Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 5 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: “Erken Kifayet Duygusu”
MesajGönderilme zamanı: 28.11.11, 11:56 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 08.11.09, 20:20
Mesajlar: 58
AYVAZ AĞABEYİM

Cezmi BAYRAM

Türk Yurdu Dergisi, Mayıs 2008, Cilt:28, Sayı:249


1973 yılı Eylül ayında Ankara’ya, Yüksek Öğretmen Okulu’na geldim. Okuduğum Yeni İstanbul Gazetesi, Toprak ve Orkun dergilerinden tanıdığım ve Ankara’da olduğunu zannettiğim şahsiyetleri aramaya başladım. Millî Kütüphanede rahmetli Necdet Sançar’ı bir Çarşamba günü öğleden sonra ziyaret ettim. Beni Üniversiteliler Kültür Kulübüne yönlendirdi. Ankara’nın yabancısı olduğum için Millî Kütüphane’nin çok yakınında olmasına rağmen, biraz da çekingenliğimden, bulamadım. Ertesi hafta Hocayı tekrar ziyaret ettim. Kulübü bulamadığımı söyledim. Felçli ve bastonla yürümesine rağmen beni kendisi götürdü ve o gün nöbetçi olan Kerkük’ün büyük şehidi Nejdet Koçak Ağabeyime teslim etti. Nejdet Ağabey Yüksek Öğretmenli olduğumu öğrenince, hemen Ayvaz’ı tanıyor musun dedi. Tanımıyordum. Onunla tanış dedi. Kulübün faaliyet günlerini söyledi. Hazırlık Sınıfları - bizim kısmımız- ile Fakülteler ayrı binalardaydı. Ancak yemeklerde beraber olma şansımız vardı. Bir hafta uğraşmama rağmen Ayvaz Ağabeyimi tanıyamadım. Bir hafta sonra Kulüpteki seminere geldim. Yeni olmama rağmen bir kaç kere söze girip konuştum. Ben güzel konuştuğum için tekrar tekrar söz verildiğini düşünüyordum. Meğer bu ağabeylerimin bir taktiği imiş. Beni kazanmak için öyle yapıyor, beni adam yerine koyuyorlarmış. Nede olsa 17 yaşındayım ve daha küçük görünüyordum. Sohbet sonunda henüz tanışmadığımız Ayvaz Ağabey’im ilk defa gördüğü, fakat oranın eski bir müdavimi gibi davranan, çok konuşan çocuğun kim olduğunu öğrenmek istemiş. Böylece tanıştırıldık. 1973 yılı Ekim ayıydı. O günden bu yana tam kırk beş yıl, hem ağabeyim, hem yol hocam oldu. Ben onun kardeşiydim. Hem de kan kardeşinden daha yakın. Hem Ayvaz Ağabeyimin, hem de ilk tanıştığımda yanında gördüğüm, uçmağa varana kadar da yanında olan Sevgi Ablamın...

Geçen 45 yılı anlatmak kolay değildir. İlk günden itibaren güzel konuşuyordu. Sarih bir mantık silsilesiyle olayları yorumlayışına gıpta ederdik. Henüz 21 yaşındaydı ama ölçüleri sağlamdı. O yaşta bilgisi kitabî değildi. Okunmuş, yoğrulmuş, şahsîleştirilmişti. Güzel ve hiç gramer hatası yapmadan konuşurdu. Muhataplarının hatasını da hemen düzeltirdi. Biz küçükler, konuşmamıza dikkat ettiğimiz gibi, yaşıtları da onun ağabeyleri de ifadelerine dikkat ederdi. Edebiyat öğretmenliği sadece sınıfta değil, hayatının her safhasında, tabii bir hal olarak yaptığı işti. Söylediklerimiz hakkında aferin almak bir yana, tenkidine mâruz kalmamak bahtiyarlıktı. Ben bugün mümkün olduğu kadar az hata ile konuşuyor ve yazıyorsam, bunu ondan çekinmeme ve Galip Ağabeyime borçluyum.

Mezuniyetine kadar Yüksek öğretmenli milliyetçi öğrenicilerin lideriydi. Kendisinden sonra bayrağı ben devraldım. İlk öğretmenliğini Kayseri’de yaptı. Okul dönemimiz iki yıl sürmüştü. Kayseri’deyken mektuplaşırdık. Orada ziyaret de ettik. İlk defa hayretle müşahede ettim ki uzun süre fiziken ayrı kalmamıza rağmen olayları değerlendirmede tam bir uyum içindeydik. Bu hal diğer ağabeyler için de geçerlidir. Her birimiz ayrı şahsiyetler olmamıza, farklılıklara önem vermemize rağmen, temel meselelerde hiç de farkı düşünmüyor ve tavır koymuyorduk. Bu durum bizim dışımızdakilerin de hayranlık ve gıpta ile hatta biraz da kıskançlıkla takip ettikleri güzel hallerimizden biri idi.

Önce Yüksek Öğretmende, sonra Dernek’te –Kulüp artık Üniversiteliler Kültür Derneği olmuştu- neşrettiğimiz OCAK Dergisi’ne Kayseri’den gönderdiği “Erken Kifayet Duygusu” başlıklı yazı büyük yankı yaptı, çok etkili oldu. Bugün de tazeliğini ve önemini muhafaza eden bir yazıdır. Bir kaç kitap okuduktan sonra kendini büyümüş hisseden gençlerin düştüğü hâli anlatır.

Liderlik karizması olduğu için gittiği her yerde kutup yıldızı gibi olmuştur. Gazi Eğitim Enstitüsüne öğretmen olarak gelmesiyle fiziki ayrılığımız son buldu. Gönül birliği hiç kopmayan dostlarıyla artık fiziken de beraberdi. Memleketimizin sıkıntılı dönemi idi. Fikir münakaşalarının yerini silâhlar almıştı. Biz fikir faaliyetlerinin aralıksız devam etmesi gerektiği inancıyla gayretimize devam ettik. Birinci MC hükümeti kurulunca ben Ülkü-Bir’in Genel Başkan Yardımcısı, o yönetim kurulundaydı. Dernek olarak onun Öğretmen Okulları Genel Müdürü olmasını kararlaştırdık. Uzun v e zorlu bir mücadele ve gayretin sonunda, maksadımız hâsıl oldu. Ancak belki bunun gerçekleşme hikâyesini de ayrıca yazmak mümkün olur. Çok ibretlidir.

Henüz 33 yaşındaydı ve kısa bir lise müdür yardımcılığı dışında idarecilik tecrübesi yoktu. Bu durumu onun aleyhinde kullandılar. Ancak hizmetlerini, başarılarını görünce hemen hepsi mahcup oldu. Onun yaptıkları sonunda Türk Millî Eğitiminin öğretmen çehresi değişti. Kendisi ve ekibi büyük bir inançla, heyecanla hizmet verdiler. Düşmanları ona “Komando” lâkabını taktı. Bu kelimenin ilk plânda çağrıştırdığı hiçbir eylem içinde olmadı ama tam ve kâmil mânâda fikir ve düşünce mücahidi idi. Öğretmen Okulları Genel Müdürlüğü Millî Eğitim tarihinde bir dönüm noktasıdır v e kelimenin gerçek mânâsıyla tam bir ihtilâl ve inkılâp etkisi yapmıştır. Doğrudan ilgi alanına girmemesine rağmen Türk Musikisinin mektepleşmesini de ilgili bütün bürokratların muhalefeti sebebiyle, o gerçekleştirmiştir.

Genel Müdürlüğünden sonra başka görevlerde de bulunmuştur. Çok kıymetli kitaplar yazmıştır. Bakanlık yapmıştır. Hayallerinin ve ideallerinin bakanlığını yapmıştır. Türk Dünyasından sorumlu olmuştur. Ancak, hiçbiri Genel Müdürlüğü kadar zihinlerde yer almamıştır. Bu bakımdan büyük Hakan 2. Mehmet’e benzer. O da genç yaşında v e saltanatının ilk yılarında İstanbul Fâtihi olmuştur ve sonra 28 yıl Büyük Hâkan olarak saltanat sürmüştür. Ama o hala İstanbul Fâtihidir. Ayvaz Ağabeyim de Genel Müdürlüğünde takılan lâkabı ile hâlâ “Komando Ayvaz”dır.

Benim için yokluğuna ve fırçasından mahrumiyetine katlanmak zor. O Kürşad’ın, bütün büyük Türklerin ve en önemlisi “Kutlu “ bir doğumla dünyaya rahmet olarak gelen Peygamberin yanında yerini aldı.

Nur içinde yatsın ve mekânı cennet olsun.

-----------------------------------------------------
*Dr. Türk Ocakları İstanbul Şubesi Başkanı


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: “Erken Kifayet Duygusu”
MesajGönderilme zamanı: 28.11.11, 12:03 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 08.11.09, 20:20
Mesajlar: 58
Okumayan Toplum Gelişir mi?

Muhsin İlyas Subaşı



Ülkemizde basılan kitap sayısındaki tırmanışa rağmen, okuyucu sayısında bu artışı görmemek şaşırtıcıdır. Eğer bir kitap basıldığı tarihten beş yıl sonra bile raflarda görünebiliyorsa, vah bizim kültürümüze!..

Nüfusunu 70 milyona taşı, ama okuyanını bir arpa boyu ileri götüreme! Şimdi bakıyoruz, çokça yazan insan var. Çoğu birinin anlattığını başka şekilde yeniden tekrarlıyor. Niye böyle oluyor? Çünkü toplum okumuyor ama yazanımız da okumuyor maalesef. Sürekli bir noktaya işaret etmişimdir: Bu, özellikle gençlerimiz için korkunç bir tuzaktır; erken kifayet duygusu! Yani biraz birşeyler konuşup yazmaya başlayınca, eskilerin tabiriyle kendisini “Allame-i du cihan” sanmak...

Burada kimse, “Beni mi kastediyor?”demesin sakın! Eğer böyle bir ihtimali düşünüyorsa, dönüp rafındaki kitaplarına baksın. Eğer her ay üç-beş kitap almamışsa, eğer her ay üç-beş kitap okumamışsa. Böyle bir soru sormasına gerek yok. Kastettiğim doğrudan kendisidir!

Peki, bu ülkenin gelecekteki aydını nasıl oluşacak?

Unutmamalıyız ki, insanların duygularını doyurur da, idrakini boşaltırsanız o toplumu sürü haline getirmişsiniz demektir!..

Bugün Türkiye üzerinde oynanan oyunları cazip hale getiren toplumdaki bu çözülmedir.

Batı ülkelerinde, siyasetin geleceğini belirleyen aydınlardır. Churchill (Çörçil)'in, “Britanya adalarının yarısından vazgeçerim ama, Shakespeare (Şekspir) in bir cümlesinden geçemem! sözü politik bir malzeme değil, bir devlet adamı kararlılığıdır. 20. yüzyılda yaşayan bir devlet adamı, 16. yüzyılda yaşayan bir düşünüre böyle sahip çıkıyor. Onun dilini kendi nesline değiştirmeden öğretmenin gerekliliğini savunuyor. Bizde ise, siyaset aydınları öğütme derdinde. Aydınlarımız da kendilerini var edecek donanıma kayıtsız; bugün kaç aydın; “Ben ilerisi için bir şeyler üreteceksem, geriye bakmam lazım” diyebiliyor? Arkasında bin yıllık bir birikim var, ama ondan haberi yok, ona yabancı, hatta birçoğu ona düşman!.. Osmanlı`ya tavır almak, Osmanlı aydınlığına tavır almayı gerektirir mi? Bu kadar ilkel bir düşence olabilir mi? Bu düşmanlık öyle bir noktaya taşındı ki, bu ülkenin siyasetçisi ve aydını el ele vererek, o çok sahip çıktıkları Atatürk`ün dilindeki 20 bin Osmanlı`ca kelimeyi bile söküp attılar. “Nutuk”un, “Söylev”e dönüşen trajikomik macerası bizim aydın ve siyaset profilimizi çok iyi ortaya koyar!

İbni Haldun`u, İbni Sina`yı, Farabi`yi, Biruni`yi, Cabir`i, Gazali`yi, Mevlana`yı üniversitelerinde okutan Batılı, senin kültürünün bütün değerlerini kendine aktarıp, geri sana satarken, biz sadece onları Batı referanslarıyla kabul edebiliyorsak, bu kendimize güvenimizde ciddi bir çöküşün işareti olmalıdır. Tıpkı gençlerin erken kifayet tuzağı gibi bir şey bu!

Bunlar kültürde bir devlet politikasına sahip olmayışımızın getirdiği buhranın çaresizliğidir. Maalesef, şu kaygıdan kendimi kurtaramadım: “Bu ülkede söz devlette değil galiba; devleti baskısı altında tutan dış güçlerin figüranlarının elinde herhalde!...

Okumaktan söz edip sözü politikayla bitirmek istemem. Ne var ki, benim güzel ülkemde, okuyan insanın çoğalmasını engelleyen sadece kendi zaaflarımız değil, belki ilk ve önemli pay kişisel olarak bizlerin, ama devlete sızmış gizli bir el, bizim ruhumuzu öldürmek için adeta bir “Haçlı Savaşı zihniyetiyle” öylesine üzerimize çöreklenmiş ki, politikamız da, kültürümüz de bu çemberin dışına çıkamıyor!

Bunun âfâki bir söz olmadığını öğrenmek istiyorsanız, yabancı vakıfların ülkemize akıttığı paraların, kimlerin vasıtasıyla, nerelerden gelip nerelere gittiğine bakmanız yeterlidir!.. İşte o zaman okumanın ne kadar önemli bir şey olduğunu göreceksiniz!

Kaynak: SanatAlemi


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: “Erken Kifayet Duygusu”
MesajGönderilme zamanı: 28.11.11, 12:09 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 08.11.09, 20:20
Mesajlar: 58
ŞİİRDE NEYİ NASIL TARTIŞMALIYIZ?

Muhsin İlyas Subaşı

Bizim gençliğimizde şiir yazarken yol göstericilerimiz pek olmadı. Kendi yeteneğimizi ısrarımızla bütünleştirerek bugünlere geldik. Bugün öyle değil, iletişim imkânlarının artması şiire yeni başlayanlara olağanüstü kapılar açtı. Bugün şiirde ısrarlı olanlar, ustalarına çok daha rahat ulaşabilmekte ve şiirlerinin değerlendirmesini yapacak ortamı bulabilmektedir. Buna rağmen, gençlerimizde böyle bir eğilim genellikle söz konusu değil. Bu kaygıyı duyanlardan olduğum için, şiirin niteliği konusunda, çokça yazı kaleme aldım. Bunların önemlilerini “Şiirden Şuura” isimli kitabımda bir araya getirdim. Bu kitapta hem şiir teorisi, hem de şiir poeatikası konusunda büyük şairlerimizin görüşlerini de naklettim. Şiirin kültürümüzle iç kontağı üzerinde ayrıntılı bilgiler vermeye özen gösterdim. Aslında bu kitap, şiirin kuralı ve kaidesini bilmesi gereken genç şairler için örnekleyici bir çalışmadır. Ne var ki, bizim genç şairlerimiz kerameti kendinden menkul insanlar haline mi geldiler, erken kifayet tuzağına mı düştüler bilemiyorum, bu tür kitapları pek okumuyorlar. Okumadıkları için de birkaç şiirden sonra tekrara düşüp, şiiri bırakıp kayboluyorlar.Bakınız, çok basit bir örnektir, ama bir zaafı sergilediği için burada anlatmakta fayda vardır. Benim aşağıdaki şiirim bu sitede yayımlandı. Şiir şöyle:

AŞK DİZGİNSİZ ATTIR
Öpülmeyen bir gülün kırılmış ilk dalıyım,
Rüzgârdan yardım alıp uçarak geldim sana.
Gönlü azâd edilen son âşık olmalıyım,
Ben, nice ateşlerden geçerek geldim sana.

Bu yangın gözlerinden doğarsa yakar beni,
Anlamadınsa hâlâ, bu tavrın yıkar beni

Bir gönül mâcerası değil benim ısrarım,
Sabırla dokumuşum umudumu peşinde.
Işığının düştüğü her kapıda ben varım,
Köleliğe razıyım, bana her dönüşünde,

Bu tutkuyu duyanlar gün gelir anlar beni
Feryadıma yönelir sende duyanlar beni

Aşka gem vurulamaz, o, dizginsiz tek attır,
Gözleri kör ederek gönülde kalkar şaha.
Aşkı gönle bağlayan uzunca bir sırattır.
Geçmesi zor olsa da sığınırım Allah’a.

Bu mutlu arayışın kapısında yak beni.
Yakmazsan azâd eyle, hâlime bırak beni!..


Bu şiirde geleneksel şiir tarzımızın dışındadır. Hatta şiirin esas başlığı “Vuslatında Yak Beni”ydi. Metafizik sığınmayı anlatan bir şiirdir. “Vuslat”kelimesi, tasavvufi bir terimdir. Bugün pek anlaşılmamakta ya da çoğu kere yanlış kullanılmaktadır. Onun için adını yukarıdaki şekilde değiştirdim. Bu şiirime yorum ekleyen bir genç kardeşimiz şöyle yazmış: “Güne düşen ve değerli yönetimin teveccüh gösterip süslediği şiirinizden dolayı sizi kutlarım. 7+7 hece ölçüsüyle yazmış olduğunuz şiirinizde, mısraların yer yer bu uyumu bozduğuna rastlasam da,, yine de anlam ve ahenk olarak verdiği mesaj açısından güzeldi,,, Kutlamak düşer bize..”Bu notu okuyunca şiire yeniden baktım, bir şey göremedim.7+7 hece paylaşımında bir sarkma yok. Aynı dikkati gösteren bir başka şair kardeşim yukarıdaki eleştiriye aşağıdaki notu düşmüş:" ...mısraların yer yer bu uyumu bozduğuna rastlasam da... " demişsiniz. Heceye meraklı biri olarak sadece merak ettiğimden soruyorum. Bu bozulma nerede ya da nerelerde?”Bu konuyu, burada tartışma alanına çekmek için yazmıyorum. Zaten bu iki dostumuz meseleyi kendi aralarında seviyeli bir şekilde tartışma konusu yaptılar. Şiirime eleştirel not yazanın da samimiyetinden kuşkum yok. Görünen o ki, şiirin ne söylediği değil, nasıl söylendiği üzerinde duruluyor. Aslında bu da önemlidir, ama şiiri şekil, hece, nokta, virgül zaruretlerine bağlarsanız o size çok şeyi kaybettirebilir. Bizim divan şiirimizde de buna dikkat edilmemiş. Hatta sadece bu yüzden bu edebiyatta “Med, İmale ve Zihaf”gibi bir uyguluma şiirin ana malzemesi olarak görülmüş ve çokça kullanılmıştır. Bizler nedense, olur olmaz kurallar oluşturarak onların çemberine kendimizi hapsediyoruz? Şairin görevi dil mühendisliğiyse, bunu şairin şiirin kendi iç musikisine yerleştirmeyi başarmasına bakmak gerekir. Değilse bir yerde; ‘mısraların yer yer uyumu bozduğundan’; söz edip arkasından; ‘anlam ve ahenk olarak verdiği mesajın güzelliği’; ifadesi, bir çelişkiyi yansıtmaktan öte başka bir anlam taşımayacaktır. Çünkü ‘ahenk’; ve ‘uyum’; birbirinin müteradifi kelimelerdir. Birini olumsuzluk, öbürünü müspet için kullanmak doğru bir ifade şekli değildir. Şairin en önemli vasfı dikkatidir. Şiir gibi çok farklı bir dili kullananların yazdıklarının sorumluluğunun bilincinde olması gerekir. Bunu hesaba katanlar, şiirlerine yansıtacakları için büyüyeceklerdir. Bizim gençlerimizin önemli bir kısmının ana problemi buradadır. Manzume yazmak kolaydır, onu bizim sade vatandaşımız da söyleyebiliyor. Kaldı ki, bu insanların içerisinde şaheser mısralar, beyitler ve kıtalar da ortaya koyanlar vardır. Bakın mesela Şerife Ana, bir ev hanımıdır, okur-yazarlığı bile yoktur, ama şu iki mısrası bir kitaplık sözdür:
“Pişir pişir söyle sözün,
Arasında ham bulunur.”
Manzumeyi şiire dönüştürmek, o farklı yaratılışın sahibi olanlarda şiir yeteneği yanında, şiir kültürü de ister. Bir şiiri beğenir ya da beğenmeyiz. Bunu dillendirmek herkesin hakkıdır. Ancak, kendimizi ispat için başkalarına ders vermeye kalkarsak, Şerife Ana’nın ikazı ortaya çıkar. Şairi, kendi kendine verdiği sıfatı değil, şiiri ön plana çıkarmalı. Şiirde neyi nasıl tartışacağımızı bilmeden söyleyeceğimiz her söz bizi bağlar ve ileride de sıkıntıya sokabilir. Bu işin geleneği böyledir çünkü!


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: “Erken Kifayet Duygusu”
MesajGönderilme zamanı: 28.11.11, 12:10 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 08.11.09, 20:20
Mesajlar: 58
Ünlü Şair-Yazar Muhsin İlyas Subaşı İle

Şiir ve Şiiri Üzerine Önemli Bir Mülakat


Durdu ŞAHİN: Sayın Subaşı, siz şairi çok şiiri az bir topluma dönüştüğümüzün tartışıldığı şu günlerde, “Şiirden Şuura” adıyla bir deneme kitabı çıkardınız. Bu kitabın konularının tamamı da şiirle ilgili? Bu çalışmanız, “Kimlere şair demeliyiz? ” sorusuna cevap aramak için mi?

Muhsin İlyas SUBAŞI: Evet efendim. Aslında ben kimseye yol gösterecek ukalalık içinde değilim. Herkes yolunu kendi bilgi ve gayretiyle bulmalıdır. Biz, sadece bu aranan yol da bazı işaret noktalarına dikkat çekmek istedik. Doğrudur, şiiri çok ama şairi az bir toplumuz. Gerçekte, iyi şairler kolay yetişmiyor. Dikkat edin, belli bir noktaya çıkabilmiş şairin arkasından en az otuz yıl, kırk, hatta elli yıllık bir sabır ve gayret vardır. “Sabır ve Gayret”! ...Bizim genç şairlerimizin şiir vadisine girmek isteyenlerimizin çoğunlukla uzağında kaldıkları iki önemli işaret noktasıdır bunlar. “Sabır”ı burada başına gelenlere katlanmak anlamında düşünmüyoruz. Sabırla şiir dokusuna malzeme aramak anlamında düşünüyoruz. Genç şairlerimiz okumuyor! .. Genç şairlerimiz okuma gayreti, arama araştırma gayreti göstermiyor! .. Bakın, ben, “Şiir’den Şuura”yı yayımlarken hedef okuyucu olarak genç şairlerimiz ya da şair adaylarımızı düşündüm… Ne yazık ki, bunlar bu kitaba ilgi göstermediler. Hani herkes kendisini büyük görür ya, hani bir “erken kifayet duygusu” gibi bin handikabımız var ya. Daha bunu aşamamışız, bunun için, şairimiz bol ama şiirimiz maalesef azdır… Onun için bu kitap okunduğu zaman şair kendi kendine bu soruyu rahatlıkla sorabilir: “Ben gerçekten şair miyim, değil miyim? ” diye…

Durdu ŞAHİN: Peki, bu şair ve şiir enflasyonu bataklığından kurtulmanın bir yolu yok mudur?

Muhsin İlyas SUBAŞI: Vardır elbette… Herkes, yaptığının ne oluğunu fark ederse, her şair, başkalarının şiirini eleştirmede gösterdiği cömertliği kendi şiiri için de gösterirse, yazdığı şiirini bir yabancı gibi okumaya, eleştirmeye kalkarsa, herhalde kendi kendimize bir ayıklamayı yapmış oluruz.

Durdu ŞAHİN: Bunu yapmazlarsa ne olur?

Muhsin İlyas SUBAŞI: Bunu yapmazlarsa, işi zamanın adaletine, toplumun ortak duyarlılığına bırakmış olur. Şair, şiirinde ve duygularında, daha doğrusu kaleminde bu ayıklamayı yapmasa da zaman yapıyor… Bu tartışmalar hemen her dönemde olmuş. Şimdi belki yayın imkânlarının artması, birçok heveskarı kitaplı şair yapıyor ama, bulardan vitrine çıkan, okuyucu bulan, itibar gören var mı? Önemli olan budur! ..

Durdu ŞAHİN: Diyelim ki, böyleleri bir şekilde vitrine çıktı, dost kayırmasıyla, grup ya da klik anlayışıyla itibar da gördü. Gerçekte şair olarak etkili olurlar mı?

Muhsin İlyas SUBAŞI: Sanmıyorum…Bizim edebiyat mezarlığına bakın, böyle nice fosiller vardır…Önemli olan ortak şuurun sahiplenmesidir. Bakın, okur-yazar olmayan bir kadın, bir ev hanımı, şiir yazmıyor, kendi kendine halk arasında “Deyiş” dediğimiz şey söylüyor. Ama bir yere geliyor senin yüreğinde öylesine derin bir yara açıyor ki, etkilenmemen, o söze çarpılmaman mümkün değil: “Pişir pişir söyle sözün, / Arasında ham bulunur! ..” İşte şair bu! .. Bunun ne kitabı var, ne de öyle dillere düşmüş şiirleri… Ama onun kitabı toplumun hafızasıdır…

Durdu ŞAHİN: Şimdi bu yaklaşımlarınıza bakarak size bundan çıkış yolu yok mu diye sorsam: Yani Bu toplumu şairi de şiiri de çok hale getirmek için ne yapmalıyız? Belki ilk sorumuza benzer bir tekrar soru gibi ama sizi biraz açmak için soruyorum, bu konuda neler dersiniz?

Muhsin İlyas SUBAŞI: Bu konuda diyeceklerimi “Şiirden Şuura”da söyledim. Şiire gönül veren, şiirle gönlünü topluma açan şairlerin bu kitabı okumaları gerekir. Ben, bu kitabımda yalnız kendi görüşlerimi vermedim… Benim böyle bir alanda belirleyici olmak gibi bir hakkım yoktur. Orada Batılı düşünürlerden bizim şairlerimizden şiir üzerine görüşlerinin tatlı bir terkibini yapmaya özen gösterdim… İtiraf etmeliyim, ben şahsen geçlik dönemimde Batı’dan ve Bizden şiir üzerine. yazılanları okumasaydım, bu çabamı devam ettiremezdim…

Durdu ŞAHİN: Galibe “Aşkistan” isimli şiir kitabınız böyle bir etkilenmenin ürünü?

Muhsin İlyas SUBAŞI: Hayır! ..O başka bir etkilenmenindir.

Durdu ŞAHİN: Nedir o, söyler misiniz?

Muhsin İlyas SUBAŞI: Divan Edebiyatı’na sol zihniyetin bakışındaki soğukluğu biliyorsunuz. Bunlar bir ara, okullardan bu edebiyatı kaldırmayı bile düşündüler… Yedi asır gücünü ve etkisin devam ettiren ve gerçekten şaheserler ortaya koyan böyle bir edebiyatı dışlamak gibi bir köksüzlüğün ötesinde, ruhsuzluğa tahammülüm yoktur… Bu konu gündeme gelirken ben, “Divan Edebiyatını O Divanelerden Önce Biz Yokettik! ” başlığıyla bir yazı yazmış ve kendi kusurumuzu bu edebiyatın dışında şiirimize taban aramakla hata ettiğimizi söylemiştim. Sonra, kendi kendime; “Bunu böyle diyorsun ama, Aruz’la neyin var senin? ” diye sordum. Gerçi, kitaplarımda birkaç tane aruzla şiir denemem vardı ama yeterli değildi. Bu defa oturdum, “Aşkistan” da yer alan 101 Rubai’yi yazdım… Bu kitap böyle oluştu…

Durdu ŞAHİN: Tekrar “Şiirden Şuura” ya dönerek bu sohbeti noktalayalım istiyorum. Bu kitabınızın şiir kültürümüze sağladığı önemli katkı sizce nedir?

Muhsin İlyas SUBAŞI: Bu kitap, aslında her şairin kendine göreliği olan şiir alt bilgisini vermek için düşünülmüş bir çalışmadır. Şiirimizin tarihle, gelenekle, devanla, kültürle, tasavvufla, daha doğrusu hayatın değişik cepheleriyle ilişkisini irdeleyen bir çalışmadır. Burada genel bilgiler yerine deneme tarzında bazı hatırlatmalar yapmak istedim… Bugün bizim edebiyatımızda; yazılan şiirden hiç olmazsa yüzde beşi kadar da şiir üzerine görüş ve düşünceler yazılsa, yazılan güzel bir şiir üzerine “Şiir yorumları” olsa, bugün kaygısını duyduğumuz bu enflasyondan söze gerek kalmaz… Şiiri kültürle beslemezseniz sadece duyguyla verdiğiniz mısralar döner dolaşır “Manzume” kalıbına hapsolup kalır… Şair olmak isteyenler, kendilerini eskilerin tabiriyle “Müteşair”lik kâbusuna sürüklemek istemiyorlarsa, şiir üzerine düşünüp yazmalılar, yazamıyorlarsa, yazılanları okuyup yeni yorumlar çıkarmalılar… Dikkat ederseniz rahmetli Necip Fazıl Kısakürek “Çile”nin, başına önsöz şeklinde “Şiirim ve şairliğim” diye bir metin koymuş, sonuna da; “Poetika”sını eklemiş ve kitabını hep bununla birlikte yayımlamıştır. Bu, bizlere şu benim ısrarla söylediğim şeyleri bu yolla vermek içindir. Hatta, sadece şaire değil, doğrudan şiir okuyucusuna bile bu reçeteyi vermeyi asli bir görev olarak düşünmüştür… Onun bu tavrı bile bizim için ciddî bir uyarıdır… Öyle değil mi?

Muhsin İlyas SUBAŞI: Evet doğru söylüyorsunuz, gerçekten e öyle… Efendim teşekkür ederim…

Muhsin İlyas SUBAŞI: Sevgili Durdu Şahin ben de teşekkür ederim. Lütfedip, beni sabırla dinlediniz

Durdu Şahin


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: “Erken Kifayet Duygusu”
MesajGönderilme zamanı: 28.11.11, 12:17 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 08.11.09, 20:20
Mesajlar: 58
“Tenkitsiz Tefekkür Olmaz!”

Muhsin İlyas Subaşı


Yukarıdaki cümle merhum Cemil Meriç`e aittir. Üstat, bunu şöyle tamamlar: “Tek adım atamazsın tenkitsiz!”(Bir Mabed Savaşçısı Cemil Meriç, Dücane Cündioğlu, Etkileşim Yayınları, İstanbul 2007 s.103)

Geçen hafta, kitap okumadığımızdan söz etmiştim. Bundan alınanlar olduğunu bir dostum anlattı. Elbette, ukalalık yapıp herkesi aynı kefeye koyacak bir insan değilim. Sözüm daha çok gençlere yönelikti. Bugün artık eskisi gibi değil. Çokça dergi çıkıyor. Bir yığın Internet sitesi var. Yazdığı yazılar kadar kitap okumamış bir yığın insan buralarda cirit atıyor. Aslında belki güzel şeyler bunlar, zamanla ayıklanır, ayakları yere basanlar kalır ve kültürümüz yeni kabiliyetlere kavuşur. Artık ustaların keşfi değil, gençlerin kendilerini takdim dönemi başladı. Ne var ki, gençler yemek gibi, bilgiyle de beslenemezlerse, gelişmelerini tamamlayamazlar. Bunun için o yazıyı yazdım. Kimseye akıl verecek, yol gösterecek halim yok!

Burada izniniz olursa, bir hatıramı anlatmak isteyeceğim:

Cemil Meriç`i sağlığında dikkatli bir şekilde takip eden ve okuyan bir insandım. Ona bu muhabbetim, onun yanlışlarını da kabulüm anlamına gelmiyor elbette. Kitaplarında hassasiyet ve kabullerime uymayan çokça da görüşleri vardı. Bunları normal görüyordum. Çünkü Marksizm`den gelen bir insan, kolay kolay o tortuyu üzerinden atamaz. Bunu da zaten kendisi kabullenir ve söyler. Ancak toptan mahkum edici bir ifadesine karşı çıkmamak mümkün değildi. Ciddi yanlış kabul ettiğim bir tespitini okuyunca bunu içime sindiremedim. Merhum diyordu ki: “Türk şiiri Nazım`la biter. Avrupai düşünce Nazım`la başlar.”(Mağaradakiler, Cemil Meriç, Ötüken Yayınları, İstanbul 1978, s.70.) Ben bu görüşüne itiraz ettim. Kendisiyle yazıştığımız gibi, o zaman çıkardığım Küçük Dergi`de de “Meriç`in Nazım`ı ve İsa`sı” başlıklı uzunca bir yazımda bunu eleştirdim. Kendisine yazdığım mektubuma verdiği cevabında (ölümünden sonra oğlu Ali Meriç tarafından neşredilen Jurnal II` de `s. 337.` yayınlandı) bu sözünün `çok aşırı bir iddia olduğunu` söyleme nezaketini gösterdi.

Bütün bu olanlardan sonra da biz kendisine; “Kayseri Sanatçılar Derneği”olarak “Yılın Düşünce Adamı”ödülünü verdik, kendileri de muhterem eşini yeni kaybetmiş olmasına ve hastalığına rağmen, kalkıp Kayseri`ye kadar geldi ve ödülünü aldı.

Ne ben; “Şair olarak, Nazım`ın gidişiyle şiirimizin bitmiş olduğunu söylediği için bizleri yok sayıyor, böyle diyen bir fikir adamına ödül verilmez”, diye düşündüm, ne de kendileri; “Böyle tepki gösteren bir adamın davetine katılmam”, dedi. Çünkü Üstat, yazıma başlık yaptığım şekilde bakıyor fikir hayatına. Hatta kendisiyle karşılaştığımızda; “Üstat, size karşı haddi aştım mı acaba?”diye sorduğumda, “Hayır hayır, tenkit bizim gücümüzdür. Senin tavrından memnun olmasaydım, sizleri görmek için ta İstanbul`dan kalkıp buralara kadar gelir miydim? Müsterih olunuz Muhsin bey. Keşke uyarınız bu yazı kitaba konulmadan önce olsaydı, ben düzeltir öyle yayınlardım”, deme kadirşinaslığını da esirgemedi. Evet, tenkidi aradan çıkarırsanız, tefekkürü hayallerinize, duygularınıza ve hatta ihtiraslarınıza feda edebilirsiniz! Bizim temel sıkıntımız işte bu: Biz eleştiri ile dostluğu birlikte korumayı öğrenemedik.

Bir insanı tenkit etmek, ona düşman olmak mıdır? Böyle ilkel bir kabile mantığı olabilir mi? Biz bu dengeleri koyamadık, bu dengelerin kural ve kaidesini de koyamadık! Kendi sınırlarımız içerisinde kendimize bir küçük dünya inşa ettik, oraya bir fildişi kule yerleştirdik, o kuleye oturup herkese tepeden bakmaya başladık. Peygamber`in kendisini görünce heyecanından titreyen adama; “Gel çekinme, karşında kurutulmuş et yiyen bir kadının oğlu var”, diyen tevazuunu hayat düsturu haline getiremedik.

Bizler tenkitsiz yetiştik. Bizlerin rehberi de olmadı, elimizden tutup; “Sende birşeyler var, şöyle davranırsan daha güzel eserler üretebilirsin”, diyen olmadı. Hatta, horlandık, dışlandık, haset sopasıyla kovalandık. Şu yaşa geldim, bu yönde; “Allah razı olsun, beni yönlendirdi”, diyebileceğim bir büyüğümün himmetini görmedim, göremedim. Hatta, Türkiye`de ilk defa Alpaslan ve Malazgirt`i piyes olarak yazdım. Onlarca okul sahneledi. Üstelik aynı yıllarda Türkiye`nin tanınmış dergilerinde yazı ve şiirlerim çıkıyor olmasına rağmen, Piyesimi oynatan okulumun öğretmenleri, o yıllarda beni kompozisyon dersinden bütünlemeye bıraktılar. Hiçbir hocam, elimden tutmadı. “Ben yapamıyorum, sen beceriyorsun, sen ileride benim de sesim olabilirsin” deme erdemliliğini göstermedi. Bu olayın üzerinde kırk yıl geçti, muhataplarımız değişse de zaafları değişmedi. Öyle ki, yakın zamanda çağdaşım iki dostuma, kendi ihtisas alanlarına giren bir kitabımın kopyalarını verdim. Verirken de görüşlerini öğrenmek istediğimi söyledim. Okuyup bıraktılar, tek cümle etmediler. “İyi yapmışsın, ya da fena olmuş, şuralarda düzeltme yap, şunları da ekle veya şunları çıkar”, gibi bir kadirşinaslık örneğini göremedim. Kitap çıktı, tebrik bile etmediler. Hazımsızlık bu kadar mı kör eder insanı?.. Anlamak mümkün değil!.. Yazım aşaması bitmiş bir başka kitabımı, yine yazdığım alanda uzman olan bir dostuma teklif ettim: “Zamanın varsa, bir gözden geçirmeni beklerim. Tenkit ve tavsiyelerinden yararlanmak isterim”diye, çıtı çıkmadı. Batı`ya bakıyorum, bir kitap yazılıyor, önsöz neredeyse, o kitaba katkı sağlayanlara şükran duygularıyla tamamlanıyor. Onlarda, tefekkür böyle gelişiyor. Çünkü, bakan birşeyler söylüyor, ekliyor, çıkarıyor, daha mükemmele doğru gidiyor. Bizde bunlar yok, maalesef yok. Herkes kendi başına buyruk, üstelik kendinden başka kimseyi de beğenme erdemliliğini geliştiremedik!

Kişisel olarak duygularımı bu acılarla pişirdiğim için bana kim başvurduysa geri çevirmemeye özen gösterdim. Şiirlerini adlarına dergilere gönderdiğim gençler oldu. Kitaplarının basılması için tavassutta bulunduklarım vardır. Yakın çevremde kendisinde kabiliyet ve gayret gördüğüm gençlerin eserleri hakkında yazılar yazdım! Kimseden de kendim için bir şey beklemedim.

Bunları niye yapıyoruz? Kolektif düşüncenin gereği bu. Bakınız, korkunç bir iç mücadele var. Adam, “sağ düşüncede olanlardan aleyhlerine de olsa söz etmeyin, zira aleyhlerine konuşmak da onlara değer vermek demektir”, gibi çok ilkel, çok bağnazca düşünce taşıyan insanlarla boğuşuyorsunuz. Böyle bir ortamda birbirimize sahip çıkmazsak, ne kazanırız?..

Benim için enteresan bir tevafuk oldu; ben bu yazıyı tamamladığım günü, Mehmet Nuri Yardım dostumun “Eleştiride Ölçü” yazısı yayına girdi. Bu yazı beni yirmi beş yıl öncesine götürdü. O tarihlerde, “Tenkit mi, tahrik ya da tezyif mi?”diye bir yazı yazmıştım. (Boğaziçi Dergisi, Ağustos-1984) Biz galiba, `tenkit`le `tahkir` ya da `tezyif`i zaman zaman karıştırıyoruz. “Tenkit”bu defa “Tenkil”e dönüşüyor! Evet tenkit olmalı. Biz onun disiplininden kendimizi uzaklaştırmamalıyız. Yetişeceksek, münekkit bir tezgah ustası gibi etrafımızda hep dolanmalı. Hatta ben dikkatli okuyucuyu yazarın şansı sayarım. Bence gizli münekkit onlardır. Eğer kitabınız basılıp satılıyorsa, mutlaka onlar bunu şifahi olarak birilerine bu kitabın müspet eleştirisini yapıyorlar ve bu defa başkaları o kitabı alabiliyor.

Cemil Meriç`in dikkatine katılmamak mümkün değil. Biz, Eleştiri`yi yol gösterici olarak değil de, fikir sopasına dönüştürürsek, bu defa yol açalım derken genç fidanları budamış oluruz!

Yazımdan bu hassasiyetimi koruyarak genel bir değerlendirme yaptım. Kendimi, o sorumluluğun yükünü taşıyanlardan birisi olarak gördüğüm için okumamız gerektiğini yazdım. Kabiliyetlerini görüp geleceğimiz için sevindiğim çok yetenekli gençler var. Bunun için genel bir eleştiri tavrı gösterdim. Bu gençler, ihmal edilirse, onlar için dehşetli bir tuzak olan erken kifayet duygusuna kapılırlarsa, bir yere gelip tıkanacaklardır. Bunu aşmaları için yardımcı olmak bu ülkenin geleceğinden kaygı duyan her inanmış aydın için bir sorumluluktur. Değilse, kimseye akıl verecek bir niyete sahip değilim!

Kaynak: Sanat Alemi


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 5 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 1 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye