OnuncuBölüm
ÜÇÜNCÜ SEYAHAT
Tarikat yolculuğumun kolay günleri, çocukluğun bal tadındaki günleri gibi, çabucak bitiverdi. Yol boyunca aldığım dersler, mevsimlerin gelip geçişi gibi geldi geçtiler. Birders başlangıçta ne kadar karşımaşık ya da zorlayıcı görünürse görünsün, ders günlerim, eninde sonunda, yerini tek başıma oturup gözlerimi kendi içime çevirdiğim gecelere bırakıyordu. Tekke'nin patika yolunun iki yanında yamacı boydan boya saran leylakların kokusunu emergibi, dersleri de emiyordum. Bir kış boyu süren uzun bekleyişi tatlandıran, ama baharın gelişiyle çabucak uçup giden bir rayihaydı bu emdiğim. Atmosferi ve kalbimi aniden dolduruveren, bir o kadar çabucak yitip giden, öylesine tatlı, öylesine nefis ve leziz bir kokuydu. Gene, eskiden olduğu gibi, Şeyh ile temas kuramadığım haftalar uzadıkça uzuyor, Aylara dönüşüyordu. Geçen kışın başlarında başka bir şehre taşınmıştı. O gittikten sonra derin bir sessizliğe düştüm... Dünyevî işlerimin gürültüsü dışında hiçbir ses duyamadım, alabildiğine suskun günler geçirdim. Şeyhin her gelişiyle, daldığım okyanusların derinliklerinden başımı kaldırıp suyüzüne çıkıyordum. Ondan ayrı olduğum için ne kadar acı çekersem çekeyim, onunla birlikte olmak gene de çok büyük bir haz kaynağımdı, tebessümün sıcaklığı ve o nazik bilgeliği günlük kaygılarımı bir kalemde siliveriyordu. Bu insanın muhabbet dolu kalbi, benim Hakikat'e doğru yönelmiş adımlarımın önünü aydınlatan Muhammed Aleyhissalâtü vesselâmın berrak nurunu yansıtan bir dolunaydı. Şeyh, tanışma yolculuğuna bir Cuma günü, soğuk ama berrak ve diriliş kokan bir Öğle sonrası çıktı. Ocak ayı başlarıydı, kışın en mutedil günlerinden birini yaşıyorduk. O günkü sohbetinde, Peygamber Aleyhissalâtü vesselâm ve ehl-i beyti sevmenin üzerinde durdu. Ayrıca, doğrudan doğruya, Ehad ve Samed olan Allah'a güvenmeksizin, yani tevekkül etmeksizin, mânen ilerleyemeyeceğimizi de söyledi. Yeni bir konu değildi bu, çünkü tevekkülden sık sık söz ederdi zaten, ama o gün biraz farklı konuşuyor gibi geldi. Tarikat'taki ilk günlerimde olduğu gibi, yeni bir kulakla dinledim anlattıklarını. Beni, her şeyden çok, ayrılırken söylediği ve bize öğretmeye çalıştıklarının püf noktasını veren sözler etkiledi. O gece bunları günceme kaydettim: "Şeyh bugün şehirden ayrıldı. Arabayı çalıştırmadan hemen önce, camı indirip şöyle seslendi bize: "Buraya kadar, Allah’ın izniyle sizinle ben ilgilendim. Şimdi sizi O'nun himayesine bırakıyorum. Tevekkülünüz yalnızca O'na olsun, Vekillerin En Güzeline." Bize selâmlar vererek vedalaştı, camın hâlâ açık, uzaklaşıverdi. Acılı bir ayrılıştı. Her müridin kalbi, sanki yeni evlenenlerin arabasının tamponuna takılı tenekeymiş gibi, onun ardısıra sürükölenip gitti. Şurası muhakkak ki, biz de o anda en az o teneke kadar boştuk ve içimizin boşluğunu haykırırcasına teneke gibi tıngırdıyorduk. Onun bize gene de yol göstereceğini ve zaman zaman göreceğimizi biliyorduk ama, bir şey daha biliyorduk ki, birşeyler artık eski bildiğimizden farklı olacaktı. Aylar hızla geçti ve biz nasılsa sabrettik, derken leylakların yeniden açıp solduğunu, Ramazan'ın yaklaştığını görünce kendi sabrıma kendim de şaştım. O yıl müridler büyük bir beklenti içindeydi, çünkü çok özel bir misafirimiz olacaktı. Başka bir ülkeden, aynı zamanda hafız olan muhterem bir Şeyh ve arif, Ramazan boyunca bizimle beraber olacaktı. Bu seçkin ziyaretçimizin benim tevekkül hakikatine erişmemde ne kadar merkezî rol oynayacağından haberim yoktu. Bir keresinde, Şeyh bana onun hakkında bilgi vermiş ve ne kadar yüksek mertebede olduğunu haber vermişti. Hatta, "Ben o insanın ayakkabılarını bağlamaya lâyık değilim," demişti. "Öylesine büyük sırlar taşıyan bir kalbin, Allah'a aşık olmaktan başka çaresi yoktur." Ramazan'dan bir buçuk hafta kadar önce, misafirimiz Şeyh Ahmed 'in geliş vakti gelip çattığında, onu başka iki dervişle birlikte havaalannda karşılama şerefine eriştim. Hâlinde aşikâr bir tevazu okunuyordu, hem alçakgönüllü, hem yapmacıksızdı. Üzerinde sade ama şık bir elbise vardı, gözleri sıcaklık ve şefkat havuzları gibiydi. Sarî bir tebessümü vardı, sakal ve bıyığı son derece düzgün ve ikisi de ağarmıştı. Eli tesbih çekmekle meşgul, kalbi muhabbet doluydu, öylesine ki görmek isteyen herkes bunu görebilirdi. Selâmladım ve getirdiğim gülü eline tutuşturdum. Selâmımı alıp, gülü kibarca kabul etti, sonra gülümseyerek bagajını almaya girişti. Dervişler bagajını aldılar, Tekke'ye gitmek üzere yola koyulduk. Tekke'ye vardığımızda, bütün müridleri misafirimizi karşılamak üzere bir araya toplanmış bulduk. Namaz kıldık, çay içtik, biraz konuştuk, sonra kendisine odasını gösterdik ve gece istirahat etmesi için yalnız bıraktık. Hafta içinde, bir geceliğine halvet etmek üzere Tekke'ye olan ziyaretimi yaptım. Halvet, sessizce dua etme, tefekküre dalma ve Allah’ın Esmasını düşünme vaktidir. O gece, müridlerden biri misafirŞeyhe bir akşam yemeği vermeyi planladığı için biraz erkence yola çıktım. Yemeği kaçırdığımı düşünerek, özür dilemek üzere uğramıştım ki, yemeğin daha ileri bir saate ertelendiğini öğrendim. Bunun üzerine Tekke'de beklemeye karar verdim. Patika yoldan yukarı yürüyüp binanın yanından saptım. Orada bir müridle dolaşan Şeyhi görünce hayretler içinde kaldım. Kendisini yeniden görmenin sevinci içinde, yanına koşup selâm verdim. Yüzümü öptü ve selâmımı aldı. Daha sonra, birlikte yürüdük ve yürürken yazdıklarıma dair bir çok soru sordu. Ramazan boyunca gelişecek olaylara çok dikkat etmemi tavsiye etti. Kendisine yemekten söz ettim ve yemeğe katılmak için Şeyh Ahmed'le birlikte Tekke'den ayrıldık. Hayli güzel bir vakit geçirdik, kalbim iyi dostlar ve iyi yemek sayesinde hafiflemişti. O gece ibadet ve zikir için Tekke'ye döndük. Şeyhlerin sevgi dolu muhabbetinden sonra, bir kısmımız ayrıldı, diğerleri ise tefekkür ve nafile gece ibadetleri için geride kaldı. Ertesi sabah birkaç mürid gene Şeyhimizi görmek için toplandık. Şeyh, misafirimiz Şeyh Ahmed'e karşı büyük bir muhabbet gösteriyordu, ikisinin tam bir ahenk içinde olduklarını anlamak için yüzlerine bir bakmak yeterliydi. O gün Şeyhin bize söylediklerinden hiçbirini hatırlamıyorum. Sadece onu görmekten ne kadar mutlu olduğumu ve vaktin ne kadar dar olduğunu hatırlıyorum. Uçağa yetişmek için telaşla bizden ayrıldı, bir kez daha kalplerimiz ardı sıra sürüklenerek, tepeden aşağı yola indi. Müridlerden biriyle bir arabaya bindi ve çok geçmeden gözden kayboldu. Ertesi geceTekke son derece sessizdi. Bir avuç mürid, yatsı namazı öncesi Şeyh Ahmed'le oturuyordu. Şeyh Ahmed müsaade rica edip kalktı ve bir-iki dakika sonra bir bavulla göründü. Gülümseyerek oturdu ve çevresine toplanmamızı işaret etti. Bavulu açarak içinden birkaç tane güzel hat sanatı örneği, birkaç olağandışı yüzük, güzel eşarplar, tesbihler ve nihayet kapaklarına çok ilginç hatlar basılmış bazı kitaplar çıkardı. Her birimize ve ayrıca hanımlarımıza birer armağan verdi. Bu arada, Şeyh Ahmed 'in İngilizce bilmediğini belirtmem gerek, ama yine de çok iyi bir iletişim kurmuştuk. Kur'an'dan aşina olduğumuz ortak kelimelerle ve ana dili Türkçe'den kaptığımız birkaç kelimeyle konuşuyorduk. Gerçi o gece aramızda iyi Türkçe konuşan kimse yoktu, ama müridlerden bazıları Türkçe'yi çok iyi anlayabiliyordu ve Şeyh Ahmed Efendi orada kaldığı sürece, aramızdaki mesajların Şeyh Ahmed 'in getirdiği kitaplar çok ilgimizi çekti; sufîlik ve tasavvuf üzerine yazılmış İngilizce pratik kitaplardı. Onun ziyareti sırasında bu kitaplardan hayli istifade ettik. Bir araya geldiğimizde, sık sık birimizden kitaptan okumasını isterdi. Kitaplar böylece paylaşıldı ve bizim için bir ders vesilesi oldular. Ancak, kitaplar, benim için bu paylaşmanın ötesinde, derin bir özel anlam da taşıyordu. Şeyh Ahmed, kitapları ilk çıkardığında incelemem için bana vermişti. Kitapların yazarının adını görünce nutkum tutulmuştu, çünkü bu ad, beş yıl önce, ilk OrtaDoğu seyahatim sırasında benimle dervişi vasıtasıyla temasa geçen Büyük Şeyhin adıydı. Üstelik, kitabı açtığımda, hemen de birinci sayfada BüyükŞeyhin ve Haleflerinden birinin, ŞeyhNûn'un koca bir fotoğrafıyla karşılaştım. O gece, misafirimiz dışında, bu zatlar hakkında bir şeyler bilen tek kişi bendim. Bu fotoğraf, yıllar önce tanıştığım GaripAdamın bana emanet ettiği fotoğrafın tıpatıp aynısıydı. Fotoğraf, hem görüşmemizin bir teyidi, hem âdeta gelecekte olacakları haber veren bir uyarı olmuştu. O GaripAdamla yıllarca mektuplaşmıştım ve bu fotoğraf çok yakın olduğum bir mürid dışında kimseye göstermemiştim. Heyecanla kendimden geçtim, kitapta resimlerini gördüğüm adamlar hakkında bildiklerimi anlatabilmek için mırıldandım, kekeledim. Anlayarak, ama hiç şaşırmaksızın, sadece baktı ve tebessüm etti. Ardından, bana Şeyh Nûn'un ertesi yıl Tekke'yi ziyaret edeceğini söyledi. Bunları söylediği sırada, Şeyh Ahmed'in yüzüne bakarken, içimde önemli bir dönüşümün tamamlanmakta olduğunu derin bir katiyyetle biliyordum. Üstelik, BüyükŞeyhin halefiyle karşılaşmanın bütünüyle yeni bir macera dizisinin sadece başlangıcına işaret edeceğini de biliyordum. Kitapların genel başlığı, MercyOceans'ti (RahmetDenizleri). Gerçekten de Rabb-i Rahimim bana her adımda, rahmetinin denizlerden daha engin, ölçülmez derinlikte, ve harikulade sırlarla dolu olduğunu gösteriyordu. BenTarikat gemisine sadece O'nun Rahmeti sayesinde binmiş ve meçhule doğru bir seyahate çıkmıştım. Artık bir tayfa olarak, derinlerden elinde bir inciyle çıkma umudunun terkisine atlamış, dalgalara binmiş gidiyordum, Allah 'a, bütün âlemlerin Rabbine hamdü senâlar olsun.
Şeyh Ahmed tâ başından beri kendini evindeymiş gibi hissediyordu. Kendini Allah Yoluna adadığı aşikârdı ve bu adanmışlık her halinden okunuyordu. Allah’ın Mescidinde nasıl davranılması gerektiği konusunda bizden çok daha hassastı. Ayrıca, manevî mertebelerimizin ve müşterek tekâmülümüzün de çok iyi farkndaydı. Bize, Şeyhimizce ve kendisince çok iyi belirlenmiş bir amaçla gelmiş olmalıydı ki, bizi murakabe edebileceği ve yolculuğumuzda elimizden tutabileceği programını hiç vakit kaybetmeden, ama incitmeden yürürlüğe koydu. Kaldığı sürece namazlara ve zikirlere imamlık etti, imamımız olarak oldukça rahattı. Şeyhimiz gibi, onun da çok az uyuduğunu farkettim. Sabah namazı için çok erkenden kalkar ve gecenin hayli geç saatlerinde, şafaktan yaklaşık bir saat önce, camiye gelirdi. Önce bir kaç rekat teheccüd namazı kılar, sonra, gökte ışıma emareleri görünene kadar mihrabın önünde oturur, sessizce zikrederdi. Bana özellikle tatlı gelen bu sabah zikirlerinin hemen peşinden Şeyh Ahmed ilahiler söylemeye başlardı, gün boyunca namazlar arasındaki vakitlere ise, Arapça dersleri koymuştu. Yanında Kura’n'a yeni başlayacaklar için küçük ama zorlu, herkese birer nüsha dağıtılacak şekilde çoğaltılmış ders kitapları getirmişti. Her öğrenci başta bir imtihandan geçirildi ve seviyesine göre ders almağa başladı. Hiç bilmeyenler elifbâ dersiyle, ortada olanlar bildikleri yerden başladı, ve harfleri tanıyan ve temel bir gramer bilgisi olanlar ise doğrudan Kur’an okumaya geçti. Şeyh Ahmed 'le yaptığımız bu dersler, aramızdaki iletişimin belkemiğini oluşturuyordu. O günleri her düşünüşümde, onu gözümde çok kesin bir tablo içine yerleştirerek hatırlarım. Namazda olmadığı zamanlar, genellikle, Tekke'nin muhabbet odasında otururdu. Yanında, ders almak için önüne oturduğumuzda kitaplarımızı koyduğumuz küçük bir rahle bulundururdu, ara sıra yoklama da yapardı. Halkadaki hiçbir derviş ya da mürid, ister mukim olsun ister misafir, bu derslerden kaçamazdı. Türkçe kesin anlamda 'hayır' anlamına gelen 'yok' kelimesi, müridlerin favori kelimesi olup çıkmıştı. Şeyh Ahmed, aramızda olmayıp dersi kaçıran birinin ismi üzerine çarpı işareti (X) koyarken, dil alışkanlığıyla söylerdi bu kelimeyi. Biz de, başka bir kadın ya da erkek müride derse gidip gitmediğini sorarken, şakacıktan aynı kelimeyi kullanırdık. Öyle ki, misafir Şeyhin bizden ayrılmasının üzerinden epey geçtikten sonra bile, ne vakit birisi "Yok!" dese, elimde olmadan gülümsemişimdir. Şeyh Ahmed, Ramazan boyunca, Kura’n derslerini giderek ağırlaştırdı. Arapça derslerine ek olarak, Kura’n okuma dersi kondu ve Ramazan'da âdet olduğu üzere, genellikle sabahları, her gün bir cüz okudu, biz de Kura’n'ı yüzünden okuyarak onu takip ettik. Kıraati çok hoş ve açıktı,ve her sabah bir kısmımız onu dinlemek üzere toplanırdık. Akşamları namazdan az önce, beraberce oturur ve Kur'an'dan kısa sureleri ve diğer temel münacatları okurduk. Günlerimiz hayli dolu ve meşgul ediciydi ve ayın sonlarına doğru, bizi dua ve kısa surelerin okunmasından imtihan edeceğini haber verince, herkesi bir telaştır aldı. Böylesine zorlu bir imtihanla yüzyüze gelen her mürid, zamanı nasıl kullanacağı ve misafirimizden olabildiğince çok şey öğrenmek için önüne çıkan her fırsatı değerlendirme sınavı ile karşı karşıya kalmıştı.
_________________ " Hayrlar Feth Olsun ; Şerler Def Olsun !.."
|