Muhsin Yazıcıoğlu İle Röportaj - 2007 “HANİ BEŞ BİLİNMEYEN, GAİP OLAN ŞEY VARDIR YA:
KIYAMET VAKTİ,
YAĞMURUN NE ZAMAN YAĞACAĞI,
ANA RAHMİNDEKİ ÇOCUĞUN MAHİYETİ, SİMASI,
YARIN HAYR VE ŞER OLARAK NE KAZANILACAĞI,
İNSANIN NEREDE ÖLECEĞİ…
İŞTE BUNLARA EKLEDİĞİM BİR BİLİNMEYEN DAHA VAR Kİ; DERGÂH-I İZZETİNDE BİR BAŞBAKAN EDASINDA İNSANLARIN MERAMLARINI DİNLEYEN, SORUNLARINA ÇARE ARAYAN BÜYÜK BİRLİK PARTİSİ GENEL BAŞKANI MUHSİN YAZICIOĞLU`NUN NEDEN İKTİDAR MAKAMINA ÇIKAMADIĞI…
SONRA ANLADIM Kİ, BAŞINI TIRNAĞIYLA TARAYAN, MİLLETİNE NEFER OLAN BU LİDERİN, HALK TARAFINDAN SEÇİLMEK DIŞINDA SEVİLMEK GİBİ DE BİR AYRICALIĞI VAR.
BU MÜLAKATTAN SONRA BENİM GİBİ DÜŞÜNMEYENLER OLACAK MI GÖRECEĞİZ!….”BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu 2007 yılında yapmış oldugu röportajda bakın neler söylüyordu:HÜLYA OKUR- 1954 yılında Sivas’ın Sarkışla ilçesi Elmalı Köyü`nde bir çiftçi ailesinin oğlu olarak dünyaya geldiniz. Milli Mücadele ruhunu çocuk Muhsin’de ilk ne zaman fark ettiniz? Meyve olarak ne kadar övülürdünüz ki, ağacınız tanındı?
“YAZICIOĞLU’NDAN BAŞKA; SAKARYA, KIZILKAYA, TÜRKOĞLU SOYADLARIMIZ VAR”
MUHSİN YAZICIOĞLU- Teşekkür ederim. Benim doğduğum ev, medrese olarak hizmet etmiş bir ev. Dolayısıyla çok büyük dedelerimiz bütün o çevre köylerdeki gençleri eğitmiş, onları aydınlatmış ve kendi dönemlerinin şartlarına göre ilim irfan merkezi olarak hizmet etmişler. Bizim samanlıkta, külünün içerisinde, onlara ait el yazması ve yüzlerce kitaplar vardı. Dolayısıyla dedelerimizin ilmi çalışmalarını, onların eğitim ve terbiye çalışmalarını dinleyerek yetiştiğimiz için, ayrıca benim büyük annem yedi tane kaydım vardı, bir tanesi kaldı. Hepsi Yemen’de yada başka yerde şehit düştüler diye hatıralarını anlatırlardı. Yine büyük amcalarımızdan bir tanesi; Sakarya Muharebesinin kaderini değiştiren; Musa Kazım efendi. O çok yaşlı olmasına rağmen hafızası çok diri bir insandı. Bana İstiklâl harbini anlattı. Kendisinin Sakarya Harbindeki fonksiyonlarını ifade etti. O, Sakarya Harbinde Subay, bir makineli bölük komutanı. Savaşın önemli bir sürecinde, çevresinde bir takım oynamalar oluyor. Ama kendi bölüğüyle sonuna kadar direniyor. Çevresindeki askerler hep şehit oluyor. Sonunda o makineli tüfeğin kendisi başına geçiyor. En son şeridi taktığımı hatırlıyorum, ondan sonrasını hatırlamıyorum” diyor. Yalnızca yaylada giderken, faytonda, sallantıda, gözlerimi açtığımda bir kız başımı dizlerine koymuş, saçlarımı şefkatle okşayarak:”Ölmeyeceksin! Ölmeyeceksin! Yaşayacaksın!”diyor. Böyle uyandığını söylüyor. Meğer o, savaştaki hemşire hanımlardan bir tanesiymiş. Adı: Naciye. Savaşın belli bir safhasında geriye dönüp, yaralıları toplarken, Musa amcamızı, makineli tüfeğinin başında o şekilde yaralı buluyorlar, getiriyorlar. Rahmetlinin yanakları birbirine geçmişti, şarapnelden. Kolunun birisi çolaktı. Baldır kısımlarında, et yoktu. Sırtında birkaç tane, yumruk girer, çukurluklar vardı. Gazi Mustafa Kemal, Sivas’tan, Kayseri’ye doğru geçerken, Şarkışla’da duruyor, “Bana Musa Kazım’ı bulun!”diyor, buluyorlar, mağ lülen emekli olmuş zaten. Ona madalyasını kendisi takıyor, Sakarya soyadını da o veriyor. Dolayısıyla bizim ailemizde; Yazıcıoğlu’ndan başka, Sakarya, Kızılkaya, Türkoğlu diye soyadılar var. Ailemiz içindeki hatırlardan aldığımız, milli, manevi değerler vardı. Sonra Lise yıllarıma gittiğimde; lise birinci sınıftayken, bir arkadaşım, “genç ülkücüler teşkilatını kuralım” diye bana geldi. Bizim ailemizde ağabeylerimiz vardı, Ankara ve İstanbul’da okuyanlar. Onlarda ülkü ocaklarının kurucuları arasındaydı. Onların da etkileriyle, 1969 yılında genç ülkücüler teşkilatında görev aldım. Lisede lisenin duvar gazetesini çıkarıyordum. Ondan sonrada o doğrultuda ilerledim.
HÜLYA OKUR- Eşiniz Gülefer Hanım, 18 yaşındaki kızınız Firuze ile oğlunuz Furkan hayatınızda Milliyetimizi bir vücut olarak gören size, ruhu, İslâmiyyet; aklı, Kur`ân şeklinde olan anlayışınıza ne kadar katkıda bulundular?
“İSLÂM VE TÜRKLÜK BİRARAYA GELDİĞİ ZAMAN…”
MUHSİN YAZICIOĞLU- Evlilik çok kutsal bir müessese. Türk Milletinin var oluş bekasında aile çekirdeğimizin büyük önemi var. Çünkü biz töreli bir milletiz. Törelerimiz ve geleneklerimiz, milli varlığımızı korumamız ve yaşatmamızda çok önemli bir etki oluşturuyor. Hem Türklük bilinci altında ailenin bir özelliği var, hem de Türk Milletinin kültürel değerlerinde en üst kültür olan İslamiyet’in önemli etkileri var. İslam ve Türklük de bir araya geldiği zaman, ahlaka, maneviyata, komşuluk ilişkilerine, insanı merkeze koyan bütün canlıları yaratandan ötürü sevmeyi esas alan bir düşünce sistemini yaşama ve yaşatmayı gündeme getiriyor. Tabi ki bunu, önce ailede uygulamak lazım. Eşimle tanıştığımız ve evlendiğimizden itibaren de bu değerlere hep bağlı kaldık. Kendisinin de bu alt yapısı vardı. Çocuklarımızda bütün herkeste olduğu gibi en büyük mutluluk kaynağımız. Onlarda günümüzün şartları içerisinde, zorlamadan, bir dayatmaya dönüştürmeden, kendi algılamalarıyla hayat felsefelerini oluşturmaya çalışıyorlar.
HÜLYA OKUR- 4 Eylül`deki kongresiyle, camileriyle, medreseleriyle tarihe ev sahibi, aşıkları ve onların Veysel’i ile Sivas’ın değerine değer katan biri olarak, Sivas için yapmak isteyip de yapamadığınız bir şeyden bahsedebilir misiniz?
“SİVAS’TA, GENÇLERİMİZE UMUT VE İDEAL KAYNAĞI OLMAYA ÇALIŞTIM”
MUHSİN YAZICIOĞLU- Sivas, Selçukluya başkentlik yapmış, Osmanlının asker kaynağı olmuş, istiklal savaşımızın direnç noktalarından birisi ve Cumhuriyetin kuruşluna ev sahipliği yapmış bir şehir. Aslında Sivas’ın kaderi ve mukadderatı dediğimiz zaman, Anadolu’nun kaderi ve mukadderatı aklımıza geliyor. Sivaslı bir kişi olarak, şüphesiz Sivas’a karşı duygusallığım var, Sivas’a karşı borcum var. Ama bu Sivas’ın şahsında Anadolu, Türklük, tarihimiz, milliyetimiz hepsi birden omuzlarımıza bir külfet yüklüyor. Tabi ki hizmet daha fazla iktidar olarak yapılabiliyor. Devletin imkanlarını kullanabilmek, projeleri hayata geçirmek bakımından…Tabi ki böyle bir fırsat hiçbir zaman bulamadım. İktidar yada koalisyon ortağı olarak yer alamadım. Bunun getirmiş olduğu imkansızlıklar var tabi. Bir Muhalefet Partisinin Genel Başkanı olarak ama bir mücadele adamı olarak ben Sivas’ta, gençlerimize umut ve ideal kaynağı olmaya çalıştım. Belki onların moral değerlerini arttırdım. Sivas’ın gündeme gelmesine vesile oldum. Sivas üzerinde zaman zaman oluşturulan olumsuz imajların yıkılması için mücadele ettim. Ama arzu ettiğim şey; Sivas’ın göçünü durduracak, Sivas’taki gençlerimizin eğitimden, sağlıktan en iyi şekilde yararlanmasını sağlayarak, işsizliğine çözüm üretmektir.
HÜLYA OKUR- 1978`de faaliyete geçen Ülkücü Gençlik Derneği’nin kurucu Genel Başkanı oldunuz. 1980 yılına kadar MHP`de Genel Başkan Müşavirliği görevini yürüttünüz. Ülkücü bir genç, gözündeki ışığı cesaretinden mi alır?Siz bu Cür`et ve ikdam ile neler yapmıştınız bu dönem?
“İNSAN ÖNCELİKLE NEFSİNİ, RUHUNA, RUHUNU, ALLAH’INA TABİ KILACAK.”, “20-21 YAŞLARINDA DÜNYAYI OMUZLAYACAK KADAR GÜÇLÜ HİSSEDİYORDUM KENDİMİ”
MUHSİN YAZICIOĞLU- İdealist düşünebilen ve düşüncelerini bir fikir sistemi içerisinde ifade edebilen bir insan, bu değerlere inanıyorsa, önce kendisinden başlaması lazım. Yani kendisine nizam verememiş birisinin, alemlere nizam vermesi başarılması mümkün olmayan bir iş. Dolayısıyla insanın öncelikle nefsini, ruhuna, ruhunu, Allah’ına tabi kılacak. Ve inandıklarını yapabilmek içinde sağında, solunda kim var diye bakmadan, kendine güvenecek, kendine inanacak, önce kendisinden başlayacak. Onun içinde böyle düşünüyorsa, gözünde bu parıltılar varsa, o ışıltılar dışarıya yansır, o cesareti yüreğinde hisseder, sonra dünyayı omzuna alacak kadar kendinde güç hisseder. Biz 20-21 yaşlarında iken böyle düşünüyorduk. Sanki bütün dünyayı biz omuzlayabiliriz, biz değiştirebiliriz, sanki, biz bir dokunduğumuzda her şey değiştirecek gibi hayallerimiz vardı. Belki bunlar ütopyaydı ama insanların ütopyası yoksa, zaten bir şey yapmaları mümkün değil. İlla her şeyin gerçekleşmesi şart değil. Önce hayalleriniz olacak, hayalleriniz çok büyük olacak. Sonra da bu hayallerinizin peşinde koşabilecek iradeniz olacak. Sonra yorulmazsanız, çabalarsanız, ne kadarını değiştirebilirseniz, ne kadarına varabilirseniz, ne kadar yol, çığır açabilirseniz o kadar siz ulaşamasanız da, o çığırdan başkaları ilerler gider.
HÜLYA OKUR- Fikr-i milliyette alınan zevk-i nefsâni nedir? Yani ülke’den önce ailede, toplumda ve sosyal çevrede sağlanamayan birliktelik, ülke geneline yayılmaya çalışılınca adını neden direnişe bırakıyor?
“MECNUNU DAĞLARA DÜŞÜREN LEYLA’SIDIR.”
MUHSİN YAZICIOĞLU- Güzel bir soru. İnsanların, aşkın değerler adına fedakârlık yapması, fedakârlığına değer katar. Mecnunu dağlara düşüren Leyla’sıdır. Ama Leyla’yı gören birisi diyor ki: “Senin aşık olduğun bu muydu?” Siz benim gözümle baksaydınız ona diyor. Milliyet fikri, millet adına, idealleri adına fedakarlık yapma düşüncesi de böyledir. Bir Alman’ın, Türk Milliyetçiliği adına fedakarlık yapması düşünülemez. Bir Türk’ün Alman milliyetçiliği adına fedakarlık yapmak düşmez. Ondan kendi değerleri adına fedakarlık yapmasını istediğinizde, yerine getirir ve haz duyar. Fedakârlık arttıkça, haz da artıyor. Hatta taşıdığınız yük arttıkça daha çok haz duyuyorsunuz. Sen millet adına çok fedakârlık yaptın, şimdi yan gelip yatacaksın deseniz, o zaten yatamaz.
HÜLYA OKUR- Ülkedeki `sosyal barış` şu veya bu şekilde tehlikeye düştüğünde, makbul vatandaşın karşısına, iç düşman olarak `sözde vatandaş` getiriliyor diye düşünüyor musunuz?
MUHSİN YAZICIOĞLU- Evet. Ferhat’a dağları deldiren sevda var ya, o insanlar sevdası söz konusu olduğuna, dağları delmeyi göze alabiliyor. Yani fikir, sevda haline geliyor, bir inanç, bir dünya görüşü, sevdaya dönüştüğünde o büyük fedakarlıklar yapılabiliyor.
HÜLYA OKUR- MHP`den ayrılarak Aydınlık Türkiye Partisi`ni kuran Tuğrul Türkeş ve hatta Türkeş’in BBP’den Ankara 1.bölge için adaylığını koyan eşi Seval Türkeş sizin kadar eleştirilmemişti. Sizin sevdanız büyük olduğundan mı kefaretiniz de büyük oldu?
MUHSİN YAZICIOĞLU- Onların her birinin gerekçeleri vardır. Bir yerde insanlar bulunuşlarına ilişkin bir gerekçe ortaya koyarlar. Ona bakmak lazım.
HÜLYA OKUR- 12 Eylül 1980`de yapılan askeri darbenin ardından, MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası sanığı olarak cezaevine konuldunuz. 79’ da kollarınızdan tavana astılar, cereyan verdiler. Bu tutukluluk günlerinde, emniyet, asker ve yargı, simitçi çocuğa bile yalancı tanıklık ettirerek, işkence sürenizi uzatmış, sizde bir başka Muhsin yaratmayı başarabilmişler miydi?
“12 EYLÜL ÖNCESİNİN SAMİMİYETİ GELSİN, KAVGALARI GELMESİN.”
MUHSİN YAZICIOĞLU- Bu bir dönemin acıları, olumsuzlukları, dramı. Maalesef bunlar, hikaye kitaplarından okunan şeyler değil, bizim hayatımız, bizim yaşadıklarımız. Bir daha o dönemin gelmesini istemiyoruz. O dönemlerin samimiyeti gelsin, kavgaları gelmesin. O dönemin adaletsizlikleri, haksızlıkları, işkenceleri, kavgaları, acıları gelmesin. Bir defa iş çığrından çıkınca, kamu yönetiminde bulunanlar ideolojik saplantılar içine girince kendi fanatizminin esiri oluyor. Sonra insan hakları, adalet duygusu ve adaleti temin etme anlayışını sadece kendi ideolojisinin başarısına endeksliyor. Ben ne yapıyorsam, ideolojim için yapıyorum düşüncesine kapılabiliyor. 12 Eylül öncesinde böyle bir kör dövüşe Türkiye sürüklendi. Ve o kör dövüşün üzerinden ihtilal projesi hayata uygulandı. Ve darbede büyük bir transformasyon oluşturdu, bizim toplumcu değerlerimizi yıktı, bireyci değerleri öne çıkarttı. Batının yozlaşan, benlikçi, kişinin benini putlaştıran ve arkasından da benim menfaatim ne olacak çabasıyla hayatını tüketen insan tipleri yetiştirildi.12 Eylül sonrası ideal insan tipi; menfaatini kovalayan, kendisine emanet edilmiş olan masayı, kalemi kullanarak ne kadar çok kendisine ve yakın çevresine menfaat aktarabiliyor, onun hesaplarını yapabilen insan tipidir. İdealizm, enayilik oldu. Menfaatçilik akıllılık oldu. Başarının sırrı, daha çok menfaatini kollamak, hak-hukuk- adalet hiçbir şey tanımadan her şeyi çiğneyip, güçleneceksin anlayışı, 12 Eylül sonrasının ideal insan tipi haline getirildi.
HÜLYA OKUR- Milli reflekslerinizi, köyden yola çıkıp, üniversitelerde, sokaklarda kamplaşma noktasına getirmenin dışında bir mücadele biçimi tanıyor olmak ister miydiniz? Keşke bunlar yaşanmasaydı, toplum hiçbir şeye tepki göstermeseydi, devleti korumak bize mi düştü sanki! dediniz mi hiç?
“12 EYLÜL ÖNCESİ ÜLKÜ GENÇLİĞİNİN ÖNÜNDE SAYGIYLA AYAKTA DURUYORUM”
MUHSİN YAZICIOĞLU- Hayır ben bunu hiç söylemedim. Çünkü 12 Eylül öncesindeki ülkücü gençliğin mücadelesinin önünde hep saygıyla ayakta duruyorum. Çünkü o büyük bir ideal ve mücadele. İnsanların hürriyetlerinden vazgeçecek, canlarını feda edecek kadar inandıkları bir değer vardı ortada. Ve böyle bir değer adına yapıyorlardı. Tabi ki o mücadelenin bir kavgaya dönüşmesini istemezdim. Keşke o tarafı olmasaydı! Biz sanatıyla, mimarıyla, edebiyatıyla estetik, diyalektik oluşturarak, Türk Milliyetçiliğini onun üzerine taşıyabilseydik, buna katkı sağlasaydık! Belki o hayatlarını kaybedecek çocuklar içinde bu alanlarda ne başarılar elde edecek çocuklar vardı. Bir nesil, çok büyük bir tahribat yaşadı. O neslin, o kuşağın içinden geliyorum. Bu söylediklerim bir pişmanlık duygusu değil, o dönemin mücadelesini küçümsemek değil, ama o dönemde can kaybına neden olan, özgürlükleri yok eden ve darbelerle Türkiye’yi karşı karşıya getirerek, olumsuz yanlarını bir öz eleştiriden geçirmektir. Bunu da biz isteyerek yapmış değiliz. O zamanın gençliği feryat etmiştir adeta. Kavgaya çekildik. Çekildiğimiz zamanda onun gereğini yaptık.
HÜLYA OKUR- 12 Eylül`ün karanlık günlerinde, sadece Diyarbakır Cezaevi`nde değil, Metris`te solculara, Mamak`ta Ülkücüler`e, Akıncılar`a işkence yapıldı... Bunların açığa çıkması için işkenceye maruz kalanların konuşması bu saatten sonra çelik kapıları kazıtan tırnaklardan kan akıtır mı? Bir işe yarar mı?
MUHSİN YAZICIOĞLU- Tabi ki, işkencenin insanlık suçu olduğunu, işkenceyle hiçbir şeyin çözülemediğini, adaleti sağlamak için işkence yönteminin bir faydası olmadığını, kendi hayatlarından yaşamış, görmüş olanların bunları ifade etmeleri, bundan sonra ülkeyi yönetenlere esin kaynağı olabiliyor.
HÜLYA OKUR- Size işkence yapan isimlerden , Zeki Kaman yaptığı işkencenin bedelini çocuklarıyla ödeyeceğinden korkmuş ve size onları okula gönderemediğiyle ilgili haber yollamış. Sonra da bir trafik kazasında hayatında kaybettiği öğrenildi. Sizde inkisar’ın intisar’a(öç alma) dönüşmesi hangi durumda mümkündür?
“BİR İNSANIN ÖÇ ALMA DUYGUSUNU TAMAMEN KAYBETMESİ DÜŞÜNÜLEMEZ.”
MUHSİN YAZICIOĞLU- İnsanların öç alma duyguları vardır. Bir insanın öç alma duygusunu tamamen kaybetmesi düşünülemez. O çok sıradan bir insan olarak değerlendirilir. Halbuki siz öç almak istiyorsunuz ama karşınızdaki bir pişmanlık duygusu ortaya koyuyorsa, yaptıklarının yanlışlığını anlamış, ondan dolayı bir eziklik içinde ise, ona sadece acıma duygusuyla bakarsınız. Ama hiçbir zaman bir kişinin yaptıklarını, onun çocuklarından, onun soyundan, onun sülalesinden almaya çalışmazsınız. Bir kişinin yapmış olduğu suçun, işlediği kabahatin bedelini onun çocuğuna yüklemek, hesabını, kan bağı olan bir yakınından çıkartmak, ilkel toplulukların yapacağı işlerdir. Bunların İslam’da yeri yoktur.
HÜLYA OKUR- Bu duyguyu size taşıyacak sebeplerin başında belki de mahkemeye gelen doktor raporlarında kafanızdaki yarık, parmağınızda yanık izi, ayak tırnağınızın deformasyonu, kollarınızın ve omzunuzun altındaki çürümeler yazılı olduğu halde mahkeme, Bunların işkenceden dolayı bir iz olmadığına karar vermemesi geliyor olabilir mi?
“YA DEVLET BAŞA, YA KUZGUN LEŞE”
MUHSİN YAZICIOĞLU- Eğer bir ülkede mahkemeler adil yargılama yapabiliyorlar, ve vicdanları rahatlatabilecek kararlar verebiliyorsa, o ülkede öç alma duyguları olmaz. Ama adalet yerine gelmiyor düşüncesi hakimse, insanların kendi adaletini kendileri sağlaması gibi bir psikoloji içerisine girmesine sebep olunabilir. Dolayısıyla bir ülkede kan davaları vs de bundan dolayı çıkar. Hep söylüyorum: “Ya devlet başa, ya kuzgun leşe “derler. Devlet, devlet gibi davranırsa başkalarına ihtiyaç kalmaz. Devlette varlığını, hukukundan alır. Devlet, hukuk devleti ise ve hukuka dayanarak iş yapıyorsa o zaman vatandaş; “zaten hakkımı alıyor, hukukumu koruyor, intikamımı da alıyor, benim ayrıca birisini cezalandırmam gerekmez” diyebilir.
HÜLYA OKUR- ‘Devlet, sorumluluğunu yerine getirmezse millet kendi güvenliğini sağlar’ demiştiniz. Bu sözü içine sindirmeyenler için, 12 Eylül’den önce sözde ‘komünizm tehlikesi’ne karşı, millet adına güvenliği nasıl sağladığınız örneğinden yola çıkmalı mıyız?
Hatta bu sözlerinizi, Mehmet Ali Birand halkı kışkırtmak olarak yorumlamış ve “ Kürt liderlerin sorumsuz sözlerinden hiç farkı yok.”demişti.
“12 EYLÜL ÖNCESİNDE, KOMÜNİZME KARŞI SİLAHLI EYLEM YAPTIM DİYE KEL AYNAKLAR HAREKETE GEÇTİLER”
MUHSİN YAZICIOĞLU- Bir sözün ve bir eylemin, hangi ortamda ve hangi gerekçelerle söylendiği ve yapıldığına bakmak gerekir. Bunları görmeden, o sözün o tarihteki alt yapısı nedir? Niye olmuştur, bunu dikkate almadan söylerse doğru olmaz. Türkiye’nin her tarafından, otobüsler kaldırılmış, sözde PKK bayrakları, eşkıya başının posterleriyle otobüsler süslenmiş, Anadolu’nun dört bir tarafından Mudanya’ya gidiliyor. Mudanya’dan terörist başına af talebinde bulunulacak ve terörist başının adaletsizliğe, haksızlığa uğradığı, cezaevinde sıkıntı çektiği iddialarıyla af talebinde bulunuluyor. Bu arada bazı esnaflar bayrak asılıyor, dükkanlarının önüne ve bu arabalardan iniliyor, o bayrak asılan dükkan tahrip ediliyor. Türk bayrağının asılı olduğu bir bina bunlar tarafında taşlanıyor. En sonunda Bozöyük’te inip halaylar çekiliyorlar, sonra halkta tahrik oluyor, halk otobüsleri çeviriyor ve olaylar çıkıyor. Bundan sonra bazı çevreler halkı suçluyorlar. Halk, niye bu otobüsleri çevirdi, niye taşladı falan diye. O ortamda ben de diyorum ki, siz yasaları uygulamazsanız, emniyet asayiş uygulamazsa, yargı görevini yapmazsa, bu tahrikler bu şekilde devam ederse, tecrübeyle de söylüyorum: “Bir gün millet kendi hukukunu, kendi hakkını kendisi korumak ihtiyacı duyabilir.” Böyle bir ihtiyacı hissettiği zaman, eğer vatandaş doğrudan harekete geçerse, bunun adına ikakak denir. Bu duruma milleti sokmayın, bu yanlışı yapmayın diyerek göreve çağırıyorum yetkilileri. Bunun üzerine bana böyle bir itamda bulunuyorlar. Şimdi ben onlara soruyorum: Londra sokaklarında, İngiltere’de El Kaide posterleriyle yada İRA militanlarının posterleriyle yürüyüş yapılsa buna müsaade ederler mi? Amerikan bayrağını taşlayarak yürüyüşler yapsalar, 11 Eylül’de kule yıkılırken altında kalmış ailelerin kapısının önünden bu sloganlarla geçmiş olsalar ne olur acaba? Bu Mehmet Ali Birand’ın falan davranışları, fantastik davranışlardır. Ve sürekli bölücü terör örgütlerine sempatik görünme davranışlarıdır. Bunların bu davranışları sayesinde Türkiye bu noktaya gelmiştir. Benim söylediğim gayet doğal. 12 Eylül öncesinde de, komünizme karşı silahlı eylem yapmıştı, onun için Muhsin Yazıcıoğlu böyle diyorsa, çok dikkatlı olmak lazım, kışkırtıyor, bu adam ne diyor gibi bana karşı bazı eski kel aynaklar harekete geçtiler. Yazdılar, çizdiler…Hiç umurumda bile değil. Ama sonuçta ben haklıyım. Çünkü bunu bu millet kaldıramaz. Şehit olmuş birisinin 1,5 yaşındaki çocuğu şimdi 25 yaşına gelmiş. Daha kundakta bebeğiyle dul kalmış bi hanım kızı düşünün, şehit kocası için gözyaşı dökmüş, yavrusunu büyütmüş, en değerli varlığı olan bir anneyi babayı düşünün, çocuğunu şehit ermiş. Onları düşünün, yasa, masa tanımayan birinin ellerinde posterlerle sloganlar atarak yürüyor. Bunun adı, insan hakları değildir. Bunun adı varsa, o zaman şehidin çocuğunun da intikam hakkı doğar. Dolayısıyla buna meydan vermeyin. O çocuğun: “Benim babam niye öldü, bir hiç uğruna mı öldü duygusuna kaptırmayın!”diyorum.
HÜLYA OKUR- Sizin tavrınızın yanlış anlaşıldığı bir diğer durum da…Hapishanede size copla İstiklal Marşı söyletmişler. Topluca, bağırarak. Bu size verilen cezaların içinde, en müşevveşi yani anlaşılmazı ve ceza gibi görünmeyeni miydi?
“İSTİKLÂL MARŞI’NI HANÇERİMİZ YIRTILIRCASINA SÖYLÜYORDUM”
MUHSİN YAZICIOĞLU- Her gün saat 04:00’da çıkartılıyor. Yerinde say, komutuyla marşlar söylettiriliyor. En sonunda da İstiklâl Marşı söyletilerek, dağıtılıyor. Tabi biz İstiklâl Marşı’nı hançerimiz yırtılırcasına, zevkle, heyecanla, gururla söylüyoruz. Bir kısım ideoloji mensuplarıyla da aynı koğuşta kalıyoruz. İstiklâl Marşı’nı söylemiyorlar. Onlara İstiklâl Marşı’nı söyletebilmek için, bütün koğuşu sıra dayağından geçiriyorlar, daha yüksek sesle söylensin diye. Orada sanki cop korkusuyla İstiklâl Marşı söylüyormuşuz gibi bir pozisyona düşürülüyorduk. Buna tepki gösterdim. Onun üzerine de çıkarıldığımız mahkemedeki hakim şaşırdı. Sende mi? Diye. Durumu anlattık. 12 Eylül döneminin; Atatürk İlke ve inkılaplarını, İstiklâl Marşı’nı ve terbiye metodu olarak, bir cop gibi zulüm aracı kullanmalarıyla yaşanmış olan bir çelişki.
HÜLYA OKUR- Çatlı ile bağınızın Bahçelievler olayında adı geçince koptuğunu, onun yurtdışına gittiği günlerde sizin de cezaevindeki günlerinizin başladığını söylüyorsunuz. Peki bu bağın kurulduğu günlere gitsek…
“ABDULLAH ÇATLI; TEMİZ, MAHCUP, MİLLİ VE MANEVİ DEĞERLERE BAĞLI, İDEALİST BİR GENÇTİ”
MUHSİN YAZICIOĞLU- Abdullah Çatlı; temiz, mahcup, bir şey konuşurken yüzü kızaran, milli ve manevi değerlere bağlı, idealist bir genç olarak geldi. Ben ilk o zaman böyle tanıdım. Ben Genel Başkan olduğum zamanlar, o Genel Başkan yardımcısıydı. Onun zaafına falan şahit olmadım. Sonra Bahçelievler ile ilgili iddia ve itamlar söz konusu olduğunda, 12 Eylül şartları çok ağırdı. İnsanlar, doğru ben emniyete gideyim, sorunum neymiş bakayım, bir savcının karşısına çıkıp, iddia neymiş sorayım, sonrada hakime derdimi anlatayım, varsa suçum cezasını çekeyim, yoksa nasılsa bırakılı diye bakılan bir dönem değildi. Bunun için insanların yargıdan kaçmasını herkes doğal görüyordu. Normal görüyordu. Çünkü yargı güven vermiyordu o zaman. Abdullah Çatlı da o şekilde yurtdışına gitti.
HÜLYA OKUR- 1992 yılı Temmuz ayında, “içinde MHP ile siyasi anlayışınızla uyuşmadığı için yollarınızı ayırdınız. Bu artık erkek kuş olarak bağımsızlığınızı ilan etmeniz mi demek ti? Doğduğu anda terk edilen bir kuş yumurtası gibi asi bir kararlık izlediğinizi düşündünüz mü?
“BU BİR DAVADAN KOPUŞ DEĞİLDİ”
MUHSİN YAZICIOĞLU- Bu ne bir isyan duygusu. Ne bir mevki hırsı. Ne herhangi bir odağın arzu ve kontrolüne tabi olmaktır. Biz idealist insanlardık. Ve gelmişiz, o idealizme uygun bir politika takip edilmesini istemişiz. Bize göre doğru bildiklerimizi söylemişiz. Doğru bildiklerimizden taviz vermemişiz. O günün şartlarında belki tam anlatamamış, birbirimizi tam anlayamamış da olabileceğini ihtimaller arasında görüyorum. Ama bazen ailede de oluyor. Çok seversiniz, çok sevmenize rağmen, artık aile ortamı yaşanamaz hale gelmişse, ayrılıklar oluyor. Bu ayrılıklar çoğu zaman ihanete dayanmıyor. Affedilmeyecek yanlışlar da olmasa, o aile ortamı sizin daha sağlıklı düşünmeniz ve üretmeniz için bir engel haline dönüşmüşse, medeni insanlar gibi ayrılıyorsunuz. Bizde öyle ayrıldık. Neticede sonuçları çok medeni yürümedi tabi. Çok büyük maceralar yaşadık. Sonuçta iki kutuplu dünyanın değiştiği, milliyetçiliğin yeni NATO konseptiyle çakıştığı bir dönemde, sadece MHP’nin bir iç sorunu olduğu veya yaşandığını da düşünmüyorum tabi. Gelişen dünya şartlarının Türkiye’ye yansımasının da etkilerinin olduğunu kabul ediyorum. Bir takım tahrikler yapıldı. Bir kısım olayların tetiklemesinin sonucu olarak, bir kopuş noktasına geldik. Bu bir davadan kopuş değildi.
HÜLYA OKUR- Alparslan Türkeş’in, Türk siyasi hayatında milliyetçiliğin yegâne politik gücü olan Milliyetçi Hareket Partisi eserini bırakıp, üzerine titreği, büyük umutlar beslediği ve geleceği emanet ettiği Ülkücü Türk Gençliği eserine sahip çıkmanız mı size bunu söyletiyor?
“BAZI ŞEYLERİN OLAMAYACAĞINI DÜŞÜNEN EVLAT; BİZE MÜSAADE ET, YENİ AÇILIMLAR YAPALIM” DİYOR”
MUHSİN YAZICIOĞLU- Ben tabi Alparslan Türkeş’i bugünde rahmetle anıyorum. Bizim hepimizin üzerinde emeği vardır. Baba ile oğul arasında da oluyor. Sonuçta bazı konularda anlaşamazlarsa, geleneksel anlayışla bazı şeylerin olamayacağını düşünen evlat;” Bize müsaade et, yeni açılımlar yapalım” diyor. Bizimkini de öyle görmek lazım.
HÜLYA OKUR- Devlet Bahçeli’nin; ‘‘Büyük Birlik Partisi`nden sizi ve diğer parti mensuplarını ‘baba ocağına dönün ’diyerek MHP’ye davet ettiğini biliyoruz. Bu gibi çağrıların seçim öncesinde kalmasını, ittifakla sağın gücünü arttırmak istemesi yada kırılması ihtimali olan eşyanın arasına yumuşak bez parçası koymaya çalışması gibi mi değerlendirirsiniz?
“BUNUN SOSLAMA ŞEKLİNDE OLMASI YANLIŞ.”
MUHSİN YAZICIOĞLU- Medya aracılığıyla yapılan çağrılar, meseleyi, baba ocağına indirgemeler, çok doğru bir yaklaşım değil. Çünkü fikrimizi liderimiz yapacak, fikrin liderliğinde bir araya gelecek her türlü çalışma ortamı içinde oluruz. Onun dışında bunun soslama şeklinde olması yanlış.
HÜLYA OKUR- Arkadaşınız Mustafa Çalık`ın cenaze törenine katılmak için gittiğiniz, Erzurum`un Aşkale ilçesinde `Başbuğ Yazıcıoğlu` sloganını atan topluluğu uyarmış; sert bir üslupla "Sakın Başbuğ cümlesini kullanmayın" demiştiniz. Başbuğ’a olan saygınızın, size yapılan hürmeti karşılayamayacağından mıydı bu tepki?
“GENÇLERİN SLOGANLARINI İSTEMİYORUM!”
MUHSİN YAZICIOĞLU- Gençler zaman zaman galeyana gelerek bu tür sloganlar atıyorlar ama ben istemiyorum. Böyle bir şeyi doğru bulmuyorum.
HÜLYA OKUR- 29 Ocak 1993 tarihinde Büyük Birlik Partisi kuruldu ve bu partinin Genel Başkanlığına seçildiniz. Bu parti, daha önce yaptığınız işlerin ne kadar üstünde bir hizmetle halka yaklaştırdı sizi?
“BİR MİLLETVEKİLİ İLE DE MİLLETİN VİCDANI OLMAK, UMUTLARININ, BEKLENTİLERİNİ DİRİ TUTMAK ELİMİZDE!”
MUHSİN YAZICIOĞLU- BBP tabi ki çok zor şartlar altında kuruldu. Bir çok imkansızlılar vardı. Konjonktür bizim için müsait değildi. Hem bir iç çekişmenin, çatışmanın sonucunda ortaya çıkmış olmasının getirdiği zorluklar vardı. Daha sonra da konjonktür, BBP’nin seçimlere girerek oy almasına imkan vermedi. Bundan arzu ettiğimiz ve beklediğimiz noktaya geldiğimizi düşünmüyorum, siyasi anlamda. Başarı, iktidar olmaksa, iktidar olamadık. Başarı, kendi kitlesiyle birlikte meclise girmeyi başarmasıysa, onda da başarılı olamadık. Ama bir fikrin, taraftar bulması, bir çığır, bir yol açması da başarıysa, bu konuda en başarılı hareketlerden birisiyiz biz. Bugün kuruluştan itibaren söylediğim bir çok şey, başka siyasi partinin, siyasi aktörlerin hep dillerinde dolaşır olmuştur. Biz bugün TBMM’de bir milletvekili ile temsil ediliyoruz. Bunun çok büyük başarı olduğunu söylemiyorum ama bir milletvekili ile de milletin vicdanı olmak, umutlarının, beklentilerini diri tutmak, milletimizin geleceği için bir umut ışığı yakmakta mümkün. Bunu da yapmaya çalışıyorum.
HÜLYA OKUR- Başka partilerin sloganı olduk dediniz de…Antik çağlardan beri ‘yeniden doğuş-canlanma-dirilme’ sembolü olan,dünya edebiyatında saf aşkı ve ihtirası simgeleyen, İslâm’da Hz. Muhammed’i, Hıristiyanlıkta Hz İsa’yı temsil eden gülün; BBP’nin bayrağındaki hilal içindeki gülün, Demokratik Toplum Partisinin bayrağındaki amblemle aynı meali taşıması söz konusu muydu?
“DERLEME, YOLUNMUŞ, MİLENYUM GÜLLERİYLE BİZİMKİNİN İLGİSİ YOK.”
MUHSİN YAZICIOĞLU- Bir defa DTP’nin gül figürü ile bizimkinin benzerliği yoktur. Ama neticede bir çağrışım yaptığı için bizim Yüksek Seçim Kuruluna bir itirazımız oldu. Yüksek Seçim Kurulu, sizinkiyle benzerliği söz konusu değildir diye bu itirazımızı reddetti. Biz gülü; gönlümüz, idealimiz, millete sevdamız, değerlerine aşkımızın bir ifadesi olarak koyduk. Bizi biz yapan değerlere ve bu değerlerin en başında yer alan bizim tasavvuf kültürümüzdeki simgelere denk geldiği içinde, benimseyerek koyduk. Bir yarışmanın sonucu olarak kabul etmiştik. Öbür derleme, yolunmuş, milenyum gülleriyle bizimkinin ilgisi yok.
HÜLYA OKUR- Adı Abdi İpekçi cinayeti ve Papa suikast girişimine karışan Musa Serdar Çelebi, BBP’nde vazife almıştı. BBP’nin parti üyesi olabilmenin kriterleri nedir? Mesela ilk olarak aranan şey, sadakat midir, insicam mıdır? Ülkücülük değerlerini taşıması mıdır?
“BAĞIMSIZ MAHKEMELERCE YARGILANMIŞ VE BERAT ETMİŞ İNSANLARI, SUÇLU SAYAMAYIZ”
MUHSİN YAZICIOĞLU- Bağımsız mahkemelerce yargılanmış ve berat etmiş insanları, suçlu sayamayız. O yargının işi. Biz, yüz kızartıcı suçlar ve bölücülük ve terörle ilgili suçlarda almayız. Sadece biz değil, siyasi partiler alamazlar. Biz partimizin ana ilkelerine, fikir çizgisine bağlı, sadakatli, bu konuda gönüllü olan herkesi partimizde görmek isteriz.
HÜLYA OKUR- Mehmet Nuri Şahin`in TRT Genel Müdürlüğü`ne adaylığını temin etmek amacıyla parti üyesi olmadığına dair gerçeğe aykırı belge düzenlemek suçundan yargılanmıştınız. Kişilerin ihtiyaç duyduklarında yanında olan bir Genel Başkan olarak, kendinize yada partinize zarar verdiğinizi düşündüğünüz anlar oldu mu?
“BEN HAKKIN YANINDA YER ALIRIM, BEDELİ AĞIR OLSA DA. “
MUHSİN YAZICIOĞLU- Yoo. Onda bir yanlışlık yok. Mehmet bey ile ilgili olarak verdiğim yazı doğru bir yazı. Orada, partimizin üyesi değil ama üst yönetiminde görev almış birisi diyorum. Partimizin tüzüğünde, üste yönetimde görev almak için üye olma şartı yoktur. Dolayısıyla bu gerçeği ifade ederek, yazı yazdım ve dedim ki: “Bu şahıs, partimizin üst kurullarında görev almış ancak partimizin üyesi değildir” Nitekim Milli İstihbarata, Yüksek Seçim Kuruluna, Anayasa Mahkemesine, her yere yazılan yazılarda, yapılmış başvurularda, partimizin üyesi olduğuna dair hiçbir yazı bulunmadı. Sonuçta haklı çıktım ben. Ben hakkın yanında yer alırım, bedeli ağır olsa da.
HÜLYA OKUR- Ki bu konu gündemdeyken, Oktay Ekşi: “Mehmet Ali Ağca ile Haluk Kırcı da hele bir serbest kalsınlar... Sıra onları omuzlara alıp siyasi hayata sokmaya gelecek.” Gibi bir yaklaşımda bulunmuştur. Mahkun(masum) mahkumlara siyasetin ilgisi var mıdır gerçekten?
MUHSİN YAZICIOĞLU- Neticede o mahkemelerin işi. Girmiş berat etmiş. Eğer berat etmişse, onu suçlu saymamız doğru olmaz.
HÜLYA OKUR- Kayın biladeriniz, AK Parti Kahramanmaraş Milletvekili Nevzat Pakdil ile akrabalık dışında, ihvani yada selefi yönden bir ortak paydanız var diyebilir miyiz?
“NEVZAT PAKDİL, AK PARTİ İLE OLDU, BU KONUDA BİR ZORLAMA İÇİNDE DE OLMADIK.”
MUHSİN YAZICIOĞLU- Nevzat Pakdil, çok değerli, kıymetli kardeşimiz. Bürokraside iyi yetişmiş. Kendi basamaklarını, kendi anlayışı içinde, bir bir tırmanarak çıkmış olan bir insan. Siyasi tercihleri o şekilde oldu. AK Parti ile oldu. Oradan yürüttü. Bu konuda bir zorlama içinde de olmadık. Onun ötesinde tabi ki kendi anlayışı içine yer almış olduğu siyasal harekette benimsenen, kabul gören bir kişilik olarak siyasi tercihine saygı duyuyorum.
HÜLYA OKUR- Siyasi tercihi Erdoğan’ın seçimlerdeki şansı sizde olsaydı, ilk işinizin; lider sultasını kırmak, parti içi demokrasiyi sürdürülebilir kılacak bir siyasi partiler yasası çıkarmak ve temsilde adaleti esas kabul eden, adaletin üzerinden istikrarı hedefleyen bir seçim kanunu yapmak olduğunu söylemiştiniz. “Milli Bakiye” sistemi ile parti enflasyonunun ülkeye katkısı neler olur?
“BÖYLE OLURSA; YARGI, YÜRÜTME, YARGI AYRILIR VE BİR SAÇ AYAĞI ÜZERİNE DEMOKRASİ OTURTULUR.”
MUHSİN YAZICIOĞLU- Benim söylediklerimin “Milli Bakiye” sistemi ile alakası yok. Biz parti içi demokrasinin hukuk güvencesi altına alınması ve seçimlerin temsil adaletini esas alan, istikrarı da adaletin üstünde yükseltmek isteyen bir seçim kanunun olması, vatandaşımızın milletvekilini seçerken, kendi tercihini kullanabilmesi, benim anlayışıma göre katılımcı demokrasinin olmazsa olmazıdır. Yada daraltılmış, iki turlu, ikinci turda seçim iş birliğine açık, tercih sisteminin olduğu bir seçim kanunu yapardım diyorum. Yapmamız lazım diyorum. Bu tabi parlamento seçimi için düşündüğümdür. Öbür taraftan, cumhurbaşkanını doğrudan halk tarafından seçilmesini savunuyorum. Ve icranın meclis dışından oluşturulmasını faydalı görüyorum. Böyle olursa; yargı, yürütme, yargı ayrılır ve bir saç ayağı üzerine demokrasi oturtulur. O zaman benim savunduğum bu. Parti enflasyonu bunu oluşturmaz.
HÜLYA OKUR- Meclis’in ilk toplandığı günlerde MHP ile DTP liderlerinin tokalaşmasını: Türkiye böyle tiyatroları çok izledi diye yorumlamıştınız. İki Almanya`nın birleşme yıldönümü nedeniyle, Alman Büyükelçiliği`nde verilen resepsiyonda, tokalaştığınız DEP’li Zana ve arkadaşlarına cezaevinden çıkmaları nedeniyle "Geçmiş olsun" dediğiniz ve biraz muhabbete girdiğiniz basına yansımıştı. Bu gibi zaruretlerin, Kürt halkı üzerinde, iyi etki bırakmakla ilgisi var mı?
“ORTA DOĞU GAZETESİNDE; “BİZİ KONUŞTURMA BELGE YAYINLARIZ” DİYE İKİDE BİR YAYIN YAPTILAR.”
MUHSİN YAZICIOĞLU- Şimdi bazı ortamlar doğar. Siz o ortamlarda o insanlarla yan yana gelirsiniz. Bu sizin tercihiniz değildir. Mesela Orta Doğu Gazetesinde; “Bizi konuşturma belge yayınlarız” diye ikide bir yayın yaptılar. Sonra çıka çıka, Leyla Zana ve arkadaşlarıyla benim karşı karşıya, aynı ortamda gözüken bir fotoğrafımızı yayınladılar. Fotoğrafın yayınlandığı yer, Alman Büyükelçiliği. Orada oluş sebebimiz, Almanya’nın bağımsızlığı konulu davet. Yanımızda gazeteciler var. Ben orada dururken, öbürleri de oraya geldi ve selamlaştılar. Ve birkaç dakikalık o ortamda beraber olduk. Bunun bir belge olması, kabahat kaçması ayıp kaçacak şeyler.
HÜLYA OKUR- Adınızın karıştığı diğer fotoğraf olayı; Hrant Dink suikasti’nde, Polis muhbiri `büyük abi` Erhan Tuncel`in sizinle aynı karede yer aldığı fotoğraf…
“DTP İLE TOKALAŞMADIM. BİR “HAYIRLI OLSUN”, TEBRİKLEŞME FASLINA GİRMEDİM.”
MUHSİN YAZICIOĞLU- Gizli saklıda değil. Tokalaşma meselesine gelince, TBMM çatısı altında bulunan herkes yeri geldiğinde kavga ederler, yeri geldiğinde birbirlerini eleştirirler, yeri geldiğinde tokalaşırlar. Çok normal bir şey diyorum. Bunun bu kadar abartılmış olmasını tiyatro olarak ifade ettim. Ben tokalaşmadım orada tabi. Bir “Hayırlı olsun”, tebrikleşme faslına girmedim. Belki de böyle bir ortam da oluşmadı, ihtiyaç da duymadım. Anayasaya sadakat yeminine ne kadar sadakat göstereceklerini bir göreyim istedim. Ama şimdi bu sadakati göstermedikleri kanaatim pekişti. Keşke yanılsaydım. Devletin ve milletin birliğine, bütünlüğüne sadakat arttıkça bizde ondan haz duyarız. İnsanlar bölücülüklerine devam etsinler, terör örgütüne yandaş olsunlar diye memnuniyet duymayız. Orada da daha bir ay önce çok aşırı şeyler söylerken, birden bire iki günde inanılmaz sempatik görüntüler verilmesi ve bir müddet sonra yeniden inanılmaz, aşırılıklar ortaya konması da Türkiye’de tribünlere yönelik bir sahne gösterisi olarak görüyorum. Kim düzenliyor onu da bilmiyorum.
HÜLYA OKUR- 3 Kasım seçimlerinden üç gün önce, rahmetli işadamı Üzeyir Garih size Amerikan Senatosu Başkanı’nın bir sözünü aktarmış. Başkan Garih’e, 3 Kasım seçimleri için ‘Bu seçimle Meclis’e sadece 2 parti girecek’ demiş. Bunun üzerine sizde şaşırıp, TBMM’ye en az 4 parti girer demişsiniz, fakat Garih ısrar etmiş, ‘Görün bakın, Meclis’e sadece iki parti girecek…’ Bu konuşma sizde ‘Amerika kimi istiyorsa onu seçtiriyor’ duygusu uyandırdı mı?
“ÜZEYİR GARİH’İN KENDİNDEN BU KADAR EMİN OLMASI BENİ ŞAŞIRTMIŞTIR.”
MUHSİN YAZICIOĞLU- Tabi bunu uyandırdı. Çok üzmüştür. Orada Üzeyir Garih’in kendinden bu kadar emin olması beni şaşırtmıştır. Madem senato başkanı 2 parti olacak demişse, 2 parti olacak şekilde bir inançla davranması beni hayrete düşürmüştü. Ama böyle bir sonucun çıkması da maalesef üzmüştür beni.
HÜLYA OKUR- AB konusunda bir söyleminiz vardı: “AB, bunların gözünde platonik aşk. AB, bunların milli ülküsü, kara sevdası. AB’ye öylesine kara sevdayla bağlamışlar ki ne isterlerse veriyorlar. AB, artık bir hayal tünelidir.” Şu an içinde hayal mi, korku tüneline döndü mü?
“BİZİM KIZIL ELMAMIZ; TÜRK BİRLİĞİDİR, TÜRK İSLAM BİRLİĞİDİR.”
MUHSİN YAZICIOĞLU- Evet yavaş yavaş korku tüneline çevriliyor. Çünkü gerçekleşmeyeceği gözüküyor. Hakikaten de Türk Milletinin bir kızıl elma olması söz konusu değil. Bizim kızıl elmamız; Türk birliğidir, Türk İslam birliğidir. İnanç ve soy haritamızın olduğu coğrafyada bize ait medeniyeti inşa etmektir. Bu medeniyetler arasında çatışmayı arzu etmek değil, tersine, biz kendimiz kalarak, kendimiz olarak diğer medeniyetlerle ilişkiler kurmamızdır.
HÜLYA OKUR- Asala örgütünün, 10 ağustos 1982 yılında gerçekleştirdiği Esenboğa katliamını protesto için, taksim meydanı`nda kendini yakan Ermeni asıllı, Türk Artin Penik gibi masum bir amacı olduğunu düşünüyor musunuz, Ermenilerin?
“ERMENİLER, KÖYLERİMİZİ BASMIŞ, ERKEKLERİ OLMAYAN KADINLARA TECAVÜZ EDİLMİŞTİR AMA BU ”SOYKIRIM” DEĞİLDİR.”
MUHSİN YAZICIOĞLU- Tabi ki bir Ermeni düşmanlığımız olamaz. Ermeni’yi, Ermeni diye düşman saymamız söz konusu olamaz. Biz milletlerin, milletlere düşmanlığından yana değiliz. Milletlerin içinde yanlışların, yanlış insanların olabileceğine inanıyoruz. Dolayısıyla tarihte en üst seviyede, en iyi noktalarda kamu görevi verdiğimiz Ermenilerle yıllarca dost olarak yaşamışızdır. Ama batı onları, kandırmış, suça teşvik etmiş, suça yönlendirmiş, çete kurdurmuş, yıllarca ekmeğini yediği ülkesine ihanet ettirmiştir. O ihanetin sonucu Osmanlı döneminde teşcir hareketi olmuştur. Karşılıklı çatışmalar olmuştur. Köylerimiz basılmış, erkekleri olmayan kadınlara tecavüz edilmiştir. İnsanlık dışı harekette bulunmuşlardır, ermeni çeteleri. O zamanki devlette asayiş tedbir almıştır. Ölenler olmuş, yerinden koparılanlar olmuştur. Bu tarihi gerçektir. Ama bunun adı ”Soykırım” değildir.
HÜLYA OKUR- Sözde “Ermeni soykırımı” tanınmasına ilişkin konuşurken; “Asıl ABD, Ortadoğu’da soykırım yapıyor” dediniz ve “Irak işgali bittiğinde savaş suçlarını soruşturacak uluslararası bir mahkeme kurulmalı. Bush ve Blair ise savaş suçlusu olarak yargılanmalı” önerisinde bulundunuz. Şimdi tezkere ile Türkiye bu mahkemeye çağrılan sanıklar arasına mı girdi?
“BİR DAMLA PETROLÜ, OLUK OLUK İNSAN KANINDAN DAHA DEĞERLİ BULAN ANLAYIŞIN…”
MUHSİN YAZICIOĞLU- Türkiye kendi kararlığını ortaya koyabilir, aldığı kararları uygulayabilecek bir siyasi irade ortaya koyabilirse, tarihin seyrini değiştiririz. Yoksa tarih, bölgemize kan ve kavga getiren, bir damla petrolü, oluk oluk insan kanından daha değerli bulan anlayışın istediği şekilde oluşur, yazılır. Bunu değiştirmek, Türkiye’de kararlı bir siyasi iradeden geçer.
HÜLYA OKUR- ‘‘İşsizliğin kol gezdiği ve üretimin durduğu bir ortamda fabrikaların kapısına kilit vurulmakta, çete düzeni ile fabrikalara el konulmakta” diyor ve tefecileri işsizliğin büyük bir kısmından sorumlu tutuyorsunuz. Üretim, tüketim ve mübadeledeki(değişim)rolümüz tefecilerle mi sınırlanıyor?
“ÜLKEMİZİN EKONOMİ MODELİ, TEFECİ MODELİDİR”
MUHSİN YAZICIOĞLU- Bugün Türkiye, tefecilerin eline kalmış, müflis bir tüccara dönüştürüldü. IMF, bir taraftan sosyal tedbirler almamızı engelliyor, yoksullaşmayı derinleştiriyor, gelir dağılımı adaletsizliğini arttırıyor, diğer taraftan borcu, borçla kapatmamızı sağlıyor. Her yeni aldığımız borç, yükümüzü arttırıyor. O borcu döndürebilmek için, yeni borç elde ediyoruz. Bir şirket, borcundan dolayı batmaz. Ancak borcunu çeviremez hale geldiği zaman batar. Bir şirketin borcu var, ne kadar olursa olsun, yeni kredi alabiliyorsa, kredi aldıkça borcunu çevirir, o arada külfeti yükselir ama yatırım durmaz, üretim durmaz, işçinin maaşını vermeye devam eder. O şekil batmıyor olur. Ama bir gün kaynak, sermaye bulamadığı anda durur, ondan sonra geriye sarmaya başlar. Türkiye, diyorlar ki, borcunu çeviriyor. Sıcak para giriyor. Bu olduğu sürece Türkiye’de sermaye açısından sıkıntı olmuyorsa, iş dönüyor demektir. Ama sıcak para, ülkedeki ekonomik düzeni çok kırılgan hale getiriyor. Her an krize açık hale getiriyor. Uluslar arası sermaye güçlerinin, Türkiye’de manipülasyon yapabilme imkanlarını arttırıyor. O bakımdan biz şu anda tefeci mantığıyla yönetiliyoruz. Bütün bankalarımız, borsanın %60’dan fazlası yabancı sermayenin eline geçmiş. 47 milyar dolar sıcak para dolaşıyor ülkede. Böyle bir ülkenin ekonomik modelini tefeci modeli olarak ifade edebilirim.
HÜLYA OKUR- Seremoni, 8 tutuklu asker, Başbakanın; “Dış güçler büyümeden operasyon olmalı” gibi sözlerini sizin büyütecinizin altından baktığınızda hangi irilikte olduğunu söyleyebilirsiniz?
“İKİNCİ BİR ÇUVAL GEÇMİŞTİR BAŞIMIZA.”,” ASİMETRİK SAVAŞTIR BU. ASİMETRİK SAVAŞ, NORMAL SAVAŞ KURALLARIYLA YÜRÜTÜLEMEZ.”
MUHSİN YAZICIOĞLU- Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ordusuna baskın yapıldı. Karakollarımıza baskın yapıldı. Vatandaşlarımızın önü kesilerek katliam yapıldı. Bunun üzerine artık sözün bittiği yerdeyiz diyerek, hükümet, sınır ötesine asker göndermek için teskere getirdi. Ve meclis hükümete asker göndermesi için yetki verdi. Bu yetkiyle, sınır ötesine asker gönderme kararı alıyor TBMM ve ondan sonra ordumuza karşı yeniden baskın düzenleniyor. Siz dışarıya asker göndermek istiyorsunuz ama biz sizden evvel geliyoruz denmiş oluyor. Ve askerlerimizi sınır dışına götürüyorlar. Ondan sonra bu sınır ötesi operasyon bayılıyor, uzatılıyor, yayılıyor…Pehlivan tefrikaları gibi her gün onun üzerinde konuşuluyor. Ondan sonra koşarak, Amerika’ya gidiliyor. Onun arkasından bakıyorsunuz ki; terör örgütüyle birileri oturmuş, evraklar imzalatarak askerlerimizi getiriyor Türkiye’ye. Bu gidenler milletvekili. Kimin adına gittiler, hangi yetki ile gittiler, orada kimin adına imza attılar, ne sözler verdiler? Bunlar bilinmiyor. Dolayısıyla bunun çok aşağılık bir yaklaşım olarak görüyorum. Askerlerin ailelerine kavuşturulması sevindirici, memnuniyet vericidir ama yöntem kesinlikle kabul edilebilecek bir yöntem değildir. Yani ikinci bir çuval geçmiştir başımıza. Türkiye bu tarz bir yöntemle, bölgesinde caydırıcı olamaz ve terör örgütüne karşı da caydırıcı olamaz. Nitekim olamamıştır. Ondan sonra tekrar karakollarımız basılmış ve yine bir teğmenimiz, 3 askerimiz şehit olmuştur. Türkiye, terörle mücadele konseptini derhal değiştirmelidir. Düzenli ordularla terörle mücadele yapılmaz. Onun için mobil birlikler kurulmalıdır. Asimetrik savaştır bu. Asimetrik savaş, normal savaş kurallarıyla yürütülemez. Buna göre geri planda, sosyal, ekonomik ve hukuki tedbirler alırken, terörle mücadeleyi de usulüne uygun yapmak zorundayız. Terörle Mücadele yasasını derhal değiştirip, terörle suçlarda idam cezasını yeniden getirmeliyiz. Sınırlarımızı uydu aracılığıyla kontrol altına almalıyız. Bütün vatandaşlarımızı, gençlerimizi teröre karşı uyarmalı, terörün tahribatı konusunda eğitmeliyiz. Okullarımızda, terörün tahribatına yönelik köşeler açmalıyız. Milli kimliği, milli birliği güçlendirecek, sosyal tedbirler almalıyız. Ve mutlaka sınır içi yada dışı demeden, onların yuvalarını dağıtacak, onların üst düzey yönetim kadrolarını enterne edecek keskin kararlar almak ve uygulamak zorundayız. Bunun içinde iyi yetişmiş özel timlerimiz olmalı. Arkasında kararlı bir siyasi irade durmalı. Sınır ötesi yada okyanus ötesi demeden bizim canımızı yakan her kimse, canı yanmalıdır.
HaberX.com
http://www.netpano.com/haber/3262/Muhsin/Yazıcıoğlu/İle/Röportaj/