sufiforum.com
http://sufiforum.com/

002- BAKARA SÛRESİ (001-286. Âyetler -İndirilişi-)
http://sufiforum.com/viewtopic.php?f=76&t=263
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

Yazar:  arsiv [ 01.01.09, 14:35 ]
Mesaj Başlığı:  002- BAKARA SÛRESİ (001-286. Âyetler -İndirilişi-)

002- BAKARA SÛRESİ (1. -102. Âyetler)

Ayetlerinin sayısı bilittifak 286 olan Bakara Sûresi Medine-i Münevvere'de inen sûrelerden olup içinde Mekke'de nazil olan âyet yoktur ve nüzulü en uzun süren sûredir.[1]

l-4- Elif. Lam. Mîm. İşte bu kitab, onda hiçbir şüphe yoktur. Muttakîler için hidâyetin tâ kendisidir. O muttakîler ki ğayba iman eder, namazı ikame eder ve kendilerine rızık olarak verdiğimizden infâk ederler. Ve onlar sana indirilmiş olana da senden önce indirilmiş olana da iman ederler. Ahirete de onlar îkân sahibidirler.
El-Firyâbi ve İbn Cerir'in Mücahid'den rivayetle tahric ettiklerine göre Bakara Sûresinin ilk dört âyeti mü'minler, onları takip eden iki âyeti kâfirler, ondan sonraki 13 âyet de münafıklar hakkında nazil olmuştur.[2]
Bazıları da şöyle diyor: ilk dört âyet özellikle Ehl-i kitab mü'minleri hakkında, Kur'ân’a imanları sebebiyle nazil olmuştur. Allah Tealâ, Kur'ân'da, onların gizlemekte olduklarını haber verince bu kitabın Hz. Muhammed'e Allah katından indirilmekte olduğunu anlamış, Hz. Muhammed'in peygamberliğine iman etmiş, Kur'ân'da nazil olan hakikatleri de tasdik etmişlerdi.[3]

6-7. Şurası muhakkak ki o küfretmiş olanları inzâr etsen de inzâr etme s en de birdir, iman etmezler, Allah, onların kalblerini de kulaklarını da mühür lemistir. Gözlerinin üzerinde de bir perde var. Onlaradır azâb-ı azim.
îbn Abbâs Bakara 6 âyetinin Hz. Peygamber zamanında Medine civarında bulunan Yahudiler hakkında inmiş olduğunu söylemektedir. Onlar, Hz. Muhammed'in, Allah'ın onlara ve bütün insanlara gönderdiği son elçi olduğunu herkesten daha iyi bildikleri halde onu (herkesten önce tasdik edip ona iman etmeleri gerekirken tam tersine) onu yalanladıkları için onları azarlamak ve suçlamak üzere Allah Tealâ bu âyeti indirmiştir,
İkrime veya Saîd ibn Cübeyr'in yine İbn Abbâs'tan naklettiklerine göre Bakara Sûresinin başından itibaren 100 âyet birer birer isimlerini ve neseblerini saydığı Yahudi hahamları ile Evs ve. Hazrec kabilelerinden münafıklar hakkın-, da inmiştir. Taberî, konuyu uzatmamak için bu kimselerin isimlerini vermediğini söyler. [4]
İbn Cerir'in İbn İshâk kanalıyla İbn Abbâs'tan tahricine göre bu iki âyet Medine Yahudileri hakkında inmiştir.[5] İbn Abbâs'tan gelen bir rivayette ve kelbî'nin söyledikleri de bu görüşle Örtüşmektedir. Onlar da bu âyetin Huy ey ibn Ahtab, Ka'b ibnu'l-Eşref ve benzerleri gibi Yahudi ileri gelenleri hakkında nâzü olduğunu söylemektedirler.
Yine îbn Cerir'in er-Rebi' ibn Enes'den tahricine göre bu iki âyet Bedr gazvesinde öldürülen müşriklerin kumandanları (ileri gelenleri) hakkında inmiştir.[6]
Ancak âyet-i kerimede bunların hiçbiri ismen belirtilmemekle onlar ve tarih boyunca, kıyamete kadar onlar gibi olanlar hakkında bu âyetler inmiştir demek en toplayıcı görüş olacaktır.[7]

8. İnsanlardan öyleleri vardır ki iman etmiş olmadıkları halde "Allah 'a ve âhireî gününe iman ettik. " derler. Halbuki onlar mü 'minler değillerdir.
Müfessirler. bu âyet-i kerimenin münafıklardan bir topluluk hakkında indiğinde ve bu âyette zikredilen sıfatların münafıkların sıfatı olduğunda ittifak etmişlerdir.
İbn Cerîr Taberî'nin Tefsirinde İkrime veya Saîd ibn Cübeyr'in İbn Abbâs'dan rivayetine göre "İnsanlardan kimileri de vardır ki mü'minler olmadıkları halde Allah'a ve âhiret gününe iman ettik, derler." Âyetinde Evs ve Hazrec'den münafıklarla onlar gibi olanlar kastedilmektedir. İbn Abbâs, Übeyy ibn Ka'b'den naklen bunların isimlerini de zikretmiştir.[8]
İbn Abbâs'tan gelen başka bir rivayette ise bu âyetin, mü'minlerle karşılaştıklarında iman ve tasdik üzere olduklarını izhar edip "Biz, kitabımızda Muhammed'in vasıflarını buluyoruz." diyen, birbirleriyle başbaşa kaldıkları zaman ise bunun aksi davranan ehl-i kitab münafıkları hakkında nazil olduğu söylenmektedir ki Abdullah ibn Übeyy, Muattib ibn Kuşeyr ve Vucd ibn Kays bunlardandır.[9]

11-12. Kendilerine "Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın." denildiği zaman "Biz ancak ıslah edicileriz. " derler. Dikkat ediniz! onlar muhakkak bozguncuların ta kendileridir de durumlarının şuurunda değillerdir.
"Onlara: Yeryüzünde fesat çıkarmayın, denildiğinde, Biz ancak ıslah edicileriz, derler." Âyetinde her ne kadar kıyamete kadar gelecek münafıklar kastedilmekte ise de Hz. Peygamber zamanında yaşamış münafıklar hakkında inmiştir. Bu âyetin nüzul sebebinde Selman'dan "Bunlar henüz gelmediler." dediği rivayet edilmişse de herhalde Selman, bu âyetin nüzulüne sebep olanların ölümünden sonra böyle söylemiş olmalıdır. Zaten Selman'm bu sözü "bu âyette belirtilenler daha önce geçmemiştir." şeklinde anlaşılmaz. Veya bu sıfatta olan kimselerin daha sonra gelmeleri, geçmişte benzerlerinin olmasına mani değildir.[10]

14. Onlar, iman etmiş olanlara kavuştukları zaman "İman ettik." derler. Şeytanlarıyla başbaşa kaldıklarında ise "Emin olun biz (onlarla) alay edicileriz. " derler.
Vahidî ve Sa'lebî'nin Muhammed ibn Mervan ve Suddî Sağîr kanalıyla İbn Abbâs'tan tahric ettiklerine göre bu âyet Abdullah ibn Ubeyy ve arkadaşları hakkında nazil olmuştur. Şöyle ki:
Bir gün dışarı çıkmışlardı. Allah'ın Rasûlü (sa)'nün ashabından bir grup karşılarından geliyordu. Abdullah ibn Übeyy: "Bakın, dedi şu beyinsizleri sizden nasıl çevireceğim."
Gelip Hz. Ebu Bekr'in elini tuttu ve: "Merhaba ey Sıddîk, Temîm oğullarının efendisi ve İslâm'ın şeyhi, Allah'ın Rasûlü ile mağaradaki ikinin ikincisi, malını ve canını Rasûluliah yolunda cömertçe harcayan!" dedi.
Sonra Hz. Ömer in elini tutup: "Merhaba ey Adiyy ibn Ka'b oğullarının e-fendisi, Allah'ın dininde en güçlü ve Faruk, Allah'ın Rasûlü yolunda malını ve canını cömertçe harcayan!" dedi.
Sonra Hz. Ali'nin elini yakalayıp: "Merhaba ey Allah Rasûlü'nün amcası oğlu, Rasûlullah'ın damadı, Allah'ın Rasûlü dışında bütün Haşim oğullarının efendisi!" dedi ve ayrıldılar.
Abdullah, arkadaşlarına: "Neyi nasıl yaptığımı gördünüz değil mi? Onları gördüğünüz zaman aynen benim yaptığım gibi yapın; onlara övgüde bulunun." dedi.
Müslümanlar Hz. Peygamber (sa)'in yanına dönüp İbn Übeyy ile aralarında geçeni O'na haber verdiler de bu âyet-i kerîme nazil oldu.
Ancak bu rivayetin isnadı vâhîdir. Çünkü Süddî Sağîr yalancıdır. Kelbî ve Ebu Salih de zayıftırlar.[11]
Yine Kelbî'nin Ebu Salih'ten, onun da İbn Abbâs'tan rivayetine göre ise bu âyet yahudilerin durumu hakkında inmiştir. Buna göre "iman edin" emrinin muhatabları yahudiler, "insanların iman ettiği gibi" ifadesindeki insanlar da Abdullah ibn Selâm ve ashabı gibi müslüman olan yahudilerdir.[12]
İbn Abbâs'tan gelen bir rivayete göre de bu âyet Abdullah ibn Übeyy, Muattib ibn Kuşeyr ve Cedd ibn Kay s gibi yahudi münafıkları hakkında nazil olmuştur. Onlar, mü'minlerle karşılaştıkları zaman iman ve tasdiklerini gösteriyorlar "Biz Muhammed'in niteliklerini, vasıflarını kitabımız Tevrat'ta buluyoruz." diyorlardı. Ancak içleri böyle değildi ki birbirleriyle yalnız kaldıklarında aksini konuşuyorlardı.[13]

19. Yahut onların hali gökten boşanan yağmura tutulmuşun hali gibidir ki 'onda karanlıklar, gök gürültüsü ve şimşek çakışı vardır. Ölüm korkusuyla yıldırımlardan parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Allah kâfirleri çepeçevre kuşatandır.
İbn Cerîr'in Suddî el-Kebîr kanalıyla İbn Abbâs'tan, İbn Mes'ûd'dan ve sahabeden bazılarından rivayetle tahricine göre Medine münafıklarından iki kişi Allah'ın Rasûlü'nden müşriklere kaçmışlardı. Yolda Allah'ın, içinde şiddetli gök gürültüsü, şimşek ve yıldırımlarla zikrettiği yağmura yakalandılar. Her yıldırımda yıldırım kulaklarına girecek de kendilerini öldürecek korkusuyla parmaklarıyla kulaklarını tıkıyorlar; her şimşek parıl damasın da onun şavkında yürüyorlar, şimşek çakmayıp da bir şey göremez oldukları zaman da yürüyerek (eski) yerlerine geliyorlardı. (Sonunda iyice bizar olup "Ah bir sabaha çıksak! Hemen Muhammed'e gelip elimizi eline koyalım (tekrar O'na İmanla biat edelim)." demeye başladılar. Gerçekten de sabah olunca Hz. Muhammed'e gelip yeniden iman ettiler, ellerini Efendimizin eline koyup biat ettiler ve iyi müslümanlar oldular.
Allah Tealâ Medine'den Müşriklere katılmak üzere çıkan bu iki münafığın durumunu Medine'deki münafıklar için bir mesel kıldı: Hz. Peygamber (sa)'in meclisinde hazır bulundukları zaman Hz. Peygamber (sa)'in kendileri hakkında bir şey (vahiy) nazil olduğunu söylemesinden veya herhangi bir şeyle adlarının anılmasından ve öldürülmelerinden korkarak Medine'den çıkan o iki münafığın parmaklarıyla kulaklarını tıkadıkları gibi kulaklarını parmaklarıyla tıkıyorlardı. Şimşek önlerini aydınlattığında yani malları, çocukları çoğalıp bir ganimet elde ettiklerinde veya bir fetih ele geçirdiklerinde o iki münafık nasıl şimşek çaktığında onun aydınlığında yürüyor idiyseler bunlar da o aydınlıkta yürüyorlar; "Muhamed'in dini gerçekten doğru bir din İmiş" diyorlar ve o dinde devam ediyorlar; önleri aydınlık olmayıp karardığında da dikilekalıyorlar yani mallan ve çocukları helak olup başlarına bir belâ geldiğinde ise "Bu, Muhammed'in dini yüzünden." diyor ve şimşek çakmayıp da karanlıkta kalan İki münafığın yaptığı gibi bunlar da dinden dönüp kâfirler oluyorlardı.[14]
Saîd ibn Cubeyr'den başka bir nüzul sebebi rivayet ediliyor. O demiş ki: Bu âyet yahudiler hakkında nazil olmuştur. Allah'ın Rasûlü (sa)'nün çıkışını bekliyor ve onunla araplara karşı zafer kazanacakları, araplara galebe çalacakları umudunu izhar ediyorlardı ama çıkınca onu inkâr ettiler. İşte Hz. Peygamber'in çıkışını beklemeleri (aydınlanmak üzere) ateş yakmalarına, çıkışından sonra inkâr etmeleri de yaktıkları ateşin aydınlığının zevaline benzetilmiştir.[15]

23. Eğer kulumuzun üzerine indirdiğimizden şüphe ediyorsanız haydi onun benzerinden siz de bir sûre getirin. Allah 'in dışında şâhidlerinizi de çağırın eğer (sözünüzde) sâdıklar iseniz.
Müşrikler Kur'ân'ı işittikleri zaman: "Bu, Allah'ın sözüne benzemiyor. Biz doğrusu onun Allah kelâmı olduğundan şüpheliyiz." demişlerdi de âyet bunun üzerine nazil oldu [16]
Elbetteki bu müşriklerin ilk Örnekleri asr-ı saadette Kur'ân'ın ilk muhatabları olan Mekke müşrikleri olmakla birlikte Kur'ân'ın bu meydan okuması kıyamete kadar bütün inkarcılar hakkında geçerlidir.[17]

26. Hiç şüphesiz, bir sivrisinek olsun, daha üstündeki olsun herhangi bir şeyi Allah mesel getirmekten çekinmez. Artık iman edenler onun, Rablerinden bir gerçek olduğunu bilirler. Kâfirler ise "Allah bu misal ile neyi murad etmiştir? " derler. Allah onunla bir çoğunu dalâlette bırakır. Yine onunla bir çoğunu hidâyete ulaştırır. Onunla ancak fâsıkları dalâlette bırakır.
İbn Cerîr'in kendi isnadlarıyla Süddî'den tahricinde Abdullah ibn Mes'ûd ve diğer bazı sahabeden rivayetine göre Allah Tealâ, Bakara 17 ve 18'de münafıklarla ilgili iki misali verdiğinde münafıklar: "Allah böyle misaller vermeyecek kadar yücedir." dediler de "İşte onlar gerçekten hüsrana uğrayanlardır." (Bakara 27)'ye kadar olmak üzere "Hiç şüphesiz Allah, sivrisinek ve onun ötesinde bir şeyi misal getirmekten haya etmez..." âyetini indirdi.[18]
Vâhidî'nin... İbn Mes'ûd'dan rivayetine göre ise Allah Tealâ, müşriklerin ilâhlarını zikredip "Ey insanlar bir misal verildi, şimdi onu dinleyin. Allah'ı bırakıp da tapındıklarıniz bunun için bir araya gelseler bile bir sineği bile yaratamazlar. Sinek onlardan bir şey kapsa, bunu ondan geri de alamazlar. İsteyen de âciz, kendinden istenen de." (Hacc, 73) ve müşriklerin ilâhlarının tuzaklarım zikredip onların tuzaklarını örümcek yuvası gibi olmakla niteleyip "Allah'ın dışında dostlar edinmiş olanların misali örümceğin misali gibidir ki örümcek bir yuva edinmiştir. Halbuki yuvaların en çürüğü hiç kuşkusuz örümceğin yuvasıdır." (Ankebût, 41) buyurunca müşrikler: "Görüyor musunuz Muhammed'e İndirdiklerinde Allah sinek ve Örümceği misal veriyor. Acaba bu kadar değersiz şeyleri misal getiren tanrı nasıl bir tanrıdır ki! Bir tanrı bunu yapar mı?" dediler de Allah Tealâ: "Hiç şüphesiz Allah, sivrisinek ve onun ötesinde bir şeyi misal getirmekten haya etmez..." âyetini indirdi. Bu rivayetin isnad zincirinde bulunan Abdulğanî gerçekten vâhî bir râvidir.[19] Bu rivayet Vâhidî'nin Esbâbu'n-Nüzûl’ünde İbn Abbâs'tan rivayetle yer almaktadır.[20]
Hasen ve Katâde de şöyle diyorlar: Allah Tealâ kitabında sinek ve örümceği zikredip müşriklerin yapmakta olduklarına bunları misal getirince Yahudiler güldüler ve: "Doğrusu bu Allah kelâmına hiç benzemiyor." dediler de bunun üzerine Allah Tealâ bu âyeti indirdi.[21]
Abdurrezzâk da tefsirinde Katâde'den rivayetle şöyle diyor: Allah Tealâ, (Kur*ân'da sinek ve örümceği zikredince müşrikler: "Acaba sinek ve örümceğin nesi var da (Kur'ân'da) anılıyorlar?" dediler de Allah Tealâ bunun üzerine bu âyeti indirdi.
İbn Ebî Hatim'in Hasen'den rivayetine göre ise "Ey insanlar bir misal verildi, şimdi onu dinleyin. Allah'ı bırakıp da tapındıklarınız bunun için bir araya gelseler bile bir sineği bile yaratamazlar..." âyeti nazil olunca müşrikler: "Bu ne biçim misal?!" veya buna benzer bir şeyler söylediler de Allah Tealâ bunun üzerine bu âyet-i kerimeyi inzal buyurdu
Bu rivayetlerden birincisi isnad açısından daha sahih olması yanında sûrenin başında geçenlere de daha uygundur. Aslında diğer rivayetlerde Allah'ın sinek ve örümceği misal getirmesine müşriklerin karşı çıktığı ve onların buna hayretlerini belirtmeleri üzerine bu âyetin indiğinin söylenmesi âyetin medine'de nazil olmuş olmasıyla da uyuşmamaktadır.
Yukardaki rivayetlerden en uygunu Vâhidî'nin rivayet etmiş olduğu sinek ve örümcek misallerine Yahudilerin itiraz ve hayretlerini ifade eden rivayettir.[22]

27. Onlar ki Allah 'm ahdini onu te 'kidle sımsıkı bağladıktan sonra bozarlar, Allah 'in, birleştirilmesini emrettiğim keser, koparırlar, yeryüzünde bozgunculuk yaparlar. İşte onlar hüsrana uğrıyanların ta kendileridir.
"Onlar ki kesin kesin söz verdikten sonra Allah'ın ahdini bozarlar..." âyeti, ehl-i kitabın kâfirleri ve münafıkları, özellikle de Hz. Peygamber'in ashabı muhacirler arasına karışan Yahudi hahamları, onlara yakın duran İsrail oğullan kalıntıları ve şirki üzerinde ısrar eden münafıklar hakkında inmiştir.[23]

41. Yanınızdakini doğrultucu olarak gönderdiğime iman edin, onu inkâr edenlerin ilki siz olmayın. Ayetlerimizi az bir baha ile değişmeyin. Ancak bana korunun.
Hasen ve bazı müfessirler diyorlar ki:
Yahudi hahamları, Hz. Peygamber (sa)'in Tevrat'taki vasıflarını değiştirip bunun için bir ücret yani rüşvet alıyorlardı. Bu âyetle bundan men'edildiler.
"Yahudi hahamları dinlerinin halka öğretme karşılığında ücret alırlardı. Bu âyetle bu yasaklandı" da denilmiştir.
Bu âyet-i kerime her ne kadar İsrailoğullarına mahsus ise de bu konuda onlar gibi davranan herkes bu âyetin hükmüne girer. Yani bir hakkı değiştirmek veya iptal etmek için rüşvet alan veya öğretmesi vacip olan bir şeyi bir ücret almaksızın Öğretmekten veya kendisinden bir başkasının edâ edemiyeceği bir ilmi yine ücret almaksızın edâ etmekten kaçınan kimseler bu âyetin hüküm ve
tehdidi altına girer.[24]

42. Sizler bilip dururken hakkı bâtıla karıştırıp hakkı gizlemeyin.
Ebu'l-Aliye der ki: Yahudiler: "Muhammed peygamber olarak gönde rilmiştir ama bizden başkalarına." demişlerdi. İşte onların "Muhammed pey gamber olarak gönderilmiştir." sözleri hak, "bizden başkalarına gönde rilmiştir." sözleri ise bâtıldır.[25]

44. Sizler insanlara iyiliği emredersiniz de kendilerinizi unutur musunuz? Halbuk kitabı da okuyorsunuz. Halâ akletmiyecek misiniz?
Vahidî ve Sa'lebî'nin Kelbî kanalıyla İbn Abbâs'tan rivayetlerine göre o şöyle demiştir: Bu âyet Medine yahudileri hakkında nazil oldu. Onlardan birisi, müslüman hısım akraba ve süt kardeşlerinden birine: "Üzerinde olduğun din ve bu adamın -Hz. Muhammed'i kastediyorlar- emrettiklerinde sebat et. Çünkü onun işi haktır, doğrudur." demişti. Yani insanlara bunu emrediyor ve fakat kendileri yapmıyorlardı.[26]
İbn Abbâs'tan gelen bir rivayete göre ise yahudi hahamları yahudilere Tevrat'a tabi olmalarını emreder ve fakat kendileri Hz. Muhammed (sa)'in Tevrat'taki vasıflarını inkâr etmek suretiyle Tevrat'a aykırı davranırlardı.
İbn Cureyc der ki: Yahudi hahamları, cemaatlerini Allah'a tâate teşvik eder ve fakat kendileri ma'sıyetlerden sakınmazlar, rahatça günah işlerlerdi.
Bazıları da: Yahudi hahamları halkı sadaka vermeye çağırıp teşvik eder ve fakat kendileri cimri davranırlardı.[27]
Bütün bu vecihler netice itibariyle bir veya birbirine yakın, birbiriyle çelişmeyen sebeplerdir. Aslında âyet Yahudi hahamları (din adamları) hakkında ise de onların bu ve benzeri kabilden işleri ile fiillerinin birbirini tutmaması sıfatında onlara benzeyen herkes âyetin hükmüne dahildir.[28]

48. Ve öyle bir günden korunun ki o günde hiç kimse hiç kimse adına bir şey ödeyemez, ondan hiçbir şefaat kabul olunmaz, ondan bir fidye alınmaz, onlara yardım da edilmez.
Müfessirlerin kaydettiklerine göre bu âyetin nüzul sebebi şudur: İsrail oğullan: ''Bizler Allah'ın oğulları, dostları ve peygamberlerinin çocuklarıyız ve babalarımız bize şefaatçi olacaklardır." diyorlardı. Allah Tealâ da onlara, kıyamet günü onlardan fidyenin de şefaatlerin de kabul edilmeyeceğini bildirdi.[29] Bir rivayette de onların “Bizler Allah'ın dostu olan İbrahim'in evlâtlarıyız. O, Allah'ın rızası için kesmeye yatırdığı İshak'ın babasıdır. Bize şefaat eder ve bizi azâbdan kurtarır." dedikleri, babalan ile kini kastettikleri açık olarak belirtilmiştir.[30]

62. Şüphe yok ki iman etmiş olanlar, yahudiler, hristiyanlar ve sabitler; kim Allah'a ve âhiret gününe iman eder, bununla beraber sâlih amelde bulunursa elbette onların Rableri katında ecirleri vardır. Hem onlara bir korku da yoktur, onlar üzülecek de değillerdir.
İbn Ebî Hatim ve el-Adenî"nin îbn Ebî Necîh kanalıyla Mücâhid'den tahric ettiklerine göre O şöyle anlatmış: Selman dedi ki: Rasûlullâh (sa)'a daha önce birlikte bulunduğum din sâliklerini sordum. Onların dualarını, ibadetlerini zikrettim. Bunun üzerine "Hiç şüphesiz iman etmiş olanlar; Yahudi, hristiyan ve sâbiîlerden Allah'a ve âhiret gününe iman etmiş ve sâlih amel işlemiş olanlar..." âyeti indi.
Yine İbn Ebî Hatim'in tahricinde Mücâhid'den gelen rivayette Selmân şöyle anlatıyor: Allah'ın Rasûlü (sa)'ne, daha önce içlerinde bulunduğum din mensuplarını sordum ve dedim ki: "Ey Allah'ın elçisi, namaz kılıyorlar, oruç tutuyorlar, sana iman ediyorlar ve senin peygamber olarak gönderileceğine şehadet ediyorlardı." Bunun üzerine Allah Tealâ bu âyeti indirdi.[31]
Vahidî'nin de Mücâhid'den rivayetle zikrettiğine göre Selman, Rasûlullâh (sa)'a daha önceki ashabının kıssasını anlattığında Efendimiz: "Onlar cehennemdedirler." buyurmuştu. Selman diyor ki: Sanki o anda dünyam karardı ama hemen akabinde "Hiç şüphesiz iman etmiş olanlar; Yahudi, hristiyan ve sâbiîlerden Allah'a ve âhiret gününe iman etmiş ve sâlih amel işlemiş olanlar...ve onlar mahzun da olmayacaklardır." âyeti nazil oldu da sanki üzerimden bir dağ kalktı.
Vahidî'nin Esbâbu'n-Nüzûl'ünde ise rivayet "Selman'in Hz. Peygamber'e manastırlarda kalanların kıssasını anlattığı ve Hz. Peygamber'in de "Onlar cehennemdedirler." buyurduğu" şeklindedir.[32]
İbn Cerîr ve İbn Ebî Hatim de Süddî'den rivayet ederler ki bu âyet Selman'in İslâm'dan önceki ashabı hakkında nazil olmuştur.[33]
Süddî'den gelen rivayet Vahidî'de şöyledir:
"Hiç şüphesiz iman etmiş olanlar; Yahudi, hristiyan ve sâbiîlerden Allah'a ve âhiret gününe iman etmiş ve sâlih amel işlemiş olanlar..." âyeti Selman el-Fârisî'nin ashabı hakkında nazil olmuştur. Selmân, Hz. Peygamber (sa)'e geldiğinde ashabının (bırakıp geldiği arkadaşlarının) ibadetlerini ve nasıl çalıştıklarını haber verip şöyle dedi: "Ey Allah'ın elçisi, namaz kılıyor, oruç tutuyor, sana iman ediyor ve senin peygamber olarak gönderileceğine şehadet ediyorlardı." Selmân'in, arkadaşlarına olan bu övgüsü bitince Allah'ın Rasûlü (sa): "Onlar cehennemliklerdendir." buyurdu da Allah Tealâ: "Hiç şüphesiz iman etmiş olanlar; Yahudi, hristiyan ve sâbiîlerden Allah'a ve âhiret gününe iman etmiş ve sâlih amel işlemiş olanlar..." âyetini indirdi ve Hz. Peygamber: "ve onlar mahzun da olmayacaklardır." Kadar okudular.[34]
İbn Abbâs, İbn Mes'ûd ve diğer bir takım sahabeden gelen rivayetlerde Selmân'in bırakıp geldiği arkadaşlarının Cündişapur halkının ileri gelenlerinden olduğu bilgisi de vardır.[35]
Taberî, tefsirinde Musa ibn Harun kanalıyla Süddî'den rivayetle hadiseyi çok daha detaylı bir biçimde şöyle vermektedir:
"Hiç şüphesiz iman etmiş olanlar; Yahudi, hristiyan ve sâbiîlerden Allah'a ve âhiret gününe iman etmiş ve sâlih amel işlemiş olanlar..." âyeti Selman Fârisî'nin arkadaşları hakkında nazil olmuştur. Selman (İran'da) Cundişapur şehrinden ve şehrin ileri gelenlerinden idi. Kralın oğlu ile arkadaş idiler ve yedikleri ayrı gitmez kardeşler gibiydiler. Birlikte ava da çıkarlardı. Bir gün yine ava çıkmışlardı. Av esnasında gizlenmiş bir eve rastladılar, kapısından baktıklarında içerde önündeki mushafı okuyan bir adam gördüler. Adam hem okuyor, hem ağlıyordu. Sordular: "Bu da nedir?" adam: "Bu kitapta ne olduğunu öğrenmek isteyen sizin durduğunuz yerde durmaz. Eğer öğrenmek istiyorsanız, girin içeri, size öğreteyim." dedi. Yanına girdiler, adanı: Bu, Allah katından gelmiş bir kitaptır. Onda, kendisine itaati emretmiş, karşı gelinmesini yasaklamış: Zina etmiyeceksin, insanların mallarını bâtıl yollarla almıyacaksın, buyurmuş" deyip kitapta olanları anlatmış. Bu kitap Allah'ın İsa'ya indirdiği İncil imiş. İki genç bundan etkilenerek bu adama (rahibe) tabî olmuşlar. Rahib: Bundan sonra (putperest olan) kavminizin kestiklerini yemek size haramdır, demiş. İki genç bu rahibe gelip gitmeye ve öğrenmeye devam etmişler.
Nihayet bir bayram günü yemekler yapılmış, ileri gelenler ve halk kralın sofrasında toplanmış ve kralm oğlu da bu sofraya davet edilip de gelmeyince kralın oğlunun hristiyan olduğu ortaya çıkmış, kral oğlunu hristiyan yapan rahibi çağırtmış ve sürgün etmiş. Rahib iki gence: 'İşte ben gidiyorum. Musul'da bir manastırda 60 mü'minle birlikte Allah'a kulluk ediyoruz. Eğer imanınızda sâdık iseniz siz de gelin." Demiş. İki genç de peşinden gitmeye karar veriyorlar ancak kralm oğlunun yol hazırlıkları uzayınca Selman sabredemeyip yalnız başına yola çıkar Musul'daki o manastıra gelir ve görür ki hristiyanlığına sebep olan rahib burada rahiplerin başıdır ve buradaki rahibler de dinlerinin emirlerini yerine getirmede çok titizler. Selman da onlara uyar ve günler böyle geçerken baş rahib Selman'a: "Yavrum sen gençsin. Bu kadar çok ibadet etme, korkarım usanırsın. Onun için nefsine ibadeti biraz hafiflet." der. Selman sorar: "Benim yaptığım mı yoksa senin şu emrettiğin mi daha hayırlı?" Başrahib: "Elbette senin yaptığın" der ve Selman bu minval üzere Allah'a ibadete devam eder.
Bir gün manastırın başrahibi Beytu'l-Makdis'i ziyarete karar verir, onun teklifiyle Selman da onunla birlikte yola çıkar. Yolda kötürüm birine rastlarlar. Onun "Ey rahiblerin efendisi bana merhamet et ki Allah da sana merhamet etsin" dileğine iltifat etmezler ve yola devam ederler. Beytu'l-Makdis'e gelince başrahib Selman'ı serbest bırakır ve "Bu mescide bütün dünyadan âlimler gelirler, çık, onları dinle, onlardan öğren" der. Selman bir gün başrahibin yanına üzgün olarak döner. Sebebini sorunca da: "Bizden öncekiler, peygamberler ve onlara tabî olanlar bütün hayırları alıp götürmüşler." der. Başrahib: "Yok hayır öyle değil, bir peygamber daha kaldı ki tâbîleri oun tâbîlerİnden daha hayırlı bir peygamber yok. Çıkacağı zaman da bu zamandır. Ben, ona yetişeceğimi sanmıyorum ama sen gençsin, belki sen ona yetişirsin. O, Arap ülkesinde çıkacaktır. Eğer ona yetişirsen ona iman et, ona tabî ol" der. Selman: "Bana onun alâmetlerinden birini söyler misin?" deyince başrahib: "Sırtında peygamberlik mührü vardır, kendisine hediye edileni yer, ama sadakayı yemez." der.
Beytu'l-Makdis'ten çıkarlar, dönüş yolunda o kötürüme yine rastlarlar. Kö-türümün: "Ey rahiblerin efendisi, bana merhamet eyle ki Allah da sana merhamet eylesin" seslenişi üzerine merkebinden ona doğru eğilir, kötürümü tutar ve yere çalar, onun için dua eder, sonra da: "Allah'ın izniyle kalk." der, adam Selman'ın gözleri önünde sapasağlam ayağa kalkar. Selman şaşkın şaşkın bakı-nırken rahib yoluna devam eder ve gözden kaybolur gider. Selman şaşkınlığından uyanıp rahibi ararsa da bulamaz. Yolda Kelb oğullarından iki arapla karşılaşır, onlara kaybettiği rahibi sorar, onlar da Selman'ı (öyle anlaşılıyor ki köle olarak satmak üzere) yanlarına alarak Medine'ye getirirler. Selman'ı Medine'de Cüheyne kabilesinden bir kadın hayvanlarına çobanlık yapması için satın alır ve Selman, kadının ikinci bir kölesi ile münavebeyle çobanlık yapmaya başlarlar. Selman'ın bir yandan da kulağı çıkmasını beklediği peygamberin haberindedir. Beklediği haber bir gün çoban arkadaşıyla gelir: "Bugün Medine'ye peygamber olduğunu iddia eden birisi geldi" der. Hayvanların başına arkadaşını koyan Selman hemen Medine'ye gelir, Efendimiz'in çevresinde dolanmaya başlar. Selman'ı gören ve niyyetini anlıyan Efendimiz elbisesini omuzundan aşağı bırakır da nübüvvet mührü meydana çıkar, mührü gören Selman Efendimiz'in yanına gelir, onunla konuşur, sonra çıkar gider, bir dinara bir kuzu ve bir miktar ekmek alır Efendimiz'e getirir. Allah'ın Rasûlü: "Bu nedir?" diye sorunca da: "Sadakadır." . der. Efendimiz: "Bizim ona ihtiyacımız yoktur, götür, müslümanlar yesin." buyurur. Selman yine çıkar gider ve tekrar başka bir dinarla bir miktar ekmek ve et satın alıp Efendimiz'e getirir. Onun: "Bu nedir?" sorusuna bu sefer "Hediyedir" cevabı verir. Efendimiz: "Otur o halde." buyurur ve birlikte yerler.
Konuşma sırasında Selman, arkadaşlarından bahseder, onları anlatır ve: "Ey Allah'ın rasûlü, namaz kılar, oruç tutar, sana iman eder ve senin peygamber olarak gönderileceğine şehadet ederlerdi." der. Selman'ın, arkadaşlarına olan övgüleri bitince Efendimiz: " Ey Selman, onlar cehennem ehlindendir." buyurur da bu Selman'a çok ağır gelir. Kaldı ki Efendimiz'e: "Eğer onlar sana yetişmiş olsalardı mutlaka seni tasdik eder ve sana tabî olurlardı." da demişti. İşte bunun üzerine Alalh Tealâ "Hiç şüphesiz iman etmiş olanlar; Yahudi, hristiyan ve sabitlerden Allah'a ve âhiret gününe iman etmiş ve sâlih amel işlemiş olanlar..." âyetini indirir.
Taberî, tefsirinde Selman'ı ihtidaya götüren hadiseleri bu şekilde tafsilâtlı bir şekilde verdikten sonra Müsennâ kanalıyla İbn Abbâs'tan gelen bir rivayete daha yer verir ki buna göre "Hiç şüphesiz iman etmiş olanlar; Yahudi, hristiyan ve sâbiîlerden Allah'a ve âhiret gününe iman etmiş ve sâlih amel işlemiş olanlar..." âyetinden sonra Allah Tealâ "Her kim İslâm'dan başka bir din isterse asla ondan kabul edilmeyecektir." (Alu İmrân, 3/85) âyetini indirmiştir ki bu da birincisinin Selman'ın, arkasında bırakıp geldiği ve Hz. Muhammed'in bi'setini bekleyip de ona yetişmeden ölen o hristiyanlar hakkında müjdeyi ihtiva etmekle birlikte Efendimiz'in bi'setinden sonrakiler hakkında ikinci Alu İmrân âyetiyle nesholunduğu düşüncesini akla getirmektedir.[36]

75. Artık onların size inanacaklarını umar mısınız? Halbuki onlardan bir zümre vardı ki Allah 'in kelâmını dinlerlerdi de akılları aldıktan sonra onlar bunu bile bile tahrif ederlerdi.
Müfessirlerin çoğu, "Şimdi (ey mü'minler), onların size inanacaklarını mı umuyor, bekliyorsunuz!? Oysa ki onlardan bir grup Allah'ın kelâmını işitir de onu iyice anladıktan sonra bile bile onu tahrif ederlerdi." Âyet-i kerîmesi Tevrat* taki recm âyeti ile Hz. Muhammed (sa)'in vasıflarını değiştiren (yahudi âlimleri) hakkında inmiştir.[37]

76. İman edenlere kavuştuklarında inandık, derler. Birbirleriyle yalnız kaldıklarında ise Allah 'in size açtığı şeyi, mü 'minler onunla Rabbınız katında kuvvetli delil getirsinler diye mi onlara söyleyip duruyorsunuz? Buna aklınız ermiyor mu? Derler.
İbn Humeyd kanalıyla İbn Abbâs'tan naklediliyor: Yahudiler mü'minlere rastladıklarında "Biz de iman ettik, yani arkadaşınız Muhammed Allah'ın elçi-sidir ama sadece size." derler, birbirleriyle yalnız kaldıklarında böyle diyenlere çıkışır: "Araplara bunu söylemeyin. Unuttunuz mu onlara karşı bu peygamber hakkı için diye Allah'tan fetih ve zafer dileğinde bulunurdunuz. Meğer bu peygamber bizden değil onlardanmış." derlerdi. İşte bunun üzerine Allah Tealâ "(Yahudi münafıkları) iman edenlere kavuştukları zaman inandık, derler. Birbiriyle yalnız kaldıklarında ise Allah'ın size açtığı şeyi mü'minler onunla rabbınız katında aleyhinize kuvvetli delil getirsinler diye mi onlara söyleyip duruyorsunuz, buna aklınız ermiyor mu? derler." âyetini indirdi.[38]
Mücahid'den rivayet ediliyor: Hz. Peygamber (sa) Kurayza oğullarını kalelerinde kuşattığı zaman kalenin altından yahudilere: "Ey maymun ve domuzların kardeşleri, ey tâğûta tapanlar!" diye seslenmişti. Bunu duyan yahudiler: "Bu adam bunları nereden biliyor? Muhammed'e bunları kim haber verdi? Bu söz, başka değil ancak sizden çıkmıştır." dediler de Allah Tealâ bu âyetleri indirdi.[39]

79. Kitabı elleriyle yazıp da sonra onu az bir baha ile satabilmek için "Bu Allah katımdandır. " diyenlere yuh olsun. Vay ellerinin yazdıklarından başlarına geleceklere, vay şu kazanmakta oldukları yüzünden onlara!
"Kitabı elleriyle yazıp da sonra bu Allah katındandır... diyenlere yuh otsun." Âyeti Hz. Peygamber (sa)'in sıfatını değiştiren, niteliklerini tebdil edenler hakkında inmiştir.
Kelbı'nin verdiği bilgi şöyledir: "Rasûlullâh (sa)'ın kitaplarındaki vasfını değiştirdiler. Kitaplarında o, orta boylu, esmer olarak zikredilirken onu buğday benizli düz (kıvırcık değil) saçlı ve uzun boylu yaptılar. Arkadaşlarına ve kendilerine tabî olanlara da: "Ahir zamanda gönderildiğini iddia eden şu peygambere bakın; kitabımızda zikredilen vasıflara uymuyor." dediler. Haham ve bilginlerin diğer yahudiler için olmıyan bir takim menfaatleri vardı ki eğer Hz. Peygamber (sa)'in kitaplarındaki gerçek vasıflarını açıklarsalar bu menfaatlerinin elden gideceğinden korkmuş ve Hz. Peygamber (sa)'in, kitaplarındaki vasıflarını değiştirmişlerdi.[40]
Neseî ve İbn Ebî Hatim rivayetlerinde Efendimiz (sa)'in vasıfları ile ilgili olarak verilen bilgiler biraz daha farklı ve detaylıdır. İbn Abbâs'tan gelen rivayette o şöyle demiştir: Bu âyet yahudi hahamları hakkında inmiştir. Hz. Peygamber (sa)'in Tevrat'taki vasıflarını "Gözleri sürmeli, orta boylu, kıvırcık saçlı, güzel yüzlüdür." şeklinde bulmuşkan çekememezlikten ve azgınlıklarından (sapıklıklarından) bunları elleriyle silip yerine uo uzun boylu, mavi gözlü, düz saçlıdır." yazdılar.[41]

80. "Sayılı günlerden başka bize kat'iyyen ateş dokunmıyacak." Dediler. De ki; Allah katından bir ahid mi elde ettiniz? Ki Allah ahdinden asla caymaz. Yoksa Allah 'a karşı bilmeyeceğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz?
İbn Abbâs'tan rivayet ediliyor: Hz. Peygamber (sa) Medine-i Münevve-re'ye geldiğinde yahudiler; "Bu dünya hayatı yedi bin senedir. İnsanlar âhirette, dünyadaki her bin sene için âhiret günleriyle bir gün azâb olunacaklar, bu da sadece yedi gün demektir ki bu yedi günün sonunda azâb kesilecek, sona erecektir." diyorlardı. Onların bu sözleri üzerine "(İsrail oğullan): Sayılı bir kaç gün dışında bize azâb dokunmıyacaktır, dediler. De ki..." âyeti nazil oldu.[42] Bu, aynı zamanda Mücâhid'in de kavlidir.[43]
Yahudilerin, âhirette kendilerine dokunacak azabın ancak buzağıya tapındıkları gün sayısınca yani sadece 40 gün olacağını iddia ettikleri ve bu âyetin bu sebeple nazil olduğu rivayeti de vardır ki Katâde ve İbn Abbâs'tan rivayet edilmiştir.[44]
Yine azabın kırk gün olacağını söyleyen ve fakat bunu Tevrat'a dayandırdıklarını belirten başka bir rivayet şöyledir: Tevrat'ta, cehennemin 40 yıllık yürüyüş genişliğinde olduğu ve yahudilerin bir günde bir yıllık yol kat'ederek cehennemi kırk günde geçecekleri ve böylece cehennemdeki kalışlarının biteceği yazılı imiş. Bu da Dahhâk tarafından İbn Abbâs'tan rivayet edilmiştir.
Yine İbn Abbâs'tan buna benzer başka bir rivayet daha geliyor: Yahudiler zannediyorlar ki Tevrat'ta şöyle yazılı bulmuşlar: Cehennemin iki ucu arası 40 senelik yoldur. Yolun sonunda Zakkum ağacına ulaşılır. Yahudiler diyorlar ki: İşte biz, Zakkum ağacına ulaşıncaya kadar azâb göreceğiz. Biz zakkum ağacına ulaşınca azâb sona erecek ve cehennem de helak olacak." İşte Allah Tealâ, yahudilerin bütün bu iddialarını yalanlamak üzere "(İsrail oğulları): Sayılı bir kaç gün dışında bize azâb dokunmıyacaktır, dediler. De ki..." âyetini indirdi.[45]

85. Sonra sizler, yine onlarsınız ki kendilerinizi öldürüyor, içinizden bir fırkayı, onları yurtlarından çıkarmak size haram kılınmış olduğu halde (hem çıkarıyor, hem de) size esirler olarak geldiklerinde kendileriyle fidyeleşir (esir mübadelesi yapar, yine onların yurtlarında kalmalarına müsaade etmezjsiniz. Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıyorsunuz da bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?...
"Onları yurtlarından çıkarmak size haram kılınmış olduğu halde (hem çıkarıyor, hem de) size esirler olarak geldiklerinde kendileriyle fıdyeleşir (esir mübadelesi yapar, yine onların yurtlarında kalmalarına müsaade etmez)siniz." âyeti yahudilerden Kaynukâ, Kurayza ve Nadîr oğulları hakkında nazil olmuştur. Kaynukâ oğulları, Kurayzalıların düşmanı idiler. Ansardan Evs kabilesi Kaynukâ oğullan ile antlaşmalı; Hazrec kabilesi de Kurayzalıların antlaşmalısı idiler. Nadîr oğulları Evs ve Hazrec ile kardeş iken Nadîr oğulları ile Kurayzalılar da kardeştiler. Sonradan aralan bozuldu, aralarında savaş ve sonunda birbirlerinden esir olanlar oldu. Savaş bitince esirleri karşılıklı olarak fidye karşılığı serbest bıraktılar da Allah Tealâ bundan dolayı onları kınama sadedinde bu âyeti indirdi.[46]
89. Ne zaman ki onlara Allah katından, yanlarında olanı tasdik edici bir kitab geldi, ki daha evvel kâfirler aleyhine Allah 'tan bir fetih istiyorlardı. İşte o tanıdıkları şey (Kur'ân veya Hz. Muhammed) kendilerine gelince onu inkâr ettiler. Artık Allah'ın laneti kâfirlerin tepesine.
İbn Humeyd kanalıyla Asım ibn Ömer ibn Katâde'den, onun da şeyhlerinden rivayetinde şöyle anlatmışlar: "Daha evvel kâfirler aleyhine Allah'tan bir fetih istiyorlardı. İşte o tanıdıkları şey (Kur'ân veya Hz. Muhammed) kendilerine gelince onu inkâr ettiler. Artık Allah'ın laneti kâfirlerin tepesine." âyeti vallahi bizim ve onların hakkında yani ansar ve onların komşuları olan yahudiler hakkında indi. Câhiliye devrinde bir süre biz onlara galip gelmiştik, biz putperest, onlar ise kitab ehli idiler. "Bir peygamber gönderilmesi zamanı geldi, gönderilmesinin gölgesi üzerinize düştü. O peygamberle birlikte Ad ve İrem'in katledildiği gibi sizi katledeceğiz, öldüreceğiz." derlerdi. Allah Tealâ Rasûlü'nü Kureyş'ten gönderip biz de ona iman edince o peygamberi inkâr ettiler [47]
Yine İbn Humeyd'in... İbn Abbâs'tan naklettiğine göre Hz. Peygamber peygamber olarak gönderiImezden önce yahudiler Evs ve Hazrec'e karşı onunla fetih umudu taşıyorlar; o gelince onunla birlikte Evs ve Hazrec'e galip gelecekleri umudunu dile getiriyorlardı. Ama Allah Tealâ onu kendilerinden değil de araplardan gönderince onu ve hakkında daha önceden söylemekte olduklarını da inkâr ettiler. Muâz ibn Cebel ve Selime oğullan kardeşi Bişr ibn el-Berâ ibn Ma'rûr: "Ey yahudiler topluluğu, Allah'tan korkun ve müslüman olun. Siz daha önceden bize karşı, bizler müşriklerken Muhammed ile üstün gelme umudunuzu dile getiriyordunuz. Bize onun peygamber olarak gönderileceğini siz haber vermiş, sıfatlarını bize yine siz söylemiştiniz." dediler. Nadîr oğulları kardeşi Selâm ibn Mişkem: "Bize bildiğimiz, tanıdığımız bir şey getirmedi. O bizim size söylediğimiz peygamber de değil." dedi de Alalh Tealâ: "Ne zaman ki onlara Allah katından yanlarında bulunanı tasdik eden bir kitab geldi, ki daha evvel küfredenlerin aleyhine Alalh'dan onunla fetih ve zafer istiyorlardı. İşte tanıdıkları o şey kendilerine gelince onu inkâr ettiler. Artık Allah'ın laneti o kâfirlerin
tepesine." ayetini indirdi.[48]
İbn Abbâs anlatıyor: Hayber yahudileri ile Gatafan arasında savaş vardı ve Hayber yahudileri ne zaman Gatafan'la karşılaşsalar yeniliyorlardı. Sonunda:
"Ey Allahımız, Ahir zamanda çıkarmayı va'dettiğin o ümmî peygamber hakkı için senden bizi muzaffer kılmanı diliyoruz." duasına sığınmayı kararlaştırdılar ve Gatafan'la karşılaşınca bu duayı yaptılar da yapılan savaşta Gatafan'ı bozguna uğrattılar. Allah Tealâ, onların duasında geçen Hz. Muhammed (sa)'i peygamber olarak gönderince onun peygamberliğini inkâr ettiler de bunun üzerine Allah Tealâ: "Daha önce (o peygamberin adını kullanarak, onun hakkı için diyerek) kâfirlere karşı zafer isterlerken... İşte Allah'ın laneti böyle kâfirleredir." âyetini indirdi.[49]

94. De ki: Allah yanında âhir et yurdu insanların değil de yalnız sizinse, sâdıklardan iseniz haydi ölümü temenni edin.
Yahudiler, Allah Tealâ'nın cenneti yalnız İsrail oğullan ve onların çocukları için yarattığını sanıyorlardı. Bunun üzerine bu âyet nazil oldu.[50]

97. De ki: Her kim Cebrail 'e düşman olursa (kahrından gebersin!) Çünkü kendinden önceki leri tasdik edici ve mü 'minler için sırf bir hidayet ve müjde olan Kur'ân’ı Allah 'in izniyle senin kalbinin üstüne o indirmiştir.
98. Kim Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrail'e, MîkâîVe düşman olursa şüphesiz Allah da o kâfirlerin düşmanıdır.
99. Andolsun ki Biz sana apaçık âyetler indirdik. Onları/âşıklardan başkası inkâr etmez.
Müfessirler bu âyetlerin yahudiler hakkında, İsrail oğullarından yahudilere cevap olarak nazil olduğunda ittifak halindedirler. Ancak yahudilerle müslümanlar arasında bu âyetlerin nüzulüne ilişkin olarak rivayet edilen hadisenin kahramanları ile oluş şekli ve yeri üzerinde rivayetler arasında bazı farklılıklar vardır. Bu rivayetleri şöylece sıralıyabiliriz:
İbn Abbâs hadiseyi şöyle anlatıyor: Yahudiler Hz. Peygamber (sa)'e geldiler ve: "Ey Ebu'l-Kasım, sana bazı şeyler soracağız. Eğer bunlara cevap verebi-1 irsen sana tabî olacağız; haber ver bize, sana meleklerden kim geliyor? Çünkü hiçbir peygamber yoktur ki Rabbı katından risaleti ve vahyi ona bir melek getirmesin. Senin (sana Rabbından vahy getiren) dostun kimdir?" dediler. Efendimiz: "Cibril'dir." dedi. Yahudiler: "O, savaşı, kıtali indiren melektir ve o bizim düşmanımızdır. Eğer yağmuru ve rahmeti indiren Mikâîl'dir, deseydin sana tabî olacaktık." dediler de Allah Tealâ: "De ki: Her kim Cibrîl’e düşman olursa... Allah kâfirlerin düşmanıdır." âyetlerini indirdi.[51] Bu hadisi Tirmizi de tahric etmiştir.[52]
Taberî'deki İbn Abbâs rivayeti biraz değişik ve daha detaylıdır. Şöyle ki:
Bir yahudi cemaati Hz. Peygamber (sa)'in yanma geldiler ve: "Ey EbuM-Kasım, sana bazı şeyler soracağız. Onları ancak bir peygamber bilebilir." Dediler. Efendimiz: "Ne isterseniz sorun ve fakat Yakub'un oğullarından aldığı Allah'ın zimmetini kılın, Allah adına söz verin: Ben size bir şey söylerim de siz onu bilecek olursanız (söylediğim şey sizin bildiğinizle uyuşursa) İslâm üzere bana tabî olacaksınız." buyurdular. Onlar da kabul ettiler "Tamam bu sözü sana veriyoruz." dediler. Efendimiz tekrar: "Sorun dilediğinizi." buyurdular. "Sana soracağımız dört şeyi bize haber ver: Tevrat indirilmezden önce İsrail'in kendisine haram kıldığı yiyecek hangisiydi? Bize haber ver. Kadının suyu ile erkeğin suyu nasıldır? Onlardan çocuk nasıl erkek, nasıl dişi olur? Bize haber ver. Uykudaki şu ümmî peygamberi ve meleklerden dostunun kim olduğunu bize haber ver." dediler. Allah'ın Rasûlü (sa): "Unutmayın Allah adına söz verdiniz. Size bunları haber verirsem bana tabî olacaksınız." diye tekrar hatırlattı da onun istediği ahdi ve misakı verdiler. Efendimiz şöyle cevap verdi: "Tevrat'ı Musa'ya indiren Allah adına; biliyor musunuz İsrail hastalanmış, hastalığı uzamış ve eğer Allah bu hastalığına şifa verirse en sevdiği yiyecek ve içeceği kendisine haram kılacağı adağında bulunmuştu. En sevdiği yiyecek deve eti, en sevdiği içecek de deve sütü idi, değil mi?" Yahudiler: Allah için evet." dediler. Efendimiz: "Allah'ı size şahit tutuyorum, yegâne ilâh olan, Musa'ya Tevrat'ı indiren Allah adına erkeğin suyunun beyaz ve kalın, kadının suyunun sarı ve ince olduğunu, hangisi üstün gelirse çocuğun o cinsten olup ona benzediğini; binaenaleyh erkeğin suyunun kadının suyuna üstün gelmesi halinde Allah'ın izniyle çocuğun erkek olacağını, kadının suyunun erkeğin suyuna üstün gelmesi halinde de Allah'ın izniyle çocuğun kız (dişi) olacağını biliyor musunuz?" diye sordu, "Ey Allahım, evet." Dediler. Efendimiz: "Allahım şahit ol!" buyurdu ve şöyle devam etti: "Musa'ya Tevrat'ı indiren Allah adına şu ümmî peygamberin gözünün uyuduğunu ama kalbinin uyumadığını biliyor musunuz?" Onlar: "Allah için evet." dediler, Efendimiz de: "Ey Allahım şahit ol!" dedi. Yahudiler: Şimdi de bize söyle bakalım, meleklerden dostun kim? Buna cevabına göre sana uyacak, ya da senden ayrılacağız." Dediler. Efendimiz: "Benim dostum Cibril'dir. Allah hangi peygamberi göndermişse Cibril onun dostudur." Buyurdular. Yahudiler: İşte şimdi senden ayrılıyoruz. Şayet meleklerden dostun Cibril'den bir başkası olsaydı sana uyar ve seni tasdik ederdik." Dediler. Efendimiz: "Onu tasdikinizi engelleyen nedir?" diye sordu, şöyle dediler: "O bizim düşmanımızdır. O öyle bir melek ki ancak şiddeti ,harbi, zorluğu ve kan dökmeyi getirir." Dediler de Allah Tealâ "Kendilerine kitab verilenlerden bir güruh sanki onlar bilmiyorlarmış gibi Allah'ın kitabını sırtlarının arkasına atmışlardır."a kadar olmak üzere "De ki: Her kim Cebrail'e düşman olursa (kahrından gebersin!) Çünkü kendinden öncekileri tasdik edici ve mü'minler için sırf bir hidayet ve müjde olan Kur'ân'ı Allah'ın izniyle senin kalbinin üstüne o indirmiştir..." Âyetlerini indirdi.[53] Ebu Dâvûd et-Tayâlisî'nin Müsned'inde aynı rivayet vardır ve bu hâdise üzerine bu âyetle birlikte bir de "Gazab üstüne gazaba döndüler." (Bakara, 2/90) âyetinin indiği ilâvesi vardır.[54]
Aynı hadise Hz. Ömer'den de rivayet edilmiş ve bu sefer hadisenin içinde Hz. Ömer'in kendisi de var. Hz. Ömer'den değişik kanallardan ufak tefek farklarla rivayet edilen hadisenin rivayetlerdeki farklılıkları birleştirilirse şöyle bir anlatım ortaya çıkıyor:
Ömer'in Medine'nin yukarısında bir bahçesi vardı. Oraya arada bir giderdi. Yolunun üzerinde yahudilerin Tevrat okudukları bir yer vardı ve Ömer bahçesine giderken arada bir oraya girer, onları dinler ve Tevrat'ın Kur'ân'a, Kur'ân'in Tevrat'a uygunluğuna hayret edermiş. Onlar da: "Ey Ömer, Bize senden daha sevgilisi yok." derler. "Niye?" diye sorduğunda da: "Çünkü senin arkadaşların bizi hor görüyor, bize eziyet veriyorlar, sen ise bize geliyorsun ve bizi kaplıyorsun. Senin bizim dinimize girebileceğini umuyoruz." derlermiş. Ömer de: "Ben size, Allah'ın kitabının birbirini tasdik etmesinden hoşlandığım için; Tevrat'ın Kur'an'a uygunluğundan, Kur'ân'in Tevrat'a uygunluğundan hoşlandığım için geliyorum." dermiş. Hz. Ömer şöyle anlatıyor: Bir gün ben yine onlarla beraberken dönüp bir de baktım ki Allah'ın Rasûlü (sa) oranın kapısına gelmiş. O'na yöneldim, yanına geldim ve yahudilere: "Allah adına ve size indirdiğ kitap hakkı için O'nun Allah'ın Rasûlü olduğunu biliyor musunuz?" dedim. Efendileri: "Allah'ın adını vererek sordu, haber verin ona." dedi. Onlar da: "Sen bizim e-fendimizsin, sen söyle." dediler. Efendileri: "Biz biliyoruz ki O Allah'ın elçisi-dir." dedi. Ben: "Eğer onun Allah'ın elçisi olduğunu biliyor ve tabî olmuyorsan bu durumda onların helake en müstehak olanı sensin." dedim. Bu sefer hepsi birden söze girişip: "Ama senin arkadaşının dostu olan melek bizim düşmanımız olandır. Meleklerden birisi bize düşman, biri de bizimle barışık." dediler. Ben: "Meleklerden kim düşmanınız, kim sizinle barış içinde?" diye sordum. "Düşmanımız Cibril'dir. O, sertlik, katılık, zor ve ağır yükler ve zorlaştırma meleğidir." dediler. "Sizinle barış halinde olan kimdir?" dedim, "Mikâîl'dir. O, rahmet, yumuşaklık, bolluk ve kolaylaştırma meleğidir." dediler.
Ben: "Peki bunların Allah katında yerleri ve mertebeleri nedir?" diye sordum, "Cibril Allah'ın sağında, Mikâîl de solundadır." dediler. "Şahit olun, Allah'ın sağındakine düşman olan solundakine de düşmandır, solundakine düşman olan sağındakine de düşmandır. Her kim ikisine de düşman ise Allah'a da düşmandır. Size Allah adına şehadet ederim ki Cibril'in, Mikâîl'le barışık olana düşmanlık etmesi; Mikâîl'in de Cibril'in düşmanıyla barış halinde olması ona helâl olmaz. O ikisi ve onlarla beraber olan (diğer melekler) hep birden düşman olanlara düşmandırlar, barış halinde olanla da barış içindedirler." dedim, sonra kalkıp yahudilerle aramda geçen konuşmaları haber vermek üzere Rasûl-i Ekrem (sa)'in yanına vardım, bir de ne göreyim Cibril benden önce gelmiş ve haber vermiş. Efendimiz beni karşıladı ve "Ey Hattâb'ın oğlu, biraz Önce bana gelen âyetleri okumıyayım mı?" diye sordu. Ben: "Evet, oku." deyince de: "De ki kim Cİbrîl'e düşman ise... Onları ancak fasıklar inkâr eder." âyetlerini tilâvet buyurdu. Ben: "Seni hak ile gönderen Allah'a yemin ederim ki ben buraya ancak yahudilerin sözlerini haber vermek üzere gelmiştim. Bir de gördüm ki Habîr, -Latîf olan Allah benden önce sana haber vermiş." dedim. Ömer der ki: O andan itibaren gördüm ki ben, Allah'ın dini hakkında (Ona bağlılıkta) taştan daha katıyım.[55]
Abdurrahman ibn Ebî Leylâ'dan gelen bir rivayette diğerlerinden çok farklı bir ayrıntı var ki o da yahudilerle tartışan Hz. Ömer'in, onların "Senin şu arkadaşının bahsettiği Cibril bizim düşman im izdir." Demeleri üzerine "Her kim Allah'a, meleklere, rasullere, Cibril'e ve MîkâîPe düşmansa hiç kuşkusuz Allah da kâfirlerin düşmanıdır." Dediği ve bu mealdeki âyetin Ömer'in lisanı üzere indiğidir (Tabeii Câmiu'i-Beyân, 1,348-349). En doğrusunu Allah bilir.
İbn Abbâs'tan rivayet ediliyor: Yahudilerin âlimlerinden İbn Sûriyâ el-Katyûnî, Allah'ın Rasûlü (sa)'ne: "Bize bildiğimiz bir şey getirmedin, sana bir âyet nazil olmadı ki onlarda sana tabî olalım." demişti. İşte bunun üzerine "Hiç şüphesiz Biz sana apaçık âyetler indirdik. Onları ancak fâsık olanlar inkâr eder." ayeti indi.[56]
Yine İbn Abbâs'tan bu İbn Sûriyâ'nm Fedek yahudilerinden olduğu da belirtilerek daha detaylı bir rivayet vardır ki şöyledir:
Fedek yahudilerinin âlimlerinden Abdullah ibn Sûriyâ adında birisi vardı. Hz. Peygamber (sa)'le tartışıyordu, Hz. Peygamber'in hak peygamber olduğuna dair kesin deliller karşısına çıkmaya başlayınca (bunlardan kurtulmak üzere) "Gökten sana hangi melek geliyor?" diye sordu. Efendimiz: "Cibril, Allah hangi peygamberi göndermişse Cibril onun dostudur." Buyurdu. İbn Sûriyâ: "O meleklerden bizim düşman imizdir. Şayet Mikâîl deseydin sana iman ederdik. Cibril azabı, savaşı ve şiddeti indirir. Bize defalarca düşmanlık etmiştir, bu da bize zor geliyor. (Bir defasında) Allah, peygamberimize vahy gönderip bildirdi ki Beytu'l-Makdis, Buhtunnasar denilen bir adamın elleriyle tahrip edilecektir ve Allah, Beytu'î-Makdis'in tahrip olunacağı zamanı da bize haber verdi. Haber verilen vakit gelince biz İsrail oğullarından güçlü kuvvetli birisini Buhtunnasar'ı bulup öldürmesi için gönderdik. Buhtunnasar'ı aramak üzere Babil'e gitti, orada (Buhtunnasar'ı) miskin, gücü kuvveti olmıyan bir çocuk halindeyken buldu ve Öldürmek üzere yakalamışken Cibril buna mani oldu, gönderdiğimiz o güçlü kuvvetli adamımıza: "Eğer Rabbımız sizin helakinize izin vermişse (sizin helakinize izin veren Rabbımız ise) bu güçsüz çocuğun bunda ne dahli olabilir ki!? Ve eğer böyle değilse şu miskin çocuğu hangi hakla öldüreceksin?" dedi. Bu söz aklına yatan adamımız da onu tasdikle çocuğu bırakıp bize geri döndü. O çocuktan başkası olmıyan Buhtunnasar büyüyüp güçlendi, bize savaş açtı ve gelip Beytu'l-Makdis'i tahrip etti. İşte bunun için biz Cibril'i kendimize düşman saydık." dedi de Allah Tealâ bu âyet-i kerîmeyi indirdi.
Mukatil'den gelen rivayette yine Cibril'in yahudilerce düşman ilân edildiği belirtilirken gösterilen gerekçe biraz daha farklı ve gariptir: Yahudiler: "Cibrîl bizim düşmanımızdır. Çünkü peygamberliği bizden birine getirmekle emrolunmuşken o gitti bizim dışımızda birine getirdi." dediler de Allah Tealâ bu âyeti indirdi.[57]
İbn Abbâs'tan gelen bir rivayette konu, "Sana ruhu soruyorlar, de ki: Ruh, Rabbımın emrindendir ve size ilimden pek az bir şey verilmiştir." (İsrâ, 17/85) âyetinin inmesiyle ilişkilendiriliyor. Şöyle ki:
Yahudiler, Hz. Peygamber (sa)'e: "Bize ruhu haber ver; ruh nedir ve ruh, Allah'tan bir şey iken cesedde olan ruha nasıl azâb olunur?" diye sordular. O zamana kadar Hz. Peygamber (sa)'e bu hususta bir şey nazil olmamış olduğu
için Efendimiz (sa) bir cevap vermediler. Bunun üzerine Cibrîl geldi ve "Sana ruhu soruyorlar, de ki: Ruh, Rabbımın emrindendir ve size ilimden pek az bir şey verilmiştir." dedi. Hz. Peygamber (sa) de onlara bunu haber verdi, yahudiler: "Bunu sana kim getirdi?" diye sordular. Hz. Peygamber (sa) onlara: "Allah katından bunu bana Cibrîl getirdi," deyince onlar: "Vallahi bunu sana ancak bizim düşmanımız söylemiş." dediler de bunun üzerine Allah Tealâ: "De ki: Kim Cebrail'e düşman olursa (bilsin ki) kendinden evvelkileri tasdik edici ve mü'minler için bir hidayet ve müjde olan Kur'ân'ı Allah'ın izni ile senin kalbine o indirmiştir." âyet-i kerimesini indirdi.[58]
Bu rivayetlerden anlaşılıyor ki her üç âyet de yahudiler ve onlar gibi sudan bahanelerle Allah'ın son peygamberinin getirdiği hakkı kabul etmemekte direnenler hakkında ve bir çeşit onların imanlarına fazla tama etmemek gerektiği uyarısıyla birlikte onların yalanlarını, sudan bahanelerini ve gerçek durumlarını mü'minlere haber vermek, bir de onların imansızlıkta özürleri olmadığını beyanla onları azarlamak üzere nazil olmuştur.[59]

100. Onlar ne zaman bir ahid ile bağlandılarsa onlardan bir grup onu bozup atıvermedi mi? Hayır, aksine onların çoğu iman etmezler.
İbn Abbâs'tan rivayet ediliyor ki "Onlar ne zaman bir ahid ile bağlandılarsa onlardan bir grup onu bozup atıvermedi mi?..." âyetinde kastedilen Mâlik ibn es-Sayf (İbnu's-Sayt da denilirmiş)'dır. "Allah'a yemin olsun ki kitabımızda Muhammed'e iman edeceğimize dair bizden ne bir ahid alınmıştır ne bir misak." demişti. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu.
Mamafih bir kişi yerine Hz. Peygamber gelince onun nübüvvetini inkâr e-den bütün yahudilerin bu âyetin nüzul sebebi olduğu da söylenmiştir [60]

102. Şeytanların, Süleyman 'in mülkü aleyhine uydurup takip ettikleri şeylere uydular. Halbuki Süleyman asla kâfir olmadı. Fakat o şeytanlar kâfir idiler ki insanlara büyücülüğü ve Bâbildeki iki meleğe, Hârût ve Mârût'a indirilen şeyleri Öğretiyorlardı...
Yahudiler, bir süre Hz. Peygamber (sa)'e Tevrat'taki hususları sordular, ama baktılar ki Hz. Muhammed onların Tevrat'ta bildiklerini onlardan daha iyi biliyor; Tevrat'takileri sormaktan vazgeçip büyü ile ilgili şeyler sormaya ve bu konularda onunla tartışmaya başladılar da Allah Tealâ "Şeytanların, Süleyman'ın mülkü aleyhine uydurup takip ettikleri şeylere uydular. Halbuki Süleyman asla kâfir olmadı. Fakat o şeytanlar kâfir idiler ki insanlara büyücülüğü ve Bâbil'deki iki meleğe, Hârût ve Mârût'a indirilen şeyleri öğretiyorlardı." ayetini indirdi [61]
İmrân ibnu'l-Hâris anlatıyor: Bir gün İbn Abbâs'ın yanında oturuyorduk. Bize şöyle anlattı: Şeytanlar gökten (gök ehlinden) bazı haberleri çalmaya çalışırlardı. Onlardan birisi bir doğru kelime yakalar ve onun doğruluğu tecrübe edilirse ona yetmiş kelime daha katar ve insanların kalblerine yayardı. Hz. Süleyman buna muttali olunca o şeytanların insanlara yaydığı yalanlan toplatıp oturduğu kürsünün altına gömdürdü.
Hz. Süleyman ölünce şeytanlardan birisi insanların yoluna çıkıp: "Size Süleymanm en iyi korunan, bir misli ve benzeri olmıyan hazinesini göstereyim mi?" dedi. İnsanlar "evet göster" deyince: "İşte orada, kürsüsünün altında." Dedi. Kazıp o şeytanların uydurdukları yalanları çıkardılar ve: "Bunlar Süleymanm ümmetleri büyülediği büyüdür." Dediler. İşte Allah Tealâ Süleyman'ın bu konuda mazur olduğunu, bu büyünün ona değil de şeytanlara ait olduğunu bildirmek üzere "Süleyman'ın hükümranlığı hakkında onlar şeytanların uydurup söylediklerine tabî oldular..." âyetini indirdi.
Muhammed ibn İshak der ki: Allah'ın Rasûlü (sa), Hz. Süleyman (as)'i Allah'ın elçileri arasında zikredince bazı yahudi hahamları: "Muhammed, Davud'un oğlunu peygamber sanıyor. Halbuki o sadece bir büyücüydü." dediler de bunun üzerine Allah Tealâ: "Süleyman kâfir olmadı ve fakat şeytanlar kâfirdiler. .." âyetini İndirdi.[62]
Kelbî der ki: Şeytanlar, Hz. Süleyman'ın kâtibi Asaf in dilinden ve "Bu, melek Asaf ibn Berhıyâ'nın bildikleridir." diyerek büyü yazdılar ve bu büyüyü de Hz. Süleyman'ın hükümranlığı Allah tarafından kendisinden alındığında Süleyman'ın haberi olmadan onun namaz kıldığı yere gömdüler. Hz. Süleyman ölünce de oradan çıkartıp insanlara: "Süleyman size bununla hükmediyordu. Bunları öğrenin (ki siz de insanlara hükmedebilesiniz.)" dediler. İsrail oğulları âlimleri bunu öğrenince: "Allah korusun, bunlar Süleyman'ın ilmi değil" dediler. İsrail oğullarının ayak takımı ise "Bu Süleyman'ın ilmidir." Dediler ve peygamberlerin kitaplarını terkederek bunları öğrenmeye yöneldiler. Böylece bu büyülerin ayıbı Hz. Süleyman'a yüklenmeye başladı ve insanlar arasında yayıldı. Tâ ki Allah Tealâ Hz. Muhammed (sa)'i peygamber olarak gönderdi de Allah Tealâ ona, peygamberi Süleyman'ın Özrünü, yayılan bu büyünün ona değil şeytanlara ait olduğunu, Süleyman'a atılan bu iftiradan onun berî olduğunu "Süleyman'ın hükümranlığı hakkında onlar şeytanların uydurup söylediklerine tabî oldular..." âyetiyle bildirdi.
Hz. Süleyman'dan hükümranlığının nasıl alındığına dair bilgiye de Taberî'de raslıyoruz. O şöyle zikrediyor:
İbn Abbâs'tan nakledildiğine göre Hz. Süleyman, bir keresinde çok sevdiği hanımı Cerâde'nin kabilesi lehine bir hüküm vermiş ve daha sonraları bu sebeple de mihnete duçar olmuş, tuvalete gideceğinde veya bir hanımı ile birlikte olmak istediğinde krallık mührünü hanımı Cerâde'ye emanet edermiş. Bir gün yine mührü Cerâde'ye bırakıp tuvalete gitmiş. Şeytan hemen Süleyman kılığında Cerâde'ye gelip ver mührümü demiş ve mührü alıp parmağına takmış. Mührü parmağına takınca bütün ins, cin ve şeytanlar ona boyun eğmişler. Biraz sonra gerçek Süleyman Cerâde'ye gelip yüzüğünü isteyince Cerâde: Yalan söylüyorsun, sen Süleyman değilsin." Demiş ve Hz. Süleyman da bu şekilde krallığın elinden gittiğini anlamış.
İşte o günlerde şeytanlar "Bunlar Asaf ibn Berhıyâ'nın kral Süleyman için ilim hazinelerinden alarak yazdıklarıdır." Başlığıyla büyü kitapları yazmışlar, bunları Süleyman'ın mührü ile mühürleyip sonra da onun kürsüsünün altına gömmüşler. Daha sonra Hz. Süleyman bir şekilde hükümranlığını tekrar kazanmış ve şeytanların insanlar arasında yaymaya çalıştıkları büyücülüğü kaldırmışsa da çok geçmeden vefat etmiş ve insanlar arasında Hz. Süleyman'ın büyücü olduğu bilgisi şeytanlar tarafından tekrar canlandırılarak Hz. Peygamber'in bi'setine ve bu konudaki "Süleyman'ın hükümranlığı hakkında onlar şeytanların uydurup söylediklerine tâbi oldular..." âyetinin nüzulüne kadar devam etmiştir.[63]
Hasîfe'den rivayete göre o şöyle anlatmış: Bir ağaç bittiğinde Süleyman ona: "Sen hangi hastalığın ilâcısın?" diye sorar, ağaç da "şu şu hastalığın ilâcıyım." Dermiş. Harûbe (keçiboynuzu) ağacı bittiğinde ona: "Sen neyin ilâcısın?" diye sormuş, o da: "Ben senin evinin harab olması için bittim." demiş. Süleyman: "Benim evimi mi tahrib edeceksin?" deyice ağaç "evet" demiş. Hz. Süleyman da: "Sen ne kötü ağaçsın." demiş ve çok geçmeden ölmüş. İnsanlar hastalarına "Keşke Süleyman gibi olaydı." demeye başlamışlar. Şeytanlar da bunu alarak bir kitap yazmışlar, bunu Süleyman'ın namaz kıldığı yere koymuşlar, sonra da insanlara: "Size Süleyman'ın neyle tedavide bulunduğunu gösterelim." demiş, gidip o yazdıklarını ve Süleyman'ın namazgahına koyduklarını çıkarmışlar. İçinde büyü ve muskalar varmış. İşte bunu beyan etmek üzere Allah Tealâ "Süleyman'ın hükümranlığı hakkında onlar şeytanların uydurup söylediklerine tabî oldular..." âyetini indirmiştir.
Sırrî der ki: Hz. Süleyman zamanında insanlar büyü yazar ve onu öğrenmekle meşgul olurlardı. Hz. Süleyman bunu engellemek için yazılan büyüleri toplatıp kürsüsünün altına gömdürdü ve insanların büyü ile meşgul olmalarını da yasakladı. Hz. Süleyman ölüp de onun büyü yazılı kitapları toplatıp büyüyü yasakladığını bilenler de gidince şeytan, bir insan suretine bürünüp israil oğullarından bir grubun yanına geldi ve: "Şimdiye kadar hiç yemediğiniz ve ebediyyen yiyemiyeceğiniz bir hazineyi size göstereyim mi?" dedi. "Evet" dediler. "Süleymanın kürsüsünün altını kazın." Dedi. Kazdılar ve o kitapları bulup çıkardılar. Şeytan: "İşte Süleyman cinlere, insanlara, şeytanlara ve kuşlara bunlarla hükmetti." Dedi. İsrail oğulları bu kitapları aldılar, öğrendiler ve işte bu yüzden büyü en çok yahudiler arasında bulunur. Allah Tealâ, peygamberi Süleyman'ın bu iftiradan berî olduğunu beyan etmek üzere işte "Süleyman'ın hükümranlığı hakkında onlar şeytanların uydurup söylediklerine tabî oldular..." âyetini indirdi. [64]

Yazar:  arsiv [ 01.01.09, 14:38 ]
Mesaj Başlığı:  002- BAKARA SÛRESİ (103-186. Âyetler -İndirilişi-)

002- BAKARA SÛRESİ (103-186. Âyetler -İndirilişi-)

104. Ey iman edenler, "râinâ" demeyin ve fakat "unzurnâ" deyin, kulak verin. Kâfirler için elim bir azâb vardır.
Atâ rivayetinde İbn Abbâs şöyle demiş: Araplar kendi aralarında "Bizi görüp gözetin." anlamında olmak üzere "râinâ" derlerdi. Yahudiler, ashab-ı kiramın Hz. Peygamber (sa)'e de bu şekilde seslendiklerini duyunca bu çok hoşlarına gitti. Çünkü "râinâ" yahudi lisanında "İşit, işitmez olası!" manâsında çirkin bir küfür idi. "Biz şimdiye kadar Muhammed'e gizlice sövüyorduk, gelin artık açıkça sövelim. Bu küfür nasıl olsa onların sözü (ile aynı)" dediler ve "Ey Muhammed râinâ" deyip gülmeye başladılar. Ansardan Sa'd ibn Ubâde –başka bir rivayette Sa'd İbn Muâz[65]- yahudilerin dilini biliyordu. Yahudilerin Efendimize böyle deyip güldüklerini görünce durumu hemen kavradı ve: "Ey Allah'ın düşmanları, Allah'ın laneti size. Muhammed'in nefsi kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki sizden herhangi birinin Efendimize böyle söylediğini duyarsam boynunu koparırım." Dedi. Yahudiler: "İyi de bunu siz de söylemiyor musunuz?" dediler de Allah Tealâ: "Ey iman edenler, râinâ demeyin..." âyetini indirdi.[66]
Taberî, yahudilerden Hz. Peygamber (sa)'e "râinâ" diyerek alay edenin Kaynukâ oğullarından Rifâa ibn Zeyd ibn et-Tâbût olduğunu kaydediyor.[67]

lO5. Kitab ehlinden kâfirler ve müşrikler Rabbınızdan size hiç bir hayır indirilmesini istemezler. Allah ise rahmetiyle kimi dilerse onu mümtaz kılar. Allah en büyük lütuf ve inayet sahibidir.
Müfessirler derler ki: Müslümanlar, anlaşmalı oldukları yahudilere: "Gelin Muhammed'e iman edin." dediklerinde yahudiler: "Şu bizi çağırdığınız din bizim üzerinde olduğumuz dinden daha hayırlı değil. Aslında biz de onun hayır olmasını isteriz ama..." demişlerdi. Bunun üzerine onları yalanlamak için Allah Tealâ "Kitab ehlinden kâfirler ve müşrikler Rabbınızdan size bir hayır indirilmesini istemezler." ayetini indirdi.[68]

106. Biz Azîmüşşan bir şeyi nesheder ya da onu unutturursak mutlaka ondan daha hayırlısını veya bir mislini getiririz. Bilmedin mi ki Allah her şeye Kadir'dir!?
Müşrikler nesh konusunda Hz. Peygamber (sa)'e hücum edip "Görmüyor musunuz, Muhammed ashabına bir şey emrediyor, sonra onu onlara yasaklayıp tersini emrediyor. Bugün bir şey söylüyor, yarın ondan dönüyor.[69] Bu Kur'ân filân değil, Muhammed onu kendiliğinden söylüyor. Görmüyor musunuz o çelişkili bir söz." demişlerdi. Bunun üzerine "Biz Azîmüşşan bir şeyi nesheder ya da onu unutturursak mutlaka ondan daha hayırlısını veya bir mislini getiririz. Bilmedin mi ki Allah her şeye Kadîr'dir!?"[70] ve "Biz bir âyeti başka bir âyetin yerine değiştirdiğimiz vakit..." (en-Nahl, 101) âyetleri nazil oldu.[71]
Bu âyetin nüzulüne kıblenin Beytu'l-Makdis'ten Ka'be'ye çevrilmesi üzerine, yahudilerin, müslümanların namazlarında başka bir yöne döndürülmelerini çekemiyerek, hased, kin ve düşmanlıklarından "Muhammed bugün bir şey söylüyor, yarın ondan dönüyor, ashabına dilediğini helâl kılıyor, dilediğini haram ediyor. Bu Kur'ân filân değil, tamamen Muhammed'in sözü, onun için birbirini nakzediyor, çelişkili bir söz" demelerinin sebep olduğu da rivayet edilmiştir.[72]

108. Daha önce Musa 'dan istendiği gibi Rasûlünüzden (mucizeler) talebinde mi bulunmak istiyorsunuz? Her kim küfrü imanla değiştirirse hiç kuşkusuz en kötü yola saparak dalâlete düşmüş olur.
Rivayete göre Kureyş müşrikleri: "Ey Muhammed, bizim için Safa tepesini altına çevir ve Mekke arazisini genişlet (ki sana iman edelim)." Demişlerdi de Musa (as)'nm kavminin ona "bize de onların ilâhı gibi bir ilâh yap." Tekliflerinde olduğu gibi Hz. Peygamber (sa)'den mucizeler istemelerinin yasaklama sadedinde olmak üzere "Daha önce Musa'dan istendiği gibi Rasûlünüzden (mucizeler) talebinde mi bulunmak istiyorsunuz? Her kim küfrü imanla değiştirirse hiç kuşkusuz en kötü yola saparak dalâlete düşmüş olur." ayeti indi.[73]
İbn Abbâs'tan gelen bir rivayette Kureyş müşriklerinden Abdullah ibn Ebî Ka'b ve onunla birlikte bir grubun Hz. Peygamber (sa)'e bu teklifi yaptıkları, yukardaki tekliflere ilâve olarak "Genişletilecek Mekke arazisinde nehirler a-kıtmasım" dedikleri belirtilmektedir. İbn Abbâs'tan gelen başka bir rivayette de yahudilerden Râfi' ibn Huzeyme (veya Hureymile) ve Vehb ibn Zeyd'in Efendimiz (sa)'den gökten, okuyacakları bir kitab getirmesini ve (Mekke vadisinde) nehirler akıtmasını istedikleri ve bu âyetin bunun üzerine nazil olduğu belirtilmektedir.[74]
Ebu'l-Aliye'den rivayet ediliyor: Birisi Hz. Peygamber (sa)'e: "Ey Allah'ın elçisi, Bizim keffâretlerimiz de İsrail oğullarının keffaretleri gibi olsaydı." Demişti. Hz. Peygamber (sa) üç defa: "Ey Allahım, bunu asla istemeyiz." deyip şöyle devam etti: "Allah'ın size vermiş oldukları elbette İsrail oğullarına verdiklerinden daha hayırlıdır. Onlardan birisi bir suç işledi miydi hem o suçu, hem de keffâretini kapısında yazılı olarak bulur; o keffâreti yerine getirse dünyada, yerine getirmese âhirette rezil olurdu. Allah size İsrail oğullarına verdiklerinden daha hayırlısını vermiştir. Allah Tealâ: "Her kim bir kötülük işler ya da kendine zulmeder de sonra istiğfar ederse Allah'ı Gafur Rahim olarak bulur." Buyurmuştur. Beş vakit namaz ve Cum'a bir sonraki cum'aya kadar olmak üzere ara-larındakine keffaretlerdir. Her kim bir kötülük düşünür de onu işlemezse onun aleyhine kötülük olarak yazılmaz, eğer işlerse bir kötülük olarak yazılır. Kim de bir iyilik yapmayı düşünür de yapamazsa onun lehine bir iyilik yazılır. Hem düşünür hem işlerse o iyilik onun lehine on iyilik olarak yazılır." buyurdu ve Allah Tealâ bu âyeti indirdi. Bu haberi İbn Cerîr ve İbn Ebî Hatim tahric etmişlerdir.[75]
Müfessirler bu rivayetler yanında bu âyetin nüzul sebebinde başka bilgilere de yer vermekteler:
Yahudiler ve müşrikler Hz. Peygamber'den istekte bulunup "Musa'ya Tevrat'ın verilişi gibi bize gökten bir defada inecek bir kitap getir." dediler,
Abdullah ibn Ümeyye el-Mahzûmî: "Gökten bana bir mektup getir. İçinde "Alemlerin Rabbından İbn Ebî Ümeyye'ye. Bil ki Ben, Muhammed'i insanlara peygamber olarak gönderdim." yazılı olsun, dedi,
Suddî'den gelen rivayette "Allah'ı ve melekleri karşımıza getirmedikçe sana iman edecek değiliz." demişlerdi. İşte bunun üzerine Allah Tealâ "Daha önce Musa'dan istendiği gibi Rasûlünüzden (mucizeler) talebinde rni bulunmak istiyorsunuz? Her kim küfrü imanla değiştirirse hiç kuşkusuz en kötü yola saparak dalâlete düşmüş olur." âyetini indirdi.[76] Mucâhid'den gelen rivayette ise Hz. Peygamber (sa)'in: "Tamam, istediğinizi getireceğim, ama yine de kâfirlikte ısrar ederseniz İsa'nın Mâidesi ashabının başına gelenlerin sizin de başınıza gelmesini kabul ediyor musunuz?" deyince bu isteklerinden vazgeçtikleri belirtilmektedir.[77]
Öyle anlaşılıyor ki iman etmek için, kendisine mucize geldiğinde gereğini yerine getirmek için değil de Hz. Peygamber (sa)'i âciz bırakmak ve böylece onu insanların gözünden düşürmek İçin bu ve benzeri tekliflerde bulunanlar bu âyetin hükmü altına girmektedirler.[78]

109. Kitab ehli olanlardan çoğu hak kendilerine besbelli olduktan sonra içlerindeki hasedden ötürü sizi imanınızdan sonra kâfirlere çevirmek istediler. Allah 'in emri gelinceye kadar şimdilik onları bırakın, serzeniş de etmeyin. Şüphesiz Allah herşeye Kadir'dir.
Yahudiler Uhud gazvesinden sonra müslümanlara: "Başınıza gelenleri görmediniz mi? Eğer hak din üzere olsaydınız bunlar başınıza gelmezdi. Bizim dinimize dönün. Sizin için en hayırlı olan budur." Demişlerdi. İşte bunun üzerine "Kitab ehli olanlardan çoğu sizi imanınızdan sonra kâfirlere çevirmek istediler..." âyeti nazil Oldu.[79] Başka bir rivayette bu teklifi yapanların, içlerinde Finhâs'ın da bulunduğu bir grup yahudi olduğu ve Huzeyfe ibnu'l-Yemân ile Ammâr ibn Yâsir'e bu teklifte bulundukları belirtilmiştir.[80]
İbn Abbâs'tan rivayet ediliyor: Allah Tealâ Rasûlü'nü araplardan gönderdiği için arapları yahudiler içinde en çok hased edenler Huyey ibn Ahtab ve Ebu Yâsir ibn Ahtab idi ve güçleri yettiğince insanları İslâm'dan çevirmeye çalışırlardı. İşte Allah Tealâ bu âyeti bu sebeple ve onlar hakkında indirmiştir.[81]
Abdullah ibn Ka'b ibn Mâlik'ten rivayete göre ise Ka'b ibnu'l-Eşref, Hz. Peygamber (sa)'i hicveder, Kureyş kâfirlerini şiirleriyle Efendimiz aleyhine tahrik ve teşvik eder, Efendimiz Medine'ye geldiğinde oradaki yahudiler ve müşrikler de Efendimiz (sa)'e eziyet ederler; Hz. Peygamber (sa) de onların hoş görülüp affedilmelerini emrederdi. İşte bu âyet bunun üzerine nazil olmuştur.[82]
113. Yahudiler: hristiyanlar bir şeye sahip değiller, dediler. Hristiyanlar da: yahudiler bir şeye sahip değiller, dediler. Halbuki hepsi de kitabı okuyorlar. Bilmeyenler de tıpkı onların dediklerini söyledi. Artık Allah ayrılığa düşmekte olduklarında kıyamet günü aralarında hükmünü verecektir.
İbn Abbâs anlatıyor: Necran hey'eti Hz. Peygamber (sa)'le görüşmek üzere Medine'ye geldiklerinde yahudi hahamları bunların yanına geldiler ve Hz. Peygamber (sa)Mn yanında nizâya tutuştular, sonunda yahudiler: "Siz din olarak hiçbir şey üzere değilsiniz." dediler ve İsa'yı ve İncil'i inkâr ettiler. Hristiyanlar da: "Asıl siz din adına hiç bir şey üzere değilsiniz." dediler, Musa ve Tevrat'ı inkâr ettiler de Allah Tealâ: "Yahudiler: hristiyanlar bir şeye sahip değiller, dediler. Hristiyanlar da: yahudiler bir şeye sahip değiller, dediler. Halbuki hepsi de kitabi okuyorlar..." âyetini indirdi.[83]
Haberi İbn İshâk ve İbn Ebî Hatim tahric etmişlerdir.[84]
Taberi, yahudi hahamlarından hristiyanlara karşı: "Siz din olarak hiçbir şey üzere değilsiniz." diyenin Râfi' ibn Huzeyme (veya Hureymile) olduğunu kaydetmiştir.[85]

114. "Allah'ın mescidlerinde O'nun adının anılmasını men'edenden, onların harap olmasına koşandan daha zâlim kimdir? Onların hakkı oralara korkak korkak girmekten başkası değildir. Dünyada rüsvaylık onlarındır, âhirette de yine onların azâb-ı azîm.
Bu âyet-i kerimenin kim hakkında indiğinde müfessirler ihtilâf etmişlerdir.
"Hristiyan namlardan Tatlus ve ashabı hakkında nazil olmuştur. İsrail oğullarına savaş ilân etmiş; onların eli silâh tutanlarını öldürmüş, kadınlarını esir etmiş, Tevrat'ı yakmış, Beytu'l-Makdis'i tahrip ederek oraya leşleri atmışlardı." Bu görüş Kelbî rivayetiyle İbn Abbâs'a aittir.[86]
Bazıları "Buhtunnasar hakkında indi. Çünkü o Beytu'l-Makdis'i tahrip etmişti." derken İbn Abbâs hristiyanlar hakkında nazil olduğunu söylemiştir. Âyetin hristiyanlar hakkında nazil olmasının vechi, Beytu'l-Makdis'i ellerinde tutan yahudilere düşmanlıklarından ötürü BabiFli Buhtunnasar'a yardım ettikleri vâ-kıasıdır. Bu yardım onların Beytu'l-Makdis'i tahrip etmeleri anlamında kabul edilmiş oluyor ki Katâde de bu görüştedir ve Beytu'l-Makdis Hz. Ömer zamanına kadar böyle tahrip edilmiş halde kalmış, Hz Ömer zamanında yeniden imar edilmiştir.
Üçüncü bir kavil olarak âyetin, Hudeybiye senesi Hz. Peygamber ve müzminlerin müşrikler tarafından Mekke'ye sokulmamaları üzerine indiği söylenmiştir.[87]
Aslında âyetin lafzı genel olduğu için her ne zaman ve şekilde, hangi mescidden olursa olsun onlarda ibadeti engelleyip maddî ve manevî harabiyetlerine sebep olanlar bu âyetin hükmü altına girerler.[88]

115. Allah'ındır doğu da batı da. Nereye dönerseniz Allah 'in vechi orasıdır. Hiç şüphesiz Allah Vâsi'dir, Alîm'dır.
Amir ibn Rabîa'dan rivayet ediliyor ki o şöyle anlatmış: Karanlık bir gecede bir seferde Allah'ın Rasûlü (sa) ile beraberdik. Kıblenin neresi olduğunu bilemedik de herkes kendi hali üzere namaz kıldı. Sabah olunca durumu Hz. Peygamber (sa)'e haber verdik de "Allah'ındır doğu da batı da. Nereye dönerseniz Allah'm vechi Orasıdir..." âyeti nazil oldu.[89]
Yine Tirmizî'de İbn Ömer'den rivayetle tahric olunan bir habere göre âyet, binit üzerinde namaz hakkında nazil olmuştur. Haber şöyledir:
Hz. Peygamber (sa) Mekke'den Medine'ye gelirken yolda binitinin üzerinde biniti ne tarafa dönerse o tarafa doğru nafile namaz kılıyordu işte "Doğu da Allah'ındır, batı da..." âyeti bunun hakkında nazil oldu.[90] Tirmizî bu hadisin hasen sahih olduğunu kaydetmiştir. Aynı haber Müslim tarafından da İbn Ömer'den rivayetle tahric edilmiştir.[91]
Bir de denilmiştir ki bir grup kıblenin ne tarafta olduğunu bulamamışlar da farklı farklı taraflara yönelerek namaz kılmışlardı. Sabah olunca (kıbleye göre)hatalı yönlere doğru namaz kıldıkları ortaya çıkmış ve bunda mazur görülmüşlerdi.[92]
Katâde der ki: "Nereye dönerseniz Allah'ın vechi orasıdır..." âyeti Necâşî hakkında inmiştir. Necâşî öldüğünde Hz. Peygamber (sa) müslümanları Medine dışında Necâşî için cenaze namazı kılmaya çağırdı. Dediler ki: "Bizim kıblemizden başka yöne namaz kılan ve o halde ölen biri üzerine biz nasıl cenaze namazı kılarız!?" İsmi Ashame -arapçada Atıyye- olan Habeş kralı Necâşî ölünceye kadar Beytu'l-Makdis'e doğru namaz kılmıştı ve o Öldüğünde de müslümanların kıblesi Beytu'l-Makdis'ten Ka'be'ye çevrilmişti. İşte bu âyet bunun üzerine nazil oldu. Hz. Peygamber (sa)'in ashabına Necâşî üzerine cenaze namazı kıldırması hicretin dokuzuncu senesi olmuştur.[93] İbn Abbâs'tan gelen rivayette Necâşî'nin vefatının Cibril tarafından Efendimiz (sa)'e bildirildiği ve onun üzerine cenaze namazı kılmalarının Allah tarafından emrolunduğu detayları da yer almaktadır.[94]
Dördüncü bir kavil olarak "Nereye dönerseniz Allah'ın vechi orasıdır..." âyetinin, Hudeybiye senesi Hz. Peygamber ve mü'minlerin müşrikler tarafından Mekke'ye girmelerinin engellendiği sırada ve "Allah'ın mescidlerinde O'nun adının anılmasını men'edenden, onların harap olmasına koşandan daha zâlim kimdir?" âyet-i kerimesi ile birlikte indiği söylenmiştir.[95]
Bütün bunlardan farklı olarak İbn Cüreyc'den gelen bir rivayete göre "Bana dua edin, duanıza icabet edeyim." (öâfır, 40/60) âyeti nazil olunca "Nereye doğru dua edelim dediler de bunun üzerine "Nereye dönerseniz Allah'ın vechi orasıdır." âyeti nazil oldu.[96]

116. Onlar, "Allah kendine çocuk edindi. " dediler. Hâşâ O bundan münezzehtir. Tam tersine göklerde ve yerde ne varsa O 'nun. Hepsi de O 'nun emrine râm olmuşlardır.
Bu âyet "Uzeyr Allah'ın oğludur." diyen yahudiler; "Mesîh Allah'ın oğludur." diyen Necran hristiyanları ve "Melekler Allah'ın kızlarıdır." diyen Arap müşrikleri hakkında nazil olmuştur.[97]

118. Bilmeyenler: "Ne olur, Allah bizimle söyleşse, konuşsa, yahut bize bir âyet gelse. " Dediler, Onlardan Öncekiler de tıpkı onların söyledikleri gibi söylemişlerdi. Kalbleri birbirine ne kadar da benzemiştir. Biz Azîmüşşan gerçekleri ikan sahibi olanlara âyetleri apaçık gösterdik.
Bu âyetin nüzul sebebi olarak hristiyanlar, yahudiler ve arap müşrikleri olmak üzere üç grup gösterilmişse de Taberî şu rivayeti tercih ediyor:
îbn Abbâs'tan naklediliyor: Yahudi Rafı' ibn Huzeyme (veya Hureymile), Rasûlullah (sa)'a: Eğer söylediğin gibi Allah katından gönderilmiş bir elçi isen o seni gönderen Allah'a söyle gelip bizimle konuşsun, konuştuğunu (kelâmını) duyalım." Demişti. Bunun üzerine Allah Tealâ bu âyeti indirdi.[98]

119. Muhakkak Biz azîmüşşan seni müjdeleyici ve uyarıcı olarak o hak ile gönderdik Cahîm ashabından (onların ölümden sonra nasıl olduklarını) sorma.
İbn Abbâs ve Muhammed ibn Ka'b el-Kurazî derler ki: Hz. Peygamber (sa) "Keşke bir bilebilsem, babam ve annem ne yaptılar (ne yapıyorlar)?" dediği zaman kâfirlerin hallerini sormaktan "Muhakkak Biz azîmüşşan seni hak olarak, müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Cahîm ashabından (onların ölümden sonra nasıl olduklarını) sorma." âyeti ile men'edildi.[99]
Taberî'deki rivayette Efendimiz (sa)'in bu temennisini üç kere söylediği, ancak âyet ile bundan men*edilince bir daha ömrünün sonuna kadar ana-babasmı hiç zikretmediği de kaydedilmiş.[100]
Mukatil der ki: Hz. Peygamber (sa): "Şayet Allah Tealâ yahudilere baskınını indirmiş olsaydı mutlaka iman ederlerdi." demişti. Bunun üzerine Allah Tealâ: "Cahîm ashabından (onların ölümden sonra nasıl olduklarını) sorma." âyetini İndirdi.[101]

120. Ne yahudiler, ne hristiyanlar sen onların dinine uyuncaya kadar asla senden hoşnut olacak değillerdir. De ki: Allah 'm hidayeti, doğru yolun tâ kendisi odur. Eğer sana gelen ilimden sonra onların hevâlarına uyacak olursanandolsun ki senin için Allah*tan ne gerçek bir dost, ne de gerçek bir yardımcı yoktur.
Bu âyetin nüzul sebebi şudur: Yahudiler ve hristiyanlar barış istiyorlar ve Hz. Peygamber (sa)'e, müslüman olacakları va'dinde bulunuyorlardı. Allah Tealâ bu âyet-i kerime ile onların, kendi dinlerine tabî olunmadıkça asla hoşnut olmıyacaklarını bildirip onlarla cihadı emretti.[102] Mukatil ise yahudi ve hristiyanlann, Peygamber Efendimiz (sa)'i kendi dinlerine tâbi olmaya çağırmaları üzerine nazil olduğunu söylemiştir.[103]
İbn Abbâs ise bu âyetin de kıblenin tahvili ile ilgili olduğunu belirtip der ki: Medine yahudileri ve Necran hristiyanlan Hz. Peygamber (sa)'in onların kıblesine doğru namaz kılmasından son derece memnun idiler. Ama ne zaman ki Allah Tealâ kıbleyi Ka'be'ye çevirdi bu onlara ağır geldi ve Hz. Peygamber (sa)'in onların dinine uymasından umutlarını kestiler ve Allah Tealâ da bu âyeti indirdi.[104]

121. Kendilerine kitab verdiklerimiz onu bihakkın okurlar. İşte ona iman edenler bunlardır. Kim ona küfrederse onlar da en büyük zarara uğrıyanların tâ kendileridir.
Atâ ve Kelbî rivayetlerinde tbn Abbâs der ki: "Kendilerine kitab verdiklerimiz onu bihakkın okurlar..." âyeti "ashab-ı sefîne" hakkında, yani Ca'fer ibn Ebî Tâlib ile birlikte 32'si habeşli, 8'i de Şam rahiplerinden olmak üzere bir gemiye binerek Habeşistan'dan gelen ve ashab-ı sefine olarak bilinen 40 kişi hakkında nazil olmuştur.[105] İbn Abbâs'tan gelen ikinci bir rivayete göre ise yahudilerden müslüman olanlar hakkında nazil olmuştur.[106]

125. Hani beyti insanlar için bir toplantı yeri ve emin bir yer yapmıştık. "Siz de İbrahim 'in makamından bir namazgah edinin. " İbrahim ve İsmail 'e: "Evimi, tavaf edenler, kalanlar, rükû ve secde edenler için titizlikle temizleyin." diye kuvvetli emir vermiştik.
İbrahim'in makamı'nın neresi olduğu konusunda farklı rivayetler olmakla birlikte Ka'be'nin yanında Hıcr'deki makam olduğu konusundaki rivayetlerde adeta ittifak var gibidir. Sadece Taberî'de "Bugün size dininizi tamamladım." (Mâide, 5/3) âyetinin nüzulü ile ilgili rivayette (rivayet Şa'bî'dendir) bu âyet Arafe'de İbrahim'in makamı'nda nazil oldu." Denmektedir[107] ki Şa'bî bu rivayette tek kalmıştır.
Hz. Peygamber (sa)'den rivayet olunduğuna göre Efendimiz Hz. Ömer (ra)'in elini tutmuş ve: "Bu (burası) İbrahim'in makamıdır." buyurmuştu. Ömer (ra): "Burayı namazgah edinmeyelim mi?" diye sordu. Efendimiz (sa): "Bununla emrolunmadım" buyurdu. Daha güneş batmadan "Biz beyt'i insanlar için bir toplanma yeri ve güvenli bir yer kıldık. Siz de İbrahim'in makamından bir namaz yeri (namazgah) edinin..." âyeti nazil oldu.[108]
Hz. Ömer'den rivayetle haberi Tirmizî şöyle tahric etmiştir:
Ömer der ki: "Ey Allah'ın elçisi, İbrahim'in makamı arkasında namaz kılsak." dedim, hemen "Siz de İbrahim'in makamından bir namaz yeri (namazgah) edinin..." âyeti nazil oldu.
"Ey Allah'ın elçisi, İbrahim'in makamından namazgah edinsen." dedim, hemen "Siz de İbrahim'in makamından bir namaz yeri (namazgah) edinin..." âyeti nâzîl oldu."[109]
Ebu Davud et-Tayâlisî'nin Müsned'inde bu rivayet biraz daha genişçe yer almış olup şöyledir:
Ömer der ki: Dört şeyde Rabbıma muvafakat ettim (ya da Rabbım benim arzuma muvafakat buyurdu):
"Ey Allah'ın elçisi, (İbrahim'in) makamı arkasında namaz kılsan." dedim; "Siz de İbrahim'in makamından bir namaz yeri (namazgah) edinin..." âyeti nazil oldu.
"Ey Allah'ın elçisi, kadınlarına Örtünmelerini emretsen. Çünkü yanlarına iyi insanlar da giriyor, günahkârlar da." dedim; "Onlardan bir meta istediğinizde bir Örtü arkasından isteyin." âyeti (Ahzâb, 33/53) nazil oldu.
"Hiç kuşkusuz Biz Azîmüşşân insanı süzülmüş bir hülâsadan, çamurdan yaratmışızdir." (Mü'minûn, 23/12) Ayeti nazil olduğunda "Yaratanların en güzeli Allah'ın şanı ne yücedir!" dedim, "Yaratanların en güzeli Allah'ın sânı ne yücedir!" (Mü'minûn, 23/14) âyeti nazil oldu.
Rasûl-i Ekrem'in temiz eşlerinin yanına girdim ve: "Ya Rasûlullâh'tan (o dünya hayatı ile ilgili) isteklerinize bir son verirsiniz ya da Allah sizleri, sizden daha hayırlı eşlerle değiştirir." dedim, "Eğer o sizi boşarsa yerinize Rabbının ona sizden daha hayırlı eşler vermesi umulur." (Tahrîm, 66/5) âyeti nazil oldu.[110]

133. "Yoksa ölüm Yakub 'un önüne geldiği vakit siz de orada hazır mıydınız..."
Mukâtil’den rivayet edildiğine göre bu âyet-i kerîme yahudilerin Hz. Peygamber (sa)'e: "Biliyor musunuz, Yakub (as), öldüğü gün oğullarına yahudiliği vasıyyet etmişti." demeleri üzerine nazil olmuştur.[111]

135. Dediler ki: Yahudi veya hristiyan olun ki hidayete eresiniz. De ki: "Hayır, muvahhid olarak İbrahim'in dinindeyiz. O, Allah'a şirk koşanlardan değildi."
İbn Abbâs anlatıyor: "Yahudi veya hristiyan olun ki hidayete eresiniz." Âyeti Medine yahudilerinin reisleri konumundaki Ka'b ibnu'I-Eşref, Mâlik ibnu's-Sayf, Ebu Yâsir ibn Ahtab ile Necran hristiyanları hakkında nazil olmuştur. Din konusunda müslümanlarla münakaşaya tutuşmuşlar, her grup kendilerinin Allah'ın dinine daha lâyık olduğu iddiasını ortaya atmış ve savunmuştu. Yahudiler: "Peygamberimiz Musa (as) peygamberlerin en üstünüdür, kitabımız Tevrat kitapların en faziletlisidir. Dinimiz dinlerin en üstünüdür." Dediler; İsa'yı, İncil'i, Muhammedi ve Kur'ân'ı inkâr ettiler. Hristiyanlar: "Peygamberimiz İsa (as) peygamberlerin en üstünü, kitabımız İncil kitapların en faziletlisi, dinimiz dinlerin en üstünüdür." Dediler; Muhammed (sa)'ı ve Kur'ân'ı inkâr ettiler. İki gruptan her biri mü'minlere: "Bırakın dininizi de bizim dinimiz üzere olun, çünkü yegâne hak din bu." dediler de bunun üzerine bu âyet indi.[112]
İbn Abbâs’tan gelen ikinci bir rivayette ise âyetin, şaşı Abdullah ibn Sûriyâ'nm Efendimiz (sa)'e: "Hidayet ancak bizim üzerinde olduğumuz dindir. Ey Muhammed bize tâbi ol ki hidayete eresin." demesi, hristiyanların da buna benzer sözler sarfetmeleri üzerine nazil olduğu iddia edilmiştir.[113]
Bu rivayette adı geçen İbn Sûriyâ'nın, diğerlerinin de bulunduğu ve hem birbirleriyle ve hem de Hz. Peygamber'le tartıştıkları mecliste bu sözleri söylemiş olması ve birinci rivayette adı geçen yahudi âlimlerinin yanında İbn Sûriyâ'nın da bulunuyor olması ihtimal dahilindedir. Yani rivayetin birinde hey'etin bazı fertleri, diğerinde de kalanları zikredilmiştir. Şahıslar farklı olmakla birlikte meclis birdir.
Aslında bugün de değişen bir şey yoktur ve herhangi din üzere olursa olsun, insanlar ancak kendi dinlerinin hak, onun dışındaki bütün dinlerin bâtıl olduğuna inandıkları için kendi dinleri üzerinde kalmakta ısrar eder ve çoğunlukla bâtıl olan dinde kalarak hakka direnirler. O halde âyet, asr-ı saadetteki o tartışma meclisindeki yahudi ve hristiyan âlimlerle onlar gibi kendi dininde taassub sahibi her inkarcı hakkında geneldir. En doğrusunu Allah bilir.[114]
136. Deyin ki: Biz, Allah'a, bize indirilene, ibrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub 'a, ve torunlarına indirilenlere, Musa 'ya, İsa 'ya verilenlere ve peygamberler Rableri katından verilenlere iman ettik...
!bn Abbâs der ki: Bir grup yahudi Hz. Peygamber (sa)'e gelip hangi peygamberlere inandığını sormuşlardı. Bunun üzerine bu âyet nazil oldu. Efendimiz (âyeti okurken) Hz. İsa'ya gelince: "Biz, İsa'ya da ona inanana da iman etmeyiz." deyip geri döndüler, gittiler.[115]

138. Allah 'in boyasıyla (boyanmışizdir). Allah 'dan daha güzel boyası olan kim ? Biz O 'na kulluk edenleriz.
İbn Abbâs der ki: Hristiyanlar, bir çocuk olduğu zaman doğumunun yedinci gününde onu "ma'mûdî" adını verdikleri bir suya sokarak çocuğu vaftiz ederler, "Bu, sünnet etmenin yerine geçen temizlemedir'* der, sonra da: "Çocuk ancak bu suya sokulup vaftiz edildikten sonra gerçek hristiyan olur" derlerdi. İşte Allah Tealâ bunun üzerine "Allah'ın boyası... Allah'tan daha güzel boyası olan kim?" âyetini indirdi.[116]

142. İnsanlardan bir takım beyinsizler: "Üzerinde durdukları kıblelerinden çeviren nedir?" diyeceklerdir.De ki: "Doğu da Allah'ın batı da. O, kimi dilerse hidayete erdirir."
143. Böylece sizi vasat bir ümmet yapmışızdır ki insanlara karşı şâhidler olasınız, bu peygamber de sizin üzerinize tam bir şâhid olsun. Senin, üzerinde durageldiğin (Ka 'be *yi) kıble yapmamız; o peygambere uyanları, ayağının iki ökçesi üzerinde geri döneceklerden ayırdetmemiz içindir. Gerçi bu, (kıblenin tahvili) elbette büyüktür ama Allah'ın doğru yola ilettiği kimseler hakkında değil. Allah imanınızı boşa giderecek değildir. Hiç şüphesiz Allah insanlara Rauf tur; Rahim'dir.
İbn Cerîr'in Ebu Küreyb kanalıyla İbn Abbâs'tan rivayetinde o şöyle anlatıyor: Kıble Şam'dan (o zamanlarda Şam denilince bütün bir Suriye ve Filistin'i içine alan bölge kastedilmekteydi) Ka'be'ye çevrilince ki, Hz. Peygamber (sa)'in Medine-i Münevvere'ye gelişinin 17, ayının başı olan Receb ayında olmuştu, Rifâa ibn Kays, Kürdüm ibn Amr, Ka'b ibnu'l-Eşref, Nâfi' ibn Ebî Nâfi'; başka bir rivayette Rafı' ibn Rafı', Ka'b ibnu'l-Eşref in antlaşmalısı (dostu) Haccâc ibn Amr, Rebî' ibn Rebf ibnu'l-Hukayk ve Kinâne ibn Ebi'l-Hukayk, Rasûlullah (sa)*a geldiler ve onu dininde fitneye düşürmek gayesiyle: "Ey Muharnmed, sen İbrahim'in milleti ve dini üzere olduğunu zannederken seni üzerinde bulunduğun kıblenden çeviren nedir? Daha önceden üzerinde bulunduğun kıbleye dönersen sana tâbi olur ve seni tasdik ederiz." dediler de Allah Tealâ "Senin, üzerinde durageldiğin (Ka'be'yi) kıble yapmamız; o peygambere uyanları, ayağının iki Ökçesi üzerinde geri döneceklerden ayırdetmemiz içindir..."e kadar olmak üzere "İnsanlardan bir takım beyinsizler: "Üzerinde durdukları kıblelerinden çeviren nedir?" diyeceklerdir..." âyetlerini indirdi
Kelbî rivayetinde İbn Abbâs şöyle anlatıyor: Neccâr oğullarından Es'ad ibn Zürâre, Ebu Ümâme; Seleme oğullarından Berâ ibn Ma'rûr ve diğer bazı sahâbîler Medine'de kıble'nin Beytu'l-Makdis olduğu zamanlarda vefat etmişler, Hz. Peygamber (sa) namazlarda (Beytu'l-Makdis'ten) Ka'be'ye yönelince bu sahâbîlerin yakınları Efendimiz (sa)'e gelerek: "Ey Allah'ın Elçisi, kardeşlerimiz ilk kıbleye doğru namaz kılarken vefat ettiler. Şimdi ise Allah seni İbrahim'in kıblesine çevirdi. O kardeşlerimizin durumu nasıl olacak?" diye sormuşlardı. Bunun üzerine Allah Tealâ: "Allah sizin imanınızı asla boşa giderecek değildir. Zira Allah hiç kuşkusuz insanlara Rauf tur, Rahîm'dir." âyetini indirdi.[117] Bu rivayet muhtasar olarak Ebu Davud et-Tayâlisî'nin Müsned'inde de yer almaktadır.[118]

144. Biz azîmüşşan çoğu kere yüzünü göğe doğru evirip çevirdiğini muhakkak görüyoruz. Şimdi seni herhalde hoşnut olacağın bir kıbleye döndürüyoruz. (Namazda) yüzünü artık Mescid-i Haram tarafına çevir. Siz de nerede bulunursanız (namazda) yüzlerinizi o yana döndürün. Şüphe yok ki kendilerine kitab verilenler bunun, Rablerinden gelen bir gerçek olduğunu çok iyi bilirler. Allah onların yapacaklarından gafil değildir.
"Biz azîmüşşan çoğu kere yüzünü göğe çevirdiğini muhakkak görüyoruz. Şimdi seni herhalde hoşnut olacağın bir kıbleye döndürüyoruz. (Namazda) yüzünü artık Mescid-i Haram tarafına çevir.,," Ayetinin nerede ve ne zaman indiği, Hz. Peygamber (sa)'in Medine-i Münevvere'de ne kadar süreyle Beytu'l-Makdis'e doğru namaz kıldığı, kıblenin Beytu'l-Makdis'ten Ka'be'ye tahviline insanların tepkilerinin nasıl olduğu konusunda farklı rivayetler vardır.
Hâzin'in Lubâbu't-Te'vîl'de anlattığına göre Hz. Peygamber (sa) bir gün Cibril'e: "Allah'ın beni Ka'be'ye döndürmesini çok isterdim. Çünkü orası babam (herhalde dedem demek istiyor) İbrahim'in kıblesiydi." Demişti. Cibrîl:
"Ben, senin gibi bir kulum. Sen, Allah katında en şereflisin, Allah katında yerin herkesten yüksek. Bunu Rabbından sen istesen ya." Dedi, sonra da göğe urûc edip gitti. Hz. Peygamber "Belki Cibril gelir ve çok istediği kıblenin Ka'be'ye çevrilişi haberini getirir" umuduyla gözünü hep gökyüzünde dolaştırırdı. İşte bunun üzerine Allah Tealâ "Biz azîmüşşan çoğu kere yüzünü göğe çevirdiğini muhakkak görüyoruz..." âyetini indirdi.[119]
Bu kıssayı Abdulfettâh el-Kâd de Beğavî'nin Meâlimu't-Tenzîl'inden naklen anlatmıştır.[120]
Suddî, insanların bu kıble tahviline nasıl tepki verdiklerini şöyle özetli-yor:Hz. Peygamber (sa) Beytu'l-Makdis'e doğru namaz kılarken bu Ka'be ile nesholundu. O, namazda Mescid-i Haram'a dönünce insanlar ihtilâfa düştüler: Münafıklar: "Bu adamlara ne oluyor. Bir zaman bir kıbleye doğru namaz kılıyorlar, sonra onu terkediyor ve bir başkasına yöneliyorlar." dediler. Müslümanlar: "Beytu'l-Makdis'e doğru namaz kılarken (kıble Ka'be'ye çevrilmeden önce) vefat eden kardeşlerimizin hali nasıl olacak? Allah bizden ve onlardan o namazları kabul edecek mi?" dediler. Yahudiler: "Muhammed vatanını özledi. Eğer bizim kıblemizde kalsaydı, bizim beklemekte olduğumuz peygamber olmasını umardık." dediler. Mekke'deki müşrikler de: "Muhammed dini konusunda şaşkınlık içinde ki kıblesinde size doğru döndü ve sizin ondan daha doğru yolda olduğunuzu bildi. Hiç merak etmeyin sizin dininize dönmesi de yakındır." Dediler de Allah Tealâ münafıklar hakkında "Gerçi bu, (kıblenin tahvili) elbette büyüktür .. ."e kadar olmak üzere "insanlardan bir takım beyinsizler: "Üzerinde durdukları kıblelerinden çeviren nedir?" diyeceklerdir..." âyetlerini, diğerleri hakkında da bunları takip eden âyetleri indirdi.
Kıblenin, Hz. Peygamber (sa), Seleme oğulları mescidinde namaz kılarken -bu sebeple bu mescide mescidu'l-kıbleteyn denilmiştir-, öğle namazında, ikindi namazında, öğle namazından önce, öğle namazını kılıp bitirmişken, namaz dışında -ki bu sonuncu görüş daha çok tercih edilmektedir- nazil olduğu rivayet edilmektedir. Ayetin nüzul zamanı olarak hicretin ikinci senesinde ittifak olmakla birlikte Receb veya Şaban ayında olduğu ihtilâfı vardır. Muvatta'da Bedr gazvesinden iki ay kadar önce kaydı vardır. Ebu Hatim el-Büstî de oldukça kesin bilgiler vermektedir ki buna göre Hz. Peygamber (sa), 17 ay 3 gün Beytu'l-Makdis'e doğru namaz kılmış, âyetin inişi Şaban ayının yarısında bir salı günü olmuştur.[121]
Katâde'den gelen bir rivayette Hz. Peygamber (sa)'in Medine-i Münevve-re'ye gelişinden itibaren 16 veya 17 ay Beytu'l-Makdis'e doğru namaz kılmasının yahudilerce yanlış tefsir edildiği, yahudilerin "Muhammed namazında ne tarafa döneceğini bilemedi de bizim kıblemize döndü, -bazı rivayetlerde: Yakında bizim dinimize de döner.-" dedikleri ve bundan rahatsız olan Peygamber Efendimizin de devamlı başını göğe çevirip kıble konusunda kendisine yahudilerin bu tür ta'rizlerinden onu kurtaracak bir çıkış yolu bahşetmesi için Rabbına yakardığı ve işte "Biz azîmüşşan çoğu kere yüzünü göğe çevirdiğini muhakkak görüyoruz..." âyetinin bunun üzerine nazil olduğu zikredilmektedir[122] ki doğrusu yahudilerden beklenen bir davranıştır.
Katâde'den gelen başka bir rivayette Hz. Peygamber (sa) Medine-i Münevve-re'ye gelmeden önce iki sene kadar Ansar'in da Beytu'l-Makdis'e doğru namaz kıldıkları kaydı vardır.[123] Mücâhid'den gelen bir rivayette ise Hz. Peygamber (sa)'in rahatsız olduğu belirtilen yahudilerin konuşmaları ve ta'rizleri farklı olarak veriliyor. Buna göre yahudîler: "Muhammed bizim kıblemize döndüğü halde bize muhalefet ediyor. (Bize muhalefet ediyor ama bizim kıblemize dönüyor)" Demişlerdi.[124]
İmam Mâlik'in Abdullah ibn Ömer'den rivayetle tahric ettiği bir haberde o şöyle demiştir: İnsanlar Küba mescidinde sabah namazında iken birisi gelip:" Rasûlullâh'a bu gece Kur'ân nazil oldu ve o, namazda Ka'be'ye yönelmekle emrolundu." Dedi, onlar da Ka'be'ye döndüler. Bu haber gelmezden Önce yüzleri Şam'a doğru İdi, Ka'be'ye çevirdiler.[125]
Müslim'de Enes'den gelen ikinci bir rivayette haberi getirenin Seleme o-ğullanndan birisi olduğu, sabah namazının birinci rek'atini kılmış ve rükûda oldukları ve ikinci rek'atte kıblenin Ka'be'ye çevrildiği, saflarını ve namazı bozmadan namaz içinde oldukları gibi Ka'be tarafına döndükleri fazlalığı vardır.[126]
Yine Mâlik'in Saîd ibnu'l-Museyyeb'den rivayetle tahric ettiği bir haberde o şöyle demiştir: Allah'ın Rasûlü (sa) Medine'ye geldikten sonra 16 ay Beytu'l-Makdis'e doğru namaz kıldı, sonra kıble Bedr gazvesinden iki ay önce (Ka'be*ye) çevrildi.[127]
Saîd ibnu'l-Museyyeb'den mürsel olarak rivayet edilen bu haber iki kanaldan Berâ ibn Azib'den de rivayet edilmiştir.
Ebu Bekr ibnu Ebî Şeybe kanalıyla gelen haberde Berâ ibn Azib şöyle anlatıyor: "Hz. Peygamber (sa)'Ie birlikte 16 ay Beytu'l-Makdis'e doğru namaz kıldım. Nihayet Bakara'daki "Nerede bulunursanız (namazda) yüzünüzü onun (Mescid-i Haram'ın" tarafına çevirin..." âyeti nazil oldu. Ayet nazil olduğunda Hz. Peygamber namazı bitirmişti. İçimizden birisi gitti ve henüz namazda olan ansardan bir gruba rastladı da onlara bu âyetin nazil olduğunu nakletti. Onlar da yüzlerini Beytullah'a çevirdiler.[128]
Berâ'dan Muhammed ibnu'l-Musennâ kanalıyla gelen ikinci haberde ise râvinin 16 ay veya 17 ay şeklinde bir tereddüdü vardır.[129] Aynı tereddüt Buhârî'deki rivayette vardır ve şöyledir:
Abdullah ibn Raca kanalıyla... Berâ ibn Azib'den rivayet olunuyor ki o şöyle anlatıyor: Allah'ın Rasûlü (sa) 16 veya 17 ay Beytu'l-Makdis'e doğru namaz kıldı ve fakat o, Ka'be'ye yöneltilmesini istiyordu. Allah Tealâ: "Biz azîmüşşan çoğu kere yüzünü göğe çevirdiğini muhakkak görüyoruz." Âyetini indirdi de Ka'be tarafına döndü. İnsanlardan bir takım beyinsizler -ki yahudilerdir- "müslümanları, üzerinde durdukları (Beytu'l-Makdis'e doğru o-lan) kıblesinden çeviren nedir?" dediler de "De ki Doğu da Allah'ındır, batı da. O, kimi dilerse onu dosdoğru yola iletir." Nazil oldu. Hz. Peygamber ile (yeni kıbleye doğru) namaz kılmış olan birisi namazın bitiminde çıktı ve ansardan bir grup ikindi namazını Beytu'l-Makdis'e doğru kılarlarken onlara uğradı. Berâ anlatmaya şöyle devam eder: Allah'ı şahid tutarak Allah'ın Rasûlü (sa) ile birlikte Ka'be'ye doğru namaz kıldığını söyledi de onlar da Ka'be tarafına yöne-linceye kadar döndüler.[130]
Ebu Davud et-Tayâlisî' nin Müsned'inde Muâz ibn Cebel'den gelen rivayette de Beytu'l-Makdis'e doğru namaz kılma süresi 17 ay olarak verilmiştir.[131]
Rivayetlerin çoğu Hz. Peygamber'in, Medine'ye geldikten sonra Beytu'l-Makdis'e doğru namaz kılma süresini 16-17 ay olarak vermekle birlikte Taberî'nin kaydettiğine göre bu süreyi 9 veya 10 ay (Enes ibn Mâlik rivayeti), 13 ay (Muâz ibn Cebel rivayeti) olarak verenler de vardır.[132]
Hz. Peygamber ve müslümanların namaz Mekke-i Mükerreme'de farz kılındığında Ka'be'ye doğru namaz kıldıklarında ise bir ihtilâf yoktur. Çünkü Ka'be, dedesi İbrahim'in kıblesiydi. Medine-i Münevvere'ye gelişi üzerine kıblenin Beytu'l-Makdis'e çevrilişinin Allah'ın emri ile mi, yoksa Hz. Peygam-ber'in içtihadı ile mi olduğunda ihtilâf vardır ki doğrusu ibadet konularında Hz. Peygamber (sa)'in kendi arzusuyla hareket etmesi beklenmediğinden bunda da ilâhî bir işaret olması muhakkaktır. Belki bunun hikmetini, yahudi ve hristiyanları İslâm'a ısındırmak, veya İslâm toplumu ve devletinin kuruluş merhalesinde onların tepkilerini en azından yumuşatmak olarak tahmin edebiliriz. Ama şurası kesindir ki Allah Tealâ'dan bir işaret olmaksızın Hz. Peygamber namazda yönünü Ka'be'den Beytu'l-Makdis'e çevirmiş olamaz.[133]

150. Hangi yerden çıkarsan yüzünü Mescid-i Haram *a doğru çevir. Nerede olursanız yüzlerinizi o yana döndürün. Tâ ki aleyhinizde insanların, içlerindeki zalim olanlarından başkasının bir hücceti kalmasın. Artık onlardan korkmayın, benden korkun. Tâ ki size olan nimetimi tamamlıyayım ve umulur ki siz de hidayete erersiniz.
Katâde'den rivayet ediliyor ki o şöyle demiş: Mekke müşriklerinin "Muhammed nasıl kıblemize dönmüşse yakında dinimize de dönecektir." demeleri üzerine bu ve devamındaki âyetler nazil oldu.[134] Katâde'den müşriklerin bu sözleri üzerine "Ey o iman etmiş olanlar, sabır ve namazla Allah'tan istiânede bulunun..." (Bakara, 2/152) âyetinin nazil olduğu da rivayet edilmektedir.[135]

154. Allah yolunda öldürülmüş olanlar için Ölüler demeyin. Tam tersine onlar dinlerdir fakat siz şuurunda değilsiniz.
"Allah yolunda öldürülmüş olanlar için ölüler demeyin..." âyeti Bedr gazvesinde öldürülmüş olan mü'minler hakkında inmiştir. Bunlar muhacirlerden 6, ansardan da 8 olmak üzere 14 kişiydiler. (Muhacirlerden: Ubeyde ibnu'l-Hâris, Sa'd ibn Ebî Vakkâs'in kardeşi Umeyr ibn Ebî Vakkâs, Zu'ş-Şimâleyn diye meşhur olmuş olan Umeyr ibn Abdi artır ibni't-As, Sa'd ibn Leys oğullarından Akıl ibn Bukeyr Hz. Ömer'in kölesi Mihca\ Haris ibn Fihr oğullarından SafVân ibn Beyzâ; Ansar'dan: Sa'd ibn Hayseme, Mubeşşir ibn Abd ibni'İ-Munzir, Yezîd ibnu'l-Hâris ibn Kays, Umeyr ibnu'l-Humâm, Râfi' ibnu'l-Muallâ, Harise ibn Surâka, Haris ibn Rifâa'nın iki oğlu Avf ve Muavviz (ki anneleri Afrâ'ya nisbetle Afrâ'nın iki oğlu da denilir).[136] İnsanlar böyle Allah yolunda savaşta birisi öldürüldü mü "Filânca Öldü, dünya nimet ve lezzetleri de onun için gitti, sona erdi." derlerdi. Bu söz üzerine Allah Tealâ bu âyeti inzal buyurdu.[137]

158. Hiç şüphesiz Safa ve Merve Allah'ın şeâirindendir. İşte her kim o Beyi'i hacc veya umre kastı ile ziyaret ederse bunları tavafla sa'y etmesinde üzerine bir beis yoktur.Kim de gönlünden koparak bir hayır işlerse mükâfatını görür. Hiç kuşkusuz Allah Şâkir'dir, Alîm'dir.
Humeydî'nin... Urve'den rivayetine göre o şöyle anlatıyor: Aişe'nin yanında "Safa ve Merve Allah'ın Şeâirindendir. Her kim hacceder veya umre yaparsa o ikisi arasında tavaf (sa'y) etmesinde bir günah yoktur." âyetini okudum ve: "O ikisi arasında sa'y etmezsem aldırmam." dedim. Aişe: "Ne kötü söyledin." dedi ve şöyle devam etti: "Ey kız kardeşimin oğlu, Müşellel’deki azgın Menât'a[138] tapınanların âdetinden biri de Safa ile Merve arasında sa'y yapmamaktı. Bunun üzerine Allah Tealâ: "Safa ve Merve Allah'ın şeâirindendir. Binaenaleyh her kim hacceder veya umre yaparsa o ikisi arasında sa'yetmesinde bir günah yoktur." âyetini indirdi de Allah'ın Rasûlü (sa) o ikisi arasında sa'y yaptı, müslümanlar da sa'y yaptılar. Süfyân'ın belirttiğine göre Mücâhid: "(O ikisi arasında sa'y yapmak sünnet idi (veya sünnet oldu)." demiştir.
Zührî der ki: Bunu Abdurrahman'ın oğlu Ebu Bekr'e naklettim, şöyle dedi: İşte ilim budur: İlim ehlinden bazı kimselerdem işittim, şöyle dediler: Araplardan Safa ile Merve arasında sa'y yapmıyanlar: "Bu iki taş arasında sa'y yapmamız câhiliye işindendir." Diyorlardı. Ansar'dan olan diğerleri ise: "Biz ancak Beytullah'ı tavaf etmekle emrolunduk; Safa ile Merve arasında sa'y ile emrolunmadık." Demişlerdi. Bunun üzerine Allah Tealâ: "Safa ve Merve Allah'ın şeâirindendir..." âyetini indirdi. Abdurrahman'ın oğlu Ebu Bekr der ki: Herhalde bu âyet hem bunlar, hem onlar (yukarda zikrolunan iki grup) hakkında
nazil oldu.[139]
Urve'den gelen rivayet Müslim tarafından datahric olunmuştur. Müslim'in rivayetlerinde bazı önemli ayrıntılar olduğu için ayrıca zikretmemiz uygun olacaktır:
Yahya ibn Yahya kanalıyla Urve'den onun da Hz. Aişe'den rivayetinde şöyle diyor: Aişe'ye dedim ki: "Ben öyle sanıyorum ki bir kişi Safa ile Merve arasında sa'y yapmazsa bu ona (onun haccına) zarar vermez." Aişe: "Niçin?" diye sordu, ben: "Çünkü Allah Tealâ: "Safa ve Merve Allah'ın Şeâirindendir. Her kim hacceder veya umre yaparsa o ikisi arasında tavaf (sa'y) etmesinde bir günah yoktur." buyurmuştur." Dedim. Aişe: "Allah, Safa ile Merve arasında sa'y yapmayanın haccıni tamamlanmış saymaz. Eğer senin dediğin gibi olsaydı "o ikisi arasında sa'y etmesinde bir günah yoktur." Değil "o ikisi arasında haccetmemesinde bir günah yoktur." Buyururdu. Biliyor musun bu neden oldu? Bu âyet geldi çünkü Ansar câhiliye devrinde deniz kenarındaki İsaf ve Naile denilen iki put adına ihrama girerler, sonra gelir Safa ile Merve arasını tavaf eder, sonra da saçlarını traş ederek ihramdan çıkarlardı. İslâm gelince câhiliye devrinde Safa ile Merve arasında tavafları sebebiyle islâmlarında Safa-Merve arasındaki tavafı kerih gördüler de Allah Tealâ "Safa ve Merve Allah'ın Şeâirindendir. Her kim hacceder veya umre yaparsa o ikisi arasında tavaf (sa'y) etmesinde bir günah yoktur/' âyetini indirdi. Aişe der ki: Bu âyetin inmesi üzerine Safa ile Merve arasında sa'y yaptılar.[140]
Urve'den gelen ikinci rivayette, yukardaki "Ansar'in, deniz kıyısındaki İsaf ve Naile putları adına ihrama girmeleri" yerine onların Menât adına ihrama girdikleri ve Hz. Aişe'nin: "Allah'a yemin olsun ki Allah Safâ-Merve arasında sa'y yapmıyantn haccını tamam kılmaz." dediği belirtilmektedir.[141]
Urve ibnu'z-Zubeyr'den Müslim'in tahric ettiği üçüncü rivayette Zuhrî'nin ilâvesine de yer veriliyor ki şöyledir: Hz. Peygamber (sa)'in eşi Aişe'ye: "Safa-Merve arasında sa'y yapmayana bir şey gerekmediğini sanıyorum. İkisi arasında sa'y yapmamama aldırmam" dedim. "Ne kötü söyledin kız kardeşim oğlu! Allah'ın Rasûlü (sa) o ikisi arasında sa'y yaptı, müslümanlar da yaptılar ve bu sünnet oldu. Müşellerdeki o azgın Menât adına ihrama girenler Safa-Merve arasında sa'y etmezlerdi. İslâm gelince Hz. Peygamber (sa)'e bunu sorduk da Allah Tealâ "Safa ve Merve Allah'ın şeâirindendir. Her kim hacceder veya umre yaparsa o ikisi arasında tavaf (sa'y) etmesinde bir günah yoktur." âyetini indirdi. Eğer senin dediğin gibi olsaydı "O ikisi arasında sa'y yapmamasında bir günah yoktur." şeklinde olurdu" dedi.
Zuhrî der ki: Ebu Bekr ibn Abdurrahman ibn Haris ibn Hişâm'a bunu zikrettim de çok beğendi ve: "İşte ilim budur." diye Hz. Aişe'nin sözünü güzel ve yerinde bulduğunu belirtip şöyle devam etti: "İlim ehlinden baztlarından işittim: Safa-Merve arasında sa'y yapmiyan araplar: "Bu iki taş arasında sa'y yapmamız câhiliye işindendir." Diyor, Ansar'dan olan diğer bazıları da: "Biz Beytullah'ı tavafla emrolunduk, Safa-Merve arasını tavafla emrolunmadık." Diyorlardı, bunun üzerine Allah Tealâ: ""Safa ve Merve Allah'ın Şeâirindendir..." âyetini İndirdi. Öyle sanıyorum Allah Tealâ hem onlar, hem bunlar hakkında bu âyeti indirdi.[142]
Urve'den gelen dördüncü rivayette ise yukardakilerden farklı olarak Hz. Aişe'nin: "Allah'ın Rasûlü (sa) Safâ-Merve arasında sa'yi meşru kıldı. Hiç kimsenin bu ikisi arasında sa'yi terketme hakkı yoktur." Dediği kaydedilmektedir.[143]
İbn Abbâs'tan gelen ikinci bir rivayette Safa ve Merve'de câhiliye devrinde bulunan putlar sebebiyle mü'minlerin bu iki tepe arasında sa'y etmek istememelerinden bahsedilir, ki rivayetin tafsili şöyledir:
Amr ibnu'l-Hüseyn anlatıyor: İbn Ömer'e bu âyeti sordum. "İbn Abbâs'a git ve ona sor. Çünkü kalanlardan Muhammed (sa)'e indirileni en iyi bilen o-dur." dedi. Gittim ve ona sordum, şöyle dedi: Safa tepesi üstünde erkek suretinde bir put vardı. Adı İsaftı. Merve üzerinde de kadın suretinde bir put vardı, adı Naile idi. Ehl-i kitab bu ikisinin Ka'be'de zina ettiklerini ve bu sebeple Allah'ın onları taşa çevirdiğini, insanlar ibret alsınlar dîye de birer birer bu iki tepeye koyduğunu zannederlerdi. Zaman geçip insanlar bu kıssayı unutunca bu ikisi tapınılan birer tanrı oluverdiler de câhiliye halkı Safa ile Merve arasında sa'y ederken bu iki putu meshetmeye başladılar. İslâm gelip putlar kırıldıktan sonra müslümanlar câhiliye devrinde buraya konulan iki put sebebiyle Safa ile Merve arasında sa'yden hoşlanmaz oldular da bunun üzerine Allah Tealâ "Safa ve Merve Allah'ın Şeâirindendir. Her kim hacceder veya umre yaparsa o ikisi arasında tavaf (sa'y) etmesinde bir günah yoktur." Âyetini indirdi.[144]
Süddî'den gelen rivayette müslümanlann Safa ile Merve arasındaki sa'yden çekinme sebebi olarak câhiliye devrinde Safa ile Merve arasında putlar bulunup şeytanların, burada çalıp eğlenmeleri gösterilmektedir.[145]
Enes ibn Mâlik'ten gelen ve Buhâri tarafından tahric olunan bir haberde de bu çekintinin sebebi olarak Safa ile Merve'nin câhiliye şeâirinden olması gösterilir.[146] Ki bu rivayet şöyledir: Ahmed ibn Muhammed kanalıyla Asım'dan rivayete göre o şöyle diyor: Enes ibn Mâlik'e sordum: "Safa ile Merve arasında sa'yden hoşlanmaz mıydınız?", "Evet, Allah Tealâ: "Safa ve Merve Allah'ın şeâirindendir. Her kim hacceder veya umre yaparsa o ikisi arasında tavaf (sa'y) etmesinde bir günah yoktur." âyetini indi-rinceye kadar o ikisi câhil iye şeâirindendi." dedi.[147]
Ayetin nüzulü hakkında rivayet edilen bu sebepler farklı gibi görünseler de aslında meali birdir ve müslümanların, cahiliye devrinde, İslâm'ın değerlerine aykırı bazı uygulamaları çağrıştırdığı için Safa ile Merve arasında sa'ye sıcak bakmadıklarım, ancak Allah Tealâ'nın, artık iman kalblere yerleştiği için geçmiş hatıraların inananlara zarar vermiyeceğini, Safa ile Merve'nin bu olumsuz hatıralar yanında güzel hatıralar da sakladığı -bazı haberlerde geldiği üzere meselâ Hz. İsmail'in annesi Hâcer'in su bulma umuduyla bu iki tepe arasında gidip gelmesi gibi-, İslâm'ın da şeâirinden olduğu için sa'y edilmesi gerektiğini bildirdiğini ve müslümanların da bu ilâhî emre imtisaldeki titizliklerini anlatmaktadır.[148]

159. Hakikat, indirdiğimiz o apaçık âyetlerimizi ve hidayeti, Biz, insanlara kitapta onu pek aşikâr bir surette bildirdikten sonra, gizleyenler, işte onların hali: Onlara hem Allah lanet eder ve hem lanet etmek şanından olanlar lanet ederler.
"Hakikat, indirdiğimiz o apaçık âyetleri ve doğruyu gizleyenler yok mu?..." âyeti Tevrat'taki recm âyetini ve Hz. Muhammed (sa)'in durumunu gizleyen yahudi âlimleri hakkında nazil olmuştur. [149]
İbn Abbâs'tan gelen bir rivayete göre ise bu âyet, Seleme oğulları kardeşi Muâz ibn Cebel, Abdu'l-Eşhel oğullan kardeşi Sa'd ibn Muâz ve el-Hâris ibnu'l-Hazrec oğulları kardeşi Hârice ibn Zeyd'in bazı yahudi hahamlarına gidip Tevrat'taki bazı bilgileri sormaları, onların da gizleyerek onlara haber vermemeleri üzerine nâzil olmuştur.[150]

163. İlâhınız bir tek ilâhtır. Yegâne ilâh O 'dur, O Rahman ve Rahim.
İbn Abbâs anlatıyor: Kureyş kâfirleri Hz. Peygamber (sa)'e: "Ey Muhammed, bize Rabbını vasfet ve onun nesebini haber ver." dediler de Allah Tealâ İhlâs Sûresini ve "İlâhınız bir tek ilâhtır. Yegâne ilâh O'dur, O Rahman ve Rahîm." âyetini indirdi.[151]

164. Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardıca gelişinde, insanlara yarar şeyleri denizde akıtan (taşıyan) o gemilerde, Allah'ın yukarıdan indirip onunla yeryüzünü ölümünden sonra dirilttiği suda, deprenen her canlıyı orada üretip yaymasında, gökle yer arasında müsahhar rüzgârları ve bulutları evirip çevirmesinde akleden bir kavim için nice âyetler vardır.
Allah Tealâ Medine'de Hz. Peygamber (sa)'e: "İlâhınız bir tek ilâhtır. Yegâne ilâh O'dur, O Rahman ve Rahîm." âyetini indirince Mekke'de Kureyş kâfirleri: "Bir tek ilâh bütün insanları nasıl kaplıyor,^ütün insanların hakkından nasıl geliyor?" dediler de bunun üzerine "Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında... aklı ile düşünen bir kavim için nice âyetler vardır." Âyeti nazil oldu.
Süfyân kanalıyla Ebu'd-Duhâ'dan rivayete göre ise Allah Tealâ, "İlâhınız bir tek ilâhtır. Yegâne ilâh O'dur, O Rahman ve Rahîm." Âyetini indirince müşrikler buna çok şaştılar ve "Bir tek ilâh mı? Eğer bu sözünde sâdık ise Buna bir delil getirse ya!" dediler de Allah Tealâ bu âyeti indirdi.[152]
Taberî'nin Saîd'den rivayetinde ise o şöyle anlatıyor: Kureyş, yahudilere: "Bize Musa'nın getirdiği mucizeleri anlatsanız." dediler. Yahudiler de onun yed-i beyzâ ve asâ mucizelerini anlattılar. Hristiyanlara: "Bize İsa'nın getirdiği mucizeleri anlatsanız." dediler, hristiyanlar da Hz. İsa'nın anadan doğma körü ve alatenliyi iyileştirdiğini, ölüleri Allah'ın izniyle dirilttiğini haber verdiler. Müşrikler bu sefer Hz. Peygamber (sa)'e dönerek: "Allah'a dua et de Safa tepesini altına çevirsin ki yakînimiz artsın ve onunla silâhlar ve atlar satın alalım da düşmanlarımıza karşı daha bir güçlenelim ve onlara karşı seninle birlikte savaşalım." dediler. Hz. Peygamber (sa) de Rabbından bunu istedi de ona şöyle vahyolundu: "Onlara istediklerini vereceğim ve Safa'yı altına çevireceğim. Ve fakat bundan sonra da yalanlamaya devam ederlerse onlara öyle bir azâb edeceğim ki âlemlerde hiç kimseye öyle azâb etmemişimdir." Hz. Peygamber de: "Ey Rabbım, kavmimi benimle bırak, onları gün be gün hakka çağırmaya devam edeyim." dedi de Allah Tealâ "Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında... aklı ile düşünen bir kavim için nice âyetler vardır." âyetini indirdi.[153]

168. Ey insanlar, yeryüzündeki şeylerden helâl ve tayyib olmak şartıyla yeyin. Şeytanın adımlarına uymayın. Çünkü o, gerçekten size apaçık bir düşmandır.
"Ey insanlar, yeryüzündeki şeylerden helâl ve temiz olmak şartıyla yeyin..." âyeti Sakîf, Huzâa ve Müdlic oğulları'nın bazı hayvanları kendilerine haram kılmaları üzerine nazil olmuştur. Ancak âyetin gerek lâfzı ve gerekse hükmü geneldir.[154] Kelbî rivayetinde Müdlic oğullan yerine Amir ibn Sa'saa oğullan'nın adı geçmekte; haram kıldıkları hayvanlara bir açıklık getirilerek "Bahîra, Sâibe, Vasile ve Hâmî"yi kendilerine haram kıldıkları zikredilmektedir.[155] İbn Abbâs'tan gelen rivayette de Sakîf, Amir ibn Sa'saa oğullan, Müdlic oğulları ve Huzâa'dan bazılarının bahîra, Sâibe ve vasîle'yi kendilerine haram kılmaları üzerine onlar hakkında indiği kaydedilmektedir.[156]

170. Onlara: Allah'ın indirdiğine tabî olun, denildiği zaman onlar: Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye tabî oluruz, derler. Ya ataları birşey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler!.
Bu âyet-i kerime Taberî'nin İbn Abbâs'tan rivayetle zikrettiğine göre Yahudiler hakkında nazil olmuştur. Şöyle ki: İbn Abbâs'tan rivayete göre Peygamber Efendimiz ehl-i kitabdan yahudİleri İslâm'a çağırmış, onları Hak yola teşvik ve müslüman olmadıkları takdirde başlarına gelecek Allah'ın azabı ve cezalandırmasından sakındırmıştı. İçlerinden Rafı' ibn Hârice ile Mâlik ibn Avf: "Senin davet ettiğinin aksine biz ancak babalarımızı üzerinde bulduğumuz dine tâbi oluruz. Onlar senden daha bilgili ve senden daha hayırlı idiler." dediler. İşte onların bu sözleri üzerine "Onlara: Allah'ın indirdiğine tabî olun, denildiği zaman onlar: Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye tabî oluruz, derler..." âyetini indirdi.[157]
Bundan başka âyetin Arap müşrikleri ve Kureyş kâfirleri hakkında veya kendilerine "Yeryüzündekilerden helâl, temiz ve hoş olanı yeyin." (Bakara, 2/168) Denilenler hakkında nazil olduğu görüşleri de vardır.[158]

174. Allah 'in indirdiği kitabdan bir şeyi gizleyip de onunla az bir bahayı satın alanlar yok mu? Onlar, karınlarına ateşten başka bir şey yemiş olmazlar. Kıyamet günü Allah onlarla konuşmaz, onları temize de çıkarmaz. Onlaradır azâb-ı elim.
Ka'b ibnu'l-Eşref, Ka'b ibn Esed, Malik ibnu's-Sayf, Huyey ibn Ahtab, Ebu Yâsir ibn Ahtab gibi yahudi reisleri ve âlimleri yahudilerin avamından bir takım menfaatler elde eder, hediyeler alırlar, âhir zamanda gönderilecek peygamberin de kendilerinden olacağını umarlardı. Bu umutlarının tersine âhir zaman peygamberi onlar dışında araplardan çıkınca başkanlıklarının ve menfaatlerinin sona ereceğinden korktular da Tevrat'taki Hz. Muhammed (sa)'in vasıflarını değiştirdiler, sonra bu değişik şekilde halka çıkardılar ve: "İşte âhir zamanda çıkacak peygamberin vasıfları bunlar, Mekke'de çıkan peygamberin vasıflarına benziyor mu?" dediler. Avam da Tevrat'ta âlimleri tarafından yazılan bu vasıflan görüp Hz. Muhammed (sa)'in vasıflarından farklı bularak Efendimiz (sa)'e tabî olmadılar. İşte bunun üzerine Allah Tealâ: "Allah'ın indirdiği kitabdan bir şey gizleyip de onunla az bir bedeli satın alanlar yok mu?..." âyetini indirdi.[159] İkrime'den rivayete göre bu âyet ile Alu İmrân Süresindeki "Hakikat, Allah'a olan ahidlerine ve yeminlerine bedel az bir bahayı satın alanlar yok mu? İşte onlara; onlara âhirette hiçbir nasib yoktur..." (Alu İmrân, 3/77) âyetinin nüzul sebebi aynıdır.[160]

177. Yüzlerinizi doğu ve batı yönüne döndürmeniz birr değildir. Fakat birr, Allah'a, âhiret gününe, meleklere, kitabe ve peygamberlere iman eden, malı Allah sevgisiyle akrabaya, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere, köle ve esirlere veren, namazı ikame eden. zekâtı veren, ahidleştikleri zaman sözlerini yerine getirenler, sıkıntıda ve hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda sabır ve dayanıklılık gösterenler (in birridir). Onlar, işte onlar sâdıklardır ve onlar takvaya erenlerin tâ kendileridir.
Katâde der ki: Bize anlatıldığına göre bir adam Allah'ın Rasûlü (sa)'ne: "Birr nedir ey Allah'ın Rasûlü?" diye sormuştu, Allah Tealâ bu âyeti indirdi.[161] Allah'ın Rasûlü (sa) o adamı çağırarak kendisine bu âyeti okudu..
Katâde'den gelen ikinci bir rivayet şöyledir: Yahudiler batıya doğru, hristiyanlar doğuya doğru namaz kılarlardı. Bunlar müslümanların kıblesinin Ka'be'ye çevrilmesi konusunda dedikodu edip her biri kendi kıblesinin daha üstün olduğunu söyledi de bunun üzerine "Yüzlerinizi doğu ve batı yönüne döndürmeniz birr değildir." ayeti nazil oldu.[162]
178. Ey iman edenler, öldürülenler hakkında size kısas yazıldı. Hür hür ile, köle köle ile, dişi dişi ile. Fakat kimin lehinde kardeşi tarafından bir şey affolunursa artık ma'rufa uymak ve ona güzellikle ödemek gerektir. Bu Rabbımzdan bir hafifletme ve rahmettir. O halde kim bundan sonra tecâvüzde bulunursa onun içindir azâb-ı elim.
Bu âyetin nüzul sebebi olarak tefsirlerde bir kaç vecih zikredilmektedir. Bu vecihler cümlesinden olarak bu âyet nüzul sebebinin, Hz. Muhammed(sa) peygamber olarak gönderilmeden önce carî olan hükümlerin kaldırılması olduğu söylenmiştir. Meselâ Kur'ân'ın bu konuda bir düzenleme yapmasından önce yahudiler katlin karşılığını sadece katil olarak (öldürmenin cezası öldürülmedir), hristiyanlar sadece af olarak, araplar da bazan katil, bazan af, bazan da daha ağır veya daha hafif bir katil olarak uygulamaktaydılar.[163] Bu adaletsiz katil (ve kısas) uygulaması hakkında Katâde'den rivayette o şöyle anlatıyor: Câhiliye ehli azgın ve şeytana ymuş kimselerdi. Bu cümleden olarak meselâ bir kabile kendinde bir başka kaoıleye karşı bir güçlülük hissettiği takdirde onlardan bir köle başka bir kabilenin bir kölesi tarafından öldürüldüğünde "bu kölenin kanı karşılığında ancak hür birisinin öldürülmesini kabul ederiz." derlerdi. Onlardan bir kadını başka bir kabileden bir kadın öldürdüğünde "Bu kadının kanı karşılığında ancak bir adamın öldürülmesini kabul ederiz." derlerdi. İşte bunun üzerine Allah Tealâ bu âyet-i kerimeyi indirerek kölenin köle karşılığı, dişinin dişi karşılığı olduğunu haber verdi, sonra da Mâide süresindeki "Biz onda onlar üzerine yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş, yaralar birbirine kısastır..." (Mâide, 5/45) âyetini indirdi.
Ebu Mâlik'ten rivayete göre ise ansardan iki aile arasında bir çatışma olmuş, iki taraftan da kadınlı erkekli ölenler olmuş, biri diğerine üstünlük taslıyarak diyette fazlalık talep etmişler. Allah'ın Rasûlü (sa) aralarını düzeltmek için gelmişler ve bu âyet nazil olmuş.[164]

180. Sizden birine ölüm gelip çattığı vakit eğer mal bırakacaksa anaya, babaya, yakın akrabaya meşru bir surette vasıyyette bulunmak takva sahipleri üzerinde bir hak olarak farz kılındı.
Kur'ân-ı Kerim'de vasıyyet üç âyette geçmektedir. Bu Bakara âyeti, Nisa, 4/12 âyeti ve Mâide, 5/106 âyeti. Bunlardan bu Bakara süresindeki âyet-i kerime ferâiz ve miras âyetlerinden önce nazil olmuştur ve vasıyyet hakkındaki üç âyetin en kapsamlı oİanıdır.[165]
Bazı âlimler ana-babaya ve yakın akrabaya vasıyyetin mensuh olduğunu söylemekteseler de bir kavle göre de bu âyet-i kerime küfürleri (kâfir olmaları) sebebiyle vâris olamiyan ana-baba ve yakın akrabalar hakkında nazil olmuştur. Zira özellikle İslâm'ın ilk yıllarında öyle oluyordu ki kişi müslüman olurken anası babası veya yakın, kendisine vâris olabilecek bir akrabası İslâm'a girmiyor, kâfir olarak kalıyordu. Din ayrılığı aralarındaki verasete engel olurken âyet işte bunlara bir çeşit akrabalık hakkını muhafaza etmek üzere vasiyette bulunulabileceğini bildirmektedir. [166]

186. Kullanm sana beni sorunca; İşte ben, muhakkak yakınımdır. Bana dua edince Ben o dua edenin davetine icabet ederim. O halde onlar da benim davetime icabet ve bana iman etsinler tâ ki hidayete ereler.
Bazı müfessirler, bu âyet-i kerime ile "oruç gecesinde hanımlarla mübaşeretin helâl kılındığına dair âyet-i kerime (Bakara, 187) ile irtibat kurarak bu helâl kılmadan önce oruçlu olduğu günün gecesinde hanımı ile yatan veya yatsıdan sonra yeyip içenlerin bu yaptıklarından nedametle Efendimiz (sa)'e gelmeleri ve bir çıkış yolu sormaları üzerine onların bu yaptıklarının affedildiğinin ve Rablerine bu husustaki tazarrûlarınm makbul olduğunun bildirilmesi sadedinde bu âyetin nazil olduğu şeklinde bazı rivayetler kaydetmişlerse de[167] sebep daha genel bir şekilde Allah'a nasıl, nerede, ne zaman duanın daha makbul olduğuna dair sorular olsa gerektir.
Nitekim bu cümleden olarak Hasen'den rivayet olunuyor ki: Hz. Peygamber (sa)'in ashabı "Ey Allah'ın elçisi, Rabbımız nerede?" diye sordular da Allah Tealâ "Kullarım sana beni sorunca; İşte ben, muhakkak yakınımdır..." âyetini indirdi.
Atâ'dan rivayete göre ise "Rabbınız buyurdu ki: Bana dua edin, size icabet edeyim." (Gâfır, 40/60) âyeti nazil olunca "Ey Allah'ın elçisi, hangi saatlerde, ne zamanlar dua edelim?" diye sordular, ya da "Hangi saatte veya hangi zamanlarda dua ettiğimizde makbul olur bilsek." dediler de bu âyet nazil oldu.
Katâde'den rivayete göre ise "Rabbınız buyurdu ki: Bana dua edin, size i-cabet edeyim." Âyeti nazil olunca "Ey Allah'ın elçisi, nasıl dua edelim?" diye sormuşlar da bu âyet nazil olmuş.[168]
Medine halkından bazı yahududiler Hz. Peygamber (sa)'e: "Sen, bizimle gök arasında beşyüz yıllık yol var, her bir semanın kalınlığı da bizim semamızın kalınlığı gibidir, diyorsun. Öyleyse Rabbımız bizim dualarımızı nasıl işitiyor?" dediler de bu âyet bunun üzerine nazil oldu da denilmiştir (Abdulfettâh ei-Kâd,
Esbâbu'n-Nuzûl ani's-Sahâbe ve'1-Mufessirîn, s. 26). Bu, İbn Abbâs kavlidir (Îbnu'l-Cevzî, Zâdu'l-Mesîr, 1,189).
Oruç gecelerinde yeme-içme ve kadınlara yaklaşma uyuduktan sonra yasak iken bu yasağı bir şekilde ihlâl edenler bundan pişman olarak Hz. Peygamber (sa)'e gelmiş ve:" Allah bizim tevbemizi kabul eder mi?" diye sormuşlar da bunun üzerine Allah Tealâ bu âyeti indirmiş (Râzî, Mefâtîhu'i-Cayb, v,94-95).
Bütün bunlar tek tek veya hepsi birden bu âyetin nüzulüne sebep olmuş olabilirler. Ancak bu münferid hadiselerin akabinde Allah'ın tevbeleri kabul eden, tevbe eden kullarına hakikatte ve dualarına icabette onlara en yakın olduğu genel hükmü indirilmiştir.[169]

Yazar:  arsiv [ 01.01.09, 14:44 ]
Mesaj Başlığı:  002- BAKARA SÛRESİ (187-215. Âyetler -İndirilişi-)

002- BAKARA SÛRESİ (187-215. Âyetler -İndirilişi-)

187. Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helâl edildi. Onlar sizin için bir elbise, siz de onlar için bir elbisesiniz. Allah nefislerinize karşı zayıflık göstermekte olduğunuzu bildi de tevbenizi kabul buyurdu, sizi bağışladı. Artık onlara yaklaşın ve Allah 'in hakkınızda yazdığım isteyin. Fecr olan ak iplik kara iplikten size seçilinceye kadar yeyin için, sonra (gelecek) geceye kadar orucu tamamlayın. Mescidlerde i 'tikâfta bulunduğunuz zaman kadınlarınıza yaklaşmayın. Bunlar Allah 'in sınırlarıdır, sakın onlara yaklaşmayın. İşte Allah âyetlerini böylece insanlara açıklar ki takvaya ersinler.
Vâlibî kanalıyla İbn Abbâs'tan gelen rivayete göre oruç ilk farz kılındığı sırada yatsı namazından sonra yemek içmek ve kadınlara yaklaşmak bir sonraki günün iftar vaktine kadar yasak idi. Ancak içlerinde Hz. Ömer ve Ka'b ibnu Mâlik'in de bulunduğu bazı sahabiler bu yasağı ihlâl ettiler de Allah Tealâ: "Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helâl edildi..." âyetini indirdi.
Bu konudaki rivayetlerin bazılarını zikredelim:
Vâlibî rivayetinde İbn Abbâs der ki: Ramazan ayında müslümanlar yatsı namazını kılınca bir sonraki iftar vaktine kadar yemek, içmek ve kadınlar(la cinsel temasta bulunmak) onlara haram olurdu. İçlerinde Hz. Ömer'in de bulunduğu bazı müslümanlar Ramazan ayında yatsı namazından sonra yediler, içtiler ve kadınlarla temasta bulundular ve sonra da gelip Hz. Peygamber (sa)'e bu durumlarından şikâyette bulundular da Allah Tealâ bu âyeti indirdi.
Berâ ibn Azib'den rivayette o şöyle anlatıyor: Oruçlu olduklarında müslümanlar iftar vakti girince uyuyuncaya kadar yerler, içerler, kadınlarla temasta bulunurlar ve fakat uyudular mı artık bir sonraki iftar vaktine kadar bunlardan hiçbirini yapmazlardı. Ansardan Ebu Kays Sırme ibn Ebî Enes iftar vakti ailesine geldi. Ebu Kays, ansarın bağ bahçe ve inşaat işlerinde çalışırdı, yaşı da ilerlemişti. Yiyecek birşeyler olup olmadığını sordu. Hanımı: Yok ama bulup geleyim, dedi (iftar etmeden) hanımı yiyecek aramaya gitti de akşama kadar çalışıp yorulan Kays'in gözleri ağırlaştı ve uyudu (dolayısıyla iftar edemeden bir sonraki oruca başladı). Ertesi günü günün ortasına ulaştıklarında Kays (açlıktan ve susuzluktan) bayıldı. Bu durum Hz. Peygamber (sa)'e anlatıldı ve Allah Tealâ bu âyeti indirdi de müslümanlar buna sevindiler. Bu rivayet Buharı'de de yer almaktadır.[170] Bu Ebu Kays ibn Ebî Sırme câhiliye devrinde de putları terkedip bir ara hristiyan olmaya niyetlenmiş, sonra bundan vazgeçip İbrahim'in dini üzere olmayı yeğlemiş. Hz. Peygamber (sa) Medine-i Münevvere'ye gelince de hemen müslüman olmuş. Câhiliye devrinde söylediği, Allah'ı ta'zim eden şiirleri de varmış. Adı için: Ebu Kays ibn Mâlik, Mâlik ibnu'l-Hâris, Kays ibn Sırme de denilmiştir. Doğrusu Ebu Kays Sırme ibn Ebî Enes ibn Mâlik'tir.[171] Ebu Hüreyre'den rivayete göre ise bu âyet-i kerime Damre ibn Enes el-Ansârî'nin akşam namazından sonra uykusu ağır basıp karnını doyurmadan uyuyakalması, Hz. Peygamber (sa)'in yatsı namazını kıldırmasından sonra kalkıp yeyip içmesi ve sabahleyin de gelip Hz. Peygamber (sa)'e durumunu haber vermesi üzerine nazil olmuştur.[172]
El-Kasım ibn Muhammed anlatıyor: Oruç ibadeti başladığında kişi yatsıdan yatsıya oruçlu olurdu. Uyuduğu zaman hanımına varmaz, yemek yemez, bir şey içmezdi. Bir gün Ömer hanımına geldi (temasta bulunmak istedi) de hanımı: "Ben uyudum." Dedi. Ömer de onun bu sözünün bir bahane olduğunu zannederek aldırmadı, onunla temasta bulundu. (Ashabdan) Sırme ibn Ebî Enes de oruçlu olarak akşama ulaştı, ancak iftar etmeden uyudu. Onlar uyudular mı artık yemez içmezlerdi. Sırme de oruçlu olarak sabaha çıktı ancak oruç az daha onu öldürüyordu. Bunun üzerine Allah Tealâ bir ruhsat olarak "Tevbenizi kabul etti, sizi bağışladı..." âyetini indirdi.[173]
Vahidî'nin bu rivayetinin Hz. Ömer ile ilgili kısmı Taberî'de İbn Abbâs'tan naklen biraz daha detaylı olarak şöyle naklediliyor: İnsanlar ilk müslüman olduklarında (Orucun ilk farz kılındığı zamanlarda) kişi oruç tutar, gündüzü oruçlu geçirir, akşama ulaşınca da akşamla yatsı arasındayemek yer, yatsı kılınınca bir sonraki akşama kadar yemek haram olurdu. Ömer, yatsı namazı kılındıktan sonra uyudu, uykuda nefsi uyandı ve hanımını arzuladı da (onun itirazlarına kulak asmayıp işini bitirdi. Suddî rivayetinde cariyesini arzuladı da onunla yattı). Gusül abdestini alınca pişman olarak ağlamaya ve kendini suçlamaya başladı, sonra Rasûlullâh (sa)'a geldi ve: "Ey Allah'ın Rasûlü, Allah'a ve sana nefsimin bana yaptırdığı bir hatadan özrümü sunuyorum (Nefsimin bana yaptırdığından dolayı Allah'tan ve senden özür dilerim). Nefsim bana güzel gösterdi de uyuduktan sonra hanımımla yattım. Ey Allah'ın elçisi bana bir ruhsat bulabiliyor musun?" diye sordu. Hz. Peygamber: "Ey Ömer, sen buna lâyık değilsin." Buyurdular, ama bir cevap ve çıkış yolu da söylemediler, Ömer dönüp evine gitti. Ömer evine yeni varmıştı ki Efendimiz arkasından, Kur'ân âyetiyle mazur görüldüğü haberini gönderdi.
Bu hadisenin İkrime'den gelen rivayetinde yeme, içme ve hanımlarla yatma yasağının yatsı ile değil de uyku ile başladığı, Hz. Ömer'in bir akşam, Hz. Peygamber'in meclisine gittiği, oradan geç döneceğini bildiği için hanımına "Ben Allah'ın Rasûlü'nün yanından dönünceye kadar sakın uyuma" diye tenbihte bulunduğu, bu tenbihe rağmen Hz. Ömer'in hanımının uyuduğu, Hz. Ömer gelince de onun "Ben uyudum" sözüne kulak asmadığı, "Yok hayır, sen uyumadın" deyip onunla yattığı" ifade edilmektedir. İbn Cureyc rivayetinde bu olay Hz. Ömer'e değil ansardan ismi verilmiyen bir sahabîye isnad edilmektedir.[174]
Sehl ibn Sa'd'den rivayet ediliyor: Ak iplik kara iplikten seçilinceye kadar yeyin için." Âyeti nazil olmuş ancak "fecrden" kaydı henüz nazil olmamıştı. Müslümanlardan bazıları ayaklarına bir siyah, bir ak iplik bağlar bunları birbirinden seçinceye kadar yemeye içmeye devam ettiler de bunun üzerine "fecr'den kaydı da nazil oldu ve böylece ak iplikle kara ipliğin gece ile gündüz olduğunu anladılar. Bu haber Buhârî ve Müslim'de de yer almaktadır.[175]

188. Aranızda mallarınızı haksız sebeplerle yemeyin ve kendiniz bilip dururken insanların mallarından bir kısmını günahla yemeniz için onları hâkimlere aktarma etmeyin.
Mukatil ibn Hayyân anlatıyor: Bu âyet İmruu'1-Kays ibn Abis el-Kindî (Kinde'den Efendimize gelen hey'et içinde imiş, kinde'den olup da irtidad etmiyenlerden imiş) ve Abdan ibnu'1-Eşva' el-Hadramî hakkında nâzü oldu. Bir arazi konusunda anlaşmazlığa düşüp Abdan şikâyetçi, İmruu'1-Kays davalı olarak Hz. Peygamber (sa)'in hakemliğine başvurdular Hadramî: "Ey Allah'ın elçisi, bu adam babamdan bana intikal eden bir arazime el koydu.1' dedi. Kindî: "Orası benim elimdeki arazimdir, Ben orayı ekip biçiyorum ve onun hiçbir hakkı yoktur." dedi. Allah'ın Rasûlü (sa): Hadramî'ye: Bu arazinin sana ait olduğuna dair ya bir delil getirirsin ya da hasmına yemin teklif edeceğim." buyurur. Hadramî: "Ey Allah'ın elçisi, yalan yere yemin eder ve arazimi alır gider." deyince Efendimiz önce: "Madem delilin yok, senin için onun yemininden başka yol yok." buyurdu, sonra da: "Her kim mü'min kardeşinin malından bir kısmının üzerine oturmak için yalan yere yemin ederse Allah'a, Allah ona öfkeli halde kavuşur." buyurdu. İmruu'1-Kays: "Ey Allah'ın elçisi, hak kendinin olduğunu bile bile hakkını karşısındakine bırakana ne var?" diye sordu, Efendimiz: "Cennet." buyurdular da İmruu'1-Kays: "Seni şâhid tutuyorum ki ben o araziyi ona bıraktım." diyerek davadan vazgeçti. Allah Tealâ da bu âyeti indirdi.[176]
Müslim'in tahric ettiği hadiste bu âyetin nüzulü zikredilmeksizin hadise anlatılır ve Abdan'm ismi Rabîa ibn İbdân veya İydân olarak verilir.[177]

189. Sana hilâlleri sorarlar. De ki: O insanların faydası için ve bir de hacc için vakit ölçüleridir. Birr (İyilik ve tâat), evlere arkalarından gelmeniz değildir. Fakat birr takvaya erenindir. Evlere kapılarından gelin. Allah 'tan takva üzere olun ki felaha eresiniz.
Muâz ibn Cebel, Efendimiz (sa)' gelip "Ey Allah'ın elçisi, şu yahudiler bize gelip hep hilâlleri soruyorlar (onlara ne cevap verelim?)" dedi de Allah Tealâ bu âyeti indirdi. Katâde yahudilerin sorularını bizzat Hz. Peygamber (sa)'e yöneltip: "Allah bu hilâlleri niçin yaratmış?" diye sorduklarını belirtir. [178]
Kelbî ise ansardan iki kişinin sorusu üzerine nazil olduğunu şöyle anlatır: Bu âyet Muâz ibn Cebel ve Sa'lebe ibn Aneme (ibn Adiyy el-Hazrecî. İki Akabe biatında da bulunmuş, Bedr'e katılmış, Hendek muharebesinde şehid olmuştur. Hayber harbinde şehid olduğu rivayeti de vardır.[179]) hakkında nazil oldu. Bu ikisi de ansardan idiler. Dediler ki: "Ey Allah'ın elçisi, hilâli görüyoruz ip gibi ince doğuyor, sonra artarak büyüyor, yuvarlaklaşıyor, sonra tekrar eksilmeye başlayıp ilk başladığı gibi incecik oluyor. Neden bir halde durmuyor?" dediler de bu âyet nazil oldu.[180] Bu nüzul sebebi İbn Abbâs'tan da rivayet edilmiştir.[181]
Ayetin "İyilik (ve tâat) evlere arkalarından gelmeniz değildir. Fakat iyilik sakınandır. Evlere kapılarından gelin. Allah 'tan takva üzere olun ki muradınıza kavuşasınız" kısmının nüzul sebebine gelince:
Hasen ve Asamm derler ki: Cahiliye devrinde birisi bir işe niyyet edip de giriştiğinde isteğine ve başarıya ulaşmasında bir zorlukla karşılaşırsa evine kapisından girmez, arkadan girer ve tam bir sene bu halde kalırdı, bir sene böyle yapmaya devam ederdi. Bu davranış, karşılaştığı zorluğun kaldırılmasında bir uğur olarak kabul edilirdi. İşte bu âdeti kaldırmak üzere bu âyet-i kerime nazil olmuştur.[182]
Berâ'dan naklediliyor: Ansar, haccettikleri zaman (hacdan dönüşte) evlerinin kapılarından girmezler, tepeden girerlerdi. Onlardan birisi hacdan geldi ve tepeden (bacadan) girme yerine kapıdan girdi ve sanki bu câhiliye âdetini değiştirmek istedi de bu âyet nazil oldu. Bu rivayet Buhârî ve Müslim'de de yer almaktadır.
Câbir'den gelen bir rivayette ise başka bir nüzul sebebi veriliyor, şöyle ki: Kureyşliler kendilerini (hums=dinde mutaassıb olanlar" diye adlandırır ve ih-ramlı olduklarında evlerine kapılarından girerlerdi. Kureyş dışında kalan diğer araplar ve ansar ise (Kureyş'in bu ayrıcalığından mahrum olarak) evlerine ih-ramlıyken kapılarından girmezlerdi. Bir gün Hz. Peygamber bir bostanda idi, kapısından çıktı. Onunla birlikte olan ansardan Kutbe ibn Amir de peşinden kapıdan çıktı. "Ey Allah'ın elçisi, Kutbe ibn Amir günahkâr birisi oldu. Çünkü (ihramlı olduğu halde) seninle birlikte kapıdan çıktı." Dediler. Efendimiz ona: "Seni böyle yapmaya sevkeden nedir?" diye sorunca o: "Seni öyle yaparken gördüm , ben de senin yaptığın gibi yaptım." Dedi. Efendimiz: "Ama ben ahmesî'yim, yani Kureyş'tenim." Deyince Kutbe: "Benim dinim de senin dinin" dedi de Allah Tealâ "İyilik (ve tâat) evlere arkalarından gelmeniz değildir..." âyetini indirdi.[183]
Bu konudaki Kays ibn Cübeyr rivayeti ise şöyledir: Bir kısım insanlar ihramlı oldukları zaman evlerine ve bahçelerine kapılarından girmezlerdi. Allah'ın Rasûlü ve ashabı bir eve girdiler. Ansar'dan Rifâa ibn Tâbut duvara tırmandı ve evin üzerinden girdi, Rasûlullâh'm yanına vardı. Çıkarken ise Allah'ın Rasûlü (sa) kapıdan çıkınca Rifâa da peşinden kapıdan çıktı. Allah'ın Rasûlü (sa) Rifâa'ya: "Seni bu yaptığını yapmaya, yani kapıdan çıkmaya sevkeden ne-' dir?" diye sordu. Rifâa: "Senin kapıdan çıktığını gördüm, ben de sana tâbi olarak kapıdan çıktım." dedi. Efendimiz: "Ama ben Ahmes bir adamım." buyurdu. Rifâa: "Sen Ahmes isen dinimiz bir." dedi de Allah Tealâ bu âyet-i kerimeyi indirdi. Zühri rivayetinde Efendimizle birlikte eve giren (veya çıkan) sahabî'nin ansar'dan ve Seleme oğullarından olduğu, olayın Hudeybiye senesi Efendimiz ve ashabının umre için ihrama girdikleri ayrıntıları vardır.
Süddî'den gelen rivayet biraz daha farklı ve bunda sahabîye, duvardan veya tavandan değil de kapıdan girmesini emreden bizzat Efendimiz ve Hz. Peygamber (sa)'in bu davranışı akabinde vahy ile te'yid edilmiş oluyor. Şöyle ki: Bazı insanlar haccettikleri zaman evlerine kapılarından girmezler, arkadan açtıkları bir delikten girerlerdi. Hz. Peygamber veda haccında yürüyerek geldi. Yanında onlardan (haccettiğinde kapıdan girmeyenlerden) birisi vardı ve o müslüman idi. Allah'ın Rasûlü (sa) kapıya ulaşınca adam orada durakladı, girmek istemedi ve "Ey Allah'ın Rasûlü, ben Ahmes'im" yani ben ihramlıyım, dedi. Allah'ın Rasûlü (sa): "Ben de ahmesim, gir." buyurdular. Adam girdi de Allah Tealâ "Evlere kapılarından girin..." âyetini indirdi.
Muhammed ibn Sa'd kanalıyla İbn Abbâs'tan gelen başka bir rivayet daha başka ve çarpıcı bir rivayettir. O şöyle anlatıyor: Medine halkından bazıları düşmanlarından herhangi bir korkulan olduğunda ihrama girerler ve düşmanlarından gelebilecek korkularından emin olurlardı. Bu ihramları esnasında da evinin kapısından girmez, evinin tepesineden bir delik deler, oradan girer çıkardı. Hz. Peygamber Medine'ye geldiği zaman orada ihramlı birisi vardı. Hz. Peygamber bir gün bir bostana gitti ve kapısından girdi. O ihramlı kişi de peşinden kapıdan girdi. Bir başkası arkalarından bağırdı: Ey filân sen ihramlısın ve kapıdan girmemen gerekirken girdin." Hz. Peygamber: "Ama ben ahmes'im." buyu-runca adam: "Ey Allah'ın Rasûlü (sa), sen ihramlı isen ben de ihramlıyım." dedi de Allah Tealâ, sonuna kadar olmak üzere "Evlere arkalarından girmeniz birr değildir..." âyetini indirdi.[184]
Müfessirler bu rivayetleri alarak onlardaki bir takım açıklık ve eksiklikleri şöyle tamamlarlar: Câhiliye devrinde ve İslâm'ın ilk yıllarında kişi hac veya umre için ihrama girdiğinde bağa bahçeye ve eve kapısından girmez şehirli ise ya çatıdan bir delik açar, oradan girer çıkar, ya da bir merdiven edinir onunla çatıya çıkar oradan girer çıkardı. Bedevi ise çadırın kapısından girmez, çadırı arkasından yırtar, oradan girer çıkardı. İhramdan çıkıncaya kadar böyle yapar; uhums" denilen Kureyş, Kinâne, Huzâa, Sakîf, Has'am, Amir ibn Sa'sa' oğulları ve Nadr ibn Muâviye oğulları kabilelerinden olanlar dışında kalanlar için aksi davranışı hoş karşılamazlardı. Bu kabileler halkına "Hums" denilmesi -ki "ahmes" kelimesinin çoğuludur- onların dinlerinde taassub sahibi olmalarından, dinlerine daha bir sıkı sarılmalarındandı. Bir gün Hz. Peygamber ansardan birisinin evine girdi. Peşinden ansardan bir adam da ihramlı olduğu halde Efendimizin arkasından (kapıdan) girdi de diğer ashab onun kapıdan girişini hoş karşılamadılar. Efendimiz: "Neden ihramlı olduğun halde kapıdan girdin?" diye sordu da o sahabî: "Kapıdan girdiğini gördüm, ben de peşinden girdim." dedi. E-fendimiz: "Ama ben ahmesî'yim." buyurdu. O sahabî: "Eğer sen ahmesî isen ben de ahmesîyim, dinimiz bir; senin sünnetinden, senin huyundan ve dininden razı olmuşum." dedi de Allah Tealâ bu âyeti indirdi.[185]

190. Allah yolunda, sizinle savaşanlarla siz de savaşın, ancak ileri gitmeyin (haddi aşmayın). Şüphesiz ki Allah haddi aşanları sevmez.
Kelbi’nin Ebu Salih'ten, onun da İbn Abbâs'tan rivayetine göre bu âyet Hudeybiye barışı hakkında nazil olmuştur. Hz. Peygamber (sa) ve ashabı Hudeybiye musalahası yılı Mekke müşrikleri tarafından Beytullah('a girmekten) engellenip kurbanlarını Hudeybiye'de keserek o sene umre yapmadan Medine'ye dönmek, bir sonraki yıl Mekke'ye gelmek, müşrikler tarafından boşaltılacak Mekke'de üç gün kalmak, Beytullah'ı tavaf etmek, bu üç gün içinde Mekke'de dilediğini yapmak üzere müşriklerle antlaşma yaptılar. Bir sonraki sene olunca Allah'ın Rasûlü (sa) ve ashabı bir önceki yıl yapamadıkları umrenin kazası için hazırlandılar. Bir taraftan da müşriklerin sözlerinde durmayıp onları Mescid-i Haram'a sokmıyacaklarından ve kendileriyle savaşacaklarından korkuyor, Harem'de ve haram ayda savaşmayı da kerih görüyorlardı. İşte bunun üzerine Allah Tealâ "Allah yolunda, sizinle savaşanlarla siz de savaşın..." âyetini indirdi. Ki bu âyette kendileriyle savaşılacaklardan maksat Kureyşlilerdir.[186]
Rebî' ise bu âyetin Medfne-i Münevvere'de Hz. Peygamber (sa)'e savaş izni veren ilk âyet olduğunu; Berâe'deki âyetu's-seyf nazil oluncaya kadar bu âyete imtisâlen Hz. Peygamber (sa)'in, sadece kendisiyle savaşanlarla savaştığını, savaşmıyanlara karşı ise savaşmaktan geri durduğunu söylemektedir.[187]
Gerçekten de Mekke-i Mükerreme'de Hz. Peygamber'e savaş emredilmesi bir tarafa Fussılet, 34; Mâide, 13; Müzzemmil, 10; Gâşiye, 22 ve benzeri âyetlerle savaş ona yasaklanmıştı bile. Ama Medine-i Münevvere'ye hicret edince savaşmakla emrolundu ve "Allah yolunda, sizinle savaşanlarla siz de savaşın, ancak ileri gitmeyin..." âyeti nazil oldu. Hz. Ebu Bekr (ra)'den: "Savaş hakkında ilk nazil olan "Kendileriyle savaşılanlara uğradıkları o zulümden dolayı savaşmalarına izin verildi..." (Hacc, 22/39) âyetidir." şeklinde bir rivayet varsa da herhalde bu Hacc âyeti sadece müslümanlarla savaşanlarla savaş şeklinde sınırlı bir izin olmayıp genel olarak savaşa izin verilmesiyle alâkadar olmalıdır.[188]

194. Haram ay, haram aya karşılıktır, hürmetler (haram oluş) karşılıklıdır. Onun için kim, sizin üzerinize saldırırsa, siz de tıpkı onların üstünüze saldırdıkları gibi ona saldırın. Allah'tan takva üzere olun ve iyi bilin ki Allah müttakîlerle beraberdir.
Katâde der ki: Hz. Peygamber ve ashabı umre yapmak üzere Mekke'ye doğru Zilkade ayında yola çıkmışlardı. Hudeybiye'ye gelince müşrikler yollarını kestiler (ve Mekke'ye girmelerine, umre yapmalarına izin vermediler. Hudeybiye antlaşması yapıldı ve Hz. Peygamber ile ashabı geri Medine'ye döndüler). Bir sonraki sene Mekke'ye girdiler ve yine Zikade ayında umre yaptılar, orada üç gece kaldılar. Müşrikler, Hudeybiye senesi onları geri çevirdiklerinde bununla övünmüşlerdi. Aliah Tealâ onların bu yaptığının karşılığını bu şekilde verdi ve "Haram ay, haram aya karşılıktır, hürmetler (haram oluş) karşılıklıdır..." âyetini indirdi.[189] Ayet, hicretin yedinci senesi Umretu'l-kazâ'da nazil olmuştur.[190]
"Onun için kim, sizin üzerinize saldırırsa, siz de tıpkı onların üstünüze saldırdıkları gibi ona saldırın." kısmının nerede ve kimler hakkında nazil olduğu da müfessirler arasında ihtilaflıdır. İbn Abbâs, bu ve bu mealdeki âyetlerin Mekke-i Mükerreme'de müslümanlar henüz sayıca az ve çok zayıf, müşriklere karşı duracak güçleri yok, müşrikler müslümanlara eziyet eder durumdalar iken nazil olduğunu söylerken Mücâhid âyetin Medine-i Münevvere'de ve Umretu'l-Kaza'dan sonra nazil olduğunu söylemektedir.[191] Mekke-i Mükerreme'de inananlara cihad farz kılınmadığına ve bu âyette de velev nefsi müdafaa ve kendilerine yapılan saldırı ile sınırlı olsa bile saldırı emri ihtiva ettiğine göre Mücahid'den gelen rivayetin diğerine tercih edilmesi daha makul görünmektedir.
Hasen'den gelen bir rivayette de müşriklerin Hz. Peygamber (sa)'e:" Ey Muhammed, haram ayda sana savaş yasaklandı mı?" diye sormuşlar; Efendimiz (sa)'in: "Evet" cevabı üzerine müslümanlarla savaşmak istemişler de bu âyet nazil olmuş yani müşriklerin haram ayda savaşı mubah görerek müslümanlarla savaşa yeltenmeleri halinde müslümanların da kendilerini savunma sadedinde haram ayda savaşmalarına bu âyet-i kerime ile izin verilmiştir.[192]

195. Allah yolunda mallarınızı harcayın ve kendilerinizi ellerinizle tehlikeye atmayın ve muhsinler olun. Allah muhakkak muhsinleri sever.
Şa'bî'den rivayete göre bu âyet-i kerime Allah yolunda infakta bulunmıyan ansar hakkında nazil olmuştur. İkrime'den ise daha genel bir ifade ile "Allah yolunda infakta bulunma hakkında nazil olmuştur." rivayeti vardır. Ebu Cubeyre ibnu'd-Dahhâk rivayeti bu iki rivayete biraz daha açıklık getiriyor: Ansar ellerinden geldiği kadar sadaka dağıtır, Allah yolunda fakirleri doyururlardı. Bir sene kıtlık oldu da bunu yapamaz oldular. Bunun üzerine Allah Tealâ bu âyeti indirdi.[193]
Bu rivayetler âyetin ilk cümlesinin anlamı ile Örtüşmektedir. İkinci cümlesi olan "Kendilerinizi ellerinizle tehlikeye atmayın." Kısmı ile birlikte düşünüldüğü takdirde ise aşağıda vereceğimiz rivayetler daha uygun görünmektedir:
Ebu Davud et-Tayâlisî'nin kendi senediyle Eşlem ibn İmrân et-Tücîbî'den rivayetinde O şöyle anlatıyor: Kostantınıyye kuşatmasında idik. Şam birliklerine Fudâle ibn Ubeyd el-Ansârî, Mısır birliklerine de Amir ibn Ukbe el-Cuhenî komuta ediyordu. Rumlar büyük bir saf halinde surlardan çıkarak ilerlemeye başladılar. Müslümanlardan kalabalık (büyük) bir saf teşkil edilip bizim tarafa doğru çıkıp düşmana ilerledi. Müslüman saflarından bir adam yalnız başına rumlara saldırıp içlerinde savaşmaya başladı, sonra da bize doğru gelmeye başladı. İnsanlar ona "Sübhanallah, kendini elleriyle tehlikeye attı." diye bağırmaya başladılar. Ebu Eyyub el-Ansârî kalktı ve: "Ey insanlar, bu âyeti te'vil edilmiyecek şekilde ve anlamda te'vil ediyorsunuz. Bu âyet biz, ansar hakkında nazil oldu.Allah dinini aziz ve güçlü kılıp da yardımcıları çoğalınca ve biz kendi aramızda Allah'ın Rasûlü (sa)'den gizli olarak: "Mallarımız zayi oldu, biraz da mallarımızla meşgul olsak da bozulan, zayi olanlarını ıslah etsek, düzeltsek." dedik de Allah Tealâ bu âyeti "kendilerinizi ellerinizle tehlikeye atmayın." âyetini indirdi. Böylece "mallarımız zayi oldu, ondan zayi olanla meşgul olalım da düzeltelim" diye içimizden geçirdiğimiz düşüncemize Allah Tealâ cevap verdi. Ayetteki tehlike işte o bizim yapmayı düşündüğümüzdür ki bununla biz, cihadla emrolunduk." Yani bizim mallarımızla meşgul olarak cihadı terketmemizin kendimizi ellerimizle tehlikeye atmak olduğu bildirildi. Ebu Eyyub, Allah ruhunu kabzedinceye kadar Kostantınıyye kuşatmasında cihada devam etti.[194]
İbn Abbâs'tan rivayete göre de Hz. Peygamber insanları cihada çıkmaya davet etmiş de o esnada Medine-i Münevvere'de bulunan bazı bedeviler: "Cihada ne ile hazırlanalım? Azığımız yok, kimse de bize azık vermiyor." demişlerdi. İşte bunun üzerine "Allah yolunda mallarınızı harcayın ve kendilerinizi ellerinizle tehlikeye atmayın." Âyeti nazil oldu.[195]
Bunun yanında Nu'mân ibn Beşîr'den çok daha farklı bir sebep rivayet ediliyor: Diyor ki: Kişi bir günah işler ve sonra da: "Allah benim bu günahımı bağışlamaz." Derdi. İşte bunun üzerine "Kendilerinizi ellerinizle tehlikeye atmayınız." Ayeti nazil oldu.[196] Sanki mü'minin, bağışlanmaktan umudunu keserek tevbe ve istiğfarı terketmesi onun, kendisini kendi elleriyle tehlikeye atması olarak değerlendirilmiş olmaktadır.[197]

196. Haccı da umreyi de Allah için tam yapın. Fakat alıkonursanız o halde kolayınıza gelen kurbanı gönderin. Kurban yerine varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin. Artık içinizden kim de hasta olur, yahud başından bir eziyeti bulunursa ona oruçtan, ya sadakadan, yahut ta kurbandan fidye vacip olur.
Ebu Davud et-Tayâlisî'nin kendi senediyle Ka'b ibn Ucre'den rivayetinde o şöyle demiştir: "...Artık içinizden kim de hasta olur, yahud başından bir eziyeti bulunursa ona oruçtan, ya sadakadan, yahut ta kurbandan fidye vacip olur." Âyeti benim hakkımda indi. (Hasta ve) başımdan bitler yüzüme dökülür halde Rasûl-i Ekrem (sa)Mn yanına getirildim. "Görüyorum sıkıntın büyük, şiddetli, dayanmanın sınırına gelmişsin. (Bitlerini temizle ve) bir koyun kurban et." Buyurdu. Ben: "Bir koyunu nereden bulayım ki!" dedim de üç gün oruç veya herbir miskine yarım sâ' ile altı miskini yedirme fidyesi benim hakkımda nazil oldu, ama O hepiniz hakkında geneldir."[198] Hadisi Buharı de tahric etmiştir.[199]
Abdullah ibn Ma'kıl rivayetinde onun, Küfe mescidinde Ka'b ibn Ucre'ye rastladığı, ona : "...Artık içinizden kim de hasta olur, yahud başından bir eziyeti bulunursa ona oruçtan, ya sadakadan, yahut ta kurbandan fidye vacip olur." Âyetini sorduğu ve onun da "Benim hakkımda nazil oldu. Allah'ın Rasûlü (sa) ile birlikte haccettim. Saçım, sakalım, bıyığım, kaşım bitlendi..." Diyerek yukarda zikredilen olayı anlattığı kaydedilmektedir. Bu rivayette Hz. Peygamber (sa)'in, bir berber çağırarak Ka'b'in başını traş ettirdiği kaydı da vardır.
İbn Abbâs'tan gelen rivayette ise bu "Ka'b ibn Ucre olayının Hudeybiye'de meydana geldiği, fidyenin her birine iki müdd olmak üzere altı fakire verilmesi gerektiği"; Abdurrahman ibn Ebî Leylâ rivayetinde de Ka'b'm Hz. Peygamber (sa)'e getirilmesi yerine "Efendimiz (sa)'in ona uğradığı, arkadaşları için yemek yapmak üzere yaktığı ateşe üflerken Efendimiz (sa)'in onu ve başından bitlerin döküldüğünü gördüğü, "Haşerâtın sana eziyet veriyor mu?" diye sorduğu ve onun "Evet çok eziyet veriyor." Diye cevapladığı" ayrıntıları vardır.[200] Abdurrahman ibn Ebî Leylâ ve Abdullah ibn Ma'kıl rivayetleri Müslim'de de aynen yer almaktadır.[201]

197. Hacc bilinen aylardır. İşte kim onlarda haccı kendine farz ederse artık hacda kadına yaklaşmak, günah işlemek, kavga etmek yoktur. Siz ne hayır işlerseniz Allah onu bilir. Bir de azıklanın. Muhakkak ki azığın en hayırlısı takvadır. Ey akıl sahipleri benden takva üzere olun.
İbn Abbâs'tan rivayet ediliyor: Yemenliler hacceder ve hacca gelirken yanlarına azık almaz, "Biz mütevekkil insanlarız." derler, Mekke'ye gelince de dilencilik yaparlardı.İşte bunun üzerine Allah Tealâ "Bir de azıklanın. Muhakkak ki azığın en hayırlısı takvadır..." âyetini indirdi.[202]

198. (Hacc mevsiminde ticaret yaparak) Rabbınızdan rızık istemenizde bir günah yoktur. Arafat'tan boşanıp aktığınız zaman Meş 'ar-i Haram 'in yanında Allah a zikredin. O size nasıl hidayet ettiyse siz de O 'nu öylece anın. Siz bundan evvel ne yapacağını bilmeyenlerdendiniz.
Ebu Ümâme et-Temîmî anlatıyor: İbn Ömer sordum: Biz burada (hayvanlarımızı) kiraya veriyoruz. Bazıları bizim hacctmızin olmadığını sanıyor, sen ne dersin." O: "Telbiye getirmediniz mi, Safa ile Merve arasında sa'y etmediniz mi? Şunu yapmadınız mı, bunu yapmadınız mı (Haccın menâsikini kastediyor)?" diye sordu, ben: "Evet, hepsini yaptık." Dedim de şöyle dedi: "Senin bana sorduğunu birisi Hz. Peygamber (sa)'e sormuştu. Efendimiz ona cevap verme(yip beklediler, sonunda) "(Hacc mevsiminde ticaret yaparak) Rabbınızdan rızık istemenizde bir günah yoktur..." âyeti nazil oldu. Efendimiz (sa) o adamı çağırdı, kendisine bu âyeti tilâvet buyurdu ve "Sizler hacılarsınız, hacı oldunuz." Buyurdular.[203] Taberî'deki rivayette Ebu Ümâme et-Teymî[204]'dir ki İbn Kesîr'deki rivayetler de bunu desteklemektedir.[205] Bir rivayette hayvanlarını kiraya veren ve ticaret yapanlar hakkında onların hacı olmadıklarını söyleyenlerin kafiyeli bir sözle "Onlar hâc değil dâc!" diyerek alay ettikleri de kaydedilmektedir ki "Onlar hacı değil, öyle debelenip yürüyorlar işte" demektir.[206]
Mücâhid'in tbn Abbâs'tan rivayetinde o şöyle demiş: İnsanlar hacda (hacc günlerinde) ticaretten, alış-verişten sakınır ve "Bu günler alış-veriş günleri değil, Allah'ı zikir günleridir." Derlerdi. Bunun üzerine Allah Tealâ "(Hacc mevsiminde ticaret yaparak) Rabbınızdan rızık istemenizde bir günah yoktur..." âyetini indirdi.
tbn Abbâs'tan gelen bir rivayette ise câhiliye devrinde Mekke civarındaki Zu'1-Mecâz, Mecenne ve Ukkâz gibi yerlerin panayır yeri olmaları dolayısıyla o devirde hacca gelenlerin buralarda ticaret yaptıkları, ancak İslâm gelince müslümanların, hac ile ticareti birbirine karıştırmanın günah olduğunu düşünerek buralarda ticareti terketmeleri üzerine bu âyetin indirildiği anlatılmaktadır.[207]
Mücâhid'den gelen ikinci bir rivayete göre araplar câhiliye devrinde hacc mevsiminde Arafat ve Mina'da alış-veriş ve ticaret yapmazlardı âyet bunun üzerine nazil olmuştur.[208]

199. Sonra siz de insanların (vakfeden) döndüğü (sel gibi aktığı) yerden dönün. Allah* tan mağfiret isteyin. Hiç kuşkusuz Allah Gafur'dur, Rahim'dir.
Ebu Davud et-Tayâlisî'nin kendi senediyle Hz. Aişe'den rivayetinde o şöyle anlatıyor. Kureyşli hacılar "Biz Beytullah'm sakinleriyiz. (Haremde ikamet edenleriz). Dolayısıyla biz diğer insanların yaptığı gibi Arafat'tan değil Mina'da (vakfe yaparak oradan) döneriz." derlerdi. Bunun üzerine Allah Tealâ: "Sonra siz de insanların (vakfeden) döndüğü (sel gibi aktığı) yerden dönün." âyetini indirdi.[209]
Müslim'deki rivayette Kureyşlilerin böyle düşünmelerinin sebebi de bir bakıma açıklanıyor. Şöyle ki: Cübeyr ibn Mut'im'den rivayet ediliyor: Arafe günü (Arafat'ta) bir devemi kaybetmiş, onu aramak üzere çıkmıştım. Allah'ın Rasûlü (sa)'ni Arafat'ta diğer insanlarla birlikte vakfe yaparken gördüm ve: Bu (Allah'ın Rasûlü) ahmes'lerden değil mi? Burada ne arıyor? (Onun burada değil de Müzdelife'de vakfe yapması lâzım değil mi)" dedim. Râvilerden Süfyân der ki: Ahmes, dininde katı, mutaassıp demektir.Kureyş'e ahmes'ler denilirdi. Câhiliye devrinde Şeytan onlara gelip: "Siz hacda Harem dışına çıkarsanız insanlar katında saygınlığınız düşer de sizin Harem'inİzi hafife alırlar." Diye vesvese vermiş; onlar da vakfe için harem sınırları dışına çıkmayarak Müzdelife'de vakfe yapmaya başlamışlardı. İslâm gelince Allah Tealâ "Sonra siz de insanların (vakfeden) döndüğü (sel gibi aktığı) yerden dönün..." âyetini indirdi. Burada insanların vakfe yaparak döndükleri yer ile kastedilen Arafat'tır.[210] Vâhıdî'nin Müslim'de Cubeyr ibn Mut'im'den rivayet olarak verdiği haber Müslim'de daha öz olarak tahric edilmiştir. Şöyle ki:
Arafe günü kaybettiğim bir deveyi aramaya çıkmıştım. Allah'ın Rasûlü (sa)'nü insanlarla birlikte Arafat'ta vakfe yaparken gördüm. "Bu adam Ahmes değil mi? Burada ne arıyor?" dedim. Kureyş, hums'ten sayılırdı.[211] Ancak Kadı İyâz'ın belirttiğine göre Cubeyr ibn Mut'im'in Efendimiz (sa)'i Arafat'ta vakfe yaparken gördüğü hacc, hicretten ve Cubeyr ibn Mut'im'in islâmından öncedir. Bu da ahmeslerin câhiliye devrinde bir câhiliye âdeti olarak müzdelife'de vakfe yapıp Arafat'a çıkmadıkları rivayetini desteklemektedir. Demek ki Hz. Peygamber (sa) daha hicretinden önceki hac mevsimlerinde katıldığı haclarda bu câhiliye âdetine muhalefet etmiş, ancak Kur'ân'dan bir nass ile bu âdetin kaldırılması daha sonra vukubulmuştur.
Müslim'in Hişâm'dan onun da babasından rivayetle tahric ettiği bir haber hums (ahmesler) hakkında başka bilgiler de veriyor ki bu da Kureyş'in diğer kabilelerden kendilerini üstün ve ayrıcalıklı gördüklerini gösteriyor. Bu rivayete göre Hums dışında araplar Beytullah'ı çıplak olarak tavaf ederlerdi. Hums, Kureyş ve onlardan doğanlara denirdi. Araplardan, Kureyş'in elbise verdikleri dışında kalanlar çıplak tavaf ederlerdi. Kureyş kadınları kadınlara, kureyş erkekleri erkeklere elbise verirlerdi. Hacılar vakfe için hep Arafat'a çıkarken Hums Müzdelife'den daha yukarı çıkmaz (orada vakfe yaparlardı). İşte haklarında Allah Tealâ'nın: "Sonra siz de insanların (vakfeden) döndüğü (sel gibi aktığı) yerden dönün." Âyetini indirdiği hums bunlardır. İnsanlar, Arafat'ta vakfe yaptıktan sonra oradan ifâza ederdi. Hums'un ifâzası ise Müzdelife'den idi ve "Biz ancak Haremden (Haram sınırlan dışına çıkmadan vakfe yaparak oradan) ifaza ederiz." diyorlardı. "Siz de insanların (vakfe yapıp) dödükleri yerden dönün." Âyeti nazil olunca Arafat'a döndüler ve orada vakfe yapıp diğer hacılarla birlikte oradan ifâza ettiler.[212]
İbn İshâk da Ahmes (çoğulunda Hums) geleneğinin çok eskilere dayanmadığını, belki de fîl hadisesinden bile sonra ortaya çıktığını belirtirken bunun şeytanın vesvesesi ile olduğuna temas etmez; Kureyşlilerin, kendilerini diğer insanlardan üstün görmesinden ibaret olarak gösterir.[213]

200- (Hacc) menâsikinizi bitirince atalarınızı andığınız gibi, hattâ daha kuvvetli bir anışla Allah 7 anın. Artık o insanlardan kimi: "Ey Rabbımız, bize düyada ver." Der ki onun âhiretten nasibi yoktur.

201. Artık o insanlardan kimi: "Ey Rabbımız, bize dünyada ver. " Der ki onun âhiretten nasibi yoktur.
202. İşte onların kazandıklarından nasîbleri vardır. Allah, hesabı pek çabuk görendir.
"(Hacc) menâsikinizi bitirince atalarınızı andığınız gibi, hattâ daha kuvvetli bir anışla Allah'ı anın." âyetin nüzul sebebinde üç kavil vardır:
1. Câhiliye halkı hacc mevsiminde bir araya gelip toplandıklarında câhiliye devrinde babalarının yaptıklarını, önemli gün ve olayları neseblerini anar ve birbirlerine karşı bunlarla övünürlerdi ki bu âyet nazil oldu. Bu manâ Hasen, Atâ ve Mucâhid'den rivayet ediliyor.
2. Araplar bir hadise naklettikleri veya bir söz konuştukları zaman: "Babana yemin olsun ki şöyle şöyle yaptılar." Derlerdi, bunun üzerine bu âyet nazil oldu. Bu kavil de Hasen'den rivayet edilmiştir.
3. Hacılar hac menâsikini bitirdikleri zaman Mina'da birisi kalkar ve: "Allah şahid ki babam cömertti, çok malı vardı, bana şunları şunları verdi." Der, Allah'ı zikretmez, sadece babasını anar, Allah'tan kendisine dünyalık vermesini isterdi. İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu. Bu görüş de Suddî'den rivayet edilmiştir.[214]
Mücahid ise haccın bitiminde ataları ve nesebleriyle övünmelerinin Mina'da değil Ka'be'nin yanında olduğunu belirterek der ki: Câhiliye devrinde insanlar hacc mevsiminde toplanıp hacc görevlerini yerine getirdikten sonra Ka'be'nin yanında bir araya gelir ve atalarıyla, geçmişteki Övünç günleriyle birbirlerine karşı Övünürlerdi. (Bu hal İslâm geldikten sonra da devam edince) Allah Tealâ ".(Hacc) menâsikinizi bitirince atalarınızı andığınız gibi, hattâ daha kuvvetli bir anışla Allah'ı anın." Âyetini indirdi[215] Saîd ibn Cubeyr'den gelen rivayette ise bu övünmelerinin Arafat'taki vakfe sırasında olduğu söylenmektedir.[216]
Ayetin "Artık o insanlardan kimi: "Ey Rabbımız, bize düyada ver." Der ki onun âhiretten nasibi yoktur." Kısmının nüzul sebebi olarak Ebu Bekr ibn Ayyâş'tan rivayet ediliyor ki Câhiliye devrinde hacc menâsikini bitirdikten sonra "Ey Allahımız, bize develer ver, bize koyunlar ver." Diye dua ederlermiş. İşte bunun üzerine Allah Tealâ âyetin bu kısmını indirmiş.[217]
İbn Abbâs'tan gelen rivayete göre ise "Ey Rabbımız, bize düyada ver." Der ki onun âhiretten nasibi yoktur." Kısmı Arafat'ta vakfeye gelip de burada "Ey Allahım bu senemizi bolluk, bereket ve hayır senesi kıl." Diye dua eden bazı bedeviler hakkında; onlardan sonra Arafat'a gelip "Ey Rabbımız, bize dünyada da iyi hal ver, âhirette de iyi hal ver ve bizi o ateş azabından koru." diye dua eden mü'minler hakkında da "İşte onların kazandıklarından nasîbleri vardır. Allah, hesabı pek çabuk görendir." Âyetini indirdi.[218]
"İşte onların kazandıklarından nasîbleri vardır..." âyetinin nüzul sebebi hakkında İbn Abbâs'tan şöyle bir rivayet daha var: Birisi gelip Hz. Peygamber (sa)'e: "Ey Allah'ın elçisi, babam haccedemeden vefat etti. Onun yerine haccedeyim mi?" diye sordu da Efendimiz: "Babanın bir borcu olsa da ödeşen o borcu baban ödemiş olmaz mı?" şeklinde bir soruyla cevap verdi. Adamın: "Elbette öyledir." Demesi üzerine de: "O halde Allah'ın alacağı ödenmeye daha lâyıktır." Buyurdu. Adam: "Peki bana bundan bir ecir var mı?" diye sorunca Allah Tealâ bu âyeti indirdi ki hem haccedenin, hem de yerine haccedilenin bu hacdan ecri vardır, ikisi bu haccin ecrinde ortaktırlar demektir.[219]

203. Bir de sayılı günlerde Allah 'ı zikredin. Kim iki günde acele ederse ona günah yoktur. Kim de geri kalırsa ona da günah yoktur. (Fakat bu günah olmama) Takva sahibi içindir...
Câhiliye halkı Minâ'dan dönme hususunda iki bölüktü: Bir kısmı acele ederek ilk nefir günü hemen oradan Mekke'ye dönenleri kmar ve günahkâr sayar; ikinci bir kısmı da ikinci nefir günü (yani bayramın üçüncü günü) dönmek üzere dönmeyi geciktirenleri günahkâr görürlerdi. Allah Tealâ câhiliye devrindeki her iki telâkkiyi de redddetmek üzere bu âyeti indirdi.[220]

204. İnsanlardan öyle kimse vardır ki onun dünya hayata ait sözü hoşunuza gider ve o, kalbinde olana Allah'ı şahid getirir. Halbuki o, düşmanların en yamanıdır.
205. O, yeryüzünde iş başına geçti mi orada fesat çıkarmaya, ekini ve zürriyyeti kökünden kurutmaya koşar. Allah fesadı sevmez.
206. Ona: 'Allah 'tan kork (sakın) denildiği zaman izzeti onu alır günah işlemeye götürür. İşte öylesine cehennem yeter. Gerçek şu ki o ne kötü yataktır.
Suddî'den rivayet ediliyor: Zuhre oğullan halîfi Ahnes ibn Şureyk hakkında nazil olmuştur. Hz. Peygamber (sa)'e gelmiş, müslüman olmuş görünmüş, müslüman olması Hz. Peygamber (sa)'in hoşuna gitmişti. O, şöyle demişti: Ben, müslüman olmayı dileyerek geldim ve Allah'a yemin ederim ki bu sözümde sâdığım." Sonra Hz. Peygamber (sa)'in yanından çıkmış, yolda giderken müslümanlara ait birtakım ekinleri yakmış, yolda rastladığı yine müslümanlara ait merkebleri boğazlayıp öldürmüş telef etmişti. İşte bunun üzerine Allah Tealâ bu âyetleri indirdi.[221]
Bu âyetlerin Ahnes ibn Şureyk hakkında nazil olduğuna dair ikinci bir rivayette onun, Bedr savaşı öncesindeki münafıklığının nüzul sebebi olduğu anlaşılıyor. Bu rivayet şöyledir: Ahnes, Bedr gazvesine çıkılacağı gün halîfi olduğu Zuhre oğullarına savaşa çıkmayın diye işaret etti: "Muhammed sizin kız kardeşinizin oğludur. Eğer yalancı ise insanların ona karşı gelmeleri size yeter. Eğer dâvasında sâdık ise zaten size ihtiyacı yoktur (Rabbı onu muzaffer kılacaktır ve siz onun zaferi ile) insanların en mutluları olacaksınız." dedi. Zuhre oğulları da "Evet, doğrusu hayır senin söylediğindedir." dediler. Bedr'e çıkılacağı nida olununca bu münafık Zuhre oğullan içinde kaldı ve 300 kişi oldukları halde geri döndüler. Hz. Peygamber (sa)'e Zuhre oğulları ve Ahnes'in döndükleri haber verilince özellikle Ahnes'in durumuna şaştı ve asıl adı Ubeyy ibn Şureyk iken onu "dönücü, dönen" anlamına Ahnes diye isimlendirdi.
Ancak Fahreddin Razı bu rivayeti naklettikten sonra zayıf olduğunu kaydetmiştir.[222]
İbn Abbâs'tan gelen bir rivayete göre ise Racî' seriyyesinde şehid olanlar hakkında konuşan bir takım münafıklar hakkında nazil olmuştur. Şöyle ki:
Kureyş kâfirleri (ya da Adal ve Kâra kabileleri),[223] Medine'ye Hz. Peygamber (sa)'e bir hey'et gönderip "Biz müslüman olduk. Bize arkadaşlarından bir kaçını göndersen de bize dinimizi öğretseler." Demişlerdi. Hz. Peygamber (sa) de onlara Hubeyb ibn Adiyy, Mersed ibn Ebî Mersed el-Ganevî, Hâlid ibmı'l-Bukeyr, Abdullah ibn Târik, Zeyd ibnu'd-Desine'yi gönderdi. Asım ibn Sâbit'i de başlarına emîr tayin etti. Bunlar Mekke'ye doğru yola çıktılar. Mekke-Medine arasında bir yerde (Mekke ile Usfân arasında bir yerde) konakladıklarında yanlarında bulunan hurmalardan yeyip çekirdeklerini yere attılar. Onlar ayrıldıktan sonra oradan geçen bir kadın hurma çekirdeklerinden onların Medine'den geldiklerini anlayıp hemen kabilesine koştu ve: "Koşun, Yesribliler şu yoldan gitmişler." dedi. Hemen 70 kişi silâhlanıp müslümanların peşine düştüler (Bir rivayette bunlar Huzeyl kabilesinin Lihyan oğullan kolundandır) ve onlara yetişip onları kuşattılar. Aralarında çıkan çatışmada Mersed, Hâlid, tbn Târik öldürüldü. Asım, sadağını çıkarıp baktı ki yedi ok var. Her biriyle kâfirlerin ileri gelenlerinden biri olmak üzere yedi kâfiri Öldürdü, sonra: "Ey Allahım, günün başında dinini korumaya çalıştım, sen de günün sonunda benim etimi şu kâfirlerden koru." diye dua etti. Çevresini kuşattılar ve onu da öldürdüler. Sülâfe bint Sa'd adındaki müşrik kadına satmak üzere kafasını kesmek istediler. Asım, o kadının ailesinden bazılarını öldürmüş de kadın: "EğerAsım'ın başını ele geçirebilirsem kafa-tasından içki içeceğim." diye adakta bulunmuş imiş. Asım'ın başını kesmeye yeltendiklerinde Allah Tealâ bir eşek arısı sürüsü gönderip onun başını korumuş. Akşam olunca nasıl olsa arılar gider, o zaman gelir keseriz demişler ama peşinden öyle bir yağmur gelmiş ki vadiyi sel götürmüş, sel Asım'ın bedenini de sürükleyip götürmüş, böylece başını kesememişler.
Hubeyb ve Zeyd'i esir edip Mekke'ye götürmüşler. Hubeyb'İ öldürmek ü-zere el-Hâris ibn Amir oğullan satın almışlar. Onu öldürmek üzere açıklık bir yere çıkardıklarında "Müsaade edin iki rek'at namaz kılayım." demiş, bırakmışlar iki rek'at namaz kılmış "Hubeyb ölümden korktu da namazı uzattı." demiyeceklerini bilsem daha çok kılardım, demiş, almış, diri diri çarmıha germişler ve çevresinde bekleşerek öylece ölmesini beklemişler, çarmıhta gerili haldeyken: "Ey Allahım, biliyorsun benim bu halimi senin Rasûlü'ne haber verecek kimsem yok, selâmımı Rasûlü'ne ulaştır." demiş, o haldeyken Ukbe İbnu'l-Hâris gelip mızrağıyla onu öldürmüş[224]
Zeyd'i de babasının öldürülmesi karşılığı olarak öldürmek üzere Safvân ibn Ümeyye satın almış. Safvân onu öldürmek üzere dışarı çıkardığında Ebu Süiyân ibn Harb gelmiş ve: "Ey Zeyd, Muhammed burada senin yerinde, sen de ailenin yanında olmak istemez misin?" demiş. Zeyd: "Allah'a yemin olsun ki ben ailemin yanında otururken Muhammed'in ayağına bir diken batıp da ona eziyet vermesini dahi istemem." demiş, onu da vurup öldürmüşler.
Bu hadiseyle ilgili haber Hz. Peygamber (sa)'e ulaştırılınca Efendimiz (sa): "Hanginiz Hubeyb'İ gerili olduğu ağaçtan kurtarıp getirir, ona cennet var." buyurdu da Zübeyr: "Ben ve arkadaşım Mikdad" demiş, yürüyerek yola çıkmışlar, gece yürüyüp gündüzleri dinlenerek Mekke'ye Hubeyb'in çarmıha gerili olduğu yere ulaşmışlar. Çarmıhın çevresinde 40 kadar müşrik yatmış uyuyorlarmış. Bakmışlar, 40 gün geçmesine rağmen Hubeyb adeta ikiye katlanmış gibi bir halde teni taze duruyor hiçbir çürüme, kokma yok. Zubeyr onu çarmıhtan indirip atına yüklemiş ve yola çıkmışlar. Mekke müşrikleri durumun farkına varır varmaz hemen yetmiş kişi peşlerine düşmüş ve onlara yetişmişler, ama Zubeyr ve Mikdad olduklarını görünce onlarla vuruşmaya cesaret edemeyip geri dönmüşler. Medine'de Efendimiz'in huzuruna girdiklerinde bir de bakmışlar ki Cibrîl onlardan önce Efendimiz'e gelmiş ve "Ey Muhammed, melekler senin bı iki arkadaşınla övünüyorlar." demiş.
İşte bütün bunlardan sonra bazı münafıklar Hubeyb ve arkadaşları hakkın da: " Şu öldürülenlere yazık! Ne evlerinde oturabildiler ne de arkadaşlarına (Hz. Peygamber'i kastediyorlar) verdiği görevi yerine getirebildiler!." dediler di Allah Tealâ Zübeyr, Mikdad, Hubeyb ve arkadaşları ve böyle konuşan o münafıklar hakkında "İnsanlardan öyle kimse vardır ki onun dünya hayata ait sözü hoşunuza gider..." âyeti ile onu takip eden üç âyeti indirmiştir.[225]

207. İnsanlardan öyle kimse de vardır ki Allah yın rızasını isteyerek nefsini satın alır. Ve Allah kullarına Rauf tur.
Rebî'den rivayet ediliyor: Mekke 1 ilerden birisi müslüman olmuş ve Hz. Peygamber (sa)'e gelmek, Medine-i Münevvere'ye hicret etmek istemişti. Müşrikler onu bundan menedip hapsettiler. Müşriklere: "Bırakın beni gideyim, karşılığında evimi ve malımı size vereyim." dedi. Önce kabul etmedilerse de sonra bu akıllarına yattı ve evini, malını almaları karşılığında onu serbest bıraktılar, O da Medine'ye doğru yola çıktı. Allah Tealâ da Medine'de Rasûlü'ne "İnsanlardan öyle kimse de vardır ki Allah'ın rızasını isteyerek nefsini satın alır..." âyetini indirdi. Medine-i Münevvere'ye yaklaşınca kendisini Ömer karşıladı ve: "Satışın kâr etti" dedi. O da Ömer'e: "Senin alış-verişin de zarar etmesin." Deyip Ömer'e bu sözüyle ne kastettiğini sordu da Hz. Ömer "Senin hakkında şöyle şöyle âyet nazil oldu." dedi.
İkrime'den gelen bir rivayette ise âyetin, muhacirlerden Suheyb ibn Sinan er-Rûmî ve Ebu Zerr el-Ğıfârî hakkında nazil olduğu belirtiliyor.[226] Ebu Zerr el-Gıfârî müslüman olduğu için ailesi tarafından yakalanıp hapsedilmişti. Ellerinden kurtulup kaçmış ve Medine-i Münevvere'ye kendisi gelmişti.[227]
İbn Abbâs'tan gelen bir rivayete göre de Abdullah ibn Ced'ân'ın kölesi Suheyb ibn Sinan er-Rûmî, Ammâr ibn Yâsir, Annesi Sümeyye ve Babası Yâsir, Ebu Bekr'in kölesi Bilâl, Ebu Zerr el-Ğıförî, Habbâb ibnu'1-Eret ve Huvaytıb'ın kölesi Abis hakkında nazil olmuştur. Nahl, 16/41 ve Nahl, 16/106 âyetleri de bunlar hakkında inmiştir. Bunlardan Suheyb Mekke'deki mal ve mülkünden vazgeçerek bunun mukabilinde serbest kalmış; Ebu Zerr ve Habbâb kaçmaya muvaffak olmuş ve böylece Medine-i Münevvere'ye gelebilmişlerdir.[228]
Bunlardan Suheyb müşriklerin elinden kurtulup Medine-i Münevvere'ye gelişini kendisi şöyle anlatıyor: Mekke'den Hz. Peygamber (sa)'e hicret etmek istediğimde onlara: "Ben bir ihtiyar adamım. Sizden olmam size bir fayda sağlamıyacağı gibi düşmanlarınızın yanında olmam da size bir zarar vermez. Ben İslâm için bir söz verdim, o sözden dönmeyi kerih görürüm, bırakın Medine'ye gideyim." dedim. Kureyş: Ey Suheyb, sen bize geldiğinde hiçbir şeyin yoktu. Mal olarak ne kazandınsa burada kazandın. Şimdi bunları alıp gitmene asla izin vermeyiz." dediler. Ben: "Peki, malımı sizlere verirsem, nefsimi malımla sizden satın alırsam beni gitmekte serbest bırakır mısınız?" dedim, "olur." dediler de malımı onlara verdim, beni hicret etmemde serbest bıraktılar. Mekke'den çıkıp Medine'ye geldim. Benim böyle yaptığım Hz. Peygamber (sa)'e ulaştırılınca: "Suheyb kâr etti, Suheyb kâr etti." buyurmuş.
Hadise Hammâd ibn Seleme kanalıyla Saîd ibnu'l-Museyyeb'den biraz daha farklı rivayet ediliyor: Suheyb Hz. Peygamber (sa)'e hicret etmek üzere Mekke'den çıktığında Kureyş'ten bir grup onu yakalayıp Mekke'ye geri götürmek üzere peşine düşmüştü. Suheyb takip edildiğini farkedince binitinden inip mevzilendi, sadağından bir ok çıkarıp yayına yerleştirdi ve bekledi. Kureyşliler bir ok atımı mesafeye gelince onlara seslendi: Ey Kureyş topluluğu, biliyorsunuz sizin en iyi ok atıcınız benim. Siz bana ulaşmadan sadağımdaki bütün okları üzerinize yağdırırım, sonra kılıcıma el atar ve elimde en küçük parçası kalıncaya kadar sizinle vuruşurum, ancak ondan sonra bana istediğinizi yapabilirsiniz. Ama bunun yerine isterseniz size Mekke'de bıraktığım malların yerlerini söyleyeyim, onları alın ve karşılığında yolumu açın, bırakın gideyim." dedi. Onlarda: "Olur." deyip bu teklifi kabul ettiler... ilh. [229]
Kevâşî tefsirinde bu âyetin Zubeyr ibnu'l-Avvâm ve arkadaşı Mikdad ibnu'l-Esved hakkında nazil olduğu zikrediliyor. Hz. Peygamber müşrikler tarafından öldürülerek çarmıha gerilen Hubeyb'in cesedinin Medine'ye getirilmesi sadedinde: "Kim Hubeyb'i çarmıha gerili olduğu ağaçtan indirirse ona cennet var." buyurmuş da Zubeyr: "Ben ve arkadaşım Mikdad bunu yaparız." demiş[230] Nitekim yukarda İbn Abbâs'tan gelen rivayet içinde de geçmişti.
Zayıf olmakla birlikte İmâmiyye tarafından âyetin Hz. Ali hakkında nazil olduğu da ileri sürülmüştür. Hz. Peygamber (sa), Medine'ye hicret etmek üzere Sevr mağarasına doğru yola çıkarken yatağına Hz. Ali'yi bırakması üzerine bu âyet nazil olmuş.[231]
Ayet, Taberî'nin de belirttiği gibi her ne kadar Hz. Peygamber (sa)'in ashabından belli kimselerin Hz. Peygamber (sa)'in yanına hicret etmek üzere mallarından feragat etmeleri üzerine nazil olmuşsa da Allah yolunda hicret ve cihad etmek üzere malından mülkünden vazgeçen herkes hakkında geneldir.[232]

208. Ey iman edenler hep birden sulh ve selâma girin, şeytanın adımları ardına düşmeyin. Çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır.
İkrime'den, onun da İbn Abbâs'tan rivayetine göre yahudilerden Sa'Iebe, Abdullah ibn Selâm, İbn Yâmîn, Ka'b'ın oğulları Esed ve Useyd, Şu'be ibn Amr, Kay s ibn Zeyd haklarında nazil olmuştur. Bunlar Hz. Peygamber (sa)'e gelip: "Ey Allah'ın elçisi, bizler yahudi iken sebt gününe ta'zimde bulunurduk, bizi bırak (bize müsaade et) sebt gününe ta'zimde devam edelim. Tevrat Allah'ın kitabıdır, bize müsaade buyurun geceleri Tevrat'la ihya edelim." dediler de Allah Tealâ "Ey iman edenler hep birden sulh ve selâma girin, şeytanın a-dımları ardına düşmeyin." âyetini indirdi.[233]

212. Küfredenlere dünya hayatı pek süslendi. İman edenlerden kimiyle eğleniyorlar. Halbuki takvaya erenler kıyamet gününde onların üstündedirler. Allah kimi dilerse ona hesapsız rızık verir.
İbn Abbâs'tan gelen bir rivayete göre âyet İbn Mes'ûd, Ammâr, Habbâb ibnu'1-Eret, Salim, Amir ve Ebu Ubeyde gibi müzminlerin fakirlerini alaya alan ve: "Muhammed gerçekten peygamber olsaydı bizden eşraf ve ileri gelenler ona tâbi olurdu." diyen ve Allah'ın kendilerine zenginlik verdiği Ebu Cehl ve benzeri Kureyş büyükleri hakkında nazil olmuştur.
Ayetin, fakir muhacirlerle alay eden Kurayza, Nadîr ve Kaynukâ' oğullan yahudilerinin büyükleri veya İbn Ubeyy ibn Selûl hakkında nazil olduğu söylenmiştir. Atâ da "Bütün bu zikredilenler ve aynı davranışı sergileyenler hakkında nazil olmuş olmasına bir engel yok." diyor.[234]

214. Yoksa siz, sizden önce geçenlerin başlarına gelenler sizin başınıza gelmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluk ve sıkıntılar gelip çattı ve sarsıldılar ki, peygamber, beraberindeki mü'minlerle birlikte "Allah 'in yardımı ne zaman? " diyordu. Gözünüzü açın, Hiç kuşkusuz A ilah 'in yardım ı çok yakındır.
Bu âyet-i kerime Hz. Peygamber ve ashabı ağır bir imtihan ve müşriklerin kuşatması altında oldukları ve (Ahzâb, 10 âyetinde belirtildiği üzere) "Kalblerin gırtlaklarına ulaşıp boğazlarında düğümlendiği" bir sırada, ahzâb (Hendek savaşı) günü nazil olmuştur.[235] Şeyhlerinden naklen Suddî böyle söylemiştir. Katide de böyle söylemiştir.
Mukatil’e göre ise Abdullah ibn Ubeyy ve diğer münafıklar: "Eğer Muhamed gerçekten peygamber olsaydı bu katil ve öldürülme başınıza gelmezdi. Ne zamana kadar bâtıl umutların peşinden koşmaya ve kendinizi öldürtmeye devam edeceksiniz?" demişlerdi. Müslümanlar onlara cevaben: "Ama bizim ölülerimiz cennetteler." deyince münafıklar bu kez de: "Amma bâtıl şeyler temenni ediyorsunuz." dediler de bunun üzerine bu âyet nazil oldu. Buna göre âyet-i kerime Uhud'da nazil olmuş olmalıdır.[236]

215. Onlar, neyi infak edecekleri (nafaka olarak vereceklerini sana sorarlar. De ki: Maldan vereceğiniz şey öncelikle ananın, babanın, akrabanın, yetimlerin, yoksulların, yolda kalmışlarındır. Her ne hayır işlerseniz hiç şüphesiz Allah ona Alîm 'dır,
İbn Cureyc'den nakledildiğine göre mü'minler, Rasûlullah (sa)'a mallarını nereye koyacaklarını (nereye harcıyacaklarını ve kimlere infakta bulunacaklarını) sordular da bu âyet-i kerime nazil oldu. Suddî'nin söylediğine göre bu âyet nazil olduğu gün zekât yoktu, bu âyet de zekâtı getirmedi ve bu âyet daha sonra, farz olan zekâtı emreden âyet île nesholundu.[237]
İbn Abbâs'tan rivayet ediliyor: Ansardan Amr ibnu'l-Camûh çok zengin bir ihtiyardı. "Ey Allah'ın elçisi, neyi tasadduk edelim ve kime infakta bulunalım?" diye sordu da bu âyet-i kerime nazil oldu. [238]
Atâ^nın İbn Abbâs'tan rivayetine göre bir adam Rasûlullâh (sa)'a gelmiş ve: "Ey Allah'ın elçisi, bir dinarım var (onu ne yapayım)?" diye sormuş, Efendimiz: "Kendine infakta bulun, kendine harca." Buyurmuş. Adam: "İki dinarım var." demiş, "İkisini de ailene harca." Buyurmuş. "Üç dinarım var." demiş, "Hizmetçine harca." Buyurmuş. "Dört dinarım var." demiş, "Ana-babana harca." Buyurmuş. "Beş dinarım var." demiş, "Akrabalarına harca, onlara infak et." Buyurmuş. "Altı dinarım var." deyince Efendimiz: "Onları Allah yolunda infak et, AİÎah yolunda harca." Buyurmuş.[239]

Yazar:  arsiv [ 01.01.09, 14:47 ]
Mesaj Başlığı:  002- BAKARA SÛRESİ (216-245. Âyetler -İndirilişi-)

002- BAKARA SÛRESİ (216-245. Âyetler -İndirilişi-)

217. Sana haram olan o ayı, ondaki savaşı sorarlar. De ki: Onda savaşmak büyüktür. Ama Allah yolundan men'etmek, onu inkâr etmek, Mescid-i Haram'a gitmelerine engel olmak, onun halkını oradan çıkarmak ise Allah katında en büyüktür. Fitne katilden daha beterdir. Kâfirler, güçleri yetse sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmalarında devam edeceklerdir...
Bu âyet-i kerimenin İbnu’l-Hadramî'nin Abdullah ibn Cahş[240] komutasındaki seriyye tarafından öldürülmesi ve onu öldüren hakkında nazil olduğunda müfessirler ittifak halindedirler.
Şimdi bu olayla ilgili rivayetlerden bir kaçını zikredelim:

İbn İshak'ın tahricinde Urve ibnu'z-Zubeyr anlatıyor: Hz. Peygamber (sa), birinci Bedr gazvesinden dönüşünde Receb ayında Halasının oğlu Abdullah ibn Cahş ibn Riâb'ı bir seriyye'nin başında gönderdi. Seriyyede hepsi de muhacirlerden olmak üzere sekiz kişi daha vardı. İçlerinde ansardan kimse yoktu. Efendimiz Abdullah ibn Cahş'a bir de mektup verdi ve: "İki gün yürümeden mektuba bakmamasını, iki gün yürüdükten sonra mektubu okumasını, onda yazılanları yerine getirmesini ve arkadaşlarından kimseyi bunları yapmaya zorlamamasını" emretti.
Abdullah ibn Cahş'in seriyyedeki arkadaşları:
1. Abdi şems oğullarından Ebu Huzeyfe ibn Utbe ibn Rabîa,
2. Esed ibn Huzeyme oğullarından Ukkâşe ibn Mihsan ibn Hursân,
3. Nevfe! ibn Abdimenâf oğullarından Utbe ibn Gazvân ibn Câbir,
4. Zuhre ibn Kilâb oğullarından Sa'd ibn Ebî Vakkâs,
5. Adiyy ibn Ka'b oğullarından Amir ibn Rabîa,
6. Vâkıd ibn Abdillâh ibn Abdi Menâf ibn Arın îbn Sa'lebe,
7. Sa'd ibn Leys oğullarından Hâlid ibnu'l-Bukeyr,
8. Hâris ibn Fihr oğullarından Süheyl ibn Beyzâ idiler.
Abdullah ibn Cahş iki gün yol aldıktan sonra mektubu açtı, okudu, şunlar yazılıydı: "Bu mektubumu okuyunca Mekke ile Taif arasındaki Nahle'ye kadar yürümeye devam et. Orada mekkelileri gözetle ve haberlerini öğren." Abdullah mektubu okuyup bitirince "sem'an ve tââten=işittim, itaat ettim, başüstüne" deyip arkadaşlarına: "Allah'ın Rasûlü Nahle'ye kadar gitmemi, oradan Kureyş'i gözetlememi, haberlerini Öğrenip kendisine götürmemi ve arkadaşlarımdan kimseyi bu işe zorlamamamı emretmiş. Şimdi sizden kim şehidlik mertebesine ulaşmak isterse benimle gelsin, kim de bundan hoşlanmazsa geri dönsün. Bana gelince; benT Rasûlullah'ın emrini yerine getirmeye gideceğim." Dedi, yürüdü, arkadaşlarından hiçbiri geri kalmadı, hep birden hicaz yoluna girdiler. Fıır'un üstünde (Buhran denilen) madene vardıklarında Sa'd ibn Ebî Vakkâs ve Utbe ibn Gazvân nöbetleşe bindikleri develerini kaybettiler ve onu aramak üzere geri kaldılar. Abdullah ibn Cahş ve kalan arkadaşları ilerliyerek Batn-ı Nahle'ye ulaştılar ve orada konakladılar. Kureyş'İn bir kervanı Batn-ı Nahle'ye uğradı. Şıra, deri ve Kureyş'İn ticaret mallarını taşıyordu. Kervanda Amr ibnu'l-Hadramî, Osman ibn Abdillâh ibnu'l-Muğîra ve kardeşi Nevfel ibn Abdillâh ibnu'l-Muğîra, Hişâm ibnu'l-Muğîra'nın kölesi el-Hakem ibnu'l-Keysân vardılar. Kervandakiler, yakınlarında konakladıkları müslüman seriyyedekileri görünce önce korktularsa da Ukkâşe ibn Muhsin başı tıraşlı halde onlara göründü. Onu görünce emin oldular "Bunlar umreciler, onlardan bize bir zarar gelmez." deyip rahatladılar. Beri tarafta Abdullah ve arkadaşları durumu istişare ettiler, Cumâde'l-âhire'nin de son günü idi. Dediler ki: "Eğer biz bunları bu gece bırakırsak Mekke'ye girecekler ve bu kervanın taşıdıklarıyla bize karşı daha bir güçlenecekler. Bırakmaz Öldürürseniz haram ayda onları öldürmüş olacaksınız." Tereddüt ettiler, saldırmaya çekindiler ama sonunda birbirlerini teşvik ederek güçlerinin yettiğini Öldürmeye ve mallarını almaya karar, verdiler. Vâkıd ibn Abdullah et-Temîmî bir ok atıp Amr ibnu'l-Hadramî'yi öldürdü, Osman ibn Abdullah ve el-Hakem ibn Keysân'ı esir aldı, Nevfel ibn Abdullah ise ellerinden kurtulup kaçtı, peşinden gittilerse de yakalıyamadılar.
Abdullah ibn Cahş ve arkadaşları kervanı ve iki esiri Medine'ye Hz. Peygamber (sa)'e getirdiler. Abdullah'ın ailesinden bazılarının söylediğine göre o sırada henüz, ganimetlerin beşte birinin Rasûlullah'a ait olduğu hükmü henüz gelmemişken Abdullah arkadaşlarına: "Aldığınız ganimetin beşte biri Allah'ın Rasûlünündür." Demiş, ganimetin beşte birini Hz. Peygamber (sa)'in payı olarak ayırdıktan sonda kalanı arkadaşları arasında paylaştırmış. Rasûlullah'ın huzuruna gelince Efendimiz: "Ben size haram ayda savaşmanızı emretmedim." Buyurmuş da kervan ve iki esir orada tutup, onlardan hiçbir şey almamış. Hz. Peygamber (sa)'in böyle yapması üzerine Abdullah ve arkadaşları: "Ey Allah'ın elçisi, Hadramî'yi öldürdüğümüz akşam Receb hilâline baktık Hadramî'yi Receb de yoksa Cumâdâ'da mı öldürüp bu ganimetleri aldık bilemedik." deyip elleri yanlarına düşmüş ve helak olduklarını sanmışlar. Müslümanlar da bu yaptıklarından dolayı onları kınamış ve "Emrolunmadığmız bir şey yaptınız, savaşmakla emrolunmadığmız halde halde haram ayda savaştınız." demişlerdi. Kureyşliler: "Muhammed haram ayı helâl saydı, haram ayda kan döktüler, ganimet ve esir aldılar." dediler. Mekke'de bulunan müslümanlar bunlara cevap verip: "Hayır Muhammed haram ayı helâl saymadı. Onlar yaptıklarını Cumâde'l-âhire'de yaptılar, aldıklarını bu ayda aldılar." dediler. Yahudiler de: Arapçadaki Amr, Hadramî ve Vâkıd kelimelerinin anlamları ile mütenâsib olarak fal açtılar; "Amr harbi imar etti, Hadramî savaş hazır oldu ve Vâkıd savaş ateşini ateşledi." demektir dediler. İnsanların sözleri çoğaldı da çoğaldı ve sonunda Allah Tealâ Rasûlü'ne "Sana haram olan o ayı, ondaki savaşı sorarlar. De ki: Onda savaşmak büyüktür. Ama Allah yolundan men'etmek, onu inkâr etmek, Mescid-i Haram'a gitmelerine engel olmak, onun halkını oradan çıkarmak ise Allah katında en büyüktür. Fitne katilden daha beterdir..." âyetini indirdi.[241]
Suddî'den gelen rivayette Abdullah ibn Cahş seriyyesinde olanlar: Ammâr ibn Yâsir, Ebu Huzeyfe ibn Utbe ibn Rabîa, Sa’d ibn Ebî Vakkâs, Utbe ibn Gazvân es-Sulemî, Süheyl ibn Beyzâ, Amir ibn Fuheyre ve Vâkıd ibn Abdullah el-Yerbûî olmak üzere yedi kişi olarak sayılmakta, aldıkları ganimetin İslâm'da ilk ganimet olduğu, Mekketiîerin iki esiri fidye vererek kurtardıkları arkasından da "Muhammed haram ayı helâl saydı arkadaşımızı öldürdü." dediklerini; müslümanlarınsa "Hayır biz haram ayı helâl saymadık biz onu Cumâde'l-âhire'de öldürdük (veya Cumâde'l-âhirenin son gecesi ve Receb'in ilk gecesi de denilmiş)" dedikleri ve müslümanların. Receb ayı girince kılıçlarını kınına koydukları kaydedilmektedir.[242]
İbn İshak'tan gelen rivayetlerden birinde de Hz. Peygamber (sa)'in, Kureyş'in, iki esiri fidye vererek kurtarma taleplerine o sırada Sa'd ibn Ebî Vakkâs ve Utbe ibn Gazvân henüz dönmedikleri için hemen olumlu cevap vermediği "Ne malûm İki arkadaşımızı sizin öldürmediğiniz. Eğer onları öldürmüş-seniz onlara karşılık biz de bu ikisini öldürürüz." Buyurduğu, daha sonra bu iki sahabî'nin dönmesi üzerine fidye ile iki esiri bıraktığı fazlalığı vardır.[243] Fidye karşılığı serbest bırakılan el-Hakem ibn Keysân müslüman olup Medine-i Münevvere'de kalmış ve daha sonra Bi'ru Maûne'de şehid olmuş, Osman ibn Abdullah ise Mekke'ye dönmüş ve orada kâfir olarak ölmüş. Abdullah ibn Cahş ve arkadaşlarının elinden kaçıp kurtulan Nevfel'e gelince; Hendek gazvesinde atıyla hendeği atlamaya hamle edince hendeğe düşmüş atı ve kendisi ölmüş, müşrikler cesedini para karşılığı almak istemişler.
Efendimiz: "Alın, cîfesi de pis, diyeti de." buyurmuşlar.[244]

218. Hiç kuşkusuz, iman edenler, bir de Allah yolunda hicret edip de savaşanlar; işte onlar Allah 'in rahmetini umarlar ve Allah Gafur*dur, Rahîm'dir.
Cundeb ibn Abdullah'tan rivayet ediliyor: Abdullah ibn Cahş ve arkadaşlarının Jbnu'l-Hadramî'yi öldürmeleri ile gelişen olaylar üzerine bazı müslümanlar: "Bu seferlerinden bir ecir kazan mad il arsa da bir günaha da girmediler." Demişti. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu (Taberî, Câmiu'i-Beyân, n,207). İbn İshak ise Abdullah ibn Cahş ve arkadaşlarının, Amr ibnu'l-Hadramî'yi öldürüp ganimet almaları hususunda suçsuz olduklarına dair âyet inmesi üzerine bu sefer umuda kapılıp "Ey Allah'ın Rasûlü, bunun, bizim için bize Allah yolunda cihad edenlerin ecrinin verileceği bir gazve olmasını umabilir miyiz?" demişler de onların bu umutlarını tasdik etmek üzere bu âyet nazil olmuş.[245]

219. Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki: Onlarda hem büyük günah, hem de insanlara faydalar var. Günahları, faydalarından daha büyüktür. Sanayine neyi infak edeceklerini sorarlar. De ki: Fazlasını (ihtiyacınızdan fazla olanı) verin. Allah size böylece âyetlerini açıklar ki (dünya ve âhir et işinde de iyice düşünürsünüz.
Vahidî der ki: Hz. Ömer ibnu'l-Hattâb, Muâz ibn Cebel ve bir grup ansar hakkında nazil oldu. Rasûlullâh (sa)'a geldiler ve: "Ey Allah'ın Rasûlü (sa), bize içki ve kumar hakkında bir fetva ver; birisi aklı gideriyor, diğeri malı zayi ediyor." demişlerdi. İşte bunun üzerine "Sana içki ve kumarı sorarlar..." âyeti nazil oldu.[246]
Ebu Davud et-Tayâlisî'nin kendi senediyle Abdullah ibn Ömer'den rivayetinde o şöyle anlatıyor: İçki hakkında Allah Tealâ üç âyet indirdi. Bunların ilki olan "Sana içkiyi ve kuman sorarlar. De ki: Onlarda hem büyük günah, hemde insanlara faydalar var. Günahları, faydalarından daha büyüktür." Âyeti inince bazıları: "İçki haram kılındı." dediler. Efendimiz (sa)'e: "Ey Allah'ın Rasûlü, bırak ondan faydalanalım." denildi de o sustu, cevap vermedi. Bir süre sonra "Sizler sarhoşlar iken namaza yaklaşmayın." (Nisa, 4/43) âyeti nazil olunca bazıları yine "İçki haram kılındı." dediler. Bazıları da: "Ey Allah'ın elçisi, namaz yaklaşınca içmeyiveririz." dediler, Efendimiz yine sustu, cevap vermedi. Nihayet "Ey iman edenler, İçki, kumar, fal okları şeytanın işinden bir pisliktir." (Maide, 5/90) âyeti gelince Allah'ın Rasûlü (sa): "İçki haram kılındı." Buyurdu. O sırada tüccar'dan birinin Şam'dan bir içki kervanı gelmişti. Efendimiz yanında Ebu Bekr, Ömer -râvi der ki: öyle sanıyorum Hz. Osman da yanında idi.-olduğu halde o tüccara geldiler ve: Çekil yolumuzdan, içki kaplarını yaracağız." Buyurdular. Adam: "Ey Allah'ın Rasûlü, satmıyalım mı?" diye sorunca Efendimiz: "Allah bu içkiye, onun ağacını (meyvesinden içki yapmak üzere) dikene, içene, şırasını sıkana, alım satımında vekil olanına, idare edenine, sâkîsine (içki sunan hizmetçi veya garsona), satıp parasını yiyene ve satanına lanet etmiştir." Buyurdu.[247]
İbn İshak'm İbn Abbâs'tan rivayetle tahricine göre Sahabeden bir grup Allah yolunda infakta bulunma emri üzerine Hz. Peygamber (sa)'e gelerek: "Ey Allah'ın elçisi, bu bize emrolunan mallarımızdan Allah yolunda infak da ne demek? Mallarımızdan neyi infak edeceğiz?" diye sordular da "Sana yine neyi infak edeceklerini sorarlar. De ki: Fazlasını (ihtiyacınızdan fazla olanı) verin..." âyeti nazil oldu.
İbn Ebî Hatim'in tahric ettiği bir haberde de Muâz ibn Cebel ile Sa'lebe'nin Hz. Peygamber (sa)'e gelerek "Ey Allah'ın elçisi bizim (kalabalık) bir ailemiz ve kölelerimiz var. Biz malımızdan neyi infak edelim?" diye sordular da bunun üzerine "Sana yine neyi infak edeceklerini sorarlar. De ki: Fazlasını (ihtiyacınızdan fazla olanı) verin." âyeti nazil oldu.[248]
Bakara 215 âyeti gibi bu âyetin de yine Amr ibmrl-Camûh hakkında nazil olduğu da söylenmiştir. Sanki önce nereye infak edeceğini, sonra da infakın keyfıyyetini yani nasıl infakta bulunacağını sormuş da bu iki sorunun cevabı olarak iki âyet-i kerime nazil olmuş gibidir.[249]

220. Olur ki dünya hususunda da âhiret işinde de iyice düşünürsünüz. Bir de sana yetimleri sorarlar. De ki: "Onları yarar ve iyi bir hale getirmek hayırlıdır. Şayet kendileriyle birlikte yaşarsanız onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah onların yararına çalışanlarla fesat yapanları bilir. Eğer Allah dileseydi sizi muhakkak sıkıntıya sokardı. Hiç kuşkusuz Allah Azız 'dir, Hakim 'dir.
İbn Abbâs'tan rivayet ediliyor: "Yetimin malına, erginlik çağına erinceye kadar o en güzel olanından başka bir şekilde yaklaşmayın..." (En'âm, 6/152; İsrâ, 17/34) ve "Yetimlerin mallarını haksız yollarla (zulmen) yiyenler yok mu?..." (Nisa, 4/10) âyetleri nazil olunca yetimlerin velîleri, onların yiyecek ve içeceklerini kendi yiyecek ve içeceklerinden ayırdılar. Bazan olurdu ki yetimin yiyeceği artardı. Bu durumda onu kendi yiyeceklerine katmaz; yetim yiyinceye veya bızuluncaya kadar ayrı bir yerde muhafaza ederlerdi. Ancak bu durum onlara zor gelmeye başladı ve gidip Hz. Peygamber (sa)'e anlattılar da Allah Tealâ "Bir de sana yetimleri sorarlar. De ki: "Onları yarar ve iyi bir hale getirmek hayırlıdır Şayet kendileriyle birlikte yaşarsanız onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah onların yararına çalışanlarla fesat yapanları bilir. Eğer Allah dileseydi sizi muhakkak sıkıntıya sokardı..." âyetini indirdi.[250]
Yine İbn Abbâs'tan rivayet ediliyor: "Hiç kuşkusuz yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler karınlarına ancak bir ateş yemiş olurlar. Onlar Saîr'e (çılgın alevli cehenneme) gireceklerdir." (Nisa, 4/10) âyeti nazil olunca yanında yetim olanlar evlerine gidip yetimlerin yemeğini kendi yemeğinden, yetimin içeceğini kendi içeceğinden ayırdı. Yetimin yemeğinden bir şey artarsa onu yemeyip yetimin yemesi için bir yerde sakladılar. Bazan oldu ki yetim yemedi de o yemekler bozulup atıldı. Bu, ashaba ağır gelmeye başladı da gidip Haz. Peygamber (sa)'e durumu söylediler ve Allah Tealâ "Bir de sana yetimleri sorarlar. De kî: "Onları yarar ve iyi bir hale getirmek hayırlıdır.Şayet kendileriyle birlikte yaşarsanız onlar sizin kardeşlerinizdir." âyetini indirdi ve onlar yetimin yemeğini yemekleriyle içeceğini içecekleriyle karıştırdılar.
Suddî'den gelen bir rivayete göre de araplar yetim konusunda çok titiz davranır, onunla birlikte bir kaptan yemek yemez, onun bir devesine binmez, onun bir hizmetçisini kullanmazlarmış. Hz. Peygamber (sa)'e gelmişler ve bu durumu sormuşlar da Allah Tealâ "Bir de sana yetimleri sorarlar. De ki: "Onları yarar ve iyi bir hale getirmek hayırlıdır. Şayet kendileriyle birlikte yaşarsanız onlar sizin kardeşlerinizdir." âyetini indirmiş.
Dahhâk'ten gelen rivayette Hz. Peygamber (sa)'e yetimle ilgili soru sormaya gelmelerinin sebebi biraz daha açıktır: "İslâm geldikten sonra bir ara iktisadî yönden bazı yetim velilerinin durumu bozuldu da yetimin malına muhtaç oldular ve bunun üzerine Hz. Peygamber (sa)'e yetimin durumu ve onun malının kendi mallarına karıştırılmasının hükmünü sordular. Bunun üzerine Allah Tealâ "Bir de sana yetimleri sorarlar. De ki: "Onları yarar ve iyi bir hale getirmek hayırlıdır.Şayet kendileriyle birlikte yaşarsanız onlar sizin kardeşlerinizdir." âyetini indirdi.[251]
Hz. Peygamber (sa)'e yetimlerin bu durumunu kimin sorduğu konusunda da iki rivayet var: MukâtİPin söylediğine göre soran sahabî Sabit ibn Rifâa; Ebu Süleyman ed-Dimaşkl'nin söylediğine göre de Abdullah ibn Revâha'dır.[252]

221. Allah 'a şirk koşan kadınlarla onlar imana gelinceye kadar evlenmeyin. Mü 'min bir cariye, müşrik (ve hür) bir kadından, o müşrik kadın hoşunuza gitse de, elbette daha hayırlıdır. Müşrik erkeklere de onlar iman edinceye kadar mü 'min kadınları nikahlamayın. Mü 'min bir köle, (hür) bir müşrikten, o sizin hoşunuza gitse bile, daha hayırlıdır. Onlar sizi cehenneme çağırırlar...
İbn Abbâs'tan rivayet ediliyor: Mekke-i Mükerremede'deki bazı müslüman esirleri kurtarıp Medine-i Münevvere'ye getirmesi için Hz. Peygamber (sa) Mersed ibn Ebî Mersed Kennâz el-Ganevî'yi Mekke'ye göndermişti. Mersed'in Mekke'ye geldiğini Anâk adında câhil iye devrinde onun dostu olan bir kadın da işitmiş. Mersed müslüman olunca Anâk'ı bırakmış imiş. Anâk bu sefer Mersed'e gelerek onunla tekrar beraber olmak istemiş. Mersed: "İslâm benimle senin aranda bir engeldir. Ama eğer istiyorsan seninle evlenirim; Medine'ye varınca Allah'ın Rasûlü'ne sorar, seninle evlenmek için ondan izin isterim.'* demiş. Kadın: "Ne o yoksa benden usandın mı?" diyerek yüksek sesle bağırıp çağırarak Mersed'e karşı (Güya ona tecavüz etmek istemiş gibi göstererek) imdat İstemiş de Mersed çevreden yetişenlerden güzel bir dayak yemiş. Mekke'deki işini bitirip dönünce de Hz. Peygamber (sa)'e gelerek Anâk'tan çok hoşlandığını ve onunla evlenip evlenemiyeceğini sormuş. Bunun üzerine "Allah'a şirk koşan kadınlarla onlar imana gelinceye kadar evlenmeyin." Âyeti nazil olmuş.[253]
İbn Abbâs'tan gelen bu rivayet Ebu Davud, Neseî ve Tirmizî'de başka bir âyetin (Nûr, 24/3) nüzul sebebi olarak verilmiştir ki yerinde zikredilecektir. O rivayete göre Mersed*in Anâk ile evliliğine engel onun müşrik olması değil ****** olmasıdır.
Suddî'den rivayet ediliyor: Bu âyet-i kerime Abdullah ibn Revâha hakkında nazil olmuştur. Şöyle ki: Onun zenci bir cariyesi vardı. Bir gün ona öfkelenip bir tokat attı, sonra da onu dövdüğüne pişman olup Hz. Peygamber (sa)'e geldi ve olanları anlattı. Hz. Peygamber (sa): "Ey Abdullah o nedir (müslüman mı değil mi)?" diye sordu. Abdullah: "Ey Allah'ın elçisi, o oruç tutuyor, namaz kılıyor, güzel abdest alıyor, Allah'ın yegâne ilâh, senin Allah'ın elçisi olduğuna şehadet ediyor." dedi. Efendimiz: "O halde o iman etmiş bir câriyedir." dedi. Abdullah: "Seni hak ile gönderene yem İn ederim ki şimdi gideceğim, onu azat edeceğim ve onunla mutlaka evleneceğim." dedi ve ve dediğini de yaptı. Ancak bazı müslümanlar onu, bir cariye ile (azatlı bile olsa) evlenmesinden dolayı onu kınadılar, sağda solda bu husustaki konuşmalar da çoğaldı da Allah Tealâ "Mü'min bir cariye, müşrik (ve hür) bir kadından, o müşrik kadın hoşunuza gitse de, elbette daha hayırlıdır. Müşrik erkeklere de onlar iman edinceye kadar mü'min kadınları nikahlamayın. Mü'min bir köle, (hür) bir müşrikten, o sizin hoşunuza gitse bile, daha hayırlıdır." âyetini indirdi.[254]
Bu âyetin Abdullah ibn Revâha'nınkine benzer şekilde, Hansa adlı zenci cariyesini azat ederek onunla evlenen Huzeyfe ibnu'l-Yemân hakkında nazil olduğu da söylenmiştir. Huzeyfe: "Ey Hansa, kısa boylu, siyah bir câriye olmana rağmen Mele-i a'lâ'da adın geçiyor. Allah Tealâ senin zikrini kitabında inzal buyurdu." deyip onu azat etmiş ve onunla evlenmiş.[255]
Bazı müfessirler de Mersed hadisesi ile Abdullah ibn Revana hadisesinin arasını bulmak üzere âyetin "Allah'a şirk koşan kadınlarla onlar imana gelinceye kadar evlenmeyin." kısmının Mersed'in Anâk'la evlenme isteği üzerine; " Mü'min bir cariye, müşrik (ve hür) bir kadından, o müşrik kadın hoşunuza gitse de, elbette daha hayırlıdır." kısmının da Abdullah ibn Revâha'nın, câriyesiyle evlenmesi üzerine nazil olduğunu söyleyerek iki hâdisenin arasını cem'etmişlerdir.[256]

222. Sana kadınların hayız halini sorarlar. De ki: O bir ezadır. Onun için hayız halinde kadınlardan ayrılın, iyice temizleninceye kadar da kendilerine yaklaşmayın. İyice temizlendiler mi o zaman Allah 'in size emrettiği yerden onlara gidin.Hiç kuşkusuz Allah o çok tevbe eden ve çok temizlenenleri sever.
Ebu Davud et-Tayâlisî'nin kendi isnadıyla Enes ibn Mâlik'ten rivayetinde o şöyle anlatıyor: Yahudiler, kadınları hayız olunca onlarla birlikte yemez, içmez, onlarla birlikte oturup kalkmazlar, evlerde onlarla bir arada bulunmazlardı. Allah Tealâ: "Sana kadınların hayız halini sorarlar. De ki: O bir ezadır. Onun için hayız halinde kadınlardan ayrılın, iyice temizleninceye kadar da kendilerine yaklaşmayın. İyice temizlendiler mi o zaman Allah'ın size emrettiği yerden onlara gidin." âyetini indirdi de Allah'ın Rasûlü (sa) hayız halindeki kadınlarla yeyip içmelerini, evlerde bir arada bulunmalarını, cinsel ilişki dışında onlarla yapılabilecek herşeyi yapmalarını emretti. Yahudiler: "Bu adam, bize muhalefet etmedik hiç bir şey bırakmıyacak." dediler de sahabeden Üseyd ibn Hudayr ve Abbâd ibn Bişr, Efendimiz (sa)'e gelerek: Ey Allah'ın elçisi, (sırf yahudilere muhalefet olsun diye) hayız halindeyken kadınlarla cinsel ilişkide de bulunalım mı?" diye sordular. Efendimiz (sa)'in yüzü kıpkırmızı oldu. Biz zannettik ki o ikisine de çok kızdılar. İki sahabî Efendimiz'in huzurundan çıktılar. O sırada Hz. Peygamber'e hediye olarak bir miktar süt geldi de Efendimiz bu sütü o iki sahabiye gönderdi. Böyle Hz. Peygamber (sa)'in o iki sahabiye kızmadığını anladık. [257]
Mucâhid'den gelen rivayet biraz daha farklı, şöyle ki: Araplar, kadınlar hay izli olduğu zamanlarda onlarla mutad yoldan cinsel ilişkide bulunmaz, arka yoldan cinsel ilişkide bulunurla jdı. Hz. Peygamber (sa)'e bunu sordular da Allah Tealâ "Sana kadınların hayız halini sorarlar. De ki: O bir ezadır. Onun için hayız halinde kadınlardan ayrılın, iyice temizleninceye kadar da kendilerine yaklaşmayın. İyice temizlendiler mi o zaman Allah'ın size emrettiği yerden onlara gidin." âyetini indirdi. Hz. Peygamber (sa)'e gelip bu soruyu soranın Sabit İbnu'd-Dahdâh olduğu söylenir.[258]

223. Kadınlarınız sizin için tarladır. Tarlanıza dilediğiniz şekilde varın. Kendiniz için önden (iyi ameller) gönderin. Bir de Allah*tan takva üzere olun ve bilin ki siz, O 'na kavuşacaksınız. îman edenleri müjdele.
Abdullah İbn Ali'den rivayet ediliyor: Hz. Peygamber (sa)'in ashabından bir grup bir yerde oturmuşlar kendi aralarında konuşuyorlar, yakınlarında da bir yahudi var (onların konuştuklarına kulak kabartıyor). Birisi: Ben karımla o u-zanmış yatarken yatacağım (cinsel ilişkide bulunacağım)." , başka birisi: "Ben karıma o ayakta iken varacağım.", bir diğeri: "Ben karıma o diz çökmüş haldeyken yan tarafından varacağım." dedi de yahudi dayanamayıp: "Sizler de insan mısınız, hayvanlar gibisiniz. Ama biz yahudiler, kadına sadece bir hey'et üzere, bir surette varır ve onunla bir şekilde cinsel temasta bulunuruz." dedi ve bunun üzerine Allah Tealâ "Kadınlarınız sizin için tarladır. Tarlanıza dilediğiniz şekilde varın..." âyetini indirdi.[259]
Mucâhid'den gelen rivayette bu âyetin, arapların câhiliye devrinde, kadınlarıyla cinsel ilişkide bulunmalarındaki bazı âdetleriyle ilgili olarak indiğine işaret edilir ki bu rivayette Mucâhid şöyle anlatıyor. Mushaf ı İbn Abbâs'a Fatiha's ından hatimesine kadar üç kere arzettim. Her âyette onu durduruyor ve soruyordum. Nihayet bu âyete "Kadınlarınız sizin tarlanızdir..." âyetine geldim de İbn Abbâs dedi ki: Kureyş'ten bir aile Mekke'de iken kadınlarını tamamen soyar ve önden, arkadan kadına vararak onlardan lezzetlerini alırlardı. Medine'ye gelip de ansar kadınları ile evlenince onlara da aynısını yapmak istediler de ansar kadınlarından direnişle karşılaştılar: "Biz, bizimle böyle ilişkide bulunulduğunu hiç görmedik." Bu konuda konuşmalar yayıldı da Allah Tealâ "Kadınlarınız sizin için tarladır. Tarlanıza dilediğiniz şekilde varın..." âyetini indirdi de Kureyş'ten o kabilenin yaptığının yanlış olmadığı ifade edilmiş oldu.[260] Yalnız buradaki önden ve arkadan yaklaşma"yı bir Önceki âyette verilen "İyice temizlendiler mi o zaman Allah'ın size emrettiği yerden onlara varın." Ölçüsüyle birlikte mütalâa etmek gerekir ki "Allah'ın emrettiği yer; kazayı şehvet yeri değil kaza-yı şehvetle birlikte çocuk ve neslin devamı île ilgili olan yerdir" ki kadının fercidir. İlişkinin fercden olması şartıyla kadının şu veya bu pozisyonda olmasının önemli olmadığı bildirilmiş; câhiliye devrinin o çirkin ve insanın temiz yaratılışına uymayan arka yoldan cinsel ilişki şekli tamamen yasaklanmıştır.
Bu rivayet Ebu Davud'da biraz farklı tahric edilmiştir. Şöyle ki: Abdulaziz ibn Yahya kanalıyla İbn Abbâs'tan rivayete göre o şöyle demiştir: Ansar'dan (İslâm gelmezden önce) puta tapmakta olan şu kabile, ehl-i kitabdan şu yahudi kabilesiyle bir arada yaşıyorlardı. Ansardan olan kabile yahudileri ilimde kendilerinden daha üstün görüyor ve birçok işlerinde onlara uyuyorlardı. Ehl-i kitab, kadınlarla temasta bulunmada sadece bir şekilde onlarla temasta bulunuyordu ki o şekil de kadınlar için en örtülü olan şekildi. İşte Ansar'dan olan o kabile bu kadınlara yaklaşma ve temas şeklini yahudilerden almış, uygulamaktaydı. Kureyş'ten şu kabile de kadınlarla temasta onları tamamen, hattâ çirkin bir şekilde soyar, önden, arkadan, uzanmış halde kadınlarla temasta bulunur, bundan lezzet alırlardı. Muhacirler Medine'ye gelip içlerinden birisi Ansar'dan bir kadınla evlenip daha önceki âdetleri üzere hanımıyla temasta bulunmaya kalkışınca hanımı itirazla: "Bize sadece bir şekilde yaklaşılır ve münasebette bulunulur. Ya öyle yap, ya da benden uzaklaş." dedi, iş büyüdü ve nihayet Hz. Peygamber (sa)'e ulaştı da Allah Tealâ: "Kadınlarınız sizin için tarladır. Tarlanıza dilediğiniz şekilde varin..." âyetini indirdi [261]
Humeydî'nin... Câbir ibn Abdullah'tan rivayetinde o şöyle anlatıyor: Yahudiler: "Bir kimse karısıyla ön yoldan (fercinden) olmak şartıyla arkasından cinsel temasta bulunursa çocuk şaşı doğar." diyorlardı.. Bunun üzerine Allah Tealâ: "Kadınlarınız sizin için tarladır. Tarlanıza dilediğiniz şekilde varın..." âyetini indirdi.[262]
İbn Ömer (Şiilerin de te'viline delil olmak üzere) bu âyetin "Kadınlarla arkalarından cinsel temasta bulunma ruhsatı" olarak nazil olduğunu söylemişse de[263] burada itimad edilen Cabir rivayeti olduğu âlimlerin cumhuru tarafından ifade edilmiştir.
Bir de İmam Ahmed ve Tirmizî'nin İbn Abbâs'tan rivayetle tahric ettiklerine göre bir gün Hz. Ömer Hz. Peygamber (sa)'e gelerek: "Ey Allah'ın elçisi, helak oldum." demiş. Efendimizin: "Seni helak eden nedir?" sorusu üzerine o: "Bugün binitimi tersinden yükledim." kinayesiyle hanımıyla mutad olmıyan yoldan temasta bulunduğunu söylemiş. Hz. Peygamber (sa) hiç bir şey söylememişler de sonunda Allah Tealâ, "İster önden, ister arkadan yaklaş ama mutad olmıyan yoldan ve hayızlı haldeyken temastan sakın." anlamında olmak üzere "Kadınlarınız sizin için tarladır. Tarlanıza dilediğiniz şekilde varın..." âyetini indirmiş.[264]

224. Allah'ı, yeminlerinizden dolayı iyilik etmenize, sakınmanıza, insanların arasını bulmaya engel yapmayın. Allah Semi’dir, Alim'dir.
Keîbî'den rivayete göre Abdullah ibn Re vaha hakkında nazil olmuştur. Hadise şöyledir: Abdullah ibn Revâha'nın damadı Beşîr İbnu'n-Nu'mân karısını boşamış, sonra da iddeti içinde müracaatla tekrar almak istemişti. Bunun üzerine Abdullah ibn Revaha "Beşîr ibnu'n-Nu'mân'm evine asla gitmeyeceğine, onunla konuşmıyacağına, karısıyla arasını düzeltmeye çalışmıyacağına" yemin etmişti. İşte âyet bunun üzerine nazil oldu.[265]
İbn Cureyc'den nakledildiğine göre ise bu âyet-i kerime, Hz. Aişe'nin başına gelen İfk olayında dedikodulara katılması sebebiyle aynı zamanda akrabası da olan Mistah'a bir daha iyilik yapmıyacağına yemin etmesi üzerine Hz. Ebu Bekr hakkında nazil olmuştur.[266]
Tabiîdir ki burada Abdullah ibn Revana ve Hz. Ebu Bekr birer örnektirler. Onların konumunda olan, aynı şartlarda benzer davranış sergileyen mü'minler bu âyetin hükmüne dahil olacaklardır.
Mukâtil ibn Süleyman'dan gelen bir rivayette de "Müslüman oluncaya kadar oğlum Abdurrahman'a sıla-i rahimde bulunmıyacağım, ona hiçbir iyilikte bulunmıyacağım." diye yemin ettiği zaman Hz. Ebu Bekr hakkında nazil olmuştur.[267]

225. Allah sizi yeminlerinizdeki lağv 'dan dolayı muâhaze etmez. Fakat sizi kalblerinizin azmettiği yeminler yüzünden muâhaze eder. Allah Gafur'dur, Halım 'dir.
Buhârî'nin Hz. Aişe'den rivayetine göre bu âyet-i kerime konuşma sırasında "Allah'a yemin olsun hayır, Allah'a yemin olsun evet.." diyen yani yemin kastı olmaksızın ağzından yemin lafzı çıkanlar hakkında nazil olmuştur.[268]

226. Kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenler için dört ay beklemek vardır. Eğer erkekler dönerlerse şüphe yok ki Allah Ğafûr'dur, Rahim 'dir
İbn Abbâs'tan: Câhiliye devrinde îlâ bir sene, iki sene, hattâ daha çok süreli olurdu. Bir erkek, karısından bir şey ister de o vermezse veya gecikirse de kocası ona kızarsa "Sana bir sene yaklaşmıyacağım." veya "Sana iki sene yaklaşmıyacağim." diye yemin ederdi. Allah Tealâ îlâ'nm süresini dört ay olarak bildirdi. Her kimin ki îlâ'sı dört aydan daha kısadır, onun yaptığı îlâ olmaz. Saîd ibnu'l-Museyyeb der ki: îlâ, câhiliye halkının kadınlara zarar verme yollarından birisiydi. Bir erkek karısını istemez, ama bir başka erkekle evlenmesinden de hoşlanmazsa onu kendisine ebediyyen yaklaştırmıyacağına yemin eder ve o şekilde terkederdi. Kadın ne dul olurdu ne de kocalı. Allah Tealâ îlâ'nin süresini dört ay olarak bildirdi ve bunun için "Kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenler için dört ay beklemek vardır. Eğer erkekler dönerlerse şüphe yok ki Allah Ğafûr'dur, Rahîm'dİr." Âyetini indirdi.[269]

228. Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç hayız ve temizlenme süresi iddet beklerler. Eğer onlar Allah 'a ve âhiret gününe inanıyorlarsa Allah 'in, kendi rahimlerinde yarattığım gizlemeleri onlara helâl olmaz. Kocaları bu (iddet) bekleme süresi içinde barışmak isterlerse onları geri almaya herkesten çok lâyıktırlar...
İbn Ebî Hatim'in Ansar'dan Esma bint Yezîd ibn es-Seken'den rivayetle tahricinde Esma demiştir ki: Ben, Allah'ın Rasûlü (sa) zamanında boşandım. O zamanlar boşanan kadınlar için iddet beklemek yoktu. Allah Tealâ "Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç hayız ve temizlenme süresi iddet beklerler..." âyetini indirerek boşanan kadınların beklemeleri gereken iddeti beyan buyurdu. Ravİ der ki: İlk iddet bekleyen de İşte bu Esma bint Yezîd'dir.[270]
Sa'lebî ve en-Nâsih ve'1-Mensûh'ta Hibetullah ibn Selâme'nin Kelbî ve Mukâtil'den rivayetlerine göre İsmail ibn Abdullah, karısı Katîle'yi hâmile olduğunu bilmeden boşamış. Ancak hâmile olduğunu öğrenince tekrar müracaatla almış. Çocuğu doğururken de hem çocuk, hem annesi ölmüşler ve bunun üzerine "Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç hayız ve temizlenme süresi iddet beklerler..." âyeti nazil olmuş.[271]
İbn Abbâs'tan rivayet ediliyor: Bir kadın kocası tarafından boşandığında eğer kocasını istiyor, yani boşanmak istemiyorsa kocası ona müracaat etsin diye hâmile olmadığı halde "Ben hamileyim." der; eğer kocasını istemiyor, yani iddeti içinde kocası ona müracaat edemesin diye hâmile idiyse bile "hâmile değilim." derdi. İslâm gelince yine bu âdet üzere devam etmek istediler de Allah Tealâ önce: "Ey o Peygamber, kadınları boşadığınızda onları iddetlerine doğru (hayız halde değil de temiz iken) boşayın ve iddeti sayın..." âyetini (Talâk, 65/1), sonra da "Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç hayız ve temizlenme süresi iddet beklerler..," âyetini indirdi.[272]

229. Boşama iki defadır. Ondan sonrası ya iyilikle tutmak, ya da güzellikle serbest bırakmaktır. Onlara verdiğiniz bir şeyi (mehri) geri almanız size helâl olmaz. Meğer ki erkekle kadın Allah'ın sınırlarım ayakta tutamıyacaklarmdan korkmuş olsunlar. Eğer bu şekilde siz de onların, Allah'ın koyduğu sınırları hakkıyla yerine getiremeyeceklerinden korkar sanız o halde kadının fidye vermesinde (mehrinden vazgeçmesinde) ikisi üzerinde de bir vebal yoktur. Bunlar Allah'ın sınırlarıdır. Onları geçmeyin. Kim de Allah'ın sınırlarını aşarsa işte onlar zâlimlerin tâ kendileridir.
Hişâm ibn Urve'nin babasından rivayetinde o şöyle anlatmış: Kİşi karısını dilediği kadar boşar, iddetinin bitimine yakın onu tekrar almak ister ve müracaatta bulunursa bin kere boşamiş olsa da kadın yine onun karısı olurdu. Kadını boşama ve ona müracaatla tekrar alma konusunda herhangi bir sınır yoktu. Ansardan birisi karısına kızıp "Seni ne kendime tam hanım olarak tutacağım, ne de benden tamamen boş olup bir başkasıyla evlenmene imkân vereceğim." Dedi. Kadın: "Bunu nasıl yapacaksın?" diye sordu. O: "Seni boşayacağım, tam iddetin biterken müracaat edeceğim, hemen peşinden tekrar boşıyacağım; böyle devam edip gideceğim." Dedi. Bunun üzerine kadın Hz. Peygamber (sa)'e gelerek şikâyette bulundu da Allah Tealâ "Boşama iki defadır. Ondan sonrası ya iyilikle tutmak, ya da güzellikle serbest bırakmaktır." Âyetini indirip erkeğin ric'î talâkla kadını boşama hakkını iki talâk ile sınırlandırdı.[273]
Bu hadis Tirmizî'de şöyledir: Kuteybe kanalıyla Aişe'den rivayet ediliyor ki o şöyle anlatıyor: İnsanlar arasındaki uygulama şöyle idi: Erkek karısını dilediği kadar boşar; yüz kere veya daha fazla boşamış olsa da iddeti içindeyken müracaat etti mi yine onun karısı sayılırdı. Bir adam karısına: Allah'a yemin olsun benden bâin olacak şekilde seni boşamıyacağım, ebediyyen seni kendime de almıyacağım." dedi. Karısı: "Bu nasıl olacak?" diye sorunca da: "Seni boşıyacağım, iddetin biterken de tekrar sana müracaat edeceğim." Dedi. Kadın Hz. Aişe'ye gelip durumunu anlattı da Hz. Aişe sustu, cevap vermedi tâ Hz. Peygamber gelinceye kadar. Efendimiz gelir gelmez de ona bu kadının durumunu sordu. Hz. Peygamber (sa) de sustu, cevap vermedi tâ ki Kur'ân, "Boşama iki defadır. Ondan sonrası ya iyilikle tutmak, ya da güzellikle serbest bırakmaktır.." âyeti nazil oluncaya kadar cevap vermedi.[274]
Ebu Davud'da bu âyetin nüzul sebebi ile ilgili olarak tahric olunan bir ha-dis-i şerifte de bu âyetin, aynı sûrenin 228. âyetini neshettiği, daha önceleri üç talâkla boşamış dahi olsa boşanan kadının iddeti içinde olması şartıyla boşayan kocanın ona müracaata en lâyık kişi olduğu uygulamasının talâk-ı ric'îyi ikiye indiren "Boşama iki defadır. Ondan sonrası ya iyilikle tutmak, ya da güzellikle serbest bırakmaktır." âyeti ile sona erdirildiği beyan edilmektedir.[275]
"Onlara verdiğiniz bir şeyi (mehri) geri almanız size helâl olmaz. Meğer ki erkekle kadın Allah'ın sınırlarını ayakta tutamıyacaklarından korkmuş olsunlar. Eğer bu şekilde siz de onların, Allah'ın koyduğu sınırları hakkıyla yerine getiremiyeceklerinden korkarsanız o halde kadının fidye vermesinde (mehrinden vazgeçmesinde) ikisi üzerinde de bir vebal yoktur." Kısmının nüzul sebebi olarak Sabit ibn Kays ve hanımı Cemile bint Ubeyy ibn SelûTun hul' yoluyla boşanmaları gösterilir ki tafsilâtı şöyledir:
Abdullah ibn Rebâh'tan, onun da Cemîle bint Ubeyy ibn Selûl’den rivayetine göre o Sabit ibn Kays ile evli iken kocasına serkeşlik etmiş. Kocası da (aralarında hüküm vermesi için) onu Hz. Peygamber (sa)'e göndermiş. Hz. Peygamber (sa) sormuş: "Ey Cemîîe, Sâbit'in nesinden hoşlanmadın?" Demiş ki: "Allah'a yemin olsun ne dini ne ahlâkı bakımından hoşlanmadığım bir tarafı yok. Sadece kısa boylu olmasından (veya gözüme çirkin görünüyor onun için) hoşlanmadım." Allah'ın Rasûlü (sa): "Sahip olduğun bahçeyi ona verir misin?" diye sorunca Efendimiz (sa) onun, bahçesini kocasına vermesiyle aralarını a-yırmış (boşamış).
İbn Cureyc'den rivayete göre ise âyet, Habîbe bint Sehl el-Ansârî ile Sabit ibn Kays ibn Şemmâs hakkında nazil olmuştur. Habîbe kocasından hoşlanmıyor, kocası ise onu seviyormuş. Olay şöyle gelişmiş: Habîbe bir gün babasına gelmiş ve kocasından şikâyetle: "Babama sövüyor ve beni dövüyor." demiş. Babası: "Kocana dön, bir kadının kocasından şikâyet etmek üzere elini kaldırmasından nefret ederim." demiş. Habibe kocasına dönmüşse de bir müddet sonra tekrar babasına gelmiş ve bu sefer vücudundaki darb izlerini de göstermiş. Buna rağmen babası: "Kocana dön." demiş de başka bir şey söylememiş. Habîbe, babasından fayda olmadığını görünce bu sefer Hz. Peygamber (sa)'e gelerek kocasından şikâyette bulunmuş, ona da vücudundaki darb izlerini göstermiş. Hz. Peygamber (sa) Sabit'i çağırtmış. Gelince: "Ey Sabit, ailenle aranda neler oldu?" diye' sormuş. Sabit: "Seni hak ile gönderene yemin ederim ki yeryüzünde, senden sonra, senin dışında, bana ondan (Habibe'den) daha sevgili hiçbir şey yok." demiş. Hz. Peygamber (sa) bu sefer Habîbe'ye dönmüş: "Sen ne diyorsun?" buyurmuş. Hz. Peygamber'e yalan söylemek istemeyen Habîbe: "Doğru söylüyor ey Allah'ın Rasûlü, fakat beni helak etmesinden korkuyorum. Allah'ın, benim söyleyeceğimin aksini indireceği bir sözü sana söylemem. İnsanların, hanımını belki de en çok seveni odur ve fakat ben ondan hoşlanmıyorum (veya ona buğzediyorum.) Bir gün çadırın bir tarafını kaldırıp baktım, birkaç kişi içinde gelen Sabit'i gördüm: İçlerinde en karası, en kısa boylusu, yüzü en çirkini olarak gözüme göründü. Onun başıyla benim başım bir daha bir yastıkta bir araya gelmez." demiş. Sabit: "Ben ona mehir olarak bir (bir rivayette iki) hurma bahçesi vermiştim. Onları bana geri versin, yolunu açayım, serbest bırakayım." demiş. Efendimiz ona: "Emrini eline vermesi, boşanma konusunda kararı sana bırakması karşılığında kocana bahçesini geri verir misin?" diye sorunca kadın: "Evet, veririm." demiş, Sabit: "Bu benim de hoşuma gider." deyip teklifi kabul etmiş. Sabit'in: "Tamam, kabul ettim." deyip onu bir talâk ile boşaması üzerine de "Onlara verdiğiniz bir şeyi (mehri) geri almanız size helâl olmaz. Meğer ki erkekle kadın Allah'ın sınırlarını ayakta tutamıyacaklarından korkmuş olsunlar. Eğer bu şekilde siz de onların, Allah'ın koyduğu sınırları hakkıyla yerine getiremiyeceklerinden korkarsanız o halde kadının fidye vermesinde (mehrinden vazgeçmesinde) ikisi üzerinde de bir vebal yoktur." âyeti nazil olmuş.[276] Taberî rivayetindeki eksik ayrıntılar Abdulfettâh el-Kâdî'nin Esbâbu'n-Nuzûl’ünden ve Kurtubî'nin el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur'ân’ından tamamlanmıştır. Kurtubî'de kadının ismi bir rivayette Cemile, diğer bir rivayette de Zeyneb olarak verilirken İslâm'da ilk huP yoluyla boşanmanın da bu olduğu kaydedilmektedir.[277] Hadis, bu âyetin nüzul sebebi olduğuna işaret edilmeksizin Tirmizî ve Ebu Davud tarafından da tahric edilmiştir.[278] Suyûtî, Habîbe'nin daha sonra Ubeyy ibn Ka'b ile evlendiği, onunla Şam'a gittiği ve orada vefat ettiğini de kaydeder.[279]
Sabit'in, mehrinden vazgeçerek hul' yoluyla boşanan eşinin ismi bir rivayette Cumeyl bint Ubeyy ibn Selûl, diğer rivayette Habîbe bint Sehl olarak verilince ortaya bir müşkil çıkıyor acaba bu isimlerden hangisi doğru? İbn Hacer her ikisinin de doğru olduğu, aynı veya ayrı zamanlarda da olabilmek üzere ikisinin de Sabit'in hanımı olup huF yoluyla ondan boşandıkları şeklinde iki rivayetin arasını te'lif etmeye çalışmıştır.[280] Tabiîdir ki burada asıl önemli olan bu özel sebep değil evliliğin çekilmez hale gelmesi halinde hul (kadının, mehrini veya mehrinden bir kısmını kocasına vererek karşılığında boşanmayı isteyebilmesi) müessesesinin konulmuş olmasıdır ki bunda da karar rivayetlerden açıkça anlaşılacağı üzere devlet başkanının veya tavın edeceği hâkimindir.[281]

23O. Erkek zevcesini (üçüncü kere) boşarsa ondan sonra kadın kendinden başka bir ere nikahlanıp varıncaya kadar ona tekrar helâl olmaz. Bununla beraber eğer bu (ikinci koca) da onu boşar ve onlar (kadın ile ilk kocası) Allah 'm sınırlarını ayakta tutacaklarını zannederlersetekrar birbirlerine dönmelerinde her ikisi için de bir vebal yoktur. Bunlar bilip anlıyan bir kavim için Allah 'zx açıkladığı sınırlardır.
Bu âyet-i kerime Aişe bint Abdurrahmân ibn Atîk el-Kurazî hakkında nâzıl olmuştur. Önce amcası oğlu Rifâa ibn Vehb ibn Atîk el-Kurazî ile evliyken od-dan üç talâk ile boş kalmış, peşinden de Abdurrahmân ibnu'z-Zubeyr ile evlenmiş. Onunla evli iken Hz. Peygamber (sa)'e gelerek ondan boşanmak istediğin: ve boşanmak istemesinin sebebinin de onun âletinin bir kumaş parçası gibi (yumuşak ve işe yaramaz) olmasını göstermiş. Efendimiz tebessüm ederek "Öyle anlaşılıyor ki Rifaa'ya dönmek istiyorsun. Hayır; o senin, sen de onun balçığından tadıncaya kadar olmaz." Buyurmuşlar (Abduifettâh ei-Kâdî, Esbâbu'n-Nuzûi amv sahabe ve'i-Mufessirîn, s. 38). Bu âyet-i kerimenin nüzulüne sebep olan hadisenin kahramanı olan bu Aişe bint Abdurrahmân ibn Atîk'in ismi bazı rivayetlerde Te-mîme bint Vehb Ebî Ubeyd el-Kurazî, Suheyme, Umeyme, Rumeysâ ve Gumeysâ olarak, Rifâa'nın adı da Rifaa ibn Semev'el olarak geçmektedir ki ayni kişi ve kadındır.[282]
Bu hadis-i şerif, ilgili âyetin nüzulüne sebep olduğu kaydı olmaksızın Buhârî, Müslim ve Neseî tarafından da tahric olunmuştur.[283] Bunlardan en ayrıntılı olanını Buhârî'den nakledelim:
Muhammed ibn Beşşâr kanalıyla îkrime'den rivayete göre Rifâa, karısını boşamış, kadının iddetinin bitiminde Abdurrahmân ibnu'z-Zubeyr el-Kurazî onu nikahlamış. Hz. Aişe der ki: Hz. Peygamber (sa)'e şikâyetinden önce gelip bana şikâyet etti. Üzerinde yeşil bir başörtü vardı. Bana derisindeki bir yeşilliği gösterdi. Mü'min hanımlar içinde derisi böyle başındaki yeşil örtüden daha yeşil bir başkasını görmedim. Râvi anlatmaya şöyle devam eder: Sonra kadın Hz. Peygamber (sa)'e geldi. Abdurrahman da yanında başka hanımdan olma iki oğluyla geldi. Kadın: "Allah'a yemin ederim ki benim ona isnad edeceğim bir günahı yok." deyip elbisesinin yumuşak bir tarafını göstererek "Ama onunkinin (erkeklik âleti) bana şu kadar bile faydası yok." deyince Abdurrahman: "Yalan söyledi, ey Allah'ın elçisi, Allah'a yemin ederim ben onu deri şişirir gibi şişiririm ama o serkeşlik ediyor, (önceki kocası) Rifâa'yı istiyor." dedi. Efendimiz: "Eğer öyle ise o senin balçığından tatmadıkça sen eski kocana helâl olmazsın." buyurdular. Sonra Abdurrahman'in yanındaki iki oğlunu görüp "Bunlar senin oğulların mı?" diye sordular. Onun, evet, cevabı üzerine kadına dönüp "Senin zannettiğin şey sadece senin vehminden ibaret. Baksana, bunlar bir karganın bir kargaya benzediğinden daha çok babalarına benziyorlar." Buyurdu.[284]
Aişe bint Abdurrahman ile ilgili bu hadise Suyûtî'nin ed-Durru'l-Mensûr'unda, sonu itibariyle oldukça farklı bir şekilde anlatılıyor. Şöyle ki: İbnu'l-Munzir'in Mukâtil ibn Hayyân'dan rivayetine göre Aişe bint Abdurrahman amcası oğlu Rifaa ibn Vehb ibn Atîk ile evliyken Rifâa onu bo-şamış, o da Abdurrahman ibnu'z-Zubeyr ile evlenmiş ve fakat o da onunla zifaf olmadan boşamış. Aişe, Hz. Peygamber (sa)'e gelmiş ve: "Abdurrahman bana dokunmadan beni boşadı, ilk kocama döneyim mi?" diye sormuş, Efendimiz (sa): "Hayır, dokununcaya kadar" yani onunla zifafa girip gerçekten kan-koca olmadıkça olmaz, buyurmuş. Aişe, Abdurrahman'la bir süre daha kaldıktan sonra yine Efendimiz (sa)'e gelmiş ve ilk ifadesini değiştirerek: "Kan-koca olduk, bana dokundu." demiş. Hz. Peygamber (sa): "Birinci gelişinde yalan söylemiştin, bu şimdiki sözünde de seni doğru kabul etmiyorum." buyurmuş ve isteğini geri çevirmiş. Hz. Peygamber (sa)'in vefatına kadar Abdurrahman'la birlikte kalmış, Onun vefatıyla bu sefer Hz. Ebu Bekr'e gelmiş ve: "İkinci kocamla kan-koca olduk, ondan ayrılıp ilk kocama dönebilir miyim?" diye sormuş. Hz. Ebu Bekr: "Hz. Peygamber (sa)'in sana: "İlk kocana dönme." buyurduğuna şahid oldum." deyip o da Aişe'nin ilk kocasına dönme isteğini geri çevirmiş. Hz. Ebu Bekr ölünce bu sefer Hz. Ömer'e gelmiş ve isteğini tekrarlamış da Hz. Ömer: "Eğer bir daha gelirsen seni taşlarım." deyip ilk kocasına dönmesine mani olmuş. İşte bu kadın hakkında "Erkek zevcesini (üçüncü kere) boşarsa ondan sonra kadın kendinden başka bir ere nikahlanıp varıncaya kadar ona tekrar helâl olmaz." âyeti nazil olmuştur.[285]

231. Hem kadınları boşadınız da iddetîerini bitirdiler mi artık onları ya iyilikle tutun, ya iyilikle bırakın. Onları, sırf zulmedebilmeniz için zararlarına olarak tutmayın. Kim böyle yaparsa muhakkak kendine yazık etmiş olur. Allah 'in âyetlerini oyuncak (eğlence) yerine koymayın. Allah 'in, üzerinizdeki nimetini ve size öğüt vermek için indirdiği kitabı ve hikmeti düşünün. Allah 'tan takva üzere olun ve bilin ki Allah herşeye Alîm'dir.
Sevr ibn Zeyd ed-Deylî'den: Bir adam karısını boşar, sonra da onu eşi olarak yanında tutmayı istemediği halde ve kadının iddetini uzatmak ve böylece ona zarar vermek maksadıyla iddetinin bitimine yakın ona müracaat ederdi. İşte bunun üzerine "Onları, sırf zulmedebilmeniz için zararlarına olarak tutmayın. Kim böyle yaparsa muhakkak kendine yazık etmiş olur." âyetini indirdi.[286]
Sevr ibn Zeyd rivayetinde adı geçen kişinin adının da zikredildiği Suddî rivayeti şöyledir: "Hem kadınları boşadınız da iddetîerini bitirdiler mi artık onları ya iyilikle tutun, ya iyilikle bırakın. Onları, sırf zulmedebilmeniz için zararlarına olarak tutmayın. Kim böyle yaparsa muhakkak kendine yazık etmiş olur." âyeti ansardan Sabit ibn Beşşâr hakkında nazil oldu. O, karısını boşamış ve iddetinin bitimine iki veya üç gün kala müracaatla tekrar almış ve hemen tekrar boşamış ve böyle yapa yapa kadının aleyhine olarak dokuz ay geçmişti. Bunun üzerine Allah Tealâ bu âyet-i kerimeyi indirdi.[287] İbn Hacer el-Askalânî'nin el-İsâbe fî Temyizi's-Sahâbe'sinde[288] ve Suyûtî'nin Lubâbu'n-NukûTünde[289] ismi Sabit ibn Yesâr olarak geçmektedir ki doğrusu da budur.
Hasen'den rivayet ediliyor ki Hz. Peygamber (sa) zamanında bazı kimseler karısını boşar veya kölesini azat eder, sonra da "Hayır, ben öyle bir şey yapmadım, ben eğleniyordum." derlerdi. Hz. Peygamber (sa)'e soruldu da Efendimiz: "Her kim eğlence olsun diye karısını boşar veya kölesini azat ederse bu onun aleyhine olmak üzere geçerli olur." buyurdu ve bunun gibileri hakkında "Allah'ın âyetlerini oyuncak (eğlence) yerine koymayın." âyeti nazil oldu.[290]

232. Kadınlarınızı boşadınız da iddetîerini bitirdiler mi aralarında meşru bir şekilde anlaştıkları takdirde artık kendilerini kocalarına nikâh etmelerine engel olmayın...
Ebu Davud et-Tayâlisî'nin kendi isnadıyla Ma'kıl ibn Yesâr'dan rivayetinde o şöyle anlatıyor. Bir kız kardeşim vardı. Birçok kişi onunla evlenmek üzere bana dünür geldiler, ama hiç birine vermedim. Bir gün bir amca oğlum geldi ve kız kardeşimle evlenmek istedi, kız kardeşimi onunla evlendirdim. Allah'ın dilediği kadar birlikte oldular (evli kaldılar), bir gün bu amcam oğlu kız kardeşimi bir ric'î talâk ile boşadı ve iddeti bitip bâin oluncaya kadar da nikâhına tekrar talip olmadı. Kız kardeşim talâk-ı bâin ile ondan boşanmış olduktan sonra talipleri gelmeye başladı. Bunu gören amca oğlum da gelip kızkardeşimle yeniden evlenmek istedi. Ben: "Alçak herif, kız kardeşimi birçok kişi istedi, vermedim, sen gelip istedin seni herkese tercih ettim ve kardeşimi sana nikahladım. Ama sen onu boşadın, üstelik iddeti bitinceye kadar da nikâh yenileme talebinde bulunmadın. Ne zaman ki başkaları onu istemeye geldiler (herhalde kıskançlığından) gelip yeniden istedin. Yegâne ilâh olan Allah'a yemin ederim ki sonsuza kadar asla kardeşimi sana nikâhlamıyacağım." dedim. Kızkardeşime de: "O seni boşadı, sen ona varmak istiyorsun. Eğer sen ona varırsan yüzüm yüzüne haram olsun." diye kızdım.
Ma'kıl şöyle devam eder: İşte bunun üzerine benim hakkımda "Kadınlarınızı boşadınız da iddetîerini bitirdiler mi aralarında meşru bir şekilde anlaştıkları takdirde artık kendilerini (eski) kocalarına nikâh etmelerine engel olmayın..." âyeti nazil oldu. Elbette ki Allah, kız kardeşimin eski kocasına, eski kocasının da kız kardeşime ihtiyacını bildi de bu âyeti indirdi. Allah'ın Rasûlü (sa) beni çağırıp bu âyet-i kerimeyi okuyunca Ben: "Rabbımın emriyle burnum sürtüldü. İşittim, itaat ettim." dedim ve kız kardeşimi eski kocasıyla nikahladım, ettiğim
yeminin de keffâretini verdim."[291] Bu rivayet kısa olarak Buhârî ve Tirmizî tarafından da tahric olunmuştur.[292]
İbn Cerîr, yukardaki rivayete ilâve olarak Ma'kıl ibn Yesâr'ın Müzeyne kabilesinden olduğunu, kız kardeşini, eski kocasına geri döner korkusuyla bir çeşit göz hapsinde bulundurduğunu, Ma'kıl'in kız kardeşinin adının Cumeyl bint Yesâr veya Fâtıma bint Yesâr olduğunu kaydetmektedir.[293] Taberî'de Ma'kıl ibn Yesâr olarak geçen sahâbfnin isminin Ma'kıl ibn Sinan olduğu, kız kardeşi ile evlenen amca oğlunun Ebu'l-Beddâh ibn Asım ibn Adiyy olduğu rivayetleri de vardır. Ancak doğrusu Ma'kıl ibn Yesâr'dır.[294]
Râzî'de ise Ma'kıl’ın kız kardeşinin kocasının ismi Cemîl ibn Abdullah ibn A-sim olarak kaydedilmiştir.[295]
Suddfden gelen bir rivayette de bu âyet-i kerime Câbir ibn Abdillâh hakkında nazil olmuştur. Şöyle ki: Câbir ibn Abdillâh el-Ansârî'nin bir amca kızı varmış. Kocası onu bir talâk ile boşamış. İddeti bittikten sonra kocası tekrar o-nunla evlenmek üzere müracaat etmiş de Câbir kabul etmiyerek: Amca kızımı boşadın, sonra da nikahlamak istiyorsun, hayır olmaz." demiş. Meğer kadın, eski kocasını istiyormuş, onunla evlenmeye razı olmuş imiş. İşte bunun üzerine bu âyet nazil olmuş[296]
Suyûtî, bu âyetin Ma'kıl ibn Yesâr hakkında nazil olduğunu ifade eden rivayetin daha sahih ve kuvvetli olduğunu kaydeder.[297]

236. Kendileriyle zifafa girmediğiniz yahut kendilerine bir mehir kesmediğiniz kadınları boşamışsanız bunda üzerinize bir vebal yoktur. Onları zengin olan kudretince, darda bulunan da halince ma* ruf bir fayda ile faydalandırın. Bu muhsinler üzerine bir borçtur.
Sa'lebî Tefsir'inde zikrediyor: "Kendileriyle zifafa girmediğiniz yahut kendilerine bir mehir kesmediğiniz kadınları boşamışsanız bunda üzerinize bir vebal yoktur." âyet-i kerimesi Ansar'dan birisi hakkında nazil oldu. O, Hanîfe oğullarından bir kadınla evlenmiş, ona mehir kesmemiş, sonra da zifafa girmeden onu boşamıştı. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu da Efendimiz "Başındaki şapkanla olsun onu faydalandır." buyurmuşlar [298]

238. Namazlara ve orta namaza devam edin, Allah 'in divanına tam bir huşu ve tâatle durun.
Zeberkan'dan rivayet ediliyor: Zeyd ibn Sabit Kureyş'ten bir topluluğa uğramıştı. Ona "Salât-ı vustâ*'nın hangi namaz olduğunu sordular. O da "Öğle namazıdır." dedi. İçlerinden iki kişi kalkıp Üsâme ibn Zeyd'e vardılar ve ona da "salât-ı vustâ"nın hangi namaz olduğunu sordular. Üsâme: "O öğle namazıdır." diye cevap verip şöyle devam etti: "Allah'ın Rasûlü (sa) öğle namazını günün ortasında sıcağın şiddetli olduğu zamanda kıldırırken arkasında ya bir, ya iki saf olur; insanlar ya kaylûle uykusunda ya da ticaretlerinde olurlardı. Allah'ın Rasûlü (sa): "Düşündüm ki bu namaza gelmiyenlerin evlerini üstlerine yakayım." buyurdu. Bunun üzerine "Namazlara ve orta namazına devam edin..." âyeti nâzîl oldu.[299]
Müslim tarafından Zeyd ibn Erkam'dan rivayetle tahric olunan bir haberde o şöyle demiştir: Biz Hz. Peygamber'in arkasında namaz kılarken konuşurduk. Kişi namazda, yanındaki arkadaşı ile konuşurdu. Ne zaman ki "Allah'ın divanına tam bir huşu ve tâatle durun." âyeti nazil oldu, namazda susmakla
emrolunduk, konuşmamız da yasaklandı.[300]
İbn Mes'ûd ve Zeyd ibn Erkam'dan rivayete göre ise şöyle demişlerdir: Biz, aynen kitab ehlinin yaptığı gibi namazda iken konuşur, selâm verir, selâm alır, kaç rek'at kıldınız diye sorardık. Allah Tealâ "Allah'ın divanına tam bir huşu ve tâatle durun." âyetini indirdi de susmakla emrolunduk, konuşmamız yasaklandı.[301]

240. Sizden zevceler bırakıp ölecek olanlar eşlerinin çıkarilmiyor ak yılına kadar faydalanmasını vasıyyet etsinler. Bunun üzerine onlar kendiliklerinden çıkarlarsa artık onların bizzat yaptıkları meşru işlerden dolayı size sorumluluk yoktur. Allah Azız'dir, Hakîm'dir.
Mucâhid'den rivayet ediliyor: (Bakara, 2/34) âyeti nazil olduğunda bu âyete göre kocası ölen kadının dört ay on gün iddetini Ölen kocası evinde beklemesi vâcib idi. Bundan sonra Allah Tealâ "Sizden zevceler bırakıp ölecek olanlar eşlerinin çikarılmiyarak yılına kadar faydalanmasını vasıyyet etsinler." âyetini indirdi de Allah Tealâ bu iddeti, kadının, ölen kocanın ailesince faydalandırıl-masiyla seneye tamamlamayı (yedi ay 20 gün daha ölen koca evinde kalabilmeyi) vasıyyete bağladı. Kadın, bu vasıyyetten sonra da dilerse ölen kocası evinde kalacak, dilerse çıkabilecekti.[302]
Mukâtil ibn Hayyân'dan: Tâif ten Hakîm ibnu'l-Hâris adında bir adam Medine-i Münevvere'ye geldi. Yanında çocukları, kadınlar, erkekler ve ana-babası vardı. Medine-i Münevvere'de vefatında mirası mes'elesi Hz. Peygamber (sa)'e ref olundu da Efendimiz (sa) mirasını ana-babasına ve çocuklarına verdi, hanımına bir şey vermedi. Şu kadar var ki onlar ölenin hanımına da mirastndan bir sene müddetle infakta bulunmakla emrolundular. İşte bu âyet bunun üzerine nazil oldu.[303]
241. Boşanan kadınların da meşru şekilde faydalanmaları haklarıdır ki bu, Allah'tan takva üzere olanlara bir vazifedir.
"Kendileriyle temas etmediğiniz, yahut kendilerine bir mehir kesmediğiniz kadınları boşamışsanız bunda üzerinize bir vebal yoktur. Onları, zengin olan kudretince, darda olanınız da halince olmak üzerema'rûf bir fayda ile faydalandırınız. Bu, muhsinler üzerine bir borçtur." (Bakara, 2/236) âyeti nazil olunca birileri: "Eğer ihsanda bulunmak istersem yaparım, boşadığım hanımıma infakta bulunurum, yok bunu istemezsem yapmam." çünkü Allah bu âyet-i kerime ile ona infakta bulunmayı benim istememe bıraktı dediler de bunun üzerine Allah Tealâ "Boşanan kadınların da meşru şekilde faydalanmaları haklarıdır ki bu, Allah'tan takva üzere olanlara bir vazifedir." âyetini indirdi.[304]

243. Sayıları binlerce olduğu halde ölüm korkusuyla yurtlarından çıkanları görmedin mi? Allah onlara: "Ölün!" dedi, sonra da kendilerini diriltti. Şurası muhakkak ki Allah insanlara karşı lütuf sahibidir, fakat insanların pek çoğu şükretmezler.
İbn Cerîr'in Eş'as ibn Eşlem el-Basrî'den rivayetle tahricinde o şöyle anlatıyor: Hz. Ömer bir gün namaz kılıyorken arkasında iki yahudiden birinin diğerine: "Bu o mu?" diye sorduğunu duymuş. Namazı bitirince onlara dönüp: "Neden aranızda bu o mu? diye konuşuyordunuz?" diye sormuş da "Biz, kitabımızda demirden bir boynuzun Allah'ın izniyle ölüleri diriltmiş olan HazkıyeFin verdiğini vereceğini" buluyoruz." demişler. Hz. Ömer: "Biz Allah'ın kitabında Hazkıyel'i bulmuyoruz. Ölüleri dirilten de ancak İsa'dır," demiş. Onların: "Peki, Allah'ın kitabında "Ve daha başka rasuller de gönderdik ki kıssalarını sana anlatmadık" denildiğini bulmuyor musunuz?" sorularına Ömer: "Evet, buluyoruz." deyince yahudiler: "Hazkıyel’in ölüleri diriltmesini sana anlatalım: İsrail oğullarında veba olmuştu. Onlardan bir kavim veba olan yerden çıktılar, ancak daha bir mil gitmişlerdi ki Allah onları Öldürdü. Geride kalanlar onların üzerine bir duvar inşa ettiler (çevrelerini duvarla çevirdiler) ve o kadar zaman geçti ki kemikleri bile çürüdü. Sonra Allah Hazkıyel'i peygamber olarak gönderdi, Hazkıyel oraya geldi, başlarında dikildi ve: "Allah'ın dediği olur." dedi. Allah da onları Hazkıyel için diriltti." Yahudilerin bu kıssayı anlatmaları üzerine Allah Tealâ "Sayıları binlerce olduğu halde ölüm korkusuyla yurtlarından çıkanları görmedin mi? Allah onlara: "Ölün!" dedi, sonra da kendilerini diriltti..." âyetlerini İndirdi.[305]

245. Kimdir o ki Allah'a güzel bir ödünç versin de Allah onu kat kat, birçok katlar artırsın, Allah daraltır da genişletir de. Siz ancak O 'na döndürüleceksiniz.
İbnu'l-Munzir, îbn Ebî Hatim, Sahîh'inde İbn Hıbbân, İbn Merdûye, Şuabu'l-İman'da Beyhakî'nin İbn Ömer'den rivayetle tahriclerinde o şöyle demiştir: "Mallarını Allah yolunda harcıyanların misali bir dâne gibidir ki o dâne yedi başak bitirir..." (Bakara, 2/261) âyeti nazil olunca Hz. Peygamber (sa): "Rabbim ümmetime artır dedi de "Kimdir o ki Allah'a güzel bir ödünç versin de Allah onu kat kat , birçok katlar artırsın." âyeti nazil oldu. Efendimiz (sa): "Rabbim ümmetime daha artır." dedi de bu sefer "Sabredenlere ecirleri elbette hesapsız olarak verilecektir." (Zümer, 10) âyeti nazil oldu.
İbnu'l-Munzir'in Sufyân'dan rivayetinde Hz. Peygamber (sa)'in ümmetine artırmayı ifade eden âyetlerin sırası biraz değişik olup şöyledir: "Her kim bir hasene işlerse ona on misli var." (En'âm, 6/İ60) âyeti nazil olunca Hz. Peygamber (sa: "Rabbim, ümmetime artır." dedi, "Kimdir o ki Allah'a güzel bir borç verir..." âyeti nazil oldu. Hz. Peygamber (sa) yine: "Rabbim, ümmetime artır." dedi de "Mallarını Allah yolunda harcıyanların misali bir dâne gibidir ki o dâne yedi başak bitirir..." (Bakara, 2/261) âyeti nazil oldu. Hz. Peygamber (sa) tekrar: "Rabbim ümmetime artır." dedi de "Sabredenlere ecirleri elbette hesapsız olarak verilecektir." (Zümer, 10) âyeti nazil oldu.[306]
Fahreddin Râzî, İbn Abbâs'tan onun şöyle dediğini nakleder: Bu âyet Ebu'd-Dahdâh hakkında nazil olmuştur. Demişti ki: "Ey Allah'ın elçisi, benim iki bahçem var. Birini tasadduk etsem onun bir benzeri bana cennette var mı? Cennette bana bir benzeri verilecek mi?" Hz. Peygamber (sa): "Evet." buyurdular. O: "Umrnu'd-Dahdâh da benimle beraber olacak mı?" diye sordu, Efendimiz: "Evet." buyurdular. Onun: "Çocuğumuz da benimle beraber olacak rrîı?" sorusuna Efendimiz (sa)'in: "Evet." cevabı vermesi üzerine "Hanîne" adındaki en güzel bahçesini tasadduk etti. Ebu'd-Dahdâh, tasadduk ettiği bahçede olan ailesine varıp bahçenin kapısında durdu ve hanımına yaptığını haber verdi. Hanımı: "Yaptığın alış verişi Allah mübarek kılsın." dedi ve bahçeden çıktı da bahçeyi Allah'ın Rasûlü (sa)'ne teslim ettiler.[307]
Ancak diğer rivayetler Ebu'd-Dahdâh'ın bu tasadduku üzerine âyetin indiği şeklinde değil de bu âyetin nüzulü üzerine Ebu'd-Dahdâh'ın bahçesini tasadduk ettiğinde açık ve kesin ifadeler taşımaktadır.
İlerde (Alu İmrân, 3/181 âyet-i kerimesinin nüzul sebebinde) geleceği üzere bu âyet-i kerime nazil olunca bazıları: "Muhammed'in Rabbı fakir, bizler zenginiz. Görmüyor musunuz bizden borç istiyor!?" dediler de bunun üzerine "Allah fakirdir, biz zenginiz." diyenlerin sözünü Allah mutlaka işitmiştir. Söylediklerini, haksız yere peygamberleri Öldürmeleriyle beraber yazacağız ve diyeceğiz ki: Tadın o yangın azabını!" (Alu İmrân, 3/181) âyeti nazil oldu.[308] Bu âyetten de anlaşılıyor ki bu sözü söyleyenler yahudilerdir. Çünkü peygamberlerini öldürenlerin yahudiler oldukları Kur'ân-ı Kerim'de açıkça belirtilmiştir. Nitekim tafsilâtı yerinde gelecektir.[309]

Yazar:  arsiv [ 01.01.09, 14:49 ]
Mesaj Başlığı:  002- BAKARA SÛRESİ (246-286. Âyetler -İndirilişi-)

002- BAKARA SÛRESİ (246-286. Âyetler -İndirilişi-)

255. Allah O'dur ki O'ndan başka hiçbir tanrı yoktur. Hayy'dir, Kayyûm'dur. O'nu ne bir uyuklama tutabilir ne bir uyku. Göklerde ne var, yerde ne var hepsi O'nundur. O'nun izni olmadıkça katında şefaat edecek kimmiş?... O'nun kürsüsü gökleri ve yeri kucaklamış, o kadar geniştir. Bunların hıfzı elbette O *na ağır gelmez. O Aliyy'dir, Azîm 'dir.
Ammâr kanalıyla Rebî'den rivayet edildiğine göre "O'nun kürsüsü gökleri ve yeri kucaklamış, o kadar geniştir." âyeti nazil olduğunda Hz. Peygamber (sa)'in ashabı: "Ey Allah'ın elçisi, bu Kürsî gökleri ve yeri kuşatacak kadar geniş. Peki Arş nasıldır?" diye sordular da bunun üzerine Allah Tealâ: "Allah'ı hakkıyla takdir edemediler... O, müşriklerin koşmakta oldukları ortaklardan münezzehtir, çok yücedir." (Hacc, 39/67) âyetini indirdi.[310]

256. Dinde zorlama yoktur. Gerçekten iman ile küfür apaçık meydana çıkmıştır. Artık kim tâğûtu tanımayıp da Allah 'a iman ederse o, muhakkak ki kopması olmıyan en sağlam kulpa yapışmıştır. Allah Semî'dir, Alîm'dir.
İbn Abbâs'tan rivayet ediliyor: Câhiliye devrinde bazı ansar kadınlarının çocukları yaşamadığı takdirde "Eğer çocuğum yaşarsa onu yahudi yapacağım." diye adakta bulunurlardı. Bu şekilde yahudilere verilen ve onların yanında terbiye ve eğitim görmekte olan çocuklardan bazıları Nadîr oğulları sürgün edilirken halâ onlarla beraberdi. Ansardan bu çocukların aileleri: Çocuklarımızı onlara bırakmryalım." dediler de bu âyet nazil oldu.[311]
İbn Abbâs'tan gelen bu rivayet el-Musennâ kanalıyla Ebu Bişr'den şöyle rivayet edilmektedir: Saîd ibn Cubeyr'e: "Dinde zorlama yoktur..." âyetini sormuştum. "Ayet Ansar hakkında nazil oldu." dedi. Ben: "Onlara mı mahsus?" diye sordum, "Evet, onlara mahsus" deyip şöyle anlattı: Câhiliye devrinde bazı kadınlar çocuklarının uzun Ömürlü olmasını dileyerek: "Eğer bir çocuğum olursa onu yahudiler içinde bırakacağım" diye adakta bulunurlardı. İslâm geldikten sonra da yahudiler içinde ansardan bazılarının çocukları bu şekilde yahudiler arasında idiler. Nadîr oğulları sürgün edilirken bu çocukların aileleri Hz. Peygamber (sa)' geldiler ve: "Ey Allah'ın elçisi, onları çıkarıyorsun ama onlar içinde bizim çocuklarımız ve kardeşlerimiz var. Onlar ne olacak?" diye sordular. Hz. Peygamber (sa) cevap vermedi de "Dinde zorlama yoktur Gerçekten iman ile küfür apaçık meydana çıkmıştır. Artık kim tâğûtu tanımayıp da Allah'a iman ederse o, muhakkak ki kopması olmıyan en sağlam kulpa yapışmıştır." âyeti nazil oldu da Efendimiz (sa): "Arkadaşlarınız muhayyer bırakıldılar: Eğer sizi seçerlerse sizdendirler, Yok onları (yahudileri) seçerlerse o zaman da onlardandırlar." buyurdu ve yahudilerle kalmayı tercih edenleri yahudilerle birlikte sürgün etti.[312] Bu âyet-i kerimenin mensuh olduğunu söyleyenlerin delillerinden birisi de bu rivayettir.
İbn Abbâs'tan gelen bu rivayete benzer, ancak sürgün ayrıntısına yer vermeyen Şa'bî rivayeti ise şöyledir: Ansar'dan bazı kadınlar: "Çocuğum yaşarsa onu kitab ehlinin içine bırakacağım." diye adakta bulunur ve doğduktan sonra da götürüp onların arasına bırakırdı. İslâm gelince Ansar dediler ki: "Ey Allah'ın elçisi, yahudiler içinde kalan çocukları İslâm'a zorlamıyalim mı? Biz onları yahudiler arasına, o zamanda yahudi ligi dinlerin en hayırlısı olarak gördüğümüz için bırakmıştık. Madem ki Allah artık dinlerin en hayırlısı olarak şimdi İslâm'ı gönderdi, o halde onları İslâm'a zorlamıyahm mı?" İşte bunun üzerine Allah Tealâ: "Dinde zorlama yoktur Gerçekten iman ile küfür apaçık meydana çıkmıştır. Artık kim tâğûtu tanımayıp da Allah'a iman ederse o, muhakkak ki kopması olmıyan en sağlam kulpa yapışmıştır." âyetini indirdi.[313]
Yine ibn Abbâs'tan gelen bir rivayette bu âyetin nüzulü üzerine o çocuklardan dileyenlerin yahudilikte kalarak Nadîr oğulları ile birlikte gittikleri, dileyenlerin de müslüman olarak Medine'de ailelerine döndükleri fazlalığı vardır.[314]
Mücâhid ise Ansar'dan birisinin Sabîh adında zenci bir kölesi olduğunu ve onun bu köleyi müslüman olmaya zorlaması üzerine bu âyetin indiğini söylemiştir.
Musa ibn Harun kanalıyla Suddî'den gelen rivayette de o şöyle anlatmış: Künyesi Ebu'l-Husayn (başka bir rivayette Husayn) olan Ansar'dan birisi hakkında nazil oldu. İki oğlu vardı. Şam'dan yağ ticareti yapan bazı tüccarlar gelmiş, mallarını satıp bitirerek döneceklerinde bu Ebu'l-Husayn'in iki oğlu bu tüccarların yanına gelmişler. Tüccarlar bu çocukları hristiyan olmaya davet etmişler, onların propagandası ile bu iki çocuk hristiyanliğı kabul etmişler ve tüccarlarla birlikte onlar da Şam'a gitmişler. EbuM-Husayn Hz. Peygamber (sa)'e gelip: Ey Allah'ın elçisi geri getirmek üzere peşlerinden gideyim mi? diye sormuş da bu âyet nazil olmuş ve Efendimiz: "Allah onları rahmetinden uzak kılsın, o ikisi müslüman olduktan sonra küfre dönenlerin ilkidir." buyurmuşlar. Suddî, bu hadisenin, Hz. Peygamber (sa), ehl-i kitab ile savaşmakla emrolunmazdan önce olduğunu kaydeder. Ayrıca Ebu'l-Husayn, Hz. Peygamber (sa)'in kendisini çocuklarının peşinden onları geri çevirmek üzere göndermemesinden pek memnun olmamıştı. İşte bunun üzerine de: "Rabbına yemin olsun ki aralarında ortaya çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hüküm yüzünden içlerinde bir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça gerçekten iman etmiş olmazlar." Nisa, 4/65) âyeti nazil oldu. Sonra Allah Tealâ bu muhayyerliği nesihle Berâe Sûresinde ehl-i kitab ile savaşı emretti.[315]
Suddî'den gelen bu rivayete Mesrûk biraz daha açıklık getiriyor ve diyor ki: Ansar'ın Salim ibn Avf oğulları kolundan bir adamın iki oğlu vardı ve Şam'dan gelen tüccarlar tarafından Hz. Peygamber'e henüz peygamberlik verilmezden önce hristiyan yapılmışlar ve onlarla birlikte ailelerini terkederek Şam'a gitmişlerdi. Hz. Peygamber'in İslâm'ı getirmesi ve Efendimiz (sa)'in Medine:i Münevvere'yi teşrifinden sonra bir gün bu ansarînin daha önce hristiyan olan iki oğlu yine bir tüccar kafilesiyle Medine-i Münevvere'ye geldiler. Onları pazarda gören babaları yanlarına giderek onları müslüman olmaya iknaya çalışıp "Vallahi müslüman olmadıkça sizi bırakmıyacağım." diye ısrar ettiyse de iki oğlu da hristiyanhkta kalmakta direndiler ve sonunda haklarında hüküm vermesi için Hz. Peygamber (sa)'in huzuruna çıktılar. Çocukların babaları: "Ey Allah'ın elçisi, gözlerimin önünde bir parçam cehenneme mi girsin?" diye sızlandı, da bunun üzerine Allah Tealâ "Dinde zorlama yoktur..." âyetini indirdi.
Mücâhid'den gelen başka bir rivayette daha farklı bir nüzul sebebi veriliyor: Câhil iye devrinde ansardan bazıları çocuklarını Nadîr ve Kurayza oğulları kabilelerinden süt analara verirlerdi. Nadîr oğulları sürgün edilirken onlardaki süt analardan süt emerek yetişmiş bazı çocuklar süt analarından ayrılmak istemiyerek: "Biz de onlarla birlikte gidelim ve onların dinlerine girelim." dediler. Bu çocukların aileleri çocuklarının süt anaları ile birlikte gitmelerini engelliyerek onları İslâm üzere kalmaya zorladılar da bunun üzerine "Dinde zorlama yoktur..." âyeti nâzîl oldu.[316]
Bu nüzul sebepleri birbirlerinden farklı gibi görünseler de aslında hepsi bir tek şeye delâlet ediyorlar: "Dinde zorlama yoktur..," âyetinden çıkarılacak hüküm bir gayr-ı müslim'in İslâm'a girmeye mecbur edilmemesi gerektiği hükmüdür. Ki zaten tarih boyunca, bu âyetin mensûh olmadığını söyleyen İslâm âlimleri bu âyet-i kerimeyi bu şekilde anlamış ve uygulamışlardır. Mensûh olduğunu söyleyenlerse hiç nazar-ı itibara almamışlar "ya kılıç, ya cizye" demişlerdir.[317]

257. Allah iman edenlerin veltsidir. Onları karanlıklardan nura çıkarır. Küfredenlerin dostları ise tâğûttur. O da kendilerini nurdan karanlıklara çıkarır.Onlar cehennem ashabıdır. Onlar orada ebedîlerdir.
Mucâhid ve Abde ibn Ebî Lubâbe der ki: Bu âyet-i kerime Hz. İsa'ya iman etmiş, daha sonra Hz. Muhammed peygamber olarak gönderilince onu inkâr etmiş olanlar hakkında nazil olmuştur.[318]

261. Mallarım Allah yolunda harcıyanların misali bir dâne gibidir ki o dâne yedi başak bitirir. Her başakta da 100 dâne vardır. Allah dilediğine kat kat artırır. Allah Vâsi 'dir, Alîm 'dir.
Kelbî anlatıyor: Bu âyet-i kerime Osman ibn Affân ve Abdurrahman ibn Avf hakkında nazil olmuştur. Hz. Peygamber (sa) Tebuk gazvesi hazırlıkları sürerken ashab-ı kiramı Allah yolunda infakta bulunmaya çağırmıştı. Abdurrahman ibn Avf Hz. Peygamber (sa)'e dört bin dirhem getirdi ve: "Ey Allah'ın elçisi, sekiz bin dirhemim vardı. Dört bin dirhemi kendim ve ailem için bıraktım, dört bin dirhemi de Rabbıma borç olarak verdim." dedi. Hz. Peygamber (sa): "Allah bıraktığını da verdiğini de bereketli kılsın." diye dua buyurdu. Osman'a gelince; o da: "Tebuk gazvesine katılmak isteyip de cihazı (yol hazırlığı ve cihad için gerekli olan levazımatı) olmıyanlarm cihazı benden." dedi. Ebu Saîd el-Hudrî der ki: Hz. Peygamber (sa)'in ellerini kaldırmış Osman için şöyle dua ettiğini gördüm: "Ey Rabbım, Ben Osman'dan hoşnudum, Sen de ondan hoşnut ol." Gördüm ki şafak sökünceye kadar böyle ellerini kaldırmış dua etmeye devam ettiler de Allah Tealâ: "Mallarını Allah yolunda harcıyanlarm
misali bir dâne gibidir ki..." âyetini indirdi.[319]
Kelbî tarafından bu âyetin nüzul sebebi olarak Tebuk Gazvesine çıkacak ordunun hazırlanması için külliyetli miktarda infakta bulunan Hz. Osman ve Abdurrahman ibn Avf in bu infakları zikredilirken bu iki sahabînin infaklannın bundan sonraki âyetin nüzul sebebi olduğu da rivayet edilmektedir. Nitekim birazdan verilecektir.
Biraz önce (Bakara, 2/245 ve 261) âyetlerinin nüzul sebebinde geçtiği üzere İbnu'l-Munzir, İbn Ebî Hatim, Sahîh'inde İbn Hıbbân, İbn Merdûye, Şuabu'l-İman'da Beyhakî'nin ve Musned'inde Ebu Hatim el-Bustfnin İbn Ömer'den rivayetle tahriclerinde o şöyle demiştir: "Mallarım Allah yolunda harcıyanlarm misali bir dâne gibidir ki o dâne yedi başak bitirir..." âyeti nazil olunca Hz. Peygamber (sa): "Rabbim ümmetime artır dedi de "Kimdir o ki Allah'a güzel bir ödünç versin de Allah onu kat kat, birçok katlar artırsın." (Bakara, 2/245) âyeti nazil oldu. Efendimiz (sa): "Rabbım ümmetime daha artır." dedi de bu sefer "Sabredenlere ecirleri elbette hesapsız olarak verilecektir." (Zümer, 39/10) âyeti nazil oldu.
İbnu'l-Munzir'in Sufyân'dan rivayetinde Hz. Peygamber (sa)'in ümmetine artırmayı ifade eden âyetlerin sırası biraz değişik olup şöyledir: "Her kim bir hasene işlerse ona on misli var." (En'âm, 6/160) âyeti nazil olunca Hz. Peygamber (sa): "Rabbim, ümmetime artır." dedi, "Kimdir o ki Allah'a güzel bir borç verir..." âyeti nazil oldu. Hz. Peygamber (sa) yine: "Rabbim, ümmetime artır." dedi de "Mallarını Allah yolunda harcıyanlarm misali bir dâne gibidir ki o dâne yedi başak bitirir..." (Bakara, 2/261) âyeti nazil oldu. Hz. Peygamber (sa) tekrar: "Rabbim ümmetime artır." dedi de "Sabredenlere ecirleri elbette hesapsız olarak verilecektir." (Zümer, 39/10) âyeti nazil oldu.[320]
Bu âyetin nafile sadakalar ve nafile Allah yolunda infakta bulunma hakkında nazil olduğu; Zekâtı farz kılan âyetten önce nazil olup zekât âyeti ile neshedilmiş olduğu da söylenmiştir. Aslında nafile olarak sadaka vermek zekâtın farz kılınmasından sonra da devam ettiği için mensûh olduğunu söylemeye gerek de yoktur.[321]

262. Onlar ki mallarını Allah yolunda infak ederler, infak etmelerinin peşinden başa kakmaz ve eziyet de etmezler, işte onlaradır Rableri katında ecirleri ve onlara korku da yoktur, onlar mahzun olacak da değillerdir.
İbnu's-Sâib ve Mukâtil'den: Medine-i Münevvere'deki en kıymetli sulardan birisi olan Rûme kuyusunu satın alarak umumun istifadesine arzedilmek üzere vakfetmesi ve Tebuk gazilerini teçhiz etmesi üzerine Hz. Osman ve malının yarısı olan dört bin dirhemi yine aynı gazveye hazırlık sırasında infak eden Abdurrahman ibn Avf hakkında nazil olmuştur.[322]
Hz. Osman'ın Tebuk gazvesi ile ilgili ve bu âyetin nüzulüne sebep olan infakı hakkındaki rivayetler Tirmizî tarafından tahric olunmuştur. Şöyle kî: Muhammed ibn Beşşâr kanalıyla Abdurrahman ibn Hbâb'dan rivayette o şöyle anlatıyor: Hz. Peygamber (sa) Tebuk seferine çıkacak orduya yardım için ashabını teşvik ederken oradaydım. Osman ibn Affân kalktı ve: "Ey Allah'ın elçisi, Allah yolunda koşumlarıyla, Örtüleriyle yüz deve benim üzerimedir." dedi. Hz. Peygamber orduya yardıma teşvik etmeye devam etti de yine Osman ibn Affân kalktı ve: "Ey Allah'ın Rasûlü, Allah yolunda koşumlarıyla, örtüleriyle iki yüz deve benim üzerimedir." dedi. Sonra Hz. Peygamber (sa) orduya yardıma yine teşvikte bulundu ve yine Osman İbn Affân kalktı ve: "Ey Allah'ın Rasûlü, Allah yolunda koşumları ve örtüleriyle beraber üç yüz deve benim üzerimedir." dedi. Allah'ın Rasûlü (sa)'ne bakıyordum; minberden indi, inerken de şöyle diyordu: "Bundan sonra Osman hiçbir amel işlemese de ona bir zararı yoktur, bundan sonra Osman hiçbir amel işlemese de Osman'a bir zararı yoktur."[323]
Muhammed ibn İsmail kanalıyla Abdurrahman ibn Semüre'nin kölesi Kuseyyir'den rivayet ediliyor ki o şöyle anlatmıştır: Hz. Peygamber Tebuk'e gidecek orduyu hazırlarken Osman ibn Aftan eteğinde O'na bin dinar getirdi ve Efendimiz (sa)'in kucağına bıraktı. Abdurrahman der ki: Allah'ın Rasûlü (sa)'nü gördüm; altınları elinde evirip çeviriyor ve iki kere: "Osman bundan sonra bir amel işlemese de bu ona zarar vermez." duyuruyordu.[324]

267. Ey iman edenler, kazandıklarınızın en güzelinden ve sizin için yerden çıkardıklarımızdan infak edin. Kendinizin de gözünüzü yummadan alıcısı olmadığınız bayağı şeyleri infak etmeye, vermeye kalkmayın. Bilin ki Allah ĞanVdir, Hamîd'dir.
Berâ ibn Azib'den, o şöyle anlatıyor: Ansar hakkında nazil oldu. Ansar hurma kesimi mevsiminde herkes kestiği hurmalardan bir şeyler Mescid-i nebeviye getirir ve mescid-i nebevide iki direk arasına bağlanmış bir ipe asarlar, fakir muhacirler de onlardan yerlerdi. Bazıları, oraya konan hurma hevenklerinin çokluğuna bakarak bir beis yoktur diye düşüncesiyle iyi hurma hevenkleri arasına kötü hurmaları da katıp buraya koydular da Allah Tealâ bunlar hakkında "Ey iman edenler, kazandıklarınızın en güzelinden ve sizin için yerden çıkardıklarımızdan infak edin. Kendinizin de gözünüzü yummadan alıcısı olmadığınız bayağı şeyleri infak etmeye, vermeye kalkmayın." âyetini indirdi.
Ubeyde es-Selmânî'den biraz daha farklı bir nüzul sebebi rivayet ediliyor. Şöyle ki: Hz. Ali'ye "Ey iman edenler, kazandıklarınızın en güzelinden ve sizin için yerden çıkardıklarımızdan infak edin. Kendinizin de gözünüzü yummadan alıcısı olmadığınız bayağı şeyleri infak etmeye, vermeye kalkmayın." âyetini sordum. Ali dedi ki: Bu, farz olan zekât hakkında nazil oldu. Bazıları hurma kesimi vaktinde hurma bahçesine gider iyi hurma hevenklerini keser, bir kıyıya ayırır. Zekât toplama görevlisi gelince de ona o iyi hevenklerden değil kötü o-l&utarmdaR vejritdu Allah Tealâ buuuu üzerine "Kendinizin de gözünüzü yummadan alıcısı olmadığınız bayağı şeyleri infak etmeye, vermeye kalkmayın." buyurdu. Atâ rivayetinde mescid-i nebevide o iki direk arasında bulunan ipe asmak üzere kötü hurma getiren birisini Hz. Peygamber (sa)'in gördüğü ve: "Nedir bu? Ne kötü hurma astm." buyurduğu ve akabinde bu âyetin nazil olduğu kaydı vardır.[325]
Bunlardan Berâ rivayetine göre âyet-i kerime nafile sadakalar hakkında, Ubeyde rivayetine göre ise Farz olan zekât hakkında nazil olmuştur.
İbn Ebî Hâtim'in İbn Abbâs'tan rivayetine göre ise Hz. Peygamber (sa)'in ashabından bazıları ucuz yiyecekler satın alıp onları sadaka olarak verirlerdi ve âyet-i kerime bunun üzerine nazil oldu. [326]

271. Eğer sadakaları açıktan verirseniz o ne güzeldir. Eğer onları gizler ve bu şekilde fakirlere verirseniz işte bu, sizin için en hayırlıdır, Allah, günahlarınızdan bir kısmını bağışlar, Allah yapmakta olduklarınıza Habîr'dir.
İbnu's-Sâib der ki: "Nafakadan ne harcadınız, yahut adaktan ne adadınızsa muhakkak Allah onu bilir. Zâlimlerin hiç yardımcıları yoktur." (Bakara, 2/270) âyet-i kerimesi nazil olunca ashab-ı kiram: "Ey Allah'ın elçisi, hangisi daha faziletli; gizli verilen sadaka mı, yoksa açıktan verilen mi?" diye sordular da bu âyet-i kerime nazil oldu.[327]
İbn Ebî Hâtim'in babası kanalıyla Amir eş-Şa'bî'den rivayetine göre o, "Eğer sadakaları açıktan verirseniz o ne güzeldir. Eğer onları gizler ve bu şekilde fakirlere verirseniz işte bu, sizin için en hayırlıdır," âyeti hakkında şöyle demiştir: Ebu Bekr ve Ömer hakkında nazil oldu. Ömer, malının yarısını getirmiş ve (Allah yolunda infak olunmak üzere) Hz. Peygamber (sa)'e vermişti. Hz. Peygamber (sa) ona: "Arkanda ailen için ne bıraktın ey Ömer?" diye sordu. "Malımın yarısını bıraktım." dedi. Ebu Bekr ise malının tamamını getirip neredeyse kendinden bile gizleyerek (Allah yolunda infak edilmek üzere) Hz. Peygamber (sa)'e verdi. Hz. Peygamber (sa) ona da: "Ey Ebu Bekr, ailen için arkanda ne bıraktın?" diye sordu. Ebu Bekr: "Allah'ın ve Rasûlü'nün va'dettiklerini bıraktım." dedi de Ömer ağladı ve: "Ey Ebu Bekr, babam sana feda olsun. Ne zaman seninle hayır konusunda yarıştıysam sen beni geçtin." Dedi.[328]
Abdurrahman ibnu'ş-Şureyh'den rivayete göre o, Yezîd ibn Ebî Hubeyb'i şöyle derken işitmiş: "Eğer sadakaları açıktan verirseniz o ne güzeldir." âyeti yahudi ve hristiyanlara sadaka verme hakkında nazil olmuştur. [329]

272. Onları hidayete erdirmek senin üzerine borç değil. Ancak Allah hidayeti kime dilerse ona verir.İnfak edeceğiniz hayır, kendi yararınızadır. Zaten siz, Allah 'in hoşnutluğunu aramaktan başka bir şekilde infakta bulunmazsınız. İnfak edeceğiniz hayrın mükâfatı size tam olarak verilecek ve siz asla haksızlığa uğratılmıyacaksınız.
Hz. Ebu Bekr'in kızı Esma'ya bir gün annesi Netîle ve nenesi gelip ondan, yardım olarak kendilerine bir şeyler vermesini istemişlerdi. İkisi de müşrik idiler. Bu yüzden Esma, onlara bir şey vermeyip: "Allah'ın Rasûlü'ne sormadan size bir şey vermiyeceğim. Çünkü siz benim dinim üzere değilsiniz." dedi. Gelip Hz. Peygamber (sa)'e, onlara yardım olarak bir şey verip veremiyeceğini sordu da Allah Tealâ bu âyet-i kerimeyi indirdi ve Hz. Peygamber (sa) Esma'ya, onlara tasaddukta bulunmasını emretti.[330]
Şu'be'den rivayet ediliyor: Hz. Peygamber (sa) müşriklere sadaka vermezdi. Bunun üzerine "siz, Allah'ın hoşnutluğunu aramaktan başka bir şekilde infakta bulunmazsınız." âyeti nazil oldu da Efendimiz onlara da sadaka verdi.[331]
Şu'be'den gelen bu rivayette Hz. Peygamber (sa)'in müslüman olmıyanlara sadaka vermediği bilgisi İbn Ebî Hatim'in ve îbn Ebî Şeybe'nin Sa'îd ibn Cubeyr'den tahric ettiği bir haberde "Müslüman olmıyanlara sadaka verilmemesini emrederdi." şeklindedir. Şöyle ki: İbn Ebî Hâtim'in babası kanalıyla İbn Abbâs'tan, onun da Hz. Peygamber (sa)'den rivayetine göre O, sadece müslüman olanlara sadaka verilmesini emrederdi. Ta ki "Onları hidayete erdirmek senin üzerine borç değil. Ancak Allah hidayeti kime dilerse ona verir.İnfak edeceğiniz hayır, kendi yararınızadır." âyet-i kerimesi nazil oluncaya kadar. Bu âyet indikten sonra, hangi dinden olursa olsun, yardım ve sadaka isteyen herkese sadaka verilmesini emretti.[332] Nakkaş'in verdiği haberde konu biraz daha sarihtir: Bir gün Hz. Peygamber (sa)'e, dağıtması için sadaka getirilmişti.. Bir yahudi geldi ve: "Bana da ver." dedi. Efendimiz (sa): "Müslümanların sadakasından sana bir şey düşmez." buyurdu. Yahudi çok uzaklaşmadan "Onları hidayete erdirmek senin üzerine borç değil...." âyeti nazil oldu da Hz. Peygamber (sa) o yahudiyi çağırdı ve ona verdi. Daha sonra Allah Tealâ zekâtın sarf yerlerini bildirdiği âyetle bunu da neshetmiştir.[333]
İbn Abbâs'tan gelen bir rivayette ise müşriklerden akrabalarına sadaka vermeyen veya sadaka vermeye çekinen sahabe hakkında nazil olduğu, bu âyetin nüzulü ile onların da müşrik bile olsalar akrabalarına sadaka vermeye başladıkları bildirilmektedir.
Müsennâ kanalıyla Rebî'den gelen bir rivayette o şöyle diyor: Müslümanlardan birisinin müşriklerden bir akrabası olur da o müşrik yakını sadakaya muhtaç durumda olursa ona sadaka vermez, buna gerekçe olarak da: "Benim dinimden değil." derdi. Allah Tealâ bunun üzerine "Onları hidayete erdirmek senin üzerine borç değil." âyetini indirdi.
İbn Abbâs'tan gelen başka bir rivayette ise o şöyle anlatıyor: Ansar'dan bazılarının Kurayza ve Nadîr oğullarından akrabaları vardı ve onlara sadaka vermek istemezler, onlara sadaka vermek için müslüman olmalarım isterlerdi. İşte bunun üzerine "Onları hidayete erdirmek senin üzerine borç değil. Ancak Allah hidayeti kime dilerse ona verir." âyeti nazil oldu.[334]
Bu âyet-i kerimenin, ister müşrik, ister ehl-i kitabdan olsun aralarında din ihtilâfı olan akrabalara, ihtiyaç içinde olmaları halinde, müslüman ve fakir yakınlar ihmal edilmeksizin onlara da sadaka vermekte bîr beis olmadığı hakkında genel bir hüküm getirdiği açıklıkla anlaşılmaktadır. Öte yandan herhalde ashabın muhtaç durumdaki müşrik akrabalarına tasaddukta bulunmamaları onların ihtiyaçlarının kendilerini İslâm'a, müslüman olmaya sevkedebileceğine dair zanları idi. Başka bir ifadeyle onlara sadaka verilmemesi onların müslüman olmaları hususundaki hırslarından, bu şekilde de olsa İslâm'a bir çeşit mecbur etme gayesine yönelikti.[335]

274. Mallarını gece, gündüz, gizli ve açıktan infâk edenler; işte onlarındır Rabları katında mükâfatları. Onlara hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun olacak da değillerdir.
Abdurrezzâk, İbn Abbâs'tan rivayet ediyor: Bu âyet-i kerime Ali ibn Ebî Tâlib hakkında nazil olmuştur. Dört dirhemi varmış da bunun birini gece, birini gündüz, birisini gizli ve birisini de açıktan infak etmiş. İbn Cureyc ise isim vermeden böyle yapan yani elindeki dört dirhemi gece, gündüz, gizlide ve açıktan olmak üzere birer birer sadaka olarak dağıtan birisi hakkında nazil olduğunu söylemiştir.[336] Dahhâk'in İbn Abbâs'tan rivayetinde ise Hz. Ali ve Abdurrahmân ibn Avf haklarında nazil olmuştur. Hz. Ali geceleyin bir vesak hurmayı ehl-i suffaya göndermi$, Abdurrahmân da bir miktar dinarı onlara gündüz göndermişti de onların ba davranışları üzerine bu âyet indi.[337]
İbn Abbâs'tan gelen ikinci bir rivayette de âyet-i kerimenin "Allah yolunda cihad için hazırlanan atlara yem veren, onları yenileyenler hakkında nazil olmuştur.[338] Kırk bin dinar sadaka dağıtan; bunun on binini gündüz, on binini gece, on binini gizli ve on binini de açıktan veren Hz. Ebu Bekr hakkında nazil olduğu kavlini Alûsî zayıf görmektedir.[339] Zaten Hz. Ali veya Abdurrahmân ibn Avf veya Hz. Ebu Bekr hakkında nâzİl olmuş olsa bile âyette belirli bir kimsenin adı verilmediğine göre hükmü umumî olup böyle yapan herkes âyetteki müjdenin kapsamı içine girecektir.[340]

278. Ey iman edenler, mü'minler iseniz Allah* tan takva üzere olun ve faizden kalanı bırakın, almayın.
Atâ ve İkrime şöyle anlatıyorlar: Bu âyet-i kerime Abbâs . ibn Abdulmuttalib ve Osman ibn Affân hakkında nâziî oldu. Onlar insanlara borç olarak hurma verirlerdi. Bir keresinde borç verdikleri birisi hurma kesim vakti bunlara gelip: "Sizin alacağınız hurmanın tamamını size versem ailemin yemesine yetecek hurmam kalmıyacak. Size olan hurma borcumun yarısını şimdi versem de kalan yarısını ikiye katlr'arak gelecek sene versem." dedi. Onlar da kabul ettiler. Bir sonraki sene borcun ödenme vakti gelip de o adamdan alacaklarını istediler. Bundan haberi olan Hz. Peygamber (sa) ikisini bundan men etti de Allah Tealâ bu âyeti indirdi. Abbâs ve Osman: "İşittik ve itaat ettik." dediler, sadece ona verdikleri borcu, yani ana malı aldılar.[341]
Suddî'den rivayette ise Hz. Osman olmadığı gibi faize konu olan mal hurma olmayıp paradır. Şöyle ki: Bu âyet-i kerime Abbâs ibn Abdulmuttalib ve Muğîra oğullarından bir adam hakkında nazil oldu. Câhiliye devrinde ikisi ortak olarak Sakîf in Amr ibn Umeyr oğulları koluna mensup bazı kimselere faizle borç vermişler. İslâm geldiğinde de onlar üzerinde külliyetli miktarda anapara ve faiz alacakları varmış. Allah Tealâ, onlar üzerinde henüz almadığınız faizleri almayın diye bu âyet-i kerimeyi indirmiş.
İbn Cureyc'den rivayette de o şöyle anlatıyor: Hz. Peygamber (sa), gerek Sakîflilerin diğer insanlar üzerinde, gerekse diğer insanların Sakifliler üzerinde olan faiz borçları kaldırılmak üzere Sakiflilerle antlaşma yapmıştı. Mekke'nin fethinden sonra Attâb ibn Esîd'in Mekke emirliği zamanında Sakîf ten Amr ibn Umeyr ibn Avf oğullan, Mahzûm oğullarının Muğîra oğulları kolundan faiz almakta devam ediyorlarmış. Muğîra oğulları câhiliye devrinde onlara faiz ver-mekteler iken İslâm gelince Amr ibn Umeyr oğulları yine alacaklar olan faizleri istemeye gelince Muğîra oğulları İslâm'da bu faizi vermek istememişler ve dava Hz. Peygamber (sa)'in Mekke valisi Attâb ibn Esîd'e gelmiş. Attâb da Hz. Peygamber (sa)'e durumu yazarak nasıl hükmedeceğini sormuş. İşte bunun üzerine "Ey iman edenler, mü'minler iseniz Allah'tan takva üzere olun ve faizden kalanı bırakın, almayın. Böyle yapmazsanız Allah'a ve peygamberine karşı savaşa girmiş olduğunuzu bilin. Eğer tevbe ederseniz ana mallarınız (ana paranız) yine sizindir. Ne haksızlık yapmış, ne de haksızlığa uğratılmış olursunuz." âyeti nazil olmuş. Efendimiz de Attâb'a: "Razı olurlarsa ne alâ, değilse onlara savaş ilân et." diye yazmış. İkrime'den rivayete göre Muğîra oğullarından faiz alacağı olanlar Amr ibn Umeyr oğullarından Mes'ûd ibn Amr ibn Abdi yâleyl, Rabîa ibn Amr, Hubeyb ibn Umeyr imiş. Bunlardan ibn Abdi yâ leyi, Hubeyb, Rabîa ve Hilâl müslüman olmuşlar.[342] Bir rivayette onlar alacakları faizden vazgeçerek: "Tevbe ederiz. Bizim ne Allah'a ne de Peygamberine savaş açacak gücümüz yok." demişler.[343] Bu nüzul sebebi Zeyd ibn Eşlem, Mukatil ibn Hayyân ve Suddî'den de rivayet edilmiştir.[344] Başka bir rivayette Hz. Peygamber ile Sakîf arasında yapılan anlaşma farklı verilmekte. Buna göre Hz. Peygamber onlarla: "Onların başkaları üzerinde olup da alacakları faizleri onlar alacaklar ve fakat başkalarının onlardan alacağı olan faizler kaldırılacak ve Sakîfliler bu antlaşmadan sonra kimseye faiz ödemiyecekler." şeklinde antlaşma yapmıştı.[345] Zayıf bir ihtimal olmakla birlikte şayet böyle tek taraflı bir indirimi ihtiva eden bir antlaşma yapılmışsa dahi herhalde Sakîflileri İslâm'a ısındırmak için yapılmış olmalıdır.[346]

280. Eğer darlık içinde ise ona genişlikte olacağı zamana kadar süre verin. Almayıp sadaka olarak bağışlamanız ise sizin için en hayırlıdır. Eğer bilirseniz.
Bu âyet-i kerimenin de bir önceki âyet-i kerime gibi Sakîflilerin faiz alacağı hakkında nazil olduğu söylenir. Sakîfliler, Muğîra oğullarına gelip de faiz alacaklarını isteyince mali yönden sıkıntı içinde olan Muğîra oğulları: "Elimizde size verecek bir şeyimiz yok. Hasat zamanına kadar bize mühlet verseniz." demişler de "Eğer darlık içinde ise ona genişlikte olacağı zamana kadar süre verin." âyeti nazil olmuş.[347]
Ya'kûb kanalıyla Hz. Ömer'den rivayete göre o şöyle demiştir: "Kur'ân'dan son nazil olan faiz âyetidir. Hz. Peygamber (sa) onu bize tefsir etmeden vefat etti. Siz faizi de faiz şüphesi olanı da bırakın."
Hz. Ömer'den Humeyd ibn Mes'ade kanalıyla gelen rivayet biraz daha ayrıntılı. Şöyle ki: Ömer kalktı, Allah'a hamdü senadan sonra şöyle dedi: "Tam olarak bilmiyorum, faiz konusunda belki biz, size uygun olmıyan bir şey emreder, yine tam olarak bilmiyorum belki size uygun olan bir şeyi yasaklarız. Zira Kur'ân'dan son nazil olan âyetler faiz âyetleri idi ve Allah'ın Rasûlü onları bize beyan etmeden önce vefat eyledi. Faiz konusunda sizi şüphelendireni bırakın, şüphelendirmeyen i alın."[348]

281. Öyle bir günden sakının ki o gün Allah 'a döndürüleceksiniz. Sonra herkese kazandığı tastamam verilecek, onlara hiç haksızlık edilmiyecektir.
İbn Abbâs'tan muhtelif kanallardan gelen rivayetlere göre Kur'ân*dan en son nazil olan âyet budur.[349] İbn Cureyc, Efendimiz (sa)'in bu âyetin nüzulünden sonra sadece dokuz gün yaşadığını kaydederken bu âyetin bir Cumartesi günü nazil olduğunu, Peygamber Efendimiz (sa)'in de bir pazartesi günü vefat ettiğini söyler.[350] Bu rivayet yanında Hz. Peygamber (sa)'in bu âyetin nüzulünden sonra yedi gün, sadece üç saat, 21 gün, 81 gün yaşadığı rivayetleri de vardır.[351]
Hz. Ömer'den gelen rivayetle İbn Abbâs'tan gelen rivayet arasını te'lif etmek mümkün. Bu sûrede "Ey iman edenler..." (âyet: 278) ile başlıyan âyetten bu 281. âyete kadar olan âyetler hep faiz hakkında olup bu sonuncu da sanki o âyetlerin bir müeyyidesi konumunda olarak onların bir tamamlayıcısı gibidir ve hepsinin birlikte nazil olmaları hiç de uzak bir ihtimal değildir.[352]

282. Ey iman edenler, belirlenmiş bir zamana kadar birbirinize borçlandığınız zaman onu yazın...
Sufyân es-Sevrî'nin, İbn Abbâs'tan rivayetine göre bu "Ey iman edenler, belirlenmiş bir zamana kadar birbirinize borçlandığınız zaman onu yazın." âyeti vadesi belirlenmiş vadeli alış veriş (selem yani parayı peşin verip karşılığı olan malı ilerde belirlenmiş bir vakitte almak üzere yapılan alış veriş akitleri) hakkında nazil olmuştur.[353]
Taberî'nin Rebî'den rivayetle tahricine göre bu müdâyene âyetinin "Kâtib, Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan çekinmesin (yüz çevirmesin), yazsın." kısmı nazil olduğunda birisi bir kâtibe gelir ve kendisi için yazmasını ister, kâtibin "Ben şu anda meşgulüm, bir başkasına yazdır," demesine bakmaz, onu yazması için sıkıştırır dururdu da bunun üzerine aynı âyet-i kerimenin "Yazana da şahidiik edene de asla zarar verilmesin." kısmı nazil oldu.[354]

284. göklerdekiler de yerdekiler de. Siz, içinizdekileri açıklasanız da gizîeseniz de Allah onlarla sizi hesaba çeker. Sonra da kimi dilerse bağışlar, kimi de dilerse azâb eder. Allah her şey e Kadir'dir.

285. Peygamber de, mü 'minler de O 'na indirilene inandı. Hepsi de Allah 'a, meleklerine, kitablarına ve peygamberlerine iman ettiler. O'nun peygamberlerinden hiçbirinin arasını ayırmayız. "İşittik ve itaat ettik, affını dileriz, ey Rabbımız dönüş ve varış sanadır. " dediler.
286. Allah bir nefse (kişiye) ancak gücünün yeteceğini yükler. O nefsin kazandığı lehine, kazanıp yüklendiği de aleyhinedir. Ey Rabbımız, unuttuk veya yanıldıysak bizi bundan muâhaze etme. Ey Rabbımız, bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme. Ey Rabbımız, bize gücümüzün yetmiyeceğini taşıtma, affet bizi, bağışla bizi, rahmet eyle bize, Sen Mevlâ'mızsin. Kâfirler güruhuna karşı yardım et bizlere.
Ebu Kureyb kanalıyla Ebu Hureyre'den rivayete göre o şöyle anlatıyor: "Allah'ındır göklerdekiler de yerdekiler de.Siz, içinizdekileri açıklasanız da gizîeseniz de Allah onlarla sizi hesaba çeker." âyet-i kerimesi nazil olunca bu
müslümanlara ağır geldi (zor geldi) de Hz. Peygamber (sa)'e gelip diz çökerek: "Ey Allah'ın elçisi, biz şimdiye kadar gücümüzün yettiği amellerle; namaz, o-ruç, cihad, sadaka ile mükellef kılınmıştık. Şimdi ise sana şu âyet nazil oldu ki bizim buna gücümüz yetmez. Biz içimizden geçirdiklerimiz sebebiyle de ceza-landırılacaksak mahvolduk." dediler. Hz. Peygamber: "Siz de Sizden önceki yahudi ve hristiyanların: "İşittik, isyan ettik." dedikleri gibi mi demek istiyorsunuz? Siz onların yaptıklarının aksine: "İşittik, itaat ettik. Bizi bağışla Rabbımız, varış Sana'dır." deyin." buyurdu. Onlar: "İşittik, itaat ettik, bağışla bizi Rabbımız, varış Sana'dır." dediler ve dilleri de böyle söylemeye alıştı. Bunun hemen peşinden Allah Tealâ "O peygamber de kendisine Rabbından indirilene iman etti, mü'minler de... Allah bir nefse ancak gücünün yeteceğini yükler. Kazandığı kendi lehine, kazandığı şer de kendi aleyhinedir. Ey Rabbımız unuttuk, yahut yanıldıysak bizi tutup muâhaze etme."ye kadar olan âyetleri indirdi. Ebu Hureyre der ki: Allah'ın Rasûlü (sa) buyurdu ki: Allah Tealâ: "Evet." buyurdu. "Ey Rabbımız, bizden evvelkilere yüklediğin gibi üstümüze ağır bir yük yükleme." kısmı nazil olunca Hz. Peygamber, Allah Tealâ'nin yine "Evet." buyurduğunu haber verdi. "Ey Rabbımız, güç yetiremiyeceğimizi bize taşıtma, Bizi affet, bizi bağışla, bize merhamet eyle. Sen Mevlâmızsın bizim. Kâfirler güruhuna karşı da bize yardım eyle." kısmı nazil olunca Hz. Peygamber (sa) yine Allah Tealâ'nin "Evet." buyurduğunu haber vermiştir.[355]
Bu konuda İbn Abbâs'tan gelen rivayet de aynı olmakla birlikte küçük farklar vardır. Bu farkları görmek için bu rivayeti de zikredelim: "Siz, içinizde-kileri açıklasanız da gizleseniz de Allah onlarla sizi hesaba çeker." âyeti nazil olunca ashabın kalbine o zamana kadar hissetmedikleri bir duygu ve korku girdi de Hz. Peygamber (sa)'e gelip bu âyetin ağırlığından bahsettiler. Hz. Peygamber (sa): "İşittik, itaat ettik, teslim olduk." deyin buyurdu. Allah Tealâ da onların kalblerine iman bıraktı ve "O peygamber de kendisine Rabbından indirilene iman etti, mü'minler de..." âyetini indirdi.[356] Ravi Ebu Kureyb der ki: "Ey Rabbımız unuttuk, yahut yanıldıysak bizi tutup muâhaze etme." yi okudu ve dedi ki: (Allah Tealâ): "Öylece yaptım." buyurdu. Hz. Peygamber: "Ey Rabbımız, bizden evvelkilere yüklediğin gibi üstümüze ağır bir yük yükleme." kısmını okuyup Allah Tealâ'nin yine "Öylece yaptım." buyurduğunu, "Ey Rabbımız, güç yetiremiyeceğimizi bize taşıtma" kısmını okuyup Allah Tealâ'nin "Öyle yaptım." buyurduğunu, "Bizi affet, bizi bağışla, bize merhamet eyle. Sen Mevlâmızsın bizim. Kâfirler güruhuna karşı da bize yardım eyle." kısmını okuyup Allah Tealâ'nin: "Öyle yaptım." buyurduğunu haber verdi.[357]
Saîd ibn Cubeyr'den gelen rivayetin sonunda "Bu ümmete Bakara suresinin son âyetleri verilmiştir ki onlardan önceki ümmetlere verilmemişti." fazlalığı vardır.[358]
Rivayetlerden öyle anlaşılıyor ki ashabın bazılarının "Siz, içinizdekileri a-çıklasanız da gizleseniz de Allah onlarla sizi hesaba çeker." âyeti ile "Allah bir nefse ancak gücünün yeteceğini yükler." âyeti arasındaki ilişkiden haberi yoktu.
Taberî'nin Ebu'r-Radâd el-Mısrî Abdullah ibn Abdusselâm kanalıyla Saîd ibn Mercâne'den rivayet ettiği şu haber bunu gösteriyor: İbn Mercâne şöyle anlatıyor: Bir gün İbn Ömer'e gelmiştim. "Siz, içinizdekileri açı ki asan iz da gizleseniz de Allah onlarla sizi hesaba çeker. O, dilediğini bağışlar, dilediğine de az eder" âyetini okudu ve "Eğer bizi bu âyetle muâhaze edecek olursa mahvolduk!" dedi ve ağladı, o kadar ki gözlerinden yaşlar aktı. İbn Mercâne anlatmaya şöyle devam eder: Sonra İbn Abbâs'ın yanına geldim ve: "Ey Ebu'l-Abbâs, İbn Ömer'e vardım "Siz, içinizdekileri açı ki asan iz da gizleseniz de Allah onlarla sizi hesaba çeker." âyetini okudu ve "Eğer bizi bu âyetle muâhaze edecek olursa mahvolduk!" dedi ve ağladı, o kadar ki gözlerinden yaşlar aktı." dedim, tbn Abbâs: "Allah Ebu Abdurrahmân (İbn Ömer)'i bağışlasın! Rasûİullâh (sa)'m ashabı da aynen îbn Ömer'in korktuğu gibi bu âyetten korkmuşlardı da Allah Tealâ "Allah bir nefse ancak gücünün yeteceğini yükler." âyetini indirdi. Vesveseyi neshedip sadece kavil ve fiili bıraktı" dedi.[359]
Yine îbn Abbâs'tan gelen bir rivayette o şöyle demiş: "Siz, içinizdekileri açıklasanız da gizleseniz de Allah onlarla sizi hesaba çeker." âyeti nazil olunca Hz. Peygamber (sa)'in ashabı feryad ettiler ve: "Ey Allah'ın elçisi, elimizle, ayağımızla, dilimizle yaptıklarımızdan tevbe edelim. Fakat vesveseden nasıl tevbe edeceğiz, ondan nasıl sakınacağız? Bu mümkün değil" dediler de Cibril Rasûlullah (sa)'a şu âyeti, "Allah bir nefse ancak gücünün yeteceğini yükler." âyetini indirdi. [360]
"Siz, içinizdekileri açıklasanız da gizleseniz de Allah onlarla sizi hesaba çeker." âyetinin bir yıl kadar yürürlükte kaldıktan sonra "Allah bir nefse ancak gücünün yeteceğini yükler." âyetinin indiği ve ashabın bu sıkıntısının giderildiği, yani nesholunduğu; kâfirlere içlerinden dostluk besleyen mü'minler hakkında indiği (siz kâfirlere karşı sevginizi ve dostluğunuzu açıktan yapsanız da gizleseniz de Allah bunu bilir ve sizi bundan dılayı cezalandırır anlamına) ve neshedilmediği görüşleri de vardır.[361]
Bu arada yine İbn Abbâs'tan gelen bir rivayete göre de âyet şâhidlik hakkındadır ve buna göre âyet neshedilmiş de değildir. Yani "Ey inananlar siz herhangi bir hadiseye şahid olur, o hadiseye karışanlar sizin şâhidliğİnize muhtaç olurlar da "Biz şâhid olduk ama hâkim önünde şâhidlik etmeyiz." derseniz, ya da "Biz bir şey görmedik, bilmiyoruz." derseniz Allah bununla sizi hesaba çeker." demektir.[362]

-------------------

Yazar:  arsiv [ 01.01.09, 14:52 ]
Mesaj Başlığı:  Re: 002- BAKARA SÛRESİ (1-102. Âyetler -İndirilişi-)

002- BAKARA SÛRESİ -DİPNOTLAR-

[1] Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/14.
[2] Celâluddin Abdurrahman ibn Ebî Bekr es-Suyûtî, Lubabu'n-Nukûl fî Esbâbi'n-Nuzûl, (Tefsîru'l-Celâleyn hamişinde), Kahire tarihsiz, 1/8; Taberî, Câmiu'I-Beyân, İ,80.
[3] Taberî, Câmiu'i-Beyân, 1,79.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/14.
[4] Taberî, Câmiu'l-Beyân, 1,84.
[5] Suyûti Lubâbu'n-Nukûi, 18-9.
[6] Suyûtî, Lubâbu'n-Nukûl, 1/9.
[7] Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/14-15.
[8] Taberî, Câmiu'i-Beyân, 1,90.
[9] el-Fahru'r-Râzî, et-Tefsîru'l-Kebîr, Tahran tarihsiz (Dâru'l-Kutubi'l-İlmiyye), 11,61.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/15.
[10] Taberî, Câmiu'l-Beyân, 1,97.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/16.
[11] Suyûtî, Lubâbu'n-Nukûl, 1/9-10.
[12] Ebu Abdullah Muhammed ibn Ahmed el-Kurtubî, el-Câmiu Ii-Ahkâmi'1-Kur'ân, Beyrut 1408/1988,.1,143.
[13] Fahreddin er-Râzî, Mefâtfhu'1-Ğayb, 11,61.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/16-17.
[14] Suyûtî, Lubâbun-Nukûl, 1,10-11; Taberî, Câmiu'l-Beyân, 1,119.
[15] el-Fahru'r-Râzî, et-Tefsîru'1-Kebîr, 11,74.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/17-18.
[16] Ebu Abdullah Muhammed ibn Ahmed el-Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi'1-Kur'ân, Beyrut 1408/1988. 1.161.
[17] Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/18.
[18] Taberî, Câmiu'l-Beyân, 1,138.
[19] Suyûtî, Lubâbu'n-Nukûl, 1,11-12.
[20] el-vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl, Beyrut 1985 (İkinci baskı), s. 21-22.
[21] Ebu Abdullah Muhammed ibn Ahmed el-Kurtubî, el-Câraiuli-Ahkâmi*l-Kur'ân, Beyrut 1408/1988» 1,168; Abdullah ibn Ahmed en-Nesefî, Medâriku't-Tenzîl ve Hakâiku't-Te'vîl, tahkik: Mervan Muhammed eş-Şe'âr, Beyrut 1416/1996,1,73.
[22] Suyûtî, Lubâbu'n-Nukûl, 1,13.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/19-20.
[23] Taberî, Camiu’l-Beyân, 142-143.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/20.
[24] Ebu Abdullah Muhammed ibn Ahmed el-Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi'l-Kur'ân, 1,228-229.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/21.
[25] Ebu Abdullah Muhammed ibn Ahmed el-Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur'ân, 1,233.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/21.
[26] Suyûtî, Lubâbu'n-Nukûl, 1,13; el-Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzul, Beyrut 1985 (İkinci baskı), s. 22.
[27] Ebu Abdullah Muhammed ibn Ahmed ei-Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi'1-Kur'ân, 1,248.
[28] Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/21-22.
[29] Ebu Abdullah Muhammed ibn Ahmed d-Kurtubî, el-Câmiu Ii-Ahkâmi'1-Kur'ân, 1,259.
[30] H. Tahsin Emiroğlu, Esbab-ı Nüzul, Konya, 1965. 1,43.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/22.
[31] Abdulfettâh ei-Kâdî, Esbâbu'n-Nuzûl ani's-Sahâbe ve'İ-Mufessirîn, Kahire tarihsiz (Birinci baskı), s. 13.
[32] el-vâhidî, Esbâbu'n-NüzûL Beyrut 1985 (İkinci baskı), s. 22.
[33] Suyûtî, Lübabu'n-Nukul, 1,13-14.
[34] el-vahidî, Esbâbun-Nuzûi, s. 22-23.
[35] Bak: el-Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl, s. 23.
[36] Taberî, Câmiu'i-Beyân, 1,254-257 ibn Hişâm da Selman el-Fârisî'yi ihtidaya götüren hâdiseleri bundan daha tafsilâtlı olarak İbn İshâk'tan naklen zikreder. Bak: es-Siretu'n-Nebeviyye, Tahkik: Mustafa es-Sakâ, İbrahi el-İbyârî, Abdulhafîz Şelebî, Kahire 1375/1955, 1,214-220.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/22-26.
[37] el-Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl, Beyrut 1985 (İkinci baskı), s. 24.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/26.
[38] Taberî, Câmiu'l-Beyân, 1,293.
[39] İbn Kesîr, Tefsîru'1-Kur'âni'l-Azîm, tahkik: Muhammed İbrahim el-Bennâ, Muhammedi Ahmed Aşûr, Abdulaziz Cuneym, İstanbul (Kahraman Yayınları), 1984,1,166.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/26-27.
[40] el-Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl, Beyrut 1985 (ikinci baskı), s. 23.
[41] Abdulfettâh el-Kâdî, Esbâbu'n-Nuzûl ani's-Sahâbe ve'1-Müfessirîn, Kahire tarihsiz (Birinci baskı), s. 14.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/27.
[42] el-Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûi, s. 23.
[43] Ebu Abdullah Muhammed ibn Ahmed el-Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmı'1-Kur'ân, 11,9-10.
[44] el-Kurtubî, age. 11,7, 9.
[45] el-Kurtubî, age., 11,9-10.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/28.
[46] el-Kurtubî, age., II,16.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/29.
[47] İbn Hişâm, es-Sîretu'n-Nebeviyye, Tahkik: Mustafa es-Sakâ, İbrahim el-îbyân, Abdulhafîz Şelebî, Kahire 1375/1955, 1,211; Taberî, Câmju'l-Beyân, 1,325.
[48] Taberî, Câmiu'l-Beyân, 1,325.
[49] el-Vahidî, Esbâbu'n-Nüzûl, s. 24.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/29-30.
[50] Ebu'l-Ferec Cemaleddin Abdurrahman ibn Ali İbnu’l-Cevzi, Za’du’l-Mesir fi ilmi’t-Tefsir, Beyrut, 1384/1964, 1, 116.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/30.
[51] el-vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl, s. 24-25.
[52] e1-Kurtubî, age. II,26. Ayrıca bak: Ahmed ibn Hanbel, Musned, 1-274.
[53] Taben. câmiu'l-Beyân, 1,342
[54] Ahmed Abdurrahman el-Bennâ, Minhatu'l-Ma'bûd fi Tertîbi Musnedi't-Tayâlisî Ebî Dâvûd, el-Mektebetu'1-IsIâmiyye, (İkinci baskı) Beyrut 1400,11,11-12.
[55] Taberî, Câmiu'l-Beyân, 1,343-345. Ayrıca bak: el-Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl, s. 25.
[56] el-Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl, s. 26; Abdullah ibn Ahmed en-Nesefî, Medâriku't-Tenzîl ve Hakâiku't-Te'vîl, 1,112.
[57] el-Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl, s. 26.
[58] Taberî, age. XV,105.
[59] Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/31-35.
[60] el-Kurtubî, age. 11,28; Taberî, Câmiu'I-Beyân, 1,351.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/35.
[61] Taberî, Câmiu'l-Beyân, 1,353; Ebu'l-Ferec Cemaleddin Abdurrahman ibn Ali ibnu'l-Cevzî, Zâdu'l-Mesîr fî İlmi't-Tefsîr, 1.120.
[62] el-Kurtubî, age. II,30.
[63] Taberî, Câmiu'l-Beyân, 1,354, 357, 358.
[64] el-Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl, s. 2-28.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/35-38.
[65] Ebu Abdullah Muhammed ibn Ahmed el-Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi'i-Kur'ân, II,40.
[66] el-Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl, s. 28.
[67] Taberî, Câmiu'l-Beyân, 1, 374-375.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/38.
[68] el-Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl, s. 28.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/38-39.
[69] Abdullah ibn Ahmed en-Nesefî, Medâriku't-Tenzîl ve Hakâiku't-Te'vîl, 1,116.
[70] el-Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl, s. 28.
[71] el-Kurtubî, age. 1,451.
[72] Ebu'l-Ferec Cemaleddin Abdurrahman ibn Ali ibnu'l-Cevzî, Zâdu'l-Mesîr fî İlmi't-Tefsîr, r, 127; el-Kurtubî, age. Beyrut 1408/1988.11,43.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/39.
[73] Abdullah ibn Ahmed en-Nesefi, Medâriku't-Tenzîl ve Hakâiku't-Te'vîl, 1,117.
[74] el-Kurtubî, age. 11,49; Abdu'l-Fettâh el-Kâdî, Esbâbu'n-Nuzûl ani's-Sahâbe ve'1-Mufessirin, Kahire tarihsiz, s. 17-18.
[75] Taberî, Câmiu'l-Beyân, 1,385-386; Abdu'l-Fettâh el-Kâdî, Esbâbu'n-Nuzûl ani's-Sahâbe ve'l-Mufessirîn, Kahire tarihsiz, s. 18.
[76] el-Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl, s. 28. Ayrıca bak: Taberî, Câmm'i-Beyân, 1,385.
[77] Taberî, câmiu'l-Beyân, 1,385.
[78] Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/39-41.
[79] el-Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl, s. 29; Abdullah ibn Ahmed en-Nesefî, Medâriku't-Tenzîi ve Hakâiku't-Te'vîi, 1,117.
[80] H. Tahsin Emiroglu, Esbâb-ı Nüzul, Konya 1965,1,77.
[81] Taberî, Câmiu'l-Beyân, 1,388-389.
[82] Ebu'l-Ferec Cemaleddin Abdurrahman ibn Ali ibnu'l-Cevzî, Zâdu'3-Mesîr fî İlmi't-Tefsîr, 1,131.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/41-42.
[83] el-Vahidî, Esbâbu'n-Nüzûl, s. 29; el-Kurtubî, age., 11,53.
[84] Abdulfettâh ei-Kâdî, Esbâbu'n-Nuzûl ani’s-Sahâbe ve'l-Mufessirîn, s. 18.
[85] Taberî, Câmiu'l-Beyân, 1,394.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/42.
[86] el-Vahidî, Esbâbu'n-Nüzûl, s. 30.
[87] el-Kurtubî, age. II,53.
[88] Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/43.
[89] Tirmizî, Tefsîru'l-Kur'ân, 2/3, hadis no: 2957. Tirmizî hadisin "ğarîb" olduğunu, ravilerinden Eş'as'in ise zayıf görüldüğünü kaydetmiştir.
[90] Tirmizî, TefsmTi-Kur'ân, 2/4, hadîs no: 2958.
[91] Müslim, Müsâfmn, 33, 37.
[92] Abdullah ibn Ahmed en-Nesefî, Medâriku't-Tenzîl ve Hakâiku't-Te'vîl, 1,120.
[93] el-Kurtubt age. II,56.
[94] el-vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl, s. 31
[95] el-Kurtubî, age. II,57.
[96] Taberî, Câmiu'l-Beyân, 1,402; 11,93.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/43-44.
[97] el-Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl. s. 31.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/44.
[98] Taberî, câmiu'l-Beyân, 1,407.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/45.
[99] el-vâhidî, Esbâbun-Nüzût, s. 31;el-Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi'1-Kur'ân, 11,64; Abdullah ibn Ahmed en-Nesefî, Medâriku't-Tenzîl ve Hakâiku't-Te'vîl 1,122.
[100] Taberî, Câmiu’l-Beyân, I,409.
[101] el-Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl, s. 32; el-Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi'1-Kur'ân, 11,64.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/45.
[102] el-Kurtubî, ei-Câmiu ii-Ahkâmi'i-Kur'ân, I,481.
[103] Ebu'l-Ferec Cemaleddin Abdurrahman ibn Ali ibnu'l-Cevzî, Zâdu'l-Mesîr fî İlmi't-Tefsir, 1,138.
[104] el-Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl, s. 32.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/46.
[105] el-Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl, s. 32.
[106] Ebu'l-Ferec Cemaleddin Abdurrahman ibn Ali ibnu'l-Cevzî. Zâdu'l-Mesîr fî İlmi't-Tefsîr, 1,139.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/47.
[107] Taberî, Câmiu'l-Beyân, 1,422.
[108] Abdullah ibn Ahmed en-Nesefî, Medâriku't-Tenzîl ve Hakâiku't-Te'vîl, 1,124.
[109] Tirmizî, Tefsîru't-Kur'ân, 2/6-7, hadis no: 2959, 2960.
[110] el-Kurtubî, eî-Câmiu li-Ahkâmi'1-Kur'ân, 11,77. Ayrıca bak; Buhârî, Salât, 32.
[111] el-vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl, s. 32; Ferec Cemaleddin Abdurrahman ibn Ali ibnu'l-Cevzî, Zâdu'l-Mesîr fî İlmi't-Tefsîr, 1,149.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/48.
[112] el-vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl, s. 32-33.
[113] Bak: Taberî, Câmiu'l-Beyân, I, 440.
[114] Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/48-49.
[115] el-Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi'l-Kur'ân, 11,96.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/49.
[116] el-Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl, s. 33; Ebu'l-Ferec Cemaleddin Abdurrahman ibn Ali İbnu'l-Cevzî, Zâdu'l-Mesîr fî İlmi't-Tefsîr, 1,151.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/49.
[117] el-Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl, s. 33; Ebu Abduüah Muhammed ibn Ahmed el-Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi'l-Kur'ân, 11,101, 106; Abdullah ibn Ahmed en-Nesefî, Medâriku't-Tenzîl ve Hakâiku't-Te'vîl, 1,134.
[118] Bak: Ahmed Abdurrahman el-Bennâ, Minhatu'l-Ma'bûd fî Tertibi Musnedi't-Tayâlisî Ebî Dâvûd, el-Mektebetu'l-İsİâmiyye, (İkinci baskı) Beyrut 1400,11,12.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/49-50.
[119] Alâuddîn Ali ibn Muhammed el-Bağdâdî el-Hâzin, Lubâbu't-Te'vîl fî Maâni't-Tenzîl, Beyrut tarihsiz, 1,93.
[120] Esbâbu'n-Nuzûl ani's-Sahâbe ve'1-Mufessirîn, s. 21-22.
[121] el-Kurtubî, el-Câmiu Ii-Ahkâmi'1-Kur'ân, 11,100-101.
[122] Taberî, Câmiui-Beyân, 1,400.
[123] Taberî, Câmiu'i-Beyân, II,4.
[124] Taberî, Câmiu'i-Beyân, II,13.
[125] Muvatta', el-Kıble, 4, hadis no: 6. Ayrıca bak: Buhârî, Salât, 32; Müslim, Mesâcid, 13.
[126] Müslim, Mesâcid, 15.
[127] Muvatta, el-Kıble, 4, hadis no: 7.
[128] Muslim, Mesâcid, 11.
[129] Müslim, Mesâcid, 12.
[130] Buhârî, Salât, 31.
[131] Ahmed Abdurrahman el-Bennâ, Minhatu'l-Ma'bûd fî Tertibi Musnedi't-Tayâlisî Ebî Dâvûd, el-Mektebetu'l-İslâmiyye, (ikinci baskı) Beyrut 1400, 11,12.
[132] Taberî, Câmiu'l-Beyân, 11,4.
[133] Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/51-54.
[134] Taberî, Câmiu'i-Beyân. 11,20.
[135] Ebu'I-Fercc Cemaleddin Abdurrahman ibn Ali ibnu'İ-Cevzî. Zadu'l-Mesîr fi Ilmi't-Tefsîr, 1,161.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/54-55.
[136] Bak: Hâzin, Lubâbu't-Te'vîl, 1,97.
[137] el-Vahidî, Esbâbu'n-Nüzûl, s. 34.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/55.
[138] Müşellel Medine'ye yedi mil mesafede, deniz yönünden Kadîd'e inilen bir dağdır. Buradaki Menâfi oraya ilk diken Huzâa kabilesinden Amr ibn Luhayy imiş. Ezd ve Gassân bu putu ziyarete gelip haccederlermiş.
[139] Ebu Bekr Abdullah ibn ez-Zubeyr el-Humeydî, el-Musned, tah: Habîbu'r-Rahmân el-A'zamî, Beyrut tarihsiz, 1,107; el-Kurtubî, el-Câmiu H-Ahkâmi'1-Kur'ân, 11,120.
[140] Müslim, Hacc, 259.
[141] Müslim, Hacc, 260.
[142] Müslim, Hacc, 261; Buharı, Hacc, 79.
[143] Müslim, Hacc, 262.
[144] el-vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl, s. 35.
[145] Aynı gerekçe ibn Abbâs'tan da rivayet edilmiştir. Bak: Taberî, Câmiu'I-Beyân, 11,28.
[146] el-vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl, s. 35-36.
[147] Buhârî, Hacc, 8.
[148] Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/55-58.
[149] el-Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl, s. 36.
[150] Taberî, Câmiu'i-Beyân, 11,32.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/58.
[151] Ebu'l-Ferec Cemaleddin Abdurrahman ibn Ali ibnu'l-Cevzî, Zâdu'l-Mesîr fi İlmi't-Tefsîr, 1,167; el-Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi'1-Kur'ân, 11,128.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/58-59.
[152] El-Vâhidî, Esbâbun-Nuzûl, s. 36; el-Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi'1-Kur'ân, 11,129.
[153] Taberî, Câmiu'l-Beyân, 1137-38.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/59-60.
[154] el-Kurtubî, el-Câmiu H-Ahkâmi'i-Kur'ân, 11,139-140.
[155] el-vahidî, Esbâbu'n-Nüzûl, s. 36.
[156] Fahreddin er-Râzî, Mefatîhu’l-Ğayb, Tahran tarihsiz, V,2.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/60.
[157] Taberî, Câmiu'l-Beyân, 11,47; el-Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi'İ-Kur'ân, II,141.
[158] Ebu'i-Ferec Cemaleddin Abdurrahman ibn Ali ibnu'l-Cevzî, Zâdu'l-Mesîr fî İlmi't-Tefsîr, 1,183.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/60-61.
[159] el-Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl, s. 37; Râzî, Mefâtîhu'l-Ğayb, v,25
[160] Taberi, Câmiu'l-Beyân, 11,53.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/61.
[161] el-Vâhidî, Esbâbu'n-nüzûi, s. 37.
[162] Taberî, Câmiu'l-Beyân, 11,55-56; el-Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi'1-Kur'ân, 11,160.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/62.
[163] Râzî, Mefâtîhu'l-Ğayb, v,46.
[164] Taberî, camiui-Beyân, II,6I.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/63.
[165] el-Kurtubî, el-Câmîu H-Ahkâmı'I-Kur'ân, 11,173.
[166] Ebu'l-Berekât Abdullah ibn Ahmed en-Nesefî, Medâriku't-Tenzîl ve Hakâiku't Te'vîl, Beyrut 1416/1996,1,150.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/63-64.
[167] el-Kurtubi el-Câmiu li-Ahkâmi'l-Kur'ân, II,206.
[168] Taberî, Câmiul-Beyân, 11,92-93.
[169] Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/64-65.
[170] el-Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl, s. 37-38.
[171] Bak: İbnu'l-Esîr, Usdu'i-Ğâbe. VI, 256.
[172] İbnu'l-Esîr, age. 111,59.
[173] el-Vâhidî, age. s. 39.
[174] Taberî, Câmiu'l-Beyân, 11,96-98.
[175] el-Vâhidî, Esbâbu'n Nüzul, s. 39; Taberî, Câmıu'l-Beyân, 11,100.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/65-67.
[176] el-Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl s. 39. Vahidî rivayetindeki eksikler Müslim'den ve İbnu'l-Esîr'in Usdu'l-Ğâbe'sinden tamamlanmıştır. Bak: Usdu'1-Ğâbe, 1,137.
[177] Müslim, İman, 223-224.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/67-68.
[178] el-Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl s. 39.
[179] Bak: İbnu'i-Esîr, Usdui-Ğâbe, ı,29i-292.
[180] el-vâhidî, Esbâbu'n-Nuzûi, s. 39.
[181] Ebu’l-Ferec Cemaleddin Abdurrahman ibn Ali ibnu'l-Cevzî, Zâdu’l-Mesîr fî İlmi't-Tefsîr, 1,195.
[182] Râzî, Mefâtîhu'1-Ğayb, V,124.
[183] el-Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl, s. 40.
[184] Taberî, Câmiu'I-Beyân, 11,108-109.
[185] el-vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl, s. 40.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/68-70.
[186] el-Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl, s. 40-41.
[187] Taberî, Câmiu’l-Beyân, 11,110.
[188] el-Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi'I-Kur'ân, 11,232.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/70-71.
[189] el-Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl. s. 41.
[190] Abdulfettâh el-Kâdî, Esbâbu'n-Nuzûl, s. 29.
[191] Taberî, Câmiu'i-Beyân, II,116.
[192] el-Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmı'l-Kur'ân, 11,236.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/71-72.
[193] el-Vahidî, Esbâbu'n-Nüzûl. s. 41.
[194] Ahmed Abdurrahman el-Bennâ, Minhatu'l-Ma'bûd fî Tertîbi Musnedi't-Tayâlisî Ebî Dâvûd, el-Mektebetu'I-İslâmiyye, (İkinci baskı) Beyrut 1400,11,13; el-Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl, s. 42; Taberî, Câmiu'l-Beyân, 11,119.
[195] el-Kunubî, el-Câmiu li-Ahkâmi'il-Kur'ân, 11,241.
[196] el-Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl, s. 42.
[197] Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/72-73.
[198] Ahmed Abdurrahman el-Bennâ, Minhatu'l-Ma'bûd fî Tertibi Musnedi't-Tayâlisî Ebî Dâvûd, el-Mektebetu'I-İsIâmiyye, (İkinci baskı) Beyrut 1400, M, 13.
[199] Buhârî, Tefsru'l-Kur'ân, 2/32; Muhsar, 7.
[200] el-Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl, s. 43-44; Taberî, Câmiu'l-Beyân, II,134-135
[201] Müslim, Hacc, 81-84,85-86.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/74.
[202] Buhârî, Hacc, 6; el-Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl, s. 44; Ebu'l-Ferec Cemaleddin Abdurrahman ibn Ali İbnu'l-Cevzî, Zâdu'l-Mesîr fî İlmi't-Tefsîr, 1,212.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/75.
[203] el-Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl, s. 44-45.
[204] Taberî, Camîu'l-Beyân, II,164.
[205] İbn Kesîr, Tefsîru'l-Kur'âni'l-Azîm, İstanbul 1984, 1,349-350; el-Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi'i-Kur'ân, 11,274-275.
[206] Ebu'l-Berekât en-Nesefi, Medâriku't-Tenzîl, 1,162; Râzî, Mefâtîhu'1-Ğayb, V, l71.
[207] Buhârî, Tefsîru'I-Kur'an, 2/34; Buyu', 36; Hacc, 150; el-Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl, s. 45; Taberî, Câmiu'l-Beyân, II,164.
[208] Râzî, Mefâtîhu'l-ğayb, V,171.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/75-76.
[209] Ahmed Abdurrahman el-Bennâ, Minhatu'l-Ma'bûd fî Tertibi Müsnedi't-Tayâlisî Ebî Dâvûd, 11,13.
[210] el-Vâhidî, Esbâbu'n-nüzûl, s. 45.
[211] Müslim, Hacc, 153.
[212] Müslim, Hacc, 152.
[213] İbn Hişâm, es-siret'n-Nebeviyye, I,199.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/76-77.
[214] Ebu'l-Ferec Cemaleddin Abdurrahman ibn Ali ibnu'l-Cevzî, Zâdu'l-Mesîr fî İlmi't-Tefsîr, 1,215.
[215] el-Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzul, s. 46.
[216] Taberî, Câmiu'l-Beyân, 11,173.
[217] Taberî, Câmiu'i-Beyân, II,174.
[218] Abdulfettâh ei-Kâdî, Esbâbu'n-Nuzûl, s. 32.
[219] el-Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmu’l-Kur'ân, 11,288.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/78-79.
[220] Ebu'l-Berekât en-Nesefî, Medâriku't-Tenzîl, 1,165.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/79.
[221] Taberî, Câmiu'l-Beyân, İL 181 -182.
[222] H. Tahsin Emiroğlu, Esbab-ı Nüzul Konya. 1965,1,186-187.
[223] bak: îbnu'l-Esîr, Usdu'l-Ğâbe, Kahire tarihsiz, Dâru'ş-Şa'b neşri, n,287.
[224] Olayın buraya kadarki kısmı Buhârî'de de yer almaktadır. Bak: Buhârî, Meğâzî, 28.
[225] Taberî, Câmiu'iBeyân, 11,182; İbnırI-Cevzî, Zâdu'l-Mesîr fi İlmi't-Tefsîr, Beyrut 1384/1964, 1,219-220. Hubeyb ibn Adiy) hakkında bilgi için bak: İbnu'l-Esîr, Usdu'1-Ğâbe, 11,120-122; Zeyd ibnu'd-Desine hakkında bilgi için bak İbnu'1-Esîr, Usdu'1-Ğâbe, 11,286-287.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/80-82.
[226] Taberî, Câmiu'i-Beyân, 11,187.
[227] İbnu'l-Cevzî, Zâdu'l-Mesîr ff İlmi't-Tefsîr 1,223. Suheyb'in hal tercümesi için bak: İbnu'l-Esîr, Usdu'1-Ğâbe, 111,36-38; Ebu Zerr'in hal tercümesi için bak: İbnu'l-Esîr, Usdu'1-Ğâbe, VI.99-101.
[228] Râzî, Mefâtîhu'l-Gayb, 204.
[229] ibnu'l-Cevzî,Zâdu'i-Mesîrfiiimi't-Tefsîr, 1,223; İbn Kesîr, Tefsîru'1-Kur'âni'l-Azîm, İstanbul 1984 (Kahraman Yayınlan), 1,260-261).
[230] Alûsî, Rûhu'li-Maânî, Beyrut tarihsiz, II,97.
[231] Alûsî, Rûhu'İ-Maânı, 11,97.
[232] Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/82-83.
[233] Taberi, Câmiu'l-Beyân, II, 189.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/84.
[234] Alûsî, Rûhu'l-Maânî, Beyrut tarihsiz,11,100.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/84.
[235] Taberi, Câmiu'l-Beyân, II,198-199.
[236] İbnu’l-Cevzî, Zâdu'i-Mesîr, I,231-232; Râzî, Mefâtîhu'l-Gayb, VI, 19.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/85.
[237] Taberî, Câmiu'l-Beyân. 11,200.
[238] Amr İbnu'i-Camûh Uhud'da şehid olmuştur. Hal tercümesi için bak: İbnu’l-Esîr, Usdu'1-Ğâbe, IV,206-208.
[239] Alûsî, Rûhu’l-Maânî, Beyrut, tarihsiz, 11,105.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/85-86.
[240] Hal tercümesi için bak: tbnu'i-Esîr, Usdu'i-Ğâbe, 111,194-196.
[241] Ebu Muhammed Abdulmelik ibn Hişâm, es-Sîretu'n-Nebeviyye, tahkik: Mustafa es-Saka, İbrahim el-İbyârî, Abdulhafîz Şelebî, Kahire 1375/1955, 1,601-604; Taberî, Câmiu'l-Beyân, 11,202-203.
[242] Taberî, Câmiu'l-Beyân, 11,203.
[243] İbn Kesîr, Tefsîru'i-Kur'âni'i-Azîm, 1,371.
[244] el-Vâhidî en-Neysâbûrî, Esbâbu'n-Nuzûl, Beyrut 1985, s. 50-51.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/86-89.
[245] İbn Hişâm, es-Sîretu'n-Nebeviyye, 1,605; Taberî, Câmiu'l-Beyân, 11,207; İbn Kesîr, Tefsîru'l-Kur'âni'1-Azîm, 1,371.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/89.
[246] Alusî, Rûhu'l-Maânî, Beyrut tarihsiz, 11,111.
[247] Ahmed Abdurrahman el-Bennâ, Minhatu'l-Ma'bûd fî Tertibi Musnedi't-Tayâlisî Ebî Dâvûd, 11,14.
[248] Celâleddin Abdurrahman es-Suyûtî, Lubâbu'n-Nukûl fî Esbâbi'n-Nuzûl, (Tefsîru'l-Celâleyn hamişinde), Kahire tarihsiz, s. 1,54.
[249] Alûsî, Rûhu'l-Meânî, Beyrut tarihsiz, II,115.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/89-90.
[250] Ebu Davud, Vasâyâ, 7, hadis no: 2871; Neseî, Vasâyâ, 11, hadis no: 3667,3668.
[251] Taberî, Câmiu'l-Beyân, 11,216-218.
[252] İbnu'i-Cevzî, Zâdu'l-Mesir fi İlmi't-Tefsîr, Beyrut 1384/1964,1,244.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/91-92.
[253] İbnu't-Cevzî, Zâdu'l-Mesîr fî İlmi’t-Tefsîr, 1,245.
[254] Taberî, Câmiu'i-Beyân, 11,223.
[255] Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi'l-Kur'an, Beyrut 1408/1988,111,47.
[256] Îbnu'l-Cevzî, Zâdu'l-Mesîr, 1,246.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/92-93.
[257] Ahmed Abdurrahman el-Bennâ, Minhatu'l-Ma'bûd fi Tertibi Musnedi't-Tayâlisî Ebî Dâvûd, 11,14; Ebu Davud, Nikâh, 45-46, hadis no: 2165.
[258] Taberî, Câmiu'l-Beyân, 11,224; Suyûtî, Lubâbu'n-Nukûl, s. 1,56.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/93-94.
[259] Taberî, Câmiu'l-Beyân, II,232.
[260] Taberî, Câmiu'l-Beyân, 11,234.
[261] Ebu Davud, Nikâh, 44-45, hadis no: 2164; Suyûtî, Lubâbu'n-Nukûl, 1,57-58.
[262] Ebu Bekr Abdullah ibn ez-Zubeyr el-Humeydî, el-Musned, tah: Habîbu'r-Rahman el-A'zamî, Beyrut tarihsiz, II, 532, hadis no: 1263. Ayrıca bak: Buhârî, Tefsîru'i-Kur'ân, 2/39 ; Müslim, Talâk, 117, 118; Tibb, 50; Ebu Davud, Nikâh, 44,45; Tirmizt, Tefsîru'l-Kur'ân, 2/25; İbn Mâce, Tahâre, 122; Nikâh, 29; Dârimî, Vudû\ 114; Ahmed ibn Hanbel, Musned, 11/182, 210, 272, 344, 408, 444, 476, 479; Suyûtî, Lubâbu'n-Nukûl, 1,4.
[263] Suyûtî, Lübabun-Nukûl, 1/6.
[264] Suyûtî, Lubâbu'n-Nukûl, s. 1,56-57.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/94-96.
[265] Alûsî, Rûhu'l-Maânî, Beyrut tarihsiz, II,126.
[266] Taberî, Câmiu'l-Beyân, II,239; Suyûtî, Lubâbu'n-Nukûl, 1,59.
[267] İbnu'l-Cevzî, Zâdu'l-Mesîr, 1,253.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/96.
[268] Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi'1-Kur'ân, 111,66.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/97.
[269] el-Vâhidî en-Neysâbûrî, Esbâbu'n-Nuzûl, s. 56; H. Tahsin Emiroğlu, Esbab-ı Nüzul, 1,231.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/97.
[270] İbn Kesîr, Tefsîru'i-Kur'âni'1-Azîm, 1,296.
[271] Suyûtî, Lubâbu'n-Nukûl, I,59.
[272] İbnu'i-Cevzî, Zâdu’l-Mesîr, 1258.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/97-98.
[273] Taberi, Câmiu'l-Beyân, 11.276; Suyûtî, Lubâbu'n-Nukûl, 1,59-60.
[274] Tirmizî, Talâk, 16, hadis no: 1192.
[275] Ebu Davud, Talâk, 9-10, hadis no: 2195.
[276] Taberî, Câmiu'l-Beyân, 11,281.
[277] Bak: Esbâbu'n-Nuzûl, s. 37; el-Câmiu li-Ahkâmi'1-Kur'ân, 111,92-93.
[278] Bak: Ebu Davud, Talâk, 17, hadis no: 2227-2229; Tirmizî, Talâk, 10, hadis no: 1185
[279] Celâluddm Abdurrahmân es-Suyûtî, ed-Durru'l-Mensûr frt-Tefsîri'1-Me'sûr, Beyrut 1403/1983,1,670.
[280] İbnu'i-Cevzî, Zâdu'l-Mesîr {Dip not), I,264.
[281] Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/98-101.
[282] Bak: İbnu'i-Esîr, Usdu'1-Ğâbe, 11,233; VII,43-44.
[283] Bak: Buhân, Talâk. 7.3".libâs, 23; Müslim, Nikâh, 111.112; Neseî, Nikâh, 43, hadis no: 3281
[284] Buhân, Libâs, 23.
[285] Râzî, Mefâtîhu'1-Ğayb, VI,105; Suyûtî, ed-Durru'l Mensur fı't-Tefsîri'l-Me'sûr, 1,677-678.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/101-102.
[286] Taberî, Câmiu'l-Beyân, 11,295.
[287] Taberî, Câmiu'l-Beyân, 11,295.
[288] Mısır 1328, 1,197.
[289] I,61.
[290] Taberî, Câmiu'l-Beyân, 11,296.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/103.
[291] Ahmed Abdurrahman el-Bennâ, Minhatu'l-Ma'bûd fi Tertibi Musnedi't-Tayâlisî Ebî Dâvûd, 11,14-15; Kurtubî, el-Câmiu li-AhkâmiM-Kur'ân, 111,104-105.
[292] Buhâri, Tefsîru'l-Kur'ân, 2/40; Tirmizî, Tefsîru'I-Kur'ân, 2/28, hadis no: 2981.
[293] Taberî, Câmiu'i-Beyân, n.297-298.
[294] Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi'1-Kur'ân, 111,104-105: IbnuM-Esîr, Usdu'1-Ğâbe, V.232-233; VI.27,
[295] Râzî, Mefâtîhu'i-Ğayb, vi,ıı i.
[296] el-Vahidî en-Neysâburî, Esbâbu'n-Nuzûl, s. 58.
[297] Suyûtî, Lubâbu'n-Nukul,63.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/104-105.
[298] Kurtubî, eicâmiu n-Ahkâmi'l-Kur'ân, 111,133.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/105.
[299] Ahmed ibn Hanbel, Musned, V.206; Taberî, Câmiu'l-Beyân, 11,348.
[300] Müslim, Mesâcid, 35. Ayrıca bak: Buharı, el-Amel fi's-Salât, 2; Tefsîru'l-Kur'ân, 2/43; Tİrm! î, Salât, 180, hadis no: 405; Tefsîru'l-Kur'ân, 2/33, hadis no: 2986.
[301] Râzî, Mefâtîhu'1-Ğayb, VI,153.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/105-106.
[302] Suyûtî, ed-Dumı'i-Mensûr, I,692.
[303] İbnul-Cevzî, Zâdu'l-Mesîr, 1,285; Abdulfettâh el-Kâd, Esbâbu'n-Nuzûl ani's-Sahâbe ve'1-Mufessirîn, s. 39-40.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/106-107.
[304] Taberî, Câmiu'i-Beyân, II,364.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/107.
[305] Taberî, Câmiu'l-Beyân, 11,366; Suyûtî, ed-Durru'1-Mensûr, 1,742.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/107-108.
[306] Suyûtî, zâdu'i-Mesîr, 1,747.
[307] Râzî, Mefâtîhu'i-öayb, VU66.
[308] el-Kurtubî, el-câmiu li-Ahkâmi'i-Kur'ân, IH.156.
[309] Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/108-109.
[310] Taben, Câmiırı-Beyân, nı,7.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/109.
[311] Ebu Davud, Cihad, 116, hadis no: 2682; el-Vâhidî en-Neysâbûrî, Esbâbu'n-Nuzûl, s. 59.
[312] Taberî, Câmiu'i-Beyân, ni,ıo.
[313] Taberî, câmiu'i-Beyân, 111,11.
[314] el-Vâhidî en-Neysâbûrî, Esbâbu'n-Nuzûl, s. 59.
[315] Taberî, Câmiu'l-Beyân, III, 10-11; el-Vahidî en-Neysâbûrî, Esbâbu'n-Nuzûl, s. 59.
[316] el-Vâhıdî en-Neysâbûrî, Esbâbu'n-Nuzûl, s. 60.
[317] Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/110-112.
[318] el-Kurtubî, ei-Câmiu H-Ahkâmi'i-Kur'ân, II,184.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/112.
[319] el-Vâhıdî en-Neysâbûrî, Esbâbu'n-Nuzûl, s. 62.
[320] el-Kurtubî, ei-Câmiu li-Ahkâmi'l-Kur'ân, HI, 197; SuyÛtî, ed-DurruM-Mensur fi't-TcfsîriM-Me'sÛr, 1,747.
[321] el-Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi'l-Kur'ân, II,197.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/112-114.
[322] İbnu'l-Cevzî, Zâdu'l-Mesîr, 1,316.
[323] Tirmizî, Menâkıb, 18, hadis no: 3700.
[324] Tirmizî, Menâkıb, 18, hadis no: 3701.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/114.
[325] Taberî, Câmiu'l-Beyân, 111,55-56.
[326] Suyûtî, Lubâbu'n-Nukûi, I,67.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/115.
[327] İbnu'l-Cevzî, zâdu'i-Mesîr, i,325.
[328] İbn Kesîr, Tefsîru'l-Kur'âni'l-Arfm, 1,477-478.
[329] Taben, câmiu'i-Beyân, II,62.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/116.
[330] Râzî, Mefâtîhu'i-Gayb, vn,76.
[331] Taberî, Câmiu'l-Beyân, 111,63.
[332] îbn Kesîr, Tefsîm'i-Kur'âni'i-Azîm, 1,478-479.
[333] el-Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur'ân, 111,218-219.
[334] Taben, Câmiu'i-Beyân, II,63.
[335] Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/117-118.
[336] el-Kurtubî, ei-Câmiu îi-Ahkâmf 1-Kur'ân, 111,225.
[337] İbnu'l-Cevzî, Zâdu'l-Mesîr, 1,330.
[338] Suyûtî, Lubâbu'n-Nukûi, 1,68.
[339] Alûsî, Rûhu'l-Maânî, m,48.
[340] Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/118-119.
[341] Abduifettâh ei-Kâdî, Esbâbu'n-Nuzûi, s.42.
[342] Taben, Câmiu'i-Beyân, m,7i.
[343] Abdufettâh ei-Kâdî, Esbâbu'n-Nuzûi, s. 43.
[344] ibn Kesîr, Tefsîru'i-Kur'ânn-Azîm, 1,489-490.
[345] ei-Kurtubî, ei-Câmiu îi-Ahkâmri-Kur'ân, hı.234-235
[346] Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/119-120.
[347] el-Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi'I-Kur'ân, 111,239.
[348] Taberî, Câmiu'i-Beyân, m,75.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/120.
[349] Yalnız Buhârî, İbn Abbâs'ın "Hz. Peygamber (sa)'e son nazil olan âyet faiz âyetidir." sözünü Tefsîru'l-Kur'ân kitabının "Öyle bir günden sakının ki o gün Allah'a döndürüleceksiniz." âyetine ait olan 53. bâb'da vermektedir.
[350] Taberî, Câmiu'i-Beyân, 111,76.
[351] Aiûsî, Rûhu'i-Maânî, m,55.
[352] Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/121.
[353] îbn ICesîr, Tefsînri-Kur'âniM-Azîm, 1,495.
[354] Aiûsî, Rûhu'i-Maânî,
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/121.
[355] Müslim, İman, 199; Ahmed ibn Hanbel, Musned, 11,412; Taberî, Câmiu'l-Beyân, 111,96.
[356] Ahmed ibn Hanbel, Musned, 1,233.
[357] Müslim, İman, 200; Tirmizî, Tefsîru'l-Kur'ân, 2/40, hadis no: 2992; Taberî, Câmiu'l-Beyân, 111,95.
[358] Taberî, Câmiu'l-Beyân, HI,96.
[359] Taberî, câmiu't-Beyân, m,95.
[360] Taberî, Câmiu'l-Beyân, 111,102.
[361] el-Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmn-Kur*ân, III,281, 283.
[362] Alûsî, Rûhu'l-Maânî, 111,65.
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/122-124.

1. sayfa (Toplam 1 sayfa) Tüm zamanlar UTC + 2 saat
Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group
http://www.phpbb.com/