Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 1 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: İhsân ve Murâkabe
MesajGönderilme zamanı: 26.05.10, 16:50 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Moderator
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 26.12.08, 08:19
Mesajlar: 583
İhsân ve Murâkabe
Yıl: 2004 - Ay: Şubat - Sayı: 216
Tasavvuf; kulun her zaman ve mekânda Cenâb-ı Hakk’ın mânevî huzûrunda bulunmakta olduğu şuurunu hatırında ve gönlünde dâimâ canlı ve zinde tutmasıdır. Çünkü ancak bu şuur içinde olan has kullar, ibâdet, muâmelât, hissiyât velhâsıl bir ömrü kuşatan bütün davranışlarına îtinâ ederler. Her nefes:

“…Biz ona (insana) şah damarından daha yakınız.” (el-Kâf, 16) âyetinin muhtevâsı içinde yaşarlar.

İşte bu, ihsân ve murâkabe hâlidir ki, kulun her an Cenâb-ı Hakk’ın nezâretinde ve her hâlinin O’nun tarafından bilinmekte olduğu şuurunu hiçbir zaman kaybetmemesidir. Bu hâl, günahlara karşı sağlam bir zırh gibidir. Zîrâ insan, kendini ilâhî huzurda bilmekteyken ve kalbi: “Yâ Rabbî!” diyerek Hak ile berâberken nasıl günah işleyebilir?

Günlük hayatımızda bir çift gözün kendisini gördüğünü sezen bir insan, yapacağı nice yanlışlardan el çekiyor, üstelik bu, kendisine cezâ veremeyecek bir çift âciz göz bile olsa… Bu insan, ihsân duygusuna sâhip olup Yaratıcı’sının murâkabesini hakkıyle idrâk etse, o ilâhî kudretin hilâfına bir iş yapabilir mi? Aslâ! İşte asr-ı saâdetten bu hâle muhteşem bir misâl:

Bir gece vakti Halîfe Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, mûtâdı olduğu üzere Medîne sokaklarını gezmekteydi ki, ansızın durakladı. Önünden geçmekte olduğu evden dışarıya kadar taşan bir ana ile kızının tartışması dikkatini çekmişti. Ana, kızına:

“–Kızım, yarın satacağımız süte biraz su karıştır!” demekteydi. Kız ise:

“–Anacığım, halîfe süte su karıştırılmasını yasak etmedi mi?” dedi. Ana, kızının sözlerine sert çıkarak:

“–Kızım, gecenin bu saatinde halîfenin süte su kattığımızdan nasıl haberi olacak?!.” dedi. Ancak gönlü Allâh sevgisi ve korkusu ile diri olan kız, anasının süte su katma hîlesini yine kabûllenmedi ve:

“–Anacığım! Halîfe görmüyor diyelim, Allâh da mı görmüyor? Bu hîleyi insanlardan gizlemek kolay, ama her şeyi görüp bilen kâinâtın Hâlık’ı Allâh’tan gizlemek mümkün mü?..” dedi.

Rabbânî hakîkatlerle dolu temiz bir vicdan ve diri bir kalbe sâhip olan bu nezîhe kızın, derûnî bir Allâh korkusu içinde annesine verdiği cevap, Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ı son derece duygulandırdı. Onu, gönlündeki takvâsı ile müstesnâ bir nasip bildi ve oğluna gelin olarak aldı. Beşinci halîfe olarak zikredilen meşhur Ömer bin Abdülazîz, işte bu temiz silsileden doğdu.

Bu îtibarla bütün mesele, Cenâb-ı Hakk’ın murâkabesi altında olduğumuzu bilerek yaşayabilmektir. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“...Ne­re­de olur­sa­nız olun, O si­zin­le berâberdir...” (el-Ha­did, 4)

Yine Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, hilâfeti devrinde Hazret-i Muâz’ı, Kilâboğulları aşîretine gönderdi. Devlet hazinesinden ödenmesi gereken paraları ödeyecek, verilmesi ge­reken malları verecek, zenginlerden alınan zekâtları, fakirlere dağıtacaktı.

Muâz -radıyallâhu anh-, üzerine aldığı vazîfeyi en güzel şekilde yapar, gönüller fethederek tatlı hâtıralarla geri dönerdi. Geri döndüğünde ise dünya malı olarak sâdece boynunu toz ve güneşten korumak için kullandığı atkısı olurdu. Bu atkı zaten, giderken de üzerinde var olan bir atkıydı.

Hanımı dayanamadı, sordu:

“–Böyle bir vazîfe üstlenenler, belli bir ücret alırlar, evlerine de hediye getirirler. Hani hediye nerede?”

Muâz -radıyallâhu anh- cevap verdi:

“–Benimle birlikte hiç yanımdan ayrılmayan bir murâkıp vardı. Her alıp verdiğimi hesap ediyordu.”

Hanımı kızdı:

“–Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- her hususta sana güvenirdi. Ebû Bekir de öyle. Ömer geldi; seninle birlikte murâkıp mı gönderiyor? Her yaptığını tâkip mi ettiriyor?”

Söz, Hazret-i Ömer’in hanımına, ondan da Hazret-i Ömer’e ulaştı. Hazret-i Ömer, Hazret-i Muâz’ı çağırıp sitemle sordu:

“–Ben senin ardından böyle bir murâkıp göndermediğim hâlde duyduklarım nedir yâ Muâz? Benim sana îtimâdım yok mu zannediyorsun?”

Hazret-i Muâz’ın cevâbı pek mânidardı:

“–Ey Mü’minlerin Emîri! Hanıma özür olarak öne sürebilecek ancak bunu bulabildim. Hem murâkıp dediğim, sizin murâkıbınız değil, Allâh’ın murâkabesi idi. Bu sebeple yaptığım hizmetin ecrini zâyi etmemek için câiz bile olsa nefsime âit hiçbir şey alamam…”

Hazret-i Ömer, onun bu sözlerle ne kasdettiğini anlamıştı. Zîrâ Muâz -radıyallâhu anh- nefsine ve dünyâya âit her şeyden müstağnî idi. Halîfe, onu taltif ederek kendinden bir miktar hediye verdi ve:

“–Git bununla âilenin gönlünü al!” dedi.

Bu hâdiseden alınacak hisse; dâimâ nazar-ı ilâhînin müşâhedesi altında olduğumuzun şuuruyla yaşamak, yâni ihsân ve murâkabe hâlinde olmaktır. Yoksa bütün işi sırf bir hizmet müessesesinde çalışmak olan kimselerin, yaptıklarının mukâbili olarak rızıklarını temin için ücret almaları tabiîdir. Hazret-i Muâz’ın hâli ise üstün bir fazîlet ve îsârdır. Hizmet müesseselerinde çalışanların da, aldıkları ücretin karşılığı olan mesâîlerinin dışında da hizmetlerini fî-sebîlillâh devam ettirmek sûretiyle bu îsâr ve fazîleti göstermeleri mümkündür.

Bu bakımdan nefsânî arzuları berta­râf için, insanın zaman zaman kendini murâkabe etmesi lâzım geldiği husû­sundaki:

“ •”

“İlâhî mahkemede hesâba çekilmeden evvel, nefsinizi hesaba çekiniz.” îkâ­zını hatırdan uzak tutmamalıdır.

Her an zikrullâh ve murâkabe şuuru içinde bulunmanın lüzûmunu ifâde eden şu hadîs-i şerîf de câlib-i dikkattir:

“Allâh’ı unutarak lüzumsuz konuşmalara dalmayın. Çünkü Allâh’ı unutarak yapılan çok konuşmalar kalbi katılaştırır. Allâh’tan en uzak olan kimse ise kalbi katı olandır.” (Tirmizî, Zühd, 62)

Bu yüzden, bilhassa seher vakitlerinin feyizli demlerini günümüzün her ânına yaygınlaştırmalıyız. Seherin o müstesnâ anları, günümüz için bir model niteliği taşımalıdır. Seherini ve gününü böyle düzenleyen bir kul, Hak Teâlâ’nın râzı olduğu bir hâl içindedir ki bu, “merdıyye” makâmıdır. Bu makamda güneşin güçlü şuâlarının bir merceğin altındaki çer-çöpü yakması gibi kalbde kötü huylar yok olmuş, cemâlî sıfatlar tecellî ederek güzel huylar inkişâf etmiştir. Öyle ki, Yaratan’dan ötürü yaratılan­lara şefkat, merhamet, sevgi, cömertlik, affedicilik, nezâket ve hassâsiyet bir lezzet hâlindedir. O, nefsini en güzel şekilde muhâ­sebe ve murâkabe eder. Her nefeste yaratılış gâyesini gözeterek nefs ve şeytanın hîlelerine karşı gaflete düşmekten sakınır. Zîrâ kalbi, Rabbi ile beraberdir. Âyet-i kerîmede:

“...Bilin ki Allâh, kişi ile onun kalbi arasına girer...” (el-Enfal, 24) buyrulur.

Bu âyetin şümûlüne giren kul, dostluğun safâsına, îmânın gerçek lezzetine nâil olur. Rabbi, onu vâsıtasız ilme vâris kılar. Kâinat sahîfelerini okumağa başlar. Hikmet ve sırlara nâil olur.

Âyet-i kerîmede buyrulur:

“...Allâh’tan korkun (takvâ üzere olun! Bilin ki) Allâh (size bilmediğinizi) öğretir!..” (el-Bakara, 282)

Yûsuf -aleyhisselâm-’ı güzellik, şöhret ve servet sahibi bir kadının: «Gelsene bana!» diyerek dâvet ettiği çirkin tuzak ve fitneden kurtaran, kalbinin dâimî murâkabe hâli ve gönlündeki ihsân duygusu olmuştur. O, çok büyük bir vartayı murâkabe ve ihsân hâli ile atlatabilmiştir.

Onun için ihsân duygusu, kalbde sâbitleşerek amellere yansımalı ki, vuslata mecrâ olsun. Yoksa murâkabe hâlini veya ihsân duygusunu yalnız dil ile ifâde etmek, gönle bir şey kazandırmaz. Bu yüzden muhabbetin fânîlerden Bâkî olana, yâni Rabb’e dönmesi zarûrîdir. Muhabbet Allâh’a râm olunca, kulda zühd hâli başlar. Zühd hâli başlayınca da nefse âid olarak mal gözden düşer, ancak Allâh’a âid olarak, yâni infak ile değer kazanır, asıl mecrâsına yerleşmiş olur. Çünkü gönül, artık Hakk’a olan muhabbeti amel-i sâlih kevseri ile besler. Artık sevdiğinin sevdiği ameller rûhuna haz verir.

Nasıl ki bir nehrin, denize karıştıktan sonra kendine âit bir akışı ve rengi kalmaz; artık ona denizin renk ve âhengi hâkim olur, ihsân da böyledir. Yâni ihsân, Hak’ta fânî olarak O’nun cemâlî tecellîlerine mazhariyettir.

O hâlde diyebiliriz ki ihsân, îmânın özü ve cevheridir. Bütün ibâdetlerde ve sâlih amellerde arzu edilen huşû, ihlâs ve takvâ gibi irfan meyveleri, ancak ihsân ile elde edilebilir. Zîrâ Hakk’ı görüyormuşçasına yapılan her amel-i sâlih ile, ihlâs dalları filizlenir, takvâ çiçekleri açar ve huşû meyvelerini verir. Beşer nazarlarından uzak mahallerde bile günahlardan sakınıp istikâmet üzere olmak, ancak “Rabbim beni görüyor” şuuru içerisinde olmakla mümkündür. Onun için tasavvuf, bütün usûl ve erkânında gönlü bu hâle kavuşturmayı hedefler. Hak dostları da, bir ömür hep bu hâlin tahsîlinde talebe olmuşlardır.

Nitekim, birgün annesi Veysel Kârânî Hazretleri’ne sordu:

“–Oğlum bütün bir gece sabaha kadar nasıl ibâdet edebiliyorsun? Buna nasıl dayanıyorsun?”

Cevap verdi:

“–Ey güzel annem! İbâdetimi özene bezene yapıyorum. Kalbim huşû ile öyle genişliyor ki, yorulmak nedir bilmediğim gibi, yeryüzü ve her türlü bedenî hislerle alâkam kesiliyor. Bir de bakıyorum ki, sabah oluvermiş!..”

“–Nedir bu huşû hâli ey Üveys?”

“–Huşû, bir bedene mızrak saplansa, canın haberi olmayışıdır.”

Yine İslâm târihinde meşhur bir hâdisedir: Bir muhârebede Hazret-i Ali’nin ayağına mızrak saplanmıştı. Iztırâbından dolayı çıkaramadılar. Nihâyet Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-:

“–Ben namaza durayım da öyle çıkarın!” dedi.

Dediği gibi yaptılar. Hiçbir zorluk çekilmeden mızrak kolayca çıkarıldı. Hazret-i Ali selâm verince sordu:

“–Ne yaptınız?”

“–Mızrağı çıkardık!” dediler.

Zîrâ Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın vücûdu, namazın huşûu ve mânevî hazzı ile âdetâ erimiş, dünyâdan tecerrüt etmişti. Hazret-i Ali’nin bu hâli, ihsân ve murâkabe’nin canlı bir misâlidir.

İbâdetlerden zevk almak, onlardan yorulmamak, ancak ihsân duygusu ile mümkündür. Gönlünde ihsân duygusu olmayan kimse, namaz kılsa yorulur; namaz ona ağır gelir. Zenginse, zekât ve sadaka vermekten çekinir. Çünkü ilâhî murâkabeden uzak olduğu için îmânın lezzetini alamamıştır.

Bu îtibarla denilebilir ki; dosdoğru kılınacak namaz, gönülden verilecek zekat ve infak, muhabbetle tutulacak oruç, aşkla yapılacak hac, kalbi havf ve recâ arasında tutacak kalb-i selîm vasfı ve bütün güzellikler, hep ihsân hâlinin semeresidir.

İhsân ve murâkabe hâlinde olabilmek,

Cenâb-ı Hakk’ı çok zikretmekle mümkündür. Zîrâ zikir, aklın ve gönlün Hak ile irtibâtını sağlar ve irfânı kuvvetlendirir. Onun için Cenâb-ı Hak, Hazret-i Mûsâ ve Hazret-i Hârun’u, Firavun’a irşad vazifesiyle gönderirken şöyle buyurmuştur:

“Sen ve kardeşin, âyetlerimle (Firavun’a) gidin; beni zikretmekte gevşek davranmayın.” (Tâhâ, 42)

Kur’ân-ı Kerîm’de pek çok yerde zikirle ilgili ilâhî emir vardır. Ancak sâdece bu âyet bile onun ehemmiyetini idrâk için kâfîdir. Zikir, kalbin yegâne cilâsı ve itmi’nân vâsıtasıdır. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“...Dikkat edin! Kalbler, ancak Allâh’ın zikriyle mutmain olur.” (er-Ra’d, 28)

Zikirle mutmain bir kalb, ilâhî nazarların tecellî mekânıdır. Çünkü o, artık ibâdetlerin fazîletine mâkes bir kalb-i selîm vasfında olup şu âyet-i kerîmenin sırrına nâil olmuştur:


“O gün, ne mal fayda verir, ne de evlâd! Ancak Allâh’a kalb-i selîm (temiz bir kalb) ile gelenler müstesnâ!” (eş-Şuarâ, 88-89)


Bunun için de, nefs engelini aşıp zikir, tevbe, zühd, te­vekkül, kanaat, sabır ve murâkabe gibi kalbî hâllerle kemâle ermek zarûrîdir.

Rivâyete göre Îsâ -aleyhisselâm-, teninde alacalar bulunan ve iki şakağı da çökmüş bir şahsa rastladı. O şahıs, üzerindeki hastalıklardan âdeta habersiz bir hâlde kendi kendine:

“–Yâ Rabbî! Sana sonsuz hamd ü senâlar olsun ki, insanların pek çoğunu mübtelâ kıldığın dertten beni halâs eyledin!..” diyordu.

Îsâ -aleyhisselâm-, muhâtabının fikriyâtının kemâlini yoklamak maksadıyla ona:

“–Ey kişi! Allâh’ın senden giderdiği hangi dert var ki?!.” dedi.

Hasta şöyle cevap verdi:

“–Ey Rûhullâh! En fecî hastalık ve belâ, kalbin Hak’tan gâfil olmasıdır. Şükürler olsun ki ben Cenâb-ı Hak ile beraber olmanın zevk, lezzet ve füyûzâtı içindeyim. Bu yüzden sanki vücudumdaki hastalıklardan haberim bile yok...”

Hulâsa; dî­nin fet­vâ yö­nü bir bi­nâ­nın te­mel direk­le­ri, tak­vâ yö­nü ise, o di­rek­ler etrafında­ki ta­mamla­yı­cı za­râ­fet un­sur­la­rı­dır. Bu iki özel­li­ği bir­leş­ti­ren ta­sav­vuf; hayatı, insanı ve kâinâtı îzâh ederken, mes’ûliyetlerin da­ha derin bir hikmet ile idrâk ve îfâsını sağlamaktadır.

Ta­sav­vuf, İs­lâm’ı ihsân, murâkabe, ih­lâs, zühd, tak­vâ, tes­li­mi­yet ve mu­hab­bet öl­çü­le­riy­le ya­şa­yabilmektir. Diğer bir ifâdeyle tasavvuf, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve

sellem-’in 23 yıllık nebevî hayatından hisse alabilmektir. Bilhassa, o yüce hayatı özetleyen «Cibrîl hadîsi»ni (îmân ve ihsânın târif edildiği hadîsi) hayata aksettirmektir.

Yine tasavvuf, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ve O’nun şahsında bütün ümmete yüce bir fermân olan: «Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!» âyetinin muhtevâsına girebilmektir. Ki bu âyet, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in saçlarını ağartmıştır.

Câlib-i dikkattir: Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, 23 senelik nebevî hayatında nice çetin muhârebelere iştirak etti, günlerce aç kaldı,

Hazret-i Hatice, Hazret-i Hamza gibi nice sevdiklerini ve hâmîlerini yitirdi, hattâ altı evlâdının beşi sağlığındayken vefat etti. Bütün bunları rızâ ve teslîmiyetle karşıladı. Ancak, Rasûl-i Ekrem Efendimiz: «Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!» âyetinin bulunduğu “Hûd Sûresi beni ihtiyarlattı” buyurdu. (Bkz. Tirmizî, Tefsîr-i Sûre, 56/6)

Zîrâ vuslat yolu, çok uzun ve dar bir koridordur. İçi imtihan ve iptilâlarla doludur. Bir peygamber için bile, saçlarını ağartacak derecede mes’ûliyetler vardır. Bu yüzden Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- her ânını ihsân hâlinde yaşamış ve o vuslat yolunda katettiği her merhaleden sonra dâimâ bir evvelki hâline tevbe ve istiğfâr eylemiştir. Ayrıca her an şâhid olduğu sonsuz ilâhî tecellîler karşısında kulluktaki acziyetini şöylece dile getirmiştir:

“Yâ Rabbî! Biz Sen’i, Sana lâyık bir mârifetle ta­nıyamadık...” (Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, II, 520)

Bu hakîkat ışığında ihsân ve murâkabe bahsinde bize düşen; Allâh’ın her an üzerimizde vâkî olan müşâhedesini idrâk ettikten sonra, hâllerimizi, ihsân hâlinin en büyük âbidesi olan Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yüce hâllerine göre istikâmetlendirmektir. O’nun sabrı nasıldı, bizimki nasıl? O’nun cömertliği, vefâsı nasıldı, bizimki nasıl? O’nun namazı, orucu, haccı, zekâtı, kelime-i şehâdeti nasıldı, bizimki nasıl? O’nun Hak yolunda hizmet ve azmi, adâlet ve insafı nasıldı, bizimki nasıl? Hâsılı bütün bir hayatımızı kuşatan ahlâk ve davranışlarımızı böylece muhâsebe etmeliyiz. Çünkü yegâne fiilî kıstas, üsve-i hasene, yâni kıyâmete kadar beşeriyete en güzel örnek O’dur. O ki, iki cihanda şâhidimiz ve şefaatçimiz…

İhsân ve murâkabe duygusuna nâil olmak için gönlümüzde onun zemînini nefs tezkiyesi ve kalb tasfiyesi ile hazırlamamız ve: “İç âlemini temizleyen kurtuluşa erdi.” (eş-Şems, 9) âyetinin muhtevâsına girmemiz zarûrîdir. Bunun için dikkat edilecek hususların en mühimleri şunlardır:

-Helâl gıdâ hususunda titizlik göstermek,

-Kul ve mahlûkat hakkına riâyet etmek,

-Seher vakitlerini ihyâ etmek,

-Huşû, ta‘zim li-emrillâh, yâni Allâh’ın emir ve nehiylerine vecd içinde riâyet etmek,

-İctimâî hizmetlere koşmak,

-İnfakta bulunmak, malı Allâh için ve gönül hazzıyla verebilmek,

-Sâlihlerle beraber olmak,

-Kur’ân’la duygulanmak ve Kur’ân’a hizmet etmek,

-Zikri kalb mahfazasına yerleştirmek,

-Kötü ahlâktan kaçınmak, (gıybet, bencillik, israf, yalan, haset, ihtiras, riyâ, hubb-i riyâset, koğuculuk vs.)

-Tefekkür-i mevt, yâni ölümü düşünüp son nefese kadar bütün nefesleri uyanık olarak teneffüs etmenin gayreti içinde olabilmek.

Hiç şüphesiz, ihsân ve murâkabe hâlini yaşayıp yaşatma hususunda en ulvî misâl, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’dir. O’ndan sonra da o Varlık Nûru’nun veresesi olan ehlullâh hazarâtı gelir ki onların her hâlleri ayrı bir güzellik, letâfet, incelik ve yücelik ihtivâ eder. Nitekim Cenâb-ı Hakk’ın böyle has kullarından, irşâdına mazhar olduğumuz ve bu ay vefâtının yirminci sene-i devriyesini idrâk ettiğimiz Mahmud Sâmi Ramazanoğlu -kuddise sirruh-’un örnek hayatı, bizleri her vesîle ile ihsân ve murâkabe duygularına yönlendirici işâret ve irşadlarla doludur. Bu vesîle ile kendisini rahmetle anar, şefaatine nâil olmayı Cenâb-ı Hak’tan niyâz ederiz.

Cenâb-ı Hak, cümlemize; îmân ve irfânımızı, bunların meyvesi olan bütün amellerimizi ve ömrümüzü kuşatan her türlü kulluk tezâhürlerimizi ihsân duygusu ve ilâhî murâkabe iklîminde îfâ edebilmeyi nâsîb eylesin!..

Âmîn!..

O.N.Topbaş


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 1 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 1 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye