(192. Mektub)
İhlâsın Hakîkati
M. İhsan Oğuz
Hamdolsun ki, Yüce Mevlâ sizde muhabbet nurunu tutuşturmuştur. Bu, büyük bir devlettir. Onun elde ettirmeyeceği hiçbir şey yoktur. Hakk'ın sırf lütuf ve ihsanı olan bu manevî bağı iyi tutunuz ve güçlendirmeye çalışınız.
Hadîste, (El-mer'ü mea men ehabbe) "Kişi sevdiği ile beraberdir" buyurulmuştur. Bu beraberlik, Allah yolundaki sevgiye ilişkindir. Hakk'ın Zâtı'na kadar varır. Bu halde olanlar, her an ilerleyip yükselmededir. Bu husus, zamanın birçok engelleri sebebiyle açıkça bilinemeyebilir. Fakat; vicdan şahitlik eder. Esasen önemli olan, hâlin elvermesidir. Elverdiğinin bilinmesi değildir. Bu hususun bilinmesi, fazladan bir fayda sayılmıştır. Gerçekte, asıl amaçla ilgisi yoktur. Nefsânî varlığından geçmeden önceki bilme ve görme, zararlar doğurur; yüce maksada ermeye engel olur. Nefsânî varlığından geçtikten sonra ise, ona hiç gerek ve ihtiyaç kalmamaktadır. Maksad; nefsânî varlığından geçerek manevî doyum ve huzura ermek, sırf Allah'ın ibâdet ve kulluğu yolunda dosdoğru yürümektir. İşte bu, kerametten üstündür. Onun için; din uluları (El-istikâme fevka'l-kerâme) "Doğruluk kerametten üstündür" buyurmuşlardır. Yaratılmanın sırrı da, kulluktan başka bir şey değildir. (Vemâ halâktül cinne ve'l-inse illâ liya'büdûn) "Ben, cinleri ve insanları ancak bana ibâdet etsinler diye yarattım" (1) âyet-i kerîmesi bunu bildirir. Gerçek kulluk ve ibâdetin ise, bilinmeden yapılması mümkün değildir. İbâdet, bilmekten geçer. Zîrâ; bir şey bilinmedikçe yapılamaz. Önce yapılacak şeyi bilmek, sonra bildiği üzere yapmak gerekir. Onun için; bilginin elde edilmesi gerekli olmuştur. Zîrâ; yerine getirilmesi gerekli olan bir esâsı tam yapabilmek için, bilinmesi zorunlu olan şeyi bilmek gerekir. Demek ki; bilmek, İslâm'ın esaslarından olan ibâdetleri yapmakta ilk gerekli şeydir. Böyle olunca; âyet-i kerîmede geçen ibâdetin ma'rifetle (bilmekle) açıklanması doğru değildir. Nitekim; İslâm büyükleri ve ilk nesil müslümanları, ibâdeti ma'rifetle açıklamamışlardır...
Bilinmelidir ki: Bilgi, iki kısımdır. Biri genel, diğeri özel anlamda olan bilgidir. Genel anlamdaki bilgi; Ehl-i Sünnet ve Cemâat inancını ve yapılması gerekli farzları topluca veya ayrıntılarıyla bilmektir. İlim adamları arasın da bilinen bilgi budur. Özel anlamdaki bilgi; bilinen de varlığından geçtikten, nefis manevî doyum ve huzûra erdikten sonra elveren bilgidir. Muhlasların (2), ihlâsın hakikatini elde edenlerin bilgisidir. Manevî seyr ve ilerlemeden amaç, bu bilgiyi, bu manevî doyum ve huzuru, bu fenayı, bu ihlâsı elde etmektir.
Genel anlamda olan bilgi ile özel anlamda olan bilginin farkı, asıl ile gölge arasındaki fark gibidir, özel anlamdaki bilgiye erenler, Allah'tan razılardır. Allah da onlardan razıdır. Amellerinde ihlâs ve Hakk'ın rızâsı esastır. Yaratıkların rızâsı, gizli şirk, dünyâ menfaatleri, Allah'tan başka şeylere tutkunluk onlar için hiçbir şekilde düşünülemez. Nefsânî varlığından geçmeden önce, bu açık ve gizli kirlerden kurtulmaya imkân yoktur. Bunların amellerinde de ihlâs eksik olmaz ise de bu ihlâs, suretteki ihlâstır. Hakîkatteki ihlâs değildir. Onun için; bunlara muhlisûn(3) denir. İhlasın hakîkatine erenlerin ihlâsları daimîdir. Onların ihlâslarının hiçbir şekilde bulanmasına, bozulmasına imkân kalmamıştır. Çünkü; nefisleri manevî doyum ve huzura ermiştir. Râzîlik ve marzîlik(4), bu nefsin niteliğidir. Gerçek manevî doyum ve huzur makamında bulunan bir nefis, elbette Allah'tan razıdır. Allah da ondan razıdır. Râzîlik ve marzîlik, devamlıdır. İhlasın hakîkat üzere devamı da, bu makamın gereğidir. Onun için bunlar, muhlas kullardır. İhlasın suretinde olanlar ise, yukarıda söz edildiği üzere muhlis kullardır. İhlasın suretinde bulunanlar hakkında, Peygamber Efendimiz tarafından: (El-muhlisûne alâ hatarin azîm) "Muhlisler, büyük bir tehlike üzeredirler" diye haber verilmiştir. Muhlaslar hakkında da, (İnnehû min ibâdine'l-muhlasîn) "Şüphesiz O, ihlâsa erdirilmiş kullarımızdandır"(5) âyet-i kerîmesi vardır ki, Allâh'a kulluk nisbetini ifâde etmektedir.
Bir kulun kulluğunu ki, Allah Teâlâ onaylaya ve hakkında "Bizim muhlas kulumuzdur" buyura; o kul için artık başka şeref ve makama gerek ve ihtiyaç yoktur. Çünkü; kulluk makamı, bütün makamların üstündedir. Bu makamın başı ve başkanı, asıl olarak Sevgilisi Peygamberimiz'dir. Vâris olarak da, peygamberlerden ve meleklerden sonra insanların ve yaratıkların en faziletlisi olan Sıddîk-ı Ekber Efendimiz'dir. Ashâb-ı kiramdan, onlara yetişenlerden, din imamlarından ve Hakk'a eren velîlerden de Peygamber'e uymakta önceliği bulunan ve tam bağlılık gösterenlerdir. Bu zâtların dünyâ hayatındaki halleri emirlere uymak, yasaklardan sakınmaktır. Peygamber Aleyhisselâm'a her hâl ve işlerinde tâbi' olmak, bid'atlardan şiddetle kaçınmaktır. Bunlar; bir sünnete uymanın kerametini, yerlerin ve göklerin keşfine, kalb gözüyle seyrine değişmezler. Bütün güç ve irâdelerini, Allah'ın emir ve yasaklarına uymak ve kul lukta bulunmakta kullanırlar. Allah'tan başka şeylerin bilinmesi ve görülmesi arzusunda bulunmak, onlar için günahtır. Allah'ın zatî yakınlık ve ma'rifetinden mahrum kalma alâmetidir. Zîrâ; Allah'ın bizden istediği ve bizi yaratmasının sebebi, O'nu bilmemiz ve O'na kulluk etmemizdir. Bu esaslar içinde istemeden ne elverirse, nimettir. Yoksa, Allah'tan bir cezadır. Çünkü; bir kulun, "Ey Rabbim! Bana insanların kalblerinde olan şeyleri ve yaptıkları işleri bildir. Gayb âleminin bilinmeyen sırlarını aç" diye istekte bulunması; "Ey Rabbim! Bana Senden başkasının ma'rifetini ver" demektir ki, böyle bir kimseye Allah Teâlâ manevî yakınlığını ve has ma'rifetini nasîb etmez. Onu, kendinden başka şeylerin tutkunu kılar. Bu kimsenin, bu arzudan vazgeçerek ihlâsla ibâdet ve kulluk yoluna girmedikçe; binlerce keşif ve kerâmet sahibi olsa bile, has kulluk ve ma'rifet makamının kemâlinden bir koku almasına imkân yoktur. Onu, isteği üzere Allah'tan başka şeylerin girdabına atarlar. Hakk'ın zatî yakınlık ve ma'rifeti dâiresine yol vermezler. Bu zümrenin yarın akılları başlarına gelir amma, iş işten geçmiş bulunur. Büyüklerden bâzılarına Allah'tan başka şeylerin keşfedilmesi hâli elverince, onlar: "Ey Rabbimiz! Bize, Senden başkasının tutkunu olmanın kapılarını kapa. Bizi kendinle, ibâdet ve kulluğunla, Seni bilmek ve tanımakla meşgul et. Bizi, nasipsizlerden ve Yüce Zâtından mahrum olanlardan kılma" diye feryâd etmişlerdir.
İşte; bütün dert ve gayretlerimiz yalnız Allah Teâlâ'ya kul olmak, O'na ibâdette bulunmak, O'nu bilmek, ihlasın hakikatine ermektir. Bunlardan başkası mâsivâdır (Allah'tan başka şeylerdir). İstek ve amaca uygun değildir. İstek ve irâde dışında meydana gelen şeyler olursa; bu reddedilmek için değil, bir hikmet ve fayda içindir. Has kulun bunları elde etmekte ve geri çevirmekte kendi payı bulunmaz.
(l) Zâriyat Sûresi; 56 (2) Hakk'a ihlâsla yöneltilmiş olanların ( 3) Hakk'a ihlâsla yönelenler (4) Allah'tan razı olmak ve Allah tarafından razı olunmak (5) Yûsuf Sûresi: 24
M. İhsan Oğuz, Mektuplar, 2. Cild, s.267-272
|