î şerifi bekleyen zat var. Peygamber sancağı buradadır. Onu beklemeye müvekkel bulunan vazifeli bir veliyullah var ki yüzyirmidörtbin peygamberin kıdeminde olan zattır. İstanbul hududuna ondan destur almadan hiçbir veliyullah içeri giremez, illâ ondan destur alacak. Gelirken ona göre izin verirse içeri girer, izin vermezse edeben tâ izin verilinceye kadar durur. Burası, bu makam boş yer değil. Onların makamından da kendilerinden de niyaz ettik. Bizim kalplerimize nakş olacak hakikatten bize tasadduk etsinler, bize ihsan etsinler, bize ikram etsinler. Öyle bir ihsan, öyle bir ikram ki ebediyyü’l ebed, bizim kalplerimize imanın İslâm’ın nurunu ve sürurunu doldursun. Hiçbir dünya hemmu gammı bizim kalplerimizi karartmasın, zulmete almasın, hemmu gamla meşgul etmesin. Öyle bir şey talep ederek burada oturtuyor bizi. Kul, Allah’ın iradesinde gölge gibi giden kimsedir. İradesi yok; ü Buradan kaldırır buraya koyarsa, orada durur. ü Oradan kaldırır buraya atarsa, burada durur. ü Buradan kaldırır yukarıya fırlatırsa, orada durur. Allah’ın iradesinin önünde hiçbir irade, hiçbir ihtiyar taşımayan kimse Abdullah’tır; Allah’ın kuludur. ─ Peygamberin hakîki ümmeti kimdir? Peygamberin iradesinin önünde iradesi olmayan kimsedir. Peygamberin iradesinde vücudun arkasında gölgenin yürüdüğü gibi yürüyen kimse, peygamberin has ümmetidir. Ne kadar inhiraf ederse, o kadar ümmetlikten dışarıya çıkar. Evliyaların da etbâı, peygamber varislerine tabi olan kimseler de, Hakka tabi olan kimsenin sıfatında. Yine vücudun arkasında gölgenin hareketi gibi, kendi iradesinden, vâris-i Muhammedî olan zatın iradesinde yürüyen kimse, hakiki etbadandır. Kendi irademizi izhar etliğimiz yerde kulluktan, hakîki kulluktan, hakîki ümmetlikten düşeriz, hakîki etbâ olabilmekten düşeriz. Onun aşağıdan yukarıya doğru için alıştırıyorlar; acemi neferleri bile evvelâ onbaşının eline teslim ederler, onbaşı talimata sokar, ondan sonra ileriye doğru hizmete muvaffak olur. Onbaşıdan büyük amirlerin verdiği emri duymaya, yerine getirmeye ancak o zaman muvaffak olur. Onun için en aşağı onbaşısına tâbi olmayı bilmeyen adam ne Allah’a, ne peygamberine ittiba etmeyi nereden bilecek? “Talebenâ vecedenâ” Eğer talip olmasa idi, bu hazır olan cemaatin, bizim, hepimizin ruhaniyeti bu hakikatlere talip olmasa idi, nereden bize söyletecekti. Cenabı Hak, dilerse taşı da söyletir. Söyletene bak; söyleyenin ne ehemmiyeti var, söyletene bak. Talebenâ vecedenâ; talip olan maksadını bulur, bulmamak mümkün değildir. Hesapta olmadığı halde belki rüyada görmüş, belki de görmemiş. Lakin hakîkat; işte burada bize söyletiyor, sizin bereketinize ben de dinliyorum. Ben de nefsimi burada oturtturup “sana söylüyorum” diye şiddetle ona hitap ediyorum. Sizin hepiniz bilirsiniz. Hepiniz, أَلَسْتُ بِرَبِّكُمْ قَالُوا بَلَى Elestü birabbiküm kâlû belâ [4]ahdi misak gününde, Allah’a vermiş olduğunuz söz üzerinesiniz. Böyle itikat ederim, kendi nefsime çağırırım. O, Elestü birabbiküm kâlû belâ hitabı kulaklarında olmayan kimse kulluk yapamaz. Kul değildir o. Onu duyuncaya kadar gayret yap sen, noksanda olduğunu bil. Öyle söyler ehli hakikat: Elestü birabbiküm hitabı kulaklarımızda çınlıyor kesilmiyor. Allah’ın kelamı kesilmez ki, Allah'ın kelamı kadimdir. Mısır’da bir merkez var, orada yirmidört saat tertib ile Kur’ân-ı Kerîm okunur. Ne zaman düğmeyi çevirip o istasyonu açarsan Kur’ân-ı Kerîm çıkar, hiç kesilmez. Onun gibi, o bir temsildir. Cenabı Rabbül âleminin bir kelâm-ı kadîmidir, kesilmez. Hitab dâimdir, beşer kelâmı değildir. Allah’ın kelâm-ı kadîmi; kelam, ezelî ve ebedîdir. O hitap; Elestü birabbiküm hitabı dâimdir, hiç kesilmez. Allah’u Zülcelâl’ın her hareket ve sükûnumuzda bize boyuna «Elestü birabbiküm» hitabı vardır, bizden tasdik bekliyor. Yalnız orada bizim intisab ettiğimiz makamdaki ile kalmıyor iş. Oradaki hitâbı dâimdir. O hitap ehli hakikatin kulaklarından kesilmez. Allah-u zülcelâl bizden boyuna o tasdîki, o ikrârı bekliyor. Orada verdiğimiz ikrâr ile bırakmıyor. Orada nasıl ki, « kâlû belâ, Evet Rabbimizsin» dediğimiz gibi, şimdi mükellef olduğumuz andan itibaren de Allah’ın her lahzadaki o hitabını işitmen lazımdır. Allah-u zülcelâl her hareketinde sana soruyor: ─ Ey kulum! Nasıl, Beni Rab olarak tanıyor musun? Mâ Câebihim Nebî veyahut münkîrat bize rast gelir. Gün içinde ya Allah’ın emrinden bir iş karşımıza çıkar veyahut Allah’ın yasak ettiklerinden bir şey tesadüf eder. Ya memur olduğumuz iyi bir mesele, ya da haram ettiği bir mesele karşımıza çıkacaktır. ─ Her ikisinde de nefsin ne yapmak ister? Nefis, memur olduğu şeyden kaypaklık yapıp kaçmak ister, işte o zaman Allah’ın sana olan hitabını düşün. Elestü birabbiküm; Beni sen Rab olarak tanımadın mı? Kâlû belâ de! Hemen kalk o işe, nefsini dinleme. Nefsini rab tutma. O zaman eğer o sözünde isen, sen sadıklardan isen, hemen orada duy. Cenabı Allah sana hitap ediyor, hemen o işe orada Elestü birabbiküm kâlû belâ de, hizmete başla. Münkir olan bir şey, yasak olan, haram olan bir söz, bir bakış, bir hareket sana karşı geldiği zaman, nefsin hemen oraya dalmak ister. İşte orada da duy. Allah’ın sana ezeli hitâbı var; Elestü birabbiküm: Beni Rab olarak kabul etmedin mi? Sana bunu yasak ettim dediğimi işit de dur, kork! İşte Abd odur, değilse, ü Abdü’ş-şeytandır. ü Abdü’n nefis, ü Abdü’d-dünya, ü Abdü’l-hevadır o. Yüzde doksandokuz nispette en eşed olanı, insanın kendi hevasına tapmasıdır. Bu hevaya tabi olduğumuz mesele demek ki bu kadar. Senin, Allah-u zülcelâl’in Elestü birabbiküm kâlû belâ demiş olduğu hitabı her an için işitecek temizliğe gelinceye kadar, ne sağına, ne soluna bakmaya sana salâhiyet yok. Lakin biz bu aslî olan vazifemizi bırakıp kuvvet vereceğimiz yere kuvveti vermeden, kuvveti etrafa dağıtıyoruz. Şimdiki Müslümanların işi bu, hepimizin vazifesi böyle, yaptığımız iş: bütün kalbimizdeki dikkati dışarıya veriyoruz. “Kendi nefsimizde bir noksaniyet duyup da dıştaki kuvveti içeriye toplayalım, daha bizim keseceğimiz yol var, alacağımız menzil var” diye aklımıza gelmiyor. “Şunlar böyle geziyor, bunlar böyle yapıyor, onlar şöyle ediyor...!” Sana nereden salâhiyet verildi? Sen kendi vazifeni bitirdin mi? Sana vazifeni bitirdiğine dair nişan verildiğinde ki; onun alameti işte o Elestü birabbiküm kâlû belâ hitabını işitmeye başladın mı? Başladıysan tamamdır işin. O zamana bak ve ötekilere de işittir, değilse sen kendi nefsine ağla. ─ Öbürleri inanmıyorlar! İnanmayana mükellefiyet yok, inanmayan adama ne teklif edeceksin? İnandıktan sonra mükellef olunur. Aslında inanmayan adama bir şey teklif olunmaz. Lakin sen kendini inanmış sayıyorsun, mahşere çıkacağını biliyorsun, inanıyorum! Diyorsun. Allah’ın huzuruna varacağım, Allah bana soracak diyorsun. Buna inandıktan sonra sen Elestü birabbiküm kâlû belâ hitabını işitiptemi yapıyorsun, yoksa ezbere mi yapıyorsun? Karanlıkta yazı yazan adamın yazdığı nedir? Ne görür? Ne okur? Mühim olan mesele budur. Bundan, bu zamanın Müslümanları gâfildir. Başkalarını ıslah etmeye koşturuyor, kendi nefsindeki noksaniyyeti kâle almıyor. Canım, kendi hanendeki yangına bakıver, onu söndür, sonra başka taraftaki yangına bak. Başka tarafta yanan ormandır, boş yerdir. Amma senin varlığın tutuşmaktadır, sen ona dön, ilk onu söndürüver. Söndürdükten sonra başkalarına imdat etmeye hakkın var. Lakin biz daha yolu kesemedik, biz daha o makama o mertebeye yetişemedik. ─ Cenabı Allah, Levh-i Mahfuz’u ne için yarattı? ü Levh-i Mahfuz üzerinde dünyada bütün olacak her şey yazılıdır. ü Elestü birabbikum günü Allah’a vermiş olduğu kulluk sözleri yazılıdır, ü Orada nasıl kulluk yapacağı da yazılıdır. Cenabı Allah Levh-i mahfuza bakmaya muhtaç değildir, onu kendisi için yapmadı. O, Levh-i Mahfuza bakmaya muhtaç olsaydı Allah olmazdı (hâşâ), Allah’ın ilmi ezelisini ihâta etmez. Şimdi mekteplerde ne gün ne ders okurlar diye program var, çocukların eline bir program veriyorlar, çocuk ona bakar ne yapacağını ne okuyacağını bilir. O Levh-i Mahfuz da bizim gündemimizdir. Elest gününde Cenabı Allah’a icmalen ve tafsilen vermiş olduğumuz bütün ahitlerimizin kaydolduğu makamdır. Levh-i Mahfuz; Allah’ın bakması için değil, bizim bakmaklığımız için, kulların bakması içindir. Melâike baksın bakmasın, melaikeninki yazılı değil. Orada yazılı olan benî âdemin ahitleridir. Demek ki, asıl bize program olarak verilmiştir. Sana bakman için yazılmıştır, bakıp ta hareket edeceksin. ─ Ey Hoca! Ona biz nasıl bakalım? Sen mümin değil misin? Mümin olan kimse nasıl bakacak? Allah, peygamberin lisanından ne diyor? «İttakû min feraseti mü'minin, felnnehu yenziru binurillah.» [5] Peygamber-i Zişan; «Müminin ferâsetinden sakınınız çünkü o Allah nuruyla bakar.» diyor. Nasıl bakmayacaksın, sen bu makamda iken bakacaksın, değilsen haline ağla. O nuru almaya bak. Allah nûru sende varsa, bakacaksın ve göreceksin. Yoksa ne beklersin? Var mı senin o nurun? Varsa göreceksin, Levh-u mahfuzu görmene mâni yok. Peygamber böyle söyledi, bu yalan kelâm değil, hüccet ile söylenen sözdür bu; “Mümin Allah nuruyla bakar”, Allah nuruyla baktığı vakitte, ü Yedi kat yerin altındakini de görür, ü Yedi kat göğün üzerindeki bütün hakikatleri de seyredebilir, ü Arşı da görür, ü Levh’i de görür, ü Cenneti de görür, ü Cehennemi de görür. Mümin dediğimiz vakitte, sen onu az bir şey zannetme. İşte mümin; Allah’ın nuruna sahip olan kimsedir. Allah’ın nuru ile bakan adama, ü Hicap mı var? ü Allah’ın nuruna perde mi var? ü Mani mi var? Mesafe mi var? ü Karanlık mı men eder? Ağaç mı men eder? ü Uzaklık mı men eder? Sendeki Allah’ın nuru nerede? Niye göremiyorsun? Görmüyorsan, o nuru aramaya, bulmaya bak. Allah-u Zülcelâl; فَالْتَمِسُوا نُور «Feltemisu nura»[6] diyor. Bu emri ne için söylüyor? Allah’u Zülcelâl Kur’ân-ı Kerim’de «Nur arayınız» diyor. ─ Nuru nerden arayacaksın? Nuru, kendisinde nur olan kimselerden aramalısın. Öyle boş mum tutandan arama. Ucunda nuru olandan arayacaksın. Peygamber-i zişana hem Kur’ân indi, hem Kur’ân-ı Kerîmle beraber nur indi. O nur, Peygambere inen Kur’ân lafzı ile beraber okundu. Lafzı ile o sözü alanlar oldu. Lakin bir de Sıddık-ı Ekber’in kalbine, Peygamberin kalbî Muhammedî’sine inen nurdan Sıddıkı tutuşturdu. Sıddık, bütün Sahâbe-i Kirâm’ın kalplerindeki mişkâtın tutuşmasına vesile oldu. Ondan sonra o nur intikal ede ede, ede ede, ilâ yevmil kıyamete kadar, kalplerinde nur olan kimseler eksik olmadı. Eksik olsa, hemen iman membâı zâhirde de tükenir, bâtında da söner gider. O nur, erbâbı ile yevmil kıyâmete kadar mevcuttur. Allah onu vaat etmiştir. O bitmez, O nuru taşıyan kimseler ilâ yevmil kıyamete kadar ümmetin arasında mevcut olacaktır. İşte onları arayınız. O hemen hazır bulunmaz, aranmadan meydana çıkmaz. Kolay bulunan şey, ucuz olur, beleş olur. Çakıl taşını beleş topla, amma yakut, zümrüt, elmas, öyle kolay kolay ele geçmez. Kolay ele geçmedikleri için pahalıdır zaten. Ötekileri çok bulunduğu için hemen ayağının ucuyla tepip geçersin. Kıymetsiz bir şey diyerekten kimse cebine alıp koymaz. O, nur sahipleri «Kibrîtü'l Ahmer» dir. Kibrîtü'l Ahmer dediği; ismi duyulup kendisi görülmeyen, en kıymetli cevherden kinâye olarak söylenen cevherdir. Onlar hemen ele geçmez, çok araştırdıktan sonra, çok talip olduktan sonra ele geçer. Allah-u zülcelâl tâlip olan, sıdk ile talep eden kulunu boşa bırakmaz, illâ buldurur, illâ söyletecek, illâ dinletecektir. İşte o gibi kimselerden nur alırsak, işte o zaman o Levhi Mahfuz’u bize gösterirler. O nurlar Bizim çerağımızda yandığı zaman, biz de bakarız, bizde görürüz. Levh-i Mahfuz’daki sözümüzü biliriz, ona kendimizi takdîm ederek kulluğumuzu ifa ederiz. O zaman biz her lâhzada, « Elestü birabbiküm kâlû belâ » hitâbı ile beraber yürürüz. Ehlü’l sıdkı ve’l safa onlardır. İşte onun için, «Ashabı ke’nnücûm bieyyihim iktedeytüm ihtedeytum.»[7] Sahâbe-i Kiramların hepsi, o Allah-u Zülcelâl’ın kendilerine olan hitâbını işitip o nur ile nurlanan kimselerdir. Gökteki yıldızlar gibi; onlara ihtida eden hidâyete erer. Mühim olan mesele budur. İmam Nevevî Hazretleri[8] büyük muhaddistir, kendisi Hicaz’a gittiği vakitte 8 veya 9 yaşlarında küçük bir delîl[9], elinden tutmuş kendisini ziyârete götürmüş. İmam Nevevî Hazretleri, “Buradan gidelim” demiş. O küçük delil demiş ki: “Hayır, buradan başlayacağız!” Çünkü İmam-ı Nevevî Hazretleri Menâsık-ı Hacc kitabında, nereden başlanması gerektiğini söylemiştir. O küçük delîlin hücceti ne? İmam-ı Nevevî Hazretleri kendisinin kitabından buradan yürünür, buradan girilmesine amil olduğundan dolayı biz buradan ziyarete ve tavafa başlayacağız diye bizzat hüccet ile ilzam etmiş. O, kitabı kendisi yazdığı halde, yerinde tatbikatını görmediği için 8-9 yaşındaki o delîl onu ilzam etmiş. ─ Bundan ne mânâ alacağız? Yalnız kitaptan okumakla kimse delil olamaz. O, imam olduğu halde orada şaşırdı, 8-9 yaşındaki o delîle muhtaç oldu. ü Sen istersen allâme-i cihan ol, ü Bütün Kur’ân-ı Kerîm’i tefsirleriyle beraber ezber et, ü Bütün Ehâdisi Nebeviyye’nin hepsini iç, ü Dört mezhebin imamının bütün ahkâmını ezberinde tut, Lâkin onunla sana şart olamaz. İllâ o yolu yürüyüp geçmiş varmış olan kimselerin elinden tutmaya sen mecbursun, değilsen olduğun yerde kalırsın. İstanbul’a geldik, harita pusulayla yolu da şaşırdık. Geldiğim gece sabah oluyordu. Biraderin evini bulmak için Bağdat caddesinde sahil yolunda üç aşağı-beş yukarı gittik geldik, gittik geldik, kaç kişiye sorduksa da bulamadık. Nihayet Cenabı Hakk arayan bulur deyip bize bulduruverdi. Şu İstanbul’da bile insan delîle muhtaç oluyor da, sen Allah’a giden yolda delilsiz nasıl gideceksin? Eğer delilsiz gidilseydi doğrudan kitap inzâl olacaktı, peygambere lüzum kalmayacaktı. Hâlbuki Allah-u Zülcelâl, peygamberi gönderiyor ki; peygamber-i zişan, Kur’ân-ı Kerîm’i şahsında temsil eden zattır. Peygamberi görüyorsun, tutuyorsun. O sana konuşan Kur’ân’dır. O, şahsiyeti ile Kur’ân’ı temsil ettiği için sahâbe-i kiram Peygamber-i zişan’a baka baka Sahâbe oldu. Önlerinde peygamber olmasaydı, onlar nasıl Sahâbe olacaktı? Okuyarak mı Sahâbe olacaklardı? Okuyarak kimse Sahâbe olamaz. Görerekten, uyaraktan Sahâbe oldular. Onun gibi peygambere vâris olan zatlar, ilâ yevmi’l kıyâmete kadar mevcuttur. Binaenaleyh onları görerek, onlara uyarak sende peygamberin Sahâbesi gibi rütbe alır, nur alırsın. Değilse hava alırsın. Sonra sen de o İmam Nevevî Hazretleri’nin Kâbe’nin havlinde şaşırıp kaldığı gibi orta yerde kalırsın. Ahdini bulamadan, ahdine varamadan, avam sınıfında dünyadan çıkarsın. Avam sıfatında çıkan kimse de mahrumlardan sayılır. Onun için hususiyle bu zamanda en çok dikkat edeceğimiz iki nokta: 1. Bütün dışarı salıverdiğimiz kuvveti kendimizde toplayabilmek. 2. Şahsında Kur’ân’ı temsil eden nur sahibi kim varsa onlar ile beraber onlara uyaraktan yürümek. Başka kimseye bakmadan, sağın, solun, herkesin harekâtı seni meşgul etmesin. Sen dikkatini kendine ver. Kendinin vazifesi ne ise sana gösterdikleri şekilde onunla meşgul ol. Allah’ın hukuku var, en birinci Allah’ın hukukunu yerine teslim eyle, ü Hakk sahiplerine hakkını ver. ü Allah’ın hakkı var, Allah’ın hakkını ver. ü Peygamberin hakkı var, peygamber hakkını ver. ü Devletin hakkı var, devletin hakkını ver. ü Evladın hakkı var, evladın hakkını ver. ü Ailenin hakkı var, ailenin hakkını ver. ü Komşunun hakkı var, komşunun hakkını ver, ü Milletin hakkı var, milletin hakkını ver. ü İnsanoğlunun hakkı var, insanoğlunun hakkını ver. ü Mahlûkatın hakkı var, mahlûkatın hakkını ver. Senin bileceğin budur. Bunu kemaliyle yaptıktan sonra peygamberden sana izin geldiğinde, o zaman başkalarına da yardım etmeye, o sende tutuşan nurdan onları da tutuşturmağa izn-i peygamberî gelir, onunla iş görürsün. Değilse vazifeni bil. ─ İnsanlığı insanlığın şerefinden mahrum eden kabahat nedir? Kendi üzerine vâcip olan vazifeyi bırakıp, üzerine lazım gelmeyen vazifelere bakmaktır. Şimdi bizi kendimizden maada her şey alâkadar eder. Kendimizi biz cennetin ortasında hesap ederiz. Ondan sonra kendimizden maada, ü Ne hükümeti bırakırız, ü Ne dünyanın devletlerini bırakırız, ü Ne yeri bırakırız, ne göğü bırakırız. Hepsine de müdahale eder, hepsine de akıl öğretir, hepsine de ilim tâlim ederiz. ─ Ne deriz? «Bütün bu kâinata Rab benim! Talimat öğretmeye mükellef olan benim! Hepsine Allah’lık yapmağa kuvvetim var, varken bana vermiyorsun ey Allah! Ben sana dünyada vekillik yapayım» Böyle diyor bizim nefislerimiz. İşte onun için nefse fırsat verme. ─ Nefsimizin sıfatı nedir? Nefis lâ ilâhe illallah demez. Onu bil. Nefsin; Lâ ilâhe illâ ene, der; benden başka ilah yoktur der. Nefsimiz böyle der. Ona Lâ ilâhe illallah dedirt. Ondan sonra lâ ilâhe illâ ene diyenlere de derman yapma ilacını bilirsin. Kendi nefsinde ilacı yaptıktan sonra, tatbikat ettikten sonra, başkalarına ilaç yapmaya sana izin verilir. Bu bir denizdir, bu denizin sonu gelmez. Lakin bu söylenen sözün içerisinde evvela kendi nefsime hitap var, kendi nefsime edeb ve talim vardır. Sizin bereketinize bu mübarek kelâmı, Cenabı Allah’ın, Peygamberinin şefkat ve şefaatiyle ve hâzır olan mutasarrıfın izni ile bize söyletti. Allah füyuzat-ı Rabbaniyesinden bizleri feyizyâp edip, bizim harab olmuş olan batınlarımızı ihyâ edecek ilâhi nazarına ve peygamberinin şefkat ve şefaatine ve evliyanın himmet nazarlarına mazhar kılsın. Bi hürmeti habib bi hürmeti’l Fatiha. -------------------------------------------------------------------------------- [1]Âli Îmran Sûresi: 97 [2] İmam el Busayri: ( 1212 Mısır, Busayr - 1295 İskenderiyye) Hadis ilminde, hattâtlıkta ve bilhassa şiirde çok ileri seviyelere ulaşmıştı. Resulullaha (a.s.) olan sevgisini, aşkını anlatan Kaside-i Bürde isimli şiiri ise en meşhur olanıdır. [3] İmam-ı Şa’ranî Hazretleri: (Mısır, 1493-1565) Evliyanın büyüklerindendir. Saçını uzattığı için şa’ranî lakabıyla tanınırdı. Mizan-ı Şar’anî adlı eseri çok meşhurdur. Allah sırrını takdis etsin. [4] Âraf 172 [5] Hadis-i Şerif: Ebu Said r.a.’dan rivayet edilir.. Kütübü sitte. Hadis no: 672 [6] Hadid Sûresi: 13 [7] Hadîs-i Şerif: Said İbnü’l Müseyyeb r.a’tan rivayet edilir. Kütübü sitte. Hadis no: 4368 [8] İmam Nevevî Hazretleri: Şam'ın bir kasabası olan Neva'da doğan bu büyük evliya, hadis ve fıkıh gibi İslâmî ilimlerin bütün şubelerinde çok yüksek bir salâhiyet kazanmıştır. Zamanında Şâfiî mezhebini o temsil ediyordu. 42 yi aşan eser bırakmıştır (Vefatı:H 671). Allah ondan râzı olsun. [9] دليل Delîl: rehber |
Yazar: | HAQQanî [ 27.05.09, 20:44 ] |
Mesaj Başlığı: | Re: TASAVVUFÎ SOHBETLER-1982 / Şeyh M. Nazım KIBRISÎ |
Sohbet - 2 1974, Mecidiyeköy, İSTANBUL “Eûzubillahimineşşeytânirracim. Bismillahirrahmânirrahîm” Nefsin sıkılması, ruhun ferahlanması demektir. Ruh sıkıldığı zaman nefsimiz ferahlar ama nefsimiz sıkıldığı zaman ruhlarımız ferahlar. ü Bizim için mühim olan nedir? ü Nefsin ferahlanması mı? ü Ruhun ferahlanması mı? ü Nefsimizi sıkmak mı? ü Ruhlarımızı hapsetmek mi? Hangisi bizi daha memnun edecektir, hangisi daha ziyâde işimize yarayacaktır? İşte bunu düşünmek lâzımdır. Nefsin ferahlanması, bizim bu hayatta, bu vücudumuzun türlü çeşit arzularına el atması ile mümkün olur. Nefsini ferahlatan kimse, o derecede kendisini yük altına atmış olur. Nefsin ferahlanması, ne dünyada ne de âhirette bizim işimize gelmez. Çünkü nefis muvakkad bir zaman için bizimle olacak. Bu vücudun hayatı devam ettiği müddetçe, ondan sonra kesilecek o. Lâkin ruhumuzun keyiflenmesi, ruhlarımızın ferahlanması, o bizim istikbâlimiz hakkındadır, hayırlı olandır. ü Ruhun ferahı, dünya ve âhiret saadetimizin kaynağıdır. ü Nefsin ferahlanması, dünya ve âhiret felâketlerinin başlangıcıdır. ─ Nefis neyle ferahlanır? Nefis haramla ferahlanır. Nefsini ferahlatacaksan önüne haram sür, bak bakalım rahatlıyor mu, rahatlamıyor mu? Nefsin ferahı haramla olduğu için, haram adama belâ kapısını açar. İnsanın gerek küçük günahtan, gerek büyük günahtan irtikâb ettiği her günah, bir belâyı üzerine çeker. Yukarıda hepsi asılıdır, onların ipleri aşağı bizim elimize yetişmiştir. O haramlardan veyâ mekruhlardan, küçük günahlardan, büyük günahlardan hepsinin yukarıdan ipleri vardır. Hangisine sen asılıp çekersen üzerine, § Yılan, akrep düşeceğini, § Belâ ineceğini, § Taş düşeceğini, § Ateş düşeceğini bil. Küçük olsun büyük olsun, bu muhakkaktır. Tecrübe et, yanlışsa yanlıştır bu diye söyle. Haramı irtikâb eden adamın başına illâ ona karşılık bir belâ gelecektir. Allah-u Zülcelâl ona sopa yedirmeden bırakmaz. Haram işleyip de yanına kalan adam yoktur. Günah yapıp da yanına kalacak insan yoktur. Nefsin ferahlanması haramdır. Eh istersen haram işle, çek başına insin. Sekizyüz menhiyat; günah, haram, mekruh, olan şeyler var ki, Allah râzı değildir. Bunlar sekizyüz kapıdır, hangisini açarsan bil ki senin üzerine bir belâ hücum edecektir, açma, yaklaşma. İşte bu mühim meseledir, amma nefsin, illâ o kapı açılsın, bunu çek der. Çünkü bunda bir lezzet var. Azıcık lezzet için birçok belâyı başına çeken adama, akıllı demezler, akılsız derler. Nefsin ferahı haramlardır, bilesin. Ruhun ferahı, helâl olan şeylerdir. Cenâb-ı Allah helâl olan, tayyib olan, temiz olan şeyleri bize hazır etmişken onunla kanaat etmez, nefis illâ harama çeker. Haramdan lezzet alacak, o nefsin alçaklığındandır. Allah bildiriyor: Estâizübillâh: نَفْسِي إِنَّ النَّفْسَ لأَمَّارَةٌ بِالسُّوءِ “…Nefsi innen nefse le emmâratüm bis su’i”[1] Nefsin işi, daima kötülüklere bizi çekmektedir. Kötülüğü yapınız diyerekten emreder. Otur ve kendini dinle, nefsinin arzularına bir kulak ver. Ne istiyor nefsin, istediği nelerdir? O istediklerini milletin içinde söyleyebilecek adam var mı? İstediği hep melânet, hep rezâlettir. ü Burada Allah’tan korkma, tenhâda Allah’tan kork, ü Burada Allah’tan utanma, tenhâda Allah’tan utan, Daha mü’min olamadık. Daha Allah’tan korkmuyoruz, îman ve islâm dâiresinden çok uzağız. Çünkü nefsimiz burada toplanır. Birbirimizden utanma var, sakınma var, korkma var. Tenhâ olduğumuz yerde, o nefsin başını kaldırır. ─ Neye benzer o melânet? Evde kedi olur, sahibi yanında otururken, yuvarlak olup yatar, uyur. Bir ayak sesi işitip de, hareket sezince, bir parça gözünü açar, bir iki bakınır. Sahibi gitti mi diye bakar, meydan bizimdir der. Hemen orada ne varsa kapıp, doğru damlara çıkar. O sıfat var bizim nefsimizde. Birisi olursa, çok akıllı uslu durur, arada sırada biraz bakar, kimse olmadı mı, o zaman Allah var demez, Peygamber var da demez,“kimse yok, herşey benimdir” der. Böyle nefistir o. Nefsin keyfinin arkasından giden adam sonunda îmansız kalır, bizi oraya çeker, Neûzübillah. Onun için nefsi sıkıya koy, ne kadar sıkarsan korkma, ölecek diye korkma, ölmez o, yedi canlıdır. Ruhunu sakla. Senin yanında kalıcı ruhundur. Ruhunun gönlünü hoş eyle, onu sıkıya koyma. Nefsi istediğin kadar sık, ruhun ferahlanır. Îmanın, islâmın aslı bundan ibârettir. Yürüyeceğimiz yoldur. Nefsinin keyfine işleme, zarar edersin, ruhunun ferahlanması için işle. تِجَارَةً لَّن تَبُورَ “…Ticaretel len tebur”[2] · Tükenmeyen ticarete sahib olursun, · Ebedî mülke sâhib olursun, · Ebedî saadeti bulursun. İşte o mühimdir. Bir parça burada oturup Allah demekten yorulup durur, lâkin ruhlarımız Allah’ın vahdâniyetinin denizlerinin içerisinde yüzüyor. Balık suda nasıl ferahla yüzerse ruhlarımız da öyle yüzüyor. Malâyânî oldu mu, malâyânî meclislerinde nefisler ferahlanır. Ruh toplanır, üzülür, yok olmak diler. Peygamberimizin ve Allah Azze ve Celle’nin râzı olduğu meclislerden ruhlar gül gibi açılır. Ruhların gönlünü hoş et, kazanırsın. Dünyanın keyfi az bir zaman içindir. قُلْ مَتَاعُ الدَّنْيَا قَلِيلٌ “…Kul metau’d-dünya kalîl”[3] Allah, Cenâb-ı Peygambere hitâb ediyor: “Söyle o kullarıma, dünyanın keyiflerinin arkasına düşmesinler, çünkü dünyanın keyfi az bir şeydir. Aman dünyanın keyfini biz çıkaracağız, dünyadan keyf edelim, zevk edelim diyerek ona aldanıp sakın o zevklerin içerisine düşmesinler. Dünya zevki azdır” Dünyanın keyfi pek azdır, hakîkaten de azdır. Şimdi bizim gibi kimseleri ahmak sayan çok kimseler bize derler ki; “Bunlar yaşamasını bilmeyen adamlar, dışarıda bu kadar hayat varken, delikanlılar gelip böyle meclislerde oturup çürüyorlar.” Onlar kendilerini hiçbir mâni’a karşılarında görmeksizin, serbest olarak her arzularını yerine getirip bu dünyadan kâm almak, bu dünyadan keyf almak, zevk almak için kendilerini koyuverirler. İlk gençlik çağında, aç insanın sofraya hücum edişi gibi bir iştah olur. Gençliğin ilk heyecanı ile dünyanın şehvetlerinin hepsini birden yutalım diyerek, gençlik çağında hücum eder. Peki o aç olan kimse, önündeki sofraya kendisine dur diyecek kimse bulunmadan, hücum etsin bakalım; yesin, yesin, yesin, hudutsuz yesin.. ─ Ne olacak? Nihayet kendi kendine bırakacak, “ağzıma bir lokma koyacak yer kalmadı” diyecektir. Lezzet alacak hassa kalmadı, bitti. Dünyanın lezzetlerini doyumluk hesâb edip arkasına düşen o kimse, çok geçmeden kendisini bu dünyanın şehvetlerinin esîri bulacaktır. O, nefsin arzusunu tatmîn etmek için boyuna, Ø Oraya koşturacak, buraya koşturacak. Ø Bunu yapacak, şunu edecek, Ø Gecesi yok, gündüzü yok, Öyle müthiş bir esârete mahkûm olur ki; artık ihtiyârı ve irâdesi elinden gider. Makina adam gibi onun içerisinde dolaşıp durmaya başlar. Lezzet te alamaz, yapmadan da duramaz, kendisini esîr eder, artık onun aldığı lezzet yoktur. Haram hududunu tanımayan adamın, harama hücum ettiği vakit alacağı lezzet, helâl ile iktifâ eden bir kimsenin helalden alacağı lezzetin yanında hiç kalır. Hiç lezzeti yoktur artık, ağzının tadı kalmadı, bitti, lezzet alamaz. İlk olarak, onları öyle cezâlandırır. Şeytan, “biz de dalalım o denize, biz de öyle kalalım, helalden lezzet almayalım” diye bize haramı süsler. Tad helaldedir; tatsızlık, zevksizlik haramdadır. Haramın arkasında koşturan adamlar da lezzet alamaz, lâkin yapmadan da duramaz. İşte o belâyı satın aldı, boynuna taktı. Haramı işlemeden haramı yemeden, haramı yapmadan onun rahatı yoktur. Lezzet almak için değil, onu esir aldığı için boyuna çalıştırır. Artık lezzet bâbı kapandı. Haramı tanımayan kimselere Allah’ın vereceği ilk cezâ, onlardan lezzet almayı kaldırmasıdır. Onun için onlar hakkında, “Metau’d-dünya karil”: Çok az bir şey mukabilinde kendisini esir ettirir, buyurulur. Helâl ile iktifa eden kimse, helalden lezzet alır, zevk alır. Şeytanın uğraştığı, bizi harama mahkûm edebilmektir. Şeytanın sendeki yardakçısı nefsindir. Nefis de ona içerden el verdi mi, ikisi beraber olup seni haramın bataklığına atar. O kimse ondan kurtulmak dilerse çırpındıkça her defasında daha da batar, çıkması yoktur. Onun için zahirdekine göre bakıp da hiç hüküm verme, hayatı yaşıyor zannetme. Sor bir tanesine bakalım, hayatından memnun mu? Birkaç ay evvel bir kimse gördüm, bana; “Hayatından memnun musun?” diye sual ediyor, hâlbuki kendisi milyoner adam. “İnsan, Allah-u Zülcelâl Hazretlerinden memnun olmaz olur mu? İnsan olup da Rabbinden memnun olmayan var mı? Sen nasılsın?” Evine girerken ayak basmaya utandım. Onun evinin içerisinde akla hayale gelmeyen birinci sınıf mobilyalar gördüm. Milyonluk adam otururken, bir o yana bakıyor, bir bu yana bakıyordu. Ben de hava alayım diye dışarıda oturdum, ne bileyim, birisi nişan alacak diye korkunun içerisindeydi. Kalkıncaya kadar, her tarafta gündüz gibi elektrikler yaktırdı. Gene de arada sırada dikkatle bir bu tarafa, bir o tarafa bakıyordu ─ Hayatından memnun mu? Nerede memnun olacak, memnun olmaya imkân var mı? Her şey elinde olduğu halde, Allah ona her şeyi yapabilecek iktidarı, malı, kuvveti vermiş olduğu halde, o hayattan memnun olacak itminânı kalbinden alıvermiş, koşuyor. Kadınlar tıkır tıkır koşar, delikanlılar oraya buraya koşturur, ne aradığını bilir, ne aradığını bulup da tatmîn olur, sabahtan akşama, akşamdan sabaha koştururlar. ─ Ne bulacaklar? Akşama kadar dolaşıp ne buldun, tatmîn oldun mu? Yok, boş yatar, gece yatıp sabahleyin kalktığı vakitte, gece yattığına pişmân olur. Bir defâ harama mahkûm etti mi, o insanın hayatından hoşnutluğu kalkar, rahat ve huzuru biter. Sen şeytanın süslenmesine bakma, yüzüne bir parça boya şekeri sürülmüş, ağzına aldığında bir parça lezzet aldırır, yuttuğu vakit içerisini berbâd eder. Haram budur, nefsin istediği de budur. O nefis, bu üstündeki bir parça şeyi yalasın diye o kadar belâyı satın alır. Nefse köle olma, Allah’a kul ol. Bizim şerefimiz Allah’a kul olmaktır. O’nun üstünde şeref de arama. Sen Allah’a kul olduysan en büyük şerefi ihdâs ettin demektir, başka bir şey arama. Her lâhzanın içinde, “Lebbeyk yâ Rabbi, Sen’in kulunum yâ Rabbi! Buyur yâ Rabbi, Neyi emredersin? Emr-û fermânın baş üstünedir!” Diyen kula Allah, “Lebbeyk ya abdi! Buyur ey kulum” der. Amma sen de her defâsında Rabbine;“Buyur yâ Rabbi! Ferman senindir, bu memleket senindir, bu memlekette senin hükmün geçer, başkasının geçmez”, kendi nefsine bunu dedirtebiliyor musun? Erkek o dur, Ricâlullah o dur, o kimseye Allah; “Buyur ey kulum, ne istersen sen emret, o olsun” der. İnsanın şerefi büyüktür, şerefimizi harâb eden, nefsimize büyük demekliğimizdir. Mâdem ki nefsine; “Buyur ey nefsim, sen ne istersen onu yapayım” dersin, işte insanı şerefinden düşüren o sıfattır. Yoksa Allah-u Zülcelâl’e her lâhzada, her nefeste, her harekette,“Buyur yâ Rabbi! ” diyebildiğinde, “Ey kulum! Sen de mutâsın. Bana mutî olan kâinatta mutâ olur.” Der. Allah’ın her emrinde itaat sahibi olan, bütün kevn-û mekân içerisinde emri tutulan zattır. O torba giyen zâta da seslendik böylece, Karaca Ahmed’e. “Orada yatıp durma, biz bu kadar fakir, fukarâyız, bize de bir nazar et. Torbayı oraya astırıp, seyrettiriyorsun. Torbayı giyecek sıfat yok. Allah’ın inâyetinden bize ümmet cübbelerini giydir, giydireceksen. Onu oraya, karşımıza asıp durdurtma.” Allah-u Zülcelâl bizi kulluk şerefi ile müşerref kılsın. Hazreti Ali Efendimiz öyle söylemiş: “Kefâ bi izzen enteküne leke abden. Kefâ bi şerefen enteküne bi Rabben”: Benim için izzet yeter; En büyük şeref, senin benim Rabbim olmaklığındır, sana kul olmaklığımdır yâ Rabbi.” Aranacak hislenecek mesele bu: İzzet ve şeref Onda. “Benim için izzet yeter, Sana kul olmak, Sana kulluk yapabilmek benim izzetimdir. Şerefim de Sen’in benim Rabbim olmaklığındır yâ Rabbi!” diyor. Hz. Ali Efendimiz bununla bütün şereflerin ve izzetin gâyesini bildiriyor. O Bâbü’l- ulûm olan zat; ilim şehrinin kapısı olan Hz. Ali Efendimiz hülâsa olarak bize bunu söylüyor. Bunu bil, bu şerefle şereflen, bu izzetle izzetlen. Kâinatta bütün mülk ve melekûtta senin ismin söylensin. O vakit, Cenâb-ı Allah’ın mülk ve melekûtunda senin ismin zikrolunur. Allah bizi o makamlara doğru yürütsün. El-Fatiha. ----------------------------------------- [1] Yusuf 53 [2] Fatır Sûresi:29 [3] Nisa Sûresi 77 |
Yazar: | HAQQanî [ 28.05.09, 11:21 ] |
Mesaj Başlığı: | Re: TASAVVUFÎ SOHBETLER-1982 / Şeyh M. Nazım KIBRISÎ |
Sohbet - 3 1975, İSTANBUL “Eûzubillahimineşşeytânirracim. Bismillahirrahmânirrahîm” ─ Bismillahirrahmanirrahim’in hikmeti nedir? Seddimiz, kılıncımız, aynı zamanda bütün manevi füyûzat kapılarını bize açacak bir taht, zahirî ve batını gazalara karşı bizi muzaffer kılacak Allah’ın inayeti manasınadır. Biz, Bismillahirrahmanirrahîm deyip ondan ibret alıyoruz. O peygamber (A.S.V.), bize öyle vasiyyet etmiş. Her işte o Besmele-i şerife, size o işi ikmal etmek hususunda lazım gelen zahirî ve manevî bütün esbabı hazırlamaya ve ikmal etmeye vesiledir. Maddî ve manevî bütün hazain, bu Bismillahirahmanirrahîm'in içerisindedir. Fahri Kâinat Aleyhi Efdalussalatü vesselam Efendimiz, her defasında Sahâbe-i Kirâm’a bir şey söylemek istediğinde bir izah olarak, اَلدِّينُ النَّصِيحَةُ اَلدِّينُ النَّصِيحَةُ «Eddînûn nasiha, eddînûn nasiha»[1] diye buyururdu. ─ Fahrü Kâinatın her hadisi şerifinin kıymeti nedir? Hadis dediğimiz vakitte nasıl bilmek lazımdır? Mürşidim Hazretleri bu hadisin hakîkatine dair öyle mana veriyordu; Efendimizin her hadîs-i şerîfi, “ulumû’l evvelîn vel ahirinin camî” dir diyor. Her hadîs-i şerifte ondan, hakikat ehli peygamberimizin varisi olan evliyalar, ulumû'l evvelîn ve’l ahirin bir tek hadisten olabilir. Hepsi, bütün geçmişlerin ve geleceklerin ilmi bir hadiste topludur. Peygamber (A.S.V) o kuvvetle veriyordu. Allah’ın kelamına yaklaşma daha. Peygamber kelamını biz anlamaya, dünyanın evvelinden ahirine bize ömür verilse bir tek hadisin hakîkatine inemeyiz. Bir tek hadisin hakîkatini bilen peygamber olur. Peygamber bir tanedir, iki tane değil ki. Peygamber de, lâ şerikeleh’tir. Allah’ın şeriki olmadığı gibi peygamberin ikincisi yoktur. لاآله الا الله محمد رسول الله Lâ ilâhe İllallah Muhammedün Resulullah (S.A.V.). وَكَفَى بِاللَّهِ شَهِيدًا محمد رسول الله «Ve kefâ billahi şehidâ,[2] Muhammedün Resulullah» Orada Resul dendiği vakitte mutlak manasıyla Peygambere aittir, ikinci peygamber yok. Allah bir, Muhammed (S.A.V.) bir. O, Muhammedün Resulullah’ın sırrını Allah’tan gayrı kimse bilemez. Onun için Peygamber-î zîşanın mübarek kelâmında, evvelkilerin ve geleceklerin ilmi haşrolunmuş, cem olmuştur. İkinci olarak, Efendimizin her hadisinde yüksek rütbe olan nübüvvetle ikiz manasına gelen, manevi kuvvette vardır. Bir kimse bir hadisi amelle hıfz eylese, ona âmir olarak o hadisin gösterdiği yola sülük edip yürüse; nübüvvetin ikiz manası demek olan ve kulların yetişebilecekleri en yüksek vilâyet mertebesi olan ferdâniyet makamına kadar yol verilir. Biz hangi hadîse tabi olursak, hepsine tâbi olmadan bir tanesine hakkını verip tâbi olsak, o hadis o kimseyi o rütbeye yetiştirir, o rütbeden sonra Peygamberlik gelir. Peygamberlik kesbî değil vehbidir, bizim çalışmamızla elde edilen bir makam değildir. Nübüvvet, Allah’ın ezeldeki tayin ve tahsisidir. O nurları onlara giydiriyor. Nübüvvet payeleri çalışmakla kazanılmaz, lâkin vilayet mertebeleri kulların gayret ve iştikakına bağlıdır. Bir kimse bir hadîs-i şerîfe kendisini uydurup ittibâ ile onu takip ederek, onu amel ederek yürüyecek olursa muhakkak o hadîs-i şerif onu ferdanî makamına kadar yetiştirir. Bütün hadisler de yetiştirir. Peygamberin hadislerine böyle kıymet vereceksin, böyle takdîm edeceksin, böyle tâzim edeceksin ki; · Onun bereketine eriveresin, · Onun zarafetini üzerine giyebilesin, · Ondaki manevi kuvveti temsil edebilesin. · Peygamber-i Zişan’ın hakiki ümmeti olmuş olasın. Eddînün nasiha, «din, nasihat demektir» Bu bir denizdir. Denizden çıkan cevherlerin nihayeti bulunmaz ki; onun gibi bu peygamber sözünün içerisindeki manalardan olarak Şâh-ı Nakşibendî Hazretleri de öyle demiş. Onun içerisinden bir cevher almış, bizim idraklerimize göre onu bize bildirmiş: «Tarikatinâ es-sohbe ve'l hayru'l fi'l-cemiyye» demiş. «Bizim yolumuz sohbetle kâim ve hayrı da cemiyetledir, cemaattedir » buyurmuş. Hayatı boyunca Şâh-ı Nakşibendî Hazretleri, onikibin defa bunu söylemiş. Ehemmiyetine binaen bu mübârek sözünü onikibin defa tekrar etmiş. Yolumuz sohbetle kâimdir. ─ Sohbet nedir? Hakîkat ehli, bizim daha iyi idrak edebileceğimiz sûrette manasını veriyor. Biz saati kurmasak, saat çalışır mı? Bu saati yirmidört saatte bir kurmak lazımdır. Bazıları haftalık, aylık, yıllık, bazıları ömür müddetince olur, lakin kurulmaya muhtaçtır. Bu saat kurulduğu takdirde çalışır. Sohbet; hazır olan müminleri kurmak yerinedir. Kalpler, Allah yolunda olan hizmete kuruluyor. Böyle tabir ediyorlar, böyle mana veriyorlar. ─ Sahâbe-i Kiram, nasıl Sahâbe-i Kiram oldular? Fahr-û Kâinat Efendimizin sohbet’i seniyyelerinde otura otura Sahâbe oldular. Sahâbe manası, sohbet’i peygamberî de bulunmuş olan zatlar demektir. Peygamber (S.A.V.) onları kalem kâğıtla talim ettirmedi, onları sohbetle terbiye edip sahâbe rütbelerine oturtturdu. Ve her sahâbe, o sohbet’i peygamberî bereketine ilimde deniz oldular. Sahâbe-i Kirâmın olduğu mecliste hiçbir kimse ağzını açmazdı. Onun için bizde de usûl, Sahâabede olan ilme ihtiram ederekten kalpleri uyandıracak sohbetle o meclisi ve mecliste olanları ihyâ etmektir. Cemiyet de hayır ve bereketin zuhûruna vesiledir. Tek başına olmuyor da, iki kişi olduğu zaman o hayır ve bereket oraya inzâl olur. İki kişiden itibaren ne kadar fazla olursa, bizim cemiyetimiz iki kişiye münhasır kalmaz. İki kişi ile beraber bütün dünyada ne kadar peygamber yolu, Allah’ın yolunu takip eden kimse varsa o zaman hepsi bizimle beraber oluyor. Onların üzerine inzâl olan rahmet ve inayete biz de müşterek oluyoruz. Onun için «Ve’l hayru fi’l-cemiyye»:«Hayır cemiyettedir» Hakk üzerine olan cemiyette mabeyne’l mağribi ve’l-maşrığın arasında olan ehli Hakk üzerine gelmekte olan inayet ve füyûzatın hepsi bizim üzerimize de aynen gelir. O inayete müşterek ve müşerref olunur, bizi terakki ettiren odur. Onun için olur ki, bir kimse yüz sene halvette ibadet eder de, yüz senede alamayacağı rütbeyi bir saat içerisinde olan sohbetten alır. Sultanü’l ârifin Ebu Yezid el Bestâmi Hazretleri diyor ki: «Benim asrımda binlerce mükâşif olan, keşif hakîkatine yetişmiş bulunan evliyalar var iken kutbaniyyet makamı, kutubluk, henüz keşfe ermeyen bir demircide idi. » diyor. ─ Kutup ne demektir? Kutup: Bütün inâyet üzerine inzâl olup içinden gerek ulvî âlemlere, gerek süflî âlemlere, gerek semâvata, gerek yerlere dâir ve içerisinde olan bütün mahlûkatı yaşatacak, gayelerine döndürecek, onları vücutta tutacak inâyeti taksim eden zat demektir. O asırda binlerce evliya olsa da, o bir tek olur. Vaktin kutbu odur “Allah’ın hikmeti kutupluk o demirci zatta idi, henüz keşfe varmayan okuryazar değil ümmî kimse idi” diyor. Onları okutanlar başka, onlar hepsini okutur. Bir gün Beyazıd-ı Bestâmi Hazretleri, «O kutbu ziyarete gideyim diye kalbime geldi, gittim Beni görünce hemen dövdüğü demiri bırakıp bana koştu, elime sarıldı, ellerimi öpmeye başladı. Ben dedim ki»: « Sen benim elimi öpme, ben senin elini öpeyim» «Ah sultanım benim elimi öpmekle benim içerimde olan ateş sönmez ki» «Sendeki ateş nedir?» «Ya sultanûl ârifin, ya Ebu Yezid, Ya Seyyidenâ, ey Sultanımız; benim içimde olan, beni bir lahza rahat bırakmayan, kalbimi dâima mahzun eden alev alev tutuşan ateş, mahşer gününde bunca isyanları ile ümmeti Muhammedî kullarının hali nice olacak?» Diyerek başlamış küçük çocuk gibi hüngür hüngür ağlamaya. “Benim kalbimi tutuşturan alev, kıyâmet gününde bunca isyan ve tuğyan ile bu Allah’ın kulları, Habibullahın ümmetleri ne çekecekler, neler başlarına gelecek, ne sıkıntıya uğrayacaklar, onları o sıkıntılardan ne yapsam, nasıl etsem kurtarsam diye benim kalbim o ateşle yanıyor. İçerimde yangın var.” Diyerek hüngür hüngür ağlamış. O zaman o anda Hatîfü’r Rabbâni geldi. Evliyalara Hatîfü’r Rabbâni ile hitap olunur. Veli dedin mi; Allah’ın hitâbını işiten kimsedir. «Yâ Eba Yezid! Bunlar nefsî nefsî çağıran değiller, bunlar ümmeti ümmeti diye çağıranlardır» “Diye hitap geldi. O ümmî demirciye niçin kutupluk verildiğinin sırrı o zaman bana zâhir oldu, kutbun ne gibi bir yaratılışta olduğu, bu kimsenin bu kutupluk ile taksir oluşu bana zâhir oldu” dedi Ebu Yezid-i Bestâmi Hazretleri. Her insanın bir sırrı vardır. Allah(C.C.), her insana bir sır vermiştir. · Kimisinin sırrı zâhir olmuştur. · Kimisinin zâhir olmaya doğrudur. · Kimisinin sırrı kapalıdır. Lakin muhakkak ve muhakkak herkeste olan sır; ü Dünyada sırrı zâhir olmasa dünyadan giderken, ü Dünyadan giderayak sırrı zahir olmasa kabrinde, ü Kabrinde sırrı zâhir olmasa mahşerde Muhakkak o insanlara verilmiş olan sır zâhir olacaktır. Biz henüz kendi sırrımıza agâh değiliz. Biz henüz kendimizi tanımış değiliz. ─ Kendimi tanıyorum! ─ Kimsiniz siz? ─ Ben filancayım ─ Sen kimsin ve nesin, sırrın nedir? Allah ile olan muaheden nedir? «Elestü, Birabbiküm kâlu belâ» da Allah-u zülcelâl seni çağırdığı günde, hangi isimlerle çağırdı seni, biliyor musun? Kaç isimle çağırdı? Trablusşamda bir kimse âlimim diye cevap verdi, ─ Âlim misin? Dedim. ─ Evet, Ezher’den mezun âlimim. ─ Şu ağacın kaç yaprağı var söylesene bana? Dedim, söylemedi. ─ Bilemiyorum, dedi. ─ Bilemiyorsan, biliyorum diyerek o ismi nasıl taşıyorsun? Âlim demek bilici demektir. Onu bırak, kendinde olan sakalının tüylerinin sayısını söyle bana. O ağaç sana uzaksa sakalında olan tüyler kaç tanedir? Sakalında kaç tel var? Onu haber ver, ─ Saymadım. ─ Öyle beleşten âlimim deme bana. ─ Ne diyelim Hoca Efendi? Ne diyelim Şeyh Efendi? Dedi. ─ Tâlibim de. Hiç olmazsa tâlibim de, âlimim diye iddia etme! Öğrenmeye tâlibiz, peyderpey öğreniyoruz. Bizim öğrendiğimiz bu taraftan gelirse, o taraftan fazlası çıkıyor. Yani unutuyoruz, içeride birikmiyor. ─ Âlim kimdir? Âlim; ârif-i billâh olan kimsedir. ─ Ârif kimdir? Bütün masiva, bütün yaratılmış olan her şeyi adedi ile hikmeti ile ihâta edebilen kimsedir. Çünkü mahlûku bilmeden hâlıkı bilmeye yol yok ki. Nasıl ârif olacaksın? Yarattığını bilmezsen, o azamet ve kudret sahibi Allah azze ve celle’ye nereden yol bulacaksın? Bu âlemleri bileceksin, içerisinde olanları tanıyacaksın. Zerre be zerre, cüz’ün lâ yetecezza’yı da bileceksin, ismiyle, hikmetiyle tanıyacaksın. Ondan sonra onu yaratana yol bulursan ârif olursun. Âlimlik kolay değil. O, velî olan kimse ve onların içerisinden bu kutbâniyyet makamında duran zatların hepsi; nûr’u Nübüvvetten kendilerine tahsis olan nurlarla kalpleri böyle açılan kimselerdir. Eğer onlar bu derecede ümmeti Muhammedîyeyi şefkatle kucaklamayacak olsalardı, peygamber vârisi olup kutup makamına oturamazlardı. Kutup dediği vakitte, kendi asrında olan ümmeti Muhammedî’nin yerine kendisini fedâ eden kimsedir. Mahşer gününde: “Bunlara olan suali bana, bunların cevap veremediği meselede bana sual edin Ya Rabbi! Bunların noksanını bana yükle. Bunlara verilecek azabı bana yükle. Bunların yerine beni cehenneme koy!” Diye habibin ümmetlerini bu derecede kayırmayı kendilerine fedâ etmese o rütbeyi onlara giydirmezler. Onlar, Estaîzübillâh, وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا رَحْمَةً لِّلْعَالَمِينَ «Vema erselnâke illa rahmetel lil âlemin»[3] sırrında olanlardır. Peygamberler (A.S.V.) bütün âlemlere rahmet olarak geldi. Kutuplar ve evliyalar onlar da ümmetlere rahmettir. Sultânü'l ârifin Beyazid-i Bestâmi Hazretleri öyle söyler. Der ki: “Âlimlerin bu insanlara bakışları ilim gözüyledir. Evliyaların nazarı hakîkat gözüyledir. İlim gözüyle halka bakan, bu insanların kabahatlerini görür. Kabahatleri hep onlara yükler ve onları kabahatli bulursa onlara buğz eder, onlara karşı hep kinleşir. Eğer onların eline teslim olunursa, onların hepsini birden cehenneme doldurur. Bu ilim gözüyle baktığı vakittir” diyor. Evliyalar hakîkat gözüyle baktığı zaman halkı mazur görür, mazurdurlar der. Mazur olduğu vakitte; biz bile mazur kimse gördüğümüzde zararı yok mazurdur, kendine malik değildir deyiveririz. Mazur olduğunda şefkat olunur, kalbine merhamet gelir. Evliyaların nazarı bütün bu halkı mazur görerek onlara şefkat etmelerini gerektirir. Sırf ilim gözüyle bakan kimseler halkı kabahatli görür, onlara şiddet gösterir ve onlardan intikam almak ister ve onları cezâlandırmak isterler. Bu peygamberde var mı? Peygamber’in sıfatı böyle mi? Eğer (A.S.V.)’ın sıfatı öyle olsa idi, «Şefaati ehlü’l kebâir-i ümmeti»[4] demeyecekti. «Ümmetimin kebâire sahibi olan ferdlerine şefaat edeceğim» diyor. Eğer peygamberin bakışı da bizim bu günahkâr diye saydığımız kimselere bakışımız gibi olsaydı, bırak cehennemin dibine kaynatsınlar diyecekti. O peygamberin hadîs-i şerîfi yazılmayacaktı. «Şefaati ehlü’l kebâir-i ümmeti», bu hadis Hakk değil mi? Efendimiz ümmetlerime şefaat edeceğim buyuruyor. ─ Kime şefaat edecek? “Ağır günah, kebire günah, büyük günah sahiplerine şefaat edeceğim, onları kayıracağım, ya Rabbi! Cehenneme atma bunları diyerek, bağışla diyerek duracağım” diyor. Peygamberin Allah’ın huzurunda şefaat dilemesi o manadadır. Bizde o sıfat var mı? Biz ne kadar darılırız; yolda, sokakta gezenlere, kendimize darılırız. Onlar elimize verilse, hepsini akıntıya atacağız. Yok, o değil. Niçin Allah Azze ve Celle Peygambere, Estaizübullah, وَإِنَّكَ لَعَلى خُلُقٍ عَظِيمٍ «Ve inneke lealâ hulukin aziymin»[5] dedi? Allah-û Zülcelâl, «Hiç şüphesiz ey Habibim, senin şânın hakkı için, pek azim bir ahlâk-ı seniyye üzerinesin » diyor. Peygamber ahlakı bu, peygamber kılıçtan geçirecek olsaydı, Mekke-i Mükerreme’nin fethi gününde hepsini kılıçtan geçirecekti. “Ne ümit ediyorsunuz ey Kureyş böyle?” Kureyşliler, Harem-i şerifte toplanıp hem acâletten, hem utanmaktan, hem korkmaktan başlarını nereye saklayacaklarını bilemeden yer bizi yutsa da görünmesek diyorlardı. Peygamber-i zîşanın bir işaretine bakıyordu. Kılıç ile mimbere çıkıp makamı teşrif ettiklerinde, “Ne ümit ediyorsunuz Ey Kureyş? Benden size ne muamele edeceğimi bekliyorsunuz?” dedi, Allah söyletiyor onlara. “Ehlü’l kerîm, kerim olan bir kardeşimizsin, senden lütf-u keremden, aftan başka bir şey ümit etmeyiz” dedirtti Allah Azze ve Celle. Onlar öyle söylediği vakit, öyle zannettiği vakit onları yalana çıkartması peygamberin şanından değildir. “Ben de Yusuf’un kardeşlerine söylediğini size söylerim.” Estaîzübillâh : قَالَ لاَ تَثْرَيبَ عَلَيْكُمُ الْيَوْمَ يَغْفِرُ اللّهُ «…Kale la tesribe aleykumül yevm yağfirullah»[6] dediği gibi. Size serzenişte de bulunmam. Yani sizin yaptığınız kabahatleri sizin yüzünüze vurarak sizi azarlamam. Allah sizi affeylesin, herkes affolunmuştur, herkes hürdür” dedi. O peygamberin ahlâkı budur. Hepsinin başını orada almak elinden gelmez miydi? O peygamber ki : «Kavmimin bana verdiği eziyeti, zahmeti hiçbir kavim kendi peygamberine çektirmedi. Bütün enbiyaların içerisinde zahmet çeken, ezâya, cefâya uğrayan ben oldum» diyor. Böyleyken Peygamber (A.S.V.) burada intikama durmadı, hepinizi affettim dedi. Bunların hepsi benim ümmetimdir dedi. Demek ki peygamberde ilim gözünün o sertliği yokmuş. Peygamberinki evliyalarda olan nazardır. Evliyaların nazarı peygamberden almadır. Sonra biz, “evliyalar mazur görür” dedik. Onu nerden icat ettin? Derlerse, onu da gene Peygamberimizin sözlerinden, peygamberimizin hal-û şanından bildiriyoruz. Uhud gazasında Peygamber (A.S.V.) Efendimize, Sahâbe-i Kiramlar açılıp düşman hücum ettiğinde yağmur gibi taş ve ok yağdırıyorlardı. Zırhın demiri mübarek vech-i şerifine battı, dudağı yırtılıp kan yere damlıyordu. Dişi şehit oldu. Allah Azze ve Celle, Cebrâil (A.S.)’a, «Çabuk! Ya Cibril acele yetiş, Habîbimin o kanından o damla yere düşmesin! Düşerse yere yeşilliği, bir şeyin oradan çıkmasını haram ederim» dedi. Cebrâil (A.S.) ellibin senelik makamından, bir boyluk mesafeden yere düşmeden onu almak için süratle indi. Cibril; «o derecede süratle hareket ettim» diyor. Peygamberi (A.S.V.) kıbleye karşı elleri açık gördü. “Ya Cibril, Habibimi nasıl gördün,?” “Ya Rabbe'l izzeti ve’l-azameti ve’l Ceberut, nasıl gördüğüm Sana malum. Münacatta gördüm” “Ne diyordu peygamber?” “Allah’ım! Beni bilmeyen kavmime sen hidayet ver. Ya Rabbi bilseler yapmazlar” dedi. Cenabı peygamber bilmiyorlar diye mazur saydı. Sende öyle de. Gönlündekini yapmıyorlarsa, yanlış yolda iseler, isyan ediyorlar, zina ediyorlar, şunu yapıyorlar, bunu yapıyorlarsa, de ki, “Bilmiyorlar, bilmiş olsalar yapmayacaklar” de. Mazur gör sen de. İşte o da şeriattan, o da Peygamberimizden delîli, hücceti. Onu da getirdik. Peygamber mazur gördü, evliyalar onun için hepsini mazur görür. Peygamber (A.S.V.), “Ya Rabbi bilmezler, bilmiyorlar, bilseler yapmayacaklar” diyordu, onun üzerine Cenabı Rabbül âlemin bütün ümmeti mazur saydı. Allâhu zülcelâl yalnız o kavmi değil, bütün ümmeti de mazur saydı. Allahu zülcelâl; “Bilmeyenleri mazur sayıyorum, sen şefaat et, ben kabul ederim” dedi. Burada bir şey kalbime ilham olunuyor; şimdi, onlar bilmiyorlar, yapıyorlar. Ey nefsim! Sen bildiğin halde ne yapıyorsun? Diye tembih et, sen kendi nefsini azarla bakalım. ─ Peki, sen bildiğin halde onlardan farkın ne oluyor? Peygamber (A.S.V.) ümmetleri için fedai idi. Peygamber (A.S.V.) o kadar zahmet çektiği halde, kendisiyle muharebe ettikleri halde, onların azaba düşmesine razı olmuyordu. Hidayetlerine dua yapıyordu. Mahşer gününde onları isteyecek, · Sen ne yaptın ey nefsim? · Sen bildin, ne yaptın? · Ümmetin içerisinden kaç kimseyi kayırdın? · Kimin için kendini feda edebilirsin? Kıyâmet gününde, Mahşer gününde hep evliyalar gelir. “Ey Habib! Biz senin ümmetin fedaileriyiz, bizi takdim et. Bütün ümmetler için bizi takdim et. Biz cehennemi dolduralım, sen ümmetlerini al.” Mahşer gününde anasının babasının yanına gittiğinde anası babası oğlunu kovacak. Bir amelim noksandır, bir amelinizi verin de tamamlayayım dese anası vermeyecek, babana git diyecek. Babasına gitse, git kardeşine, kardeşine gitse, git ailene diyerekten en sevgililer birbirinden kaçacak. Bir ameli en sevgilisine vermeye kıyamayacak. Babası da, sevgilisi de, evladı da, kardeşi de o günkü günde; “Oğlum! Benim amelim yetişecek mi yetişmeyecek mi diye ben kendi başımla korkudayım. Cehennem kükreyip duruyor. Bu ateşin şiddetinden ben korkuyorum. Her ne kadar karnımda yatıp göğsümde senelerce seni emzirmiş olsam, bağrıma bassam da can tatlı oğlum, ateşten kendimi kurtarmaya bakıyorum, tek amel veremem” diyecek. Bu evliyalar ümmetin önünde fedai gelip peygamberin huzuruna kendini takdim edecek. Ebu Yezid öyle derdi: «Ya Rabbi! Sen kadirsin, muktedirsin. Benim vücudumu büyült, yedi cehennemi dolduracak kadar büyült. Yedi cehennemi benimle doldur. Kullarının hepsini dışarıya at. Ne ümmeti Muhammedîden olanları ne gayrilerini, hepsini dışarıya at, benimle doldur» diyor. “O günü bekliyorum, bütün millet mahşerde Allah Azze ve Celle’nin huzurunda hesap vermekten titreyip dururken, o günde «Ya Ebâ Yezid!» dediğini işiteyim habîbimin ben.” “Ya Abdi! Hesaba gel dediğini işiteyim. Onu işittikten sonra yedi cehennem bana dokunmaz. O zaman yedi cehennemin içerisine beni atarsa benim kalbimin içerisinde yedi cehennemi söndürecek ferah var.” ─ Neden? “Rabbim Azze ve Celle’nin «Ya Abdi» hitâbı geldikten sonra ferah ve sürûrun haddi hesabı, haddi payanı olamaz, o benim ferahımdan yedi cehennem söner, beni içeri atsın. O saati, o anı bekliyorum ben. O an ki; Rabbim Ya Abdi desin bana, yeter! Başka ferah, başka şenlik aramam. O hitabı işittirsin, Rabbim bana Azze ve Celle, «Ey kulum» desin. Bu kulaklarım onu işitsin. Ebedî ferahtayım ben, yedi cehennem değil, yetmiş cehennem olsa; benim içerimdeki ferahın, sürürün, aşk-ı şevkin şiddetinden söner…” İşte onlar da böyledir. Böyle olmaya Allah-u zülcelâl, bize îman hakikatinden aşılasın. Âmin. -------------------------------------------------------------------------------- [1] Hadis-i Şerif: Müslim, İmân, 95. [2] Nisa suresi 79 [3] Enbiya Sûresi: 107 [4] Hadîs-i Şerif: Ravi: Hz. Cabir r.a.. Hadis no: 5090 ve Ravi: Ebu Said. Hadis no: 4521 Kütübü sitte [5] Kalem Suresi:4 [6]Yusuf Suresi: 92 |
Yazar: | HAQQanî [ 29.05.09, 09:52 ] |
Mesaj Başlığı: | Re: TASAVVUFÎ SOHBETLER-1982 / Şeyh M. Nazım KIBRISÎ |
Sohbet - 4 1976, İSTANBUL “Eûzubillahimineşşeytânirracim. Bismillahirrahmânirrahîm” Evliyalar, kendilerine ait olan bir menkıbeyi söy bu meclis meclis müstait bir kimselerin meclisi olursa, ruhaniyetiyle burada hazır olurlar. Onların bir ruhanî kuvveti onlardan gıyabeten onların yerine bu meclisimizde hazır olur. Bu meclise Berzah’ta bulunan evliyaullahla olsun, hayattakilerden olsun, ruhanî olarak birisi geldi mi bu meclisteki kimselere aslî olan saa Cehennemlik kimse oturursa, cennetlik sıfata döndürecek mühürle onu mühürler. Onların ruhani kuvvetinin nazarı, o evliyaların kerameti cümlesindendir. Evliyaların hepsinde keramet var. Lâkin o keramet bizim bildiğimiz manada deniz üstünde yü o gibi keramet, itibarsız bir keramettir. O muteber olan keramet ki, onların kerameti ümmeti Muhammediyeyi gerek dünyada, gerek âhirette gözetmek ve onları hidâyet yoluna sevk edecek nazarla onlara hizmet görmektir. Ruhâ hizmetle bulunup bu mecliste olan kimselerin saadetle mü meclis müstaid değilse, oldukları makamlarından nazar ederler. Bu vakit, bazı müstaid kimselere bir silkinme gelir. O nazarın, o kimselerin üzerlerine geldiğine delâlettir. O vakitte o kimselere, o mecliste oturuncaya kadar onlardan sâdır olmuş olan zülmâni amelleri onlardan affettirmeye, o meclis ehlini temize çıkar nazar ettikleri vakitte bu hizmette bulunurlar. Sultanül ârifîn Beyazıd-ı Bestâmi Hazretleri ne diyor? «Kendi nefsini Firavun’dan, Nemrut’tan, Ebu Cehil’den ve iblis’ten daha aşağı görmeyen kimse bi zim bu yolumuzun kokusunu alamaz.» Bu, mühim bir sözdür, bize lüzum eden bir ilaç, bir dermandır. Bizim yolumuza giren kimselerin dikkat edeceği me seledir bu. Her kim kendi nefsini Firavun’dan, Nem Cehil’den ileride görür ise tarikatımızın, bu yolumuzun kokusunu bile alamaz. Nerde onun içerisine girebilsin, o saraya kabul edilebilsin, o reyhanları koklayabilsin. Çok uzaktır o. ü Onu niçin söyledi? Onu kendi hevâsından mı söyler? ü Evliyalar senetsiz söz söyleyebilirse o veli olur mu? ü Onların senetleri kimdir? Peygamber sözüdür. ─ Peygamber ne buyurdu? Efendimiz buyurdu ki: «Kalbinde bir zerre kibir olan adam cennete giremez.»[1] Bir zerre kibir taşıyan kimse cennete o kibir ile giremez. Hiç salâhiyetimiz yoktur. Eğer sende bir yükseklik görüyorsan, bir güzel hal görüyorsan ve o güzel halinle sen kendini başkasından üstün görmeye cesaret edersen, bil ki o sana Allahu zülcelâlin bir atâsıdır, senin nefsinin meziyeti yok. Rabbimiz Celle ve Âlâ senin nefsinin hakkın da şöyle buyurdu. Estaizübillah, إِنَّ النَّفْسَ لأَمَّارَةٌ بِالسُّوءِ «İnnen nefse le emmaretüm bis sui»[2] İşte budur nefsin. Emmaretüm bis sui, nefsin boyuna sana kötülükle emredendir. Onda iyi bir sıfat bulamazsın. Onu sen başkasından üstün görmeye hak ve salâhiyetin yoktur. Mîrac gecesinin esrarını almayan veliyullah olamaz. Vilâyet sırrı, Mîrac esrarı kalbine keşfolan kim zişânın onikibin Mîrâcı vardır. Senin bildiğin, senin işittiğin bir Mîractır. Lâkin Sıddıkî Ekber’e varis olan sâdât-ı Nakşıbendiyyun meşâyih-i izâmın mâlumatı olan onikibin Mîrac vardır. Bir tek Mîractaki olan ha kikatten söylendiği vakitte, Mîracın doğrudan doğ ettiği mana ile meydana gelmiş olan o mucizeyi kabul edebilmekte çok kimseler şüpheye düşüyor. Bırak bizden olmayan, Müslüman olmayan kimseleri bırak, Müslüman oldukları halde Mîracın cismen ve ruhen, belki doğrudan doğruya hakîkati Muhammediyeye vâki olduğunda şüphesi olan ve kendisini âlim satan çok zevzekler vardır. Ve ne derler? “Uyku halinde olmuş…” Uyku halinde Mîrac olduktan sonra o mucize mi? Sen de uyuduğun va çıktığını görebilirsin. Peygamber “uykuda gördüm” de Aşikâre gittim dediği vakitte Kureyş şaşkına döndü. Demek ki Mîracın ifade ettiği manayı Müslüman ve âlim geçinen kim seler bile tahammül edemediği vakit, onun küllî ola rak ifade etmiş olduğu ve getirmiş olduğu hakîkatleri, kalbinde yüksük kadar yeri olan kimse alamaz. O Mîracın haberinden peygamber-i zişan Allahu zülcelâl’ın huzurundan almış olduğu ilimden kendisine tebliğ olunan şuydu: “Bunu üç pay yapacaksın Ey Habib! Bir pay doğrudan ümmetlere tebliğ etmek için. İkincisi ümmetin havâss olan sınıfına, evliyaların kalplerine vereceksin. Üçüncüsü sana hastır, sana mahsustur. Üçüncü kısım; ona hiç kimse, nebî veya veli müşterek olamaz. O, sana mahsustur.” O gece tebliğ olunan evliyaullah, onların kalplerine verilen şimdi. Onu bize söyle teni dinleyelim. Allahu Zülcelâl Habîbini huzuruna aldığı vakitte dedi ki, «Ey Habîbim! Eğer ben Azimüşşân, Benim kullarımı Firavun’a verdiğim salâhiyetle bırakmış olsa idim, banu karşı Firavun’luk yapmayacak bir kulum yoktu. Ben Firavun’a verdiğim fırsatı her durmayacaktı. Hepsi o Firavun’un dediği gibi Ene rabbikumul âlâ diye çağıracaktı.» Ak lı olan adama bu yeter. Nefsini böyle bil. ─ İnsanın baş belası nedir? Nef yanın arasında olan nefsindir»[3] dedi. Nefsine dikkat et, nefsinin tarafına yönelme, eğilme. Nefsi hiçbir yerde kayırma. Nefsi hiçbir yerde haklı çıkarma, daima haksızsın de. Onun içindir ki Beyazıd: (O evliyaullahlar nerden alıyor hakikatleri, Allah-u zülcelâl böyle buyurduğu için Beyazıd da bize bildiriyor); “Herkim nefsini Firavun’dan da aşağı görmezse bizim yolumuzun ko diyor. Hani soğan veya herhangi bir tohum ambarda vakti geldiğinde filizlenir, çimlenir. Lâkin yetişip de üzerinde başak veyahut dibinde baş veremez. Tâ ki o soğanı tarlaya ekesin, tarlayı bulduğunda güzelce açılır. Altından başını da verir, buğdaysa kalkıverir, bir dâne iken yedi başak üzerinde yüzer dâneler olur, neticesi meydana gelir. Sen kendi nef tarlasına ekilmemiştir. Eğer tarlası Firavun olurdu. Onun için bütün evliyalar edeb gö zetir. «Eddebenî Rabbi fe ahsene te'dib»[4] yolumuz edep yoludur. Nefsini öyle gör. Onun için bu mec giymek için gelmesin, nefsi tüketmek için, benim nefsini bir yere lâyık değildir, ancak tüketmeye lâyıktır desin. Gelen enbiya talim için, bizim nefsaniyetimizi törpüleye törpüleye bitirmek için gelmiştir. ─ Mae cae bihimnebîler ne içindir? Beşyüz mae cae bihimnebî; namazda, oruçta, zikirde, fikirde, hacda, zekâtta, mali ve bedenî ve lisan ile olan bütün ibadetlerin hepsinin gayesi lâ ilahe illallah di nefsin üzerine vurup nefsâniyeti törpüleye törpüleye bitirmek içindir. Sultan’ül ârifin Bestâmi’nin bu sözü kulağınızda bulunsun: “Hiçbir zamandan beri bir kimseye karşı gelmedim ki o kimseden bana hürmet etsin diye bekleyeyim. Belki her kim bana karşı gelmişse, kendimi ona hürmet etmeye mecbur bil Ben ona hürmet etmeye davrandım. Hiç beklemedimve benim karşıma insan olsun; insanın içerisin den ister ise Yahudi olsun, ister çıfıt olsun, ne cins çıkarsa çıksın, ona karşı ben kendimi geri gördüm.” diyor Bir veliyullah bir yahudi gördüğü anında kendinden geçip düşmüş, ayılttıkları vakitte: «Hoca Efendi. Şeyh Efendi Hazretleri size ne oldu? O Yahudiyi gördüğün vakit niye ba yılıp düştün?» demişler. «Ey evlatlar, sırrıma nidâ geldi ki; Ey kulum! Onu hakir görme. Ona yahudluk çıfıtlık gömleğini giydiren Benim, iman libâsını sana giy giydirmeye, ondakini çıkarıp sana giydirmeye Kadir’im. Edebi gözet! Dediği vakitte, o korkudan gittim» demiş. Bu yol sağlam yoldur, edeb yoludur. Kimse îman li giydirdin, fazlından da bize giydir Ya Rabbi! Fazlından onları da mahrum eyleme Ya Rabbi! De. Onun için Beyazıd kimi görür ise ona da hiz met ederdi. Bende olan Allah’ın atâsıdır, giydir Evliyaların hepsinde öyle kor ku var. Biz rütbe için değil, Al olduğu bu atâsına şükür için duruyoruz. Ya Rabbi sana şükür için seni zikir edip duruyoruz. Seni her yerde, senin kelimeni tâzim için illâ için her şanda, her mekânda ahdederiz. Ya Rabbi! Seni zikredelim. Senin İsm-i celîlini yükseltelim. Bu fırsatı bize ver Ya Rabbi! Böyle dua edelim. Bu nasihat evvela banadır, be asrında yaşayan bir veliyullah vardı. Allahu âlem Şiblî Hazretleri olacak. Beyazıd-ı Bestâmi Hazretlerine bir müridini göndermiş: “Git bakalım, bu Beyazid-ı Bestâmi Hazretleri meşhur bir zattır. Ne tür bir rütbe sahibi olduğunu anla da gel ” demiş. O mürid Sultanü’l ârifine ziyarete gitmiş. Görüştüklerinde Beyazıd-ı Bestâmi Hazretleri o müride sual etti: “Senin şeyhin ne gibi rütbe sahibidir?” demiş. “Benim şeyhim tevekkülde son makam sahi bidir ki; eğer mağriplen maşrığa göklere demir kapaklarla kapak çekilip kapansa, yerlere de mağrıptan maşrığa kaya döşense bu halde bile rızkından şüphesi olmayan bir mertebe sahibidir. Benim şeyhim tevekkülün ileri derecesindedir” demiş. Sul tanü'l ârifîn; “Hay yazık, senin şeyhin daha şirkten kurtulmadı” demiş. O da veliyullah, o da Allah’ın veli kulu. ─ İmanın hakikati bir kimsenin kalbine ne zaman yerleşir? Tâ bu dediğimiz sıfat onda görülünceye kadar. Gökler de kapansa, yerler de kaya ile döşense rızkının nerden geleceğine şüphesi olmayan kuvvet sahibi, hakîki imana mazhar olan kimsedir. Bunun altındaki iman sayılmaz, o taklittir. İman mertebesi oradan başlar. Allah’ına böyle bir imanı varsa, o zaman ona mü’min denir. Yoksa göklerden yağar, yerlerde her şeyi bitirir, daha korkumuz var. Aldığı aylıkla ge aylık mı ki, bir de şikâyet ediyorsun. Aylıkla geçi ama Al lah Rezzakul Mutlak’tır, geçindirir. Öyle bileceğiz. Mürid gelip şeyhine mülâki olduğunda, şeyhi sual etmiş: “Nasıl buldun o zâtı?” “Mesele böyle böyle…” “Çabuk eve varmadan geri dön, bul o şeyhi, onun rütbesini sor, öyle gel” Demiş, daha eve gitmeye bırakmadan geri döndürmüş. Tekrar huzur-u şeyhe vardığında: “Ya Seyyid el-Kavm, ey bu kavmin ulusu, ya Sultanü’l ârifin, ya Beyazıd-ı Bestâmi! Şeyhim Hazretleri size selâm etti. Sizin bu sözünüz makam sahibi olduğunuzu sual etti,” demiş. “Oğlum, yok şeyin rütbesi olmaz ki, Ebâ Yezid yoktur yokluktan geç tik” demiş. Yine bir defasında Ebu Yezid dergâhın önünde dolaşırken bir kişi gelmiş: “Ey şeyh, burada Ebu Yezid’el Bestâmi diye bir büyük şeyh vardır, tanıyor musun?” de miş. “Oğlum, o Ebu Yezid kaybolup gideli yirmibeş sene vardır. Allah onu bir kere daha geri döndürmesin. O kendisine gitti. Bir kere daha dönmesin” demiş. O zâta da öyle haber göndermiş: “Ebâ Yezid yoktur ki, rütbesi olsun. Yokken rütbeyi nereye giysin?” Rütbe havada durmaz ki. İnsan rütbeyi üzerine giyer. Bir varlık olmazsa insan üzerine giye mez. Ebâ Yezid yoktur! O var demiş, baş makamda daha bende varım diyor. Makamda oturanların hepsi şirkten daha kurtulamadı. Daha çok lâ ilâhe illallah çekmesi lazımdır diyor. La ilahe illallah'ı bitirip de Allah Allah Allah de diği vakitte, bitti, masiva kalmadı; Ebâ Yezid de kal onun için Nakşibendî bütün kırkbir tarikatın şâhı olur. Biz de İnşallahurrahman o yoldayız. Tevhit deryâsına, Allah Azze ve Celle’nin vahdaniyetinin denizlerinin içerisinde olalım. Celâli cemâlinin denizlerinde kaybolup gidelim. Ebedi varlığının aşısını alıp onunla var olup ebedî o kalb ve sü gaye etme ya ahîreti gaye tutma. Hu ism-i âzâmdır. Hu, bilinmeyen mutlak meçhuldür. İşte Nakşibendîler o denize, oraya dalmaya hücum eder. Ya Rab! Bizi nefsimize bırakma. En aşağı bizim dikkat edeceğimiz, nefsimize muhalefettir. Nefsin dedi gibi arkasından yürüme. Bir parça ona karşı koymaya alış ki, onunla sana yol açılır. Allah’a giden yolda öyle gidebilirsin, Allah-u zülcelâl bize inâyet buyursun, hidâyet buyursun. Bu mübârek ayın şerâfetini bize giydirsin. Öyle bir mübârek aya biz yetiştik ki ne kadar şükür etsek yine az dır. Rebiyyülevvel ayına eriştik Elhamdülillah. Bu ay denizleri, hiçbir senede açılmayan rahmet denizi vardır ki, bu rahmet üzerine inen bütün millete, bütün ümmete rahmet vardır, saadet vardır. Kaçanlara da saadet vardır. Nereye kaçacak! Rahmetenlil âlemîn olan peygamber-i zişanın hürmetine, kaçanlara da rahmet vardır. Allah-u zülcelâl pey gamberi mahzun edecek değil. Şeytan, pey kuvvet yetiştire mez. Kâinattaki zerrelerin adedinde şeytan olsa onlar üm peygamberin kuvvetinden alamaz. Öyle bir peygamberdir. ─ Peygamberin temsîli nedir? Dağ başında bir aslan olsa, yuvada olan yav rularını öyle gözetir ki, dağın başına adam bırakma peygamberin sıfatını böyle bil. Ümmetini böyle gözetiyor. Ümmetini çalmalattı zannetme. Bu müjdeyi de al. Kaçanlar da bir yere kaçamaz, o peygamberin elindedir. Peygambere Allahu zülcelâl, Elestü bi-rabbikum Kâlû belâ’dan teslim etmiş olduğu ümmet alacaktır. Araya iblis mi gire cek? İblis, ne iblisi? Bütün mahlûkatın sayısında ib onlarda Peygamber (A.S.V.)’ın karşısında galip ge lecek kuvvet yoktur. Hepsi mağluptur. Allah-u zülcelâl, bizi o peygambere iktibâ eden, onun aşkı ile dolan ümmetlerden ve muhlis kulların muhabbetini aşıla ve korkma, o aşı bo zulmaz. Peygamber muhabbetini aşıla. Ya Rabbi sen Kadir ve Muktedir’sin. Hâda kullinallahu min beyni yedihi; Bizim halimiz sona mâlum zaafımız, zayıflığımız, hiçliğimiz sana mâlum Ya Rabbi! Sen bizi teyyid eyle, وَلِلَّهِ جُنُودُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ «ve lillahi Cünudu's semavati ve'l-ard»[5] buyur du. Göklerin askeri de Senin, yeryüzündekiler de Senin, insü cinden askerler de Senin, bütün mahlûkatta Senin askerin. Bizi teyyid eyle, Ehlû’l imânı te denizlerinden bir katre bu dünyayı cennetten bir kıt’a yapmaya yeter de ar tar bile. Habib hürmetine lütfeyle Ya Rab bi. Şam; Allah Azze ve Celle’nin ehl-i imânı himaye için tâyin etmiş olduğu makamdır. Şam’da muhlis kullar bulunur. Bütün dünyada ne bereket varsa dokuzunu Şam’a, birisi bütün dünyaya verilmiştir. O hu etmeden Hicaz’a geçip gidiyorlar. Hac fari Şam’ı ziyaret ki, o derecede hac seferine kemal verir. Bazı kimseler dalgınlıkla Bağdat’a gider de, Şam’ dan geçmez. Bağdat’taki evliyalar, onlar gece vakti gökte parlayan yıldızlar gibidir. O yıldızlar geceleyin ne kadar aydınlık verebiliyorsa Bağdat’ın evliyaları Bağdat’a o kadar bir nur verebiliyorlar. Bağdat’ın içerisinde bulunduğu zulmet, o kadar şiddetli. Ko yıldız gibi parlayıp duruyor lâkin Şam’da güneş parlar. Şam’daki nur, güneş misalidir, Bağdat’taki nurlar yıldızlar gibidir. Şam’da bulunan evliyalar; bırak başka evliyaları, “Şam’a Sahâbe-i kiramdan peygamber-i zîşan’ı gören on bin göz girmiştir” diyor. Şam’ı Şerife, peygamberi seyreden Sahâbeden on bin göz girdi. Ve şimâlinde o Kasyun Dağı vardır. Cennet mekân Şeyhim Hazretlerinden işittim, Cenabı Rabbü’l âlemin 124 bin peygamber gönderdi, bin peygam berin kabirleri başka kutuplardadır, dünyanın başka memleketlerine dağılmıştır. Geri küsuru 123 bin peygamberin kabirleri hep Cebel-i Kasyun’dadır derdi. O dağ enbiya ve evliya madenidir. Onun için gece baktığınız vakitte, geceleri o dağ ışık olmadığı halde oradan nur yağar. Her karışında evliya yatan, her karışında nebî olan hatta bizim durağımız olan yerde de bir peygamber kabri var demişti cennet mekân Şey him Hazretleri. Eskiden Şamlılar, Muhyiddin-î Arabî Hazretlerini makamının bulunduğu dağın eteğine ki oraya Salihiye derler, buraya ziyarete gelen kimseler oradan yukarıya ayakkabılarıyla yürümezlermiş. Oraya çıkan hakkında Allah-û zülcelâl’in ahd-û peymânı; O kimselere muhasebe olmaksızın kıyamet gününde bu dağ ile beraber cennete koyacak diyor. Şam bu, evliyalar Şam’ın fazîletini dünyanın sonuna kadar söylese bitmez. O, bitmeyen fezâiller ve şerafet sahibi makamdır. Oraya giren Allah’ın rahmetiyle girer. Oradan başka memlekete rağbet etmiş olarak çıkan, Allah’ın gazabı ile çıkar. Şam’ın fazileti hakkında zâhir ilim Kırk hadîs-i şerif görmüştüm. Manevî olan fezâillerde Şam’ın faziletlerine dair Şeyh Efendi Hazretlerinin bana hususi yazdırmış olduğu otuz sohbeti vardır. Hiç işitilmeyen fazl vardır. [1] Hadîs-i Şerif: İbnu Mes’ud r.a. rivâyet etmiştir. Hadis no:5218. Kütübü sitte. [2] Yusuf Sûresi: 53 [3] Bu Hadîs-i Şerif, İmam el Gazali’nin İhyâ’sında (III/10) zikredilir. [4] Hadis-i Şerif: Vâkıdî, Megâzî, cilt 3, s/1016. Beyhak, İbn Kayyım, Zâdu'l-mead, cilt 3, s/9. Ebu’l-Fidâ, Sîre, cilt 4, s/ 24, İbn Hamia, el-Beyân, cilt 1, s/1 65. [5] Fetih suresi:7 |
Yazar: | HAQQanî [ 30.05.09, 19:45 ] |
Mesaj Başlığı: | Re: TASAVVUFÎ SOHBETLER-1982 / Şeyh M. Nazım KIBRISÎ |
Sohbet - 5 1976, İSTANBUL “Eûzubillahimineşşeytânirracim. Bismillahirrahmânirrahîm” Ebu Ahmed-i Sugurî Hazretleri bizim Hz. üstadımız Şeyh Şerafeddin Hazretlerinin üstâdıdır. Bizim Sultanû’l Evlîya Abdullah Dağıstanî Hazretlerinin de şeyhinin şeyhidir. Onun şeyhi de Üsküdar da ki Seyyid Cemaleddin Gumukî[1] Hazretleridir. Bu hikâyesini söylediğimiz zat, Gumukî Hazretlerinin halifesidir. Ebu’l Ahmed-i Suhûrî, kırk sene kutbiyette duran kimse, onun kadar uzun boylu kutbaniyyet makamında kutupluk yapmış olan bir veliyullah yoktu. Kalktığı zaman sülüsü’l âhirde kendi hücresinde «LA İLAHE İLLALLAH» dediği vakitte, Üsküdar’ın bütünü kadar memleket hepsi aynı kuvvetle yanında zikir çekiyor gibi duyardı. O, Peygamber-i zişan aleyhi efdâl’üs selâtü vesselâm Efendimize hakiki varis olan her velîde vardır. Peygamber-i zişan, Kâbe-i Muazzama’nın önünde durup veya Haccü’l veda’da Arafat’taki kocaman ovada durduğu vakitte 124 bin sahâbeler orada hazır olduğu halde, onlara hutbe îrâd ettiğinde, sesi büyültecek, sesi ulaştıracak îcadlar yoktu. Olmadığı halde peygamber-i zişan hutbesini îrâd ettiğinde herkes yanında gibi işitiyordu. Bu hal peygamber-i zîşan’ın mucizâtı ve Peygamber-i zîşan’ın haline varis olan evliyaların da kerâmetidir. İsterse mağrib ve’l maşrığın arasında işittirir ki, Hz. Mehdi (Âlâ nebiyyina aleyhisselatü vesselam) çıkacağı zaman tekbir aldığında işittirecektir. Ebu Ahmed-i Suhurî Hazretleri gece sülûsü’l âhirde yani gecenin üçte ikisi geçip üçte biri kaldığı zamanda ayağa kalkıp bu zikre başladığında bütün memleketin hepsi ayağa kalkardı. Onun sesinin heybetinden çocuklar memeden başlarını çekerlerdi. Cennet mekân Şeyhimiz Hazretleri, “Yirmidört saatte üç vakit en kıymetlidir” derdi. Zaten konuşan o ya, böyle işittim şimdi de öyle işitiyorum, ondan işitiyorum ve ondan işittiğimi naklediyorum. Aslında konuşan odur amma böyle söylemesek yine anlaşılmaz. Ondan işittiğimi size işittiriyorum. Çünkü din, mâneviyattır. Hakiki iman ve İslâm insanın kalbinde yer eder. Peygamber-i zîşan’dan tâ o kimsenin kalbine kadar yol açılır, o Feyzü’l akdes, o mukaddes feyz onun kalbine dökülmeye başladığı vakit hakîki iman onun kalbinde yeşermeye başlar. Bir eve su getireceğimiz zaman en yakın bir borudan suyu eve çekmek lazımdır. Yakın olmayıp uzak olsa, uzak mesafeden membadan suyu şehre getirinceye kadar boru döşemek lazım. Aradan bir yer eksilirse o su buraya gelmez. Onun gibi, peygamber-i zişan’ın ümmetlerine kalb-i Muhammedî’den aktarmakta olduğu o Feyzü’l akdes, Allah Azze ve Celle’nin onun kalbine dökmekte olduğu o rahmet-i ilahiyye ve füyüzat-ı Rabbaniyyedir. O çağlayanlar bizim kalbimize eriştiği vakitte biz hakîk iman, hakiiki aşk ve şevk makamlarına mazhar oluruz. Şimdi bu içerisinde bulunduğumuz mübarek mevlid ayıdır. Peygamber Hayy’dır. Peygamber hakîki hayatla hayat sahibi, diridir. Peygamber ölürse ümmet kalmaz. Ümmetlere hayat, o peygamberin sayesinde ondan gelir. O Peygamber, yalnız ümmetlerinin hayatı değil, bütün kâinatın hayatı o dur. Bütün kâinat onun yüzü suyu hürmetine vardır. O olmasa kâinat yok idi, olmayacaktı. Olanda onun hürmetine, olacak da onun hürmetinedir. Zuhur edende zuhûra gelecekte hepsi onun hürmetinedir. Varlığa can, peygamberdir (A.S.V.). Bunu böyle bilmeyen gafildir. ─ Bu bizim bildiğimiz onsekizbin âlemin canı kimdir? Efendimizdir (A.S.V.). Daha onsekizbin âlemden ötede nice âlem vardır ki; onu ehli bilmektedir. Onların canı, efendimiz (S.AV.) dir. Efendimiz kalpten kalbe evliyalara, evliyalardan da dediğimiz gibi kalbimize gelir, biz onu tebliğe memur olan kimseyiz. Şimdi, yirmidört saatte en kıymetli olan üç vakittir: ü Birincisi: ikindi ile akşam arasında olan vakit, ü İkincisi: akşamla yatsı arasında olan vakit, ü Üçüncüsü: sülüsü’l âhir ki; gecenin üçte ikisi geçtikten sonra, tâ işrak vaktine kadardır. Güneş doğup bir mızrak boyu yükselinceye kadar kerahat vaktidir. Bu vakitlerin içerisinde olan tecelli, günün diğer saatlerinde yoktur. O üç vakte Ehlullah, Evliyayı izam çok ehemmiyet verirler. O vakitlerin boşa geçmemesine dikkat ederler. O vaktin içerisindeki tecelliyi kazanabilmek için gayret ederler. Bu üç vaktin de bilhassa seher vakti, yani gecenin üçte ikisi geçip üçte biri kaldığı vakittir ki; Allah-u zülcelâl birinci gökten kullarına nazar edip onlara hususi olarak o vakte mahsus melâike inzâl eder. Onlar da bütün dünyayı bir defa dolaşır. · Kim var ayakta, kim var huzurda? · Kim var divanda? Secde eden kim var? · Kıyam duran kim var? Rükû eden kim var? · Cenabı Mevlâ’yı tesbih edip zikir edip duran kim var? O vakit onları tesbit ederler. Onları tesbit ettirdikten sonra, o vakitte ikinci bir takım melâike-i kiram yeryüzüne iner. Onlar, Allah Azze ve Celle’nin Zâtü’l Bühtunun envarlarından o lahzada îcad olan melâikelerdir. Öteki melâikeler onların nurundan onlara bakamaz. ─ O melâike her gece ne için îcad olur? O melâike-i kiram, o gecede Hakk divanında duran, kıyam eden ümmeti Muhammedî’den kullarına tâyin buyurduğu hediyeleri getirmek için Allah’ın onlara tahsis etiği melâikelerdir ki; yedi göğün melâikesi bir olsa onlara tahammül edemez. Onlar, Melikü’l Mülk olan, Melik-i Muktedir olan Allah-u zülcelâlin indindendir. Onlar, o vakit ayağa kalkıp Hakk divanında duran muhlis kullara Allah-u zülcelâlin kendisinden başka kimse bilmeyen hazâinlerinin içerisinden, o hediyeleri taşımaya memur olan melâikedir. Başkasının o hediyeleri görmeye iktidarı yoktur. O kimselere hediyeleri takdim etmek için o melâikeler, ikinci defa inzâl olur. Onun için gece kıyam edemeyen ihlâstan noksandır, kurbiyyet olamaz. Şeyh Efendi Hazretleri buyururdu; «İmanının gürleşmesini isteyen insan o seher vaktinde; hiç olmazsa şafaktan, fecirden bir yarım saat önce ayağa kalksın. Güzelce abdest alıp Hakk divanında dursun.» Hemşeri hanımları peygamber-i zîşan haber vermiştir, «Âhir zamanda din ehlini kadınlarda ve köylülerde arayınız.» Din ehli, erkeklere nisbetle kadınlarda fazla ve şehirlere nisbetle köylerde daha fazla. Kadınlarda gece kıyam edenler, erkeklerden daha fazladır. Bu, kalp yoluyla da malumumdur, zâhirde de onu işitiyorum. Teheccüde kalkan kadın ihvanlar çok, sabah namazını bile yetiştirmeyen erkekler pek çok. Şimdi Şeyhimiz Sultanü’l Evliya Hazretleri onlar için bu mühim olan müjdeyi söyletiyor bana. Bu her gecedir, meselâ akşam hediyeyle gelen melâikeler yüksek makama doğru çıkar. Öteki yedi göğün melâikesi onlara tahammül edemez. Onlardaki nur Cenabı Hakk’ın zâtü’l Buht nurudur. Efendimiz Hazretleri, «Fâtıma! O beşikteki çocuğu da buraya getir.» demiş. Çocuklar çok vakit o seher vaktinde uyanırlar, o gafil ana babayı uyandırırlar. Ana baba o çocuğu uykunun en lezzetli vaktinde uyandırıyor bizi diye tokatlar, o yavruyu tân ederler. Hâlbuki o yavru, o vaktin tecellisini hissediyor, onu melâike uyandırıyor. Bize de müvekkel melâike var, bizi de uyandırır ama bu taraftan uyanırsak bu tarafa dönmek için uyanırız. O bir şeye yaramayan nefse uya uya, ne kadar faziletlerden mahrum gidiyoruz. Biz nefse uyup, dünyada o nefsin hatırını hoş etmek için uğraşıyoruz. Başka hiçbir şey düşünmüyor. ─ insanın gayesi ne? Nefsi şikâyet etmesin, nefsim darılmasın, canım eziyetlenmesin, canım mesut olsun. Başka hiçbir kimsenin, hiçbir şeyin hoşnutluğu bu zamanın insanını alâkadar etmiyor. Hoşnutluğu aranacak yalnız nefsidir. İşte onun için insanoğlunun başına ne felaket geldi ise kendi nefsinin hoşnudluğunun peşinde koşmasından dolayıdır. Nefsi hoşnûd etmesine de imkân ve ihtimal yok. Çünkü nefsin ihtirasına ve arzularına bir had yoktur. Hani arzuları sayıyla değildir ki, o sayı içerisinde onun arzularını yerine getiresin ve tamamdır diyesin. Şimdi rahat oldum yok. Yüz arzusu varsa, yüzünü yapsan, onun arkasından bin arzu daha getirir. Onu bitirdikten sonra çalış onları da topla. Eh işte bitirdik, başka? Şimdi onbin daha var. Böyle böyle, böyle böyle yani insanı hiçbir hizmete bırakmadan yalnız kendi hizmetine meşgul etmek ister nefis. Nefis insanı kendisine köle etmek, kul etmek ve Allah’a şeriklik davasındadır. «Başkasına değil bana kul olacaksın, bana çalışacaksın, beni hoşnut edeceksin, beni razı edeceksin, başka şeyi düşünmeyeceksin » der. Bizde, pekâlâ efendim, başüstüne sultanım diyoruz. Bak, yirmidört saat zarfında ne için koşturuyoruz? ─ Hayatımız neyi razı etmek için, ne yolda geçiyor? Nefsimizi hoşnut etmek yolunda, nefsin arzularını yerine getirmek yolunda geçiyor. O arzular da birbirine dolanarak, boyuna artarak en son demine yetişiyor. Daha gözü arkasında kalıp o tarafa geçiyor. Onun için nefsin senin düşmanın olduğunu bil ve onun arzularının bitmediğini de bil. Hiçbir zaman “yeter, tamam, oldu, kâfi” diyecek diye bekleme, ümit etme. Nefis çocuk gibidir, nasıl insan çocuğa onun arzularını verdik sonra daha fazlasının arkasına koşturursa nefis de aynı tabiattadır. Ona haddini göstermezsen hudutsuz gider. İnsanı helak eder. Evet, o yavru çocuklar seher vakitlerinde uyanıp ana babasını da uyandırır. Lâkin insanoğlu gafletinden o vakit soldaysa sağa döner, sağdaysa sola dönerek yine biraz daha uyuyayım da uykusuzluğum kalmasın diye devam eder. Kendi nefsime diyorum ki, “Kaç senedir uyuyorsun?” Kaç sene var? Altmış sene, yetmiş sene, seksen sene? Bu kadar sene, kırk sene, elli sene uyuyorsun, hâlâ doymadın mı bu uykuya? Yeni gün, yeni uyku hani sanki elli senedir uyuyup doymayan ey nefsim, şimdi bu gecenin en mukaddes vakitte biraz daha uyuyayım biraz daha doyayım da ona göre kalkarım demeye utanmaz mısın? De kendi nefsine. Beni niye aldatıyorsun? Çünkü uykuya doyan cins değilsin, sen ey nefis bırak, uykudan bir parça fedakârlık yap, kabrin içerisinde zaten uyuyacaksın, uyuturlarsa...! Uyuturlarsa...! Peygamber Aleyhis selatü ve’s selâm, «Ya Rabbi! Kabir azabından sana sığınırım» diye münacat buyururdu. Kabrin içerisine gireceğini düşün, uykun biraz daha hafifler. İşte Efendimiz Hazretleri, «Fâtıma! O beşikteki çocuğu da buraya getir, beşikteki çocukları da getiriniz, bu tecelliden onlar da nasiplerini alsınlar, mahrum olmasınlar» dermiş. O vakit Hakk divanında bulunan kimselerin hepsine o melâike-i kiram gelir. İşte Sugurî Hazretleri Allah’ın has kullarından büyük bir zattır, büyük Şeyhimiz Şeyh Şerafeddin Hazretlerini hayatta değilken ruhâniyetiyle irşad edip terbiye etti. Suhurî Hazretleri’nin âdeti oydu ki her kim huzuruna gelirse kelime-i şehâdeti getirtirdi; diz be diz oturtup kelime-i şehâdeti okuturdu. Öyle büyük bir zat huzurunda o kelime-i şehâdeti okuyan kimsenin kalbine, kalbinden hiç çıkmayacak nakışla nakşediyor, onun kalbine saadet mührünü basıyordu. Kelime-i şehâdeti söyledikten sonra onun imanını, bütün dünyada ins-û cinnin adedince şeytan olup üzerine gelse son nefeste o imanı ondan almaya imkân yoktur. Bitti, o mühür bastıktan sonra tamamdır. Onun için her gelene, o kelime-i şehâdeti getirttirir ve şöyle dua ederdi; «Kelime-i şehâdeyni indeke yâ Rasûlullah vahyelena ve biatün yevme’l kıyâmeti ya men erselehullahu tealâ Rahmetenlilalemiyn.» «Ya Rasûlullah! Bu okuduğumuz kelime-i şehâdeti sizin hazineye koyduk, size emanet eyledik, kıyamet gününde bu emanetimizi isteriz.» Diyerek peygamberin hazinesinde mühürler, kıyamet günü olduğunda o emaneti bize teslim eder. O gelen ziyaretçilerine ilk bu hizmeti yaparmış, bu hizmette yeter zaten. Onun için ebedi olan iman rütbelerinin kemal makamları için o kelime-i şehâdeti bana okut dedi. Şeyh Efendi Hazretleri, “bunların hepsi benim evlatlarımdır, hepsinin ahitleri bizdedir” dedi ve onlara bu hizmette bulunalım diye emretti. Gumukî Hazretleri’nin de şimdi onlara bu telkini yapmak için bana izni oldu. Bu kelime-i şehâdet ki, onu da yapmaya muvaffak olduk. Şimdi onların şahadetiyle onlara emanet teslim ettik. Kıyamet gününde o evliyalar bizim emanetimizi bize takdim ettikleri günde bu günü hatırlarsınız. Evet, mühim olan budur. İnsan kıymetli olan şeyini, iyi yerde kilit altında muhafaza altında saklayıp durur. Çok kıymetli şeyini en sağlam yerde saklar. En kıymetli olan şey, imanımızdır. Şimdi onu bir defa sağlam yere koyduk. Bu, Allah’ın fazl-u keremindendir. ─ Şimdi bizim vazifemiz nedir? Allah’u zülcelâl’ın lütf-u keremi ile bize bağışlamış olduğu bu en büyük nimetini gözetmek, bakımına dikkat edip de gürleştirmek; iman ağacını kalbimizde yeşertip, gürleştirip, sonra o ağacın meyvesini de yemek lâzım. -------------------------------------------------------------------------------- [1] Seyyid Cemaleddin Gazi Gumuki Hz. : (Dağıstan,16 Ekim 1788- İstanbul,1869). Kur’an hâfızı olup hadis ilimlerinde de onbinlerce hadisi rivayet zincirlerinin sağlamlık derecelerine göre tasnif edecek kadar iyi bilen, zâhiri ve batıni bilimlerdeki yetkinliği tartışılmaz bir âlim ve büyük evliya. Bir süre Dağıstan hanlarına idareci olarak da hizmet eden Gumuki Hz.’leri onbeş civarında yabancı dili bilirdi. Kabri Karacaahmed kabristanındadır. Allah ondan râzı olsun. |
Yazar: | HAQQanî [ 02.06.09, 12:25 ] |
Mesaj Başlığı: | Re: TASAVVUFÎ SOHBETLER-1982 / Şeyh M. Nazım KIBRISÎ |
Sohbet -6- 1974, İskenderpaşa, İSTANBUL “Eûzubillahimineşşeytânirracim. Bismillahirrahmânirrahîm” Bir nokta, kendisine tutmayan Habibtir O. Min evvelihi ilâ âhirihi bütün enbiya ve bütün ümmetlerin kılacakları bütün namazlar, yapabilecekleri bütün taatın faziletini terazinin bir kefesine koysalar, Peygamber-i zîşanın kıldığı iki rekât namaza yetişemez. Peygamber-i zişan onu kefesine koyduğu vakitte ümmetlerin günahları kalır mı? İki rekâtıyla oraya koyduğu anında günah nerde duracak. Onu bırak bir defa peygamberin Lâilaheillallah dediği vakitte onun kuvveti yedi cehennemin içerisine koyuverirse cehennem yok olur gider, onun fazîleti yedi cehennemi mahveder. Bir kere Peygamber-i zişanın Lâilaheillallah dediği vakitte hâsıl olan nuru koyuverse yedi cehennemin hepsi mahvolur. O vakit nerde cehennem kalır. Biz böyle şanlı peygambere ümmet iken bunu takdir etmezsek bizden ahmak adam olmaz. Elhamdülillah Allah bize bunu da işittirdi. Şanlı Peygamber, Yâ Resulûllah! Sizden şefaat istiyoruz. Evet, o şefaatli peygamber bize bakıyor, sırası geldi diyerekten de bizi çağırıyor. Evliya yol göstericidir. «Siz olacak işlere bakınız. Yalnız size bir vasiyetim olacak, olana pişman olmayın. Ne olacaksa da ondan üzüntü duymayın, olan şeyden siz üzülmeyiniz, işin sonuna dikkat ediniz.» İşte bu kadar, size bir işaret veriyor. O işarette bir beşaret vardır. Olacak şeyden bize böyle söylemiş iken bambaşka bir işler oldu diye taaccüpte kalma, işin sonuna bak: nereye müncer olacak nereye munkalib olacak. Ağaçlar ham olduğu vakit meyvesini ağzına alırsan ağzını burar, karnına sancı verir. Sabredersen o bal olur, sana hayat olur. Onun için buruk buruk işler görülür. O hareket tatlılanmak içindir. Hiç merak etme, öyle şeylere aldırma. ü Aldırdığın vakitte, ü Meraka düştüğün vakitte, ü Telaş ettiğin vakitte, ü Vesveseye kapıldığın vakitte, İman nurunun sönmeye doğru gittiğine delalettir. Sakın dalma, geniş ol, daima Estaizübillah «lâ tahzen! İnnallahe meanâ»[1] Allah Azze ve Celle bizimle beraberdir. Bizimle beraber olduktan sonra korku yok. ─ Bu ahir zaman ümmetlerinin hakkında evliyalar ne der? «Sütün kaymağı en üstündeki olduğu gibi ümmet-i Muhammedînin en kıymetli olanları, bu ahir zamanda, en son asırda gelecek ümmettir» diyor. Musarrıfu’l kulûb olan, mukallibe’l-kulub olan Allah’u zülcelâl o salâhiyetten aşılayıp, yarınki gecede o (Fahri Kâinat Efendimiz) rütbeyi de verip ümmetlerinin kötülerini Hakka doğru meylettirip o kerameti de Habibine giydirecektir. O peygamberdir ki, bir tek ümmetinin cehenneme girmesine râzı değildir. O peygamberdir ki (S. A.V.) tâ onu içeri koyduruncaya kadar bir tek ümmetinin cehennemde kalmasından râzı değildir. «Benim içerde işim yok yâ Rabbi, benim ümmetim orada iken, ben içerde lezzet alamam.» Senin kırk evladın olsa, otuzdokuzu evde bulunsa, birisi hapiste bulunsa sen onlarla eğlenebilir misin? O otuzdokuzuna bakmazsın, acaba hali nedir? Diyerekten yüreğin o çocukta kalır. Peki, dört yüz çocuğun olsa bir tanesi eksik olsa, bir tanesi içerde olsa nasıl, rahat eder misin? Dört bin diyelim, bir tanesi içerde olursa geriye kalanlarla hoşnut olur musun? “El ihsân-ı bittamâm; ihsanın tamamdır ya Rabbi! İhsanın tamamdır yâ Rabbi! Ümmetimin hepsini isterim” dedi, “Ey Habib! Hepsini verdim. Ne istersen dahasını da vereceğim” Allah (C.C.), Mîrac gezisinde peygamber-i zîşana bir bâb açtı. Peygamber-i zîşan : “Bunu da isterim, bunu da isterim, bunu da isterim, bunu da isterim. Bunu da ümmetlerime, bunu da ümmetlerime, bunu da ümmetlerime” dedi. Peygamberin isteyişi bizim isteyişimize benzemez. Peygamberin talebi bizim talebimize hiç benzemez. Peygamber kendi nübüvvetinin hakikatine göre Allah azze ve celleden talep ediyor. Münâcat; insanın Allah Azze ve Celle’ye, onun azamet, kudret ve atâsının sonsuzluğuna bakarak, onun vericiliğinin, tükenmezliğinin hakikatini bildiği zaman, o bildiği nisbette talep etmesidir. Onu da, var olanın hakikatini bildiği derecede ister. Onu, Allah’ı peygamberimiz kadar bilen kimse de yok. O peygamber (S.A.V.) öyle istedi. “Ne istersen ey Habib! Veriyorum” Dedi. Peygamber-i zîşana verdi, verdi, verdi. “Var mı başka?” dedi. “Ya Rabbi! Ey atâsına nihayet olmayan Rabbim! Sen bilirsin, varacağım yere vardım ya Rabbi!” dedi. O gecedeki Ümmeti! Ümmeti! Ey Rabbim ümmetlerim! Ümmetlerim! Diye istediğinde; “Ey Habibim senin ümmetlerin benim kullarımdır. Bana senin ümmetlerin daha yakındır, bak” dedi, bir makam açtı. Peygamberi zîşanın önünde bir deniz açıldı; ne ucu var, ne bucağı var, ne haddi, vasfı vardı. Onu gördüğü vakitte Peygamber-i zişâna hayâ geldi. ─ Ne gibi? “Ey Habibim! Senin bütün istediklerin, bu senin ümmetlerine talep etmiş olduğun her şey bu denizin yanında nedir?( Bir noktadan ibaret olduğunu gördü.) Ey Habibim! Senin bunca şiddetle arzu edip münacat edip benden dilediğinin miktarını gösteriyorum sana. Bu sonsuz deniz o senin ümmete benim kullara vereceğimdir.” Peygamberimizin ümmetleri hakkında istedikleri bir nokta gibi göründü. Ne büyük saadet ki, öyle bir Allah’ın kullarıyız. Şeyh Efendi Hazretleri başkalarının huzurunda bana; «Bu tarafa!» dedi, «Bana güvenip de kendini adam sanıyor! » dedi benim için. Hakkı vardı. «Yâ Seyyidî! Kendim adam değilim ama sizinle iftihar ederekten kendimi adam sayarım » dedim. Bütün evliya da peygamberler de böyle. Bütün evliyanın iftiharı peygamberleridir. Hay hay, iftihar ederiz. Ona nisbetimizle hepimiz de o peygamberlerle ve Allah’u zülcelâlin kulları olmaktan ne kadar iftihar etsek azdır, düşünen insana bundan büyük şeref mi var? Allahu zülcelâl o denizi açtı. Peygamber-i zişan; “Aman yâ Rabbi! Benim istediğim, istediğim bir nokta kaldı.” “Habibim! Ben bu denize muhtaç değilim. Bütün bu deniz o senin ümmetinin, benim kullarım için hazır duran rahmetlerdir. Onlara verilecek mükâfat ve derecâttır. Onların için hazır olmuştur, hepsi onlara verilecektir, Ey Habibim!” Nerde senin amelin? Nerde bizim yaptığımız işler? İşte onun için ihlâsın ilk adımı, ihlâs dairesinden içeri girdiğimizin ilk işareti, yaptığından utanmaktır. Bende bir şey yapıyorum demeye utanmaktır. Muhlis adamın alâmetidir bu. Ya okuyorum, ya yazıyorum, ya kırıyorum, ya yapıyorum diyerekten hiçbir şey yok. Utanmak lazımdır. Bu ihlâsın ilk girişinde alâmetinin işaretidir. Nerde bizim amel? Onun için Peygamber-î zîşan o vakit; «Allahumme la tekinnî ilâ nefsi tarfete ayn»: «Ya Rabbi! Beni yaptığıma, beni nefsime, beni bildiğime, beni benim istediğime bırakma; senin indinde olan, kadimi ihsan, kadimi rahmet, ihsanınla bize muamele et. Ondan ver ya Rabbi! Ondan ver ya Rabbi! Ondan ver ya Rabbi! » Diye başladı. Kendinin yaptığını bu tarafa attı. Böyle saklıyor gibi. Amelimizden utanıpta saklamak lazım. Aman ya Rabbi! Bak ya Rabbi! Amellerimiz sana takdim olunacak gibi bir şey değildir, demeye dil öyle utanır. O zaman Allahu zülcelâl sana inayet nazarı ile baktığında sana verilecek olan hidayet evliyalara olan hidayet membâından olur. O zaman muhlislerden yazılırsın. Allahu zülcelâl seni o denizlerine daldırır. İşle böyle bu müjdeleri ben sabaha kadar anlatsam, onlar da bizim kalbimize akıtır. Lakin her şeyin de bir haddi vardır, bir hududu vardır. Her şeyde bir vaktin içerisinde tayin olunmuştur ve her şey bir miktar iledir. Şimdi burada hâzır olan bu mümin ihvanlarımızın hepsine bu müjdeyi, bu gecenin içerisinde olan tecellileri, mevlid gecesinin arifesi olmak dolayısıyla bize bu kadar ki; kalb onu almaya muvaffak oldu. Yarın gecede ne olacağını, Allahu zülcelâl ne gibi membâından açacaktır, bilemeyiz. Bu gecede bize bu kadar fazileti, bu kadar rahmet ve inâyetinin müjdelerini işittirdi. Biz Cenabı Rabbü’l âlemine nihayetsiz hamd-ü senâ ederiz. Habibi Ekremine de nihayetsiz selâtü selam ve tâzimat ederiz. Bizi bu cezbet kuvvetiyle burada toplayan Evliyayı izâmın Sultanü’l evliyanın da, onun himmetinin de daima bizimle beraber olmasını temennî ederiz. Bu muhabbetimizin artıp eksilmemesini, Allah’ın rahmet ve inayetine mazhar olan cemiyet olan toplantının, buradan dağıldıktan sonra da masum olan tecelliyle mahfuz dairesinde olmasını temenni ederiz. -------------------------------------------------------------------------------- [1] Hadis-i Şerif: Buharî: Menakıb,25 |
Yazar: | HAQQanî [ 03.06.09, 07:01 ] |
Mesaj Başlığı: | Re: TASAVVUFÎ SOHBETLER-1982 / Şeyh M. Nazım KIBRISÎ |
Sohbet -7- 1976, İSTANBUL “Eûzubillahimineşşeytânirracim. Bismillahirrahmânirrahîm” Temiz hoş rızıklar temiz hoş kimseler içindir. Çoğa tamah etmeyin, dünyanın çoğu insana yüktür. Aza kanaati olan rahat yaşar. Cenabı Allah, hikmeti iktizası, az olan şeye bereket ihsan eder. Siz çoğun talibi olmayınız. Ya Rabbi! Bize bereketli rızık ver deyiniz, bize çok dünya ver demeyiniz. Yâ Rabbi bereketli ömür, bereketli rızık, senin yolundan bizi meşgul etmeyecek hizmeti bize nasip eyle. İlk Senin hizmetini ileri tutanlardan, Senin kulluğuna ikdâm edenlerden eyle bizi yâ Rabbi! Bu çarşıda yeri olan kimse kalbini kiraya verir, ikinci bir çarşıda bir mağazası daha olursa kalbinin bir kısmını da oraya bağlar. Fatih te bir başka mağazası olsa, bir parçayı da oraya aktarır. Üsküdar da bir başka yeri olsa kalbinden bir şuayı da oraya bağlar. Ankara da şubesi olursa kalbini oraya da uzatır. İzmir de olur bir de İzmir e. Dışarı ülkelerde olursa ona da, böyle kalbini taksim eder. Gece yattığı vakitte de onların telâşesinden, onların kalbine verdiği sıkıntıdan rahat uyku, güzel rüya görmekten mahrum olup sabah kalktığı vakitte, o gam kasavetin o sıkıntının içerisine akşama kadar tekrar düşer. Gece de rahatsız uyku ile bütün hayatı böyle zincirleme rahatsız geçer. Peygamberi zîşan aleyhi efdalüs’salatü vesselâm Efendimiz, sahâbe-i kiramlar ile Uhud dağına, sabah namazından sonra ziyarete gidiyormuş. Oraya şehit Hamza’ya (R.A.) vardıklarında yolda bir vadi göstermiş, demiş ki; «Âhir zaman ümmetleri bu vadi dolusu altınları olursa, bu bize yeter demeyecekler, ikinci bir vadi daha dolduralım diye çalışacaklardır.»[1] Bu âhir zaman ümmetlerinin hâlinden şânından beyan etmiş. Güneşin ilk doğuşu anında insanın gölgesi tabi uzun olur. Peygamber-i zîşan sahâbe-i kirama emredip onları bir saf olaraktan durdurmuş; “Şimdi şu karşıya doğru herkes koşup, kendi gölgesinin başını tutsun” demiş. Tabi gölgeler bu tarafa, onlar da o tarafa koşuyorlar. O Sahâbe-i Kirâmlar ha gayret, ha gayret diyerekten, kendi gölgelerinin başını tutmaya koşmuşlar. Gölge durmuyor, gölge de koşup gidiyormuş. Ha gayret, ha biraz daha fazla gayret ediniz derken nefes nefese kalmışlar. Yorulduklarında, “Şimdi durunuz, hanginiz tutabildi?” “Hiç birimiz ya Resulallah! Bizden kaçtı.” “Peki, şimdi bana doğru koşunuz” demiş. Peygamber-i zişân, bana koşunuz dediğinde bütün sahâbe-i kiramlar o tarafa koşarken; “Şimdi geriye bakınız” demiş. Geriye baktıklarında o kaçan gölgeler onlara tabi olup koşturup geldiğini görmüşler. “Bu burada oyun oynamak için, koşu yaptırmak için değil; size de, benim ümmetlerime de ders almak için Allah’ın emriyle size yaptırmış olduğum bir tekliftir.” Oradaki Sahâbeler gölgenin tutulmayacağını biliyorlardı. Lakin Sahâbenin sıfatı «Amenna ve saddaknâ» diyen kimsedir. Onlar peygambere karşı, «doğru söylersin, Hakk gerçektir» der. Orada kendi aklını kullanmaz, böyle şey olur mu, olmaz mı dedi mi, olduğu yerde kalır. «Alâmet-ül imân ettasdikun»: Söyleneni tasdik etmek müminin alametidir. Şüphe arız oldu mu imanın noksaniyyetine, içerdeki hastalığa delalettir ki; bu zamanda çok kimseler der ki; ─ Bu hadis sahih midir, zayıf mıdır, şişman mıdır? Yahu hadis olduktan sonra uzun boylu ne soruyorsun? Amenna ve saddaknâ! De. Boyuna soru sormak, araştırmak, insanı daima her şeyden şüpheye düşürür. Feylesofların içerisinde bir meslek sahipleri vardır ki, her şeyden şüphe ederler. Hatta kendilerinden de şüphe ederler; “acaba biz var mıyız?” diyen şaşkın feylesoflarda var. O sahâbe-i kiram, «Amenna ve saddaknâ» deyip, peygamberin emridir diye koşturup gittiler. Gölge tutulmaz amma, emir Peygamberin emridir. Sonra Peygamberimiz (S.A.V.) hikmetini bildirdi: “Ey ashaplarım, ey ümmetlerim! Bunu size niçin yaptırdım? Bir kimse bu dünyanın arkasından ne kadar koşarsa, yetişmesine imkân yoktur. Bu, onun temsilidir. Lakin bana doğru gelenlere, niçin bana doğru geliniz dedim? Onda iki işaret var. Peygambere doğru gidenlere bu dünya Cenabı Allah’tan ‘Benim Habîbimin yoluna gidenlerin arkasından gideceksin, arkasından koşacaksın! Onlar ne kadar süratle ona doğru giderlerse o kadar süratle onlara yetişeceksin’ diye emir almıştır.” «Ya dünya yehdinî men hademeni vestahkimi men hademek»[2] Hadisi kutsiyle Allah Azze ve Celle dünyaya böyle hitâbetmiş. Ehli hakikat mağripten maşrığa bu yazıyı görür okurlar. Bu dünyanın üzerinde kudret hattıyla yazılmıştır. «Yâ dünya yehdinî men hademeni»: Benim hizmetimde, benim kulluğumda bulunanlara sen hadim ol, ey dünya! Ona hizmetçisin. «Vestahkimi men hademek»: Senin hizmetine koşup, benim hizmetimi tutmayanları kendine hizmetçi yap, kendilerini yorult, durdurtma. Mağripten maşrığa kadar böyle yazın diyor. Dünyanın üzerine hakikat gözüyle bakan kimse, onu görüyor. Birinci vazife; Allah'ın emrini ileri tutup Allah’a ve Peygamberine doğru yürüyüşte bulunan kimsenin arkasından gelmeye memurdur. Cenabı Allah o peygamberlerin yoluna kendi kulluğuna yürüyen kimselerin dağınık işlerini toplayıverir. Bu Allah’ın vaadidir, “Beni düşünen kimsenin dağınık işini toplarım, Beni düşünmeyenin toplu işini de dağıtırım.” İyi koşsun toplamaya, o da boş kalmasın. Onun için daima Allah’ın kulluğuna vakit ayırınız. Hiç olmazsa delikanlılar sabahleyin evden çıkmadan sabah namazını niyet yapıp iki rekât namaz kılsın. İster güneşten evvel, ister güneşten sonra beş vakti yetiştiremeyen, kılamayan hiç olmazsa bu vakti gözetmesi vaciptir. Onu gözeteni Allah gözetir. Bu zaman fitne zamanıdır, evden selâmetle çıkıp selâmetle döneceği şüpheli olan fitnelerin zamanındayız. Onun için iki rekât kıldığı vakit, bir kimsenin üzerinde olan himaye onu her fitneye karşı saklar. Onu kılmayan kimseyi yedi düvelin askeri bekleyecek olsa, orada o intikam ona yetişir. Onun için o iki rekâta dikkat ediniz. Sabah kalktığınızda elinizi yüzünüzü yıkayın. Bu, ihtiyar hoca efendilere değil delikanlılara ki, “Bizi de beş vakitten bir vakte mi erdirecek acaba?” diye bizim Hacı Mehmet Efendi Hazretleri şüpheye düştü şimdiden. Yok! Beş beş daha kılacaksınız siz, beşe beş daha. Hatta sizin gibi kimselere bu teblîğâttır. “Benim muhlis ümmetlerim, beş vaktini muhafaza eden ve üzerinde kazası olmayan kimseler yirmidört saat zarfında, bulundukları memlekette secde yapmayan kimselerin yerine vekâlet iki rekât kılsınlar” diyor. Böyle, ümmete şefkat şefaat göstermek lazımdır. Onlara vekâleten ben secde ettim, “Ya Rabbi onlar bilmiyorlar, kısmet ettin, kılalım.” Bendenize Londra da bulunduğum andan itibaren, secde etmeyen kimselerin yerine iki rekât kılmak için bana emir vardı, yirmidört saatte onu tamam ederdim. Buralarda, İslâm ülkelerinde başka vazifeli olduğum için bize teklif olunmadı. Ama orada Allah’ın hikmeti, âhir zamanda İngiliz milletinin hepsi Müslüman olacaktır. Muhyiddin Arabî Hazretleri istidracında bunu Kur’ânı Azimuşşân’dan alıp bildirdi. Onlara manevi bir kuvvet aşılamasında, o iki rekâtın içerisinde bir tecelli vardır. Şimdi bu söylediğim gençler içindir: Beş rekâtı yetiştiremeyen her genç iki rekât kılsın sabah öyle çıksın. Allah kendisi gözetir, işinde bereket olur. İnsan hasta olduğu vakit, kendine lazım olanı bilmez. Hangi ilacı alacağını hekim bilir, sana hekim söyler. Sen hangi ilacı alacağını bilemezsin, senin malumatın yok. Onun gibi bizim muhtaç olduğumuz sözleri ve hakikatleri ve irşadı bizim büyüklerimiz olan evliyaullah bilir. Bir yerde oturduğun vakitte zaten kalb onlarla her zaman için doğruda ittisal halindedir, kavuşmuştur. ─ Mezun olan kimsenin salâhiyeti nedir? İzin verilen kimse; size bir telefon bağlandı demek manasıdır. Hem alıcıdır, hem vericidir. Kalpten kalbe yolun olmasının manası budur. Evliyalar izin sahibi olan kimsenin kalbine lüzum edeni bildirir, kalbine konuşur. Kalbine söyleneni hazır olanlara söyleyebilir, alıp verebilir. Öyle salahiyet olmasa, o kimse başına adam toplayıp ta idare edip, onları Hakk yolunda yürütmeye iktidarı olmaz. İşte o Hazret, bize bu mezuniyeti vermiştir. Mezun olduğumuz vakitte biz yoğuz. O ruh onun, o zaman her şey ona ait. Bize onun imzası ile gelen lüzum eden kaç bin mesele var. Bizi cemal denizlerine, kemal ummanlarına yürütecek nice bin lüzum eden meseleler var. Lakin işte ilk hangisi lüzum eder onu bilmek gerekir. Bir bina kurulacağı vakitte veyahut bir motor monte edileceği vakitte veyahut bir saati yerli yerinde yerleştireceğin vakitte, onun bir sürü aletleri, bir sürü levazımatı olur, hangisinden başlayacağını ustası bilir. Gelişi güzel korsa, o radyolar, teypler bozulur. Bana getirse ben ne bilirim, ben onu çalıştırmayı bilmem. Nerede kaldı ki bozulduğu vakitte onu tamir edebilelim, değil mi? İşin ilk başlangıcı yol göstericiyi bulmaktır. Öyle değil mi ya? Yol göstericiyi bulmadıktan sonra delil olmasa, Hicaz’a gitsek, öyle alık alık bakacağız. Ne indiğimiz yerde yol buluruz, ne bindiğimiz yerde. Madem ki Allah’a yürümek istiyoruz, varlığımız Allah içindir, işimiz de Allah için, hedefimiz de Allah’a varmaktır. Allah için, Allah’a varmak için yola çıkmışız. Peki, hedefimiz Kâbe olsa, Kâbe yi bulmak için, “Sen çok defalar bu yolu çekmişsin, gidip gelmişsin. Seninle gidersek rahat ederiz, çünkü yol sokak bilirsin” diye Hacı Cevat Efendiyi gelip bulurlar. Herkes evvela arkadaşını yoldaşını bulacak. Sonra yol bulup çıkacak. Mühim olan mesele işte budur. “İlk yol göstericiyi bulunuz, ondan sonra yola çıkınız.” Yol gösterici olmadıktan sonra ne kadar zahmet çekiyor insan. Onlar Hicaz’da; bulamadık, kaybolduk, ezildik, üzüldük, çalındık, çağrıldık diyerekten ne kadarda öfkelenirler. Onların başına gelmedik hal kalmaz. Onun için mühim olan yol göstericiyi bulmaktır. Onu ara bul, ondan sonra yürü. Onların içerisinde; § Adamı yaya yürütende var; (kendisi yolu bilir, lakin bindirecek vasıtası yok, yürütür.) § Bazılarının traktörü var, (arkasına bir şey bağlar, onun üzerinde adam tartar.) § Bazılarının arabası vardır, § Bazısının atı var, § Bazısı atsız, § Bazısı tren sahibi, § Bazısı vapur sahibi, § Bazısının tayyaresi var, § Bazı yol göstericilerinde «elimi tut, gözünü yum aç» diyenleri de var, § Arşa bastırtacak adamda var. Hangisini istersen bul bir tane de, ne yapalım ağır ağır yol keseriz. Yolda yayan giderken, arabalı rast gelirse arabalıya bin. “Yok, canım işte bizimki var ya, nasıl olsa aynı yolda yürüyüp gidiyoruz” “Yahu arabalı da var!” Arabalıyı bulursan parayla değil ya bu, o yolda sefer Allah rızası içindir, مَا سَأَلْتُكُم مِّنْ أَجْرٍ «Ma seeltüküm min ecr»[3] sınıfındandır onlar. O sürücüler; “Sizden bir karşılık istemem, buyurunuz” der. O yoldakiler, “Yok, canım işte biz gidiyoruz nasıl olsa, çok yol kalmadı ya” der, kendi hesabında “yürüyelim vesselam” der. Terler, yorulur lakin o araba geçer gider. Bazılarında bir adımda ufka bastıranda var, öyle yol kestirende var. Ondan kuvvetlisi o Tayy sahibi olan evliyalardır ki, onlar mesafeleri yutar. Zamanı yutan, mesafeleri yutan evliyalardır. Elhamdülillah, onlardan bulmuşum, benim bulduğum o cinstendir. Şeyh Efendi Hazretleri bana, “Mühim olan, o yol göstericiyi ara” dedi. Aradığın vakitte bulunur. Yoktur deme. Çok kimselerden de işitiyorum “Aradıkta bulamıyoruz” diyor. “Yalan söyleme” diyorum, “aradık” deme. Arayan Allah’ı bulduktan sonra kulunu mu bulmaz? Nasıl lakırdı söylersin? Arayan Mevlâ’sını bulduktan sonra kullarını niye bulmasın. Bu hacı efendiler bana, “Hızır'ı göremedik” diyor. Eh aradın mı? Niye bulamıyorsun? Hızır (a.s.) kibirli bir zat mıdır? Kibirliyse istemeyiz gelmesin. Kibirsizse, bizim gibi en külüstürlerin yanına da gelir. «Ey mübârek, yakın geldiğin vakitte haber ver, haber ver de benim de meclisin yükünü bir parça alıver.» Dedim. Hızır, «Senin Şeyhin yetişmedi mi?» dedi. «O da yetişir amma sizle sizinle de beraber olduğumuz vakitte başka bir hava olur» dedim. «Bizim maiyetimizden kuvvetli, sizin şeyhinizin maiyeti varken o da lüzumsuz, o kuvvetten size nazar eden kimseler var » dedi. «Pekiyi onu da kabul ettik » dedim. Şimdi, bu mühim meseleden sonra bize lazım olan nedir? Aradık, hakikaten ararsak buluyoruz. Söyleyeceğimiz mesele oydu, arayan kimsenin bulmamasına imkân yok, lâkin dediğimiz gibi bazen huzuruna gelir de daha farkında değil. Daha ötelerden arar, yanında oturandan haberi yok, daha başkalarına bakar. Bazı defa bir işaret verir, onların işaretleri var. Ya bir nuru zâhir olur veyahut onların her birerlerinin kendi ruhânilerinin güzel kokusu vardır, o kokudan anlaşılır. Kendi görünmese de onun güzel kokusundan, onlar kimin hâzır olduğunu ayırt ederler. Bu bizim buradaki oturmamız öyle bir mübârek celse oldu. Şimdi o yol göstericiyi de bulduktan sonra, yol göstericinin ilk vasiyetini de söyleyelim de artık bu işi, sohbeti o kadarla durduralım. O da nedir? “Yola çıkan kimse, ya sağa ya sola, kimseyle meşgul olmadan, kendine meşgul olup yürüsün” O sağ seyrederek bunlar ne yapıyor, sola seyrederek bunlar ne istiyor diye meşgul olmadan kendinden başkası kendisini meşgul etmesin, kendine bakıp, o yolda kendi yolunda olanlar içindir. Kimseye, kendi yolunun dışında olanlara bakmadan, onların ayıplarının arkasına düşmeden, onların yaptıklarını araştırmadan, kendi yolunda yürümeye başlasın. Üçüncü olaraktan da, “Kendi yolunda olanlarla râbıtayı kaybetmesin.” Aynı yolunda yürüyenlerle bağlantıyı kaybetmesin. Şimdiki askerin çoğunda ve Londra’da polislerinin hepsinin omuzlarında telsizleri vardır, merkezleri ile boyuna konuşurlar. Koca şehrin içerisinde nereye gitsen adım attıkça; “Filan yerde yürüyor, filan kimse yanından geçti, filan yerde filan geçti” diye ifade vererek yürürler. O teşkilatta duran polislerin nasıl ki merkeze sımsıkı rabıtaları varsa bu yolda olan kimselerinde birbirine böyle muhkem bağlantıları, rabıtaları olacaktır. O vakit siz bir şey söylediğinizde hepsi onu işitebilen, hepinizi alakadar eden bir mesele oldu mu anında bundan malumatı olacaktır. “Ben filan yerde yürüyorum, filan makamda yürüyorum, filan tecelliye dâhil olmuşum” diyerekten o Allah yolunda adımlayıp yürürken, o yolda olan bütün kardeşlerimizden haberimiz olacak. Unutulmaya bir kimse bırakmayacaksın. O kendisini unutturmaya mahkûm etse bile biz unutmayacağız, unutulmuş bırakmayacağız. Biz öyle bir bağda, öyle bir rabtiyyetle, o delillerle Haziretü’l Kudüs’e yürüyeceğiz. Haziretü’l Kudüs’e rabıtasız gidilemez. Haziretü’l Kudüs, kulların yetişeceği en yüksek makamların erişeceği en yüce devlettir. Sonsuz sürür makamıdır, sonsuz şeref makamıdır. Biz oraya yürüyüş yapıyoruz. Oraya dağınık kabul etmezler. Nasıl ki inci taneleri ipeğin üzerinde dizili duruyorsa öyle kabul eder, tek tek kabul etmezler. Orada dağınık incilerin itibarı yok. İnci avuçta takdim olunmaz, gerdana konulacağı vakitte gerdanlık olarak takdim olunur. Onun için biz Hakk yolunda yürürken, böyle birbirini tanıyıp birbirini bilip râbıta üzerine aynı yolu yürümeye gayret edeceğiz. Bu da vazifedir. Evliyaullahın bizim üzerimize olan nazarlarının tecellisiyle; o muhabbet, o aşk-ı şevk lahzadan lahzaya ziyade olur ve biz o yolda her lahza terakkî olan makamlara ulaşıp matlab-ı âlâya yetişeceğiz. Bu âlemdeki içtimalar ne kadar tekerrür etse de ikinci ictimâdır. Üçüncüsü o nihaî ve ebedî olan o ictimâ, ayrılığı olmayan ictimâdır. İşte asr-ı saadet ve surur-î kemâl ondadır ki, âşıklar toplandığı vakitte ayrılmayacaklardır. Burada ayrılıkta iştiyakları artar, orada buluştukta iştiyakları artacaktır. Oradaki her şey bu âlemin aksidir. Buradaki noksaniyyete doğru gider, oradaki dâim kemâle doğru gider, artar, kemâlden ekmelü’l kemâlât makamlarına yürür. Allah’ın bitmeyen durmayan atâsına nihayet yoktur. Biz, o aşk muhabbet ummanlarının içerisinde, Allah Azze ve Celle’nin vahdaniyet denizlerinin içerisinde ebediyyü’l ebede dalıp gideriz. O denizin içerisinde ağzını açıp giden balık deryayı yutmak ister, derecede onun aşkı vardır. O deryayı yutmakla bitirebilir mi? O doymaz, o bitmez. O zaman biz Allah Azze ve Celle’nin vahdaniyet denizlerinin içerisindeki yüzen samekler gibiyiz, ne doyarız, ne o deryadaki lezzet biter, ne onun sonu gelir. O âlem başka âlemdir. Allah’ımız bizi orada da cem etsin -------------------------------------------------------------------------------- [1] Hadis-i Şerif: Ahmed bin Hanbel. Müsned III. 236 [2] Hadis-i kudsî: Ebu Nuaym r.a.’dan rivâyet edilmiştir. [3] Sebe 47 |
Yazar: | HAQQanî [ 03.06.09, 21:06 ] |
Mesaj Başlığı: | Re: TASAVVUFÎ SOHBETLER-1982 / Şeyh M. Nazım KIBRISÎ |
Sohbet -8- 1977, İSTANBUL “Eûzubillahimineşşeytânirracim. Bismillahirrahmânirrahîm” Hepiniz, hepimiz. Biz kendimizi sizden ayırt etmiyoruz. Buraya mahsus toplandık. Cemaatimiz söyleyeni gördüğü vakitte daha rahat oluyor. Herkeste söyleyeni görmek ister. Onun için bu yüksekçe yere oturmayı tercih ediyorum, yoksa ben sizinle beraber, sizden daha aşağı oturup durmayı tercih ederdim. Hepimiz buraya Allah için gelen, Allah’ın kullarıyız. Hepimizin muhabbeti de Allah içindir. Başka bir maksat için gelen kimse boş çıkar. Onun için biz, hepimiz Allah için gelmişiz. Allah’a olan muhabbetle buraya toplanmışız. Yâ Rabbür Rahîm, yâ Rabbe’l-Kerîm, yâ Erhamer Rahimîn, yâ Ekreme’l Ekremîn! Senin kapından başka hangi kapıyı biz kastedebiliriz. Nahnü âbiduk, senin kullarınız. · Ente Rabbunâ, · Ente hasbunâ, · Ente veliyyunâ, · Ente Mevlânâ. Rabbimiz Sen, Mevlâmız Sen, bize her hususta kifâyet edicimizsin. Biz Seninle varız. Biz yoğuz, hakîki varlık Senindir. Yâ Rabbi! Buraya bizi toplayan Sensin. Bu muhabbetle burada bizi durduran Sensin. Bize Senin muhabbetinden aşıla. Bizim kalplerimizde Senin muhabbetinden, habibinin muhabbetinden maada, Senin sevdiklerinin muhabbetinden başka bir şey bırakma. Ağyarı bizim kalbimizden sür ya Rabbi! Bizi muhlis kullarından eyle. Biz tâlip olarak geldik. Bizim muhtaç olduğumuzu bizden iyi bilirsin. Onu bekleyip duruyoruz, Sen söylet ve dinlet. Euzübillâhimineşşeytanirracîm Bismillâhirrahmanirrahîm. Lâ havle velâ kuvvete illâ billahil aliyyûl aziym. Şimdi bizde olan noksaniyetleri ikmal edecek ve huzur-u Rabbûl âlemine yüz akıyla bizi çıkartacak usul ve ıstılah üzerine, bize lâzım geleni dinleyelim. Bir defa delilsiz Allah’a kimse varamaz. Delîl olmadan şu vaazı bile geçirtmezler. Allah’a giden yolda delilsiz gidilebilseydi, Cenabı Rabbû’l âlemin peygamberlerin hiç birini göndermeyecekti. Onun için her kimse ki kalbi uyanmıştır; Allah'ı bilmiştir. O kimselerin kalplerine verilen uyanıklık ki, ilk aradıkları kendilerine hak yolunda delil olacak bir kimsedir. ─ Dünya ne gibidir? Simsiyah, kapkaranlık bir yer gibidir. Hususiyle bu bizim bulunduğumuz günler ki; onun hakkında Cenabı Peygamber aleyhi efdalü’s selatü vesselâm buyurdu ki: «Benim ümmetlerime hiç ay mehtabı olmayan, hatta yıldız bile görülemeyen öyle siyah gecenin zulmet ve karanlığı gibi bir zaman gelecektir.»[1] Lâ şek velâ şüphe, biz o günlerin içerisindeyiz ki; bu karanlığın içerisine şimdi burada ışık olmasa, ben bu elimde tuttuğum ne renktir? Diye size soracak olsam kimse bilmeyecek. Ben bu elimde tuttuğum nesne,“beyazdır” desem kimisi tasdik edecek, kimisi, “Canım, beyaz dediğini biz görmüyoruz ki tasdik edelim? Göster ki tasdik edelim” Diyecekler. Şimdi öyle bir günlerde bulunuyoruz ki hakla bâtılı seçmekte bütün insanlık şaşkın duruyor. Bir kısmı “inandık” diyor, yeri geldiğinde “zaten görmüyorum ya diyor” geçiyor. Bir kısmı büsbütün, “öyle şey yok, ne ak var, ne kara var” diyor. Doğrudan doğruya “ne hak, ne bâtıl, öyle şeyleri hiç bize söyleme” diyorlar. Bazıları da daha ileri gidip “Allah mı var?” diyor. Şimdi, o simsiyah karanlığın içerisinde hiçbir eşyanın rengini ve şeklini göstermeye imkân olmadığı gibi bu zamanda en büyük hakikat Allah’ın varlığı olduğu halde, artık o karanlığın şiddetinden onu bile inkâr edecek hale düşmüş. Bu zamanda herhangi bir veliyullaha elindeki o velayet nurundan açmaya izin de yok. Elindeki velayet nurunu bir açsa o zaman herkes akla karayı kolay seçer. Lâkin imkânı yok, izin yoktur. Bir veliyullah İstanbul’u kaynatır. Lâkin o izin olmadığı vakitte ne yapacak? Gelip geçen yirmidört saat zarfında onlardan bu beldeye yedi veliyullah girer. Bunlar İstanbul’a birer saatten hizmet görür. Bu memleketin üzerindeki yükü alır, gider. Bu da bir müjdedir. Onlar o vazifeyle buraya gelip, o hizmeti tamam etmese müminlerin kalbinin üzerine biriken zulümattan, o kahırdan millet çatlar, iman sahipleri erir gider. O yükü almaya o yirmidört saat zarfında yedi veliyullah vardır. Onlar buraya hazır olur, o hizmeti görür. Kimse de onu bir şey yerine saymaz. Bazısı göstertmeden o mukaddes yerlerden birisinde gelip bir saat oturur. Gecede ve gündüzde o hizmeti yapar, ümmetin üzerinden o zulmeti sıyırıp alır, götürür. Bu bize müjdedir. Ben her şeyi biliyorum diyerekten dava ederdim. O her şeyi biliyorum diyenden daha ahmak adamda yok. Öyle ahmaklardan idim. Ne yapalım ahmaklığı kabul edip, uyanık zâtı bulmasak, onu kabul etmeyenlerde o tekebbürlük onları olduğu yerde bırakır. Şimdi buradan mühim meseleler sıralanıp gelecek İnşallahurrahman. Bir gün Sultanül evliya Şeyhim Hazretleri; bir gece sülûsül âhirde, seher vaktinde huzurunda onun sohbetini dinlerken: “Sana bir şey söyleyeceğim, dedi. Bu kadar senedir benim huzurumdasın, bu söylediğimi sen daha işitmedin.” “Bak, nazar üçtür dedi, Bakışlar üç türlüdür. Birisi farz olan, onun bakması vâcip olan kimseler vardır, o bakacaktır. Orada en kalabalık noktada, köprü üstünde diyelim, köprü üstünde yirmidört saat zarfında en kalabalık, en zil-zurnalı zamanda orada bir tane duran vardır. Onun gözleri oradan gelip geçenleri görmeye vazifelidir. Bu kimselerin bakması vâcip, farz kâbilindendir. İkinci türlü bir bakış vardır, o da sünnettir. O mertebede olan kimselerin bakışları sünnettir. Üçüncü türlü bir bakış ta haramdır.” Birinci bakış sahipleri ki; kendilerine Allah kullarına bakmak, onlara nazar etmek vâcip olan bir sınıf vardır. ─ Onlar kimlerdir? Onlar, Fahr-i kâinat eftalüs selatü vesselam Efendimizin varisleridir. Onlar, gözleriyle ibâdullahı ümmeti Muhammedîyi temizleyecek nur sahipleridir. Onların nazarı değen kimse, temize çıkar. Üzerinde ne kadar zulmet varsa, mahşer gününde alacağı mesuliyet, ne kadar zulmet üzerine bindi ise, onun nazarının altına giren kimseler temize çıkar. Onun için onların vazîfesidir. Onlar böyle, ümmet-i Muhammediyeye bakar. Evvel zamandaki ve bizim zamanımızdaki evliyaların halini de söyledi bana Hazret. Bu söylediği sözü, geçmiş evliyalar için söyledi. Dedi ki; “Geçmiş evliyalardan, o hizmete tayin olunan vâris-i Muhammedî olan evliyalar, baktıkları kimseleri temize çıkarırlardı ve kıyamet gününde onların üzerinde hiçbir mesuliyet bırakmazlardı.” ─ Şimdiki evliyalarda ne kuvvet var? Şimdi herkes zanneder ki dünya boştur. Onlardan bir tanesi noksan olursa bu dünya duramaz. Dünyanın bütün maslahatı durur. Onun için Fahrü kâinat âleyhi efdalüs salâtü vesselâm Efendimiz: «Bihim Tumtarûn bihim tünsarûn bihim turzakûn»buyurmuş: O Allah’ın veli kullarının bereketine size rahmet yağdırır, onların yüzünden Allah size inâyet buyurur ve sizi rızıklandırır. Lâkin gizlidir, onların kendilerini izhar etmeleri mümkün değildir. Onlara izin yoktur. ─ Neden Efendimiz 1400 sene önce kıyametin geleceğini ve kıyametin alâmetlerini, nişanlarını, bir bir; ‘bu da olacaktır, bu da gelecektir, bu da çıkacaktır’ diye saymıştır? Peygamber (S.A.V.), Muhbir’un sâdık’tır, yani haberi doğrudur. Günden güne o peygamberimizin haber verdiği şeyler meydana çıkıyor. Şimdi bir veliyullah kendi velayet kuvvetini kullanırsa, bu alâmetleri durdurur. Bir veliyullahın durdurmaya kuvveti var. Lakin onlar Peygamber-i zîşan dan hayâ eder. Milet; “Demek ki peygamberin haber verdiği şeyler doğru çıkmıyor” diyecek diye evliyalar durur. Yoksa bu âlem gibi sıra sıra yüz tane olsa, bir teveccühte ya hepsini dünyadan azleder atar, ya hepsini velâyet makamına oturtur. Şimdi böyle kuvvet sahibi evliyalarda var. Eski evliyalardan Alâeddin-i Buharî[2] Hazretleri, Şâh-ı Nakşibendî Hazretlerinin halifesiydi. Öyle dermiş, «Eğer şeyhim Şâh-ı Nakşibendî Hazretleri teveccüh yaparsa, yeryüzünde ne kadar insan varsa hepsini velâyet makamına oturtturmaya kuvveti vardır.» Teveccüh kuvveti, velâyet sırrı; tâ sen veli oluncaya kadar onun hakîkatini idrak edemezsin. Âlim başka, veli başka; dünyada ne kadar âlimler varsa o âlimlerin hepsinin ilmini, bir velinin ilim denizine atarsan gayb olur. Velâyet sırrı ile onlara açılmış olan ledünnîdir. Cenabı Allah, Estaizübillah; وَعَلَّمْنَاهُ مِن لَّدُنَّا عِلْماً «Ve allemnâhu mil ledünna ilma»[3] : «Biz, veli kullarımıza ledünnümüzden, bizim has ilmimizden ilim vermişiz» buyurmaktadır. Öteki ulemaların okuduğu ilimleri, onların okudukları kitapları, Avrupa’nın papazları da okur. Onlar bizden fazla okurlar. İngiliz’in sekiz tane üniversitesi var, bir kaç defa oldu, Allah oraya gönderiyor, gidiyorum. Sekiz üniversitesinde de İslâmî ilimleri okutan profesörleri var. Bizim âlimlerimizin okuduğunu onlar da müşterek okuyor, bizim âlimlerimizin bildiğini onlar da biliyor. Âlimü’l lîsan olan, ilmî dilinde olan kimselerin bildiğini, onlar bizden fazla biliyor. Lakin onlar, ilmi kalbinde olanların ilminden bîhaberdir. Kalpte olan ilim ledünnî ilimdir. Ledünnî ilmi papazlar alamaz. Ledünnî ilim bakımından onlar İslâma müşterek olamaz ama âlimlere müşterek olur. Evliyalara müşterek olamaz, evliyanın kalplerine verilen ilim kendi şahıslarına aittir. Sana verilen ötekine verilmez, onun sırrı başka senin sırrın başkadır. Sen, Allah yolunda, Allah’a giderken geri dönmeden cihad ettiğin vakitte; nefis, hevâ, şeytan, dünyanın davetine kulak asmadan, Allah ve Resulünün davetine doğru gidersen o zaman senin kalbine de Allah-û Zülcelâl, o ilmi verir. ─ Ne gibi ilim? Sana kim muallim olur? Allah muallim olur: «Ve allemnâhu mil ledunnâ ilma» «Biz ona talim ettik, ledünnî ilmi.» ─ Onu kazanmaya sebep nedir? Cenabı Allah onu da bildiriyor. Estaizübillah, وَاتَّقُوا اللَّهَ وَاعْلَمُوا أَنَّ اللَّهَ «Vettekullahe va’lemu ennellah»[4] Takva sahibi ol. Allah’tan kork. Allah’ı say. Allah sana muallim olur, Allah herkese muallimlik yapmaz. ─ Kime muallimlik yapar? Allah’ı sayan, Allah’tan sakınan, takva sahibi olan kimseye Allah kendisi muallim olur, o ilmi kalbine döker. İşte velinin ilmi, velayet nuruyla onlara verilmiş olan ilim, onların kalplerine verilmiş olan kuvvet, manevi kuvvetler; Ø Hakikatü’l-feyz, Ø Hakikatü’l -irşad, Ø Hakikatü’t-tayy, Ø Hakikatü’t-tevessül, Ø Hakikatü’t-teveccüh, Ø Hakikatü’l-cezbe. Bu altı kuvvet olmayan veli olmaz. ─ Bu altı kuvvetin hakikati kendine verilmiş olan kimselerin sıfatı nedir? Estâizübillâh: وَسَخَّرَ لَكُم مَّا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ جَمِيعاً «Ve sahhara leküm ma fissemavâti ve ma fil ardı camian»[5] O zaman yerde, gökte her şey musahhardır. İşte onun halifesi olan Alâeddin-i Buharî Hazretleri, “O şâh-ı Nakşibendî Hazretleri bir teveccüh yapsa hepsini velâyet makamına yetiştirmeye muvaffak olurdu” diyor. Onun yapacağı hizmet mahşerde belli olacak. Her velinin yapacağı hizmetler ayrı ayrıdır. Şimdi gelelim, bu zamandaki kuvvet sahiplerine. Bu zamanda: «Men ahyâ sünneti inde fesad-i ümmeti felehu ecrun keriym»[6] «Benim ümmetlerimin fesat zamanında bir sünnetimi tutan dirilten kimseye yüz şehidin sevabı vardır» diyor, Aleyhisselâtü vesselam Efendimiz. Niçin herkes bu zamanda peygamber sünnetlerini katlediyor, öldürüyor, yaşamasın diyor? Kim onların kesip attıkları o sünnetleri ihya ederse, gözetirse, onlara yüz şehit sevabı verileceğini peygamber şahâdet yapıyor. İşte biz bu zamanda, bu fazîletin içerisindeyiz. Avâm-ı nas olan kimselere, bir sünneti ihyâ ettikleri vakitte bu kadar fazîlet verilirse, evliyalara olan rütbe ve kuvvet daha fazladır. Onun için bu zamandaki bir veliyullah bize nazar ettiğinde, o nazarı vâcip olan zatlar bize bir baktıkları zaman bizi de temize çıkarırlar. Seni de temize çıkarır, senin sulbünden geleni de temize çıkarır. Senin sulbünden gelenin sulbünden geleni de temize çıkarır. Bizim evlatlar ne olacak diyerek merak etme. Peygamber, ümmetini kolay kolay iblise teslim edecek peygamber değildir. Sen merak etme. ─ Peygamberin ismi niye ‘Muhammedül Emin’dir? Sen çobanına bin baş davar teslim etsen, akşamüstü bir tane noksan getirse o çobana sen emin der misin? Bir milyon veya bir milyar davar teslim etsen bir tane noksan getirse emin der misin? İsterse trilyon verip bir tane noksan getirse, emin olamaz. Peygamber bBu ümmetleri ne zaman teslim aldı? Peygamber (S A.V.), doğarken ümmetim ümmetim diyerek doğdu. «Tüfliken ümmeti» demiyor muydu? Demek ümmetini daha evvelden biliyordu. ─ Peygamber (S. A.V.) ümmetini ne zamandan biliyor? Elestü birabbikum kâlû belâ el ervahu cünûdun müzenne’de, ruhlar âlemindeyken o peygamber peygamber değil miydi? Nasıl peygamber değildi! O peygamber söyler ki: «Kûntû nebiyyen ve Âdemü beyne’l-mai ve’ttîyn.»[7]: «Daha Âdemin çamuru yoğrulurken ben peygamberdim» diyor. Nasıl öyle olmasın ki. Âdem (A.S.) ilk gözünü açtığında arşın üzerinde La ilahe illallah Muhammedün Resulullah yazıyor gördü. Demek Allah’ın indinde ne zamandan beri Muhammedün Resulullah’dır? Tâ o zamandan beri ki, وَكَفَى بِاللَّهِ شَهِيدًا Vekefâ billahi şehidâ! [8] Muhammedün Resulullah! ─ Ne zamandır o zaman? O zaman yevmül ezeldir. O peygamber dünkü peygamber değil, Allah olduğu vakitten beridir. İşte öyle bir peygamberdir. Evet, 570 tarihinde doğdu, 40 yaşına geldi, peygamberlik verildi; bu, çocuklara Elif-be okuttukları kitapların ilmidir. ─ Bu şahâdeti ne zaman yaptı Allah? Kelâm-ı kadîminde yaptı. ─ Kelâm-ı Kadim ne demek? Ezeldeki Allah’ın şahadetidir o. Allah yok şeye mi şahâdet ediyor? Ve kefâ billahi şehidâ, Muhammedün Resulullah derken Allah yoka mı şahitlik yaptı! O peygamber yok olsa idi, Allah nasıl şahâdet eder! İşte, peygamberin şânını böyle bileceksin. Peygamberin şânı için, sırrû’l Kur’ân’ın içerisinden gelecek hakikatleri dinleyecek olanlara ne mutlu. Acâib şimdi görülecektir, bu bindörtyüz tarihine şimdi yaklaşıyoruz. Sağ olanları seyreyle sen. Bu dünyanın üzerinde La ilâhe illallah diye tevhit çekilirken cezbe saldığı vakit, İstanbul’u değil, Anadolu’yu değil, dünyayı sallayacak. O peygamber (S.A.V.), öyle kolay kolayına iblisin eline ümmet verecek peygamber değildir. Emindir O. O günkü günde Allahû Zülcelâl; « Yâ Habib, ümmetlerini eline teslim etti isem, öyle teslim alırım. Sana ümmetlerini temiz pak veriyorum, temiz pak alacağım » Dedi. Elestü birabbikum kâlû belâ ahd-i misak gününde, bizim zerrelerimizi Cenâb-ı Allah halk edip, o meydanda onlara hitap ettiğinde peygamberimizin ümmetini teslim etti. “Günahsız veriyorum, temiz veriyorum, temiz alacağım. Mahşer gününde bana temiz, tamam, verdiğim sayıda teslim edeceksin, verdiğim adette alacağım” dedi. “Sen Eminsin” dedi. Allah’ın eminliğine şahadet ettiği zat, şeytanın elinde ümmetini mi bırakacak? Hâşâ, sümme kellâ! İşte onun için bu söylediğimiz kelâmı sen çok büyük görme, daha çok büyükleri var. Daha sen yavrusun yutamıyorsun diye vermeyiz onları, dahaları var. O dahalarına ya yüksek âlim mertebesinde olan adam ize basacak, ya hiçbir şey bilmeyen adam ize basacak. Arada o boş tenekenin içine biraz su koyup ta böyle böyle çalkaladıktan sonra ses çıkaranlar, onların öyle şeylere idrakleri yaklaşamaz. Boş tenekeden ses çıkmaz; bir o kolay, bir de dopdolu olan ses vermez. Sükût ikrardan gelir, ses vermez. Tenekesinin içerisinde bir avuç su varsa, o vakit şak şak diye söylediğimize bin kulp takacak. Bu zamanda olan Allah’ın veli kullarının nazarı, seni temize çıkardığı gibi senin sulbünden geleni de, onun da sulbünden geleni de temize çıkarır. Bu kuvvet vardır. Ey mümin, Allah Azze ve Celle Âdem peygamberi affettiği vakitte, Âdem peygamber kimin için üçyüz sene ağladı? Senin haberin var mı? Kendi nefsi için mi ağladı? Üçyüz sene Rabbena Zâlemnâ çekti, Âdem peygamber (A.S) Serendibe indiği vakit tek ayaküstünde durup üçyüz sene ağladı. Sübhanallah. Allah’ın hikmeti onun gözyaşlarından o mıntıka yakuttan, elmastan, zebercetten dolu. Âdem babamız tek ayak üzerinde üçyüz sene ağladı,. ─ Kendi nefsi için mi ağladı? Kendi zürriyeti için mi ağladı? Bir ata bütün evlatları hapse düşse kendi evinde tatlı tuzlu bir şey yiyebilir mi? Yüz evlâdın olsa, doksan dokuzu yanında bulunsa, bir tanesi esir olsa ya da hapsolsa, sen doksan dokuz evladınla sofrada yemek yiyip te yediğini içerine sindirebilir misin? Peygamber demek, şefkat madenleri demektir. Onlar merhamet denizleridir, merhamet denizleri olmasa, onlara peygamberlik mi verilir? Kendi nefsini düşünen adam mü’min olmaz, nerde kaldı nebî olsun. Âdem ata, üçyüz sene kimin için ağladı? Kendi için ağladı diyene yazıklar olsun! Zürriyeti için ağladı, bizim için ağladı. Affı geldiği vakitte, Allah; «Seni affettim» dediğinde bu sulbünde ne kadar evlâdı varsa hepsini affetti. Öyle cennete girdi. O vakittir ki, Allah-u zülcelâl ona hitaben, buyuruyor. Estâîzûbillah, وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَنِي آدَمَ «Ve lekad kerremnâ beni âdem»[9]: «Şânım hakkı için âdemoğlunu mükerrem kıldım» ; hiçbir kimseye verilmeyen kerâmet ve ihsânıma onları gark eyledim diyor, Allah-u zülcelâl. Ve ne diyor? «Ey kullarım, siz daha Benim size olan ihsanımdan keremimden, lütfümden neyi gördünüz?» diyor. «Bu dünyada daha siz ne gördünüz? Gördüğünüz hiç bir şeydir. Daha Dâru’l kerâmetimi görmediniz. Dâru’l kerâmet; ne gibi lütfü kerem sahibi olduğumu keramet yurtları olan Benim lütfü keremimin nihayetsiz verildiği cennetlerime girdiğiniz vakitte göreceksiniz. Şimdi ne var ki, daha hiçbir şey görmediniz ». Dünya ehli, dünyaya bayılır. Dünyada neler bulur? «Daha hiç» diyor. Dünyadaki hiçtir. «Daru’l kerâmet olan cennetlere dâhil olduğunuz vakitte bileceksiniz! Benim size olan in’âmımı, ihsanımı, lütfü keremlerimi nihayetsiz olarak, nihayetsiz kalacağınız o yurtlarda göreceksiniz» diyor. Daha şimdi hiçbir şey yok. İnsan bunu bir düşünse, bu dünyanın bütün yükü üzerinden kalkar gider. Bunu bana sultanım söylediği vakitten beri, o kalbimin içindeki ferahı dünyaya açarsam dünyada hüzünlü adam kalmaz. Bu, öyle bir müjdedir. O vakit Allah, Âdemi ve zürriyetini affeyledi. Sen de zürriyetisin. Onun için sen zannetme ki o peygamberler iblise adam verecekler. Mahlûkatın sayısı kadar iblis olsa bir tekini ümmet-i Muhammedî’den zapt edemez.Veli kuvvetini söyleyeyim: Cennetmekân Şeyhim Hazretleri; Şâm-ı şerifteydi de onun bir hadîmi, hizmetinde bulunan bir dervişi vardı. Kırk sene onun hizmetinde durdu. O da Dağıstanlı. Hasta olmuş, hasta olduğu vakitte zaviyeye, tekkeye bir gece Berzahtan bir kimse geldi. “Ebu Bekir’i alıp götüreceğim” demiş Hazrete. “Ebu Bekir’i gönderecek zaman bana aittir. Senin gelmenle onu alıp götüremezsin. Git karşımdan!” demiş. “Yok, illâ götüreceğim” “Onu ben tuttum, kolundan böyle bir salladım,‘sen değil, Berzahtaki bütün adamlar gelse benim elimden onu alacak adam yoktur, git karşımdan!’ diyerek onu öyle gönderdim” diyor, Şeyh Efendi Hazretleri. O velâyet sahiblerinde olan kuvvet manevi kuvvettir. İblis ne? Ø İblisin yaratılışındaki hikmeti bilmeyen adam, âlim olamaz. Ø İblisin üzerine binemeyen kimse âlim olamaz. Ø İblisin yaratılışındaki hikmete vâkıf olmayan kimseye hikmet bâbı açılmaz Ø İblisin yaratılışındaki hikmeti bilmeyen kimse onun boyunduruğundan da çıkamaz. Ø İsterse dünyadaki kitapların hepsini ezbere bilsin, iblisin üzerine binemez. İblisin bizim eşeklerimiz olduğunu sen bil. Yanlış muamelede bulunup da sen onu üzerine bindirme, binicinin sen olacağını bil. Biz iblise binmeye ve onunla mesafeleri kat etmeye mükellefiz, iblis bize binek olacaktır. Biz iblisi tanıyacak değiliz, iblis bize Allah yanındaki makamları kazandıracak, o makamlara bizi yetiştirecek bineğimizdir. Böyle, hikmetini bileceksin. Bir gün Hz. Ali Efendimiz sabah namazına çıkıyor. Sabah namazına giderken kapıyı açtığı gibi önünde bir ihtiyar bulunmuş. Hz. Ali Efendimizin edebi, ihtiyar olan kimsenin önüne geçmezdi. O sallana sallana adım adım yürürken Mescid-i Saadetin kapısına vardığında Peygamberimizin «Allahû Ekber» diye ikinci rekâta kalktığını gördü. O ihtiyarın da mescide değil de diğer tarafa saptığını görünce anladı ki o iblistir. Onun şeytan olduğunu bildi. Hz. Ali Efendimiz öfkesinden onu tuttuğu gibi orada bulunan büyük taşın altına kıstırdı. İçeriye girdi namazı kıldı. Dışarı geldiklerinde (A.V.S.) Efendimiz baktı ki dışarıda taşın altında kıstırılmış bir alâmet var. O tarafa bu tarafa dönüp harman savurmuş, ortalığı darmadağın etmiş, onun altından kurtulamıyor. Efendimiz bu işe bakmış, bir de Sahâbelere bakmış. Sahâbeler böyle duruyor. Anladı ki bu iş, Hz. Âli’dendir. “Yâ Seyyidî yâ Resulâllah! Bu melânet bana bu gün bu hileyi yaptı. Ben bir rekâtı kaybettim onun için bunu buraya hapsettim, ilâ yevmil kıyâmete kadar ümmetler buna tükürsün.” Peygamberimizin ona cevabı, “Yâ Ali! Yol kesici olma. Benim ümmetlerim buna mücahade ederek indallahtan olan bütün rütbeleri alacaklar. Sen onu burada hapsettiğin vakitte hiç bir kimsenin bununla mücadele etmesine, muharebe etmesine, mücâhade etmesine hiç bir ihtiyaç kalmayacak. Bütün rütbelerin hepsi duracak. Bunu Allah’ın ne hikmetle yarattığını biliyorsun. O hikmetleri sen men edersen, ümmetlerime yol kesici olursun. Hepsi, bu kadar rütbelerden mahrum kalacak, koyuver” demiş. O zaman bütün Sahâbe birikse onu yerinden oynatamaz. Hz. Ali Efendimiz o sütunu kaldırmış. Bir de iblisin arkasına öyle bir çarpmış ki arkasına kapaklanıp oradan koşaraktan bir kaçmış. Bir kere daha ya ihtiyar ya genç sıfatında Hz. Ali Efendimizin önüne çıkmamış. İşte orada Peygamber (A.S.V.) iblisin, şeytanın vücudundaki hikmeti, yani oluşundaki hikmeti bize bildiriyor. Kimileri: «Yahu! Allah cezâsını versin! Bu şeytan olmasaydı ne iyi olacaktı» diyor. Ne olacaktın? Melek olacaktı! Maşallah! Şimdi şeytanın ne için olduğunu bil. Onun yüzünden ona olan mukavemetimizden, onunla olan çarpışmamızdan, o uğraşmamızdan boyuna bir rütbe kazandırıyor. Basamaklar gibi basa basa biz yükseliyoruz. Onun bize olan hizmetini hiçbir kimse yapamaz, iblis ümmete hadim olmasa peygamber onu çoktan azlederdi. Yine bir hikâye daha söyleyeyim. O da lüzum eder. Sultanü'l ârifîn Beyazıd-ı Bestamî Hazretleri Kâbe-i Muazzama’nın kapısının halkasını tutmuş, «Yeter ya Rabbi! Yeter bu şeytanın bu ümmetlerin arkasında koşup onları azdırdığı. Bu şeytanı artık azlet. Bu, Senin kullarını rahat bıraksın. Kullarının arkasına düşmesin,» O sözü o söyledi, Hitâb-ı izzet geldi ki, “Yâ Beyazıd! Yukarıya bak!” EbuYezid yukarı baktığında orada aklı başından gidip baygın düştü. Tâ ayılıncaya kadar, ayılırken: “Tubtü ve reca’tü ileyke yâ Rab! Tövbe Rabbi! Bunu söylemekten. Sözü ben geri aldım, davadan vazgeçtim ya Rabbi! Karışmam ya Rabbi!” Dedi. Cenabı Allah Arş altında bir rahmet denizi açtı, Ebu Yezid el Bestamî Hazretleri velâyet kuvveti ile ucu bucağını bulamadı. Bir rahmet denizi… “Yâ Ebu Yezid! Bu rahmet denizini bana âsi olan kullar için ayırmışım. Ben bu rahmete veya hiçbir şeye muhtaç olan değilim. Bu rahmetleri burada âsilere vermek için tutuyorum. O kullarım bana âsi olmasa kime vereceğim? Senin dediğini tutup ta ben bu kulları, o günahlardan, o isyanlardan, o şeytana uymalardan tutacak olsa idim, bir başka kavim yaratacaktım ki; onlar bana âsi olsunlar, bu rahmetleri onlara vereyim. Benim hikmetimi anla, karışma.” «Tubtü reca’tü ileyke yâ Rabbi! » «Tövbe ya Rabbi vazgeçtim karışmam» dedi. Bir mesele daha kaldı, uzatmıyorum. Bitecek deniz değil amma orada kapatalım da yerinde dursun, açarlarsa yine başka vakit açarız. İbrahim Edhem Hazretleri; o, saltanatı bırakıp ta Allah’ın kulluğundaki şerefi anlayıp, dünya saltanatını terk eden adam. İbrahim Edhem Hazretleri Belh Sultanı[10], yalnız sürülerini bekleyen çoban köpeklerinin sayısı onikibindir ki hepsi altın zincir tasmalıydı. Bu kadar saltanat sahibi iken saltanatı da terk edip Allah yolunu, Allah’a kulluk yolunu tuttu. Onun hakkında söyleyecek olursak sabahı buluruz. Kestirme söyleyelim, bütün mülkü teslim edipte gelmiş, onun arkasından anası da onu ararmış. Lazkiye yakınlarında Ceble denilen sahile yakın bir memleket vardır. Onun kabri üzerinde bizim ecdâdımızın yaptırdığı İstanbul câmileri gibi büyük bir câmi vardır. Makâmı da çok güzel, etrafı hep imâretlerle bahçelerle donatılmıştır, orada ile’l-yevm fakir fukâraya yemek çıkar. Yine anasının da ayrı bir câmide bir kabri var. İbrahim Edhem Hazretleri deniz kıyısında oturmuşta elbisesini yamarmış, üstünde çok yama varmış. Anası dolaşa dolaşa onu bulmuş yetişip gelmiş. Böyle bir yatsı vaktiymiş. “Oğlum, bu kadar saltanatı bıraktın, şimdi bu pejmürde halinle böyle perîşan dolaşırsın. Gel gene saltanatına, tahtına otur, gene yolunda git,” demiş. O sözü söyler söylemez elindeki iğneyi deryaya attı. Atmasıyla «iğnem!» demesi bir oldu. O iğnem dediğinde deryâdaki bütün balıklar ağızlarında birer cevherle su yüzüne çıktı. Denizin yüzüne çıkan cevherlerin parlamasından şimşek çakmaya başladı. Arasından bir tanesi de iğnesini kendisine uzatıvermiş. “Ey anacığım, bu saltanat mı ileri, yoksa o senin beni çağırdığın saltanat mı? Ben saltanatı kullukta buldum. O saltanatta ben köle idim, bu Allah’a kullukta sultan oldum” demiş. Bir kimse Seyr-i sülûkta Allah yoluna giderken Allah’a aşk ve muhabbetinden çeşit türlü ahvâle mazhar olur, hâl sahibi olur. O sülûk sahibi olan kimselerin Allah’a olan aşk-u şevkinden çeşit türlü hal üzerinden geçip gider. İbrahim Edhem Hazretleri o hâl üzerinde iken; “Yâ Rabbi! İsmet istiyorum.” Demiş. İsmet dediği, yani hiç günah yapmamak isterim, benden hiç günah olmasın. “Yâ İbrahim! Benim Gâffar’lığımı unuttuğundan söyledin, Gaffar oluşum kimin için olacaktır? Bağışlayıcılığımı kime yapacağım? Sen masumluk istiyorsun, Benim Gaffarlığım kime olacaktır?” Demiş. O zaman istiğfar fazîlettir, Allah’tan mağfiret talep etmek kul için büyük bir fazîlettir. “Binaenaleyh, sen kendini bu fazîletten mahrum etmek istiyorsun. «Allahümmağfirlî» «Ya Rabbim! Sen beni mağfiret et» demesi kula şereftir. Sen bu şereften kendini mahrum etmek istersin. Masum olduğun vakitte, sen Bana el açmayacaksın. Hangi günahın için Bana Allahümmağfirli diyeceksin? Bu hitâbın lezzetinden sen kendini mahrum edeceksin. Benim yanımda istiğfar fazîlettir. Kulun beni mağfiret et deyişi, beni bağışla deyişi kuluma fazîlet, kuluma şereftir” demiş. O zaman; Allahümmağfirlî dedi. “Yâ İbrahim! Niçin onu kendine tahsis ettin? Niçin Benim kullarım için istemedin? Niçin yalnız beni mağfiret et dedin de, ümmeti Muhammedi kullarını bağışla ya Rabbi demedin? Yâ İbrahim, eksilmez. Yalnız kendin için isteme umum için iste.” O vakit İbrahim Edhem Hazretleri: “Yâ Rabbi! Seni bilenler bu hale düşerse, bilmeyenlerin hali nice olur?” “Bilmeyenlerin haline sen karışma, Bana aittir, bilmeyenleri muhakeme edecek Benim,” dedi. Mahşer gününde o peygamber (S.A.V.) Allah’ın huzurunda duracak, makâm-ı Mahmudda secde edip Yâ Rabbî, ümmetlerimin hesabını ben göreyim, bana bırak, hesaplarını ben göreyim, ben muhakeme edeyim.» Allah Azze ve Celle, «Sana bırakmam Ey Habibim! Sana göstertmem. Senin ümmetlerinin hesabını benden başkası görmeyecektir. Çünkü sende beşersin. Olabilir, onların hareketlerinden sana tesiri olacak muamele vardır; o kulların, ümmetlerin yaptığı işlerden senin de kalbine dokunabilecekler olur. Sana da göstermeyeceğim. Ben yapacağım. Sana da göstertmem, ey Habibim!» Diyor. Hay hay, yâ Rabbi! Ey Mevlâm, ganî Padişah, Rabbimiz. Allah O. Bu kulların hareketi ona ağır gelirse, O Allah mı olur? Bize darılırsa Allah mı olur? O Allah’tır (Celle ve âlâ). O Allah’ın kulları olduğumuza sevinin, sevinin sevinebildiğiniz kadar. Ümmeti Muhammedin hepsine saadet yazılmıştır. -------------------------------------------------------------------------------- [1] Hadîs-i Şerif: Ravi: Hz. Ebu Musa r.a. Hadis no:4761(Kütübü sitte). Ravi: Hz Cündep el beceli r.a. 29/1 (Râmûz el Ehâdis) [2]Alâeddin-i Buharî Hazretleri: Silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve velilerin on altıncısıdır. Şâh-ı Nakşibend’ in hem talebesi, hem halifesi, hem damadıdır. Buhara’nın Çağanyan nahiyesinde 1400 (H. 802)de vefat etti. Seyyid Şerif Cürcani, Muhammed Parisa, Yakub-i Çerhi gibi âlim ve veliler Alâeddin-i Attar’ın yetiştirdiği talebelerdendi. [3] Kehf Sûresi:65 [4] Bakara Sûresi:: 194 [5] Casiye 13 [6] Hadis-i Şerif: Beyhâki, (İbn Abbas’tan rivayet edilmiştir), Tabarani, (Ebu Hureyre’den) [7] Hadis- i Şerif: Suyuti Hz’nin Camius sağir eserinde cilt II s/296. El Buhari: Tarihul Kebir Cilt:7 S/374 [8] Nisa Sûresi:79 [9] İsra Sûresi: 70 [10] İbrahim bin Edhem Hz (Belh 714 -Şam 779): Tabînin meşhur âlimlerinden ve evliyanın büyüklerindendir. Nesebi Hz Ömer’e dayanır. Fudayl bin İyâd, İmrân bin Musa bin Zeyd Râi ve şeyh Mansur Selâmi’nin sohbetinde bulunup Veysel Karani Hz. nin ruhaniyetlerinden istifade etmiştir. Allah ondan razı olsun. |
1. sayfa (Toplam 4 sayfa) | Tüm zamanlar UTC + 2 saat |
Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group http://www.phpbb.com/ |