Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 7 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: Prof.Dr. Mahmud Es'ad COŞAN (k.s.)
MesajGönderilme zamanı: 04.02.09, 17:15 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 03.01.09, 22:40
Mesajlar: 926
İrtihalinin 10. Yılında:

Prof. Dr. Mahmud Es'ad COŞAN

[K.S.]

1938 - 2001

Son devrin ilmiyle amil tasavvuf ehlinden olan Prof. Dr. Mahmud Es’ad Coşan 14.4.1938 tarihinde, Çanakkale’ye bağlı Ayvacık ilçesinin Ahmetçe köyünde dünyaya geldi. Babası Halil Necati Efendi, annesi Şadiye Hanım’dır. Babası ile annesi üçüncü kuşakta aynı kökte birleşmektedir. Hz. Hüseyin Efendimiz’in soyundan olan dedeleri Buhara’dan gelip Çanakkale’ye yerleşmişlerdir. Büyük dedesi Molla Abdullah Efendi, İstanbul’da ilim tahsilinde bulunmuş ve dönemin ünlü meşâyihinden Gümüşhâneli Ahmed Ziyâüddin Efendi’nin yakın bağlıları arasına girmiştir. Dedesi Molla Mehmed Efendi ise Fatih medreselerinde okuyup icazet aldıktan sonra, Birinci Cihan Harbi’ne iştirak etmiş ve bu savaşta şehit düşmüştür.

Mahmud Es’ad Coşan Hocaefendi’nin babası Hâfız Halil Necati Efendi 1942 yılında çocuklarının tahsili için İstanbul’a göç etti. Es’ad Coşan Hocaefendi ilk öğrenimini Eminönü Vezneciler İlkokulu’nda, 1950 yılında tamamladı. Bu arada babası vasıtasıyla dönemin âlim ve âriflerinden Serezli Hasib ve Abdülaziz Bekkine Efendilerle tanıştı. Sohbet meclislerine devam etti.

Vefa Lisesi orta kısmından 1953, aynı okulun lise kısmı Fen Kolu’ndan ise 1956 yılında mezun oldu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arap-Fars Filolojisi bölümünü 1960 yılında bitirdi. Arap Dili ve Edebiyatı, Fars Dili ve Edebiyatı, Ortaçağ Tarihi ve Türk-İslâm Sanatı sertifikaları aldı. Fakülte son sınıfta iken Mehmed Zâhid (Kotku) Efendi’nin küçük kızı Muhterem Hanımefendi ile evlendi.

Fakülte’den mezuniyetini müteakip girdiği imtihanı başarı ile vererek Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Klasik-Dînî Türkçe Metinler Kürsüsü asistanlığını kazandı ve bu suretle de üniversiteye intisap etti.

Fakülte yayın komisyonunda iki yıl sekreterlik yapan Es’ad Coşan Hocaefendi, 1965 yılında XV. Yüzyıl Şairlerinden Hatiboğlu Muhammed ve Eserleri adlı çalışmasıyla “İlâhiyat Doktoru” ünvanını aldı. İlâhiyat Fakültesi öğretim üyeliği yanısıra 1967-68 yıllarında Ankara Yükseliş Mühendislik ve Mimarlık Özel Yüksek Okulu’nda “Türkçe ve Hümaniter Bilgiler” dersi verdi.

Es’ad Coşan hocaefendi 1972 yılında Hacı Bektaş Velî ve Makâlât adlı tezi ile doçent ünvanını aldı. 1971-1972 yıllarında yedek subay olarak askerlik hizmetini yaptı. 1973 yılında aynı fakültesin Türk-İslâm Edebiyatı Kürsüsü öğretim üyeliğine, bir yıl sonra da aynı kürsünün başkanlığına atandı. Emekli olduğu 1987 yılına kadar adı geçen kürsünün Anabilim dalı başkanlığını yürüttü.
1977-1980 yılları arasında Sakarya Devlet Mimarlık ve Mühendislik Akademis’nde Türk Dili ve Hümaniter Bilgiler dersleri verdi.

Matbaacı İbrâhim-i Müteferrika ve Risâle-i İslâmiyye adlı takdim teziyle 1982 yılında Profesör unvanını aldı.

Üniversiteye intisap etmesinden emekliliğine kadar geçen süre içerisinde Milli Eğitim Bakanlığı ve Devlet Planlama Teşkilatı bünyesinde kurulan çeşitli komisyonlarda üye olarak çalıştı. Aynı zamanda Almanya, Avusturya, Irak, İran, Libya, Ürdün, Suudi Arabistan ve İran gibi ülkelerde uluslararası toplantı ve konferanslara katıldı, araştırma ve incelemelerde bulundu.

Mensubu bulunduğu fakültede Türk-İslâm Edebiyatı, Osmanlıca, Türkçe-Kompozisyon, Farsça ve Arapça derslerini okuttu. Yedi adet doktora ve çok sayıda lisans tezi yönetti.

Mahmud Es’ad Coşan hocaefendi başarılı ve verimli bir öğretim üyeliği hayatı sürdürmekte iken irşad faaliyetleri ile sosyal ve kültürel çalışmalara daha fazla zaman ayırabilmek amacıyla 1987 yılında kendi isteğiyle emekliye ayrıldı. Bundan sonra Hocası ve kayınpederi Mehmed Zahid Efendi’den aldığı tebliğ ve irşad görevini daha aktif yerine getirebilmek için faaliyetlere başladı. Seleflerinin başlattığı hadis derslerini Türkiye’nin bir çok ilinde yapmak suretiyle yaygınlaştırdı. Yaygın ve örgün eğitim, kültür, yardımlaşma, sanat ve yayın alanlarında hizmet üretmeleri için dostlarını teşvik etti. Bu alanlarda bir çok çalışmanın başlamasına önayak oldu. Çok sayıda kitap ve makale kaleme aldı.

Sohbetlerine gösterilen ilgiden dolayı hizmet sınırlarını genişletti ve bu gaye ile dünyanın bir çok ülkesine seyahatlerde bulundu. Avrupa, ABD, Orta Asya ve Avustralya’ya defalarca giderek eğitim proğramlarına katıldı.

Doğup büyüdüğü vatanından yirmi bin kilometre uzakta bulunan Avustralya’da, bir cami açılışı için yaptığı bir seyahat esnasında elim bir trafik kazası neticesinde Hakk’a yürüdü (4 Şubat 2001).

Nâşı Türkiye’ye getirildi. 9 Şubat 2001 tarihinde Fatih Camii’nde Cuma namazını müteakip kılınan cenaze namazına, yüzbinlerce talebe ve seveni katıldı. Eyüb Sultan Kabristanı yamacında merdivenli girişin başında sırlandı; Hakk’ın rahmetine ve vatan toprağına tevdi edildi.

Rahmetullahi aleyhim vasia...

_________________
" Hayrlar Feth Olsun ; Şerler Def Olsun !.."


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: İrtihalinin 8. Yılında: Mahmud Es'ad COŞAN -Q-
MesajGönderilme zamanı: 04.02.09, 21:39 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 03.01.09, 22:40
Mesajlar: 926
MAHMUD ES'AD COŞAN (Rh.A.)


Resim

ÇANAKKALE 14 Nisan 1938/13 Safer 1357
AVUSTRALYA 4 Şubat 2001/10 Zilkade 1421

İlim, fikir ve gönül adamı Prof. Dr. Mahmud Es’ad Coşan (Rh.A.) Hocaefendi, doğumunun hicri 72. yıldönümü olan 13 Safer / 20 Şubat Çarşamba günü sevenleri tarafından anıldı.

M. Es’ad Coşan Hocaefendi, AKRA FM’de 15 farklı programdan oluşan yoğun bir yayın akışıyla, ikindi namazını müteakip Eyüp’teki kabirleri başında, akşam namazından sonra ise İskenderpaşa Camii’nde özel programlarla yad edildi.

AKRA FM, Hakk’a yürüyen zat-ı muhteremlerin, Mevlid Kandili’nde olduğu gibi Hicri doğum günlerinde yâd edilmelerini gelenek haline getiriyor. İlki geçen yıl gerçekleştirilen ve bu yıl devam eden hicri doğum günlerindeki anma programlarına yoğun ilgi gösteriliyor.

20. yüzyılın önemli mürşidi kamillerinden günüler sultanı Mehmed Zahid Kotku (Rh. A.) Hocaefendi’nin, doğumlarının hicri yılı olan 30 Muharrem 1429 (8 Şubat 2008) Cuma günü çeşitli programlarla yad edilmesinin ardından, büyük alim ve mutasavvıf Mahmud Es’ad Coşan Hocaefendi de yine doğumlarının hicri yıldönümünde sevenlerince anıldı.

M. Es’ad Coşan Hocaefendi, 14 Nisan 1938 Perşembe günü dünyaya geldi. Bu tarihin Hicri takvime göre karşılığı 13 Safer 1357’dir. Hicri 1429’de bulunmamız dolayısıyla bu yıl M. Es’ad Coşan Hocaefendi’nin doğumunun hicri 72. yılıdır.

Akşam namazını müteakiben İskenderpaşa Camii’nde gerçekleştirilecek programda ise Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet Turan Arslan, Es’ad Coşan Hocaefendi’nin “Kur’an’ı Kerimi Anlama ve Ahkâmını Hayata Geçirme” konusundaki tavsiyelerinden bahisle Hocaefendiyi anlatan bir konuşma gerçekleşti.

Mahmud Esad Coşan Hocaefendi: "Bir insanın rızkı, eceli, nerede öleceği, bu Allah'ın hep bildiği, yazdığı kader, mukadderat, alnının yazısı yani.. Hindistan’da ölmeyi murat etmişse, Hindistan'dan bir davet çıkar oraya gider. Şimdi ben, coğrafya kitaplarında görüyordum Avustralya'yı.. Ne param yeter, ne aklımın köşesinden geçer Avustralya'ya gitmek.. Bizi oradaki arkadaşlarımız çağırdılar, aman hocam konferans var üniversitede, eğitim var, seminer var, bilmem ne.. Gelemem edemem, kalkıyor gidiyor insan oraya.. Eceli oradaysa, diyecekler ki, - Es’ad Hoca Avustralya'ya gitti, işte vefatı oradaymış.."- mesela diyecekler, öyle olacak. Allah cümlemizi sevdiği bir kul olarak, sevdiği bir işi yaparken, hayır üzerindeyken canımızı alsın.
Dünyayı kucaklayan vizyonu ve sınır tanımayan hizmet aşkının son olarak Avustralya'ya yönlendirdiği Prof. Dr. Mahmud Es’ad Coşan Hocaefendi, dünyanın bu öteki yüzünde, 4 Şubat 2001 günü vefat etti. Son 4 yılını diğer ülkelerin yanı sıra özellikle bu topraklarda, "bakir hizmet alanları" diye nitelediği Avustralya'da geçirmişti. İlk defa 1984 yılında geldiği ve geçen süre içinde, çölleri de dahil olmak üzere ayak basmadık bir yer bırakmadığı bu uzak topraklarda, hem gurbette yaşayan vatandaşlarının hem de yerli halkın gönüllerini imar edecek hizmetler peşindeydi.Konferanslar, sohbetler, kültür merkezleri, mescitler...
Son edeplerinden biri her ay bir cami açılışı idi. Çok amaçlı yapılar olmasını arzu ettiği camilerin mimarileriyle de yakından ilgili idi. "Brisbane - Eagleby Kotku Camii' nin minberinin tasarım ve yapımını da bizzat gerçekleştirmişti. Ve bir nükte ile bitirmişti sözlerini.. Vefatından tam 3 gün önce idi:
"Hocamızın eseridir diye ziyaret edilebilir."
4 Şubat günü de Dubbo'dan Griffith'deki Kotku Camii'nin çalışmalarını yerinde incelemek için çıkmıştı yola.. Avustralya saatiyle 11:00, Türkiye saatiyle 04:00 sıralarında gurbette vuslata erdi.
Cenaze namazı Sydney Gelibolu Camii'nde kılındı. Naaşı 7 Şubat'ta Türkiye'ye uğurlandığında, yüz binler hazırlanmıştı kendisini karşılamaya...
9 Şubat Cuma günü Fatih Camii'nin avlusu saatler öncesinden dolmuş, cemaat Fevzi Paşa ve Malta caddesine kadar uzanmış, Haliç tarafında ara sokaklara taşmıştı. Benzer bir kalabalık da Eyüp Sultan Camii'nde toplanmıştı cenazeyi karşılamak için..İnsan seli eşliğinde 3 saatin sonunda ulaşılabildi Eyüp Sultan'a..Medine'den İstanbul'a taşınan heyecanı, dünyanın öteki yüzüne götürmüştü.
İslam Kültür ve Medeniyeti'nin çağdaş temsilcisi kimliğiyle, Eyüp Sultan'ın komşuluğuna tevdi edildi. Türkiye'nin geniş bir özeti olarak her kesimden insan sevginin, dostluğun ve kardeşliğin gücünü gösterdi. Bu kaybın sızısını yüreğinde hisseden milyonların temsilcisi olarak, yedi iklim dört bucaktan gelen yüz binler buluştu cenazesinde.. Bu manzara, kuşatıcılığının, birleştiriciliğinin, fikirlerinin benimsendiğinin ifadesi idi. Diktiği fidanların meyveye, ektiği tohumların ürüne dönüştüğünün göstergesi idi.
Mevlana coşkusunu, Yunus sevgisini, Yesevi öncülüğünü hayatımızın gerçeğine dönüştüren nin, bu dünyadaki yolculuğu 63 yıl önce başlamıştı.

[b]"1938 yılında Çanakkale'de doğdum. Ailemiz Çanakkale'ye Buhara'dan gelmiş. Annem ve babam birbirleri ile akraba çocuklarıdır. Bizim ailemiz Peygamber Efendimiz'in (S.A.V) soyundan imiş.. Buhara'ya Hicaz'dan gitmişler demek ki.. Oradan da Osmanlılar'ın devleti esasında, Çanakkale'ye gelmişler. Öyle bir ailedeniz biz. Ben 3 yaşındayken babam Hafız Necati, bizi okutmayı çok istediği için Çanakkale'den aldı İstanbul'a getirdi ve ben bütün tahsilimi İstanbul'da yaptım.

Küçük yaşından itibaren ahlaken ve ilmen saygın bir çevrede büyüyen Mahmud Es’ad Coşan Hocaefendi, Eminönü Vezneciler İlkokulu'ndan 1950'de mezun oldu. Vefa Lisesi orta kısmına kaydının yapıldığı o yıllarda, babasıyla birlikte Abdülaziz Efendi'nin meclislerine devam etti.

"Tekke hayatı içinde yetiştik ilkokuldan beri ve bir tekkenin dervişi olmanın, zevkini, sefasını, rahatını, manevi huzurunu, kardeşlik duygusunu, ahbaplığı, edebi, ahlakı çok güzel gördük".


1952'de Abdülaziz Efendi'nin vefatından sonra İstanbul'a gelen Mehmet Zahid Efendi'nin irfan meclislerinde başlayan yeni dönem, bir ömür boyu baba-evlat, halef-selef olarak sürdü.

Mahmud Es’ad Coşan Hocaefendi : "Ben ortaokuldayken kendisinin meclislerine babamın peşinde, babamın elini tutup, eteğini tutup, onun yanında giderdim. O zaman Zeyrek'te Ümmü Gülsüm Camii'nde imamlık yapmaktaydı. Cumartesi günleri caminin arkasındaki yüksek odada sohbetler olurdu, -Sen hazırlan, sen konuş- filan diye söylerdi Hocamız.. Bize de arada iltifat buyururdu. -Sen de hadi bakalım filanca hadisteki şu mana nedir, ona hazırlan- gibi boyle işaretleri olurdu."

Vefa Lisesi'nin orta kısmını 1953'te, lise kısmı fen kolunu da 1956'da bitirdi. Üniversite son sınıfta kendisini damatlığa seçen Mehmed Zahid Efendi'nin isteğiyle, zamanında geçerliliği olmayan geleceği de meçhul bir bölüme, 1956'da kayıt yaptırdı.

"Üniversite, İstanbul Edebiyat Fakültesi .. Benim mezun olduğum bölümü, Arap Dili ve Edebiyatı, İran Dili ve Edebiyatı bölümüdür. Tabi, İslam Tarihi, Sanat Tarihi bölümlerini de bitirdim.
Ben de öyle bir mühendis olayım diye düşünüyordum. Hatta kendim tayyare mühendisi olmayı istiyordum. O zaman uçağa tayyare deniliyordu. Ama o kadar memnunum ki, Allah'ın bana böyle öğrettiği ilimlerden.."


Devrin seçkin simalarından da özel ders alan Hocaefendi, hocalarının takdirini kazanmış, üniversiteye girmesi tavsiye edilmişti. Mezun olduktan sonra, 31 Aralık 1960'da, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Klasik Dini Türkçe Metinler Kürsüsü’ne asistan olarak girdi.


"1960 yılında, bizim profesörümüz Ahmet Ateş Bey, beni ısrarla üniversitede kalmaya teşvik etti. —Yanımda benim kadrom yok ama senin mutlaka üniversitede kalman lazım - dedi. Annemden, babamdan ve İstanbul'daki muhitimden kopmuş olarak gitmek istemiyordum.
Ankara İlahiyat Fakültesi'nde Hocamızın emri ile ve -dönerin böyle dönerek ateşin karşısında yavaş yavaş pişirilmesine benzetiyorum kendi halimi- Hocamız bizi savurdu Ankara'ya.. Ankara'ya gittik. Orada bize İlahiyat Fakültesi'nde bu dini ilimleri öğrenme fırsatı çıkmış oldu, onların himmetiyle…"

1960-1962 yıllarında, fakülte yayın kurulunda sekreterlik görevinde bulundu. 1965'te 15. yy şairlerinden Hatipoğlu Muhammed ve Eserleri konulu teziyle İlahiyat doktoru oldu. İlahiyat Fakültesi'nin yanında 1967-1968 yıllarında, Ankara Yükseliş Mühendislik ve Mimarlık Özel Yüksekokulu'nda, 1977-1980'de Sakarya Devlet Mimarlık ve Mühendislik Akademisi'nde, "Türk Dili ve Hümaniter Bilgiler " dersini okuttu.

"Çeşitli müesseselerde hocalık yapmaya çektiler yaka paça.. Bir tanesi Yükseliş Mimarlık Mühendislik Özel Yüksekokulu.. Yani mimarlara, mühendislere Türkçe ve Hümaniter Bilgiler dersi hocalığı...
Zorla, yani ben reddettim. Geldiler, müdürler vesaireler. -Biz dediler reddini falan kabul etmiyoruz. Sen bu vazifeyi yapacaksın. Bunun sebebi filan var - dediler. Anlıyorum ki, sebebinin arkasındaki sebep de, Hocamızın himmeti imiş. Bizi böyle bu vazifeyi yapacağız diye, demek ki biraz kompozisyon öğren, hitabet öğren filan diye, başkasına öğretmek bahanesiyle öğrenelim diye demek o tarafa sevketmiş Hocamız... Ben öyle hissediyorum yani, işi aslı öyle gibi geliyor bana.
Sonra, Sakarya Mühendislik'te aynı konularda, Türk Dili ve Kültürü hocalığımız oldu senelerce…

Askerliğini, 1971-1972 yıllarında, İstanbul Tuzla ve Ağrı Patnos'ta yedek subay olarak tamamladı. Askerlik görevi devam ederken 27 ve 30 Kasım 1972'de, doçentlik imtihanına girdi.

Mahmud Esad Coşan Hocaefendi : "Fakültedeki konum Türk-İslam Edebiyatı idi. Ve Hacı Bektaşi Veli Efendimiz'in Makalat'ı da, Anadolu'daki Dini Türk Edebiyatı'nın ilk çağlarına ait nadir ve çok önemli misallerinden birisi idi. Dil bakımından çok önemliydi. Ayrıca muhteva bakımından, yani içerdiği konular bakımından önemliydi. Ayrıca, yazarı yönünden çok sevilen bir kimsenin eseri olması bakımından önemliydi. Ben de bu kadar büyük kitleleri ilgilendiren bir şahsın hayatını kendim doçentlik tezi olarak almıştım. Ondan önceki çalışmalarımda da, doktora çalışmalarımda da konunun içine girmiştim. Konu benim önüme Allah tarafından getirilmişti. Çünkü, doktora tezimin mevzuu içinde karşıma çıkmıştı, oradan dikkatim ona çekilmişti. Demek ki Allah tarafından bu konu üzerinde çalışmak kaderde varmış diye düşünüyorum. Kendi şahsi düşüncem böyle...

Bendeniz Hacı Bektaş-ı Veli Hazretleri'nin (KS) hayatını araştırmak için, o kadar gayret ettim ki, yani mezar taşlarını bile aradım. O devirden kalma ah bir kitabe bulsam, ah bir yeni şey çıkarsam ortaya, yepyeni bir şey...
Hiçbir alimin sözünü o öyle söyledi diye almadım kendim. Köprülü öyle demiş. İsmail Hikmet Ertaylan böyle demiş. Ordinaryüs Profesör falanca şöyle demiş, İngiliz müsteşrik şöyle demiş. Hepsinin neden acaba böyle dedi, doğru mu yanlış mı diye hepsinin araştırmasını yaptım. Kabirlerde araştırma yaptım, mezar taşlarında araştırma yaptım, kütüphanelerde araştırma yaptım. Hacı Bektaş-i Veli kasabasına da gittim. "

Hacı Bektaş-i Veli Makalat isimli çalışmasıyla asırlık problemlerin kalıplaşmış fikirlerle değil, ilmin hakemliğine müracaat edilerek çözülebileceğini ortaya koydu.
31 Aralık 1972'de askerliğini tamamladı. 1973'te Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Türk-İslam Edebiyatı Kürsü Başkanlığı'na atandı. "İbrahim-i Müteferrika ve Risale-i İslamiye" isimli takdim tezi ve diğer çalışmaları ile 20 Ekim 1983'te profesörlük unvanını aldı. Bu çalışması ile 20. yüzyılın bitiminde ilan edeceği Tevhid Asrı ve Dinler Tarihi açısından önemli bir eserle, meşhur bir meçhulü daha, gerçek yönü ve hakiki fikirleriyle tanıttı.

"Ben profesörlük çalışması olarak şu bizim meşhur matbaacı, Türkiye'ye matbaayı getiren İbrahim-i Müteferrika'nın "Risale-i İslamiye " diye bir eseri olduğunu görmüştüm. Deniliyordu ki, Risale-i İslamiye Müslümanlığı anlatan bir kitaptır. Böyle geçiştiriliyor. Ben de dini edebiyat kürsüsü başkanı olduğum için, bakalım bu " Risale-i İslamiye" nedir diye inceledim. Ve sonunda onu bir kitap halinde de neşrettim.

İbrahim-i Müteferrika bir Romanyalı papaz. O bize Türkiye'ye matbaayı getiren şahıs, Romanya'da "Kolojvar" şehrinde yaşamış bir papaz kendisi ve çok yüksek, güzel bir tahsil görmüş. Yunanca'yı, Latince'yi öğrenmiş. Eski metinleri ve kilisenin kitaplığındaki diyor ki; "Üstad-ı bimürüvvetlerin okunmasını yasak ettiği kitapları okudum" diyor. Üstad ama Müslüman olmadığı için, hakikati sakladığı için, "üstad-ı bimürüvvet" diyor yani, mürüvvetsiz üstatlarımın okumayayım diye sakladığı kitapları okudum diyor. Ve oradan Hıristiyan literatürünün Peygamber Efendimizi müjdeleyen malzemesine aşina olduğunu ve onun için Müslüman olduğunu söylüyor ve bu "Risale-i İslamiye" isimli kitap İslami anlatan bir kitap değil, saklanıyor bu mesele.. Yani halk bilmesin diye bazı gerçekleri saklıyorlar araştırıcılar. Kim yapmış bu şahsın üzerinde araştırmayı.. Bir Katolik papaz yapmış.
"İbrahim Müteferrika üzerindeki en bilimsel araştırma, Katolik papaz falancanın yaptığı çalışmadır" deniliyor. Katolik papaz, Müslüman olan bir papazın Müslümanlığa yarayan malzemesini bize tanıtmak ister mi, tanıtmıyor. “İslam'ı anlatan bir eser” Hayır, İslam'ı anlatan bir eser değil; bir papaz olan İbrahim Müteferrika'nın Müslüman olmasına sebep olan, İncil ayetlerini bahis konusu eden bir kitap. O konuya kimse yanaşmasın, o konuyu bilmesin diye papaz saklıyor gerçeği.
İbrahim-i Müteferrika kendi hayatını anlatıyor, yani hangi ayetleri görüp de, Latince'sini de veriyor orada, hangi ayetleri görüp de Müslüman olduğunu anlatıyor. Ömrü boyunca da hakikaten çok faydalı hizmetler yapmıştır, şayan -ı şükran hizmetler yapmıştır. Nur içinde yatsın, mekânı cennet olsun. Samimi Müslüman olduğu ve hakikaten İslam'a hizmet ettiği kanaatine vardım ben incelemelerimden. Ama eseri bir papazın, İncil metinlerini okuyup da hangi ayetlerden dolayı Müslüman olduğunu anlatan bir eserdir. O da faydalı olur diye ben de onu neşrettim başka papazlar da görsünler diye.."


Prof. Dr. Mahmud Es’ad Coşan Hocaefendi, İlahiyat Fakültesi'nde Osmanlıca ve Paleografi, Türk Dili ve Edebiyatı, Kompozisyon derslerinin yanı sıra, Farsça ve Arapça dersleri verdi. Türk-İslam Edebiyatı Kürsü Başkakanlığı'nın yanında, Pedagoji dersleri ve Türk-İslam Mimarisi ve Sanatları Bölüm Başkanlığı da uhdesine verildi. İskenderpaşa'daki Hadis sohbetlerine de, 1977'de başlamıştı. Mehmed Zahid Efendi kürsüye oturtarak, -Bu bizim Es’ad damat olur, İlahiyat'ta hocadır. Bundan böyle dersleri kendisi yapacak- demişti. Bu damatlığının ilk yıllarından itibaren özelde tebliğ edilen bir görevin, genele de ilanıydı.

13 Kasım 1980'de Mehmed Zahid Kotku hazretlerinin vefatıyla, cemaatin irşad ve eğitim hizmetlerini üstlendi.

Mahmud Es’ad Coşan Hocaefendi : " Bir garip kul işte..Hocamızın -Benden sonra bu vazifeyi sen yap evladım- dediği bir hizmetçi bendeniz.. Hakkını ödememiz mümkün değil, bizi kendisine damat olarak seçmiş. Evliliğimin ilk yıllarından itibaren bana -Benden sonra Evladım bu vazifeyi sen yaparsın- derdi.

Ankara'daki asistanlık imtihanlarına giderken cebime harçlığımı koyan Hocamız'dır. Ankara Özelif'teki binamızın, dairemizin ortaklığının hissesini veren odur. Bin lira alın bakalım yazın diye…
Profesör ol da öyle demiştir, ben buraya gelmek istedikçe.. Hocamız 1980'de vefat ettikten sonra, profesör oldum, 1982'de. Ondan sonra geldim. Vefatından iki sene kadar önce olabilir. İskenderpaşa'daki kapıya yakın köşe odada bir gün yatıyordu, güneşli bir gün. Daha önce bize böyle,- Evladım benden sonra bu vazifeyi sen yapacaksın- deyince ben utanırdım, cevap veremezdim, kaçardım biraz da...
O gün valide hanım yoktu. Yatmış uzanmıştı. Hasta değil ama öğle dinlenmesi gibi öğle üzeri, uzanmıştı. Biz de, -Bir emriniz var mı diye- odanın kapısı açık durunca, şöyle bize baktı. —Evladım benden sonra bu vazifeyi sen yapacaksın, sen yaparsın- dedi. Ben de tabi oradan tam bu sözü söyleyince fırt diye kaçmak olmaz, kapı dışarı kaçamadım yani, kapı açık ama, biraz kızardım, bozardım, dedim - Baba! Bu bizim ka'bımız, takatimiz, hakkımız, haddimiz olan bir şey değil. Nasıl yapalım bu vazifeyi, takatimizi değildir – filan deyince, - O zaman yardım ederler size- buyurdu. Hakikaten de öyle oldu. Bizim bu görevin altına hizmetçiliğine, başlamamızdan itibaren çok büyük gelişmeler oldu.
Fakültedeki pozisyonum çok iyiydi doğrusu. Birçok kürsü bana bağlanmıştı. Emrimde imkânlar vardı, elimin altımda. İyiydi durumum. Fakültede talebeler ile diyalogumuz çok tatlıydı. Talebeler bizim dersimizi ve kürsümüzü severler idi. İlgilenirlerdi, ilgi duyarlardı. Daha güzel hizmet yapmak ve biraz da hür olmak için... Çünkü memurluk bir bakıma bağımlılık demek oluyor ve insan memurluk yaptığı beldeden dışarıya çıkarken izin almak zorunda kalıyor. Böylece 1987 yılında, 27 yıllık üniversite hizmetinden sonra, emekliye kendi isteğimle daha yıllarca hizmet imkânım varken ayrılmış oldum. Tabi, dışarıdaki hizmetleri daha iyi yapmak düşüncesiyle emekliliğimi istedim. Ve gerçekten de öyle oldu. Dışarıda çok yoğun hizmetler meydana geldi. "


İlmi esas alan, dini kurallara sıkı sıkıya bağlı, aksiyoner, dışa açık, toplum hizmetlerine önem veren, aşırılıklardan uzak, makul ve mutedil, adet, şekil ve merasimden çok ruh ve muhtevayı öne çıkaran, dünya ve ahiret dengesini gözeten, muhabbet yolunu benimseyen, çağın ilmi, fikri, kültürel ve teknolojik şartlarını en iyi şekilde değerlendirmede örnek gösterilebilecek, vizyon ve misyon sahibi bir önderdi. Tarihi mirası çok iyi bilen ve ona sonsuz saygı besleyen bir şahsiyet olmakla birlikte, geçmişe takılmayan, çağı kucaklamasını bilen, gözünü çağın ilerisine diken bir vizyona sahipti. Geçmişi hali ve geleceği birlikte yaşamayı ve yaşatmayı prensip edinmişti.

Prof. Dr. Mahmud Es’ad Coşan Hocaefendi, Mehmed Zahid Efendi'den devraldığı geleneksel mekânlardaki irşat ve tebliğ faaliyetlerini, çağdaş iletişim araçlarının her çeşidiyle sürdürdü. Kaliteye seviye getirecek çalışmalara rehberlik yaptı. Türk fikir ve kültür hayatında bir çığır açtı. Yayınevi kurdu. Her birisi muhtevası ve görselliği ile örnek olan dergiler çıkardı. Tirajı yüz binlere ulaşarak ilklere imza atan "İslam"ı, "Kadın ve Aile", "İlim ve Sanat", "Gülçocuk", "Panzehir " dergileri takip etti.
Radyoculuğa yeni bir anlayış getiren ilk özel radyolardan, uydu ve internetle dünyanın her tarafından dinlenen, Türkiye'nin en geniş erişim ağına sahip özel radyosu "AKRA FM" O’nun eseridir.
Günlük "Sağduyu" gazetesi ve "AK TV" de bu düşüncelerle faaliyete geçirilmiş kuruluşlardır. İnternet yayıncılığının önemini de yıllar önce vurgulamış, siteler kurulmasını tavsiye etmişti. Hocaefendi, sivil toplum örgütlerinin kurulmasına öncülük yaptı. İnsanı, hayatı ve toplumu bir bütün kabul etti. Bunun için eğitim, sağlık, ticaret, sosyal, kültür, sanat, çevre ve diğer alanlarda vakıflar, dernekler ve ticari kuruluşlarla insanımıza hizmet etti.
Kendileri tarafından kurumsallaştırılan aile eğitim programları bu anlayışın yansımalarından birisidir.

"Çeşitli vakıflarımız var, çeşitli derneklerimiz var. Dergilerimiz dışında kitap yayınlarımız var. Eğitim faaliyetlerimiz var, kolejlerimizde eğitim veriyoruz. Ayrıca sağlık hizmetleri gören hastane ve kliniklerimiz var. Ve daha başka sosyal hizmetleri götürmek amacıyla kurmuş olduğumuz çeşitli şirketler var. Bu şirketlerin hepsi hizmet amaçlıdır. İnsanımıza, camiamıza çeşitli yönlerden hizmet etmeyi sağlamak istiyoruz. Böylece, şirketlerle, vakıflarla, derneklerle...
Çevre ve kültür derneklerimiz enteresandır. Türkiye'de ilk defa Çevre Bakanlığı'nın kurulmasından önce bizim çevre-kültür derneklerimiz kurulmuştur. Biz, çevremizi ve kültürümüzü istediğimiz şekilde düzenlemek istiyorduk. Onun için bu dernekleri kuruyoruz. Kadın ve aile derneklerimiz vardır. Hanımların organize olması, sosyal hayata katılması, kültürel hayatta emeklerinin karşılığının görülmesi maksadıyla.. Bunlar çok güzel faaliyetler yapmışlardır. "

Toplumumuzun sosyal, ruhi, zihni sağlığının muhafazası yönünde mesai sarfeden hikmet sahibi bir alim, güzel ahlak rehberi ve sivil toplum önderi olarak vatanlarından binlerce kilometre uzaklarda yeni bir hayat kuran vatandaşlarımızdan da ilgisini esirgemedi. Onların yalnızca dini bağlılıklarını değil, vatani ilgilerini, dil ve kültür alakalarını da kuvvetlendirdi. Anadolu'yu ve Balkanları vatanlaştıran "Horasan Erenleri" geleneğini 21. yüzyıla taşıdı. Onun için önemli olan Sydney'de Ankara, Stockolm'de İstanbul, Washington'da Konya, Londra'da Bursa ikliminin hissedilmesiydi.
Bunun için sevenlerini dünyanın her tarafına yönlendirdi. Oralarda kültür merkezleri, camiler, dernekler kurdurdu. Arkadan gelenlerin uğrayabileceği, soluklanabileceği, gurbette sılayı yaşayabileceği ortamlar oluşturttu. Bir çağdaş Evliya Çelebi idi. Ülkesinin sınırlarını keşiften çekinenlerin elinden tutup dünyayı gezdirdi. Sevenlerine İstanbul ile Ankara arasında yolculukla, İstanbul ile Sydney, Pekin, Tokyo, Washington, Londra, Paris, Mekke, Medine'ye seyahat arasında bir fark olmadığını öğretti. Dünya ülkeleri ve milletleri ile ticaret, kültür, sanat, evlilik, sosyal ve halklar arası ilişkilerle dostlukların geliştirilmesini tavsiye etti. Uluslararası ilişkileri yakından takip etti.
Dünya güç dengesinde maziden istikbale uzanan çizgide, Türkiye'nin belirleyici olabilmesi için çalıştı. İslam coğrafyasının ve Müslümanların meseleleriyle yakından ilgilendi. Sadece ülke insanını ve Müslümanları değil, dünya insanlığını kucaklamayı hedefledi. Tevhid-i güzelliklerin tüm insanlığa ulaşması için, 21. yüzyılı Tevhid Asrı ilan edişi, bu düşüncenin ifadesidir. Hocaefendi, İslam'ın temel ve sahih kaynaklardan öğrenilmesine ve yaşanmasına büyük önem verdi. Temsilcisi olduğu geleneğin devamı olarak, hadis sohbetleri ile birlikte "Tabakatus Sufiye", "Cuma" , "Hazreti Ali'den Vecizeler" , "Kuran-ı Kerim Meali ve Tefsiri" sohbetleri yaptı.
Kuran-ı Kerim ve sünnetin uygulamalı eğitimi olan tasavvufun, insanın Allah'a en güzel şekilde kulluk sanatı ve güzel ahlak okulu olduğunu yaşayarak gösterdi. Fikirleri, faaliyetleri ve tavsiyeleri ile tasavvufi düşünceyi ihya etti. Ona yeni bir çehre ve etkinlik kazandırdı.
Ahmet Yesevi'lerin, Yunus Emre'lerin, Mevlana'ların, Hacı Bektaş'ların, Hacı Bayramı Veli'lerin, Aziz Mahmud Hüdai'lerin güzel ahlak, dostluk, birlik ve beraberlik mesajlarını günümüz dünya coğrafyasına taşıdı. Onların kendi çağlarında üstlendiği birleştiricilik ve yol göstericiliği Hocaefendi bu yüzyılda devam ettirdi. Tasavvufi düşüncenin temel kaynaklarına ana dilleriyle vakıf olan Hocaefendi, " camiu'l-turuk " bir şahsiyetti.
Temsilcisi olduğu gelenek içerisinde, kendi ismiyle anılacak bir çığır açtı. Fikir ve faaliyetlerini inceleyen yerli ve yabancı uzmanlar, onun İmam Gazali ve Müceddid-i Elfi Sani, İmam-ı Rabbani gibi kendi döneminin ihya ve tecdid önderi olduğunu ifade ediyor.

aydınlık yüzü, sevimli siması, yumuşak sözü ve şehirli tavırlarıyla bir mürşid ve mürebbi resmiydi. Konuşması tatlı, yumuşak, kuşatıcı, akılda kalıcı, herkesin anlayabileceği sadelikteydi. Anlattığı bir konuyu dini, edebi, kültürel, siyasi, içtimai, iktisadi yönleriyle ortaya koyardı.
Konuşmalarındaki teşbihlere, buluşlara, nüktelere hayran kalınırdı."Cevamiu’l-kelim" idi. Uzun ve anlaşılması zor konuları derin manalar içeren özlü sözlerle ifade ederdi. Konuşmalarında ve yazılarında meseleleri olumlu yönleriyle ortaya koyardı. Zihni bulandırmadan, kötülüğün reklâmını yapmadan, zaman kaybına sebebiyet vermeden, başkalarının belirlediği gündem tuzağına düşmeden İslam'ın bakış açısını ortaya koyardı.
Ayet-i Kerime ve Hadis-i Şeriflerdeki eğitim ve öğretim tavsiyelerine titizlikle riayet ederdi. Yazılarının üslubu; açık, seçik, muhtevası derinlikli, zengin ve ufuk açıcıydı.
Bir dil mütehassısı olan Prof. Dr. Mahmud Es’ad Coşan Hocaefendi, Osmanlıca'nın yanında, Arapça, Farsça, İngilizce ve Almanca biliyordu.
Eski metinlere, kültür ve medeniyetimizin temel kaynaklarına vukufiyetleri çok yüksek, sahasında seçkin bir ilim adamıydı.
Dini Türk Edebiyatı'nda tefsir, hadis, tasavvuf gibi temel İslami ilimlerde Arap ve Fars Edebiyatı'nda ihtisası da, erbabı tarafından zü'l-cenaheynliğine yani çok yönlülüğüne misal olarak gösterilirdi. Konuşma ve yazılarında dilimizin, kültürümüzün ve inancımızın zenginliklerini en güzel şekilde yansıtırdı. Güler yüzlü, tatlı dilli ve vefakârdı. Müşfik, nüktedan, müjdeleyici, sevdirici, kolaylaştırıcı, ümitlendirici, müsamahakâr ve teşvik ediciydi. Üstatlarını her zaman hürmetle, muhabbetle, hayır dualarla yâd eder, her vesileyle hatıralarını yaşatacak çalışmalar yapardı. Mütevaziydi, gençlere önem verir ve güvenirdi. Yerine göre hoca, baba, ağabey, arkadaş, dost gibi davranır, bütün meseleleriyle yakından ilgilenirdi. Kararlı ve cesur bir insandı. Adaleti hayatının temel düsturu haline getirmişti. Haksızlığa, zulme müsamaha göstermezdi. Dini ve milli menfaatleri her meselenin üstünde görürdü. Zarafet ve nezaket timsaliydi. Sözü en güzel şekilde söylemenin canlı numunesi, gönül yapmanın nev-i şahsına münhasır bir üstadıydı. Çok iyi bildiği bir konudan bahsedilirken bile ilk defa işitiyormuş gibi ilgiyle dinlerdi. Konuşanı sorularla, iltifatlarla rahatlatırdı. İstişareye büyük önem verirdi. Huzurunda bulunanlara söz hakkı tanır, fikir beyanına teşvik ederdi. Münakaşayı sevmez, gıybete, dedikoduya, suizanna müsamaha etmezdi. Her haliyle bir güzel ahlak numunesiydi. Hayatı boyunca hayrı öğütledi, hayır üzere yaşadı, hayır yolunda emaneti teslim etti.

Vefat ettiği gün, Avustralya'daki bir takvim yaprağında şu ayet meali yer alıyordu:
"Allah'ın izni olmadan hiçbir kimseye ölüm yoktur. Ölüm vadeye yazılmış bir yazıdır. Kim dünya nimetini isterse kendisine ondan veririz. Kim de ibadet ve itaatiyle ahireti ve sevabını isterse kendisine de ondan veririz. Şükrü yerine getirenleri mükâfatlandıracağız.” (Al-i İmran 145)

Prof. Dr. M. Es’ad Coşan Hocaefendi: (la ayşe illa ayşül-ahireh ) Hiçbir güzel yaşam yok ancak ahiretin güzel yaşamı var. (La hayra illa hayrül-ahireh) Hiçbir hayır yoktur ancak ahiretin hayrı vardır. Ömürler rüzgâr gibi geçiyor. Bir göz yumup açınca geçiveriyor. Evet, bunu hiç unutmayalım. Ahiretin hayrını kazanmak için ne yapmamız gerekiyorsa onları yapalım! Ne yapacağız? “Kısaca söyle hocam hatırımda kalsın, ben uzun sözleri hatırımda tutamıyorum” derseniz, ibadetleri yapacaksınız bir, günahlardan kaçacaksınız iki, ahlakınızı güzelleştireceksiniz üç.. Kolay… İbadetleri yapmak, günahlardan kaçmak, ahlakı güzelleştirmek.. Bizim yolumuzun esasları bunlar.. Üç ana esas herkesin hatırında kalır.


[b]Allah-u Teala Hazretleri bizi, İslam tarihini tam okuyup tam anlayıp, sahabe-i kiramın hepsini sevip, özellikle Hazreti Ali Efendimizi, Hazreti Hasan ve Hazreti Hüseyin Efendilerimizi de sevip, onların şefaatine ermeyi nasip eylesin. Cennetiyle, cemaliyle bizleri müşerref eyleyip, onlarla cennette buluştursun. Fatıma Anamız, Hazreti Hasan ve Hazreti Hüseyin Efendilerimiz, bunlar cennet gençlerinin efendileri seyyidleri.. Fatıma Anamız da cennet hatunlarının efendisi, Hazreti Ali Efendimizle, diğer Hulefa-i Raşidin ile Aşere-i Mübeşşere ile cennetlik mübarek evliyaullah ile ya Rabbi bizi cennette buluştur. Ebubekr,i Sıddik, Ömerü-l Faruk, Osman-ı Zinnureyn, Aliyy-i Murtaza ve diğer mübarek büyüklerimizle cennette bizleri buluştur ya Rabbi! Bilütfike ve keremike ve bihürmeti ismikel - a'zam ve bi hürmeti nebiyyikel- ekrem ve inneke mucibud - deavat ve kadıl- hacat ve ekremül -ekremin ve erhamür-rahimin

El- Fatiha!

_________________
" Hayrlar Feth Olsun ; Şerler Def Olsun !.."


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: İrtihalinin 8. Yılında: Mahmud Es'ad COŞAN -Q-
MesajGönderilme zamanı: 09.12.09, 16:04 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 03.01.09, 23:16
Mesajlar: 123
Prof. Dr M. Es'ad Coşan hakkında Dr. Metin Erkaya'dan birkaç hatıra:

"Merhum M. Es'ad Coşan Hocaefendimiz'le tanışmamız 1973 yılında oldu. O zaman lise son sınıf öğrencisiydim. Bir yıl önce Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri'ni ziyaret edip, ders almıştım. Camide evvâbin namazı kılarken, Ankara İmam-hatip'te okuyan bir arkadaşla tanıştık. O da dersliymiş. Daha önceden M. Es'ad Coşan Hocaefendimiz'in evine gitmiş. Zannedersem Kurban Bayramıydı. O arkadaşla beraber Hocaefendimiz'in Ankara Kalaba'daki evine gittik. Askerden yeni gelmişlerdi. Bayramlaştık, tanıştık. O zaman Es'ad Ağabey diyorduk. 1973 Mayıs'ında Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri Ankara'ya gelmişlerdi. M. Es'ad Coşan Hocaefendimiz'in evinde kalıyorlardı. Her akşam bir evde sohbet oluyordu. Annem de ders almak istiyordu. Onun için M. Es'ad Coşan Hocaefendimiz'in evine gittik, orda Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri'nden ders aldık.

Yine aynı yıl üniversite giriş sınav sonuçları gelince, M. Es'ad Coşan Hocaefendimiz'in evine gittik. Gazetede 519 puan alan birisinin resmini yayınlamışlar. Benim 521 puan aldığımı öğrenince tebrik etti. İstanbul'da okumak istediğimi söyledim. "Madem bu kadar puan almışsın, tercih senin. İnşaallah hayırlı olur." dedi.

İstanbul Tıp Fakültesine başladım. İskenderpaşa Camii'nin avlusunda, yurt olarak kullanılan kısımda kalıyordum. Daha sonraki bir ziyaretimde, "Hocamız'ın yanı başında kalmak ne kadar güzel! Keşke ben de öğrenci olsam da, orada kalsam." dediler. 1975 yılının ilk günleriydi. Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri hacdan dönüşte Ankara'ya uğramışlardı. Kardeşimle birlikte M. Es'ad Coşan Hocaefendimiz'in evine gittik. Orda Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri'ni ziyaret ettik. O gün Zilhicce'nin son günüydü. Bize hurma, zemzem getirdiler. Biz içerken, Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri: "--Bugün senenin son günü... Oruç tutmak gerekiyordu, size söylemediler mi?" dedi. Biz de: "--Senenin ilk günü oruç tutulacağını biliyorduk ama, son günü tutulacağını bilmiyorduk." dedik.

1977 yılı baharıydı. Bir pazar günü, Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri hadis dersine M. Es'ad Coşan Hocaefendimiz'le beraber geldiler. Ders yaparken üzerinde oturdukları mindere M. Es'ad Coşan Hocaefendimiz'i oturttu: "--Bundan sonra dersi Es'ad yapacak!.." dedi. "Es'ad, bizim damattır, Ankara İlâhiyat Fakültesi'nde hocadır." dedi. Sonra, kendisi de yanına, yere oturdu. Beş-on dakika dinledikten sonra gitti. M. Es'ad Coşan Hocaefendimiz çok heyecanlıydı, tir tir titriyordu. O günden sonra, dersleri M. Es'ad Coşan Hocaefendimiz yapar oldu. Hafta sonları Ankara'dan geliyor, dersi yapıp dönüyordu.

1980 Martında Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri midesinden ameliyat oldu, Özel Vatan Hastanesi'nde yatıyordu. M. Es'ad Coşan Hocaefendimiz de yanında, hizmetinde bulunuyordu. O günlerde tıp fakültesinden yeni mezun olmuştum. Yeni mezun bir başka doktor arkadaşla beraber ziyaret için hastaneye gittik. M. Es'ad Coşan Hocaefendimiz bizi içeri aldı. O sırada Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri yatağında, sağ yanları üzere yatıyordu. Arkası bize dönüktü. Sol eli yorganın üzerindeydi. Serum takıldığı için yer yer şişlikler ve iğne yaraları vardı. M. Es'ad Coşan Hocaefendimiz: "--Baba! Metinler geldi, okulu bitirmişler..." diye seslendi. Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri bize doğru döndü. Yanına vardık, elini öptük. "--Vakıf Gureba Hastanesi'nde çalışsınlar, gariplere hizmet etsinler!" buyurdu. Biz o günlerde tayin için müracaat ettik, uğraştık. Hatta Turgut Özal bile devreye girdi ama, o günkü vakıflar yönetiminden tayin çıkartamadık.

* * *

Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri'nin vefat ettiği günlerde, M. Es'ad Coşan Hocaefendimiz çok üzgündü. İskenderpaşa'da hatimler okunuyor, dualar ediliyordu. Cemaat suskundu, kimse çok fazla konuşmuyordu. Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri'nden sonrası için genel bir açıklama yapılmamıştı. Sonradan öğrendiğimize göre, bazı ağabeyler tedbir olsun diye yeni durumu, yâni M. Es'ad Coşan Hocaefendimiz'in irşad görevini, gizlemeyi uygun görmüşler. Bu arada, "Efendi Hazretleri bir mektup bırakmış da, 40 gün sonra açılacakmış da..." gibilerden yanlış haberler yayılıyordu. Bu durum kısa süre de olsa, bir çoklarında şaşkınlığa yol açtı. Biz de yurtta, öğrenci arkadaşlarla oturup, bu vazifenin kime verilmiş olabileceğini müzakere ettik. İlim yönünden, güzel ahlâk yönünden, bütün cemaatin sevgisini kazanmış bir kimse olarak, irşad görevinin Es'ad Ağabeyimiz'e verilmiş olabileceğine karar verdik. Hem zâten hadis derslerini yapsın diye, Efendi Hazretleri bizzat elinden tutarak kürsüye oturtmamış mıydı!.. Fakat maalesef, 40. günü Ankara'da Hacıbayram Camii'nde yapılan hatim duasına kadar, bu konuda sağlıklı bir bilgi edinemedik. O gün hatim duasından sonra, herkesin elini öpüp biat etmesiyle, M. Es'ad Coşan Hocaefendimiz'in irşad vazifesi ilân edilmiş oldu.

O günlerde, Ankara'da Hakyol Vakfı'nın yönetim kurulu toplantısı olduğu bir gün, bazı arkadaşlar Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri'nden sonra irşad görevini kimin yürüteceğini M. Es'ad Coşan Hocaefendimiz'e sormuşlar. O da Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri'nin sağlığında, "Evlâdım, bu vazifeyi benden sonra sen yaparsın!" dediğini; "Efendim, ben aciz bir kimseyim, nasıl yapacağım?" deyince de, "Sana yardım ederler." buyurduğunu anlatmış. Sonra, "Profesörlüğünü tamamla! Anadolu'ya seyahata çık! Büyük bir mânî olmadıkça, İskenderpaşa Camii'ni terketme!" dediğini nakletmiş.

Askerlik dolayısıyla ancak 4 Ocak 1981 günü İstanbul'a gidebildim. Sabah namazına İskenderpaşa'ya yetiştim. Cami dopdoluydu. Cemaatte bir canlılık vardı. Caminin içinde, sağ tarafta, müezzin mahfelinde sarıklı, krem renkli cübbeli, siyah sakallı, heybetli bir zât-ı muhterem oturuyordu. Eski Es'ad Ağabeyimiz'den çok farklıydı. Dua kitabından okudular. Sonra, hatm-i hâcegân yaptırdılar, dua ettiler. İşrak namazı kılındı. Cami çıkışında elini öptük, bağlılıklarımızı arzettik. İkindi hadis dersi çok kalabalıktı. Cemaat caminin avlusunu doldurmuş, caddeye taşmıştı. Namaz kılınırken, bir kısım cemaat ayakta kalmıştı. Hadis dersinden sonra cami avlusu bayram yeri gibiydi. Herkes birbiriyle musafaha ediyordu. Uzak yerlerden gelenler dostlarıyla, arkadaşlarıyla hasret gideriyorlardı. Ders alacak arkadaşlar caminin arka kısmındaki misafirhaneye götürülüyordu. Herkes coşkulu ve ümit doluydu. Hocaefendimiz camiden çıkarken yol açıldı. El öpmek için yine sıraya girildi. Sorunları olanlar yine fısıldaştılar. Her şey Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri'nin Rh.A zamanındaki gibiydi.

* * *

M. Es'ad Coşan Hocaefendimiz Ankara'da oturuyor, hafta sonlarını İstanbul'da geçiriyordu. Bir taraftan Ankara İlâhiyat Fakültesi'nde hocalık yapıyor, bir taraftan da cemaatin meseleleriyle ilgileniyordu. Önce evinin yakınındaki bir camide Râmûzül-Ehàdîs sohbetlerine başladı. Sonra Özelif Camii'ne alındı. Zaman zaman sohbetler evlerde devam ettirildi. Bazen cumartesi günleri yaptılar, bazen perşembe akşamları yaptılar. Özelif Camii'nde yapılan sohbetler çok ilgi görüyordu. Kırıkkale'den, Konya'dan, Yozgat'tan, Anadolu'nun çeşitli illerinden otobüslerle sohbet dinlemeye geliyorlardı. Caminin üst katı, alt katı, çevresi cemaatle dolup taşıyordu. Biz de Sincan'dan gruplar halinde, düzenli olarak sohbet dinlemeye gidiyorduk.

1982 yılının Haziran ayıydı. Sincan'da, muayenehane açmak için hazırlıklar yapıyordum. O günlerde Hocaefendimiz, adresini herkesin bilmediği bir evde profesörlük için hazırlanıyormuş. Kendisiyle görüşüp, açılışa davet etme imkânı bulamadım. 22 Haziran salı günü, Ramazandan bir gün önce açılışı yaptık. 25 Haziran 1982 Cuma günü, bir iftar için Sincan'a geldiler. Teravih namazını, o zaman Mehmed Ali Torlak'ın görev yaptığı A. Andiçen Camii'nde kıldık. Namazı M. Ali Torlak kıldırdı. Kısa sureler okudu ama, yavaş kıldırdı. Hocaefendimiz çok beğendiğini söyledi. Namazdan sonra çekine çekine, Hocaefendimiz'i muayenehaneme davet ettim. Teşrif ettiler. Karpuz ikram ettik. "Metin, bizi açılışa davet etseydin, gelirdik. Belki bir dua eden olurdu, biz de amin derdik." buyurdular. Ben de kendisine ulaşamadığımızı söyledim. Ellerini kaldırıp dua ettiler.

1982 yılının ekim ayıydı. Hocaefendimiz de katılabilsin diye, 31 Ekim cumartesi günü düğün yapmayı düşünüyordum. Bir perşembe akşamı sohbetten sonra kendisine arzettim. "Benim bildiğim, düğün ya perşembe günü olur, ya pazar günü olur! Nerden aklınıza geldi cumartesi günü düğün yapmak?" buyurdu. O gün Ankara dışında olacaklarını, başka bir zamanda olursa gelebileceklerini söylediler. Düğünü 28 Ekim perşembe gününe aldık. O gün öğleye doğru Vâlide Hanımla birlikte Sincan'daki evimize geldiler. Elinde bir de hediye paketi vardı. Bir takım Tasavvufî Ahlâk, 6 tane çay bardağı ve çay tabağı'nı hediye olarak getirmişler. O sırada babamlar gelin almaya gitmişlerdi. Biz üst katta oturup sohbet ederken, bir ara dışarıdan sesler geldi. Gelin getirilmişti. Hocaefendimiz bana doğru eğildi, yavaşça, "Eğer senin aşağıda bulunman gerekiyorsa, gidebilirsin!" dedi. Ben de, bizim adetlerimize göre damadın gelini karşılamaya gitmediğini söyledim. Öğleden sonra yemek yendi. Yemekten sonra gelen cemaate biraz sohbet ettiler. Nikâh kıyacakları zaman, benden kâğıt kalem istediler. Osmanlıca olarak nikâh metnini yazdılar. Mehir miktarını ve kimleri şahit olarak yazacağımızı sordular. Sonra nikâhı kıydılar, dua ettiler. Müsaade isteyip gittiler.

O yıllarda, kardeşim H. Ali ile beraber Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri'nin sohbetlerini yazıya geçiriyorduk. Bir kısmını daktilo edip Hocaefendimiz'e arz ettik. Çok hoşlarına gitmiş. Daha sonra 1983 Eylülünde İslâm dergisi yayınlanmaya başlayınca, o yazıların dergide yayınlanmasını arzu etmişler. M. Ali Torlak söyleyince, bir nüsha da dergiye gönderdik. Her ay derginin arka sayfalarında düzenli olarak yayınlandı. Daha sonra 1990 yılında, eksik sohbetleri de tamamlayıp kitap haline getirdik. "Özel Sohbetler" adı altında Vefa Yayıncılık tarafından neşredildi. Bu çalışmamız da Hocaefendimiz'in iltifatına mazhar oldu. Pek çok toplulukta, bizim bu çalışmamızdan övgüyle bahsettiler.

İslâm dergisi 1983 Eylülünde yayınlanmaya başladı. Hocaefendimiz'in başyazıları, derginin dosya konuları, kapak tasarımı, sayfa düzeni derginin kısa zamanda geniş kitleler tarafından benimsenmesine yol açtı. Tirajı yüzbini geçti. O günlerde dergide çalışan arkadaşlar, Hocaefendimiz'in her yayınkurulu toplantısına katıldığını, herkese söz hakkı tanıdığını, istişareye göre dergi konularının belirlendiğini anlatırlardı. Bu durum dergide çalışan ve yayın kuruluna katılanlar için çok yetiştirici oldu. Kısa zamanda uzman dergiciler haline geldiler. 1985 Nisanında kadın ve Aile, 1985 Mayısında da İlim ve Sanat dergileri yayınlanmağa başladı. Hocaefendimiz her dergiye başyazı yazıyordu ve dergilerin muhtevasıyla bizzat ilgileniyordu. Bu dergiler cemaatimiz için çok önemli bir eğitim aracı olduğu gibi, diğer cemaatlere de örnek oldu. Bir zaman sonra İslâmî dergilerin sayısı otuzu aştı.

1984 yılında bir arkadaşımızın bazı problemleri vardı. Hocaefendimiz'e arz etmek için İlâhiyat Fakültesi'ne gittik. Biraz sonra dersi varmış, bizi de dersine kabul etti. Tahtaya Fuzûlî'nin bir beytini aslî şekliyle, Arap harfleriyle yazdı. Yazısı çok güzeldi. Veznini gösterdi, anlamını izah etti. Fuzûlî kendisini taklid etmek isteyenlere şöyle söylüyordu:

Müddeî eyler bana taklîd nazm ü nesirde, Lîk nâ-merbut elfâz u mükedder zâtı var; Pehlivanlar bâd-pâlar segridende her yana, Tıfl hem cevlân eder ammâ ağacdan àtı var.

Ders bittikten sonra, bizi odasına aldı. Bize uzun bir süre vakit ayırdı. Sonra arabasıyla bizi okuldan tren istasyonuna kadar götürdü.

Yine 1984 yılında, zannedersem yıl sonuna doğruydu. Bir akşam Sincan'dan birkaç kişiyle Hocaefendimiz'in evine ziyarete gittik. Evde Vâlide Hanım yokmuş, bizzat kendisi hizmet etti. Çay yaptı, bir şeyler ikram etti. Birkaç gün sonra Avustralya'ya gidecekmiş (ilk gidişi), ondan bahsetti. Avustralyalılar bir kanguru derisini terbiye edip seccade yapmışlar, Hocaefendimiz'e getirmişler, onu gösterdi. Deve tüyü rengindeydi ve yere serdiğimiz zaman Kıbrıs haritasına benziyordu. Herkesin soracağı meseleler vardı, sordular. Ben de, kıyametle ilgili bir soru sordum. "Efendim, son günlerde hadis derslerinde kıyamet alâmetleri anlatıldı. Bu hususta nasıl bir düşünce içinde olalım?" dedim. Cibrîl hadisinden başlayıp, bu konudaki bir sürü hadis-i şerifleri anlattıktan sonra, işi "İnsan öldü mü kıyameti kopmuştur." noktasına getirdi. "Bu Mehdicilik akımını hiç sevmiyorum. Bunun ardında, ÔMâdem Mehdi çıkacak, şeyhe ne lüzum var?' fikri yatıyor. Bir insanı şeyhi kabul etmezse, Mehdi de kabul etmez!" buyurdu. "Hocamız vefat ettiği zaman, birisi demiş ki, ÔAcaba kutupluk Hocamız'dan filân efendiye mi geçti?' demiş. Eğer ona geçseydi, ona tabi olmak gerekirdi. Şimdi o efendi öldü, kutupluk nereye gitti?.." dedi.

1986 Ramazanında umrede bulunuyorlardı, Harem-i Şerif'te i'tikâfa girmişler. İkinci katta bulunuyorlarmış. Suudi Arabistan'da okuyan bir arkadaşımız da i'tikâfa girmiş, o anlattı. Zaman zaman Hocaefendimiz'le beraber iftar etmişler. Bir seferinde Hocaefendimiz'e bazı ağabeylerden, yardımcı olmadıklarından yakınmış. O zaman Hocaefendimiz şöyle buyurmuş: "--Ben etrafımdaki insanların ne olduğunu bilmez değilim. Herkese lâyık olduğu şekilde davransam, kimse kalmaz. Hacı Bayram-ı Velî'nin birbuçuk müridi varmış, bizim de biraz gencimiz var. Böyle kimselerden Hocamız (Rh.A) de çok sıkılırdı. Bana kaç kez söylemiştir: ÔEs'ad, sen bu işleri yürüt de, ben Bursada'ki evime çekileyim, eserlerimle meşgul olayım!' demiştir." buyurmuş.

1986 Haziranında hac yemeğimiz vardı, Hocaefendimiz de teşrif ettiler. Köyde, içinden sular kaynayan güzel bir meyva bahçemiz var, program orda yapıldı. Kiraz ağaçlarının meyvalı dalları yerlere kadar uzanıyordu. Hocaefendimiz'in çok hoşuna gitti. Yemekten sonra namazlar kılındı, zikirler yapıldı. Ahmed isimli bir ilâhiyatçı arkadaşımız ilâhiler söyledi. "Buyruğun tut Rahmân'ın, tevhide gel tevhide..." derken, baktım Hocaefendimiz'in gözlerinden yaşlar dökülüyordu. Çok duygulandılar. İlâhîler bittikten sonra; "Metin, bir kasete Ahmed bu ilâhîleri okusun da, bana getir!" buyurdular.

Sohbet esnasında, misafirlerden bir hoca arkadaş sordu: "Efendim bu müslümanlar nasıl birleşecek?" dedi. Hocaefendimiz de şöyle cevap verdi:

"--Birleşme eğitim yoluyla olur. Herkes İslâm'ı çok güzel öğrenirse, aradan ayrılıklar kalkar. Eğitim iki türlü; örgün eğitim, yaygın eğitim... Örgün eğitim; ilkokul, ortaokul, lise, üniversite... Uzun zaman alıcı ve masraflı bir eğitim. Yaygın eğitim televizyon, radyo, gazete ve dergilerle oluyor. Daha kısa sürede, güzel sonuçlar alınıyor. Biz onun için dergiler çıkartıyoruz. Erkeklere, kadınlara, çocuklara en güzel eğitimi vermek istiyoruz." buyurdular.

Sonra Hocaefendimiz, o yıl Ramazan'da, Suudi Arabistan'da hilâli gözlediklerini, hilâl görülmediği halde Suudluların iki gün önce bayram yaptıklarını anlattılar. Orada okuyan onbeş kadar arkadaşla gözlem yapmışlar, ay görülmemiş. Ama bazı kimseler, "Acaba filan dağdan görüldü mü?" diyorlarmış. Hocaefendimiz, "Bu ay saklanbaç mı oynuyor, kimisine görünüyor, kimisine görünmüyor; öyle şey mi olur?" buyurdu. Suudluların gözleme göre değil de, başka bir hesaba göre hareket ettiklerini anlattı. Bu konuyu Hocaefendimiz İslâm dergisinde de yazdı. İlim ve Sanat dergisinde bilim adamları makaleler yazdı. Fakat Avrupa'dan bazı müslümanlar bunu anlayamadılar, Hocaefendimiz'i Diyanetçilikle suçladılar. İslâm dergisine tavır koydular, abonelikleri iptal ettirdiler.

* * * 1987'de Hocaefendimiz emekliye ayrıldı, Sapanca'ya yerleşti. Sapanca'da da evinin yakınındaki bir camide haftalık hadis sohbetlerine başladı. Muhtàrul-Ehàdîs isimli hadis kitabından ders yapıyordu. Hafta sonları yine İstanbul'da oluyordu. Her ayın ilk haftası Ankara'ya geliyorlar ve perşembe günü Özelif Camii'nde hadis dersi yapıyorlardı. Diğer haftalarda Bursa'da, İzmir'de, Antalya'da oluyorlardı ve müsait bir camide hadis dersi yapıyorlardı. Diğer günler, ziyaretçi kabul ediyorlar, gelenlerin problemlerini dinliyorlar, yardımcı oluyorlardı. Hemen her akşam bir evde sohbet oluyordu. Çok zaman Râmûzül-Ehàdis kitabını ev sahibine açtırır, neresi denk gelmişse oradan birkaç hadis okuyup izah ederlerdi.

Sohbetleri bir saatten uzun olmazdı. Cemaat daha ilgiyle dinlerken keserdi. Sohbet esnasında sık sık örnekler verirdi. Örneklerle anlatılan şeylerin daha iyi hatırda kaldığını söylerdi. Yeri gelince beyitler okurdu. Çok zaman Farsça beyitler okuyup, anlamını söylerdi. Sohbetlerden sonra hatm-i hàcegân yaptırır ve dua ederdi. Sohbet esnasında gündemle ilgili açıklamalar yapar, aktüel meselelere temas ederdi. Onun için, sohbeti dinleyen herkes, haz duyardı. Okumuş okumamış, aydın cahil, şehirli köylü, kadın erkek, büyük küçük herkes istifade ederdi. Çok zaman, dinleyenlerin gönlünden geçen sorular birer birer açıklanırdı. Bu durum kendisine sorulduğu zaman, "Bunu benden bilmeyin, Cenâb-ı Hakk'ın bir ikramı." buyurmuştu. Cami sohbetlerinde problemi olanlar küçük kâğıtlara yazarak kürsüye iletirlerdi. Hocaefendimiz vakit müsaitse, hepsine cevap vermeye çalışırdı. Güncel Meseleler isimli kitaplar, bu cevapların yazıya geçirilmesiyle hazırlandı.

1987 yılında, Ankara'ya gelmişlerdi. Bir sabah bir arkadaşımızın evinde Hocaefendimiz'le birlikte kahvaltı ettik. Vakfın Ankara şubesi yönetimindeki arkadaşlar da vardı. Hocaefendimiz vakfımıza alternatif olsun diye yapılan çalışmalardan bahsetti. Bazı siyasîlerin vefasızlık ettiklerini, hizmetlerimize tavır koyduklarını söyledi. "Halbuki bizim elemanlarımızı kullanıyorlar." dedi. "Bundan sonra vakıfta hizmet eden kardeşlerimiz partide görev almasın!" buyurdu. Daha sonra, Ajans Türk Matbaasını ziyaret ettiler. Biz de yanında idik. Matbaa sahibi yaşlı bir kimseydi, Hocaefendimiz'e çok hürmet etti. Hanımı Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri'nden dersli imiş. Hocaefendimiz ona sordu: "--Biz dergileri filanca matbaada bastırıyoruz. ÔHer baskıda kâğıdın %20'si, %22'si fire veriyor, deneme baskısı esnasında zayi oluyor.' diyorlar; ne dersiniz?" dedi. "--Bu çok fazla bir miktar. Mutlaka işin içinde bir hile var, yolsuzluk var! En fazla %8 fire olur. Başına adam koyun, takip edin!" dedi. Hocaefendimiz: "--Biz bir matbaa kursak da, dergileri kendi matbaamızda bassak diyoruz, ne dersiniz?" dedi. "--Matbaa makinaları çok kısa zamanda demode oluyor. Sonra, işçiyle uğraşmak çok büyük dert... En iyisi siz matbaayı değiştirin, başka bir matbaada daha ucuza bastırabilirsiniz." dedi.

25 Aralık 1987 de bir oğlum oldu. Hocaefendimiz Almanya'da bulunuyordu. Münih'te bir ağabeyin evinde kalıyormuş. 8 Ocak 1988 günü isim sormak için aradım. Öbür çocukların ismini sordular; söyledim. "Bunun ismi de Abdüllatif olsun! İnşaallah Türkiye'ye dönünce görmeğe geliriz." buyurdular. Sonra, "Ankara'da ne var, ne yok?" diye sordular. Yapılan çalışmalardan bahsettim. "Her hafta samîmî arkadaşlarla toplanın, meseleleri müzakere edin! Aranıza samîmî olmayanları almayın!" buyurdular.

1988 Yılı Şubat ayının ilk günleriydi. Bir salı akşamı Hocaefendimiz Ankara'ya gelmişler. Fakat ertesi sabah erkenden Sapanca'ya geri dönmüşler. Durumu Ali Uyarel Bey'den öğrenince çok üzüldük. O akşam onun evinde toplandık. Dönüş sebebini Ali Bey şöyle anlattı: Salı sabahı Hocaefendimiz İstanbul'dan ayrılmadan önce, İslâm ve Kadın Aile dergilerinin yazı işleri müdürleri Hocaefendimiz'in yanına gelmişler, dergilerin yeni sayıları hakkında tekmil vermişler. Hocaefendimiz saat 10.00 gibi İstanbul'dan ayrılmış. Yolda Sapanca'ya uğrayıp Ankara'ya doğru hareket etmişler. Dergilerin yazı işleri müdürleri dergiye geldikten sonra, saat 13.00 civarında Ankara'dan birisiyle telefon görüşmesi yapmışlar. Görüşmeden sonra, dergilerde çalışan ondört kişi, topluca genel müdür Mefail Bey'e istifa dilekçelerini vermişler. Toptan işi terketmişler. Akşam Hocaefendimiz Ankara'ya geldikten sonra saat 21.00 civarında Mefail Bey telefonla aramış, durumu bildirmiş. Onun üzerine Hocaefendimiz Mefail bey'e Ankara'ya gelmesini söylemiş. Mefail Bey uçakla gece 24.00 civarında Ankara'ya gelmiş. Olayın teferruatını Hocaefendimiz'e arzetmiş. Onun üzerine Hocaefendimiz gece geri dönmek istemiş. Bu işin gizli planlayıcılarını görmek istememiş. Kızının ısrarıyla kalmış, sabah namazından sonra Sapanca'ya hareket etmiş.

O hafta sonunda Cumartesi günü Sapanca'ya gittim. Camideki sohbetten sonra evinde ziyaret ettik. "Biz Ankara'da size de uğrayacaktık ama, dergide bazı problemler çıktı, bir kısım elemanlar, bizi zor durumda bırakmak için istifa ettiler. O yüzden geri dönmek zorunda kaldık. İnşaallah başka bir gelişimizde uğrarız." buyurdu. "Konya Lezzet Lokantası'nın sahibine, ÔBaşarınızı neye borçlusunuz?' diye sormuşlar. ÔAşçılardan birisi kafası bozulup işi bırakınca, kollarımı sıvıyorum, hemen mutfağa giriyorum. Hizmet aksamıyor.' demiş. Bizim de yayıncılık işini öğrenmemiz gerekiyor." dedi. Çocuk yedi aylık olmuştu. Demek ki 1988'in Ağustosun ilk günleriydi. Hocaefendimiz Ankara'ya gelmişti. Ali Bey, Hocaefendimiz'in bize geleceğini haber verdi. Çok mutlu olduk. Geldiklerinde çocuk kanapenin üzerinde yatıyordu. "Latîf... Latîf..." diye sevdiler. Hediye olarak, üzerinde şemsiye motifleri bulunan bir çocuk nevresim takımı getirmişlerdi.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: İrtihalinin 8. Yılında: Mahmud Es'ad COŞAN -Q-
MesajGönderilme zamanı: 09.12.09, 16:06 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 03.01.09, 23:16
Mesajlar: 123
Alıntı:
Bir Nakşibendi alem seyyid ömür sürerken,
Eyvah ecel erişti ayrıldı ruh bedenden,
Alim idi Kerîm hem râm oldu ırcıîye,
Ağlaştı cümle ihvan matem giyindi her şen,
Almıştı Şeyhi Zahit Kotku Efendiden feyz,
Ol Mürşid-i Kemal hem ol ruh-i pak-ı rûşen,
Cevamiu’l-kelim-u saib kıran-ı devran,
Evrad idi Sinânı ezkarı idi cevşen,
Tarihde bir gider firdevs içre böyle bülbül,
Olur Makam-ı Mahmud Es’ad Coşan’a gülşen.

Mustafa Kara


***


Mahmud Es'ad COŞAN ile Anılar

Dr. Abdüllatif DUYGULU

Son cuma sohbeti (2 Şubat 2001), sanki Hocaefendimiz' in veda konuşmasıydı.
"Esas hayır ahiret hayrı, esas hayat ahiret hayatı..." diye, birinci hadisi şerifi izah ederken, yakında vefat edeceklerini işaret etmişler. Sonradan anladık.

İkinci hadis-i şerifte, Peygamber SAS'in Hazret-i Ali'ye duasını izah ederken;
(Allàhümme) "Ey benim Allahım, Rabbim, Mevlâm! (Einhu) Ona yardım eyle, (ve ein bihî) ve onunla yardım sağla." Kime?.. Müslümanlara, İslâm'a. Yâni ona, kendisine bizzat yardımcı ol; hem de onun vasıtasıyla İslâm'a yardım eyle. (Verhamhu) "Ona rahmetinle, merhametinle muamele eyle, (verham bihî) ve onun
vasıtasıyla İslâm'a ve müslümanlara rahmeyle, merhamet eyle... (Vensurhu) Ve ona yardım eyle yâ Rabbi; (vensur bihî) ve onun vasıtasıyla, onun çalışmalarıyla İslâm'a ve müslümanlara yardım eyle yâ Rabbi, nusret ver yâ Rabbi!..

(Allàhümme vâli men vâlâhu) Yâ Rabbi onu sevenleri sen de sev; (ve àdi men àdâhu) onunla adavet edenlere, düşmanlık edenlere de sen düşmanlık eyle yâ Rabbi!.." derken, şimdi anlıyoruz ki, kendi halefleri olan, oğlu Nureddin Bey'e dua etmişler.

Üçüncü hadis-i şerifte, Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin'den bahsederken, sanki kendi torunlarını emanet ettiler.

Her zaman sohbetlerini, "Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!" diye bitirirken, bu sefer "El-Fâtihah!" diyerek bitirdiler. Kaseti çözdüğümüz zaman, bu durum dikkatimizi çekti ama, bu sohbetin son sohbetleri olduğunu düşünemedik.

* * *
Almanya'dan bir arkadaşımız anlattı:
2 Şubat 2001 Cuma günü merhum Hocaefendimiz' i aradım. Almanya'daki çalışmalarımızla ilgili bazı meseleleri kendilerine arz etmeye başladım.
Konuşma biraz uzayınca;
"--Efendim, anlatacağım çok şey var, isterseniz yazayım, faksla size bildireyim!" dedim.
"--Ne anlatacaksan şimdi anlat! Yakında ben uzun bir yolculuğa çıkacağım. O zaman başka bir telefon numarasını aramak zorunda kalırsın." buyurdular.
Uzun bir yolculuk deyince, ben hacca gitmek gibi bir şeyler düşünmüştüm. Vefat edeceklerini ifade ettiklerini şimdi anlıyorum.

* * *
Avustralya'dan bir arkadaş nakletti:
Merhum Hocaefendimiz, vefatından iki gün önce, cami açılışına gitmek üzere evden çıkarken, Vâlide Hanıma demiş ki:
"--Bugün rüyamda Rasûlüllah Efendimiz'i gördüm, beni çağırdı. Düşündüm, yaşım 63... Bu cami açılışını ya yaparım, ya yapamam... Hakkını helâl et!" demiş.
Yâni o yolculukta vefat edeceğini haber vermiş.

* * *
1998 Yılı Temmuzunda beraber umre yapmak nasib oldu. Medine'ye gitmeleri gerektiği için, erken Mekke'den erken ayrıldılar. Otel çıkışında bütün umrecilerle tek tek vedalaştılar. Çok duygulandılar, gözleri doldu. Arabaya binerken cemaate döndü, "Size hiç doyamadım!" dedi.
Biz de Hocaefendimiz' e hiç doyamadık.

Allah-u Teàlâ Hazretleri derecâtını ulyâ eyleyip, himmetlerini üzerimizden eksik etmesin...
Gösterdiği yolda yürümeye bizleri muvaffak eylesin...


* * *

Bir arkadaşımız anlattı:
Son umrede, merhum Hocaefendimiz, babası Mustafa Necâti Amca ile vedalaşırken, üç defa kucaklaşmışlar, çok duygulu imişler. Orada bulunanlar;
"--Herhalde Necati Amca'nın vefatı yakın..." diye düşünmüşler.
Meğer Hocaefendimiz' in vefatı yakınmış.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Mahmud Es'ad COŞAN
MesajGönderilme zamanı: 09.12.09, 17:51 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Moderator
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 14.12.08, 22:59
Mesajlar: 666
Allah şefaatlerine nail eylesin.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Mahmud Es'ad COŞAN
MesajGönderilme zamanı: 09.12.09, 20:27 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Moderator
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 26.12.08, 08:19
Mesajlar: 583
amin.

Fırsat buldukça akra radyodan sohbetlerini takip ediyorum. Gayet hoş,her seviyeden insana hitab eden bir üslubu var.

Rabbim mekanını cennet etsin...
O'nun gibi büyüklerimizi ümmetin başından eksik etmesin.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Prof.Dr. Mahmud Es'ad COŞAN (k.s.)
MesajGönderilme zamanı: 03.03.11, 16:38 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 03.01.09, 23:16
Mesajlar: 123
Tüm Dost ve İhvana Çok Ciddi İhtar

Prof.Dr. Mahmud Es'ad COŞAN (k.s.)

İSLAM Dergisi/BAŞYAZI

Haziran 1998

İyi, güzel, yapıcı, faydalı, ciddi bir dergi (ve gazete) hazırlamak, neşretmek, hele yayın hayatını uzun yıllar devam ettirmek hiç de kolay bir iş değildir sevgili okuyucular.

Karşımızdaki rakip, hasım güçler, biz müslümanların böyle bir şeyi başaramayacağını sanıyorlardı; çünkü daha önce çıkan İslâmî dergiler (ve gazeteler) hep bir iki yıl içinde kapanıyor, yayınını kesiyordu; kâğıt, baskı, renk, iç düzen, yazıların bilimsel değeri yönünden de eksiklikleri vardı; yüksek seviyeli, alımlı dergi (ve gazete) çıkarmak, hasım güçlerin inhisar ve tekelinde gibiydi.

Halbuki basın ve yayın, İslâm dini bakımından çok büyük önem taşıyordu; çok güçlü bir eğitim, öğretim, etki ve yönlendirme aleti ve aracı idi. Suskun ve küskün halka ulaşmak, onun hissiyatına tercüman olmak, dertlerine çare aramak, haklı istek ve davalarında onları desteklemek lâzımdı. Çünkü okumuş, Batılılaşmış, halktan, öz tarihinden, millî ve dinî ülkülerinden, inanç, örf ve âdetlerinden kopmuş aydınlar, yazarlar, düşünürler, milleti yanıltıyor, yanlış yönlere çekmeye çalışıyorlardı.

Çağın insanı buhran ve bunalımda, kurtuluş ve çare de İslâm’da olduğu için; camiye gelemeyen, dinî eğitim alamayan geniş kitlelere hidayet yolunu göstermek, hakkı ve hayrı tebliğ etmek maksadıyla çalışmak en mühim dinî görev ve ödev idi.

Biz bu sebeplerle yayın hayatına atıldık; Allahu Teâlâ’nın büyük lütuflarıyla işi başardık; dosttan düşmandan takdir aldık, yayınımızı binbir güçlükle mücadele ede ede sürdürdük. Nice müslüman zümre ve camialara, yurt içi ve yurt dışına da önder ve örnek olduk. Sözü sayılan, sevilen, dinlenen, hatırlı, itibarlı saygın bir topluluk hâline geldik. Pek çok dost kazandık, ilgi çektik, etkili (ve inşaallah), faydalı olduk.

Bir dergi ile başladık, ikiye, üçe, dörde, beşe çıktık. Hepsi güzel, hepsi mükemmel, hepsi sahasında önder ve rehber dergiler... Üzerimize yurt içi ve yurt dışında incelemeler, bilimsel toplantılar, seminerler, sempozyumlar yapıldı, yazılar, makaleler, raporlar, kitaplar yazıldı.
Dergiden gazeteye geçtik, halkımıza daha yakın olalım, onunla daha sık, her gün, her sabah buluşalım diye... Radyo kurduk, yayınlarının başarısından ödüller aldık, teşekkürler, teveccühler kazandık.
Radyodan televizyona geçtik... Ama bunlar çok ağır masraflı, çok pahalı hizmetler... Malî gücümüz yetmediği için zorlanıyoruz, duraklıyoruz. Lütfen bizi var gücünüzle destekleyiniz ki daha ilerilere gidelim, daha yükseklere çıkalım.

Çünkü mânevî işaretler alıyoruz, mânen destekleniyor ve teşvik olunuyoruz; bunlardan anlıyoruz ki yolumuz doğru, yönümüz doğru, hizmetimiz rızâ-yı Bârî’ye uygun. Bu çok önemli, çok gerekli, çok ecirli, çok sevaplı işten siz de desteklerinizle hissenizi alınız. Uzak ve geri durmayınız ki mânen sorumlu olmayasınız. Lakaytlık, vurdumduymazlık, hamiyetsizlik, tembellik, cimrilik, bahillik, pintilik, hissizlik, ülküsüzlük, amaçsızlık, bencillik, nefse kulluk, şeytana aldanmak, dünya zevklerine takılmak, rehavet, cehalet size yakışmaz.

Zaman malla, canla, başla olanca gücüyle her yönden cihad zamanıdır. Ümmetin gafletinden, dünyada binlerce müslüman büyük zararlara uğruyor; sakınılan paralar, mallar, canlar, evler, barklar, yerler, yurtlar, ırzlar, namuslar, haysiyetler, hürriyetler elden gidiyor.

http://www.iskenderpasa.com/CBD37CBC-BF ... 97608.aspx


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 7 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 1 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye