Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 7 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: Emine Işınsu -Hayatı ve Eserleri- Üzerine
MesajGönderilme zamanı: 02.10.11, 13:55 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 28.09.10, 13:01
Mesajlar: 166
Emine Işınsu

Emine Işınsu'nun Hayatı, Eserleri, Kitapları

Emine Işınsu (Öksüz) (17 Mayıs 1938), çağdaş Türk yazarı. Gazete köşe yazarlığı, dergi editörlüğü ve yayıncılığı yapan, ödüllü oyunları bulunan yazar, en çok romancılığıyla tanınmıştır.

Hayatı

Işınsu, 17 Mayıs 1938’de babasının Tümen Komutanı olarak görev yaptığı Kars’ta doğdu. Cumhuriyet döneminin tanınmış şair ve yazarı Halide Nusret Zorlutuna ile Tümgeneral Aziz Vecihi Zorlutuna’nın kızıdır. Annesinden dolaylı sürekli edebiyattan söz edilen, şiir okunan bir çevrede, babasının görevlerinden ötürü de Sarıkamış, Urfa, Karaman gibi yurdun çeşitli yerlerinde ve her birinde birkaç yıl yaşayarak büyüdü.

Yetiştiği okullar, bu sık yer değiştirmeleri yansıtır. İlk okulu Urfa, Sarıkamış ve Ankara’da okudu. Liseden mezun olduğu okul TED Ankara Koleji’dir. Bir yarı yıl AFS bursiyeri olarak ABD’de bulundu. Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi İngiliz Dili ve Edebiyatı, aynı fakültenin Felsefe bölümlerinde ve Orta Doğu Teknik Üniversitesi İşletme Bölümü’nde bir süre okudu. İngiliz Dili ve Edebiyatı’nda okurken bir yarı yıl AFS bursuyla A. B. D.’ne gitti.

İlk eseri 17 yaşında iken basılan şiir kitabı İki Nokta’dır. 1963’de ödül kazanan Küçük Dünya’dan sonra yoğun şekilde romana yöneldi. Roman yazmanın dışında 1970’lerin önemli fikir ve sanat süreli yayınlarından Töre Dergisi’ni 1971- 1981 yılları arasında çıkardı. Birçok dergi ve gazetede yazıları yayınlandı; Yeni İstanbul ve Sabah gazetelerinde köşe yazarlığı yaptı.

Yazar evli ve üç çocuk annesidir.

Edebi Kimliği

Işınsu’nun romanlarında mekân tasvirlerinden çok insan psikolojisi öne çıkar. Birinci tekil şahıs anlatımıyla yazılan ilk romanı Küçük Dünya’da her şey romanın kahramanın ruh halinden süzülerek aktarılır. Diğer romanlarında birinci tekil şahıs terkedilse de yine olayları ve mekânları kahramanların duygu süzgecinden geçtikten sonra ve onların algılamalarıyla görürüz. Bu psikolojik ağırlık zaman zaman şuur akımını andırır.

Roman konuları arasında kadının tutsaklığı, Türklerin tutsaklığı (Bulgaristan, Kerkük, Batı Trakya), Türkiye’nin sancıları öne çıkar. Son dönem eserlerinde Türk tasavvufunun zirveleri Yunus Emre, Niyazi Mısri ve Hacı Bayram Veli’nin hayatları ele alınmıştır.

Ödülleri

• ''Küçük Dünya'' ile T. C. Turizm Bakanlığı Sanat Armağanı

• ''Ak Topraklar'' ile Türk Edebiyatı Vakfı Roman Ödülü

• ''Bir Yürek Satıldı'' oyunu ile Türkiye Radyo Televizyon Kurumu Radyofonik Oyun Yarışması’nda dram dalı birinciliği.

• ''Sancı'' ile Türkiye Millî Kültür Vakfı Roman Ödülü

• ''Canbaz'' ile Türkiye Yazarlar Birliği Roman Ödülü

• Türk Ocakları Hamdullah Suphi Tanrıöver Armağanı

• Karaman Türk Dili Ödülleri, “Türkçeyi Doğru ve Güzel Kullanan Yazar Ödülü”

• İLESAM (Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sahipleri Meslek Birliği), “Şeref Ödülü”

Üyelikler

• Türk Edebiyatı Vakfı Mütevelli Heyeti üyesi

• İlim ve Edebiyat Eseri Sahipleri Merkez Birliği (İLESAM) üyesi

• Türkiye Yazarlar Birliği Üyesi

Romanlar

• Küçük Dünya (1966)

• Azap Toprakları (1970)

• Ak Topraklar (1971)

• Tutsak (1973)

• Sancı (1974)

• Çiçekler Büyür (1978)

• Canbaz (1982)

• Kaf Dağı’nın Ardında (1988)

• Alpaslan (1990)

• Atlı Karınca (1990)

• Un coeur aux encheres (1991)

• Cumhuriyet Türküsü (1993)

• Nisan Yağmuru (1997)

• Havva (1999)

• Bir Ben Vardır Bende Benden İçeri (2002)

• Bukağı (2004)

• Hacı Bayram (2005)

• Hacı Bektaş Veli (2008)

Küçük Dünya, Yönetmen Osman Sınav tarafından televizyon dizisi olarak çekilmiş ve TRT’de yayınlanmştır. Atlı Karınca,Yönetmen Osman Sınav tarafından televizyon dizisi olarak çekilen bir orijinal senaryodur. Ancak TRT’nin “aydınlarla alay ediyor” gerekçesiyle yayınını yasaklaması üzerine roman halinde yayınlanmıştır.

Oyunlar

• Bir Yürek Satıldı (1967)

• Bir Milyon İğne (1967)

• Adsız Kahramanlar (1975)

TRT’de radyofonik oyun olarak yayınlanan Bir Yürek Satıldı, daha sonra televizyon dizisi olarak filme çekildi ve yine TRT’de yayınlandı.

Diğer

• Dost Diye Diye (Deneme-1995)

• Bir Gece Yıldızlarla (Hikâyeler- 1991


***


Alıntı:
Emine Işınsu ile Bir Röportaj:

"Yazacağım, son nefesime kadar yazacağım!"


Emine Işınsu Öksüz'ü hepimiz tanırız. Birçok eseri hafızalarımızdan yıllardır gitmemiştir. Birazcık olsun zihnimizi zorladığımızda eserlerini sıralamamız mümkün: Küçük Dünya, Azap Toprakları, Tutsak, Sancı, Ak Topraklar, Çiçekler Büyür, Canbaz, Kaf Dağının Ardında ve son olarak önce televizyon için senaryo, daha sonra romanlaştırman Atlı Karınca.. Romanlarının yanı sıra radyo oyunları, tiyatro eserleri..

Geçtiğimiz ay Emine Işınsu'nun Küçük Dünya adlı ilk romanı Osman Sınav tarafından televizyona aktarıldı. Gaziosmanpaşa'daki evinde Emine Işınsu'yu ziyaret ettiğimizde, romanın sinema diline uyarlanmasından duyduğu endişeleri dile getirdi.

"Yönetmenin benim senaryomdan, kitaptan ve eşinin yazdığı çekim senaryosundan, üçünden birden faydalanması, TV eserini kopuk ve dağınık bir hale getirdi. 28 yıl önce yazdığım romanın dili kullanıldığı için dil eski kaldı. Oyuncuların bütün çabasına rağmen Küçük Dünya tatmin edici bir seviyeye ulaşamadı.."

Işınsu'ya, "İlk defa bir romanınız filme aktarılıyor, yeniden, başka bir romanınız filme aktarılsa bugünkü tecrübelerinizle fazladan ne yapmak isterdiniz?" diye soruyoruz. "Senaryomun aynen uygulanmasını isterdim!" diyor. Ve devam ediyor : "Eserime bizzat sanatçı olan oyuncu ve yönetmenin müdahaleleri beni yıpratıyor ve korkutuyor!"

Işınsu'ya tekrar soruyoruz : "Televizyona yeni bir şey yapmak ister miydiniz?" "Hayır!" diyor. "Yeni bir şey yapmak istemiyorum. Halen iki senaryom elde, bir tanesinin çekimine başlanmak üzere.. Çocuklar İçin altı bölümlük bir dizi 'Üç Arkadaş' isminde. Diğerinin akıbeti meçhul!" derken Emine Işınsu'yu yeni bir hayal kırıklığının hazırlığında olduğunu görüyoruz. Hemen ardından moda bir soru yöneltiyoruz : "Magic Box'la çalışır mısınız?" "Şartlar müsait olursa evet, mesela yönetmen Ziya Öztan olursa!"..

Emine Işınsu kendi kendini yetiştirmiş, hayatını romanları ve kahramanları arasında konuşlandırmış usta bir yazar.. "Yazmak beni mutlu ettiği için yazıyorum, Allah izin verirse yaşadığım süre yazacağım. Zaman zaman kendimi yorgun hissetsem de, yazmak benim için hayat gayesi. İnşallah romana devam edeceğim.." diyor, duraklıyor, bir müddet sonra yeniden: "Çok Özel bir şey, ben mutlu olduğum için yazıyorum, başka hiçbir şey bana bu mutluluğu vermiyor!" diyor...

Bu güzel ve sıcak cümlelerin içine "pat" diye dalıyor, "peki, ne kazandınız?" diye oldukça soğuk bir soru yöneltiyoruz :"Maddi tarafı yok diyebilirim, manevi doyumu o kadar fazla ki.. İnsan maddiyi pek aramıyor. Mamafih insan emeğinin karşılığını arıyor... alamadığında..."

Emine Işınsu'yla hazır sağdan soldan kelimeler ve insanlar arasında dertleşmeye başlamışken dergimiz okuyucuları için, sözü kitaplarla bağladık.. "Hiç düşünmeden tavsiye edeceğim ilk kitap Eric Fromm'un Sevme Sanatı. Harp ve Sulh, baştan sona Rus klasikleri. Psikoloji.." Sayıyor... "Mesela, Gençtan'ın İnsan Olmak kitabı.. Yine Fromm'un Hürriyet'ten Kaçış'ı.." Sonunda, "Bir de çok güzel bir Kur'an Yorumlaması, Prof. Fazlur Rahman'ın Ana Konularıyla Kur'an, mutlaka okumalarını istiyorum.." diyor..

Sözü yine çay bardaklarının ve pastaların trafiğine kaptırmadan üniversite kapısındaki gençlere getiriyoruz... "Emine hanım, bugün çok başarılı bir yazarsınız. Fakat kendinizi bir an, üniversiteye girmek üzere olan dokuz yüz bin genç arasından birinin yerine koyunuz, bir de üniversiteyi kazanamadığınızı varsayalım.. Ne yapardınız?" Emine hanım, oldukça kendinden emin: "Samimi söylüyorum, kendi kendimi yetiştirdim.. Üniversite tahsili mutlaka gerekli değil. Önemli olan insanın birçok sahalarda kendi kendini yetiştirmeye çalışması. Ayrıca ben hür teşebbüse, yaratıcılığa önem veriyorum. Üniversite okumak şartlanması bana pek sağlıklı görünmüyor."

Dakikalar ilerliyor, müzikten, kültürden, spordan, takip ettiği ve sevdiği günlük yazarlardan konuşuyoruz... Hepsinden öte, dergimiz için röportajı bahane edip, Emine Işınsu'yla iki saate yakın yüzlerce renksiz kelimeyi, yüzlerce sitemi, yüzlerce güzel şeyi, tek şekerli çayın içinde eritmeye çalışıyoruz... Bir bardak çayın içinde buluşturduğumuz şeyleri, iki sayfalık röportajla okuyuculara anlatmak, ifadelendirmek, ne kadar güç! Oldukça güç?!

"Işınsu romanlarında, insanımızı çepeçevre kuşatıp, labirentlerinde ıssızlaştırıp, silikleştiren modern ilişkiler ağını serin bir üslupla anlatmaya çalışıyor. Sosyal ilişkiler yumağında kilitlenmiş insanımızın türküsüne tutunma çabasına yazar kimliğiyle sahip çıkıp öne çıkarmak kavgası veriyor. Işınsu, son otuz yılda sürüklendiğimiz, batıdaki büyük üç yüz yıllık dönüşümün, sırtımızda, beynimizde, yüreğimizde ve türkülerimizdeki kavgasını kendi hayat penceresinden çok iyi gözlemlemiş ve kelimeleştirmiş bir yazarımız. Işınsu, birçok meslektaşının magazin gürültüleri arasında belki de ne dediğini, yaptığını bilen, ve kendi ısındığı sobasının sıcaklığını kelimelerin cezbeden iklimiyle renklendirebilmiş usta bir yazar ablamız. Işınsu, dilden hareketle (kotarabildiği, şu hepimizin hesaplaştığı günlük uğraş içindeki insanımızı) mutluluk, sevgi, yalnızlık, vs. yüzlerce kavramın ışığını yitirdiği bir dünyada, kendi yaratıcı güzelliğiyle, sabah ezanlarının, Yemen Türküsü'nün nemli rüzgârlarıyla bizleri her şeye rağmen, geçmiş güzelliklerimizin soyluluğuyla, bugünün telaşı ve umursamazlığı içinde tanıştırmak, buluşturmak istiyor. Ve yine her şeye rağmen Işınsu, geçip giden bunca uğraşa, karşılığı alınmamış, bunca çalışmaya karşın, kendini hiçte yorgun hissetmiyor. Çünkü Işınsu, yorgunluğu ibadet bilen bir neslin son temsilcilerinden.

Son sözleri.. "Yazacağım, son nefesime kadar yazacağım!" oluyor. Böylesine sevimli bir inadın hergün tazelediği soluğuyla Işınsu hanımefendiyi, yitirilmiş, harabe, eski bir konağın sahibesi olarak değil, cıvıl cıvıl, şenlikli bir dünyanın müjdecilerinden biri olarak değerlendirmek, her yeni eserini bu ümitlerle beklemek gerek..

Milli Kültür Dergisi-1990


Alıntı:
Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Dergisi
Aralık 2009 - SAYI: 78

Bu ayki kapak konumuzda, Türk Edebiyatının Milli yazarlarından biri olan “Emine Işınsu” ya yer verdik. Kapak konumuzun ilk yazısını, Emine Işınsu’ya gönderilen mektuba ita fen ayırdık. Devamında ise Emine Işınsu’nun edebi kişiliğine değinerek edebiyatımıza kazandırdığı eserlerinden bahsettik. “Yüreğimizdeki ‘Sancı’ Şehit Dursun Önkuzu” adlı yazıda; “Sancı” romanında anlatılan davamızın şehidi, Dursun Önkuzu’yu sizlere anlattık. Kapak konumuzun son yazısını da ”Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Dergi Masası tarafından Emine Işınsu ile gerçekleştirdiğimiz röportajı” siz değerli okuyucularımızla paylaştık.

Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Dergi Masası Tarafından Emine Işınsu ile Gerçekleştirilen Röportaj

OCAK: “Emine Işınsu’dan bahseder misiniz?” gibi, daha önce defalarca soruluşmuş soruları sormak istemedik. Sizinle 2002’de yapılan bir röportajda “Emine Işınsu’yla yeni kitabı ve yeni eğilimi üzerine konuşacağız.” deniliyor. Yeni eğilimi derken de tasavvuf kastediliyor. Ama biz biliyoruz ki Emine Işınsu daha çok küçük bir çocukken kuklalar, yapıyor ve bunların canlanması için dua ediyor. Duasının gücüne öyle inanıyor ki onların canlanmasını bekliyor. Buradan yola çıkarak sizin son 20-30 yıldır değil, ta çocukluktan tasavvufa merakınız olduğunuzu söylesek, hata etmiş olur muyuz?

E. IŞINSU: Yoo, çok doğru, çok doğru. Herhalde annemin tesiriyle. Annem çok dindar bir kadındı, tasavvufa meraklıydı. Onun tesiriyle herhalde öyle oldum, çocukluktan beri.

OCAK: Anneniz çok küçükken gazetelerdeki tefrika romanlarına son yazıp, o sonlarda bez bebeklerini oynatırmış. Sizin de böyle kuklalarınız varmış. Yazar annenizle küçük bir benzerlik diyebilir miyiz?

E. IŞINSU: Ben de kukla oynattım bir süre. Bez bebekler yapmıştım küçük, onları oynatırdım. Hem kendi hayatları vardı; yani aktris, aktör olarak hem de sahnede piyes oynarlardı. İki hayat birden yaşatırdım onlara.

OCAK: Bir yazınızda, çocukluğunuzda annenizi bir yazar olarak kıskanmadığınızı söylüyorsunuz.

E. IŞINSU: Hayır, tabiî ki hayır.

OCAK: Bir de şöyle bir ifadeniz var: “Çocuk yüreğimde annemin Kemalettin Kami için ağladığında bir kıskançlık duymuştum.” diye.

E. IŞINSU: Babam adına kıskançlık duydum. Hatta dedim ki anneme o sıra “Bizim Albay’ın hanımı ölseydi babam ağlasaydı, siz kızmaz mısınız?” dedim. Böyle de sert çıktım anneme. Niye ağlıyor? Babamın namına kıskandım. Sizli konuşurduk annemle. Bizim zamanımızda öyleydi, annelere, babalara“Siz.” diye hitap ederdik, sen demezdik. Ben çocuklarıma “Sen.” dedirttim.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Emine Işınsu -Hayatı ve Eserleri- Üzerine
MesajGönderilme zamanı: 02.10.11, 13:58 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 28.09.10, 13:01
Mesajlar: 166
Emine Işınsu: Ak Topraklar

Selçuklu Devleti’nin kuruluşundan Malazgirt Savaşı’na kadar olan savaşlar ve olaylar anlatılmaktadır.

Bayındır Bey bir Türkmen Beyidir. Onun zamanında Selçuklu Devleti’nin hükümdarı Alparslan’dır. Bayındır Bey kendi beyliği ile Selçuklu Devleti’ne katılır. Selçuklu Devleti’nde bir uç beyi olarak görev yapmaktadır. Devamlı olarak Bizans’a akınlar yapmaktadır. Bayındır Bey’in başlangıçta 5 çocuğu vardır fakat akınlar sırasında 4 çocuğu şehit düşer. Daha sonra Bayındır Bey Bizans topraklarında casusluğa başlar. Bu arada Selçuklu Devleti de anadoluda ve iran topraklarında ilerleyerek büyük başarılar elde etmektedir. Bizans’ta bu ilerleyişi durdurmak için savaş girişimlerine başlamıştır. Savaş hazırlıkları her iki tarafta da çok ciddi şekilde sürmektedir. Bu sırada Bayındır Bey Romen Diyosen!in çok güvendiği komutanlardan birisi olmayı başarmıştır.
Bizans ordusu Konstantinapol’den harekete geçer. Yol üzerindeki Türkmen kabileleri yakıp yıkmaktadır. 24 Ağustos günü Malazgirt’e varırlar. Bu sırada Selçuklu Devleti’nin ordusuda düzenlenerek Malazgirt’e varmıştır. Savaşa bir gün kala Bayındır Bey Bizans ordusundan gizlice kaçarak Alparslan’ın ordusuna katılır. Selçuklu ordusuna Bizans ordusu hakkında önemli bilgiler verir. Alparslan ordusunu hazırlayarak savaşa başlar. Bayındır Bey’in yardımları sayesinde Bizans bozguna uğratılır.

Kitap akıcı bir dille yazılmıştır. Türklerin eski yaşayışları, dilleri, töreleri hakkında bilgi vermesi bakımından okuyucuya yararlıdır.

Anafikir: Bir devleti oluşturan sistemin çok iyi işlemesi ile elde edilen zaferler kalıcıdır.

Şahıslar: Bayındır Bey: Güçlü bir kişiliğe sahip, bilge aynı zamanda iyi bir komutandır.
Yağmur: Bayındır Bey’in oğludur. O da babası gibi yiğit biridir.
Erdem Bey: Bayındır Bey Bizans’ta casusluk yaparken Yağmur’a ve annesine babalık yapan bir can yoldaşıdır.

***

Emine Işınsu - Bir Ben Vardır Bende Benden İçeri

Nevi şahsına münhasır hâl ve tavırları ile Hacı Bayram Veli, Yunus Emre ve Niyazi Mısrî'nin tasavvuf geleneğindeki yerleri ve etkileri kuşkusuz çok büyük ve derindir. Her üçünün hayatını ayrı ayrı ele aldığımızda; mürşit arayışı, yol boyunca çekilen çile, riyazet gibi ortak tasavvufi özelliklere sahip olduklarını görürüz. Mum yapıp satarak nafakasını çıkaran Mısrî, odun kesip dergâha taşıyan Yunus, talebelere ders veren Hacı Bayram...

Emine Işınsu, bu üç mutasavvıfın hayatını, arka plana yaşadıkları dönemin siyasi ve tarihsel yapısını yerleştirerek ayrı ayrı romanlaştırıyor. Hacı Bayram'da Hacı Bayram Veli'yi, Bir Ben Vardır Bende Benden İçeri'de Yunus Emre'yi, Bukağı'da Niyazi Mısrî'yi buluyoruz. Işınsu, bir romancı olarak biyografik öğeleri yeniden kurgularken, her üç mutasavvıfı da hem kanlı canlı birer insan hem de engin bir gönül, ruh olarak tasvir etmekte maharet gösteriyor. Her üç eser, elbette, birbirinden bağımsız okunabileceği gibi bütünlük arz ettiği için ortak bir bakış açısıyla da değerlendirilebilir.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Emine Işınsu -Hayatı ve Eserleri- Üzerine
MesajGönderilme zamanı: 02.10.11, 14:48 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 28.09.10, 13:01
Mesajlar: 166
EMİNE IŞINSU'NUN HACI BEKTAŞ VELİ ROMANINDA BEKTAŞİLİK ALGISI

TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELİ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2010 / Sayı: 55 Sayfa:161-172

Serdar ODACI*1

ÖZET
Türk edebiyatında roman, insanın macerasını irdelemeye devam etmektedir. Emine Işınsu, Türk kültürünün ulu bir kimliğini, Bektaşiliğin kurucusu Hacı Bektaş Veli’yi biyografi ve tarih iç içe girmiş olarak romanlaştırmıştır. Hacı Bektaş Veli’nin bağlı olduğu değerler, öğretisi ve yaşamı somutlaştırılmıştır. Bu yazıda Hacı Bektaş Veli romanında Bektaşilik algısı ele alınmıştır.

Anahtar kelimeler: Hacı Bektaş Veli, Emine Işınsu, Bektaşilik, roman

BEKTASHISM PERCEPTION OF EMINE IŞINSU IN
HACI BEKTASH VELI NOVEL
ABSTRACT
The Turkish novel still is to scrutinize adventure of human being. Emine Işınsu had written a novel centered Hajji Bektash Wali, who is the founder of Bektashism and one of the great identities of Turkish culture. In this novel his life, philosophy and the values that he bounded are embodied. In this article we tried to determine the perception of Bektashism.
Key words: Hajji Bektash Wali, Emine Işınsu, Bektashism, novel


GİRİŞ
Türklerin ön Asya’ya doğru yolculuğu hem yeni bir yurdun hem de İslamiyetin kabulüyle yeni bir medeniyet dairesinin kapılarını aralamıştır. Yeni coğrafya ve yeni bir inanç sistemi Türk kültürünün yüzyıllar boyu devam edecek kendi tasavvuf anlayışını doğurmuş ve geliştirmiştir. Bu anlayış, halka Türklük ve İslamiyet konularında önderlik eden şahsiyetleri beslemiş ve olgunlaştırmıştır. Bu şahsiyetler ve onların etrafındakiler gönülleriyle, bilimleriyle ve eylemleriyle kalabalık kitleleri etkilemiştir. Büyüklükleri yüzyılları aşan bu kimlikler, dünden bugüne uzanan çizgide zamanımızın ruhunu da şekillendirmeye devam etmektedir. Bu şahıslar yaşamları, felsefeleri, öğretileri, uygulamaları, tarihî kimliklerinin yanı sıra efsanevi yaşamlarıyla halkın edebî zevkinde de yerini almıştır.

Horasan erenlerinden ve bu büyük şahsiyetlerden biri olan Hacı Bektaş Veli, Türk kültürünün hamuruna önemli katkılarda bulunmuş, onun yaydığı hoşgörü ve sevgi Anadolu’nun sınırları ötesine Rumeli’den Çin’e kadar uzanmıştır (Aytaş 1998).

Edebiyat, pek çok türüyle tarihin gerçekliğini işlemiştir. Kabul edilir ki tarihin edebiyat ürünlerinde işlenmesi ayrı bir sorumluluk gerektirmektedir. Tarih, romanların bazılarında sadece fon olarak yer alırken bazılarında bizzat gerçeklik olarak kurgunun içine dâhil olmaktadır. Romanda tarihî gerçekliğin işlenmesi, kurgunun gücünü elinde bulunduran yazara sınırlı bir özgürlük tanımaktadır. Tarihî verilerle birlikte kurgunun gereklerine göre boşlukların tamamlanması elbette yazarın algısına, sezgisine, duyumlarına ve yorumuna bağlı olmaktadır (Yalçın 1998:26).
Hacı Bektaş Veli’nin ortaya koyduğu görüş ve düşünceler etrafında sistemleşen bir tarikat anlayışı Bektaşîlik olarak adlandırılmıştır. 13. yüzyıldan günümüze kadar uzanan Bektaşilik, edebî eserlere de yansımıştır. Ancak, Bektaşilik ile ilgili tarihî bilgilerin yetersizliği, bakış
açılarının farklılığı, yanlış değerlendirmeler, Bektaşîlik hakkında yazılan bazı eserleri olumsuz görüş ve kanaatlerle doldurmuştur. Türk edebiyatında tasavvuf ehlini konu alan romanlar çoğunlukla yanlı olarak kurgulanmış olup ya aşırı karalama ya da bütünüyle hayal mahsulü olağanüstülükleri içermektedir (Aytaş 1998).
Türk edebiyatının uzunca bir dönemdir yazı hayatını sürdüren kalemlerinden biri olan Emine Işınsu, son birkaç senedir tasavvuf ehlini konu edinen tarihî-biyografik romanlarını yayımlamaktadır. 13. yüzyılda Anadolu’ya gelen Horasan erenlerinden Hacı Bektaş Veli, aynı
adlı romanın ana omurgasını oluşturmaktadır. Işınsu, kuru, tarihî ve kronolojik bilgi vermek yerine roman üslubuyla Hacı Bektaş Veli’yi yaşayan bir kahraman olarak kurgulamıştır (Işınsu 2008:6).

1. Hacı Bektaş-ı Velî Romanında Bektaşilik
Roman, tek bir kişi merkezli olarak Hacı Bektaş Veli etrafında şekillenmektedir. Roman, bu yönüyle biyografik nitelik taşımaktadır. Çizgisel bir kurguya sahip olan romanda olaylar, 1228 yılında Hacı Bektaş’ın, Sulucakarahöyük’e ikindi vaktinde gelmesiyle başlar. Bektaş, elli yaşındadır ve hacdan dönmüştür. Namazı kılmak üzere camiye giren Hacı Bektaş, İdris’in dikkatini çeker. Saçları ve sakalı ustura ile alınmıştır. İdris, onunla sohbete başlar, ona katılacağı isyandan bahseder. Hacı Bektaş Baba İlyas’a inanmadığını ve taraftar olmadığını
söyler. Kardeşi Menteş’in Baba İlyas’la kaldığını da belirtir. Sohbetin ilerlemesi üzerine evine davet eder. Evine konuk olarak gittiğinde Bektaş, İdris’in kızı Fatma’nın sorusu üzerine vazifesini dile getirir, Lokman Perende’nin emri ile Sulucakarahöyük’e irşad üzere geldiğini
söyleyen Hacı Bektaş’ın ilk müridi Fatma olur. Fatma, Hacı Bektaş’ın Kadıncık ismini takmasıyla Kadıncık Ana olarak anılacaktır. Derhal bir dergah yapılır. İdris, Babai İsyanı'na katılmak üzere gitmiştir.

Kadıncık, Hacı Bektaş’la birlikte dergahın kurumlaşmasına çalışmaktadır. Hacı Bektaş’ın sohbetini dinleyenler birer ikişer onun müridi olurlar. Hacı Bektaş, Kadıncık Ana’yla evlenir.
Hacı Bektaş’ın etkisi gün geçtikçe artmaktadır. Ona uyanlar, onu sevenler olduğu gibi, ondan rahatsız olanlar da vardır. Ferhat Ağa durumu yerinde tetkik etmek için dergaha gelir ve soru işaretlerinin çoğunu gidermiş olarak oradan ayrılır.
Babai İsyanı'nda öldüğü haberi gelen İdris, isyandan iki yıl sonra yurduna geri döner, isyandan yaralı kurtarıldığını, iki yıla yakın kendisini iyileştirenlere hizmet ettiğini ve Veli’nin rüyasında dön demesiyle döndüğünü anlatır. O da Hacı Bektaş’ın yanında yerini alır.
Kadıncık Ana mürşit olma yolunda ilerlemektedir. Mürit toplantılarında Hacı Bektaş, onun da sorulara cevap vermesini ister. Hacı Bektaş’ın bu arada bir oğlu olmuş ve adını Ali Timurtaş koymuşlardır. Ahi Evren, saydığı, sevdiği Hacı Bektaş’ı ziyarete gelir ve öldürüleceğine dair bir imada bulunur. Birkaç gün sonra Ahi Evren’in ölüm haberi gelir.
Mürşitlik mertebesine erişenler, görevlerini yapmak üzere birer ikişer Hacı Bektaş’ın yanından ayrılmaktadır. Kıtlık sebebiyle civar yerleşimlerden buğday istemek için dergaha gelinmektedir. Yunus da köyüne buğday istemek üzere Hacı Bektaş’a gelir. Veli, himmet
teklif eder, ancak Yunus buğdayı tercih eder. Yurduna dönerken yolda aklı başına gelir ama nasibi Taptuk Emre’ye verilmiştir. Hacı Bektaş’ın maneviyatı mekânlar ötesine ulaşmıştır.
Uzaklardan mürit olmak isteyenler dergahın kapısını aşındırmaktadır. Hacı Bektaş’a duyulan sevgi de beldelere yayılmaktadır. Hacı Bektaş ve müritleri, Zileliler’in davetine icap ederler.
Hacı Bektaş, engin insan sevgisi ile kaza geçiren Ferhat Ağa’yı ziyaret eder ve nasihatte bulunur.
Hacı Bektaş, ömrünü mürit toplantılarında irşat etmekle, dergahın işleriyle sürdürmektedir.
Oğulları ergenlik çağına gelmiştir. Ali Timurtaş, babasının uğraştığı işleri o çağda pek kabullenememektedir. Ancak Hacı Bektaş, engin sabrıyla bu durumu geçiştirir, son demlerinde postunu Kadıncık Ana ile oğlu Timurtaş’a bırakarak Hakka Yürür.

a. Tarihî Bilgilerden Romana Yansıyanlar
Emine Işınsu, Hacı Bektaş ile ilgili kesinlik kazanmayan tarihî bilgilere romanında yer vermemeye çalışmıştır. Veli’nin yaşamında kaynakların dolduramadığı boşlukları Işınsu, roman kurgusunda tamamlamıştır. Hacı Bektaş Veli’nin veliliği dışında menkıbevi kişiliğine
birkaç kerameti dışında neredeyse hiç yer vermemiştir.
Hacı Bektaş Veli’nin yaşamıyla ilgili tarihî bilgiler yetersizdir. Eldeki mevcut belgelerde doğum ve ölüm tarihleri farklı rivayet edilmektedir. 13. yüzyılın ikinci yarısında yaşadığı genel olarak kabul edilmektedir. Bazı kaynaklarda Hacı Bektaş Veli’nin 63 yıl ya da 92 yıl yaşadığı şeklinde değişik rivayetler bulunmaktadır (Güzel 1994). Işınsu, Hacı Bektaş Veli’nin 1178 ile 1270 yılları arasında doksan iki yıl ömür sürdüğünü kabul etmiştir. Romanda 1228 yılında Hacı Bektaş Veli’nin elli yaşında olduğu ifade edilmektedir (Işınsu 2008:15-16). Romana göre kırk yaşında hacca giden Hacı Bektaş Veli, hacdan on yıl sonra Sulucakarahöyük’e dönmüştür (Işınsu 2008:15). Tarihî kaynakların belirlediği üzere, romanda da Hacı Bektaş Veli, ilk müritleri Hoca İdris ile Kutlu Melek (Kadıncık Ana)’in misafiri olmuş ve Sulucakarahöyük’te kırk yıl hüküm sürmüştür (Güzel 1994).

Bu bakımdan romanda Hacı Bektaş Veli, Baba İlyas, Ahi Evren, Mevlana, Nurettin Caca ile çağdaştır (Işınsu 2008:110). Hacı Bektaş, Mevlana ile hiç görüşmemiş olmakla birlikte Ahi Evren ile dosttur.
Kaynaklarda Osmanlı’nın kuruluşunda emeği bulunan teşkilatlardan kadınların oluşturduğu Bacıyan-ı Rum’dan 2 ve erenlerin anası olduğu ifade edilen Kadıncık Ana, bazı kaynaklarda İdris Hoca’nın karısı olarak zikredilmektedir. Yine Hacı Bektaş Veli’nin evlenip evlenmediğine
ilişkin farklı görüşler bulunmaktadır. Bir görüşe göre Hacı Bektaş, Kadıncık Ana’dan doğma Fatma Nuriye Hatun ile evlenmiştir, ancak çocuğu yoktur. Diğer görüş işe Hacı Bektaş Veli’nin hiç evlenmediği yönündedir (Öztürk 1997).
Işınsu, Kadıncık Ana’yı Hacı Bektaş Veli’nin eşi ve müridi olarak kabul etmiştir. Eserde, tarihî kaynaklarda bir netlik olmamasına karşın Kadıncık Ana’nın Ahi Evren’in toplantılarına katıldığını görmekteyiz (Işınsu 2008:32).
Hacı Bektaş Veli’nin ölümünün ardından postnişin olan Seyit Ali Sultan veya Hızır Lala’nın bel oğlu olmadığı yol oğlu olduğu kabul edilmekle birlikte Işınsu, romanında Veli’nin postunu bıraktığı kişiyi bel oğlu olarak yorumlamıştır (Işınsu 2008:105; Öztürk 1997).
Burada belirtmek gerekir ki Işınsu, Hacı Bektaş Veli’nin Baba İlyas ve Baba İshak ile bağlantısını bazı kaynakların aksine ayrı yollar olarak yorumlamıştır. Eserde Hacı Bektaş, İdris ile konuşmasında Baba İlyas’ın isyan fikrine karşıdır. Baba İlyas’ı kardeşi Menteş ile
onun şeyh olduğunu düşünerek ziyarete gitmiş, bu ziyarette onun niyetini anlamıştır. Menteş, Şeyh İlyas’la kalmıştır (Işınsu 2008:27). Hacı Bektaş, İlyas’ın İslamlıktan başka şeyleri de inancına kattığını, niyetinin salih olmadığını, saltanat düşüncesinde olduğunu belirtir (Işınsu 2008:18-20).

Işınsu, romanında Hacı Bektaş Veli’nin iki eserine işaret etmiştir: Besmele Şerhi ve Makalat.
Bu iki eserin Hacı Bektaş’a ait olduğu araştırmacıların genel kabulüdür. Işınsu, romanının ekseni Makalat’taki içeriğe uygun olarak kurgulamıştır.

b. Hacı Bektaş Veli’nin Kişiliği, Düşünceleri, Bağlı Olduğu Öğreti ve Bektaşilik
Roman yazarları kişi unsurunu, onun romandaki diğer kişiler, olaylar, olgular, yaşam, mekân ve zaman karşısında duruşu, takındığı tavır, tutum ve eylemlerinin yanı sıra söz ve düşünceleri ile karakterize eder. Çok yönlü ve derin bir tarihî kişiliği Işınsu doğal olarak kendisine ait olduğu kabul görmüş eserleri, bağlı olduğu öğreti, sözleri ve düşünceleri çerçevesinde karakterize etmiştir.

Romanda Hacı Bektaş’ı İslamın şartlarını yerine getirmiş veya getirmekte iken görürüz.
Romanın hemen başında Hacı Bektaş ilk olarak ikindi namazını kılmak üzere camide karşımıza çıkar. Kendini İdris’e takdim ederken hacı olduğunu da ifade eder. İdris’in evinde Hacı Bektaş Veli imamlık yapar, namaz kıldırır (Işınsu 2008:12, 15, 29). Sürekli olarak da abdestlidir (Işınsu 2008:23).
Hacı Bektaş Veli’nin velayetine ilişkin detaylar, Hacı Bektaş’ın katıldığı sohbetler çerçevesinde ya onun ağzından ya da sohbetine katılanların ağzından somutlaştırılır. Kadıncık Ana’nın sorularına karşılık Hacı Bektaş, veli olduğunu kabul ederek, misyonunu Lokman Perende’den aldığını, mürit yetiştirmek üzere Sulucakarahöyük’e geldiğini ve Hoca Ahmet Yesevi’ye bağlı olduklarını anlatır, asıl görevin de Rahman’dan geldiğini de beyan eder (Işınsu 2008:33).
Işınsu, Kadıncık Ana’nın zihninde velayet silsilesini, Kur’an’dan bir ayetle sırasıyla veli, peygamber ve Allah’a bağlanma olarak yorumlar (Işınsu 2008:43).
Hacı Bektaş Veli, yaşamına, düşüncelerine ve eylemlerine temel dayanak olarak Kur’an’ı, Hz. Peygamberin sünnetini ve bilimi kabul etmiştir. Kadıncık Ana’nın sorularına karşılık verirken bilginin üstünlüğünü ve edinilen bilgilerin Kur’an süzgecinden geçirilmesi
gerektiğini vurgular ve bilim peşinde gezdikten sonra Sulucakarahöyük’e geldiğini ifade eder (Işınsu 2008:32, 33). Yine Hacı Bektaş, dergahının temeline ilk kazmasını vururken Fatiha suresini okur ve dua eder (Işınsu 2008:43). Romanda sık sık onu Kur’an okurken görürüz (Işınsu 2008:54). Müritlerle sohbetinde Kadıncık Ana’nın sorusu üzerine öğrenmek, bilmek zorunluluğunu belirtirken, bilmenin Kur’an’ın anahtarı ve onu daha iyi anlamak demek olduğunu dile getirir. Ona göre akıl ve bilim, Yüce Allah’a giden yolun farkındalığını sağlar (Işınsu 2008:55, 114).
Kadın ve erkeklerin birlikte katıldığı mürit toplantılarında Allah’ı anmanın önemine işaret eder, Allah’ın her zaman anılabileceğini, yüksek sesle ve gizli zikrin yapılabileceğini belirtir (Işınsu 2008:63-64).
Yazar, o yörenin ağası Ferhat Ağa’nın sorularında velayet yolunu somutlaştırmaya devam eder. Veli, şeriat ve tarikatın yol demek olduğunu; Yüce Allah’a yaklaşmak için şeriatın emrettiğinden fazla ibadet ettiklerini; iyi ahlak, iyilik, doğruluk, çalışkanlık, hakseverlik,
bilgili olmak erdemleri ile donanmaya çalıştıklarını; hoş görü, sevgi ve edeple nefislerini terbiye ettiklerini dile getirir. Dünya ile uğraşmadıklarını vurgular. Dahasında çeşitli sürelerle az yemek ve su ile halvete girmeyi de izah eder (Işınsu 2008:84). Ferhat Ağa, sorularına devam etmektedir. Neye karşı olduklarını sorar. Zulüm, haksızlık, yalan, dedikodu cevabını alır (Işınsu 2008:85).
Yakın diyarlardan gelenlerin sorularını cevaplarken, yine Hacı Bektaş’ı Kur’an eksenli görürüz. Tövbenin Kur’an’da belirtildiği gibi yapılmasını, şükür ve sabır konusunda yine ayetleri işaret eder. Bunlar velayet yolunun da basamaklarıdır (Işınsu 2008:97-99).

Hacı Bektaş Veli, marifet kapısını ve makamlarını bir müritler toplantısında Kur’an merkezinde izah eder (Işınsu 2008:132). Hacı Bektaş, mürit toplantılarında gelen sorular etrafında tarikatını anlatmaya devam etmektedir. Şeriatla beraber Allah’a daha yakın olmayı isteyen müridin yol gösterecek olan veliyi yakından takip ettiğini ve ona uyduğunu anlatır. Bu arada velilerin mizaçlarını somutlaştırır. Velilerin mizaçları Allah’ın sıfatlarıyla şekillenmektedir. Müritleri de somutlaştırır: “mutlak mürit, mecazî mürit ve dönek mürit”.
Velayetin yolunda tarikatın makamlarını pirden el almak, tövbe etmek ve yine Kur’an eksenli olarak Kabe’ye girerkenki emre uygun olarak tıraş olmak ve elbise değiştirmek, nefis savaşı, Hz. Peygamber’e dayanarak hizmet, korku, Kur’an’a dayanarak ümit etmek, sekizinci makam hırka, zembil, makas, seccade, yüz taneli tespih, iğne ve asa olarak sıralar. Diğer makamlardan dokuzuncusu mekân sahibi, cemaat sahibi, nasihat sahibi; onuncusunu aşk, şevk, safa ve fakirliktir. Makamlardan en önemlisi can, gönüldür (Işınsu 2008:100-101).

Romanda müritler aracılığıyla gönül bir kez daha vurgulanır. Kadıncık Ana, gönül ile Allah arasında perde olmadığını ve gönlün Allah’ın nazargahı olduğunu belirtir. İman ile akıl arasındaki bağlantıda iman hazine akıl da hazinedar olarak ifade edilir (Işınsu 2008:131).
Bir müridin Kur’an ayetlerinden hareketle sorduğu sorusu üzerine Veli, insanın akılla fikir yürüttüğünü, tartıştığını belirtir, içi dolu tartışmaların gerekliliğini vurgular (Işınsu 2008:150). Bir başka toplantı da akıl ile aşk arasındaki ince çizgiyi, aklın Allah’ın sıfatları
ve isimlerinin zuhur ettiği görünür âlemde dolaştığı, Allah’a temas etmek için aşk gerektiği şeklinde belirler, yani aklın Yüce Yaratan’ı tanıması aşk sayesindedir (Işınsu 2008:171).
Bu düşünceler etrafında Hacı Bektaş, yaratılışın özünü Kur’an’ın ifadelerinde bulur. Temiz olarak yaratılan insan aşağıların aşağısına indirilmiştir. Zıtlıklarla dolu olan bu dünyada insana özüne dönebilmesi için “idrak, seçim özgürlüğü ve irade” verilmiştir. Çalışmak ve
bilmek insana kalmıştır. Yaşama sevgiyle bakar. İnsanlara hoşgörü ve sevgiyle yaklaşmak, gönül kırmamak onun için yaşamın temelidir (Işınsu 2008:32, 55-56).

Her fırsatta insanlarla iç içe gördüğümüz Hacı Bektaş Veli sevginin insana verilen bir armağan olduğunu ve sevmeyi bildikçe insanın Allah’a yakın olacağını ifade eder. Zira Allah, kainatı sevgiyle yaratmıştır (Işınsu 2008:57-58). Tasavvufta insanın gayesinin aşk olduğunu, ibadetlerin, güzel davranışların hepsinin Allah’a duyulan aşk için yapıldığını, aşkın erenlerin gönlünde yandığını dile getirir. Bu yolda edebin önemine de işaret etmektedir (Işınsu 2008:58, 165).

Yazar, kurmaca bir kimlik olan Ferhat Ağa’nın şahsında Hacı Bektaş’ın velayet yoluna yönelik eleştirileri cevaplar ve tartışır. Hacı Bektaş, veliliğine yakışır bir şekilde soruları açık nokta bırakmayacak şekilde cevaplar. Sorulardan biri Hacı Bektaş’ın öğretilerinin şeriat
dışı olduğuna dairdir. Hacı Bektaş, kızarak Hz. Peygamber’e ve İslamın şartlarına uymanın Müslümanlığın temeli olduğunu, velayetin zorlu bir yol olduğunu ve bu yola girenlerin “koca bir gönül” taşıdığını ifade eder. Hacı Bektaş, gönlü önemsediğini çeşitli fırsatlarda dile
getirir (Işınsu 2008:81-82, 113). İlerleyen satırlarda Hacı Bektaş, Ferhat Ağa’yla yollarının ayrı olduğunu, dünyayla ilgilenmediklerini, ayrıca yörenin ileri geleni olarak nüfuzunu kabul ettiklerini de ifade eder. İnsanları Fatiha’da ifade edilen dosdoğru yola çağırdıklarını belirtir. (Işınsu 2008:83).

Hacı Bektaş’ın yaşamı, ilmi hep Kur’an üzeredir. Besmele tefsirini yazma sebebini eşiyle sohbetinde izah eder. Dört ilahi kitabın özünün Fatiha’da, Fatiha’nın da özünün Allah’ın Rahman ve Rahim isimlerini içinde bulunduran besmelede olduğunu söyler (Işınsu 2008:143).

Hacı Bektaş, tasavvufta iç ve dış temizliği kendini bilmek olarak tanımlar. Kendini bilmek, Rahman’ı bilmektir. Nefsini bilmek gelip geçiciliğini bilmektir, Allah’ın bakiliğini bilmektir.
Arştan yerin altına kadar ne varsa kendinde bulmaktır (Işınsu 2008:133). Romanın bir başka sayfasında bilginin Kur’an’da insana bizzat verildiğidir. Bu bilgide, kulun Rabbine yakınlığı da vardır. Allah’ın emirlerini yaymak, sevaba yönlendirmek en önemli görevdir (Işınsu
2008:150-152).

Hacı Bektaş, Türk tasavvufunun "Görünenler Allah’ın büyük sıfat ve isimlerinin görünüşleridir" şeklinde tanımladığı Vahdet-i vücud felsefesine de temas eder (Işınsu 2008:129).
Hacı Bektaş Veli, şiddetle İran tasavvufuna karşıdır. Türkmen olduğunu ve Hoca Ahmet Yesevi önderliğindeki Türk tasavvufunu önemle vurgular. Mevlana ile yollarının aşk olduğunu, ondan usulde ayrıldıklarını dile getirir. Mevlana’nın İranlılarla olan yakınlığını da
siyasete bağlar (Işınsu 2008:167-168).

Hacı Bektaş Veli’deki ve köylülerdeki Hz. Ali’ye olan sevgi, yazarın ağzından anlatılır.
Müritlerden birinin sorusu üzerine Hacı Bektaş Veli, on iki imamın şeriat üzere olduğunu söyler. Bu durumu da on iki imamdan olan Cafer-i Sadık’ın İmam-ı Azam’ın büyük hocalarından biri olduğu örneğiyle somutlaştırır (Işınsu 2008:62). Yine romanın ilerleyen kısımlarında Kadıncık Ana, Hacı Bektaş’ın Hz. Ali’ye olan sevgisinden doğacak olan oğluna Ali ismini koyar (Işınsu 2008:97).

Velayet yolunda Hz. Ali’nin önemini soran bir müridin suali üzerine, Hacı Bektaş velayetin rehberinin Hz. Peygamber olduğunu ifade eder. Ona göre Peygamberin anlayışında Hz. Ali feyz ve hidayet kaynağı olarak görevlidir (Işınsu 2008:64).

Hacı Bektaş Veli, eşiyle konuşurken Makalat’ı, ilim dili Arapça olduğu için Arapça yazdığını dile getirdikten sonra Bektaşiliğin geleceğiyle ilgili endişesini şu satırlarla belirtir:
“Keşke senin kadar emin olsak bu işten kadıncağızım. Oysa sanırım ki hakkımızda olmadık laflar edecekler, iftiralarda bulunacaklar… Velhasıl doğrunun içine yalan, yalanın içine az da olsa doğru karıştırırken, siyaset de yapılacak, Bektaşiliği ortadan kaldıracaklar, o tekrar
gelecek bambaşka yüzle, sıfatla…” (Işınsu 2008:105)

İlerleyen satırlarda, tarikatına oğlunu ve eşini halef kılacaktır (Işınsu 2008:105).

Hacı Bektaş Veli, Hz. Muhammed’in sünneti üzere düşünmekte ve hareket etmektedir.
Yaşarken iyiyi düşünmek gerektiğini, iyi düşüncenin iyiyi, kötü düşüncenin de kötüyü çağırdığını Hz. Muhammed’in yaşamından örnekler (Işınsu 2008:24). Hacı Bektaş Veli’nin sözlerinde dedikodunun, gıybetin kötülüğü Kur’an çerçevesinde dile getirilir (Işınsu 2008:112-113). Hz. Peygamber’in sünnetine uyarak Hacı Bektaş, kaza geçiren Ferhat Ağa’yı ziyaret ederek ona nasihatte bulunur, İslamın gösterdiği kolaylıklardan bahseder (Işınsu 2008:200-206).

Hz. Peygamber’in dört halifeden en çok Hz. Ali’yi sevdiğine ilişkin soruya verdiği cevapta Hz. Peygamberin Hz. Ali’yi bir kardeş, bir evlat gibi görmesinden sevgisinin fazla olduğu düşünülebilir şeklinde cevaplar ve devamında dört halifenin Kur’an ve sünnet üzere yaşadığını
söyler. Ayrıca Hz. Peygamberin yaratılmış olan her şeye sevgi duyduğunu da belirtir (Işınsu 2008:62-63). Bilimle uğraşanların manevi bakımdan Hz. Peygamber’in varisi olduğunu kabul eder (Işınsu 2008:178).

Peygambere sevgisinden onun isminin çocuklara doğrudan konulmasına karşıdır. Kendi ismini örnek verir, kullanmadığını belirtir. Onun yerine Mehmet ismini kullandırttığını da ekler (Işınsu 2008:177).

Romanda Veli’nin kişilik özellikleri, insana ve dünyaya karşı duruşu veliliği ekseninde resmedilmiştir. Hacı Bektaş, özelliklerini kendi ağzından söyler. İdris’le konuşmasında dinlemesini bildiğini, ağzının da sıkı olduğunu ifade eder (Işınsu 2008:18). Romanda yeri
geldikçe bu özelliği vurgulanır (Işınsu 2008:26).

İnsanların zihinlerindeki meseleler, İslamiyetle ilgili olmadıkça ikna için fazla uğraşmamaktadır. İdris’in Babai İsyanı'na taraftar olması konusunda isyana taraftar olmadığını belirtmekle beraber İdris’in katılmaması yönünde fazla ısrarcı olmaz (Işınsu 2008:20).
Hacı Bektaş Veli, dünyaya karşı kanaatkardır (Işınsu 2008:21). Rabbine karşı tevazu içindedir.
Ben diye konuşmaz (Işınsu 2008:34); Kadıncık Ana’nın isyana katılan babasının akıbetinden yana endişesinden kaynaklanan buhran hâlini, bakışlarıyla İdris’in yaralı olduğunu Kadıncık Ana’nın gönlüne ilham ederek gidermesine karşın Kadıncık Ana’nın bu durumu,
müridi Cemal’in verdiği şuruba bağlaması içini rahatlatır. Hacı Bektaş iç konuşmasında bakışlarının farkına varılmamasına sevinir ve farkına varılsaydı bakışlarının etrafında nasıl bir menkıbe türetileceği endişesini ifade eder. Zira Hacı Bektaş Veli enaniyet, kibirden ve
ünden sakınmaktadır (Işınsu 2008:53). Kibrin Allah tarafından hiç kabul edilmeyen bir hâl olduğunu toplantılarda dile getirir (Işınsu 2008:170).

Hacı Bektaş’ın gönlü boldur, eli cömerttir. Kıtlık zamanında kapısına gelenleri boş çevirmez (Işınsu 2008:120). Hızır gibi sorunları çözmeyi kendine vazife edinmiştir (Işınsu 2008:23).
Bir beşer olarak Hacı Bektaş, Kadıncık Ana’ya sevgisini, ancak Kadıncık Ana’nın evlenme teklif etmesiyle anlar, dönüp giden Kadıncık Ana’nın arkasından gider ve evlenme teklifini bu sefer o yapar (Işınsu 2008:67-68). Yaşı ve tevazu sahibi olması nedeniyle Hacı Bektaş’ın
gönlünden geçen şekilde, sade bir törenle evlenirler. Törende Hacı Bektaş, eşine Nazlı Hatun’dan annesi Hatme Hatun’a geçen bir bileziği takar. Kadıncık Ana’nın isteği üzerine babasının evinde oturmaya karar verirler. Kadınına ayrı önem veren Hacı Bektaş, doğumdan
sonra ebeden çocuğu bırakıp annesiyle ilgilenmesini ister (Işınsu 2008:117).

Bu evliliğin ardından müritlerin kendi aralarında konuşmaları dikkat çekicidir. Taptuk Emre’nin Hacı Bektaş’ın tasavvufi manada evladıyla nikah kıyması konusundaki düşüncesine Hacım, Hz. Peygamber ile Ayşe’nin durumunu örnek verir. Peygamberin onun hem piri hem de kocası olduğunu ifade eder (Işınsu 2008:73).

Yaşamında kadın erkek ayrımı yapmayan Veli, kadın-erkek ilişkisinde yine Kur’an’dan dayanakla hareket eder. Evliliklerde esası sevgi, saygı ve şefkat olarak ifade eder (Işınsu 2008:130). İlişkilerinde açıklıktan yanadır (Işınsu 2008:187). Halifelerinin isteği doğrultusunda Hacı Bektaş onları da evlendirir, düğünlerini bizzat yapar (Işınsu 2008:75).
Öfke ve kızgınlığa karşıdır, ancak öfkenin savaş zamanında duyulabileceğini söyler. Ona göre Müslümanlar sorunlarını akıl ve sevgi ile çözmelidir (Işınsu 2008:171).

Aldatmanın her türlüsüne karşıdır. Satranç oyununda dedesine bilerek yenilen oğluna yaptığının aldatmak olduğunu ima eder. Oğlunun, yaptığının doğruluğunda ısrarcı olması üzerine onu cezalandırmaktan çekinmez (Işınsu 2008:196).

Hacı Bektaş Veli’nin çok yönlülüğünün yansımalarından biri toplumsal hayata dair düşünceleri ve uygulamalarıdır. Toplumsal yaşamın insana birbirinden faydalanma ve ilerleme getirdiği görüşündedir (Işınsu 2008:56).

Halifelerine Şeyh Edebali’yi ve Osman Gazi’yi över ve etrafında kümelenmelerini ister.
Türkmenleri şevklendirmelerini, Rumeli’de gerekirse gazalara kılıçla katılmalarını ister.
Osmanlı coğrafyası için kolonizatörlüğü teşvik eder. Hacı Bektaş Türkmendir. Osman Gazi ile siyaseten değil, Türkmene devlet kazandıracağı için gönül bağı kurmuştur (Işınsu 2008: 154-168).

Hacı Bektaş Veli, engin insan sevgisi ekseninde kendisine intisap etmeyenleri de şereflendirir.
Elinin yetiştiği toplumun hiçbir kısmını ihmal etmez. Ferhat Ağa ve Zileliler, Hacı Bektaş’a olan muhabbetlerinden ötürü, tarikata girmeyip dışarıdan sevenlere verilen muhip unvanını alırlar (Işınsu 2008:95).

Veli, dergahına katılan ve dergahın hizmetinde bulunan dervişlere eğilimlerine uygun meslek öğrenmelerini tavsiye eder veya uygun olanı kendi seçer (Işınsu 2008:139-140). Dergahında işlerin, iş bölümü, birliktelik ruhu ve gönül bağıyla yürümesini sağlamıştır.
Görüşlerinin çoğunu mürit toplantılarında dinlediğimiz Hacı Bektaş Veli hayvanların emanet olduğunu, onlara sevgi, şefkat ve özen gösterilmesi gerektiğini vurgular. Pınar başında insanlara hitap ederken de hayvan sevgisinin insan sevgisine denk olduğunu ifade
eder (Işınsu 2008:57-58).

Kerametlerine kısmen yer verilmiştir. İdris, gurbette olduğu sırada Hacı Bektaş Veli’yi rüyasında görüp ona mürit olmuştur (Işınsu 2008:89). Yine müritlerinden Hasan Kaptan’ın dergaha gelişiyle bir kerameti daha ortaya çıkar. Gemileri batmak üzere iken Veli, himmet
etmiş canlarını kurtarmışlardır. O da mürit olmak ve dergaha maddi katkıda bulunmak üzere Hacı Bektaş Veli’nin yanına gelmiştir (Işınsu 2008:137).

Sonuç
Romanda ele alınan konunun ağırlığı ve zorluğu tartışmasızdır. Tarihî kimliğinin izleri neredeyse kaybolup menkıbevi bir yapıya bürünmüş ulu bir kimliğin roman kahramanına dönüştürülmesi elbette sıkıntılı olmuştur. Tarih, kültür, sosyoloji ve din araştırmaları çerçevesinde Hacı Bektaş Veli ve Bektaşilik ile ilgili pek çok tanım ve yorum ortaya çıkmıştır.
Tanım ve yaklaşımlar, Bektaşiliği ve Hacı Bektaş Veli’yi ya propaganda havasında ya itham edici nitelikte ya da belli bir kesimin beklentileri etrafında karşımıza çıkarmaktadır. Edebî metnin, tarihî meselelerde bilimsel verilerle birlikte kendi dünyasını kurduğu da açıktır.
Emine Işınsu, kurgunun sağladığı özgürlüğü kullanarak Hacı Bektaş Veli’yi eldeki kabul görmüş tarihî verilerin ve üzerlerinde ona ait olduğu ittifakla kabul edilen eserleri ışığında değerleri, veliliği, öğretisine dayalı olarak ete kemiğe büründürmüştür. Hacı Bektaş Veli’den
günümüze geçen zamanın uzunluğu yazara kabul edeceği, ele alacağı tarihî gerçeklik için elbette bir seçme zorluğu doğurmuştur.

Işınsu, bu zorluğu dile getirmiştir. Kitabının ilk sayfalarında, Hacı Bektaş Veli’nin kendi eseri Makalat’a, Abdülbaki Gölpınarlı’nın tenkidinden geçen Velayetname’ye ve Yaşar Nuri Öztürk’ün Tarih Boyunca Bektaşilik adlı kitabındaki tespitlere bağlı kaldığını açıkça ifade eder.
Işınsu’nun aklına ve gönlüne uygun düşen bu tespitler onun bağlı olduğu öğretinin, değerlerinin ve öğretisinin temel dayanaklarını Kur’an-ı Kerim ve Hz. Muhammed’in sünneti olarak görürüz. Roman boyunca her fırsatta İslam dininin bu iki kaynağı Hacı Bektaş Veli’nin
şahsında, Türk tasavvufunun kurucusu Hoca Ahmet Yesevi’den başlayarak diğer Horasan erenlerinin omuzlarında yürüyen anlayışın kaynakları olarak açıkça ifade edilmiştir (Işınsu 2008:9). Emine Işınsu, Hz. Ali’ye duyulan sevgiyi ve onun velayet yolundaki önemini de
işaret etmiştir.

Yazarın ideal değerler etrafında şekillendirdiği Hacı Bektaş Veli, velayet yolunda kendi mürşitlerinden öğrendiklerini, yaşarken gözlediklerini ömrü boyunca yaşamın her alanına taşımıştır. Romanın kurgulanışında Hacı Bektaş Veli, Kur’an ve sünnetin kaynaklığında
insan, insanî ilişkiler ve toplum, hayvan ve genel olarak dünyaya karşı tavırlarıyla karakterize edilmiştir. Sevgi ve hoş görü etrafında dünyaya bakan Hacı Bektaş Veli, bulunduğu yerde insanların ruhlarına, ilişkilerine ve toplumsal hayata nizam getirmiştir. Böylelikle Işınsu, Bektaşiliği hayatın içinde resmetmiştir.

Emine Işınsu, Hacı Bektaş Veli’yi ve Bektaşiliği çizgisel kurgunun rahatlığı içinde oldukça yalın olarak anlatmıştır. Romanın içerisinde özellikle tasavvuf ile ilgili kısımlar gerektiği ölçüde izah edilmiştir.

*1 Dr. Hacettepe Üniversitesi Dil Öğretimi Uygulama ve Araştırma Merkezi
*2 Velayetname, Aşıkpaşazade’nin Tarihi, Fuat Köprülü, Ahmet Yaşar Ocak ve diğer kaynaklar Kadıncık Ana’nın Bacıyan-ı Rum’dan olduğu konusunda hemfikirdir.


KAYNAKLAR
ÂŞIK PAŞAZÂDE TARİHİ, (2008) (Haz. Cemil Çiftçi) İstanbul: Mostar Yayınları.
AYTAŞ, Gıyasettin, “Bektaşî Kız Adlı Roman Hakkında Bazı Tespitler”, Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, Güz 1999, sayı 11.
GÖLPINARLI, Abdülbaki (Haz.) (1990) Velayetnâme, Menakıb-ı Hünkar Hacı Bektaş Veli, İstanbul.
GÜNDOĞDU, Cengiz, Hacı Bektaş-ı Velî ve Bektaşîlîk Olgusunu Tanımlamada Normatif Yaklaşımlar, Dinî Araştırmalar, Cilt 12, sayı 33, s. 47-61.
GÜZEL, Abdurrahman, “Hacı Bektaş Veli’nin Hayatı ve Eserleri”, Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, 1994, sayı 11.
IŞINSU, Emine (2008) Hacı Bektaş-ı Veli, Ankara: TDV Yay. 2. Baskı.
OCAK Ahmet Yaşar “‘Bektaşilik” maddesi, TDV İslam Ansiklopedisi, C.5.
ÖZTÜRK, Yaşar Nuri (1998) Tarih Boyunca Bektaşilik, Yeni Boyut Yay.
ÖZTÜRK, Yaşar Nuri, “Gönüller Sultanı Hacı Bektaş”, Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, 1997, sayı 4.
ÖZTÜRK, Yaşar Nuri, “Hacı Bektaş’ın Düşünce Dünyası”, Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, 1994, sayı 1.
YALÇIN, Alemdar, (1998), Sosyal ve Siyasî Değişmeler Açısından Cumhuriyet Devri Türk Romanı, Ankara: Günce Yayıncılık, Ankara: Kilim Ofset.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Emine Işınsu -Hayatı ve Eserleri- Üzerine
MesajGönderilme zamanı: 02.10.11, 21:31 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 28.09.10, 13:01
Mesajlar: 166
EMİNE IŞINSU’NUN TARİHÎ ROMANLARI ÜZERİNDE BİR İNCELEME
HAZIRLAYAN: GÖZDENUR EROL

3. BUKAĞI ....................................................................................................77
a) Vak’a......................................................................................................78
b) Şahıs Kadrosu ........................................................................................94
c) Mekân.....................................................................................................103
d) Zaman ....................................................................................................108

Kültür tarihimizin en önemli merhalesini teşkil eden alanlardan biri de tasavvuftur. Türk edebiyatı içinde halkın ortak dilini, duygu ve düşüncelerini, dinî inancını esas alarak birleştirici ve bütünleştirici rol oynayan tasavvuf anlayışı Işınsu’nun eserlerinde amacına uygun bir şekilde işlenir. Işınsu, tarihi, bir fon olarak kullanıp millî birlik adına vermek istediği tasavvufî mesajları özellikle gençlerin anlayabileceği bir anlatım tarzı içerisinde Bukağı adlı eserinde işler.

Son dönem romanlarında büyük mutasavvıfların hayatını ve öğretilerini ele alan Işınsu, aslında bu konunun hep ilgisini çektiğini kendisinin de tam bir Yunus hayranı olduğunu ifade etmişlerdir.62
Işınsu, daha romanı basılmadan yaptığı bir röportajda kitabın ismini nasıl seçtiğini açıkça ifade eder.

… Niyâzî Mısrî, XVII. yüzyılda yaşamış büyük bir mutasavvıf, büyük bir şair ve Yunus takipçisi. Onun hayatını anlatırken kendi ifadelerini çok kullandım… Makalelerinden faydalandım. Onun için tasavvuf dolu bir roman oldu. Biliyorsun, Bukağı demir halka demek.. Niyâzî Mısrî’nin devletle arası açılıyor ve ayağına bukağı, demir halka takılarak üç kere sürgüne gönderiliyor. Onun için Bukağı. Aslında
romanın adını O sevgili, Niyâzî Mısrî ve Bukağı olarak düşünmüştüm. “O sevgili” derken Allah’ı kastediyordum ve Allah’ı kastettiğim kelimenin kitabın kapağında bulunmasından çok hoşlanacaktım. Fakat her kime söyledimse eşim dâhil herkes kitabın ismini çok uzun buldular ve sonunda yalnızca Bukağı oldu.63

Bu eseri yazarken ve Mısrî hakkında çalışırken, başka konularla ilgilenemeyen Işınsu, devamlı içinden gelen bir sesin ona kalk yaz dediğini, sanki Niyâzî Mısrî’nin başına dikilip onu yazması için zorladığını hissetmiş, bu tedirginlikle eserini tamamlamıştır.64
Malatyalı Mutasavvıf Niyâzî Mısrî’nin hayat öyküsü, tasavvufî bilgiler eşliğinde sade bir dil ile anlatıma kavuşur. Tarihi, arka fon olarak kullanıldığı sahneler, uzun bir araştırmanın ve okumanın ürünü olarak kurulmuştur.

Eser, Başlarken adlı bölüm dışında numaralandırılmış on üç bölümden ibarettir.
Bu bölümler ayrılırken Niyâzî Mısrî’nin kabına sığmayıp şeyhini arama macerası esas alınmış olmalıdır ki, hemen her bölümün daha ilk cümleleri yollara düşen Niyâzî Mısrî’den haber vermekle başlar.

a) Vak’a
Roman, Niyâzî Mısrî’nin Limni’deki türbesini ziyarete giden iki kişinin yol boyunca yaptıkları sohbetlerin Başlarken adlı bölümde sunulmasıyla başlar. Birbirini tanımayan bu adamların her ikisi de Niyâzî Mısrî’yi niçin ziyaret edeceklerini anlatmaya başlarlar. Yaşlıca olanı büyük mutasavvıfın mübarek türbesini gönül borcunu ödemek amacıyla ziyaret ettiğini açıkça söyler. Genç adam ise, karşısındakini
küçümseyen tavırlarla niyetini söylemekten sakınır. Batı kültürü hayranı olarak yetiştirilen bu genç, büyük dedesinin babasının çok yakın arkadaşı olan Niyâzî Mısrî’den çekinmekte, ondan korkmaktadır. Ailelerinde her doğan erkek evladın görevi olan bu ziyareti gerçekleştiren genç adam, türbeyi ziyaret etmeyen yakınlarının başına gelenleri işittiğinde Niyâzî Mısrî’nin gazabından korkar. Paris seyahati türlü engellerle karşılaşıp gerçekleşmeyince de türbenin yolunu tutmaya karar verir. Yolculuk esnasında da Mısrî’den nefret ettiğini düşünür. Fransız mürebbiyelerle yetişen genç adamın içi isyanla dolar.

Yazar, daha romanın ilk sayfalarında Niyâzî Mısrî’yi anlamanın da, anlatmanın da zor olduğunu yaşlı adamın ağzından rivayet eder.65
İlk bölüm Niyâzî Mısrî’nin doğum tarihine denk gelen 1618 yıllarındaki Osmanlı’nın tarihsel döneminin anlatımıyla başlar.
1618’in ilkbaharında, II. Osman, halledilen deli padişah Mustafa’nın ardından tahta çıktı. (s. 13)
Sultan I. Ahmet Han öldüğünde, onun yerine şehzade Osman’ın geçmesi gerekirken Osman’ın sert mizacı ve Sultan Ahmet’in eşi Kösem Sultan’ın türlü entrikaları ile başa I. Ahmet’in oğlu Mustafa geçer. Ancak bir süre sonra onun deli olduğu anlaşılınca tahttan indirilir. Boş kalan tahta böylece Sultan Osman geçer. II. Osman, Padişahın ağzından çıkan her cümlenin kanun olması (s. 14) gerektiği inancıyla
hareket ederek memlekette acil reformlara yönelir.
Sultan Osman’ın tahta çıktığı vakitler sarayın hekimbaşı olan Mehmet Zihni Efendi ile Mihriban Hanım’ın Muhammet Kasım adında bir oğulları olur. Kasım’ın doğduğu gün, Malatya’nın Aspozi mahallesinde Soğancızâde Şeyh Ali ile eşi Hatice Hanım’ın da oğulları dünyaya gelir. İsmini Muhammet koyup, peygamber ismine hürmeten onu Mehmet diye çağırırlar. (s. 14) Çok geçmeden Mehmet’in Ahmet,
Kasım’ın da Melekşan isimli kardeşleri dünyaya gelir.
Devlet içinde reformlarını sürdüren II. Osman’ın katledildiği 1622 yılında Mehmet ve Kasım dört yaşına basarlar. Bu yaşta aileleri onları Kur’an okumaya alıştırır.
Kasım’ın hocası Mehmet Zihni Efendi, Mehmet’inki ise, Koca Halil Derviş olur.
Mehmet okumaya ilgi gösterirken, Kasım ise harflerin şekilleri üzerinde yoğunlaşır.
Mehmet’in tasavvufa olan ilgisi küçük yaşlarda belirir, Koca Derviş’i adeta kelimeleri yutarak dinler, tasavvuf bilgisinin temeli bu yaşlarda atılır.
Koca Derviş Mehmet’in ileride bir hakikat âlimi olacağını düşünürken (s. 16) Mehmet, Kasım’ın aksine yaramazlığı ile dikkatleri üzerine çeker, herkes ondan şikâyetçi olur. Onun tüm sorumluluğunu Koca Derviş üzerine alır. Babası, Mehmet’i Sıbyan mektebine göndermeyi düşünürken, dervişten güreş dersleri almasını da ister.
II. Osman’ın katlinden sonra başa tekrar Deli Mustafa çıkar. Yönetim el değiştirince II. Osman taraftarı olan Mehmet Zihni Efendi, Malatya’ya sürülür. Uzun bir yolculuktan sonra Aspozi’de Ali Efendi’nin dergâhına yakın ve güzel bir eve yerleşirler.
Sultan Osman’ın katli İstanbul’da büyük yankılar uyandırırken, sipahiler ayaklanıp suçluların cezalandırılmasını isterler. 1623’te Sultan Deli Mustafa tahttan indirilerek yerine IV. Murat getirilir.
Malatya’da Sıbyan okulunda Mehmet ve Kasım iki yakın arkadaş olurlar.
Arkadaşlıkları, çok iyi güreşmeyi öğrenen Mehmet’in çocuklar tarafından sıkıştırılan Kasım’ı kurtarmasıyla başlar. Kasım da Mehmet gibi, Koca Derviş’in gözüne girmeyi başarır. Ancak iki çocuk, bir zikir meclisinde dervişlerine verdikleri sözü tutamayıp tekkenin durumuna uygun davranmayınca dervişle araları bozulur. Çocuklar bu duruma içlenince derviş onları gönülden bağışlar.

Günler böyle geçerken, iki aile birbiriyle iyice kaynaşır, aralarında dostluk oluşur. Kasım ile Mehmet’in arasından su sızmaz, birbirlerini çok severler.
… günün birinde Kasım, Mehmet’e: “Sen beni kurtardın, güreşe başlamamı sağladın, hep yardım ediyorsun, senden çok şey öğreniyorum, onun için karar verdim, ben sana “Ağam” diyeceğim dedi, Mehmet bu karardan çok memnun oldu, bir epey büyük ağabey gibi ağır başlı, “Ben de sana ‘adamım’ derim, ‘kıymetlim’ derim, başka hiç kimseye de böyle söylemem, bir tek sana söylerim.” dedi. Çocuklar, birbirlerini hiç kıskanmadılar, bilâkis yardımlaştılar… (s. 41)
Dokuz yaşlarındayken, okuldan mezun olduklarında Ali Efendi, Mehmet’in zikirlere katılmasını ister. Ancak, Mehmet’in coşkun mizacına içten yapılan zikir haz vermez. Bir gün bu durumu babasına şöyle açıklar:
… Şehrin içlerinde kendilerine devrâniler denilen Halvetilerin bir dergâhı ilgisini çekmişti; onların, ayakta el ele tutuşup bir daire teşkil edip, ağır ağır dönerek “Lâilahe illallah” diye zikretmeleri tam da istediği gibiydi… İçinin temizlenip ışıklandığı o akşam babasına, niçin Nakşîlerin de sesli zikretmediklerini sordu… (s. 42)
Zikirlere Mehmet’in yanında Kasım da katılır. Ancak konuşmalar Kasım’ın ilgisini çekmez. O kendini hat sanatında bulur. Abdülkerim Efendi isminde bir hat ustasından derslere başlar.
Bir gün beklenmedik acı aniden gelir. Bir akşamüzeri Mehmet Zihni Bey’in vefatı herkesi derin bir yasa boğar. O günden sonra Mehmet, Kasım’ı bir an bile yalnız bırakmaz. Ancak günler sonra Kasım ve ailesi İstanbul’da oturan amcalarının evine yerleşirler. Bu ayrılık en çok Kasım ve Mehmet’e zor gelir. Ayrıldıkları ilk günden mektuplaşmaya başlarlar.
Malatya’da tek başına kalan Mehmet, içindeki boşluğu bir türlü dolduramaz.
Daha çok ilim tahsil etmek ister, ama bunun o çevrede gerçekleşmeyeceğini de bilir.
Babası onun Nakşîliğe devam edip kendi şeyhine bağlanmasını isterken, Mehmet Halvetî olmak niyetindedir. Bu duygularını sadece Kasım’a açar. İkisinin de tek hayali İstanbul’da tekrar görüşmektir. Sarayda Enderun’da yetişen Kasım, her bir olaydan arkadaşını haberdar eder.

1632 yıllarında Yeniçerileri yöneten Sadrazam Hüsrev Paşa, Erzurum Valisi Abaza Paşa’yı yenilgiye uğratıp tutsak ettikten sonra IV. Murat’a gönderir. IV. Murat da ağabeyi Osman’ın kan davasını güden bu paşayı iyi karşılayıp onu Bosna Beylerbeyi yapar. Hüsrev Paşa pek şiddetli geçen İran savaşlarında başarı gösteremeyince görevinden azledilir, yerine Sadarazam Hafız Paşa getirilir. Hüsrev ve Recep Paşalar’ın içine sinmeyen bu sadrazam, padişahın gözleri önünde şehit edilir. Büyük karışıklıklar yaşanmaya devam ederken IV. Murat, idareyi ele alarak Genç Osman olayına karışan herkesi öldürtür.
Mehmet ve Koca Derviş, Kasım’ın yazdıkları sayesinde sarayın iç işlerinden haberdar olurlar. Koca Derviş, Mehmet’i tasavvufî konularda eğitirken, Mehmet’in o günlerde aklına Kasım’ın kız kardeşi Melekşan düşer ve kız aklına geldikçe içi içine sığmaz. Kendi kendine aşkın cevabını arayan Mehmet, Kasım’dan onun haberlerini alır.
Melekşan’ın bütün kısmetlerini geri çevirdiğini öğrenince içi ferahlar. Bu aşkla şiirler yazmaya başlar. Mehmet ona karşı hissettiği duyguları ölçmeye çalışırken zaman zaman çelişkiye düşer.
Mehmet Melekşan’ı sonsuza kadar esirgemek istiyordu, bunun maddî güçle bir ilgisi yoktu, sadece derin, geniş, çok boyutlu bir sevecenlik söz konusuydu. Bazen şiirleriyle bu çelişkili duygularını anlatmaya çalışıyor fakat kullandığı sözcükleri çok yetersiz buluyor, şiir doldurduğu kâğıtları yırtıp atıyordu. Velhasıl içindeki bu inanılmaz heyecanı, tutkuyu, sevecenliği ne yapacağını hiç bilemiyordu. İşin tuhafı, son bir yıldır bu hale düşmüştü, ondan önce Melekşan’ı sadece çok güzel bir kız çocuğu olarak hatırlamıştı. Soruyordu kendi kendine, “Aşk mıdır bu?” fakat bir cevap bulamıyordu… (s. 54)

Bir gün bir sırrını Koca Derviş’e açar. Şeyh Hüseyin Halvetî’nin elini öpüp ona bağlanacağını söyler. Bundan on sekiz ay sonra da Halvetî şeyhinin yoluna gider.
Babası bu durumu hayırla karşılar. Mehmet böylece 1635’te on yedi yaşındayken Halvetî olur, Kasım da Enderun’dan mezun olup saraya önemsiz bir kâtip olarak atanır.
O sıralarda IV. Murat, I. İran seferine çıkarak İstanbul’dan ayrılır, Diyarbakır’a oradan Erzurum’a geçerek Revan’ı kuşatır ve teslim alır.
Mehmet, Halvetî dergâhında iki yıl huzurlu yaşar, müritler arasında şeyhinin dikkatini çekmeyi başarır. Ancak sonraki aylarda içini büyük bir Allah korkusu sarar.

Allah’ı daima kızgın ve cezalandırıcı bir varlık olarak tasavvur edip tedirginliği artar.
Bu hislerini Koca Derviş’e de açamaz. Sen yolunu o kadar öv, Halvetî olmakla o kadar övün, şimdi zora gelince, kendi yoldaşlarını arama, bana gel! (s. 63) demesinden çekinir. Ancak daha sonra onunla geçen konuşmaları içini rahatlatır. Mehmet, Kur’an okuyup anlayabilmek için Arapça öğrenmek ister. Ancak Malatya’da Arapça öğretecek bir âlimin olmadığını öğrendiğinde Diyarbakır’a gidip Arapça öğrenmeyi kafasına koyar. Babasının rahatsızlanması üzerine bir süre bu fikrinden uzaklaşır. Halvetî şeyhi Hüseyin Efendi’nin anî bir kararla İstanbul’a gidecek olması Mehmet’i derinden yaralar. Onun yerine tayin edilen asık suratlı Ahmet Efendi’den hiç hoşlanmayan
Mehmet, zikir meclislerine de gitmez olur. Babasının anî ölümü ve Melekşan’ın evlilik haberi ile yıkılan Mehmet, çareyi oralardan uzaklaşmakta bulur.
Mehmet, Murat Han’ın Bağdat’ı aldığı haberini Diyarbakır’a giderken bir handa öğrenir ve bu habere sevinir. Türlü zorluklar sonucunda kervanla Diyarbakır’a varır.
Mehmet aldığı adresle beraber Feyzullah Efendi’nin evini aramaya koyulur. Evini bulmak güç olmasa da, Feyzullah Efendi’ye her gidişinde kapıdan geri çevrilir. Sonunda ona ulaşmayı başaran Mehmet, azmi sayesinde ondan ders almaya hak kazanır. Adamın evindeki bodrum katına yerleşip evdeki her türlü zor görevi üstlenir. Ev işlerinden muzdarip olsa da ilim aşkı gönlünü tazeler. Fırsat buldukça Kasım’la mektuplaşıp saraydan haberler alır. Eline geçen son mektup; Sultan Murat’ın rahatsızlandığını, ona bir şey olursa yerine Kösem Sultan’ın oğlu Şehzade İbrahim’in geçebileceğini, içinde bulunulan durumun daha da karışabileceğini haber verir.
Diyarbakır’da bir müddet kalan Mehmet, bir gün Mardin’e gitmek üzere yola çıkar. Diyarbakır’a bağlı bir sancak olan Mardin’de türlü halkların bir arada bulunması Mehmet’i ilk etapta ürkütür. O, kendisine tavsiye edilen Abdürrezak Efendi’yi bulup onunla Hâdis, Kelâm ve Arapça çalışmak istediğini belirtir. Derslere başlamak için Abdürrezak Efendi’den bir hafta izin alır, halkın arasına karışıp Mardin’i gezmek ister.
Kendini bilmez birkaç gencin peşine takılan Mehmet, onların verdikleri içkiyi bilmeden içer. Ayıldığında bu hareketinden utanır ve kendini sorgulamaya başlar. Aklı başına gelir gelmez bir hamama gidip kötülüklerden arınmaya çalışır. Parasını gençlere kaptıran Mehmet, ihtiyar bir adamın verdiği sadaka ile karnını doyurur. Daha sonra çocuklara ders verip güreş öğreterek yaşamını devam ettirir. İşlediği suçu bir türlü kabullenemeyen Mehmet’e gönlünden gelen bir şiir cevap verebilir:

Hevâ ise yeter gönül, gel Allah’a dönelim gel
Sivâ ise yeter ey dil, gel Allah’a dönelim gel
Nice bir sevelim gayri, nice bir olalım gayri
Analım vuslat-ı yâri, gel Allah’a dönelim gel
Bize Hak’dan gel olmadan, ecel kûsı vurulmadan
Cânım Azrâil almadan, gel Allah’a dönelim gel
Özenmez misin ol Yâre ki, aldanmışsın ağyâre
Seni azdırmış emmare, gel Allah’a dönelim gel
Niyâzî’ye olup haldaş, olursan yoluna yoldaş
Döküp gözlerimizden yaş, gel Allah’a dönelim gel (s. 101–102)

Şiirin son beytinde geçen Niyâzî isminin mânâsını aramaya başlar. İçindeki duru ses ona Niyâzî’nin kendisi için seçilmiş bir mahlas olduğunu söyler ve bu olaydan sonra Mehmet, bu ismi de benimser.
Mehmet, yirmi üçüne geldiğinde içindeki manevî yol özlemi onu tekrar yollara düşürür. Hedefi Kahire’ye varmaktır. Bu kez şeyhini Mısır illerinde arayacaktır. Bir gün sabah namazıyla birlikte oradan ayrılıp yollara düşer. Yol boyu nefsiyle olan mücadelesini düşünür. Kasım’dan gelen son mektupta Melekşan’ın eşinden ayrılıp eve geri döndüğünü yazması, Mehmet’in aklını karıştırır, ancak duygularından emin olamaz. İç mücadeleleri ile İskenderiye’ye gidecek bir gemiye binebilmek için Antalya yolunda aylar geçirir. Derken gemi macerası başlar. Yolculuk boyunca sorgulamalar devam ederken Yunus Emre sevgisi ile dopdolu olduğunu düşünür.
… Yunus Emre ile o kadar doluydu ki, şiirlerinde görülen açık etkisinden başka, sanki her zaman onu somutlaşmış bir şekilde karşısında görüyordu. Yapılı olmasına rağmen ince bir bedeni ve Peygamber gibi uzun saçları vardı, kâh kendininkiler gibi siyah, simsiyah görüyordu bu saçları, kâh kumral ve dalgalı… Bir gün “Allah aşkı”nda tam anlamıyla buluşacaklarını seziyordu Mehmet, yoksa bu kadar sevebilir miydi Yunus’u… (s. 114)
İskenderiye’ye varır varmaz bir Kadirîye şeyhiyle tanışıp onun tekkesinde bir buçuk ay kalır. Bu arada Kadiriliğe de ısınır. Eğer içinde el-Ezher’e devam etme arzusu olmasa orada kalıp Kadiriye şeyhine bağlanacağını düşünür, ancak Kahire’ye doğru yol alma arzusunun önüne geçemez. Oraya varır varmaz şehri gezip Abdürrezak Efendi’nin bahsettiği Şeyhûniye külliyesine gider. Buradaki medrese ve dergâhları gezer, Abdülkadir Geylanî tekkesini bulur, burada kalmaya başlar. El-Ezher’de derslere devam eder. İki yıl boyunca Kasım’dan haber alamayan Mehmet, bir gün ondan gelen bir mektupla sevinir. Kasım saraydaki olaylardan haber verir. Osmanlı devletinin çökmekten kurtulduğu, sultanın yeni bir oğlu olduğu, İbrahim Sultan’ın da aşırılıkları mektupta yazılıdır. Bu arada evlenip boşanan Kasım, kendi sıkıntılarından da söz açar.
Mehmet, bunları öğrenince ona hak verir.
Bir gün rüyasında kendini büyük bir şehirde, Şeyh Abdülkadir Geylanî Hazretleri’ne hizmet ederken görür. Geylanî hazretleri ona cebinden çıkardığı bir kese taze sikkeli dirhemler verir, bir başka kesede de taze sikkeli dinarlar vardır. Mehmet bu iki kesenin anlamını sorduğunda, şeyhi dirhemlerin zahir ilmi olduğunu, dinarların ise, tarikat ilmi olduğunu ve bunun içinde şeyhini araması gerektiğini söyler. (s. 121) Bu rüya üzerine Mehmet, oradaki şeyhinden izin isteyip sokaktan bulup yanına aldığı kedisi Kiraz ile birlikte yollara düşer. İki ilmi birden niçin öğrenmek istediğini şöyle açıklar:
– Bilirsin tek kanatla uçulmaz!... Bence maddî ilimle, manevî ilim birbirini tamamlıyor, iki elimiz, iki kolumuz nasıl birbirini tamamlarsa, iki ilmi de bilmek öyle dengede tutar insanı, bir tek ilmi bilmekten daha faydalı olur. Hakikat ilminin gereklerini yapıp, şeraiti terk etmek olmaz!... (s. 127)
Mehmet, yolculuk ettiği kervanda şiirlerinin dilden dile dolaştığını görüp şaşırır.
Arkasına takılan büyük bir topluluğu atlatıp Bağdat yakınlarında küçük bir köye iner.
Burada bir süre yaşamını bir mum imalâthanesinde çalışarak geçirir, orada ata binmeyi öğrenir ve bundan sonraki yolculuklarını atı Rüzgâr ile yapar.
Bağdat’a vardığında Abdülkadir Geylanî’nin türbesini ziyaret edip şehri gezer.
Abdülkadir Geylanî’yi ziyaret ettiğinde gönlüne Anadolu doğar ve yollara düşer.
Aradığı şeyhi bulamayan Mehmet’in aklına İstanbul’a gidip bir tekkede halvete girmek gelir. Bu sayede Kasım’la da görüşebileceğini düşünür. İki arkadaş nihayet yaklaşık yirmi yıllık bir aradan sonra buluşup dertleşirler. Mehmet’in amacı Kahire’ye kadar ünü gelmiş olan Halvetî tekkesinde çile çıkarmaktır. Tekkenin mürşidi Hasan Efendi ile tanışan Mehmet, halvete girmek için izin alıp kırk günlük inzivaya çekilir. Halvetten çıktıktan sonra epey zayıflamış olan Mehmet’in gönlü bir hayli yumuşar. İstanbul’da yıllar önce gönlünü verdiği Melekşan’la da karşılaşır, ona karşı duygularının hâlâ yoğun olduğunu hisseder.

Halvete çekildiği sıralar, mazhar olduğu bir sır ile artık kendisinin Mehmet yerine, Niyâzî Mısrî diye çağrılacağını açıklar.
İçindeki sese kulak veren Mısrî, Bursa’ya doğru yol alır. Bursa’da Ali Dede isimli ihtiyar bir Mevlevî’nin tekkesine yerleşir. Bursa’da yazdığı şiirler elden ele dolaşırken ünü giderek artar. Fakat onun içindeki şeyhini bulma arzusu (s. 157) bir türlü küllenmez. Medresede kaldığı bir gece niyaz edip iki rekât namaz kıldıktan sonra, şeyhini bulmak arzusuyla, hayırlı bir rüya görmeye niyetlenir ve istiareye yatar.
Rüyasında elindeki bakır ibrikle bir başka şehirdeki kalaycıya gittiğini, kalaycının sadece ince, büyük, becerikli anlam dolu ellerini gördüğünü, kalaycının ona İbriğin dışını herkes kalaylayabilir. Marifet içini kalaylayabilmektir dediğini ve ibriğin içini
parlattığını hatırlar. Rüyasında Mısrî’nin gönlünden oranın Uşak olabileceği geçtiğinden, bu kez Uşak’a doğru yol alır. (s. 158)
Uşak’taki bir handa ona Halveti Şeyhi Mehmet Efendi’nin tekkesinden bahsederler. Bu zâtın Elmalılı Sinan Ümmî’nin halifesi olduğunu anlatırlar. Mısrî oyalanmadan Mehmet Efendi’yi bulur. Mehmet Efendi ona müritlikten söz açmaz, geçici bir misafir gibi davranılması Mısrî’yi tedirgin eder. Bir bahar mevsiminde Sinan Ümmî’nin Uşak’a geleceği haberi Mısrî’yi heyecanlandırır ve sonunda onunla
karşılaşır. Sinan Ümmî, ona Bursa’da gördüğü rüyayı anımsatınca dili tutulur, işte o gün huzura erer. Kasım’a yazdığı mektuplarda artık mürşit arama arzusunun bittiğini ve maddî yolların son bulduğunu, mürşidinin yanında hem maddî, hem de manevî bir
eğitim gördüğünü yazar. Sinan Ümmî Hazretleri’nin müritleri içerisinde yer alır. Yıllar böyle geçerken iki kere halvete girer ve halvetten sonra gönül huzuru artar.

1648 yıllarında Osmanlı Devletinde durum iyice karışır. Sultan İbrahim, tahttan indirilip boğularak öldürülür. Yerine küçük oğlu IV. Mehmet gelir. Altı-yedi yaşlarında olan bu şehzadenin aile büyükleri yönetimi ele alır. On üç yıl süren bu döneme Ağalar Saltanatı denir. Bu arada Yeniçeri Ağaları da devlet düzenine karşı gelirler. İbrahim’in öldürülmesinden sonra onun kan davasını güdenler ortaya çıkar. Halk, yeniçeriler ve sipahiler ayaklanır. Kösem Sultan öldürülür. Sultan Ahmet Meydanı kan gölüne döner.
Niyâzî Mısrî, Sinan Ümmî tekkesinde çile çekmeye devam ederken, sırtında odun ve un taşıyıp dersler verir. Dergâhın imamlığını da üstlenir. Bu arada Kasım ve Derviş ağası ile yazışmaya devam eder. Kasım’ın yeniden evlendiğini, annesinin de ağır bir öksürüğe yakalandığını öğrenir. Annesinin hastalığını öğrenince tedirgin olur.
Malatya’ya gidip annesini görme isteğiyle kıvranırken şeyhinin izin vermeyeceğinden çekinir. Ancak Ümmî Sinan, ona zamanı gelince izin verir ve Ümmi Sinan’ın genç oğlu İbrahim ile Niyâzî Mısrî Malatya’ya doğru yol alırlar.
Mısrî uzun bir aradan sonra tekrar yollara düşünce şunları hisseder:
Mısrî, yola çıktıktan sonra ancak, yolları ne kadar çok özlediğini fark etti, bir süre konuşamadı Süleyman’la, bu gidişi iki hasretlinin buluşmasına benziyordu. Çünkü, sanki yollar da bu garip dervişi özlemiş gibiydiler!.. (s. 188)
Malatya’dan önce Mardin’e uğrayıp bir zamanlar kaldığı tekkeleri ziyaret ettikten sonra Malatya’ya yönelirler ve Malatya’ya yaklaştıkça bir başka heyecan sarar içini. Annesini bir hayli zayıflamış ve yaşlanmış görünce üzülür, onun ince hastalığa yakalandığını, Derviş ağasının, tekkenin şeyhi olup evlendiğini, kardeşi Ahmet’in de Malatya’ya sığmayarak İstanbul’a taşındığını öğrenir. Annesini şeyhine emanet ederek İstanbul’a doğru yola çıkarlar. Kasım’ın evine gidip orada konaklarlar.
Mısrî, bazı zamanlar şeyhini özledikçe içi yanar. Bu nedenle oralarda fazla oyalanmadan Ramazan arifesinden bir gün evvel Elmalı’ya varırlar. Dergâhta sevinçle karşılanırlar. Mısrî, gelir gelmez camideki vaazlarına başlar. Şeyhinin yanına uğradığında Sinan Ümmî, ona yanında duran somunu verip caminin avlusunda çeşme başında afiyetle yemesini söyler. Mübarek Ramazan günü şeyhinin bunu istemesi
Mısrî’nin garibine gider. Ancak Şeyh bir rüzgârsa, mürit, önünde uçuşan bir sonbahar yaprağıdır (s. 207) diye düşünerek şeyhinin dediğini yapar. Ancak bunu gören kalabalık Mısrî’nin çevresini kuşatıp onu dövmeye başlar. Sinan Ümmî’nin huzuruna getirildiğinde Şeyhi, Mısrî’nin altmış gün aç bırakılmasını ve hücreye kapatılmasını emreder. Mısrî’ye verilen bu ceza dilden dile yayılır.
… Bir kısmı onaylıyor, diğer bir kısmı, Mısrî’nin camideki vaazlarına hayran olanlar ise; “İftarsız olması doğru değildir, günah zavallıya, ölecek adam besbelli” diyorlardı. Her hâlükârda, bunlar aç iken, karşılarında ekmek yiyen Mısrî cezasını bulmuş, adamların içi ferahlamıştı!... Yalnız birkaç kişi; “Aslında bu iş, şeyh ile mürit arasında bir cilvedir ki, bizim aklımız ermez.” diyordu…(s. 210)

Altmış günlük cezası dolduğunda Mısrî’yi ziyaret eden Şeyh Sinan Ümmî cezasını yüz günde tamamlayacağını söyler. Mısrî’nin cezası dolduğunda merak edip yüz günü sayanlar, tekkeyi doldururlar. Niyâzî Mısrî, bitkin bir halde hücreden çıkarılıp şeyhin odasına götürülür. Eski haline dönünceye kadar iyi bakılır. Bir Cuma günü Mısrî’nin ve dört arkadaşının hilâfet töreni dervişlerin ve halkın önünde yapılır. Niyâzî Mısrî törenin ardından halka son vaazını bir şiirle verip tekrar Uşak’a dönmek üzere yola çıkar. Uşak’ta Şeyh Mehmet, dokuz yıl ayrı kaldığı Mısrî’yi sevinçle karşılar.
Bu arada İstanbul’da ağalar saltanatı çöker, IV. Mehmet’in Naibesi (vekili) Tarhân Valide Sultan, devleti emanet edebileceği yeni bir sadrazam aramakla meşguldür. Nihayet Saltanat Naibesi, Köprülü Mehmet Paşa ile görüşmeye razı olur.
Fakat Köprülü’nün bazı şartları vardır, Osmanlı tarihinde bir kişinin sadrazam olabilmek için şartlar öne koştuğu görülmemiştir. Nihayet, Tarhan Sultan, Köprülü’nün isteklerini kabul ederek onu sadrazamlığa getirir. Böylece Osmanlı tarihinde yirmi yedi yıllık Köprülüler devri başlar.
Mısrî, Uşak’a yerleşir yerleşmez Kasım’a ve Şeyh ağasına mektup yazar. Şeyh ağasından gelen mektupta annesinin vefatını öğrenir. Kasım mektubunda ise Köprülü Paşa’nın sadrazam olduğunun yedinci Cuma günü, Fatih Camii’nde Naat-ı Şerif okunurken, Kadızâdeliler’in camii basarak Naat-ı Şerif’in makamla okunmasına itiraz ettiklerini, neredeyse kan dökülecek kadar tartışmalar yaşandığını anlatır.
O günlerde Afyonkarahisar’a bağlı Çal kazasından gelen bir heyet, halkı dinî konularda eğitecek bir din adamı ararlarken kendilerine tavsiye edilen Mısrî’yi alarak Çal’a geri dönerler. Ancak oranın halkı Mısrî’e ilgi göstermeyip yüz çevirdikleri için Mısrî Uşak’a geri dönüp Şeyh Efendi’ye durumu anlatır.

Bu kez Kütahya’dan gelen bir heyet, Mısri’yi oraya götürmeye gelir. Böylece Mısrî’nin Kütahya macerası başlar. Kütahya’da da bir kısım halk arasında tam anlamıyla Kadızâde zihniyeti baş göstermeye başlar. O, söylentilere kulak vermeyip kendini tam olarak müritlerine adar. Bir süre sonra Şeyh Sinan Ümmî’nin vefat haberini alır almaz Kütahya’yı terk eder. Şeyhini ilk kez Bursa’da rüyasında gördüğünü
anımsayıp Bursa’ya yerleşmeye karar verir. Doğrudan Sebbağ Ali Dede’nin evine gider.
Yaşlı adam, bahçesinin içinde bir halvethane inşa ettireceğini Mısrî’ye haber verir.
İnşaat tamamlanınca Mısrî, gönül rahatlığı ile mürşitlik vazifesine başlar. Ancak Bursa’da yerleşmiş olan Kadızâdeli zihniyeti ona rahat vermez. Kadızâdeliler, ondan Halvetî tarikatını terk edip kötülemesini isterler. Padişahın, Vani Efendi’nin, Şeyhülislam’ın da mutasavvıflar aleyhinde olduklarını hatırlatırlar. Ancak Mısrî bu tehditlerden çekinmez. Kasım’a ve Şeyh ağasına birer mektup yazarak bu konuda
fikirlerini almak ister. Kasım, Vani’nin etkisiyle padişah yasağının gelmesinin yakın olacağını, Şeyhülislam’ın da üzerindeki baskı nedeniyle fetvayı verebileceğini açıklar.
Sonra Osmanlı saltanatından haberler sunar. Köprülü Mehmet Paşa’nın oğlu Sadrazam Fazıl Ahmet Paşa’dan söz açar. Aklıselim sahibi bu adamın zaferlerle sonuçlanan işler yaptığını anlatır. Son olarak da bir kız çocukları olduğu haberini verir.
Bursa’da aleyhinde çıkartılan propagandalara rağmen kısa zamanda müritleri artar. Sonunda çıkacağı söylenen ferman çıkartılır ve sesli zikir, devran ve sema yasaklanır. Mısrî, bildiği yolda yürümeye devam eder.
Bir gün ansızın hastalanan Sebbağ Ali Dede’nin vefatı ile derin bir hüzün kaplar içini. Dede ölmeden önce son arzusu; Mısrî’nın, müridi Hacı Mustafa’nın kızı Gülsüm’le evlenmesi olur. Ali Dede’nin vasiyeti üzerine her şey çok çabuk gelişir.
Mısrî, Gülsüm’le evlenip hayatını devam ettirir. Hiç beklemedikleri anda kapılarını çalan Kasım onları ziyarete gelir. Kasım, Vani’nin kendisiyle olan dostluğunu öğrendiğini Mısrî’ye anlatır. İki arkadaş o gece tarikatçılarla şeriatçıların neden anlaşamadıkları üzerine konuşup kafa yorarlar. (s. 238–239) Aylar sonra Melekşan’ın da rüyasında gördüğü Mısrî’nın erkek çocuğu dünyaya gelir. Ancak aynı gün Uşak’taki pirdaşı Şeyh Mehmet Efendi’nin ölüm haberi üzerine, oğlunun doğumuna sevinemez.
Bursa’da Mısrî’nin sevenleri çoğalırken, onu çekemeyenlerin sayısı da gün geçtikçe artar. Artık bu kadar hakaret gördüğü mahallede oturmasının gereksiz olduğunu düşünerek yeni tekke inşaatını başlatır, kendine de tekkenin yanında bir ev bulur.
Mısrî, elli iki yaşlarında Fatma isminde bir kız evlada daha sahip olur. O yıl Osmanlı da büyük bir bayram yaşar, Girit artık Osmanlı’ya aittir.
O günlerde Mısrî’yi şaşırtan bir olay olur. Sadrazam Fazıl Ahmet Paşa, onu Edirne’ye davet eder, karşılaştıkları ilk günü karşılıklı iltifatlar, Mısrî’nin bestelerini dinlemekle geçirirler. Ertesi gün de şehri gezerler, Mısrî tekkeleri ziyaret eder.
Bir akşam Mısrî, sadrazamla baş başa kaldıklarında, tekkelere getirilen yasakların gereksizliğinden söz açar. Sadrazam’ın içten tavırları ona güven verir. Fazıl Ahmet Paşa, ona hak verir, ancak Sultan’ın emri dâhilinde bunları yaptıklarını dile getirir. Mısrî’ye İstanbul’a gidip orada Ayasofya’da vaaz verip ona anlattıklarını, orada anlatmasını, kendisinin de Sultan’ı razı edip onu dinlemeye gelmesini temin eder.
Ayasofya’da öfkeli bir konuşma yapmayı düşünen Mısrî, sonra bundan vazgeçerek cemaatin çoğunu ağlatacak konulardan bahis açar. Sultan IV. Mehmet de gözyaşlarına hâkim olamaz, padişah fermanını geri alır. Bursa’daki halk Mısrî’nin vaazı dolayısıyla Hünkâr’ın yasağı kaldırdığını çoktan işitirler ve onu adeta bayram ederek karşılarlar.

1672 yıllarında IV. Mehmet ve sadrazamı Polonya seferi için Edirne’den yola çıkarlar. Altı ay süren sefer sonunda Polonya barış ister ve harekât durdurulur. Yapılan antlaşma sonucunda Podolya Osmanlı’da, Galiçya Polonya’da kalır.
Bursa’ya sevinçli haberlerle dönen Mısrî’ye Kadızâdeler yaşam hakkı tanımazlar. Birkaç kez ölümden dönen Mısrî dervişlerinin koruyuculuğundan bıkıp usanarak Edirne’ye gitmeye karar verir. Sarayın ikinci bir Polonya seferi hazırlığı içinde
olduğundan habersizdir.
Edirne’ye yerleşince devletin içinde bulunduğu durumu yakından takip etmeye başlayan Mısrî’yi, padişahın gereksiz av eğlenceleri, masraflar, sarayın şaşaalı yaşantısı, yüksek memur ve bazı paşaların rüşvet aldığına dair dedikodular sinirlendirir. Bir gün Edirne Ulu Camii’nde verdiği vaaz esnasında Osmanlının karanlık sonundan bahsetmeye başlar. Tam da savaş öncesinde söylediği bu sözler, saray açısından rahatsızlık yaratır. Mısrî, Sadrazam Fazıl Ahmet Paşa’nın emriyle Rodos’a kale hapsine gönderilir.

Deniz seyahati boyunca çevresindekilere insan, İslâmiyet ve Osmanlı hakkında bol bol nasihatler verir. Mısrî sadrazamın görevlendirdiği Azbî Çavuş gözetiminde yol alır. Azbi Çavuş, Mısrî’yi, onun ayak bileklerine bukağı taktıran kale komutanına teslim ettikten sonra, Edirne’ye dönmesi gerekirken, istifa edip kendini Mısrî’ye adar.
Kısa bir süre sonra kale komutanı, Mısrî’nin ziyaretçilerine kapısını açar. Mısrî onları gönül hoşluğu ile karşılayıp sohbet eder. Kırım Hanı Selim Giray Han, her gün Mısrî’ye çeşit çeşit yemekler gönderir. Bir gün Selim Giray Han, Osmanlı’nın kendisini II. Polonya seferi için çağırdığını Mısrî’ye haber verir. Mısrî onu dualarla yolcu eder.
Polonya, Almanya ve Papa’nın yardım vaatlerine güvenerek Osmanlı’dan Lubnin ve Lwow’u geri alır. Umduğu yardımlar gelmeyince Polonya barış ister ve iki devlet arasında yedi yıllık bir barış sağlanmış olur.
Aynı yıl Fazıl Ahmet Paşa ölür, yerine Merzifonlu Kara Mustafa Paşa atanır.
Mısrî, Rodos’tayken Kasım’la mektuplaşmaya devam eder. Kasım’dan aldığı ilk mektupta Şeyh ağasının öldüğü haberini alır ve mateme bürünür. Rodos’a gelişinin dokuzuncu ayında Mısrî affedilerek geri çağrılır, Azbi Çavuş’la birlikte önce İstanbul’a, oradan da Bursa’ya dönerler. Mısrî, Rodos sürgününden önce yaptığı gibi, yine tekkesinde adam yetiştirmeye çalışıp, nasihatlerde bulunur, kürsüde verdiği vaazlarda ileri geri konuşup halkın tepkisine neden olur. Vani Efendi’nin tek isteği onu sürgüne tekrar gönderip sesini kesmektir. Sonunda istediğini yapar. Bu kez Mısrî, Limni Adası’na sürülür. Tekke’den alınıp ayak bileklerine bukağılar takılarak sürgüne gönderilir.

Limni kalesindeki yarı karanlık bir taş odada halvete girer, halvetten çıktıktan sonra insanları tekrar doğru yola çekmek için heveslenir. Yıllar içinde Mısrî, Limni Adası’nda yeni müritler kazanır ki, biri Hıristiyanlıktan dönmedir. Manevî olarak mutlu olsa da, zaman zaman kale muhafızları, oda idarecilerine karşı duyduğu şüphe ve öfke onu yıpratır.
Bir gün Mısrî, İstanbul’dan gelen bir haberle serbest bırakılır. Fakat o İslamiyet’i sevdirdiği adadan ayrılmaz. Hiç olmazsa ardında bir halife bırakmak arzusundadır. Oradaki müritleri kendisine bir tekke hazırlayarak onu orada kalmaya razı ederler. Mısrî’nin yeni tekkesindeki ilk ziyaretçileri Kasım ve kardeşi Melekşan olurlar.
Melekşan’ın bütün nefis mertebelerini aşarak manevî yolda ilerlediğini görünce onu kendine halife yapmak ister. Ancak kadın kabul etmek istemeyince ona hak verir.
1683 yıllarında Osmanlıda durum karışıktır. Sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, Viyana’yı kuşatmaya karar verir. Ancak Padişahı bu durumdan geç haberdar eder ki, IV. Mehmet bu haberi önceden bilseydim, rıza göstermezdim (s. 293) diye cevap gönderir. Viyana Kuşatması 1683’te bozgunla sonuçlanır. Birleşik Haçlı ordusu ile savaşlar devam eder, Almanlar, Budin’i kuşatırlar. 1686’da Budin elden çıkar, Mohaç’ta da pek çok şehit verilince Türk ordusunun morali bozulur.
Sadrazam ve Başkumandan Aynacı Sarı Süleyman Paşa’nın zalimliği ve yetersizliği ordudaki disiplini bozar. Vezir Köprülüzâde Fazıl Mustafa Paşa, Sultan’a ve iki oğluna karşı cephe alır. 1687’de hayattaki kardeşlerinden şehzade III. Süleyman’ı tahttan indirir. Osmanlı’nın Almanya cephesi çökünce pek çok yer elden çıkar.
Mısrî’ye Osmanlı’nın çökeceği malum olur, bu konuda vaazlar vererek baştakileri uyarmaya çalışır. Ama bu iyi niyeti yine sürgünle sonuçlanır; ayaklarında bukağılarla sürgüne gider.
Mısrî, sürgündeyken derviş yetiştirmeye, çevresindekilerin gerçek sevgisini kazanmaya devam eder. Bir gün Kasım’dan gelen mektup yine Osmanlı’dan haber vermektedir. Kasım artık eski şevkinin kaybolduğunu, sadece havadisleri iletmek için mektup yazdığını belirtir. Padişah III. Süleyman’ın tahta çıkmasında Fazıl Mustafa Paşa’nın etkili olduğunu, eğer Fazıl Mustafa Paşa’ya bir hâl olmazsa bundan sonra da padişah olarak III. Süleyman’ın kardeşi I. Ahmet’in tahta çıkabileceğini belirtir. Kasım, bu durumdan hoşnut değildir. Onun yegâne arzusu saraydan ayrılıp, evinin hat çalıştığı odasına sığınmaktır. Ancak hat sanatına meraklı olan Sultan, onu yanından ayırmaz.
Saray ve İstanbul bu kadar perişan iken, Macaristan’da kan gövdeyi götürür.
Osmanlının Avrupa’daki toprakları bir bir elden çıkar.
Mısrî, mektubu okuyunca Kasım’ın bu haline hak verir. O, Osmanlının sadece batıda değil, doğuda da toprak kaybedeceğini hisseder. O gece seccade üzerinde sabaha kadar oturup O Sevgili’sinin Türklere merhamet etmesini diledi… (s. 304) İçinden sular seller gibi gelen kelimeleri kâğıda dökerken kendisinin Limni’de öleceğini anlar ve Baltacı Mehmet Paşa’nın kabrini işaret ederek defnedileceği toprağı yanındaki dervişlere gösterir.
1688’de Osmanlının Almanya cephesi tamamen çökerken Mora’daki son Osmanlı kalesi Benefşe teslim olur. Alman kumandan Doc Morosini, Osmanlıya gözdağı vermek istese de bütün çabaları kırılır. Almanlarla yapılan meydan savaşı kaybedilince Sırbistan elden çıkar, Almanlar Bulgaristan’a girer. Almanları durduracak kuvvet yok gibi görünür. Fazıl Mustafa Paşa’nın sadrazam olması ve orduda başkomutanlık yapmasına karar verilir.
Sadrazam olan Fazıl Mustafa Paşa’nın Mısrî’nin Bursa’ya tekkesinin başına dönmesini rica eden mektubu Kasım’ınkiyle beraber ulaşır.
Fazıl Mustafa Paşa Edirne’den ayrılarak Şehirköyü’ne gelir ve orada Almanları yenilgiye uğratır, kuzeye doğru yürüyerek Belgrat Kalesi’ni alır. Almanların kaybı her geçen gün artar. Böylece Belgrat’ta 188 yıllık yeni bir Osmanlı dönemi başlar. Düşman Bosna ve Bulgaristan’dan tamamen çıkarılır. Sırbistan’ın tamamı geri alınır.
Mısrî, Fazıl Mustafa Paşa’nın isteğiyle Bursa’ya dönmeye karar verse bile, ölümünün yakın olduğunu hissedip gidişini bir hayli erteler. Ancak sonra da Ben bilmiyorum Allah biliyor, hele bir Bursa’ya varalım bakalım… diyerek yola düşer.
Bursa’da büyük törenlerle karşılanır, dönüşüyle beraber sabah akşam sevinç yaşanır. En çok sevinen de ailesi olur. Kızı Fatma’nın ölümüyle yıkılan eşi Gülsüm, onun dönüşüne pek sevinir.

1691’de Fazıl Mustafa Paşa, II. Almanya seferi için Edirne’den ayrıldığında, III. Süleyman sekiz gün sonra vefat eder. Yerine sadrazamın isteğiyle III. Süleyman’ın kardeşi I. Ahmet gelir. Savaş için çok iyi hazırlanan Almanlar, Köprülü isminden tereddüde düşseler de düşmanın dikkatli tutumu galip gelir. Fazıl Mustafa Paşa, alnına isabet eden tek kurşunla olduğu yerde kalırken, Mısrî, bu olayı işaret eden rüyâyı bir gece evvel görse de, en yakınına bile anlatamaz.

Yalnız savaş hakkında konuşan dervişlerine;
— Savaş elbet kanlı, gürültülü, karmaşık bir olaydır. Fakat aynı zamanda çok ince ve küçüktür. Bazen atılan bir kurşun bile koskoca muharebenin kederini değiştirebilir; dua edelim hemen Hak Tealâ yardımcımız olsun, dedi. (s. 315)

Kasım, Mısrî’ye gönderdiği mektupta içi kan ağlarken, Mısrî onu teselli etmeye çalışır. Mektubunu bitirdikten sonra altına, sultanın niçin sefer esnasında yanına hocaları, şeyhleri ve dervişleri almadığını sormasını yazar.
Sultan III. Ahmet, Mısrî’nin bu teklifini hoş karşılarken Sadrazam Çalık Ali Paşa, Mısrî’nin bir Osmanlı düşmanı olduğunu söyleyerek ona güvenmediğini belirtince sultan konuyu kapatır.

1693’te Edirne’de Erdel’i geri almak için hazırlıklar yapılırken Mısrî de sefere katılmak için müritlerinden bazılarını yanına alarak Edirne’ye hareket eder. Sultan, buna engel olmak için onun çocukluk arkadaşı Kasım’ı Mısrî’ye gönderir. Ancak o kararında sabittir. Padişahı Mısrî’ye karşı kışkırtan Bozoklu Mustafa Paşa’nın içi ise rahattır.
Edirne’ye gelen Mısrî ve müritleri Selimiye Camii’ne doğru ilerlerken o sırada padişahın fermanı ile çıkagelen kalabalıktan yeniçeri ağası ve bir bölük yeniçeri Mısrî’yi koltuklayıp arabaya bindirirler. Limni yolu görünürken, toprağının ona kucak açmış olduğunu hisseder. Apar topar Limni’ye sürülen Mısrî’nin öfkesi artarken, "...bizim öfkemiz devam etseydi, Edirne’nin altı üstüne gelirdi" (s. 325) sözlerini söyleyip
sağ koluyla bir mezar taşını hafifçe sarsar. İşte o anda Edirne kökünden sallanır ve halk onun gazabından korkar.
Boğaz hisarında kaptan paşaya teslim edilen Mısrî ayaklarına takılan bukağılarla uğurlanır. Onu uğurlamaya gelen gönül dostlarına vasiyeti de şu sözler olur:
—"…orada ölecek olursam, ayaklarımda bu bukağılar ile gömülmek istiyorum, bu vasiyetim için hepinizi şahit tutuyorum…" (s. 326)

Limni’de ölmeden önce son günlerini küçük bir odada, yemeden içmeden kesilerek geçiren ve bu halde son eseri İrfan Sofraları’nı tamamlayan Niyâzî Mısrî, 16 Mart 1694’te vefât eder.

b) Şahıs Kadrosu
Tarih konulu edebiyatla tarihî icraatta bulunan, ondan etkilenen ve onun görgü şahidi olan gerçek veya hayalî kişiler bir psikoloji dâhilinde sunulur.66 Eserlerinde psikolojik durumları önemseyen Işınsu da zaman zaman seçtiği roman kahramanlarının varlık özelliklerini sanat eserinin gerçekliğinde kendi dünyasında tamamlamaya çalışır.
Tarihî-biyografik bir roman örneği olan Bukağı’da XVII. yüzyılın büyük mutasavvıflarından Niyâzî Mırsrî’nin hayatı ve öğretileri, arka planda kalan Osmanlı tarihi ile dile getirilir.
Romanın başkahramanı Niyâzî Mısrî’dir. Yazar, arka plandaki toplumsal tarihsel gerçekliği Mısrî aracılığıyla yansıtmaya çalışır. Yazar, romandaki ikinci dereceden önemli kişilikleri, Mısrî’ye yaklaştırarak, okuyucunun başkahramanı daha iyi tanıyabilmesini sağlar. Burada okuyucu Mısrî’yi, onun düşünce yapısını ve tarihsel işlevini diğer kişiliklerin bakış açısından öğrenir.

NİYÂZÎ MISRÎ
Romanın başkahramanı Mehmet, Malatya’nın Aspozi mahallesinde Şeyh Ali Çelebi ile karısı Hatice Hanım’ın üçüncü çocuğu olarak dünyaya gelir. (s. 14) Bebeğe Muhammet ismini koyarlar ancak peygamber ismine hürmeten onu Mehmet diye çağırırlar.
Mehmet, romanda fizikî olarak ayrıntılı tanıtılmaz. İri esmer bir bebek (s. 14) olarak dünyaya geldiği, büyüdükçe de yakışıklı bir delikanlı olduğu (s. 49) bilinmektedir.
Mehmet’in fizikî yapısıyla ilgili sunulan en ince ayrıntılar; onun şeyhini arama arzusu ile yollara çıkıp halvete girdikten sonraki zayıflamış bitkin hali ile önceki bakımlı halidir.
Mehmet, halvetten çıktıktan sonra epey zayıflamış görünüyordu. Gönlü kendisinin bile tahmin etmediği şekilde yumuşamıştı… (s. 153)
Şeyhi Sinan Ümmi’nin, Mısrî’ye verdiği yüz günlük halvet cezası en ağırı olup onu en çok yıpratandır.
…Sinan Ümmi başta, onu tutup yerden kaldırdılar. Mısri’nin gözleri kapalıydı. Mısri yürüyemiyordu…
(…)
…Mısri onlara uymaya çalıştı. Ağır ağır çıktılar kapıdan, genç adamın saçları ve sakalları pamuk gibi olmuş, ağarmıştı, avurtları o kadar içeri çökmüştü ki; sağ yanağındaki büyük et beni adeta küçülmüş görünüyordu…
İlk gün yalnız su içebildi Mısri, ertesi gün yoğurtlu çorbaya başladılar, daha ertesi gün yoğurtlu çorbanın içine biraz ekmek içi doğradılar… Üç gün sonra gözleri açılmış, tam kendine gelebilmişti… (s. 212–213)
Mehmet’in küçük yaşlardan itibaren okumaya olan ilgisi Koca Derviş’in gözünden kaçmaz. Öte yandan kolayca okumayı söker. Koca Derviş’ten İslamiyet hakkında pek çok şey öğrenerek çocukluğu geçer. Mehmet, dervişini büyük bir dikkatle adeta kelimeleri yutarak dinlerken, Koca Derviş onu çok akıllı bulur, ileride bu çocuğun bir hakikat âlimi olacağını dile getirir. (s. 16)
Mehmet’in ileride güçlü bir şair olacağı daha küçük yaşlarda ortaya çıkar.
…Şol cennetin ırmakları akar Allah deyu deyu”… Koca Derviş beş yaşındaki çocukta bu şiir zevkine hayran kaldı. O kadar hayran kaldı ki Sultan Osman için ağlamayı kesti; “Bu çocuğa âlim hocalar gerek, vah bahtsızım! Vah benim gibi bir fakir derviş parçasına kaldı” diye düşünüp, bu sefer Mehmet için ağladı. (s. 17)
Mehmet, küçük yaşlarda çok yaramaz bir çocuktur. Dersleri dışında, sopadan yapılmış atına atlayıp kendini sokaklara atar. Saatlerce ortadan kaybolur. Onu tek anlayan, Koca Derviş olur. Yalnız kendi çevresinden değil, şehrin içindeki mahallelerden şikâyetler yağar, erkek çocuklarını döverken kız çocuklarını da rahatsız eder. Çocuğun bu durumu dervişe doğal gelir.
Koca Derviş ise kendi kendine; Te be kızan o kadar zeki ki, zekâsı dolup dolup taşıyor, bir budalalığa, bir ahmaklığa hiç dayanası değil, böyle şeylerde karşılaşınca, kendince ceza veriyor onlara! diye düşünüyordu. (s. 18)
Mehmet, yedi yaşına girerken hayatının ilk ve son falaka dayağını yer, canı çok yansa da inadından belli etmez. Bu durumun farkında olan Şeyh babası onu Sıbyan okuluna yazdırırken şunları düşünür:
—Evet, bilirim vahşidir. Girsin yaşıtları arasına, görsün yabancı hocayı, tam olmasa da bira ehlileşecektir. Bilirsin Ahmet’e bile yüz vermez kerata, burnu da büyüktür, bu burun kırılmalı! Sonra maazallah, hayatın içinde ne yapar, okul insanı hayata hazırlar. Sen endişelenme onun için, dik kafalıdır, inatçıdır… Hiç esnek değildir… (s. 20)
Mehmet, Sıbyan Okulu fikrini tereddütle karşılasa da, dervişten güreş öğrenmek hoşuna gider. Şimdilik niyeti batıya, Derviş’in memleketi Edirne’ye gidip orada namlı bir pehlivan olmaktır.
Sıbyan okuluna başladıkları gün; Mehmet’in Kasım’ı dövmeye kalkan arkadaşlarından kurtarması ile ölene dek sürecek bir dostluğun temeli atılır. Kasım, Mehmet’i anlamamızda anahtar ismi teşkil eder.
Çocuklar dokuz yaşlarında okuldan mezun olduklarında, Malatya’da gidebilecekleri daha yüksek bir okulun olmayışı nedeniyle ilim hayatlarına ara vermek zorunda kalırlar. Bu durumdan Mehmet oldukça muzdariptir.
- Ama olmuyor, yetmiyor.. Ya da ben anlamıyorum her bir şeyi konuştukları bazen masal gibi geliyor bana. Öyle dinliyorum. Hem ben ilim de öğrenmek istiyorum…
(…)
— Nasıl yetsin ki, derviş ağam, her çocuk yani hemen her çocuk bitiriyor Sıbyan okulunu. Ben her çocuktan daha üstün olmak istiyorum.(s. 45)
Böylece Kasım’ın da oralardan ayrılması ile Mehmet’in içindeki boşluk gün geçtikçe artar. Artık Malatya’da kabına sığamaz. Yıllar önce gördüğü Kasım’ın kız kardeşi Melekşan gözlerinin önünden gitmezken, Melekşan aklına geldikçe içi içine sığmaz. O kız bir bahar çiçeğiydi ve onun için asla erişemeyeceği bir hayaldi. Nasıl meyve bahçesindeki çiçeklere dokunamıyor, onları koparamıyor sadece sakınıp
esirgeme duygusu büyüyorsa içinde, bu kıza da aynı şeyleri hissediyordu. Ona da asla dokunamazdı… (s. 53)
Malatya’da babasının yolundan gitmeyen Mehmet, bir Halvetî şeyhine bağlanır.
Ancak içinden gelen duyguları babasına açamaz.
…Aslında hafi, içten zikirdi hoşlanmadığı, Mehmet’in coşkun mizacına içten zikir haz vermiyordu. O Rabbini anarken, olanca gönlünü sesine yüklemek bağrından gelen “Allah huu” nidasıyla yeri göğü inletmek istiyordu. Şehrin içlerinde kendilerine devraniler denilen Halvetîlerin bir dergâhı ilgisini çekmişti. Onların ayakta el ele tutuşup bir daire teşkil edip, ağır ağır dönerek “Lâ ilâhe illallah” diye zikretmeleri tam da istediği gibiydi… (s. 42)
Mehmet, bir süre sonra Malatya’da aradığını bulamayacağını anlar. Kafasında bir yerlere gitme düşüncesi oluşur ve böylelikle Mehmet’in yaşamında ikinci devre başlar. Arapça öğrenmek daha fazla ilim tahsil etmek amacıyla kendini yollara vurur, ilk durağı Diyarbakır olur. Bin bir zorlukla Feyzullah Efendi’nin evine taşınır. Orada türlü işlerle meşgul olur.
… evvela selamlığın her türlü düzeninden ve temizliğinden o sorumluydu. Ayrıca selamlığa gelen bütün misafirlere ikramı da o yapacaktı. Her gün sabah namazından önce evin bütün mangallarını yıkayacaktı, boş kaldığı zamanlarda aşçı Hüsam’a yardım edecekti. Ayda bir kere hocanın kütüphanesindeki bütün kitaplar inecek… (s. 83)
Mehmet, en başta zorluk yaşasa da bünyesi kuvvetli olduğundan her şeyin üstesinden gelir.
Sahip olduğu şiir yazma yeteneği, yaşı ilerledikçe belirli bir olgunluğa erişir.
Şeyh olma aşamasında ilerlerken verdiği vaazlarda şiirlere de yöneldiği olur.
Dünya üzerine söylediği şiirle, Ben bu dünyayı, herkesin anlayabileceği şekilde ondan daha basit anlatırım diyerek kendine olan güvenini perçinler.

Uyan gafletten ey gafil seni aldatmasın dünya
Yakanı al elinden ki seni sonra kılar rüsva
Ne sandın sen bu gaddarı ki böyle onu sevdin
Onu her kim sevdiyse dinini eyledi yağma (s. 86)

Şeyhini arama arzusuyla yollara düşen Mehmet, Mardin’de türlü felaketleri yaşar. Bilmeden içki içip parasını kaptırarak ortada kalan Mehmet, uzun bir iç muhasebeden sonra kendini affeder. Mehmet’e gönlünden gelen bir ses cevap verir:
Heva ise yeter gönül, gel Allah’a dönelim gel
Siva ise yeter ey dil, gel Allah’a dönelim gel (s. 101)

Bu şiirde uzun zamandır aradığı mahlasını bulur ve bundan sonra Niyâzî adıyla yazar. (s. 102)
Gönlündeki manevî yol özlemi ile oradan oraya gezer, hedefi Kahire’dir. Orada El-Ezher’e devam edip ilim tahsil etmek isterken, içindeki ses Mısır illerinde mutlaka bir şeyhin elini öpeceğini söyler. Aklındaki sorular tükenmek bilmez.

… Şeyh eli, evet fakat bu zat benim öz şeyhim mi olacak, ona bi’at edip, artık ondan gayri kimselere bakmayacak, kimseleri aramayacak mıyım?... Gönlümdeki şu devamlı arama arzusu, tükenecek mi, artık tamam diyebilecek miyim? (s. 105)

Mehmet’i tanırken yakın arkadaşı Kasım sayesinde saray ve saray çevresinde yaşananlardan haberdar ediliriz.
Şiir yazmaya olan merakı ile Mehmet, tam bir Yunus hayranıdır. Yollarda oradan oraya gezerken Yunus Divanı’nı yanından ayırmaz. Onun hayali ile yaşar.
…En yakın arkadaşı, Yunus Divanı idi. Gönlüne neş’e rüzgârları dolduğu zamanlarda da onu okuyordu. Kendisi de sonradan bazılarını yırtıp atacağı birçok şiir yazdı (s. 113)
Bunların bir kısmı da Melekşan’a yazılmış olanlardır. Bu kızın evlendiği haberini alınca ona yazdıkları kül olur.
Mehmet girdiği halvetlerden çıkınca öfkesi biraz olsun diner, nefsini bazı kötü huylardan temizler. Herkesle ve her şeyle barışık hale gelir.
Mehmet’i yollara vuran duygu şeyhini arama arzusu ile maddî ilimde en üst seviyeye ulaşma isteğidir. Mehmet, bunu şöyle açıklar:
-Bilirsin tek kanatla uçulmaz!... Bence maddî ilimle manevî ilim birbirini tamamlıyor. İki elimiz iki kolumuz nasıl birbirini tamamlarsa, iki ilmi de bilmek öyle dengede tutar insanı. Bir tek ilmi bilmek de daha faydalı olur… (s. 127)
Şeyhini bulmasında ona en çok rüyaları yardımcı olur. Bir gece Abdülkadir Geylani Hazretleri’ni rüyâsında görünce ondan işaret alarak Anadolu’ya doğru yol alır.
Yaşamında en çok Allah’a karşı gelmekten, öfkesine ve nefsine yenik düşmekten çekinen Mısrî, halvetten çıktığında bu duyguları biraz körelmiş olur. Yine böyle bir zamanda şeyhiyle karşılaşması ve ona bağlanması gerçekleşir.
Bursa’da gördüğü rüya, Uşak’ta gerçeğe dönüşünce bu duruma şaşıran Mısrî, şeyhi Sinan Ümmî’nin yanında manevi eğitimini tamamlayıp şeyhlik mertebesi yolunda ilerler. Uzun bir eğitimin ardından vaazlara katılıp halkı eğiten Mısrî, öfkesi ve devlet hakkında atıp tuttuğu sözleri yüzünden Rodos ve Limni adasına sürgüne gönderilir.
İkinci kez gönderildiği Limni’den geri dönmek istemeyen Mısri’nin yaşamında üçüncü ve son devre başlamış olur. Oradaki halkı da yola getirip herkesin gönül sevgisini kazanan Mısrî, öleceğini anladığında o toprakları işaret eder. Ve sevdiklerine vasiyetini dile getirerek Limni’ye gider.
— Sizler de Allah’a emanet olun, hepinizi O Sevgilim’e ısmarlar ve vasiyetimi yapmak dilerim; orada ölecek olursam ayaklarımda bu bukağılar ile gömülmek istiyorum. Bu vasiyetim için hepinizi şahit tutuyorum… (s. 326) diyerek Limni’ye çekilen Mısrî, 16 Mart Çarşamba 1694’te vefât eder.

— Diğer şahıslar
Romanda Mısrî’nin yakın arkadaşı Kasım, onun hayatını ve düşünce yapısını açıklamakta başvurulacak ilk şahıstır.
Kasım, sarayda hekimbaşı olarak çalışan Mehmet Zihni Efendi ile eşi Mihriban Hanım’ın ilk çocuğudur.
Kasım ile Mehmet aynı gün dünyaya gelirler. Sarışın ve mavi gözlü olarak tasvir edilen Kasım, Mehmet ile beraber henüz dört yaşlarını doldurmak üzerelerken Kur’an okumaya başlarlar. Mehmet, okumaya büyük ilgi gösterirken, …Kasım harflerin şekilleriyle adetâ oynuyor, onları türlü böceklere, bazen de insanlara benzetip vücudunu eğip büküp harfleri taklit etmeye çalışıyordu. Sonra babasının kalemi ile o
harfleri kâğıt üzerinde çiziktirmeye başladı ve harfler Kasım’ın elinde, Elif Ba’dakinden apayrı şekillere büründüler, babası onu düzelttikçe huysuzlanıyor, kendi yazdıklarının daha güzel olduğunu söylüyordu… (s. 16) Kasım’ın bu halleri onun ileride büyük bir hattat olacağını daha romanın ilk sayfalarında hissettirir. Kasım, ne istediğini bilen uslu bir çocuktur. Saatlerce yazı yazmakla meşgul olur. Mehmet ise, onun aksine çok yaramazdır. Bu iki çocuğun zevkleri ve dünyaları birbirinden tamamen farklı olmasına rağmen, yazar onları birbirine yaklaştırır, ancak tezat özellikleri bir bütünde birleştirme amacını gütmez. Her birini ayrı bir kişilik olarak çizer.
Mehmet ve Kasım’ın dostluğu; güreşmeyi çok iyi öğrenen Mehmet’in, çocuklar tarafından sıkıştırılan Kasım’ı kurtarmasıyla başlar. Çocukların arasında başlayan bu dostluk, aynı samimiyetle aileler arasında da yaşanmaya başlanır ve ailece görüşmeler
devam eder. Kasım Mehmet’e:
— Sen beni kurtardın, güreşe başlamamı sağladın, hep yardım ediyorsun, senden çok şey öğreniyorum, onun için karar verdim, ben sana “Ağam” diyeceğim dedi.
Mehmet bu karardan çok memnun oldu, bir epey büyük ağabey gibi ağır başlı, “Ben de sana “adamım” derim, “kıymetlim” derim, başka hiç kimseye de böyle söylemem, bir tek sana söylerim” dedi… (s. 41)
İki çocuğun dostluğuna asla kıskançlık karışmaz, hayatlarını yardımlaşarak geçirirler. Kasım, Mehmet’e güzel yazı yazmayı; Mehmet de Kasım’a güreşmeyi öğretir. İleride bir hattat olup saraya kâtip olarak girmek isteyen Kasım, babasının ölümünden sonra İstanbul’da amcasının vasıtasıyla Enderun’da derslere devam edip saraya girmeyi başarır. Bundan sonra birbirine uzak kalan Mehmet ve Kasım,
mektuplaşarak dostluklarını devam ettirirler. Okuyucu Kasım vasıtasıyla romanın arka fonunu oluşturan Osmanlının iç işlerinden haberdar olmaya başlar. Kasım, Mehmet’e yazdığı mektuplarda her türlü siyasî, sosyal meseleden haberler verir.
Kasım’ın yazdığı mektuplarla yakından ilgili diğer bir şahıs da Koca Halil Derviş’tir. Mehmet’in babası, Şeyh Ali Efendi’nin pek sevdiği müritlerinden Trakyalı eski pehlivan Koca Halil Derviş, Mehmet’in hocasıdır. … Pek iri yarı olduğu için, hemen herkes ona “koca” sıfatını uygun görmüş, zamanla ismi unutularak “Koca Derviş” olarak anılmaya, çağrılmaya başlanmıştı... Koca Derviş’in dervişlikten gayri;
bir büyük merakı vardı ki ne derviş arkadaşları ile ne de şeyhiyle paylaşabiliyordu; bu merak siyasetti; memlekette, sarayda neler olup bitiyor hep öğrenmek, bilmek ve konuşmak isterdi. Bu sebeple İstanbul’dan, Edirne’den sık sık mektuplaştığı arkadaşları
vardı. (s. 15)

Mehmet’in ileride bir hakikat âlimi (s. 16) olacağına inanan Koca Derviş, her zaman ona destek çıkar. Mehmet’e İslâmiyet’in ahlâki değerlerinden sıkça bahsedip, Yunus’tan şiirler okuyan Koca Derviş, Mehmet’in ileride büyük bir Nakşibendî Şeyhi olacağını tasavvur ederken, Mehmet’in Halvetiliğe yönelmesi onu şaşırtır, ancak her zaman Mehmet’in yanında olup onun iyiliğini düşünür. Mehmet, şeyhini bulma arzusuyla yollara düştüğünde mektuplaşmaya devam ederler. Koca Derviş, ilerleyen yaşlarda bir yuva kurar ve uzaktan da olsa Mehmet’i takip etmeyi bırakmaz. Koca Derviş’in ölümü Mehmet’in hayatında derin boşluklar yaratır.
Roman boyunca olayların akışına bağlı olarak Mehmet ve Kasım’ın kardeşlerinden de söz edilir. Mehmet’in kardeşi Ahmet, Mehmet’e tezat özelliklerle çizilir.
Koca Halil’in gizli derdiydi; bu çok zeki, akıllı çocuğun bir kere bile zikir meclisinde bulunmayı istememesi, oysa kardeşi Ahmet, o donukluğuna rağmen, babasının elinden tutar gelir, orada büyükleri taklit edip saatlerce otururdu… (s. 26)
Mısrî, Ahmet’i bir türlü benimseyemez. Ahmet’in babasıyla olan yakınlığı, Mehmet’i bu ilişkide hep geri plana iter. Onun baba sevgisini Koca Derviş’te, kardeş sıcaklığını da Kasım’da hissettiğini anlayabilmekteyiz. Kardeşi Ahmet’le belki de ilk kez babalarını kaybettikleri gün sıkıca sarılırlar.
Kasım’ın kız kardeşi Melekşan ise, romanda Mehmet’in ona duyduğu aşk ile ön plana çıkar. Ağabeyi gibi sarışın ve mavi gözlü, bir taş bebek gibi güzel olan bu kız (s. 14) Mehmet’in gönlüne düşer. Mehmet için o kız bir bahar çiçeği idi ve onun için asla erişemeyeceği bir hayaldi. Nasıl meyve bahçesindeki çiçeklere dokunamıyor, onları koparamıyor sadece sakınıp esirgeme duygusu büyüyorsa içinde, bu kıza da aynı şeyleri hissediyordu… (s. 53)
Mehmet, yakın arkadaşının kardeşi olduğu için bu duygusunu kimseyle paylaşamaz. Kasım’dan gelen mektuplarda kızın pek çok talibi olduğunu, ancak hepsini geri çevirdiğini öğrendiğinde içi huzurla dolar. Ancak Melekşan günün birinde birisiyle evlenir. Aradığı mutluluğu bulamayarak kısa bir süre sonra eşinden ayrılan Melekşan, artık Mehmet için sadece bir dost olarak hatırda kalır. İstanbul’a gittiğinde Melekşan’la sık sık bir araya gelip sohbet ederler. Melekşan zamanla bütün nefis mertebelerini aşıp manevî yolda hızla ilerler. Mehmet onu kendisine halife yapmak niyetini güderken, Melekşan bu sorumluluğu alamayacağını dile getirir.
Mehmet, manevî yolda adım adım ilerlerken ders gördüğü ve bağlandığı şeyhlerin de hayatındaki öneminden bahsetmek gereklidir.

Kasım’ın İstanbul’a gidişiyle birlikte, Malatya’da tek başına kalan Mehmet, Halvetî şeyhi olmaya karar vererek Şeyh Hüseyin Halvetî’nin elini öpüp onun yoluna gider. Halvetî dergâhında iki yıl huzurlu yaşar, ancak bir süre sonra gönlünü büyük bir Allah korkusu sarar ve yollara düşer.
Daha çok ilim tahsil etmek amacıyla gittiği Diyarbakır’da Feyzullah Efendi ile tanışır. Feyzullah Efendi onu türlü zorluklardan geçirip imtihan eder. İçindeki şeyhini bulma arzusu ile yollara düşüp Mardin’de Abdürrezak Efendi’den Hâdis, Kelâm ve Arapça dersleri görür.
Mehmet’in içindeki bir ses ona mutlaka bir şeyh eli öpeceğini söyler ki; zaman kaybetmeden yollara düşer. İstanbul’da ünü Kahire’ye kadar gelmiş olan Halvetî tekkesinin mürşidi Hasan Efendi ile tanışır. Bu zât; bembeyaz saçlı, göğsüne kadar uzanmış bembeyaz sakallı, pek yumuşak ve sıcak bakan elâ gözlü, çok hoş bir zât idi, bir pir-i faniydi. (s. 151)

Yolu Bursa’ya düşen Mehmet, burada Sebbağ Ali Dede isimli ufak tefek sevimli bir ihtiyar Mevlevî’nin (s. 155) tekkesine yerleşir. İleride yapacağı evlilik Ali Dede'nin vasiyeti üzerine gerçekleşir.
Uşak’ta Halvetî şeyhi Mehmet Efendi ile tanışır. Mehmet Efendi kumral, mavi gözlü pek sevimli bir zattı, Mısrî'ye, Kasım'ı hatırlattı...(s.163)
Uşak’ta Şeyh Ümmî Sinan ile karşılaştıktan sonra, mürşidine kavuştuğuna, maddî yolların son bulduğuna inanır. Şeyh Ümmi Sinan uzun boylu, ince, esmerce bir zattı; başında Halvetîler'in beyaz risaleli siyah tacı, kırmızılı beyaz tacı üzerinde siyah bir kaftan vardı... (s. 166)
Mehmet, mürşidinin yanında hem maddî hem manevî eğitim görür, onun sözünden dışarı çıkmaz, her türlü zorluğa boyun eğer. Ümmî Sinan’ın verdiği halvet cezalarına karşı çıkmaz, onun yanında olgunluğa erişir. Şeyh bir rüzgârsa, mürit, önünde uçuşan bir sonbahar yaprağıdır (s. 207) diye düşünerek şeyhinin yanından ayrılmaz.

Romanda tasavvuf felsefesiyle birlikte Osmanlı'nın XVII. yüzyılda içinde bulunduğu durum anlatılırken tarihî şahsiyetlere yer verilir.
Romandaki tarihî kurgu 1618'de II. Osman'ın tahta çıkmasıyla başlar. Ancak Sultan I. Ahmet öldüğünde eşi Kösem Sultan'ın entrikaları ile yerine I. Ahmet'in oğlu Mustafa geçer. Kısa bir süre sonra Mustafa'nın deli olduğu öğrenilince II. Osman başa gelir. Ancak bu Sultan katledilince başa tekrar Deli Mustafa geçer. Çok geçmeden onun yerine geçen IV. Murat’tan da söz edilir. Bunun yanı sıra aynı dönemde Sadrazam Hüsrev Paşa'dan, Erzurum Valisi Abaza Paşa'dan, sadrazam Hafız Paşa'dan söz edilir.
Bu yüzyılda Osmanlı'nın çöküşünü hızlandıran iç nedenler romanda işlenir. 1648'lerde başa gelen IV. Mehmet'in altı-yedi yaşlarında bir çocuk olması ile aile büyükleri yönetime karışır, devlet düzeni çöker. Bu aşamada Osmanlılar tarihinde Köprülüler devri başlar ve romanda Köprülü Mehmet Paşa'dan söz edilir. Mehmet Paşa, Osmanlı tarihinde sadrazam olmak için bazı şartlar öne koşan ilk kişidir. Bunlardan başka bazı kale komutanları, Mısrî'yi sürgüne götürmekle görevlendirilen Azbî Çavuş, Kırım Hanı Selim Giray Han, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa ve III. Süleyman romanda tarihî şahsiyetler olarak yer alırlar.
Romanda kadın kahramanlar ayrıntılı olarak işlenmez. İsimleri geçen kahramanlar arasında Melekşan ve Mısrî'nin Ali Dede'nin vasiyeti üzerine evlendiği Gülsüm, Kasım ve Mısrî'nin anneleri kurmaca kahraman olarak yer alırken, tarihteki entrikalarıyla bilinen Kösem Sultan ve Tarhan Sultan gerçek şahsiyet olarak bulunurlar.

c) Mekân

Tarihî-biyografik bir roman olan Bukağı’da, romanın tarihîliği, zaman ve mekân üzerinde kendini hissettirir. Romanın başkahramanı Niyâzi Mısrî’nin yaşamı ile Osmanlı tarihi arasında kurulan paralellik romanda tarihî mekânların da yer almasını sağlar.
Romanda vak’a Malatya şehrinin merkezine bağlı, mesire yeri sayılabilecek güzellikte olan Aspozi mahallesinde, romanın başkahramanı Mehmet’in dünyaya gelişiyle başlar. (s.14) Aynı gün Mehmet’in hayatında önemli bir yere sahip olan arkadaşı Kasım da İstanbul’da dünyaya gelir.
Romanda olaylar Malatya’da başlarken Mehmet’in çocukluğu oralarda geçer.
Arkadaşı Kasım’la gidebilecekleri daha yüksek bir okul olmadığından öğrenimlerine bir süre ara verirler. Kasım’ın Enderun’a yerleşmesiyle birlikte Malatya’da yalnız kalan Mehmet, bu mekâna sığamaz, daha fazla ilim öğrenmek ister:
- Ama olmuyor, yetmiyor.. ya da ben anlamıyorum her bir şeyi, konuştukları bazen masal gibi geliyor bana, öyle dinliyorum. Hem ben ilim de öğrenmek istiyorum…
(…)
—…her çocuk, yani hemen her çocuk bitiriyor Sıbyan okulunu… (s. 45)
Malatya, tabiatın içinde donup kalmış bir mekân olarak Mehmet’i içine alamaz. İşte burada Mehmet’in arayışı başlar.
Öğrenme ve öğretme isteğiyle dolup taşan Mehmet, Halvetî dergâhlarına koşar.(s. 46)
Mehmet, büyüdükçe içindeki arayışı artar ve bu arayış bir boşluğa dönüşür, ta ki öz şeyhini buluncaya kadar!
Aradığı mürşidi rüyasında ilk kez Bursa’da görür. Bu nedenle, Bursa, onun yeni bir arayışa yönelmesine vesile olur.
Uşak, artık maddî yolların, mürşit arama arzusunun ve araştırmasının bittiği noktayı teşkil eder. Orada Elmalılı Sinan Ümmî’yi gördüğü an işte, o! der. (s. 166)
Hayatının son dönemi ise, Limni Adası’nda sürgünlerle geçer. Orada edebî istirahatına çekilir.
Mehmet, şeyhini buluncaya dek bir yaprak misali oradan oraya savrulur. O bu durumdan hoşnuttur:
Bazen de Mehmet: “Gözümün önüne yollar geliyor adamım, diyordu, kimsesiz tozlu yollar, sarışın yollar… İşte kaçıp o yıllara düşmek istiyorum. Koca memleketin kim bilir kaç bucağında, kaç tane bilgin, kaç tane şeyh vardır. İnanır mısın hepsiyle tanışmak, görüşmek istiyorum. Bana öyle geliyor ki, hepsinden alacağım var… (s. 46)
Mehmet, şehir şehir dolaşırken; maddî yollarda ne kadar gezerse, manevî yolda da o kadar ilerleyeceğini düşünür, ikisi arasında bir ilişkili kurmak hoşuna bile gider. (s. 124) Yeni bir yola çıkmak, yeni bir umuttur, elbet bir gün bu yollar onu manevî yoluna ulaştırır.
Mehmet, Malatya’da istediği seviyede ilim tahsil edemeyeceğini anladığında bir yerlere gitme fikrine kapılır.
Malatya’da Arapça öğretecek bir âlim yoktu. Mehmet’in kafasını bir süre, bir yerlere örneğin Diyarbakır’a falan gidip, ilim tahsil etmek, din ilminin dili Arapça olduğu için de Arapça öğrenmek meşgul etti… (s. 67)
Diyarbakır’a geldiğinde Hoca Tahir Mahallesi, Tahir Efendi sokağındaki bir evde oturan Feyzullah Efendi’den dersler alarak ilmini güçlendirir. Diyarbakır’ı gezmeyi ihmal etmez.
… Camii ile beraber Hüsreviye Medresesi’ni gördü. Gümüşçüler çarşısına geçti, gerçekten güzel tel tel işlenmiş süs eşyalar arasından, ablaları için birer bilezik beğendi… Kılıç, bıçak, hançerci dükkânlarını dolaştı… Ünlü üç katlı, kâgir Hasan Paşa Hanı’nı gördü, kendi kaldığı küçücük hanla mukayese edilemeyecek kadar büyük ve gösterişliydi… Bir kahvede tanıdığı ve ahbap olduğu birkaç genç adam Diyarbakır’ı
övdüler; burada yetişen kavunlar… dokumalarıyla övündüler… Hamamlarının da meşhur olduğunu öğrendi… (s. 83)
Diyarbakır’dan Mardin’e geçer. Yolda konakladıkları kervansaraylar da ayrıntılı işlenir.
… Kervansaray vakıf malıydı, bu yüzden üç günlük yatak, yiyecek ve hayvanların bakımı bedava idi. Bu büyük bir kervansaraydı. İçinde yatakhaneler, yemekhaneler, aşhaneler, mescitler, hamamlar, hastane ve eczanesi vardı. Ayrıca ayakkabı tamir edecek yahut yeniden yapabilecek ayakkabıcıları, hayvanlar için nalbantlar bulunuyordu. (s. 89)

Romanın ilerleyen kısımlarında mekân, her adımda kahramanın değişimine olanak sağlar. Aslında değişen mekânın kendisi değil, ruhudur.
Mehmet’in şeyhini bulma arzusu ile kendi yollara vurması mekânın sürekli değişimini zorunlu kılar. Dikkatli çeken nokta ise; gezilen görülen mekânları bir fotoğraf titizliğiyle okuyucuya da gösterme çabasıdır. Gidilen yerler tarihî, siyasî, ekonomik ve kültürel yönden ayrıntılı olarak tanıtılmaya çalışılır.
Mardin, Diyarbakır’a bağlı bir sancaktı, vaktiyle Yavuz Sultan Selim Han Safeviler’den almıştı. Halkın yarısı Müslüman’dı. Yörükler, Kürtler ve Araplar vardı; Müslümanlar’dan geriye kalanlar; Yakubî, Süryanî, Nesturî, Keldanî idiler… Mehmet Ulu Camii ziyaret etti, namazlarını orada kıldı ve Ulu Camii’nin meşhur hamamında yıkandı… (s. 92)
Mehmet, Mardin’de kendini bilmez gençlerin peşine takılıp bilmeden şarap içer, tüm parasını çaldırır ve bu olaydan büyük bir ders alır. Ayrıca Mardin’de söylediği şiirler esnasında gönlünden gelen bir sesle Niyâzî mahlasını alır.

Yirmi üç yaşlarındayken gönlündeki manevî yol özlemi onu tekrar yollara düşürür, Kahire’ye varmayı ümit eder.
Yolculuk esnasında iç mücadeleleri ile baş başa kalır, nefsiyle mücadele eder.
Bu hâl onun hoşuna gider. İç mücadeleleri ile Mehmet, nihayet İskenderiye’ye gidecek bir gemiye biner, deniz yolculuğu başlar.

Burada mekân olarak deniz dikkatimizi çekmektedir. Çünkü Işınsu’nun romanlarında deniz unsurunu yakalamak güçtür. İçinde deniz sevgisinin olmadığını, dalga sesinin başında uğultular meydana getirdiğini, sadece denize bakmakla yetindiğini dile getiren Işınsu67 bu romanda denizi şöyle yorumlar:
… Vahdet-i Vücutçular, her zerrede Allah’ın belirişini görüyorlar. Öyledir her halde fakat bu tecelli mutlak en fazla denizdedir diye düşünüyordu Mehmet… (s. 113)
Antalya ise, mimarî yapısıyla tanıtılır:
Antalya, üç tarafı bahçelerle çevrili, bir tarafı denize bakan güzel bir şehirdi, bilhassa Selçuklu eserleriyle zengindi; Selçuklular pek çok han, cami, köprü, çeşmeler yapmışlardı. Yivli minare diye anılan; Sultan Alâaddin Keykubat tarafından kiliseden çevrilen ve kendi adını taşıyan caminin minaresi de, başlı başına bir sanat eseriydi. Osmanlılar da çok güzel camiler yapmışlardı… (s. 113)
Bazı mekânlar özellikle tanıtım amaçlı, ansiklopedik bilgilerle tanıtılmıştır.
İskenderiye, Nil deltasının batı kenarında yer alan ve Asya, Afrika ve Avrupa’yı birbirine bağlayan yolların birleştiği noktada önemli bir ticaret ve ulaşım merkezi idi…
Kahire, Nil vadisinin doğu yamacında kurulmuş olan eski bir şehir. İsmi burayı kuran Fatımi komutanı Cevher tarafından Mısır el-Kahire olarak konmuş… (s. 115)

Kahire’deki Şeyhûniye külliyesi içinde bulunan Abdülkadir Geylanî tekkesi de ziyaret edilir.
… Burada medrese ve birçok sûfi dergâhı mevcuttu. Mehmet, Abdülkadir Geylanî tekkesini buldu. Dergâh, on altı sütun üzerine kurulmuş, tavanı güzel nakışlara bezenmiş bir yerdi. Beyaz mermer döşeli avlusunun ortasında kubbeli bir büyük havuz vardı. Avlunun çevresinde ise kat kat derviş hücreleri bulunuyordu… (s. 116).
Abdülkadir Geylani tekkesini ziyaret ettikten sonra bu yüce zâtı rüyasında gören Mehmet ondan aldığı mesajla şeyhini başka yerlerde aramaya çıkar. Nereye gideceğini, ne yapacağını bilmeden kendini Bağdat’ta bulan Niyâzî, türbeleri ziyaret eder. En son Abdülkadir Geylani’yi ziyaret edince gönlüne Anadolu yolları düşer. Bursa’da Ali Dede isminde bir Mevlevî’nin evine yerleşir. Bursa’yı tanıdıkça sever. Bursa Mısrî için önemli bir mekândır. Yıllarca aradığı mürşidin karşısına ne zaman çıkacağını Bursa’da gördüğü bir rüya haber verir.
Mısrî, İstanbul ile Bursa’yı kıyaslamaya kalkar:
Gerçi İstanbul’u çok az gördüm ama velakin Bursa oradan daha sıcak ve samimi geldi. İstanbul’un sanki “Ben güzelin ta kendisiyim diye böbürlenen havası, bunda yok. Nazı yok, cilvesi yok. Çok mütevazı onca halkın kaynaştığı, büyük bir ticaret merkezi olduğu halde. Ali Dedeye göre Bursa’nın gelişme sebeplerinden biri de dokuma, özellikle ipek dokuma imiş.. Şehir birkaç asır ülkenin en büyük sanayi ve
ticaretini elinde tutmuş… (s. 155–156)
Bursa’da gördüğü o rüya onu Uşak’a sürükler. Uşak, maddî yolların bittiği yerdir. Mürşidini orada bulur. O an gönlü –işte o- dedi (s. 166)
Mısrî, Sinan Ümmî’nin tekkesinin harlı ateşinde ağır ağır pişerken (s.175)
Elmalı’da ağır bir cezaya mahkum edilir. Yüz gün süren bir halvete sokulur.
Mısrî, bundan sonra halkı eğitmek, dinî konularda vaaz vermek üzere Afyonkarahisar, Kütahya, Uşak ve Edirne çevrelerini dolaşır. Buralarda karşılaştığı Kadızâdelerin tutumları ona ters gelir. Mücadeleler devam eder. Bursa’da yuvalanmış olan Kadızâdeli zihniyetten ilk ciddi uyarısını alır. Ölümle tehdit edilince Edirne’ye yol alır. Onu Edirne’ye Sadrazam Fazıl Ahmet Paşa davet eder. Orada ilk defa yüksek bir devlet adamı ile temasa geçer. (s. 250)
Edirne de ayrıntılı tanıtılan mekânlar arasındadır.
Edirne, I. Ahmet ve IV. Mehmet başta olmak üzere, bazı padişahların orada oturmayı tercih ettikleri ve bundan dolayı, ikinci bir başkentmiş gibi gelişmiş, güzelleşmiş, zenginleşmiş tabiat bakımından çok zengin bir şehirdi. II. Osman ve IV. Mehmet’in tercih sebepleri, Balkanlarda tertip ettikleri av eğlenceleri idi… (s. 250)
Edirne Ulu Camii’nde verdiği vaazlarda devlete karşı sarf ettiği sözler yüzünden Rodos’a sürgüne gönderilen Mısrî’nin hayatının son merhalesi sürgünlerde geçer. Son durak yeri Limni adası olur. Cezası bitse de o topraklardan ayrılmayan Mısrî, ayağında bukağılarla gerçek mekânına orada kavuşur.
Sonuç itibariyle mekânın tanıtım ve bilgi vermek amacıyla tasvir edildiği, bu tasvirlerin de fotoğrafik olduğunu belirtmeliyiz.

d) Zaman
Tarihîlikle kurgusallığın iç içe olduğu romanda olaylar, Mehmet ve Kasım’ın dünyaya geldikleri 1618 yılının ilkbaharında başlar. Çocukların doğum haberinden evvel bu tarih, II. Osman’ın tahta çıkışıyla birlikte sunulur. Böylelikle 1618’lerden Mısrî’nin ölüm tarihi olan 1694’lere kadar sürecek olaylar silsilesi yaşanır.
Vak’a, Mehmet ve Kasım’ın dünyaya gelmesi ile kronolojik olarak takip edilir.
Ancak romanın ilk sayfalarında yer alan Başlarken adlı bölümde, vak’anın son halkasını oluşturan Mısrî’nin ölümünün ardından yaşanan bir olay sunulur. Aslında bu kısım okuyucunun romanı ve özellikle de Niyâzî Mısrî’yi okumadan evvelki duygularını tartmak için konmuş olabilir.
Romandaki zaman kavramı Işınsu’nun tasavvufî ağırlıklı bir diğer romanı olan Bayram’dakiyle aynı boyuttadır. Kısaca romanın başkahramanı Mehmet’in dünyaya gelişiyle onun büyüme macerası, Osmanlı devletinin tarihsel macerasıyla paralel olarak gider.
Mehmet’in yaşamıyla ilgili sunular tarihler, birçok tasavvufî kaynaktakiyle aynıdır. O halde romanda zaman, gerçek boyutuyla yer alır.
Sultan II. Osman’ın katledildiği 1622 yılında Mehmet ve Kasım dört yaşına basmışlardı. Aileleri dört ay dört gün daha bekleyip, adet olduğu üzere çocukları çöktürüp, okutmaya başladılar… (s. 15)

Ve Mehmet yedi yaşına girerken, hayatının ilk ve son falaka dayağını yedi...(s. 9)
Çocuklar okuldan mezun oldukları zaman dokuz yaşındaydılar… (s. 41)
Yıl 1628, çocuklar on yaşındaydılar.. (s. 41)
Okulda tanıştıklarından beri hiç ayrılmayan iki dost, bu tarihte ayrılmak zorunda kalırlar. Kasım ve ailesi İstanbul’a taşınır
Çocuklar on dört yaşına eriştiler… (s. 47)
Mehmet ve Kasım’la ilgilenen Koca Derviş için, onlar hâlâ küçük birer çocuktur:
—Aman Derviş ağam yakında on beş yaşında olacağız, artık bize çocuk deme.
—İsterseniz yirmi beş, otuz beş, elli beş olun, a be bilin ki; benim nazarımda hep çocuksunuz. Sizi büyütmeyeceğim, ne yapacağım karşımda koca adamları! … (s. 48)
Koca Derviş, Mehmet’in büyüdükçe daha bir güzelleştiğini yani pek yakışıklı olduğunu hatırlatır… (s. 49)
Zaman içinde kabına sığmayan Mehmet’in arayışı her geçen gün artar. Ve böylece, 1635’te Mehmet on yedi yaşındayken, Halveti olmuş… (s. 60)
Mehmet büyüdükçe, Malatya’dan ayrılma isteği belirginleşir. Soğancızade Şeyh Ali Çelebi el Nakşibendî altı ay sonra Ramazan ayının ilk perşembe günü sabah ezanı okunurken vefat ettikten sonra (s. 71) Mehmet de yollara düşer, Diyarbakır’a gider.
Murat Han’ın İstanbul’a girdiği gün (12 Haziran 1639), Mehmet Mardin’e gitmek üzere Diyarbakır’dan ayrıldı. Aşağı yukarı bir buçuk yıl Diyarbakır’da kalmıştı… (s. 89)
Mardin’e gittiğinde o sıralar yirmi iki yaşındaydı. (s. 93)
Bir yıl geçti, Mehmet yirmi üç yaşına geldi. Gönlündeki manevi yol özlemi onu tekrar yollara düşürecekti. (s. 105)
Yirmi altı yaşındayken Geylani Hazretleri’ni rüyasında gören Mehmet, Kahire’den ayrılarak yine yollara düşer. (s. 123)
Mısrî, Şeyhi Sinan Ümmi ile tanıştığında yirmi dokuz yaşındadır ve yaklaşık onunla dokuz yılı doldurmak üzereyken tekrar yollara düşer.
(s. 187)
Mısrî, kırk yaşını geçtiğinde ise; manevî dünyasında değişiklikler yaşar.
… Kırk yaşını geçmişti ve kırk yaş onun manevi hayatında bazı değişiklikler yapmış; bazı semavî sırlar ona açık edilmişti, bir çeşit sarhoşluk yaşıyordu, devamlı idi bu hal… (s. 224)
Tarih; 1670 ‘di, Mısrî elli iki yaşındaydı. Yeni tekke tamamladı ve Mısrî’nin kızı Fatma doğdu… (s. 248)
Mısrî’nin bundan sonraki yaşamı ise, mücadele ve sürgünlerle geçer.
Ve 1694’ün 16 Martı Çarşamba günü miladi tarihe göre yetmiş altı, hicri tarihe göre yetmiş sekiz yaşında, kuşluk vakti seccadesinin üzerinde, elinde tesbihi, dilinde zikri, sefer etti, Hakk’a yürüdü.. (s. 326)

Mısrî’nin zaman içindeki değişimi açıkça izlenir: Çocuk Mehmet arayışlarla kendini yollara vurup sonunda şeyhini bulan âlim-şair, mürit-Niyâzî, yaşamının son dönemi mücadele ve sürgünlerde geçen Şeyh Niyâzî Mısrî. Bu merhalelerden de anlaşılacağı üzere zaman içinde Mısrî’nin belirli bir olgunluğa erdiği görülür.


62 Hürsoy Elif, a.g.m., Türk Edebiyatı, S. 364, s.6.
63 Hürsoy Elif, a.g.m., Türk Edebiyatı, S. 364, s.5.
64 Hürsoy Elif, a.g.m., Türk Edebiyatı, S. 364, s.5.
65 Işınsu, Emine, Bukağı, İstanbul 2004, s. 12.
66 Uğurcan, Sema, a.g.e., s. 255.
67 Kökdemir, Ahmet, a.g.t., s. 390.

http://www.belgeler.com/blg/1hkm/emine- ... ine-isinsu


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Emine Işınsu -Hayatı ve Eserleri- Üzerine
MesajGönderilme zamanı: 02.10.11, 21:35 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 28.09.10, 13:01
Mesajlar: 166
2) BAYRAM ..................................................................................................47
a) Vak’a......................................................................................................47
b) Şahıs Kadrosu ........................................................................................57
c) Mekân.....................................................................................................64
d) Zaman ....................................................................................................71

Işınsu’nun şimdilik son eseri olan Bayram tarihî-biyografik bir romandır.
Tasavvufa olan ilgisini hiç kaybetmeyen Işınsu, yaşı ilerledikçe Yunus’u ve diğer mutasavvıfları yazma isteğiyle dolup taşar. Bu hususta şüphesiz ; … Anadolu Türk devlet ve medeniyetlerini kuranlar sadece gaziler değildir. Mevlana, Hacı Bektaş Veli ve Yunus Emre gibi bütün insanlığı sevgi ile kucaklayan ve birleştiren velilerin de bunda büyük rolü vardır56 düşüncesinden ilham alır.
Hacı Bayram Veli’nin yaşam öyküsü ile düşünce dünyasının anlatıldığı roman, o devir Osmanlı tarihinden sunulan bilgilerle zenginleştirilir. Bayram’ı yazmaktaki amacının; kültürel değerlerimizden yoksun olarak yetişen bugünün gençlerinin tasavvufî bilgileri anlayıp yorumlamalarını sağlayabilmek olduğunu dile getiren Işınsu, bundan hareketle sade bir dil ile yalın bir anlatımı seçer.
Eser, romanın başkahramanı Hacı Bayram Veli’nin doğumundan önce yaşanan bir menkıbenin anlatımıyla başlar, ölümünden sonra yaşanan bir menkıbenin anlatımıyla da son bulur. Bunun yanı sıra, roman numaralandırılmış dokuz ayrı bölümden oluşur. Tarihî bilgiler, bu bölümlerin içerisine özenle yerleştirilir.

a) Vak’a
Roman, başkahraman Numan’ın dünyaya geliş macerasının Bir Menkıbe başlığı altında anlatılmasıyla başlar.
1353’ün yaz günlerinin birinde Ankara’nın Solfasol köyünde Oğuz Türklerinin Bayat kolundan olan Koyunluca Ahmet, doğacak çocuğu için gün sayarken eşi Nazlı’yı birden bire karşısında görünce şaşırır. Nazlı heyecanlı bir biçimde başına gelenleri anlatmaya başlar. Açca deresine çamaşır yıkamaya gittiğinde karşısına iki yabancı adam çıkınca, elindeki sopaya sıkıca sarılıp kendini korumaya çalışırken, karnından dokunmayın ona, o bir veli anasıdır (s. 9) diye bir ses duyulduğunu anlatır. Adamlar bu sesi duyar duymaz atlarına atlayıp yok olurken Nazlı da o heyecanla eşinin yanına gelir.

Bu olayın ardından karı koca doğacak çocukları için heyecana kapılırlar. Koyunluca Ahmet eşinin başına gelen bu olaydan sonra bir veli anası olacak eşine karşı derin bir saygı duymaya başlar.

Romanda olayın akışı devam ederken, zaman zaman yazarın verdiği tarihî bilgiler dikkat çeker. 1340’ların ikinci yarısında başı Balkan devletleriyle sıkıntıda olan Bizans, Osmanlıdan yardım talebinde bulunur, başta bulunan Orhan Gazi Türk politikasına uygun bulduğundan bu isteği geri çevirmez. Bunun sonucunda Orhan Gazi’nin büyük oğlu Süleyman Paşa’nın komutasında on binlerce Türk askeri Rumeli’ye geçerek Slavlarla çarpışır, zafer kazanılır. 1352 yılının sonlarında Dimetoka Meydan Muharebesi kazanılarak Çimpe Kalesi elde edilir, bu Avrupa kıtasında kazanılan ilk toprak olur.

1353 yılının sonbaharında Koyunluca Ahmet ile Nazlı’nın ilk çocukları Numan dünyaya gelir. Numan, doğduğunda yaramaz bir çocuktur. Sürekli ağlayan, Nazlı’yı canından bezdiren Numan’ın bu halini gören kadınlar, onu köyün Ahî ereni İzzettin Hoca’ya okutmasını tavsiye ederler. Koyunluca Ahmet böyle şeylere inanmazken çocuğun kırkı dolunca düzeleceğini umut eder.
Numan’ın kırkıncı gününü doldurduğu gün öğle namazından sora kapıyı açan Koyunluca Ahmet, karşısında Meczup Ali, köyün Ahî ereni İzzettin Baba ve diğer hocaları görünce şaşırır. Hayır duasına geldiklerini söyleyen misafirler, Numan için dualar okurlar. Bu esnada ses çıkarmayan Numan bebek için Koyunluca Ahmet şöyle düşünmektedir:
…aklından sesin söylediği, “O bir velî anası” sözü geçiyordu. Eh şu kadar hocanın bebeğin ayağına gelip hayırlamalarında, dualar okumalarında da vardı bir hikmet, Nazlı hamileyken kaç kere; “Olur olmaz zamanlarda içimden Allah, demek geliyor, sanki ben söylemiyorum da, bebe söyletiyor gibi,” dememiş miydi? Veli olacak bu çocuk, ötesini bilmem!... (s. 14)

Hocaların okumasından sonra Numan sakinleşir, sanki yerine bir başka bebek gelir. Günler böyle geçerken, Numan’ın üç yaşında bülbül gibi konuşmaya başlaması herkesin dikkatini çeker. İzzettin Baba da Numan’ın zekâsının farkındadır; kendi yaşıtlarından çok olgun davranan bu çocuğa namaz surelerinin öğretilmesini ister.
Çocuk dört yaşlarına geldiğinde ille de Meczup Ali’nin arkasına takılarak tüm köylüyü namaza davet etmek için heveslenir. Anne ve babasının tepkilerine rağmen sonunda dediğini yaptırır.
Küçük Numan büyümeye devam ederken, bir taraftan da Osmanlı devleti büyümeye devam eder. Orhan Gazi, Rumeli’yi fethetmek için hâkimiyeti altındaki Türk nüfusunu çoğaltmak isterken 1354’te Süleyman Paşa, Ankara, Bolu ve çevresini ele geçirir. Karasioğulları’nı da ele geçiren Osmanlı, küçük bir donanmaya sahip olur.
Zamanla geliştirilen bu donanma sayesinde Gelibolu Kalesi ele geçirilir. 1357’de talihsiz bir kaza sonucu hayatını kaybeden Süleyman Paşa sayesinde Osmanlı devleti pek çok yer sahibi olur.
Numan, beş yaşına doğru İzzettin Hoca’dan derslere başlar. Bu arada bir erkek kardeşi dünyaya gelir. Elifba’dan okumaya başlayan çocuğun tek arkadaşı komşuları Recep’tir. Oyunlarına katılmayan, onları uzaktan izlemeyi tercih eden Numan, Recep’in de ilgisini çeker. Numan, yedi yaşına geldiğinde bir hafız olur, Arapçayı öğrenir.
İzzettin Baba onunla yakından ilgilenir. Çünkü daha çocuk doğmadan önce onun için istiareye yattığında gördüğü rüyayı anımsar:
… alışılandan daha iri yarı, çok uzun boylu, yakışıklı, yeşil sarıklı, beyaz hırkalı bir kumral adam, ufak tefek İzzettin Baba’yı tuttuğu gibi kollarının altından, bir ak ata bindiriyor, “Hocam” diye soruyordu, rahat mısın şimdi?
Ahî şeyhi, rüyayı hayra yordu; çocuk mutlaka veliydi de, ayrıca bir mühim nokta vardı, İzzettin Baba’nın dünyaya geliş sebebi bu çocuğu yetiştirmekti, görevini hayırla tamamlarsa, İzzettin Baba, Allah’ın nazarında makbul bir kul olacaktı… (s. 32)
Numan, Arapçanın yanı sıra Farsça da öğrenip hocasının kitaplarını da okumayı ve bir âlim olmayı düşlerken, Koyunluca Ahmet, onun kendisine tarla işlerinde yardımcı olmasını bekler.
O sıralarda Ankara’da Osmanlı’nın hükmünün kalmadığı, Ahîlerin başa geçtikleri söylentileri duyulmaya başlar. Numan, bu konuda babasına sorular yöneltir ve Koyunluca Ahmet de şeyhlerin devlet idaresine karışmamaları gerektiğini dile getirir.
Ankara, bu haberlerle dolup taşarken 1362’de Orhan Gazi’nin ölümünden sonra yerine geçen oğlu Murat, ilk iş olarak Ankara civarını geri alır. Rumeli’ye geçerek Edirne’yi de fetheder. Papanın teşvikiyle Avrupa devletleri Türklere karşı I. Haçlı seferini düzenler. 1364’te Sırpsındığı denilen yerde karşılaşırlar.

Numan, on bir yaşına geldiğinde ilim ve bilgisi daha da artar. Artık İzzettin Baba onu Ankara’ya Hallaç Mahmut Efendi diye bilinen bir âlimin yanına gönderme kararı alır. Babası her zamanki gibi bu fikirden rahatsız olur. Ancak yine de karşı çıkmaz. Numan, atına atlayıp Hallaç Mahmut’u görmeye gider. Hallaç Mahmut da bu çocuktaki cevheri onu sınav ettikten sonra görür ve ondan memnun kalır. Numan,
medrese öğrencisi olma yolunda ilerler. Meczup Ali de onun medreseye girmesine karşı çıkar. Çünkü onun bir âlim değil, bir gönül adamı olacağına inanmaktadır. Numan ise, müderris olmayı kafasına koyar. Bu hususta İzzettin Baba da zahir ilim olmadan, gönül ilmi, manevî ilim tam olmaz (s. 62) sözleriyle onu destekler. On beş yaşına geldiğinde sıkı bir imtihandan geçirilen Numan, Ankara’da Kara Medrese’ye kabul edilir. Bu olay herkes için heyecan yaratır.
Numan, medreseyi tıpkı anlatıldığı gibi bulur, kendisi, eski öğrenci Danişment Bekir’in işlerine yardım etsin diye onun odasına yerleştirilir. Bu medrese adetlerinden biridir çünkü. Yeni gelen genç, kendisinden büyük bir zatın gözetimine verilir.
Medresede günlerin nasıl geçtiğini anlamaz, yakınlarına sık sık mektup yazar.
Numan’ın zekâsını ve olgunluğunu Bekir ağabeyi de anlamakta geç kalmaz.
Medresedeki ikinci yılında daha da bilinçlenen Numan, ilerlemeye devam eder.
Bekir, her hafta onu sınava çeker. Yine bir gün sınav yaparken Bekir, Numan’a içini dökmeye başlar. Sevdiği kıza bir türlü kavuşamayan Bekir, çaresizliğini dile getirir.
O yıl üç aylar geldiğinde Numan köyüne tatile gelir. Onu köyüne sürükleyen içindeki garip bir histir. Evine doğru heyecanla yürürken, çeşmenin yanında su dolduran ela gözlü bir kız dikkatini çeker, olduğu yerde kalır, kızın güzelliği aklını başından almıştır. Bu şaşkınlıkla evine gelen Numan, sanki bildiği her şeyi unutur. Annesi, kardeşleri Murat ve Sâfi büyük bir heyecan içinde ağabeylerini karşılarlar. Numan, çeşme başında gördüğü kızın kim olduğunu annesinden öğrenir. Rahime Nine’nin torunu Gülçiçek’i ağabeyi Bekir için düşündüğünü söyler. Ancak annesinden duydukları hoşuna gitmez. Çünkü Nazlı, Rahime Nine’nin torununu her önüne gelene
vermeyeceğini söylediğinde Numan bir ara duraklayarak düşünür. Onun acınacak halini gören annesinin yüreği el vermeyince Numan’a gerçeği söylemesini, kızı kendisi için düşündüğünü itiraf ettirir. Numan’ın içi kan ağlayarak annesini doğrular.

Köyde geçirdiği üç ayı nasıl tamamladığını anlamayan Numan, tatilde kitap bile okuyamaz, aklı Gülçiçek’e takılır. Aşk acısını arkadaşı Recep’le paylaşır. Bu sevda Recep’in kardeşi Zehra aracılığıyla Gülçiçek’e anlatılır, ancak kız Numan da kimmiş (s. 96) diyerek Numan’ı hafife alır. Meczup Ali cezbeden çıkar çıkmaz Numan, ona her şeyi anlatır, Meczup Ali, gönlü sevgiye açılan Numan’a mürşidini bulması için yollara düşmesini söyler. Numan, bu kez onu dinlemeyerek medreseye geri döner. Karşısında Bekir ağabeyini perişan bir halde bulunca içi sızlar. Bekir, sevdiği kızın başkasına vardığını hıçkırıklar içinde ona anlatır. Numan, ağabeyinin başına gelen bu olayı kendisi
yaşamamak için elini çabuk tutarak Gülçiçek’i kaçırma niyetiyle kıza haber gönderir.
Ancak kız, kaçmayı reddeder ve bir daha Numan’ın karşısına çıkmamasını ister. Numan da bu öfkeyle Bolu’nun Söğütler köyünde bulunan Bekir’in yanına gider. Söğütler eski Hıristiyan Rum köyü, şimdi Müslüman Osmanlı, yani köylüler taze Müslüman’dırlar.
(s. 114)
Bekir, Numan’ı sevinçle karşılar, beraber pek çok yer gezerler, gittikleri köylerde vaazlar verirler. Zaman zaman Karaman Beyliği’ne ait köylere denk geldiklerinde Osmanlı-Karamanoğlu çekişmesini yatıştırmak için nasihatlerde bulunarak onları düşünmeye sevk ederler.
Hepimiz Oğuz boylarından Türkleriz, diyorlardı, kardeş kardeşe mi tutuşacağız, bu ayıptır ve günahtır. Evet, Osmanlı aldı başını gidiyor, neredeyse Rumeli’nin tamamını aldı, bütün oralara Türk Müslüman kişileri, yani hemşehrilerimizi yerleştirdiler. Türk’ün, İslam’ın adını sanını Avrupa’da duyurdular… gibi sözlerle Karamanlı köylüleri yumuşattılar. (s. 118)
Tatil boyunca eve uğramayan Bekir ve Numan içlerindeki aşkı acısını hafifletmeye çalışırlarken bir gün Bekir’in ailesi onu görmeye gelir. Onu sevdiği kızdan koparıp yanına alıp yetiştirdiği Zehra ile evlendirmek isteyen annesi pişmanlığını dile getirir. Artık Bekir de kararını çoktan vermiş olmalıdır ki, Zehra ile evlenmeye yanaşır.
Zaten sevdiği kız bir başkasına varınca, onu düşünemez olur. Köyüne dönen Numan da Gülçiçek’in kendisinden yaşça oldukça büyük, ancak zengin biriyle nişan takacağı haberini duyunca derin bir hüzne kapılır. Meczup Ali’nin yanında cezbeye giren Numan, eve geri dönmez. Meczup Ali ile birlikte o kışı Koyunluca Ahmet’in odunluğunda geçirirler, yemeden içmeden kesilen Numan’ın bu halini gören Bekir, onunla konuşmaya çalışır. Israrla kendisiyle konuşmayan Numan’a yaşadıklarını anlatır, onu yalnız bırakmayarak medrese tatillerinde ziyaret eder. Numan’ın dili yavaş yavaş açılmaya başlar. Baharın kendini hissettirmesiyle birlikte üç arkadaş çınaraltına çıkarlar.

Numan’ın bu halinden Meczup Ali’yi sorumlu tutan köylüler, ona olur olmaz laflar edince sinirlenen Meczup Ali hu çekerek cezbeye girer. Koyunluca Ahmet ile Safiyüddün tarladan dönüşlerinde Meczup Ali’yi kendinden geçmiş bir vaziyette bulurlar. Soğuktan ateşlenen Meczup Ali’yi odunluğa götürüp yatırırlar. Bir türlü ateşini düşüremezler. Bekir, Numan’ı kötü sona hazırlamak ister. Üçüncü günü gözlerini bir ara
açan Meczup, son bir kez ya huu! (s. 149) çekip gözlerini kapar. Numan gözyaşlarına boğulur. Numan, Meczup Ali’nin ölümünün ardından kendini sorgulamaya başlar:
Gülçiçek’in kaybı aklını başını uçurmuş; Ali Amcası’nın kaybı ise ona aklını kazandırmış, ayrıca suskunluğu ve kendi evine, ailesine yabancılığı da geçmişti. Ancak gönül yangını devam ediyordu. Bu haline mantıklı bir çözüm bulamıyordu, belki iki şoktu; biri bağlamış, öbürü çözmüştü ve aşk devam ediyordu… (s. 150)

Meczup Ali ve Bekir olmadan günleri tatsız tuzsuz geçen Numan’ın tek yaptığı iş, Ali Amcası’nın mezarına gidip yasin okumak ve onunla konuşmaktır. Bir ara Kavaklı köyüne gidip Gülçiçek’i görmek niyetindeyken Bekir, onu bu düşüncesinden kurtarır. Numan hâlâ içinde derin bir sızı yaşarken bir ara Ali Amcası gibi meczup olmaya özenir. (s. 158) Bekir’in sözlerini anımsar ve ailesinin kendisi için seçeceği uygun bir kızla evlenmeyi aklına koyar.
Bu sıralarda Haçlı seferlerine direnen Osmanlı’da fetihler devam ederken 1383’te Rumeli Beylerbeyi Timurtaş Paşa, Arnavutluk’u ve Karadağ’ı ele geçirmeye çalışır. Bütün bu bölgeler Türkler ile doldurulur. Rumeli’nin fethi ve Türkleşmesi için mücadele devam eder.
Numan, eski haline dönmek için günlük işlerle meşgul olurken Bekir’in ziyaretleriyle de kendine gelir. Bir gün Bekir, annesinin ve babasının ona uygun gördüğü Meryem adlı kızdan bahseder. Numan tanımadığı bu kızı daha önce hiç düşünmez bile. Ancak onunla görüşmeyi kabul eder. Meryem, çocukluk günlerinde at binerlerken peşlerinde dolaşan o sıska, kara kız idi. (s. 168) Uzak hatıraların ışığında Numan’ın kalbi kıza birden ısınıverir. Sonra her şey pek çabuk olur ve evlenirler.
Meryem’in dinine meraklı, okumayı seven bir eş olması Numan’ın hoşuna gider.
Zamanla bir de çocuk sahip olurlar, ama bebekleri sadece bir ay yaşar, derin bir hüznün ardından Numan kendisini tekrar okumaya verir. Bekir ağabeyine daha yakın olmak amacıyla Meryem ve Numan evlerini Ankara’ya taşırlar, Numan medreseye döner, derslere düzenli bir şekilde devam eder. Medresede Abdülkadir Hoca’nın derslerini takip eden Numan, medresede yapılan imtihanlara iyi hazırlanır. Ancak ilk yıl imtihanları geçemez. Bir yıl sonra daha iyi hazırlanır ve müderris olur. Bu arada Meryem’den de Ahmet, Ethem, Mehmet ve İbrahim adlarında dört çocuğu olur. Gün geçtikçe Numan’ın içindeki boşluk, sıkıntı artmaktadır. Herkes onun hasta olduğundan şüphe edip doktora görünmesini isterken, o bu halini Gülçiçek’in özlemine yorar:
— İçimdeki aşk hiç tükenmedi ki, hatta giderek hasretim devam ediyor, hani şimdi kız gelse, dese ki kocam öldü, karından ayrılırsan sana varırım.
(…)
— Meryem’in ve çocukların her türlü rahatını temin edip onu alırım gibi geliyor. (s. 204)
Numan’ın, babası Koyunluca Ahmet’i bir anda kaybetmesi de onu dertlendirir, teselli aramaya başlar.
O yıllar, Osmanlı devletinin karıştığı yıllardır. Babasının Kosova savaşında haince öldürülmesinin ardından başa geçen Yıldırım Bayezit, güç kazanarak Türkiye Birliği’nin temellerini atarken, Karamanoğlu Alaaddin Ali Bey de Osmanlı’ya ait bazı yerleri ele geçirmek ve beylikleri Osmanlı aleyhine kışkırtmak için harekete geçer.
Anadolu’da Osmanlıya karşı bir ayaklanma başlar. Ancak ayaklanmalar bastırılarak beylikler Osmanlıya bağlanırlar.
Numan, otuz beş yaşlarında özlemini duyduğu kız çocuğuna kavuşur. İsmini kadınların hayırlısı anlamına gelen Hayrünnisa koydu ve sevdi kızını, çok sevdi. (s. 207)
Numan, çocuklarının kendisi gibi okuma aşkı ile yetişeceklerini düşünürken, çocukların ilme olan kayıtsızlığı onu üzer. Eşi ve annesi, Numan’a çocuklarının kendisi gibi olmadığını, onların bağımsız kişilikler olduğunu hatırlatır.
— Sen bu çocukları kendin mi sandın, ne bu kadar ders, daima ders, çocuklara nefes alacak zaman bırakmıyorsun, dedi Nazlı.
— Bunlar çocuk, elbet oyun da oynayacaklar, dersten başlarını kaldıramıyorlar ki, iki sokağa çıkıp top oynasınlar, vallahi Numan çocuklar hasta olacaklar ona yanarım, dedi Meryem. (s. 207)

Bu sıralar Yıldırım, II. Anadolu seferine çıktığı zaman 1390–1394 kışını Ankara’da geçirerek doğuya doğru ilerler. Karamanoğullarıyla barış yaptıktan sonra İstanbul Boğazı’nı aşarak Avrupa’ya girer. 1391’de Romanya, 1392’de Selanik ve Halkidikya’yı fetheder. Yunanistan’ın fethi uzunca müddet devam eder. Bir müddet sonra Ankara’ya gelen Yıldırım, orada ağırlanır. Numan, bir gün padişahın huzuruna
gittiğinde onun hakkındaki söylentileri duyup düşünmeye başlar. Zevk ü sefa içinde yaşam sürdüğünü duyduğu Yıldırım’ı kınar. Bir zamanlar Allah ondan razı olsun (s. 214) diye dua ettiği kişiye şimdi aynı hisleri beslemediğini hisseder. Sultan da bir gün müderrisleri medreselerinde ziyaret eder. Yanında bulunan Bizans İmparatorunun oğlu Manuel’i onlarla tanıştırır. Bekir, Manuel’i evinde konuk eder. İyi bir bilim adamı olan Manuel ile Bekir gecelerce konuşurlar, tartışırlar. Sonra dostça ayrılırlar. Bu arada Numan’la Meryem’in Ali isminde bir bebekleri daha doğar.
Numan, kırk yaşlarına geldiğinde bir gün bir şeyhin kendisini aradığını öğrenir.
Bu şeyh Hamidüddin Hazretleri’nin halifelerinden Şucâaeddin Karamâni’dir.
Kayseri’den gelen bu zât, şeyhi Hamit Efendi’nin Numan’ı huzuruna davet ettiğini söyler. Numan içinde büyük bir sevinçle hemen yollara düşer. Numan, bu şeyhe intisap etmeye razı gelir ve Şeyh Hamit de onu evlatlığa kabul eder. Kendisini mübarek Hacılar Bayramının arifesinde ziyaret eden Numan’a Hacı Bayram adını takar. (s. 232)

Ona ilk olarak neler yapacağını anlatır. Bayram ertesi Hacı Bayram hücresine çekilip zikre dalar. Ailesine mektupla haber salan Hacı Bayram, gelen haberlerle sarsılır. İzzettin Baba’nın vefatı, ardından Hallaç Mahmut’un kaybı onu üzer. Şeyhinin yanında günlerini sakin ve huzurlu geçirir. Müritlerini Şeyh Şucaeddin Karamâni’ye devretmeye niyetlenen Şeyh Hamit ile beraber Bursa’ya gidemeyeceğini öğrenince üzülse de ailesinin yanına gideceğinden heyecanlanır. Ardından Şeyhinin yanına Bursa’ya gider, Çelebi Sultan Medresesi’nde müderrisliğe başlar. Hamit Efendi, burada güzel ekmekler yaptığından Bursalılar tarafından Somuncu Baba ismiyle anılır.

Bir süre sonra Bursa’dan ayrılma kararı alan Şeyh Hamit ile yollarını ayırmak istemeyen Hacı Bayram ailesine Şam’a, oradan da Mekke, Medine’ye gideceklerini söyler ve üzerlerine derviş hırkalarını giyerek yola çıkarlar.
Mekke’ye varmak üzerelerken Hacı Bayram’ı derin bir heyecan sarar. Kaç yıllık dileğinin gerçekleşeceğini düşününce sevincinden duramaz hale gelir. Ertesi gün sabah namazından sonra abdest alıp yola çıkarlar. Mekke’ye vardıklarında oldukça heyecanlı olan Hacı Bayram:
Sevgili Allah’ım, diye düşünüyordu, burası Peygamberimiz Efendimizin, ona bağlı olan ilk Müslümanların dolaştığı yerler, Allah’ım yürüdüğüm yollar onların yolları, sen ne büyüksün, bana da nasip ettin buralarda yürümeyi, sana şükrediyorum, hamt ediyorum. (s. 295) diye içinden geçirir.

Sonra Mekke günleri başlar. Bu arada XIV. asrın son yıllarında Yıldırım ile bir doğu Türk Hakanı olan Timur’un karşı karşıya gelmesi, yapılan savaşlar ve Yıldırım’ın esir düşüp vefat etmesi yaşanan olaylar arasındadır. Timur’un Ankara zaferinin ardından Anadolu tam bir keşmekeş içindedir. Anadolu Beylikleri yeniden kurulur.
1402–1413 tarihleri arasında Fetret Devri yaşanır.
Hamit Efendi ile Hacı Bayram 1403’te Aksaray’da bir tekkeye yerleştiler. Bir süre sonra Hacı Bayram Ankara’ya döner. Acı haberi duyunca çok üzülür, annesi Nazlı’nın vefatını içine atarak tekrar şeyhinin yanına dönen Hacı Bayram’a üç yeni derviş adayını yetiştirme görevi verilir.
Hacı Bayram bu müritlerine sık sık nasihatlerde bulunur. Şiirlerini okuyup onları mest eder:
(…)
Sevdâ-yı âzam sevdâ-yı âzam
Bana k’oluptur arş-ı muazzam
Mesken-i canân mesken-i canân
Olsa acep mi şimdi bu gönlüm
Bayramî imdi bayramî imdi
Yâr ile bayram eyledi şimdi
Hamd ü senâlar hamd ü senâlar
Yâr ile bayram etti bu gönlüm (s. 333)

Hacı Bayram’ın küçük oğlu Ali de babası gibi medreseye gider, onun yolundan ilerler. Günler su misali akıp giderken artık Hamit Efendi iyice yaşlanmış, tekkede pek işle meşgul olamaz hale gelmiştir. O günlerde Meryem de hastalanır, aldığı ilaçlara rağmen, öksürüğü günden güne artan Meryem, çok geçmeden ölür. Hacı Bayram, acısını Allah’a sığınarak geçirirken, evdeki tek varlığı kızına sarılır. 1412’nin sonbahar günlerinde Şeyh Hamit vefat eder. Hacı Bayram, şeyhinin yerine geçerek görevini devam ettirir. Kısa zamanda pek çok müridi olur. Hacı Bayram’ın müritlerinden Ramazan Mehmet adında bir genç, kızı Hayrünissa’ya talip olur. Ancak kız babasını yalnız bırakmak istemez.
Hacı Bayram Veli’nin şöhreti her tarafa yayılır, kendisine şeyh süsü verip halkı isyana çağıran biri olarak görülmeye başlayınca bu durum sultana kadar gider. Sultan II. Murat, Hacı Bayram Veli ile yanındaki halifesini huzuruna çağırır. Bayram, padişaha dörtlükler okur, padişah da memnuniyetini dile getirmek için ona hediyeler sunmak istese de kabul ettiremez. Sultan, Edirne’de vakıflar kurdurup bir mahalleye onun ismini vereceğini, bunu bir hediye olarak kabul etmesini isteyince, Hacı Bayram müritlerinin vergiden muaf tutulmasını diler. Edirne’de bir süre kaldıktan sonra Ankara’ya dönerler.
Hacı Bayram, Bursa’dan müritliğe gelen Eşrefoğlu’nu sevmeye başlayıp onu tanıyınca kızını ona vermeyi aklına koyar. Kısa zamanda bir düğün tertip ederler. Bu sırada ağabeyisi kadar sevdiği Emîr Sultan’ın ani vefatı Hacı Bayram’ı derinden etkiler. Bu acı onu hastalığa yenik düşürür. Bir gün aniden rahatsızlanıp yatağa düşen Veli ayağa kalkamaz olur. Onun hasta olduğu yayılınca halk tekkeyi doldurmaya başlar, üzgün bir sessizlik içinde beklenir son. Ve gözyaşları içinde uğurlanır son yolculuğuna. Romanın son kısmı en başında olduğu gibi Hacı Bayram Veli’nin bir Allah dostu olduğunu anlatan Bir Menkıbe ile tamamlanır.

b) Şahıs Kadrosu
NUMAN
Romanın başkahramanı Numan, 1353’lerde Ankara’nın Solfasol köyünde dünyaya gelir. (s. 7) Annesi onun doğumundan önce birtakım olağanüstü olaylarla karşılaşır. Böylece okuyucu daha romanın ilk sayfalarında, Numan’ın sıra dışı kimliği hakkında hazırlanmış olur. Koyunluca Ahmet ile Nazlı’nın ilk erkek çocuğu olarak dünyaya gelen Numan’ın ismini dedesi koyar.
Roman boyunca Numan’la ilgili en ayrıntılı fizikî tasvir onun en yakın arkadaşı Bekir tarafından yapılır:
Bekir, Numan’ın iyi yontulmuş bir kamış kalemle çizilmiş gibi duran yüzüne baktı, çıkık elmacık kemiklerinin altında biraz çökmüş duran soluk gergin yanaklar, yine elmacık kemiklerinin çıkıklığından içeri çökük gibi duran iri elâ gözler, gayet düzgün ince bir burun ve etli kırmızı dudaklar, kuvvetli bir çene, kestane rengi dalgalı saçlar… (s. 68–69)

Numan, çok yaramaz bir bebektir, durmadan ağlar. Annesi ve babası bu durumdan muzdarip olsa da onun doğumundan önceki olağanüstü durumları hatırlayıp çocuğa hep hoşgörüyle yaklaşırlar.
… Yaramaz bir çocuktu, çok ağlıyordu, Koyunluca Ahmet’in uykusu ağır olduğu için geceleri hiç uyanmıyordu ama Nazlı’nın hâli bitikti, gece gündüz bebek kucağında odayı dört dönüyor, ninniler söylüyor, bazen kızıp bağırıyor, sonra kendisine âdeta akıllı akıllı bakan Numan’dan özürler diliyordu… Nazlı’nın sesi güzeldi, ninnileri kesip türküler söylemeye başladı, o da olmayınca bildiği birkaç ilahiye geçti, hayrettir ki ilahilerin az biraz faydası dokunuyordu, bebek nispeten sakinleşiyordu… (s. 12)

Kırk günlükken, köyün Ahî ereni İzzettin Baba, iki hoca efendi ve Meczup Ali tarafından kırklanan57 Numan, derin bir sessizliğe gömülür. Bu aşamadan sonraki büyüme macerası romanda kronolojik olarak anlatılır. Daha üç yaşındayken bülbül gibi konuşmaya başlayan Numan (s. 18) aklı başında yetişkin bir adam gibi uzun cümleler kurar. Onun bu olgunluğu köyün ereni İzzettin Efendi’nin de dikkatini çeker:
— İleri bir çocuk bu, kendi yaşlarından büyük kalıyor anlaşılan. Yine de en oynamasını teşvik et, anası bezden mezden bir top yapsın buna, icabında sen oyna onunla, icabında anası. Bir de söyle Nazlı kızıma, çocuğa İhlâs Sûresi’ni öğretsin.
Namaz kılarken sizin yanınızda, onu okusun bakalım. Seyredip görelim, Allah ne gösterecek…(s. 19)
Numan dört yaşına geldiğinde amca dediği Meczup Ali ile dolaşıp köylüyü namaza kaldırmaya heveslenir. (s. 20)
Beş yaşlarına doğru İzzettin Baba’nın yanında derse başlayan Numan, o yaşlarda kendinden büyüklerle arkadaşlık kurmaya başlar. Yaşından olgun davranan Numan’a diğer çocukların oyunları basit gelirken o küçük yaşta çevreyi sorgulamaya başlar. Yedi yaşlarında hafız olur. (s. 25–30)
İzzettin Baba, bu akıllı çocuğun yaradılışındaki sırrı keşfetmeye çalışır:
… O, bir velî olarak doğmuştu, tıpkı Hacı Bektaş-ı Velî gibi; mamafih onu, Meczup Ali uyarmıştı. Meczup Ali, uzun bir vecd hâlinden, sarhoşluk süresinden geçtikten sonra, bir gece yarısı onu ziyarete gelmiş: “Bu köyde yarın doğacak erkek çocuk, velî olarak doğmuş olacak hocam, nasıl bildiğimi sorma, çünkü bu işin nasılını ben de bilmiyorum, lâkin bilgi doğrudur; çünkü bana bildirildi, çocuğa göz kulak
olmam emredildi.” demişti… (s. 30)
Numan; İzzettin Baba’yı, Allah’ın nazarında makbul bir kul olarak, bu mertebeye ulaştıracak bir şahıs olarak tanıtılır. (s. 32)
Koyunluca Ahmet ise, Numan’ın bazı hususlarda aşırıya gidip sözünü dinlemediğini düşünür:
— İzzettin Baba, öyle söyleyebilir, bu onu ilgilendirir ama ben sana baban olarak “yeter” diyorum, tarlada yardıma ihtiyacım var. (s. 33)
Numan’a velî sıfatı daha doğmadan önce yakıştırılsa da onun bildiği ve istediği tek şey dinini başından sonuna çok iyi öğrenmektir. Bunun için de medrese eğitimi görmek, orada sadece okumak, ders çalışmak niyetindedir. Birçok imtihandan geçirildikten sonra Kara Medrese’ye kabul edilen Numan’ın günleri medresede çok zevkli geçer. Bekir ağabeyi ona her konuda destek çıkar.

Günün birinde gönlü sevgiye açılan Numan, Gülçiçek adlı kızın sevdasıyla yanıp tutuşurken bu aşkın derdiyle kendini yiyip bitirir.
— On yedi. Ama Ali amca bu aşk yedi bitirdi beni, hiç kararım kalmadı, anlatamıyorum sanki parçalandım, her parçam ayrı ayrı Gülçiçek diye haykırıyor, başka bir şey düşünemiyorum, üç kitabı bile zor okudum. (s. 98)
Meczup Ali, onun âşık olmasını olumlu karşılar; gönlü sevdaya açılan Numan’ın mürşit aramak için yollara düşmesi gerektiğini belirtir. (s.98) Numan ise, Gülçiçek’ten muradını almadan yollara düşmenin imkânsızlığı üzerine düşüncelere dalar. Gülçiçek’in sevdasına karşılık vermemesi onu üzer. Çınaraltında cezbeye giren Meczup Ali’nin yanına çekilerek çevresiyle ilişkisini keser. (s. 133) Günden güne zayıflayan saçları sakalları uzayan, perişan görünen Numan, o kışı Meczup Ali ile birlikte Koyunluca Ahmet’in odunluğunda geçirir. Dünyadan elini eteğini çeken Numan’ın dili yavaş yavaş açılırken ilk sözleri içim yanıyor (s. 144) olur. Gönül yangını devam ederken, Meczup Ali’nin ani ölümü aklını başına getirir. Bu olay üzerine suskunluğu ve çevresine olan yabancılığı biter. (s. 150)

Günleri tatsız tuzsuz geçerken Gülçiçek’in sevdası peşini bırakmaz, kendini günlerce uykuya verir. Gülçiçek’i kalbinin bir köşesine gömüp ailesinin ve Bekir’in ısrarıyla çocukluktan tanıdığı arkadaşı Meryem’le evlenmeyi düşünür. Gülçiçek’in kendinden yaşça büyük biriyle evlenmesi üzerine ondan umudunu kesen Numan Meryem’i gönülden kabul eder. Yuvasını kurduktan sonra hazırlandığı medrese
sınavları kaybeder, bunun acısını dünyaya gelen oğulları Ahmet ile unutur. Bir süre sonra ikiz çocuğu olur. İkizlerden kız olanı doğum esnasında ölür, diğerinin adını Ethem koyarlar. Sonra sırasıyla Mehmet, İbrahim ve Hayrünnisa’nın doğumuyla kalabalık ve mutlu bir yuva kurarlar.
Gün geçtikçe Numan’ın içindeki boşluk artmaya başlar.
... Günler böyle geçerken, bazen içine doğan hissi, daha ziyade tatminsizlikle ilgiliydi, bu kadar çalışmasına rağmen, sanki içinde bir ses, “Ee sonra?” diye soruyordu, Kara Medrese’nin ve Osmanlı illerindeki onca medresenin en iyi hocası da olsa; “Ee sonra?” sorusundan kurtulacağı yok… İçimdeki boşluk ne? Bunun sonrası olur mu?.. (s. 203)

Işınsu’nun eserlerinin çoğunda sürekli arayan ve sorgulayan kahramanlar bulmak mümkündür. Numan da bunlardan biri olmalıdır.
Numan’ın hayatında derslerinden ve ailesinden sonra bağlandığı üçüncü bir konu da Osmanlı Birliği’dir.
...Bütün Türklerin birlik olması, tek ve tarihine yakışacak tarzda büyük bir millet haline gelmesi en büyük ideali idi. Bu toparlanmada başı çekebilecek olan ancak Osmanlı olabilirdi!... Asya’dan bereketli dalgalar halinde akıp gelen göçmenlerin, Osmanlıya bağlı olarak yerleşmelerini ve Osmanlı’nın Türk-Müslüman prensiplerine uymalarını istiyordu. Çünkü kendisini tamamıyle bir Osmanlı Türkü hissediyordu...(s. 211)
Bir gün kendisini arayan bir şeyhin olduğunu öğrenince derin bir heyecana kapılır. Şeyh Şücaeddin vasıtasıyla Şeyh Hamid’i mübarek Hacılar Bayramı’nın arifesinde ziyaret eden ve Cenab-ı Hakk’ın yoluna ilk adımı atan Numan, o günden itibaren Hacı Bayram Veli diye anılır. Şeyhinin;
-… Ya Rab, ya Rab, benim elimden, dilimden, gözümden, sözümden, kulağımdan, ayağımdan çıkan bütün küçük ve büyük günahlara tövbe eyledim.
Epheriyye, Nakşiye ve Halvetiye tarikatlarını kabul eyledim. Enbiyanın esrarını, evliyanın kudretini hazır bilirim. (s. 232) sözlerini tekrar ederek onun yoluna baş koyar.
Şeyhi medresede neler yapacağını ona açıklar:
—…bayramda bir şey yapmanı istemiyorum, kurban keseceksen birinci günü kesersin, daha ziyade buradaki ihvan ile tanış, bayram ziyaretçilerimize ev sahipliği yap, ha bu arada helâların temizlenmesi de bir süre senin vazifen olacak… Asıl mühim işin bayramdan sonra olacak, seni dört günlük bir halvete sokmak istiyorum, bütün mürit adaylarına yapılır bu, pek az yiyerek uyumamaya çalışarak oturduğun yerde zikir edeceksin, zikrin “Lâ ilâhe illallah” olacak… (s. 232)
Bayram ertesi Hacı Bayram dört günlük halvetine girer.
… yemeğin kendisi için fazla önem taşımadığını, geceden geceye yağsız tuzsuz bir tas çorba ile halvete devam edebileceğini söylemişti…(s. 241)
Bayram, derviş hırkasını giyerek şeyhiyle beraber yollara düşer. Şeyhinin yanından hiç ayrılmayan Bayram, ailesini bırakıp Bursa’ya gelir. Şeyhiyle birlikte gittikleri her yerde ilgi görürler. Hacı Bayram tasavvuf hususunda derin bir bilgiye sahiptir, şiirlerinden dörtlükler okuyup çevresindekileri mest eder. (s. 333) Yolları Kutsal Topraklar’a düştüğünde Bayram’ı bir heyecan sarar. Canı kadar sevdiği Emîr Sultan’ın ve şeyhinin ölümleri ona çok acı gelir.
Hayatının son demlerini sohbetlerle gezerek geçiren Hacı Bayram Veli, yetmiş altı yaşlarındayken ölür. Ölürken son sözleri Allah’ı zikretmek olur. Roman onun ölümüyle ilgili sunulan bir menkıbe ile biterken, bu velinin yaşamı ve felsefesi ortaya konur.

— Diğer şahıslar
Biyografik bir roman örneği olan Bayram’da Hacı Bayram Veli’nin hayatı anlatılırken romanda yer alan diğer kahramanlar, Numan’ın yaşamını açıklamakta ciddî fonksiyon taşırlar. Bu nedenle yakın arkadaşı Bekir’e, Ahî ereni İzzettin Baba’ya, Meczup Ali’ye, Şeyh Hamid’e ve diğer şahıslara müracaat edilir. Bu kahramanlar, romanda bir nevi formdan başka bir şeyi teşkil etmezler.
Roman boyunca kahramanların çoğu gerçek kimlikleri ile vak’ada yer alırlar.
Romanın başkişisi Numan’ın hayat hikâyesi, tasavvuf tarihi kaynaklarına uygun olarak sunulur. Onun hayat macerası sunulurken belirtilen tarihler, gerçeğe uygun düşürülmüştür. Işınsu, burada sadece yaratıcı muhayyilesine başvurmamış; geçerli tarih ve tasavvuf kaynaklarıyla bir hayli meşgul olmuştur. Bunu da eserinin ön sözünde belirtmiştir.

Eserinde tarihi bir fon olarak işleyen Işınsu, Osmanlı tarihinin gerçek kahramanlarından da söz eder. Ancak olayların gidişatında sadece isim olarak geçen kahramanlar ayrıntılı işlenmez. Kuru tarih bilgilerinin aralara serpiştirilen kısımlarında çoğu kahraman sadece isim olarak yer alır.
Romanda kahramanlar -özellikle de tarihî kahramanlar- zaman ve mekânla bütünleştirilerek verilir. Özellikle romanda tasavvuf ehlileri medrese ve tekkelerle bütünleşmiş konumdadır. Mekân ve zamanın hızla değişmesine karşılık romanda kahramanların değişimi uzun zaman alır, ya da çoğunda herhangi bir değişim gözlenmez.
Olayların akışında başkahraman Numan ve ona eşlik eden kahramanlar mevcuttur. Romanın daha ilk sayfalarında Numan’ın anne ve babası ile karşılaşırız.
Oğuz Türklerinin Bayat kolundan olan Koyunluca Ahmet ve eşi Nazlı doğacak çocukları için heyecan yaşarlar. Günlerden sonra dünyaya gelen Numan’ın bir veli olacağını işaret eden olaylar onlara heyecan verir. Yaramaz bir bebek olan Numan’a hoşgörüyle yaklaşırlar. Hacıya hocaya pek inanamayan Koyunluca Ahmet, oğlunu okumaya gelenleri hoş karşılamaz. Beş vakit namazını kılıp orucunu bırakmasa da
okumanın tesirli olacağına inanmaz. Eşi Nazlı ise, onun aksine daha inançlıdır.
Numan’ın doğumunun kırkıncı günü ona hayır dualarını iletmek için gelen köyün Ahi Şeyhi İzzettin Baba, bu çocuğun yaradılışındaki sırrı keşfedebileceğini sanıyordu, o, bir veli olarak doğmuştu. (s. 30)
Numan daha doğmadan önce Meczup Ali, vecd halinden çıktıktan sonra İzzettin Efendi’yi ziyaret edip köyde yakın zamanda doğacak çocuğun veli olacağını, bunun kendisine bildirildiğini, çocuğa göz kulak olması gerektiğini anlatır.
Bir Ahi ereni olan İzzettin Efendi de Numan’ın eğitim ve öğretimiyle yakından ilgilenirken çocuğun neredeyse tüm sorumluluğunu üzerine alır. Yedi yaşında hafız olan Numan’a Arapça öğretir. Zaman zaman “-Ah oğlum ben de bir veliyi okutacak ilim nerede, ne kadar noksanlı bir insanım, böyle yüksek bir çocuğa ben ne yapabilirim?”
(s. 31) diyecek kadar alçak gönüllüdür. Koyunluca Ahmet, oğluna sahip çıkan Ahi şeyhine içten içe kızar. Bu kızgınlığını Ahilere karşı takındığı tutumda hissettirir.
…Ankara’ya gidip geldiğimde çok işittim, bütün esnaf, halkın tümü çok memnundu Osmanlı idaresinden; …emin ol Anadolu’da bir Türk birliği olsa başı çekecek olan Osmanlıdır… benim bildiğim Osmanlı, Osmanlı ise bırakmaz buraları Ahilere doğrusu bırakmasını da istemem, ben anlamam Şeyhlerin devlet idaresinden herkes yerini bilmeli…(s. 40)
İzzettin Efendi, Numan’ın daha iyi şartlarda yetişmesini arzular. Onu türlü ilimlerle meşgul olan hocalarla tanıştırır. Tefsir ve Hadis öğrenmesini ister. Onu Kavaklı köyündeki Hallaç Mahmut Efendi’ye gönderir. Hallaç Mahmut Efendi, İzzettin Baba’ya benzemez; asık suratlı ve ona göre sanki daha ciddîdir. (s. 47)
Numan ikisini karşılaştırma yoluna gider.
İzzettin Baba onunla uzun boylu, yumuşak yumuşak konuşur, yaşantısına dair her bir noktayı öğrenmek ister, kimi zaman güler, kimi zaman hüzünlenir fakat asla asık suratlı olmazdı, yüzünde hemen daima bir tebessüm asılı dururdu. Hallaç Mahmut onu biraz korkutmuştu, içinden, çok iyi çalışıp bu hocanın da yüzünü güldürmeye karar verdi. (s. 48)
İzzettin Efendi, Numan’ın medrese eğitimi almasını ister. Onun çok iyi bir öğrenci olup müderrisliğe yükseleceğini hayal eder. Ancak Numan’ın hayatında önemli bir yere sahip olan Meczup Ali, Numan’ın medresede ilim tahsil etmesine karşıdır.

Meczup Ali, zamanını genelde çınarın altında oturarak veya yatarak, bazen günlerce toptan namaz kılıp bazen de hiç konuşmayarak geçiren biridir. (s. 18)
Romanda fizikî olarak da tanıtılır:
… uzun saçları darmadağın, üst baş perişan ama göğsünde bayram ve kandil günleri taktığı, sicimle asılmış teneke nişanı vardı… (s. 12)
Meczup Ali’nin günlük olarak yaptığı işler vardır. Sabah ezanı daha başlarken köyün bütün evlerini bir bir dolaşır, elindeki sopayla güm güm kapıları vurur:
Müslümanlar, haydi namaza! diye bağırırdı. (s. 18)
Numan, Meczup’a içtenlikle bağlıdır. Numan’ın onu sözünden çıkmayarak ona derin hislerle bağlanması Koyunluca Ahmet’i düşündürür.
… Hiçbir çocuğa göstermediği ilgiyi Numan’a gösteriyordu, mamafih öbür çocuklar, amca demek nerede, alaya alırlardı onu, beşi altısı toplanıp el çırparak arkasından gider, Meczup Ali, deli Ali diye bağırırlardı... (s. 23)

Numan, Kara Medrese’ye başladığı vakit, Bekir’le tanışır. Orada danişment olan Bekir’in işlerine yardım etmekle görevlendirilir. Bu medrese âdetlerindendir. Bekir, bilgisinden emin, Numan’a biraz yüksekten bakan, ince, esmer, kara bıyıklı, sevimli bir gençti, Numan’ı karşısına oturtup yapacağı işleri tek tek anlattı, bilhassa çamaşırların temiz yıkanmasına çok önem veriyordu… (s. 66)
Bekir ile Numan’ın arkadaşlığı gün geçtikçe sağlamlaşır. Her ikisi de gönüllerini verdikleri sevgiliye ulaşamazlar. Numan’ı kendine lâyık bulmayan Gülçiçek kendisinden yaşça büyük bir adamla evlenirken, Bekir de bir zamanlar sevdiği kıza ailesi yüzünden kavuşamaz.
Bekir ile Numan yaşadıkları aşk acısından sonra kendilerini yollara vururlar.
Gittikleri yerlerde vaaz ve nasihatlerde bulunarak halkın ilgisini çekerler. Gülçiçek’in özlemi Numan’ı günden güne perişan eder. Meczup Ali’nin yanına çekilerek onun gibi cezbeye giren Numan, adeta her şeyle ilgisini keser. Kış mevsimini evlerinin odunluğunda Meczup Ali ile geçirir. Meczup, çınar altında cezbeye girip kendinden geçince kara kışta hasta olur ve bakımsız vücudu hastalığa yenik düşer. Meczup’un
ölümü Numan’ın aklını başına getirir. Bir süre sonra Numan çocukluk arkadaşı Meryem’le, Bekir de Zehra ile evlenirler. Numan’ın Ahmet, Mehmet, Ethem, İbrahim ve Hayrünnisa isminde çocukları olur.
Medresede derslere devam eden Numan’ı imtihan edenlerden biri de Abdülkadir Yusuf Hoca’dır. Aynı dersleri vermeleri yüzünden aralarında gizli bir rekabet vardır, ancak Numan buna aldırış etmez.
Bir gün sakin, konuşmayı pek sevmeyen fakat her şeye dikkatli sevimli yaşlı bir adam (s. 227) diye tanıtılan Şeyh Şücaeddin, Numan’ı Şeyh Hamid’e götürmek üzere gelir. ... yakışıklı bir yüz, maviden de yeşilden de çalan iri gözler, hafif kemerli bir burun dolgun dudaklar, bir hayli aklanmış kırçıl bir sakal, saçlar kulak memesi hizasında başında on iki dilimli kırmızı taç…(s. 228)diye ayrıntılı tasvir edilen Şeyh
Hamid Numan’ın Hacı Bayramlığa geçiş mertebesini temsil eder. Şeyhi ölünce yerine geçerek aynı yolda ilerler.

Işınsu, eserinde tarihsel olayları değil, bu olayların insanlar üzerindeki etkilerini ve izlenimlerini sunarak romanını oluşturur.

c) Mekân
Romanda olaylar Solfasol köyü, Ankara civarı ve Kayseri dolaylarında geçer.
Bu arada kısmen Bursa ve Kutsal Topraklar’dan söz edilir.
Solfasol köyü, Ankara ve Kayseri civarı, Numan’ın hayatının üç dönemini de özetler gibidir.
Romanın başkahramanı Numan, 1353’lerde Ankara’nın Solfasol köyünde dünyaya gelir. (s. 7) Çocuk Numan’ın yaşamı, Solfasol ve civarında geçer. Burası tabiatın içinde donup kalmış bir mekândır. Burada hayatın akışı yavaştır. Numan, büyüdükçe bu hayat içerisine sığamayacağını hisseder ve arayışı bu mekânda başlar.
Küçük yaşlarda öğrenmeye ve öğretmeye olan merakı hayatına yön verir.
Ankara, Numan’ın yeni bir yola girmesine öncülük eden bir mekândır. Ayrıntılı olarak tasvir edilmez. Biz Ankara’yı sadece medreseleri, Numan’ın amcasının evi ve ileride oturacağı kendi eviyle tanırız. Dinini baştan sona çok iyi öğrenmeyi amaçlayan Numan, medrese hocalarından ders görmek ister. Bunun için Ankara’daki Kara Medrese’de ilim tahsil etmeyi düşünür. Bu esnada Ankara’da Veysel amcasının evinde kalmayı düşünen Numan’a babası karşı çıkar. Amcasının üç kızı olduğunu ve genç kızların yanında bir delikanlının bulunmasını amcasının hoş karşılamayacağını söyler.
Numan kalacağı mekânı aklına bile getirmez. Ankara’daki Kara Medrese ise, hocalarının anlattığına göre zihninde şöyle yer eder:
- … Ankara’da Melike Hatun isimli bir hanımın kurduğu bir vakıf ve buna bağlı Kara Medrese diye bir medrese varmış, bu medresede öğrencilerin ve hocaların kaldığı hücre denilen odalar varmış, yemek işini de bu vakıf ayarlıyormuş. Medrese bir avlu etrafına sıralanan tek katlı üstü kubbeli bir dershane ile öğrenci odalarından ibaretmiş, çamaşırhane, gusülhane, ayakyolu gibi yerler de varmış; suyu pek tatlı, güzelmiş.
Dershanenin zemini hasır üzerine konmuş kilimlerle kaplanmış, müderris, büyücek bir rahle önünde ders anlatırmış. Haftanın beş günü sabah ve ikindi namazlarından sonra ders başlarmış, mescit yokmuş. Namaz, bir de minberi olan dershanede kılınırmış. Bir de kütüphanesi varmış, ben oradan çıkmam herhalde… (s. 54)
Numan’ın hocalarından duyarak anlattığı bu mekân tüm ayrıntıları ile gözler önüne serilir. Yazar burada anlatma tekniğinden çok gösterme tekniğini kullanır.
Mekân tasvirleri fotoğrafiktir.
Numan, o zamana dek görmediği Kara Medrese’yi tıpkı anlatıldığı gibi bulmuş ve bu durumdan hoşnut kalmıştır:
… Kendisine bir oda verilmemiş, eski öğrenci, yeni “Danişment” Bekir’in işlerine yardım etsin diye, onun odasına konmuştu. Bu, medrese adetlerindendi. Yeni başlayan gençler ekseri kendilerinden büyük bir ağabeyin gözetimine verilir; genç, ağabeyin çamaşırlarının yıkanmasından, suyunun doldurulmasından, odanın temizliğine kadar sorumlu olur, ağabey de buna karşılık gencin dersleriyle ilgilenir…(s.65)
Ankara, Numan için yeni bir dünya olurken, o dönemki Ankara’nın tarihî, siyasî ve sosyal durumu da gözler önüne serilir. Ahîler ile Osmanlı arasındaki mücadeleden bahsedilir:
—… Artık Ankara’da Osmanlı’nın hükmü kalmamış, Ahîler başa çıkmışlar yine…(s. 39).
—… Osmanlı, Ankara ve civarından artık asker toplayamayacak gazalar için.
Bu iyi midir, kötü müdür bilmem, bildiğim bir şey varsa şehitliğin de, gaziliğin de dinimizde çok makbul olduğudur. Sonra Allah var, inkâr edilemez Ankara’ya gidip geldiğimde çok işittim, bütün esnaf, halkın tümü çok memnundu Osmanlı idaresinden; çünkü beylikler içinde tektir Koca Osmanlı, güçlü bir kerem; ehli sünnet, dini bütün, bu yüzden hiç zulmetmez tebaasına, şefkatli ve merhametlidir… benim bildiğim Osmanlı, Osmanlı ise bırakmaz buraları Ahîlere…(s. 40)

Kara Medrese’de köyünden uzak günler geçiren Numan, köyünü özler, tatil günlerinde soluğu köyünde alır.
Numan her seferinde köye girdiğinde âdetini bozmayarak önce çınaraltına gidip Meczup Ali’yi ziyaret eder. Meczup Ali zamanın çoğunu bu çınar ağacının altında namaz kılıp cezbeye girerek geçirmektedir. (s. 82)
Numan, bir gün çınaraltından dönerken çeşme başında gördüğü Gülçiçek adlı kıza sevdalanır. (s. 83) Eskiden tüm kızların bir araya gelip söyleştiği, sevgililerin buluşma noktası olan çeşme başları, çınaraltı vb. mekânlar, romanımızda pek önemli yer işgal etmese de fonksiyonel bir yapı arz etmektedir.
Sevdiği kıza kavuşamayan Numan, tüm âşıkların yaptığı gibi kendini yollara vurur. Medresedeki ağabeyi Bekir ile çevre köylere açılarak içlerindeki ilâhi aşkı dindirmeye çalışırlar.
Numan ile Bekir’in uğradıkları mekânlardan biri Söğütler olur. Eski Hıristiyan Rum köyü, şimdi Müslüman Osmanlı, yani köylüleri taze Müslüman, taze Osmanlı (s. 114) olan Söğütler’in hikâyesi dillerde dolaşır:
…Asya’dan yola düşen mürşit Kemalettin Efendi, birkaç müridiyle oraya yerleşip bir küçük tekke açmış, kendilerini sevdirmişler önce, sonra kilisenin papazından başlayıp cümlesini Müslüman etmişler, halktan kimi ismini değiştirmiş, kimi değiştirmemiş ama Müslüman olmuşlar işte… (s. 115)
Numan’la Bekir üç aylık gezileri boyunca pek çok yer gezerler, halkla haşır neşir olurlar. Zaman zaman Karaman Beyliği’ne ait köylere, kasabalara da rastlarlar.
Tarihî romanlarımızda her biri tarihe mal olmuş, kimisi hâlâ ayakta kalan bazı değişik tarihî mekânların yer aldıklarını gözlemleriz.
Roman boyunca 1340’lardan 1430’lara kadar Osmanlının geçirdiği tarihî devir kronolojik olarak takip edilirken ele geçirilen ya da elden çıkan, uğrunda savaşılarak kan dökülen tarihi mekânların bir kısmı sadece isim olarak tarihî bilgiler arasında gözümüze çarpar.
Bağımsızlığımız açısından önemli olan Balkanlar, Rumeli ve İstanbul’da tarih boyunca gözü olan devletlerle çarpışan Türklerin tarihi, romanlarda ölümsüzleştirilerek farklı bir anlama bürünmüştür.
…1383’te Timurtaş Paşa artık Arnavutluk’un fethiyle meşguldü. Bütün bu bölgelere, yüz binlerce Türk yerleştirildi. Böylece bir asra yakın bir zamandan beri devam eden Türk akınları, yerleşme ile sonuçlandı… (s. 163)
Kayseri, onun Numanlık’tan Bayram’lığa geçiş yeridir. Hamidüddin Aksarayî (Somuncu Baba) tarafından Şeyh Şucaeddin vasıtasıyla Kayseri’ye davet edilen Bayram, burada Şeyhi’nin bazı kerametlerini görerek ona intisap eder ve hakikat ilmine adım atar. Şeyh Hamit’i mübarek Hacılar Bayramı’nın arifesinde ziyaret ettiğinden o günden sonra da Hacı Bayram diye çağrılır. Orada o da bütün mürit adaylarının yaptığı şeylerle işe başlar.
—… Şimdi sana evvela neler yapacağından bahsedeyim; bayramda bir şey yapmanı istemiyorum. Kurban keseceksen birinci günü kesersin, daha ziyade buradaki ihvan ile tanış, bayram ziyaretçilerimize ev sahipliği yap, ha bu arada helâların temizlenmesi de bir süre senin vazifen olacak. Bir an durup Hacı Bayram’ın yüzüne dikkatle baktı, bu yakışıklı yüzde tek kıpırtı olmamıştı, devam etti: Asıl mühim işin Bayram’dan sonra olacak seni dört günlük bir halvete sokmak istiyorum, bütün mürit adaylarına yapılır bu, dört gün karanlık hücrede, pek az yiyerek uyumamaya çalışarak oturduğun yerde zikir edeceksin. Zikrin, “Lâ ilâhe illallah” olacak. Dört günden sonra,
tekrar baş başa görüşürüz. (s. 232–233)
Hacı Bayram’ın yatacağı hücre ayrıntılı olarak tasvir edilir:
Böylece, Şeyh Hamit’in bütün söylediklerini yaptılar, yatacağı hücre, içinde ince fakat temiz bir yatak bulunan küçük bir odacıktı. Halvet hücreleri üç taneydi, birinde bir derviş halvette olduğu için, onu görmediler, “Hepsi aynıdır.” dedi. Şerif Derviş, boş olan ikisini gösterdi, birisi sanki daha aydınlıkça göründü gözüne Hacı Bayram’ın, “Ben burada halvete gireyim.” dedi, Şerif Derviş onun seçmesine, biraz hayretle baktı, yine “Hepsi aynıdır.” dedi …(s. 236)
Hacı Bayram, Şeyh Hamit’in yanında ve tekkeyi gezerken, bir kez bile Gülçiçek’i hatırlamadığını fark eder, medresede aklından çıkmayan Gülçiçek, burada aklına bile gelmeyince, Hacı Bayram hayatındaki büyük değişikliğin sırrını kavramaya çalışır. (s. 237)
Kayseri, Hacı Bayram’ın kendini bulduğu yerdir. Kayseri hakkında hiçbir fikri olmayan Bayram’a ayrıntılı tasvirler yapılır.
—…Kayseri ticaret ve kültür bolluğu ile Anadolu’nun önemli, zengin merkezlerinden biridir. Erciyes dağımızın güzelliği ile iftihar ederiz, bura halkı doğuştan ticaret kafalıdır, Canım Allah vermiş bu yeteneği bize, sonradan kazanılmış değil, bu yüzden ticaret birinci iştir burada… Aynı zamanda doğu-batı, kuzey-güney istikametinde ticaret yollarının buluşma noktasıdır Kayseri. Yeraltı sularımız pek
zengindir, ovamız dümdüzdür, her türlü ekime müsaittir ovamız.(…)
—Hele gezelim, daha çok hayran olacaksın senin anlayacağın, suyumuz da boldur, yüzlerce güzel çeşmemiz, su depolarımız vardır, şimdi bak. Burası sur içidir, burada görülecek, Ulu Cami, bedesten ve çarşıdır su içinde.(…)
—Yalnız Ulu Cami mi, Selçuklular o kadar cami ve tarihî abide yaptılar ki, senin anlayacağın yapmışlar ki, şaşar kalırsın, örneğin Kurşunlu Camii, Lala Camii, Hacı Kılıç Camii ve medresesi… (s. 240)
Hacı Bayram Kayseri’yi gezdikten sonra oraya hayran kalır. Ancak medreselerin karşısında içinde ince bir sızı duyar, bir an burada çalışmayı medrese ile hakikat ilmini aynı anda yaşamayı düşünse de sonra vazgeçer. (s. 241)
Hacı Bayram bir süre sonra Şeyh Hamit Efendi ile Bursa’ya doğru yol alır. Hamit Efendi bir gece Şeyh Sadreddin Erdebilî Hazretleri’ni rüyasında gördüğünü Bayram’a anlatır:
… Hazret üzerinde yere kadar uzanan yeşil hırkası ile uyku içinde uykuya dalan Hamit Efendi’yi uyandırıyor ve iki cümle söylüyordu: “Ben seni yeni sürgüne duran Osmanlı’nın manevî mimarı yapmıştım, yayılan Şiiliğe karşı Sünniliğin kalesi olacaktın, gittin Kayseri’de oturakodun. Derhal Bursa’ya git, Bursa Osmanlı’nın kalbidir, unutma hayır ehli de, şer ehli de kalbe yakın bulunur.” (s. 250)
Bursa’da yerleştikleri evler şöyle tasvir edilir:
Şerif gerçekten de Bursa’da şeyhine ve Hacı Bayramlara güzel evler tutmuştu.
Hamit Efendi’nin evi iki katlıydı, yukarısı hareme, aşağıdaki bir hayli büyük olan oda selamlığa ayrılmıştı, küçük odada ise Şerif yatıp kalkacaktı. Şeyh Hamit Efendi, burada tekke açmaya niyetli değildi, müritlerini selamlıkta idare edecekti. Şeyh Hamitlerin evlerine yakın olan Hacı Bayramların evi ise; iki büyük, üç küçük odadan müteşekkildi, içinde şeftali ve vişne ağaçları olan güzel bir bahçesi vardı… (s.256–257)
Bursa’dan sonra kendisine tasavvuf yolunda örnek olan şeyhi Hamid Efendi ile birlikte Şam, Mekke ve Medine’ye doğru yol alırlar. Yol boyunca şeyhinin yanında olmaktan mutluluk duyan Hacı Bayram, Şam hakkında bilgiler verir. Burada yazarın amacı mekânı ayrıntılı tanıtmak olmalıdır.
— Hazreti Ömer zamanında fethedildiğini, sonradan Emevilerin başkenti olduğunu, Şam valisi Muaviye’nin, halifeliği ele geçirdikten sonra Şam’ın İslam kültürünün ve uygarlığının başlıca merkezi olduğunu bilirim efendim.
— Emevilerden sonra Abbasilerin eline geçiyor fakat onlar başkenti Bağdat yaparak Şam’ın önemini düşürüyorlar ve hatta güzelim şehir bir hayli tahrip ediliyor ve Şam böylece siyasi önemini de yitiriyor… Bir süre Şii Fatımilerin eline geçiyor, bu sırada Mısır’a bağlıdırlar… (s.281)
Şam’dan sonra Mekke’ye giden bir hac kervanına katılıp yollarına devam ederler. Hamit Efendi, yolda Mekke’nin hikâyesini anlatır.
– Biliyor musunuz, Mekke’de şehir hayatı Kâbe’nin inşası ile başlamış sayılabilir, çünkü Hazreti İbrahim’in ailesiyle buraya gelmesinden önce, tarih sahnesinde bir Mekke yok. Daha doğrusu onun hakkında fazla bir bilgi yok.
Biliyorsunuz Kur’an-ı Kerim’de İsmail’in Hazreti İbrahim tarafından Mekke’ye getirildiği ve Kâbe yapımında beraber çalıştıkları kaydedilir.
Mekke’ye üç defa gelen ve üçüncüsüne Kâbe yapımının ardından insanları, hac için davet edip görevini tamamlayan Hazreti İbrahim’in, İsmail’i burada bırakarak Filistin’e döndüğü rivayet edilir… (s. 288)
— Hac’da her şey, rumuzla ifade edilir. Örneğin Kâbe, “İnsanlık noktasını” temsil eder. Herkesin yüzünü ona çevirerek namaz kılmasının sebebi odu. Kâbe’deki ikinci sembol, örtüsünün ve kutsal olarak nitelendirilen Hacer-ül Esved’in siyah olmasıdır. Bunların siyah olması nurların şiddetinden dolayıdır… (s. 294)
Kutsal Topraklar’ı şeyhiyle ziyaret eden Bayram’ın kaç yıllık isteği gerçek olur. İlk kez on yaşındayken (s. 295) hacca gitme arzusunu duyan Bayram heyecanını zor bastırır. Mekkeli günler bir rüya gibi geçer. Üç yıl süren ziyaretin ardından Aksaray’a yerleşirler. Şeyhi’nin vefatından sonra Hacı Bayram, Ankara’ya geri dönerek kalenin dışında Romalılardan kalma, sonra Bizanslıların kilise yaptıkları eski mabet Augustus Tapınağı’na hemen bitişik arsayı alarak tekke inşaatını başlatır:
… Bu, geniş bir meydanı, halvet hücreleri ayrıca tekkede kalacakların odaları…
Güzel bir yapıydı. Daha önce Hacı Bayram arada sırada dergâha uğrayan bir mimarla görüşmüş, ona kabataslak bir plan çizdirmişti… (s.364)
Romanda mekân kahramanların, özellik de Numan’ın, değişimine eşlik etmiştir.
Mekânın niteliği değiştikçe kahramanın değişimi de izlenmektedir. Aslında değişen mekân değil; kahramanın ta kendisidir. Tanıtım amaçlı ve insan-mekân ilişkisi kurularak sunulan mekânlar tarihîliğini de koruyarak romanda ölümsüz kılınmıştır.

d) Zaman
Bayram, ilk bakışta sıradan bir tarihî roman izlenimi veriyor. Sıradan bir kurgu, basit bir anlatım tarzı… Ancak biraz daha dikkatle incelendiğinde kurgunun epeyce sağlam bir tarih bilgisine dayandırıldığı gözlenmektedir. Özellikle romanda zamanın kurgulanması, tarihî bilgilerin derlenmesiyle gerçekleşir.
Romanda tarihîlikle kurgusallık iç içedir. Vak’a 1353’lü yılların yaz aylarında başlar:
1353’lerde Ankara’nın Solfasol köyünde, yaz aylarında günlerden bir gündü...(s. 7)
Olaylar Numan’ın dünyaya gelmesi ile kronolojik olarak takip edilir.
…1353 yılının sonbaharında, Koyunluca Ahmet’le karısı Nazlı’nın ilk erkek çocukları doğdu… (s. 12)
Romanda Numan’ın dünyaya gelmesiyle başlayan büyüme macerası ile Osmanlı devletinin tarihî macerası paralel olarak işlenir.
Numan’ın büyüme macerası kronolojik ifadelerle ve gerçek doğum tarihine paralel olarak anlatılır. Ayrıca asıl adının Numan olduğu, Ankara yakınlarındaki Solfasol (Zülfadl) köyünden Koyunluca Ahmet’in oğlu olduğu, kuvvetli bir medrese tahsilinden geçtiği tasavvufî kaynaklarda da geçmektedir.60 Bu bilgilerin romandakilerle örtüştüğünü belirtmeliyiz.
Kırkını doldurduğu gündü, öğle namazından sonra kapı çalındı… Köyün Ahî ereni İzzettin Baba ve tanımadığı iki hoca efendi daha. (s. 12)
— Şimdi üç yaşındayım, gelecek yıl dört olacağım, annem öyle söyledi… (s. 19)
Numan dört yaşlarında, ille de Meczup Ali ile dolaşıp köylüyü namaza kaldırmaya heveslendi… (s. 20)
...Numan beş yaşını doldurmaya bir iki ay kala, İzzettin Baba’dan derse başladı… (s. 25)
Numan yedi yaşında hafız oldu… (s. 30)
Numan dokuz yaşlarındaydı, babası bir gün eve; minicik açık kahverengiden kızıla doğru çalan, pırıl pırıl tüylü bir köpecik getirdi… (s. 38)
Numan on bir yaşındaydı artık, Arapçayı öğrenmişti. (s. 42)
...-Bak sen on üçüne geldin… (s. 52)
Numan 1368 tarihinde on beş yaşındayken; Arapçadan tefsir, hadis ve fıkıhtan sıkı bir imtihandan geçirildikten sonra, Ankara’da Kara Medrese’ye kabul edildi.(s. 63)
…Numan şimdi on altı olduğuna göre… (s. 82)
— On yedi. Ama Ali amca bu aşk yedi bitirdi beni… (s. 98)
…Numan’ın medresede üçüncü yılı bitmiş, delikanlı on sekiz yaşına basmıştı…(s. 103)
— Ben de on dokuzuma basacağım birkaç ay sonra. (s. 118)
Tarih 1375’ti, Numan yirmi iki yaşındaydı ve jüri karşısında vereceği sınava hazırlanıyordu… (s. 187).
1378’de Numan yirmi beş yaşındayken, bu kez ölü bir kız bebekle, Ethem geldi…(s. 195)
1388’te, Numan otuz iki yaşındayken Koyunluca Ahmet vefat etti… (s. 199)
1393 yılında Numan kırk beş yaşına basmıştı, bir gün medresenin hademesi onu buldu ve şeyh kılıklı bir zatın kendisini aramakta olduğunu söyledi… (s. 219)
Şeyh Hamit Efendi’yi, mübarek Hacılar Bayramı’nın arifesinde ziyaret eden Numan’a Hacı Bayram adı verildikten sonra bu isimle anılmaya başlanır. (s. 232)
Hacı Bayram ses çıkarmadı, kırk yedi yaşına gelmiş, annesine karşı bir kere bile sesini yükseltmemişti, şimdi de yükseltmeyecekti. (s.266).
Hacı Bayram, bir velî olduktan sonra Allah yolunda yürümeye devam eder ve yetmiş altı yaşına geldiğinde vefât eder.
Numan’ın yaşam macerası gerçek tarihlere uygun olarak sunulurken (1353–1430) zamanın Numan üzerindeki etkisi açıkça izlenir. Zaman içinde büyük değişiklikler geçiren Numan’ı üç aşamada değerlendirebiliriz: Çocuk Numan, Medrese tahsili görmüş Numan ve Hacı Bayram. Zamanın onun üzerinde olgunlaştırıcı bir etkisi olduğu gerçektir. Yaşam macerası kronolojik olarak takip edilirken geriye dönüşler
yaşanmaz.

Numan’ın hayat macerası sunulurken, Osmanlı devletinin 1340’ladan 1430’lu yıllara kadarki devri, tarihî seyir halinde izlenir. Bu esnada tarih, romanı zenginleştiren bir süs olarak arka fonda kullanılır.
Yıl, 1340’ların ikinci yarısıydı ve Bizans’ın başı, hâkimiyeti altında bulunan Balkan Devletleri ile fena halde dertteydi… yıl 1347 idi, Bizans Osmanlı’dan açık açık yardım istedi.
1352 sonlarında veliaht şehzade Süleyman Paşa, İstanbul’a yürümeye hazırlanan müttefik Sırp-Bulgar ordusunu Dimetoka Meydan Muharebesi’nde yendi…
Yıl, 1353’tü. (s. 11)
1354’te Süleyman Paşa; Ankara, Bolu ve çevrelerini Osmanlı topraklarına kattı…
…Süleyman Paşa… 2 Mart 1354’te Gelibolu Kalesi’ni fethetti…
1357 yılında Süleyman Paşa, atının ayağı sürçüp tökezleyip düşünce, Veliaht Şehzade başını taşa vurarak vefat etti. (s. 25)
Çok değil bir yıl sonra, 1362’de Sultan Orhan Gazi vefat etti.(s. 40)
1364 Osmanlı-Bizans antlaşması Bizans’ın Türkleri yerlerinden çıkarma ümidine son veriyordu. (s. 42)
…Haçlılar hızla ilerleyip Edirne’nin kuzeydoğusunda, bugün Sırpsındığı adını taşıyan mevkiin güneyinde Meriç nehrinin kenarına yerleştiler, tarih 1364’tü. (s. 47)
Bu arada, geçen on yılda Osmanlı, Rumeli’de toprak ve nüfuzunu genişletmişti..
Çirmen muharebesi, Türklerin zafer kazanmasıyla sonuçlandı, tarih 26 Eylül 1371’di.(s. 62)
1373 ve 1374’te Kuzey Makedonya’da mühim yerler fethedildi. (s. 96)
1376’da Kuzey Bulgaristan’da saltanat süren Bulgaristan kralı daha ağır şartlarda Osmanlı Devletine tâbi oldu… (s. 163)
1384’te artık ihtiyarlamış olan Vezir Lala Şahin Paşa, son seferini Bosna’ya yapmış, Türkler ilk defa bu tarihte Bosna topraklarına ayak basmışlardı. (s. 197)
1385’in mühim iç olayı ise; Sultan Murat’ın üç oğlundan ortancası Savcı Bey’in babasına karşı ayaklanmasıydı.
İlk Osmanlı-Karaman harbi 1386–1387 yılları arasında oldu.
…1389’da Kosova’da yapılan büyük meydan savaşı, sekiz saat sürdü. (s. 198)
…1390’da Yıldırım, Bizans İmparatorunu değiştirecek, yeni bir imparator başa getirecek kadar nüfuz kazanmıştı… (s. 206)
…Yıldırım 1391 yılının baharında, doğuya doğru ilerleyerek, Karaman Beyliği’ne girdi… (s. 213)
1391’de Şile Kasabası Bizanslılardan alındı…
1391 yazında Romanya Türk hâkimiyetine girdi… (s. 213)
Osmanlı tarihi ara kısımlarda kronolojik olarak takip edilirken, tarihî olaylar ile romanın kahramanları asında bağlantılar kurularak bütünlük sağlanmaya çalışılmıştır.
Örneğin; Yıldırım Beyazıt’ın Romanya ve Yunanistan’ı fethinden sonra Ankara’ya gelip Ankara Kalesi’nde özel bir evde kalması ve orada medreseden gelenleri misafir kabul edip onlarla görüşmesi, bu ziyaretçi grubunun içinde Bekir ve Numan’ın da olması bu bağlantının bir örneğini teşkil etmektedir (s. 214)
Roman boyunca da kitabî tarih bilgilerinin sunumu devam eder:
…1395 yaz ayları boyunca devam eden Bizans’ın ikinci muhasarası, Avrupa’yı ayaklandırmıştı… (s. 250)
25 Eylül 1396 sabahı, arkasını Tuna’ya dayamış ve düşmemiş olan Doğan Bey’in idaresindeki Niğbolu Kalesi, Tuna tarafından düşman donanmasıyla satılmış bulunuyordu…(s. 251)
14. asrın son yıllarında bir doğu Türk Hakanı olan Timur’un saldırılarının nerede duracağı bir bilinmezdi… (s. 298)
Savaştan önce 28 Temmuz 1402 sabahı Yıldırım, askere çok dokunaklı bir konuşma yaptı… (s. 299)
Yıldırım’ın tutsaklığı yedi ay, on iki gün sürdü, 3 Mart 1403’te Akşehir’de vefat etti… (s. 300)
Osmanlı tarihinde, 28 Temmuz 1402’deki Ankara savaşından, Yıldırım’ın oğullarından Mehmet Çelebi’nin babasının mirasını tek elde toplayabildiği kardeşi Musa Çelebi’nin ölüm tarihi olan 5 Temmuz 1413’e kadar devam eden on yıl, on bir ay, sekiz günlük devreye “saltanat fasılası, kargaşalık devri” anlamında “Fetret Devri” denir. (s. 308)
1414 yılında Foça, Sakız ve Midilli’deki Ceneviz Beyleri Osmanlılara vergi vermeyi kabul etmişlerdi. (s. 339)
1419 ve 1420’de Romanya harekâtı devam etti… (s. 340)
… Sultan Mehmet 1421 Mart’ında, otuz iki yaşlarında Edirne’de vefat etti… (s. 373)
… Sultan Mustafa 1422 kışında on iki bin atlı ile beş bin yaya askerle, Bursa’ya doğru ilerlemeye başladı… (s. 385)
Otuz bin kişi ve ayrıca donanmayla İstanbul’u kuşatan Sultan 20 Haziran 1422’de şehrin önüne geldi… (s. 400)
Bizans’la 22 Şubat 1424 anlaşması ile muhasaranın kaldırılması karşılığı olarak Sultan Murat bundan böyle Bizans’tan yılda üç bin akça tutarında vergi alacaktı.(s. 401)
Bundan sonraki hareket, Aydın ve Menteşe oğullarını tarihe gömdü. 1425 yılında Menteşe ili.. (s. 405)
1426’da Salihli Meydan Savaşı’nda Osmanlı ordusuna yenilen… (s. 405)
1427 sonunda Germiyanoğlu II. Yakup Bey, 100 kişilik maiyetiyle Edirne’ye gelerek Sultan Murat’ı ziyaret etti… (s. 406)
… 1428 başında II. Yakup Bey öldü… (s. 406)
Ak Topraklar dışında, tarihî, romanlarında bir fon olarak kullandığını ifade eden Işınsu61, Bayram’da da aynı şeyi yapar. Romanın başkahramanı Numan’ın doğumundan ölümüne kadar ulaştığı mertebeler sunulurken, araya tarihî bilgiler serpiştirilir. Tarihî olaylar, romandaki vak’anın gidişatına yön verir nitelikte sunulur. Bu da vak’a zamanı ile tarihî zaman arasında kurulan dengenin varlığı ile sağlanmış olur.

56 Kaplan, Mehmet, a.g.e., s. 5.
57 Doğumundan itibaren kırkıncı gününü tamamlayan bir bebeğe hayır dualarının okunması.
58 Işınsu, Emine, Bayram, Ankara 2005, s. 5.
59 Bkz., Aktaş, Şerif, a.g.e., s. 13-14.
60 Geniş bir bilgi için bkz. Güzel, Abdurrahman, Dinî-Tasavvufi Türk Edebiyatı, Ankara 1999, s. 295–
302.
61 23.09.2005’te Kendisiyle Yaptığımız Mülâkat.

http://www.belgeler.com/blg/1hkm/emine- ... ine-isinsu


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Emine Işınsu -Hayatı ve Eserleri- Üzerine
MesajGönderilme zamanı: 02.10.11, 21:44 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 28.09.10, 13:01
Mesajlar: 166
Emine Işınsu (17 Mayıs 1938 - ) Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatı tarihinde şiirleri, hikâyeleri, romanları ve tiyatroları ile tanınmış çok yönlü bir yazardır.
Asker bir baba ile şair bir annenin çocuğu olarak dünyaya gelen Işınsu’nun okuma ve yazmaya olan ilgisi küçük yaşlardan itibaren ortaya çıkar. Henüz ilkokul çağlarındayken ilk eseri Minko’nun Hatıraları adlı hikâyeyi yazar. T.E.D. Koleji’ndeyken arkadaşları arasında şair olarak tanınan Işınsu, ilk şiirlerini yayımlamaya başlar.
Yüksek öğrenim hayatı oldukça hareketli geçen Işınsu, kaydolduğu üniversitelerde İngiliz Dili ve Edebiyatı, İşletme, Hukuk, Felsefe bölümlerine aralıklı olarak devam eder. Bir ara üniversiteyi yarıda bırakıp A.B.D’de kazandığı Sosyal Akademi Uzmanlığı kurslarına katılır. 1959 yılı sonlarında ilk evliliğini yapar. Bu dönemde üniversiteye ara vermek zorunda kalır.
Kayıt yaptırdığı üniversitelerin hiçbirini tamamlayamamış olan Işınsu, hayatını yazmaya adar, bundan sonraki yaşamında dergi, gazete, tiyatro ve roman yazarlığı yapar.
Şiirle başlayan yazı hayatı; fıkra ve roman denemeleriyle zenginleşirken, birçok dergi ve gazetede yazmaya devam eder. Müslüman ve Milliyetçi bir havanın hâkim olduğu bir çevrede yetiştiğinden, bu havayı yazılarına aksettirir.
Yazmayı, yaşama sebebi olarak gören Işınsu, bu görevi hakkıyla yerine getirmek için uğraşır. Yazmadan evvel büyük bir hazırlığa girişen yazar, artık eserin dünyasında yaşamaya başlar.
İlk romanı Küçük Dünya’nın ardından romanda başarıyı yakalayan Işınsu, bu türde ilerlemeye karar verir.
Çalışmamızda Işınsu’nun şimdiye kadar yazmış olduğu on üç romanından dört tanesini ele alarak tarihî roman türü altında değerlendirmeye çalıştık. Türk tarihinin önemli dönemlerine tanıklık ettiği halde Dış Türkler (Çiçekler Büyür, Azap Toprakları,
Tutsak) ve 1980 dönemindeki olaylara temas ettiği (Sancı, Canbaz, Kaf Dağının Ardında) romanlarını çağ romanı kabul ederek çalışmamıza dâhil etmedik. Ele aldığımız romanları kronolojik bir şekilde vak’a, şahıs kadrosu, mekân, zaman, dil ve üslûp açısından inceledik.
Ele aldığımız ilk roman, yazarın Malazgirt Zaferi’nin 900. yıl kutlamaları vesilesiyle yazdığı Ak Topraklar (1971)’dır. Eser, Türklerin Anadolu’ya geliş macerasını anlatır. Büyük Selçuklu Devletinin hükümdarlarından Tuğrul ve Çağrı Beyler dönemlerinden itibaren Alp Arslan Başbuğ’un Malazgirt’i fethine kadar yaşanan olaylar Dede Korkut’un canlı üslubuyla sunulmuştur.

Yazarın şimdilik son romanı olan ve tezimiz bitmek üzereyken basılan Bayram (2005)’da ise; XV. yüzyılın büyük mutasavvıflarından Hacı Bayram Veli’nin yaşamı ve tasavvuf anlayışı anlatılmıştır. Bazı gerçeklerin günümüz gençleri tarafından daha iyi idrak edilebilmesi amacıyla sade ve basit bir dille yazılmıştır. Yazar, bizce amacına ulaşmış, çoğunlukla tasavvuf gerçeğini okuyucusuna kavratabilmiştir.
Bir Yunus hayranı olan Işınsu’nun son dönem yazdığı eserler tasavvufî ağırlıklıdır. Bu romanlarından biri de Bukağı (2004)’dır. Tarihî-biyografik bir eser olan Bukağı’da XVII. yüzyıl mutasavvıflarından Niyâzî Mısrî’nin yaşamı ve öğretileri ile o dönem Osmanlı devletinin içinde bulunduğu karmaşık ve siyasî panorama, devrin hayat tarzı ile bütünleştirilerek verilmiştir.

Millî Mücadele heyecanının anlatıldığı Cumhuriyet Türküsü’nde (1993) İstanbul’un işgalinden Büyük Taarruz’a kadar geçen olaylar hikâye edilmiştir. Eserde kahramanların duygusal ilişkileri tarihî gerçeklikle bütünleştirilerek sunulmuştur. Eserin dili, devrin dil hususiyetlerini yansıttığından bugünün gençleri için oldukça ağırdır.
Işınsu, romanlarında millî hafızanın işlenmesine önem verirken bu anlayışını roman kahramanlarında hissettirmiştir. Eserlerde tarihle ilgili birtakım okuma ve araştırmalara gidildiği, olayların bazen bağımsız, bazen de çeşitli kahramanlar çevresinde somutlaştırıldığı görülür. Tarihî romanlarda şahıs kadrosunu oluşturacak kahramanların seçimi ve anlatılma tarzı çok önemlidir. Işınsu’nun romanlarındaki şahıs
kadrosunun bir kısmı tarihî şahıslardan (Alp Arslan, Çağrı Başbuğ, Tuğrul Sultan, Hacı Bayram Velî, Niyâzi Mısrî, Mustafa Kemal vb.) oluşurken, bir kısmı da yazarın yaratıcı muhayyilesi tarafından oluşturulmuştur. Onun kahramanları eserde kendiliğinden doğarken, Işınsu, isimlerini bile onlar doğmadan önce düşünmüştür.
Tarih bilincini karakterlerin bilincinden vermeyi başaran yazar, tiplerini iyi tanıyarak çizmiştir.
Romanlarda farklı görüş ve ideolojilerin tarihsel bir zeminde buluştuğu hissedilmiştir. Bunun için yazar; tarihsel olayları farklı bakış açısıyla anlatarak olgulara farklı perspektiflerden bakma yöntemini uygulamıştır. Romanda tarihin eksik kaldığı yerler kahramanların duygu yanları ve kurmaca olaylarla doldurulmuştur.
Işınsu’da kahramanları açıklamada diğer unsurlar mekân ve zamandır. Onun romanlarında mekân ve zaman, bir bakıma sosyal gerçeklerden oluşmuştur. Işınsu eserlerinde ayrıntılı mekân tasvirleri yaparak, mekânlar hakkında bilgiler sunmuştur.

Özellikle Bayram ve Bukağı’da bu anlatım özellikleri göze çarpar. Mekân, olayların meydana geldiği bir sahne olmanın ötesinde, tarihsel ve sosyal bir olgu olarak romanlarda çoğunlukla fotoğrafik olarak yer almıştır. Zaman ise; mekân ve kahramanlar üzerindeki etkisini romanlarda anlatılan vak’a boyunca hissettirmiştir. Vak’a zamanı ile tarihî zaman arasında kurulan denge, anlatılan zamana eşlik etmeyi başarmıştır.
Romanlarında Türkiye Türkçesi, Dede Korkut dili ve Osmanlı Türkçesi’ne kadar devre ve işlenen vak’aya özgü bir dil kullanmıştır. Eserlerindeki akıcılık, duruluk ve canlılık dikkat çekicidir.
Işınsu, eserlerinde millî hafızanın işlenmesine oldukça geniş yer vermiştir. Şu anki hayatımızı tarihteki olay ve hayatlarla mukayese ederek kendimizi daha iyi tanıyabileceğimizi savunmuştur. Bu nedenle eserlerinde tarih bilinci önemlidir.
Romanlarındaki şahısların tarihî bilgileri sunması, ayrıca tarihî zaman ve mekânların varlığı esas kılınmıştır. Türk tarihini, bir fon olarak eserlerinde işlerken amacının tarihî roman yazmak değil, tarihi, bir süs olarak kullanmaktan öteye gitmediğini belirtebiliriz.
Işınsu, uzun bir araştırma evresinden sonra elde ettiği tarih malzemesini, itibarî âlemiçerisinde okuyucuların dikkatine sunmuştur. Işınsu, bilgiyi sanat eserine dönüştürmekte oldukça başarılıdır. Menkıbeler ve muhayyilenin sınırsız gücü de eserin diğer önemli kaynakları arasındadır.
Eserlerde tarih bilincini oluşturmak için sadece geçmişi vermek yetmez. Tarihî roman yazarı, geçmiş ile bugün arasında bir bağ kurmalıdır ki, mesajını tam olarak sunabilsin. İşte Işınsu, eserlerinde bunu başarıyla gerçekleştirmiştir.

Yaşama sebebi olarak algıladığı yazma eylemi Işınsu’nun kaleminde yaşamaya devam ederken, eserleri elbet bir gün hak ettiği gerçek değeri bulacak ve Işınsu, edebiyat tarihimizdeki yerini korumaya devam edecektir.

BİBLİYOGRAFYA
EMİNE IŞINSU’NUN ESERLERİ
I) ŞİİRLERİ
1- İki Nokta, Ankara 1956.
II) TİYATROLARI
1- Bir Yürek Satıldı, Ankara 1966.
2- Bir Milyon İğne, Ankara 1967.
3- Ne Mutlu Türküm Diyene, Ankara 1969.
4- Adsız Kahramanlar, Ankara 1975.
II) DENEMELERİ
1- Dost Diye Diye, Ankara 1988.
IV) HİKÂYELERİ
1- Bir Gece Yıldızlarla, İstanbul 1997.
V) ROMANLARI
1- Küçük Dünya, İstanbul 1966.
2- Azap Toprakları, İstanbul 1969.
3- Ak Topraklar, İstanbul 1990.
4- Tutsak, Ankara 1975.
5- Sancı, İstanbul 1975.
6- Çiçekler Büyür, İstanbul 1979.
7- Canbaz, İstanbul 1982.
8- Kaf Dağının Ardında, İstanbul 1988.
9- Atlıkarınca, İstanbul 1990.
10- Cumhuriyet Türküsü, İstanbul 1993.
11- Nisan Yağmuru, İstanbul 1997.
12- Bukağı, İstanbul 2004.
13- Bayram, Ankara 2005.

FAYDALANILAN KAYNAKLAR
1. AĞANOĞLU, H., Yıldırım, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Balkanlar’ın Makûs Tarihi Göç, İstanbul 2001.
2. AKTAŞ, Şerif, Edebiyatta Üslûp ve Problemleri, Ankara 1993.
3. AKTAŞ, Şerif, Roman Sanatı ve Roman İncelemesine Giriş, Ankara 2000.
4. ARGUNŞAH, Hülya, Türk Edebiyatında Tarihî Roman (Basılmamış Doktora Tezi), İstanbul 1990.
5. AŞKAR, Mustafa, Tasavvuf Tarihi Literatürü, Ankara 2001.
6. CARR, Edward, Tarih Nedir, İstanbul 1984.
7. ÇELİK, Yakup, “Tarih ve Tarihî Roman Arasındaki İlişki, Tarihî Romanda Kişiler”, Bilig (Türk Dünyası Sosyal Bilimler Dergisi), S. 22, 2002.
8. ÇERİ, Bahriye, “Cumhuriyet Romanında Osmanlı Tarihinin Kurgulanışı”, Tarih ve Toplum, C. 33, S. 198.
9. ÇETİN, Nurullah, Roman Çözümleme Yöntemi, Ankara 2005.
10. ÇINARLI, Mehmet, Sanatçı Dostlarım: 11 Emine Işınsu, Töre, S. 61, Ankara 1976.
11. ÇOKUM, Sevinç, “Işınsu Milli Mücadeleyi Yeniden Soluyor”, Türk Edebiyatı, S. 237, Temmuz 1993.
12. DEVELLİOĞLU, Ferit, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Ankara 1999.
13. DUMAN, Erol, Emine Işınsu’nun Romanları (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Çanakkale 1997.
14. ERTOP, Konur, “Romancılığımızda Tarihe Yaklaşım”, Hürriyet Gösteri, S. 197.
15. FORSTER, E. M., Roman Sanatı, İstanbul 1985.
16. GÖĞEBAKAN, Turgut, Tarihsel Roman Üzerine, Ankara 2005.
17. GÜZEL, Abdurrahman, Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı, Ankara 1999.
18. HUYUGÜZEL, Ömer Faruk, Hüseyin Cahit Yalçın’ın Hayatı ve Edebî Eserleri Üzerine Bir Araştırma, İzmir 1984.
19. HÜRSOY, Elif, “Ve Her Yıl Çiçekler Yeniden Büyür!”, Türk Edebiyatı, S. 364, Şubat 2004.
20. IŞINSU, Emine, “Halide Nusret Zorlutuna ve Aşk ve Zafer”, Töre, S. 95, Ankara,1979.
21. IŞINSU, Emine, “Emine Işınsu Annesini Anlattı”, Türk Edebiyatı, S. 129, 1984.
22. İSLAM, Ayşenur, Emine Işınsu’nun Sekiz Romanında Şahıslar Dünyası (Basılmamış Doktora Tezi), Ankara 1992.
23. KAPLAN, Mehmet, Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar I, İstanbul 1976.
24. KAPLAN, Mehmet, Tevfik Fikret Devir-Şahsiyet-Eser, İstanbul 1998.
25. KAPLAN, Mehmet, Nesillerin Ruhu, İstanbul 2001.
26. KAPLAN, Mehmet, Türk Milletinin Kültürel Değerleri, Ankara 2001.
27. KOCAGÖZ, Samim, “Niçin Kurtuluş Savaşı Romanı”, Türk Dili, S. 298, Ankara 1976.
28. KÖKDEMİR, Ahmet, Emine Işınsu, Hayatı – Şahsiyeti – Sanatı – Fikirleri – Eserleri (Basılmamış Doktora Tezi), Samsun 1995.
29. LUKACS, George, Roman Kuramı (Çev. Sedan Ümran), İstanbul 1985.
30. Milli Kültür Unsurlarımız Üzerinde Genel Görüşler, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Atatürk Kültür Merkezi Yayını, S. 46, Ankara 1990.
31. MORAN, Berna, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, İstanbul 1981.
32. NACİ, Fethi, 100 Soruda Türkiye’de Roman ve Toplumsal Değişimler, İstanbul 1981.
33. NACİ, Fethi, “Romancının İşi Tarih Değil Roman Yazmaktır”, Hürriyet Gösteri, S. 197–198.
34. NARLI, Mehmet, Orhan Kemal’in Romanları Üzerine Bir İnceleme, Ankara 2002.
35. ÖZÖN, Mustafa Nihat, Türkçede Roman, İstanbul 1985.
36. STEVICK, Philip, Roman Teorisi (Çev. Sevim Kantarcıoğlu), Ankara 2004.
37. TAŞTAN, Zeki, Türk Edebiyatında Tarihî Romanlar, ( Basılmamış Doktora Tezi), İstanbul 2000.
38. TEKİN, Mehmet, Roman Sanatı I, İstanbul 2003.
39. TİMUR, Taner, Osmanlı-Türk Romanında Tarih, Toplum ve Kimlik, İstanbul 1991.
40. TÖRENEK, Mehmet, Türk Romanında İşgal İstanbulu, İstanbul 1997.
41. TUNALI, Yağmur, “Emine Işınsu ile Mektup-Mülâkat”, Töre, S. 139, Ankara 1982.
42. TUNALI, Yağmur, “İfade-i Meram Yahut Sarı Bir Gül”, Töre, S. 139, Aralık 1982.
43. TUNCER, Hüseyin, Dil-kültür, Edebiyat ve Sanat Penceremizden, İzmir 2000.
44. TURAL, Sadık Kemal, Zamanın Elinden Tutmak, İstanbul 1982.
45. TURAL, Sadık Kemal, “Tarihçinin Edebiyat Dünyasından Alması Gerekenler”, Töre, S. 159.
46. UĞURCAN, Sema, Abdülhâk Hâmid Tarhan’ın Eserlerinde Tarih, İzmir 2002.
47. UÇAR, Şahin, Tarih Felsefesi Meseleleri, İstanbul 1997.
48. Uluslararası Dede Korkut Bilgi Şöleni, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara 1999.
49. WELLEK, R. VARREN A. , Edebiyat Teorisi (Çev. Ömer Faruk Huyugüzel), İzmir 1993.
50. YALÇIN, Alemdar, Cumhuriyet Dönemi Çağdaş Türk Romanı 1946–2000, Ankara 2003.
51. YAVUZ, Hilmi, “Tarihî Roman Ancak Belli Bir Tasarımdan Yola Çıkılarak Yazılabilir”, Hürriyet Gösteri, S. 197–198.
52. YILDIRIM, İrfan Murat, Yusuf Vezir Çemenzeminli’nin Hayatı ve Edebî Eserleri Üzerine Bir Araştırma (Yayımlanmamış Doktora Tezi), İzmir 1994.
53. YURDAKUL, Ahmet, “Tarihin Hayatı Roman”, Hürriyet Gösteri, S. 197–198.

EKLER
Alıntı:
EK 1

EMİNE IŞINSU İLE MÜLÂKAT
23.09.2005
15.00–18.00
ANKARA

1) Yaşamınızla ilgili genel bir malumata sahibiz. Ancak şu sorunun yanıtını net olarak sizden duymak istedik: Asker bir baba ile öğretmen bir annenin çocuğu olarak dünya gelmek yaşamınızı hangi açılardan etkiledi?
Annemle babamın evliliği aslında iki farklı kutbun evliliğidir. Babam askerdi, sanattan anlamayan ancak annemi bu konuda destekleyen biriydi. Aile içinde babam misafirden kaçar, annemse insanların içine girmeyi severdi. Babam cemiyet dışında olmayı isterdi. O nedenle ikisi farklı gruplarda yer alıyorlardı.

2) Aile içinde özellikle de annenizle olan ilişkinizi gözden geçirirken, merak edilen bir husus ortaya çıkıyor: Siz nasıl bir annesiniz?
Annemin tam tersi. O beni ne kadar sıktıysa ben üç çocuğumu da o kadar serbest bıraktım.

3) Yazı yaşamınız ne zaman, nasıl başladı?
Çok erken başladım yazmaya ilk yazı deneyimim ilkokul-ortaokul arasında Minko’nun Hatıraları adlı hikâye ile başladı. Ankara Koleji’ndeyken Eğitim dergisinin çocuk sayfalarında yazılarım yayımlandı. Şiirle devam etti. Eğitim Dergisi’nde çıkan şiirlerimi Mümtaz Turhan kitap haline getirdi. O zamanki şiirlerim Japon şiiri gibi kısa kısa şiirlerdi. O dönemde felsefem sevgi üzerine kuruluydu.
İlk evliliğimde kızıma hamileyken yazılar yazdım. Yere oturur bir taraftan kızımı sallar, bir taraftan da romanımı yazardım. İlk romanım Küçük Dünya’da Urfa’yı yazdım. Annem Urfa’ya ait her şeyi ayrıntısıyla bilirdi.

4) Sizinle yapılan mülâkatlarda edebiyat ile ilgili yöneltilen soruları Ben edebiyatçı değilim diyerek geri çeviriyorsunuz çoğu kez. Bunun nedenlerini açıklamanız mümkün müdür?

Edebiyat okumadım. Yalnız İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde bir süre öğrenim gördüm, sonra yarım bıraktım. Edebiyatla ilim olarak hiç ilgilenmedim. Sadece romancıyım.

5) Kendinizi hangi türde başarılı buluyorsunuz?
Kendimi romanda başarılı buldum. Ancak zaman zaman hikâyelerim, denemelerim, çeşitli gazetelerde yayımlanan fıkralarım da oldu.

6) Bugün ülkemizde gölgede kalan yazarlar topluluğu mevcut. Okuyucularınız bazı eserlerinize ulaşmakta güçlük çekerken gündeme sık sık gelmeyişinizi farklı nedenlere bağlıyorlar. Siz bu konuda neler söyleyeceksiniz?
Ben, gölgede kalan yazarlardan biri olduğumu kabul ediyorum. 1970’lerin öğrenci olayları sırasında ülkücülerin ikinci şeyhiydim. Sancı romanımda Dursun Önkuzu’nun hayatını anlattım. Bizzat onun yaşadığı yere –Zile- gidip araştırmalarda bulundum. Milliyetçi bir tutum sergiledim. Çok affedersiniz bana faşist karı lâkabını taktılar ve beni dışladılar. Memleketimizde eskisi gibi olmasa da hala bir şekilde bu olay isim değiştirerek devam ediyor. Yayın araçları da bu şahısların elinde olduğu için
ismimden hiç bahsedilmiyor, ismim ortalıkta dolaşmıyor.

7) Bu tavırdan da çok rahatsız değil gibisiniz.
Hayır, tavrım öncelikle dinime olan derin inancımdan kaynaklanıyor. Hz. Peygamber’in Şöhret afattır diye bir hâdisi vardır. Bir de ihtiraslı bir kimse değilim, topluluk karşısında çok ürkerim, televizyona çıkmaktan da…

8) Dil konusundaki tercihleriniz nelerdir? Siz nasıl bir Türkçenin peşindesiniz?
Konuşulan Türkçenin peşindeyim. Cumhuriyet Türküsü adlı romanımda Osmanlıyı temsilen yazdığım, Osmanlıyı simgeleştirdiğim Abdülgalip ile Hüseyin Hüsnü Bey’i Osmanlı Türkçesi ile konuşturdum. Büyük hata etmişim, benim sevdiğim romanım olduğu halde okuyucusu pek fazla olmadı.

9) Peki bu romanınızı nasıl yazmaya başladınız?
Umay Günay’ın teşvikiyle yazmaya başladım. Roman ona ithaf edilmiştir. Bir gece onun evindeyken Kuzum, yazacak konu bulamıyorum, bana bir konu bulsana diye sorunca, o da Cumhuriyet heyecanını yaz dedi. Ben bu fikri kullandım; ama onun istediği heyecanı veremedim galiba.

10) Romanlarınızı gözden geçirdiğimizde bir tutsaklık duygusuyla karşılaşıyoruz. Bunun nedeni nedir?
Maddî-manevî tutsaklık çok korktuğum, hiç sevmediğim bir şeydir. Bu duygularla o üç romanımı (Azap Toprakları, Çiçekler Büyür, Tutsak) yazdım. O zamanlar milletimiz ve Türkiye’deki yazarlar; Afrika’daki tutsak devletlerle ilgileniyorlardı. Onlar için sergiler açıp konferanslar tertip ediyorlardı. Ben de Türklerin tutsaklığını yazmak istedim.

11) Tutsak adlı romanınızı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Orada Türkeş Bey’i kullandım, çünkü solcular bu kadar gözü kara sol şahsiyetleri öne çıkardıkları için rahatsız olmuştum, buna bir tepki olarak bana gereksiz gibi görünen bir şey yaptım. Türkeş Bey’i o romanın içine koydum. Roman çıktıktan sonra romanlarıma tarafsız bir şekilde bakabiliyorum. Türkeş Bey’i siyasî bir şahsiyet olarak görmekten rahatsızlık hissettim ve ikinci baskısından sonra Bu romanım bir daha basılmasın dedim. Yeni bir yayınevi çok ısrar etti. Tutsak’ı basmak için. Bunun üzerine Türkeş Bey’in ismini çıkararak bazı düzeltmeler yaptım ve eser yeniden yayımlandı.

12) Eserlerinizin bir kısmının üzerinden yıllar geçti. Onları tekrar elinize aldığınızda zamanla ilgili bir kaygınız oldu mu?
Sana komik bir şey söyleyeyim. Ben romanlarımı sadece yayımdan geldikten sonra ilk ve son kez okurum, bir daha katiyen yüzlerine bakmam. Ancak Cumhuriyet Türküsü’nün ikinci cildini yazacağım için onu tekrar okudum.

13) Eserlerinizde ilk yıllarda yazılanlarla şimdikiler arasında fark var mıdır?
Son beş yılda üç veliyle ilgili, üç roman yazdım birbiri ardına. Biri Yunus Emre, biri Niyâzî Mısrî, biri de Hacı Bayram Veli. Son romanım olarak Bayram’ı çok zayıf bitirdim. Gençlere tasavvufu çok iyi anlatabilmek için bilhassa Bayram’ı fevkalâde basit yazdım. İşte öyle.

14) Romanlarınızda odaklanılmasını istediğiniz belli noktalar var mıdır?
Bayram’da tasavvufun anlaşılmasıdır. Yunus hakkında fazla bilgi yok. Tamamıyla bu büyük şairle tasavvuf adına bir karakter, bir hayat yaratmaktı kaygım. Niyâzî Mısrî bana fevkalade öfkeli göründü. Edindiğim bilgiler de o yöndeydi. Oysa ben öfkeyi hiç tanımam. Eskiden yılda bir kere öfkelenirdim. Şimdi hiç öfkelenmiyorum. Onun için öfkeyi anlayabilmek, öyle bir şahsiyeti yazmak bana zor geldi cidden. Hatta bir arkadaşımın söylediğine göre orada da rahmetlinin öfkesi pek hissediliyormuş. Her neyse ben o telaş içindeydim. Bu zor zâtı anlatabilme çabasındaydım. Diğer romanlarımda da buna benzer duygular içerisindeydim.

15) Romanda ayrıntının önemi ve yaşadığını yazmak konularında ne düşünüyorsunuz? Eserlerinizde sizden izlere sık sık rastlıyoruz ya da öyle hissediyoruz desek ne dersiniz?
Ben öyle sanıyorum ki, bütün romancıların karakterlerinde az çok kendileri vardır. Ben de öyleyim. Karakterlerin bazı duygularında varımdır. Kıskançlığı şöyle yaşarım çok güzel bir roman okudumsa, ya da tiyatro izledimse, keşke ben yazsaydım derim.

16) Roman kişileri ile gerçek kişiler arasında nasıl bir ayrım var?
Hiçbir ayrım yok. Romanlarımı yazarken benim gerçek dostlarım kahramanlarımdır, hepsi dostum, hepsi arkadaşımdır. Dış dünyayla ilişkim azalır. Romanın hayatı, romanın dünyası gerçeklik kazanır.

17) Romanlarınızda insanı nasıl işliyorsunuz?
Ben romanlarımda insanı anlatmak istiyorum, insan denen mahlûkatı. Bu yüzden bazı tipler ortaya çıkabilir. Kahramanların genellikle psikolojilerini vermek için çocukluklarına dönüyorum. Ne gibi etkiler yüzünden şimdi böyleler? Asıl onu vermek niyetindeyimdir. Ancak Cumhuriyet Türküsü’nde herhalde bunu yapamadım. Romanda asıl maksada takılarak Cumhuriyet fikrinin coşku ve sevinç vermesine bağlı kaldım..

18) Beni eserlerinizde etkileyen en önemli husus millî hafızanızın başarıyla işlendiği fark etmemdi. Bu nedenle size tarih ve tarihî roman hakkında sorularım olacak:
Sizce tarih neyi ifade ediyor? Tarihi, romanlarınıza yansıtmanızın amacı nedir?

Geçmişi olmayan bir millet gerek siyasî, gerekse kültür açısından köksüz bitkilere benzer. Ben, bizim milletimizin böyle olmasını istemediğim için kendi ufak çapımda bir hizmet verebilmek adına gerçekten gurur duyulacak tarihimizden bazı parçaları anlatmayı seviyorum.
Öyle sanıyorum ki, bazı fikirleri ve gerçekleri romanda vermek daha iyi oluyor.
Olaylar okuyucunun zihnine giriyor. Okuyucu kuru bir tarih kitabını okumaktansa tarihini roman içinde öğrenmeyi daha çok seviyor.

19) Tarihin yaşam için bir ders olduğuna inanıyor musunuz?
İnsan olarak şu anda yaşadığımız hayatı tarihteki insanlarla ve hayatlarla mukayese ederek kendimizi daha iyi tanıyabileceğimizi düşünüyorum.

20) Ülkemizdeki tarih anlayışı ne yönde ilerlemektedir sizce?
Bana kalırsa bir tarafta akademisyenler ciddî olarak çalışıp ciddî eserler verirken bir taraftan da tarihi popüler hale getiren romanların, dergilerin yayımlanması ve bunların ilgi görmesi güzel bir şey. Popülarite, tarihe karşı bir ilgi, saygı ve merak uyandırıyor.
Mesela Murat Bardakçı’ nın yazdığı Hürriyet gazetesinde her hafta çıkan tarih sayfası bence çok faydalı. Lâkin tarihimizi kötülemek için özellikle kötü olay ve insanları yazan veya onu çok basitleştiren dergiler de var. Bazen sırf Atatürk’ü tapılacak bir put gibi gösteren ve bu şekilde bizzat Atatürk’e karşı kusur işleyen makaleler de çıkıyor. Bu da yanlış bence.
Şüphesiz bazı akademik çalışmaların kusuru var. İsim vermeyelim. Bazen de hiç bilgisi olmayan, tarihimizi sevmeyen kişilerin tarihî roman ve makaleler yazdığını görüyoruz.

21) Tarihî roman yazarı olarak; tarihî romanlarda işlediğiniz değerlerden bahsedebilir misiniz?
Bir kere bu tarihî roman yazarısınız fikrini kabul etmiyorum. Benim için tarih, romanlarımın ana konusunu temsil eden bir şey değil. Romana renk katan bir unsurdur.
Sanırım bir tek Ak Topraklar’da bunun daha fazlasını yaptım. Oradaki asıl gayem; Türklere Anadolu’nun kapısını açan Malazgirt zaferini anlatmaktı. Ben bu zaferi hazırlayan olaylar zincirini yazdım. Mesela eski Türk kadınları tanıtılmalı diye düşünerek Aybala’yı ve bazı eski Türk kahramanlarını tanıtmak istedim. İşte bu yüzden belki tarihî roman kabul edilebilir.

24) Bugün şuurlu tarih anlayışı yok olmak üzereyken bu hususta sanatçıya düşen bir görev var mıdır?
Gayet tabii tablolarda, müzikte, romanda ve hikâyede tarihimizden bazı olayları seçebilirler. Mutlaka bütün tarihi değil, tarihimizden bazı parçalar yeterlidir bence. Mesela Çaykovski Türk-Rus harbini değerlendirerek çok güzel bir eser bestelemiştir. Eserin içinde top sesleri ve kilise çanları açıkça duyulabilir. Buna rağmen iki uygunsuz ilave yer alır; ancak bu eserin güzelliğini bozmaz. Eserin ismi Plevne’dir. Sonra Bethowen ve Mozart’ın da Türk marşları var bildiğimiz gibi. Bu marşlarda mehter ve
at nallarının sesi – Türk atlılarının nal sesi- açıkça duyulabilir. Yabancıların çok önemli bestekârları böyle eserler verirken Türkiye’de maalesef hiçbir bestekârımız Türk tarihiyle ilgili hiçbir olayı bestelemediler.

25) Öyleyse belgelerden hareketle eser vücûda getiren tarihî roman yazarı fiksiyona yani hayâl ve kurmacaya nasıl yaklaşacaktır?
Ben bunu yapmaya çalıştım, biraz da yapabildiğimi sanıyorum. Lâkin bu şöyle olur, böyle yapılır diyemiyorum, yani bu işin kurallarını bilmiyorum, biliyorsunuz roman yazarken içimden gelen aşk, romanı yönlendirir. Şöyle olsun, böyle olsun, şu kadarı girsin, bu kadarı çıksın diye öyle fazlaca mantık kurallarına takılmam.

26) Yeni yazdığınız eserinizde tarih hangi boyutuyla yer alıyor?
Osmanlının kuruluş devri, fetihler devri, Yıldırım’ın o şanlı padişahın Moğollara yenilişi, Fetret devri yeniden toparlanmaya çalışılır. Minik bilgiler halinde romanımı oluşturdum. Tarihî belge olarak Dr. Yılmaz Öztuna Bey’den yararlandım.

27) Yazmanın çileli bir yol olduğunu ifade ediyorsunuz. Bu çileli yol nasıl tamamlanıyor?
Çok zor. Romanı yazarken ya iyi oluyor diye uçuyorumdur, ya olmayacak, böyle gitmeyecek çok kötü diye yerlerde sürünüyorum. Bu iki duygu bana devamlı eşlik eder, gerçekten çileli olan bu yazma hevesi bazen umutlu, bazen umutsuz geçer.

Efendim, size yönelttiğim bazı suallerde olayları tekrar yaşar gibi olduğunuzu hissettim. Bu nedenle benim de heyecanım giderek arttı. Bize diğer insanların dertlerini, sıkıntılarını özümüz yüreğimizde hissetmemize vesile oldunuz. Sizi böyle duyarlı yetiştiren sevgili anneniz, Halide Nusret’i de saygıyla anarken size de en kalbi teşekkür ve duygularımı iletirim.

Tarifsiz duygular içinde evden ayrılmadan önce Tarçın (Işınsu’nun kedisi) ile Işınsu’nun gülen gözlerini anı olarak fotoğrafta ölümsüzleştirdik.


Alıntı:
Emine Işınsu Nasıl Yazar?

...Uzun araştırma süreçlerinden, ruhî hazırlıklardan sonra kendi dünyasına çekilen yazar, yazma safhasına geçer ve bu macera şöyle devam eder:
Ben umumiyetle yazarken bir sene boyunca, yazacağım roman hakkında araştırma yaparım. Bilgiler edinir ve bilgilerimi bir deftere kaydederim. Bilgiler çoğaldıkça karakterlerim ve olaylar doğmaya başlar. Onları da defterime kaydederim.
Aldığım bilgilere göre küçük küçük sahneler yazmaya başlar ve bunları da not ederim.
Bir sene gibi bir süre geçtikten sonra bir gün gönlüm, artık yazman lazım, der. Daha fazla duramam. Allah’ın izniyle başlarım. Arada değil belki, ama büyük bir kısmını romana geçiririm, tabi biraz değiştirerek...
47

47Hürsoy, Elif , “Ve Her Yıl Çiçekler Yeniden Büyür!”, Türk Edebiyatı, S. 364, Şubat 2004, s. 7.



http://www.belgeler.com/blg/1hkm/emine- ... ine-isinsu


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Emine Işınsu -Hayatı ve Eserleri- Üzerine
MesajGönderilme zamanı: 10.10.11, 16:38 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 28.09.10, 13:01
Mesajlar: 166
`Yunus`un romanını yazmak için kırk yıl bekledim`

Emine Işınsu,`Yazmak için kırk yıl bekledim.` dediği `Bir Ben Vardır Bende Benden İçeri` adlı yeni romanında Yunus Emre`nin hayatını anlatıyor. Yunus`u, ilahi aşka yürüdüğü çileli yolun yanı sıra, bir roman kahramanı olarak bütün insani yönleriyle el


Yunus Emre ismi, `sevgi` kavramıyla birlikte anıldı hep. Gönül incitmekten korktuğu için gönül adamıydı. Halkla birlikteydi; ama Hak aşkını bulmuştu. Şiirleri dilden dile dolaşıp, gönülden gönüle akıp ismini efsaneleştirdi. Pek çok köyde doğduğu bir eve, yattığı bir kabre rastlanır oldu. Ama kerametler gösterdiği rivayet edilen ermiş Yunus`un yanında, `insan Yunus` biraz gölgede kaldı. Allah aşkına ulaşan yolda yürürken çektiği çileler, nefsiyle girdiği kıran kırana çatışma üzerine düşünülmedi. Oysa yürüdüğü yol, pek çileliydi ve onun da kederler, sevinçler, hayretlerle örülü bir hikayesi vardı. `Sükuna erdim ve yazdım` İşte bu hikaye biraz düş biraz gerçek, anlatıldı nihayet. Emine Işınsu, Ötüken Yayınları arasında çıkan `Bir Ben Vardır Bende Benden İçeri` adlı romanında Yunus Emre`yi, çocukluğuna göndermeler yaparak, annesi, eşi, çocukları, en yakın arkadaşları ve Hakk`a yürüyeceği yolda kendisine rehberlik eden sultanıyla arasındaki ilişkiyi resmederek biraz daha insanileştirdi, biraz daha yaklaştırdı okura. Peki Emine Işınsu`yu Yunus Emre`nin romanını yazdıran sebep neydi? `Rahmetli annem Halide Nusret Zorlutuna, ev işleri yaparken, yüksek sesle şiirler okurdu, Yunus`tan Mehmet Akif`e, Fuzuli`ye kadar geniş bir yelpazesi vardı bu şiirlerin. Ben hepsini severdim; ama Yunus`a karşı daha büyük bir yakınlık duyardım. Ona sevgim ve saygım sanki özeldi.` diyen Işınsu, bu romanı yazmak için olgunlaşacağına ve huzura kavuşacağına inandığı kırklı yaşları beklemiş. Fakat ne kırk, ne de elli; hayat şartlarının da olumsuz etkisiyle ancak altmışların başında bulabilmiş aradığı sükunu. Ve nihayet masa başına oturmaya karar vermiş... `Şiirleri yol gösterici oldu.` Hayatı hakkında bazı Bektaşi menkıbeleri ve kerametlere dayanan birkaç hikaye dışında çok fazla bilgi bulunamayan Yunus`un romanını yazmak için iki yıla yakın bir süre araştırma yapmış Işınsu. `Selçukluları, yaşayış tarzlarını, Moğolları, Mevlana`yı, 13. asır tasavvuf hayatını, tasavvufu ve tabii bol bol Yunus`un şiirlerini okudum, notlar aldım. Ve şiirlerinden yola çıkarak bu aşk adamına bir hayat tarzı yakıştırdım, kurdum.` diyen Işınsu, bugünün insanına hitap edecek romanın, mümkün olduğu kadar gerçekçi olmasını istediğini ve bir Yunus Emre uzmanı olan Dr. Mustafa Tatcı`nın uzun sohbetlerinden ve kitaplarından bu anlamda çok faydalandığını belirtiyor. Romanda Yunus Emre İlahi aşkı, karısı Zehra ise insani (dünyevi) aşkı temsil ediyor. Işınsu`ya göre ne Yunus ne de Zehra olmak kolay... `Zehra, kocası Yunus olduğu için `o, Zehra` oldu. Yunus`un Yaratan`dan ötürü yaratılanı sevmesinde de Zehra`nın payı büyüktür. Yani layık olmayan bir eş karşısında durumlar değişebilir. Karşılıklı sevgi, saygı, hoşgörü ve mutlak samimiyet lazımdır. Böylece kişi kendi ruhunu yükselttiği gibi, eşinin ruhunun da yükselmesine yardımcı olur.` diyen Işınsu, modern çağın, dervişane bir yaşantıya engel olmadığını düşünüyor ve şöyle diyor: `Niçin mümkün olmasın? Yola düşüp Tevhid düşüncesini benimsemiş bir insana, gelişen teknoloji niçin engel olsun? Hak ile birlik olmak, bilhassa `yaratılmışları` daha iyi anlamaya, onlara daha hoşça bakmaya vesile olur zaten.` Terazinin `madde` kefesinin daha ağır çekmeye başladığı, insanların `mana` yokmuşçasına maddi güç hesabına kapıldığı günümüzde, iç huzuruna kavuşabilmek için Yunusça bir yol tutturmak gerektiğine inanan Işınsu, Yunus`u Yunus yapan alçakgönüllülük, engin hoşgörü, yaratılan her şeyi sevmek, sabır ve saflık gibi erdemleri, küçümseyip hor görmekten kurtulmadıkça özlediğimiz huzura kavuşamayacağımızı düşünüyor.

Ülkü Özel Akagündüz/ İstanbul 03.04.2002


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 7 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 0 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye