Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 2 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: İran-Suriye İlişkilerine Teo-Politik Bir Bakış
MesajGönderilme zamanı: 21.10.11, 14:40 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 08.11.09, 20:20
Mesajlar: 58
İran-Suriye İlişkilerine Teo-Politik Bir Bakış

Sinan Tavukçu


10 Ekim 2011

Suriye rejiminin her türlü insan hakkı ihlallerine rağmen İran’ın Beşşar Esad yönetimine verdiği destek genellikle Suriye’nin jeo-politik önemi ile açıklanmıştır. Ancak, İsnaaşeriye mezhebinin resmi devleti olan İran ile Suriye’yi yöneten Şii Nusayri rejimi arasındaki tarihi “teo-politik” ilişkinin de bu işbirliğinde payı olduğu göz önünde bulundurulması gereken bir gerçektir. Bu yazımızda, tarih boyunca İran’ın Suriye’ye olan ilgisi bu bakış açısıyla incelenmeye çalışılacaktır.

İran’ın Suriye’ye Olan Tarihi İlgisi

Suriye ilk defa M.Ö. 54o yılında Pers Krallığının hâkimiyeti altına girmişi. Bu Fars hâkimiyeti 207 yıl kadar sürdü. Pers Kralı Dareios’un M.Ö. 333 yılında Makedonya Kralı İskender’e yenilmesiyle bu coğrafyadaki Pers hâkimiyeti yerini Makedon hâkimiyetine bıraktı. Suriye topraklarında Makedon hâkimiyeti M.Ö. 83 yılına kadar devam etti. Bu tarihten sonra, 14 yıl süreyle Ermeni Krallığı bu bölgede egemenlik kurdu. M.Ö. 64 yılından itibaren Suriye’de uzun yıllar devam edecek olan Roma hâkimiyet dönemi başladı. Hristiyanlığın doğum şehri Kudüs’ün Romalılar tarafından tahribinden sonra Suriye hristiyanlığın merkezi haline geldi. M.S. 395 yılında Roma’nın ikiye bölünmesiyle Suriye, Doğu Roma (Bizans) egemenliği alanında kaldı. İslâmiyet öncesi bu coğrafya Bizans İmparatorluğu’nun vassalı olan ve hristiyanlaşmış bulunan Gassânîler tarafından yönetildi.

613 yılında Gassânileri yenen Sâsâniler Dımaşk’ı ele geçirerek Suriye’yi hâkimiyetleri altına aldılar. Bu işgal, bölgedeki ikinci Fars hâkimiyeti idi. Ancak, 628 yılında Bizans İmparatorluğu’nun burayı geri almasıyla İran hâkimiyeti kısa sürede sona erdi. Roma ve İran arasında cereyan eden Ortadoğu üzerinde hâkimiyet mücadelesinde Suriye hep Roma’nın hükümranlık alanında kaldı.

Müslümanların Suriye’ye Hâkim Olması ve Hilâfet Mücadelesinde Suriye’nin Rolü

Müslümanların Gassâni yönetimiyle teması, Hz.Muhammed’in onları İslâm’a davet etmek üzere elçi yollamasıyla başladı. Ancak, davet mektubunu getiren elçinin Gassânî Emiri Şurahbil b.Amr tarafından öldürülmesi Hz.Muhammed tarafından savaş sebebi sayıldı ve Peygamber bölgeye bir ordu gönderdi. Bizans ordusu ile İslâm ordusu arasında Mûte Harbi olarak bilinen savaş yapıldı. Peygamberin vefatından sonra hâlife Hz.Ebubekir döneminde başlayan Filistin-Suriye bölgesini fetih hareketi Hz.Ömer döneminde (635 yılında) Dımaşk, Hama, Ba’lbek ve Humus, 636 yılında Şeyzer, Kınnesrin, Halep, Lazkiye, Tartûs ve Antakya’nın alınmasıyla tamamlandı.

Hz.Ömer döneminde Dımaşk valiliğine getirilen Muâviye b.Ebû Süfyân, Hz.Osman döneminde Filistin, el-Cezire, Humus ve Kınnesrin’in kendisine bağlanmasıyla Suriye genel valisi oldu. Hz.Osman dönemi, Ümeyyeoğulları (Emevi Ailesi)’nın İslam devletinde kadrolaşma ve aile hâkimiyeti kurma dönemi oldu. Muâviye, Suriye’nin en güçlü kabilesi Kelb kabilesinden Yezid’in annesi olacak Meysun ile evlenerek bu güçlü kabilenin siyasi desteğini arkasına aldı. Muâviye’nin Suriye valisi olmasının ardından yaşanan olaylar İslâm tarihine damgasını vurdu. Suriye hilâfet kaynaklı çatışmaların en önemli merkezlerinden birisi haline geldi.

Hz. Osman’ın 35/656 yılında öldürülmesinden sonra yerine Hz. Ali hâlife seçilmişti. O, ilk iş olarak Hz. Osman’ın Şam, Mısır, Kûfe, Basra, Yemen valilerini değiştirmek suretiyle, devlet içerisindeki Emevi yapılanmasını tasfiye etmeye teşebbüs etti. Ancak Şam halkı yeni valiyi kabul etmediği gibi Muaviye de Hz. Ali’ye biat etmeyi reddetti. Hz. Osman’ın kanlı gömleğinin, Suriyeli Kelb kabilesine mensup eşi Naile tarafından intikamının alınmasını isteyen bir mektupla birlikte Dımaşk (Şam)’a, Muaviye’ye gönderilmesi İslâm tarihine damgasını vuran hadiselerin başlamasına sebep oldu. Kanlı gömleği bir tahrik aracı olarak kullanan Muaviye, Hz.Osman’ın katillerini cezalandırmadığı gerekçesiyle Suriye halkını arkasına alarak Hz. Ali’ye karşı mücadeleye girişti. Hz. Ali’nin 40 yılında, Kûfe’de Hariciler tarafından katledilmesinden sonra, hilâfet makamının sahip oldu. Hz. Osman’ın öldürülmesinden sonra hâlifenin kim olacağı hususu, Emevi-Hâşimi aileleri arasında mücadele mevzuuna dönüşmüştü. İslâmiyetin gelmesinden önce Mekke yönetimi için rekabet halinde olan Emevi-Hâşimi aileleri arasındaki rekabet tekrar canlandı. Hatta Hz. Ali ile Muaviye taraftarları arasında cereyan eden Sıffin savaşı, bazı tarihçiler tarafından Emevilerle-Haşimiler arasında Uhud ve Bedir’de yaşanan mücadelenin devamı ve ikinci savaş olarak görüldü. Bu mücadele de Muaviye’ye en büyük desteği Suriyeliler verdi ve kurulan Emevi devletinin merkezi Şam oldu.

Kûfe halkı Muaviye’ye karşı Hz. Hasan’a biat ettilerse de, arkasında yeterli destek bulunmadığını anlayan Hasan, Muaviye ile bir anlaşma yaparak hilâfet talebinden vazgeçti. Muaviye ölümünden önce oğlu Yezid’i veliahd tayin etti ve Müslümanlardan onun adına biat almaya başladı. Ancak Hicaz bölgesi halkı ona biat etmekten geri durdular. Muaviye’nin ölümünden sonra Yezid Emevi devletinin başına geçti. Ona biat etmeyi reddeden Hz. Hüseyin, Kûfelilerin ısrarlı daveti üzerine, Yezid b. Muaviye’ye karşı mücadele etmek üzere Kûfe’ye giderken, 61 yılında Kerbela mevkiinde, Yezid orduları tarafından aile efradı ile birlikte katledildi. Geriye ailesinden sadece oğlu Zeynelâbidin kalmıştı.

Ali taraftarlığını ifade eden ve ilk defa Hz Osman döneminde Mısır’da ortaya çıkan Şiilik daha sonra Irak’ta yayılmış ve burayı merkez edinmişti. Nitekim bu destek dolayısıyla Hz. Ali, hilâfeti boyunca Irak’ta kalmayı tercih etmişti. Önceleri dini bir muhteva taşımayan “Şia” kavramı, Hz. Hüseyin’in şehâdetinden sonra yeni bir anlama kavuştu. Şia taraftarları Hz. Ali ve evlatlarından gasp edildiğini düşündükleri “hilâfet” müessesesinin karşısına, mahiyeti itibariyle ondan daha güçlü olan “imâmet” inancını koydular. Bu imâmet anlayışına göre imam tayini beşeri değil, rabbani/ilâhi bir işti. Yeryüzünün hiçbir devirde hüccetsiz kalması mümkün olmadığından, imâmet kıyamete kadar sürmek zorundaydı. Her imam kendisinden sonraki imamı belirleyecek ve bu silsile kıyamete kadar kesintisiz olarak devam edecekti. Bu imâmet anlayışı sahiplerine göre Ehl-i Beyt’e mensup Hz. Hasan’ın imâmetten çekilmesinden sonra, imâmet hakkı Hz.Hüseyin ve oğullarına geçmişti ve Hz.Hüseyin’in katlinden sonra imametin sağ kalan oğlu Zeynelâbidin’den devam etmesi gerekiyordu.

Hilâfet ihtilafları sırasında Iraklı ve Suriyelilerin aldıkları pozisyon hâlifenin belirlenmesinde önemli rol oynamış, söz konusu ihtilaflar iki bölge halkları arasında mücadeleye dönüşmüştü. O sırada Irak’ta hâkim olan kültür Fars ve Keldani kültürü idi. Irak coğrafyası Roma-İran hâkimiyet mücadelesinde İran kisralarının egemenliği altında olmuştu. Sâsânilerin başşehri olan Medain, bugünkü Irak sınırları içerisinde, Bağdat yakınında Dicle nehrinin iki tarafında yer alıyordu. Müslüman fatihler 637 yılında Celûlâ savaşında Sâsâni ordularını yenerek Sâsâni devletini yıkmış, ardından bütün İranşehr’i (Sâsâniler döneminde Irak’ı da içine alacak şekilde İran’ın tamamına “İranşehr” adı verilmişti) ele geçirmişlerdi. Hilafet mücadelesinde karşı karşıya gelen Irak ve Suriye halklarının aldığı pozisyon, bir anlamda, birbiriyle bölgede asırlardır mücadele eden Roma ve Sâsâni geleneğinin tekrar karşı karşıya gelmesini ifade ediyordu.

Hz.Ömer döneminde Sâsâni devletinin yıkılmasında sonra İranlılar, hilâfeti bir Arap hegemonyası şeklinde gördüler ve Emevi-Hâşimi mücadelesinde politik olarak Haşimilerin yanında yer alıp, Şiîliğe destek verdiler. İranlıların Şiaya ve onların imamet anlayışına destek vermelerinin bir başka boyutu daha vardı. Zeynelâbidin’in annesi İran Kisrası II. Yezdücerd'in kızı Şahbanu idi. İranlılar, Hz.Hüseyin’in oğlu Zeynelâbidin’i aynı zamanda anne tarafından Sâsâni soyunun devam ettiricisi olarak kabul ediliyorlardı. Zeynelâbidin kişiliğinde iki kutlu soy birleşmişti. Zeynelâbidin’den itibaren kıyamete kadar devam edecek bu imâmet anlayışı, aynı zamanda Sâsâni soyunun da otorite makamında devam etmesi demekti. İranlılar bu sebepten Ehl-i Beyt’e özel bir sevgi duydular. Kerbela hadisesi ve sonrasında yaşanan acı olaylar İranlılar arasındaki Ehl-i Beyt taraftarlığını iyice güçlü hale getirdi. Keysaniyye, İmamiyye, Zeydiyye ve İsmailiyye gibi Şiîliğin önde gelen bütün fırkaları IX. yüzyılda İran’ın çeşitli bölgelerinde taraftarlar kazandılar.

Suriye’de İsmâilî Kökenli Mezheplerin Yerleşmesi

Beşinci İmam Cafer el-Sadık’ın 765’te ölümüyle birlikte İmamiye Şiası iki temel fırkaya bölündü. . İmam Cafer-i Sadık’ın kendisinden sonra imam olarak tayin ettiği oğlu İsmail, İmam Cafer’den daha önce ölmüştü. İmâmiye taraftarlarından bir kısmı, imametin İsmail’e geçtiğini ve onun vefatı ile imametin onun oğlu Muhammed b. İsmail'e geçtiğini iddia ederek ona biat ettiler. Bunlara “İsmâilî” dendi. İmamiye taraftarlarından bir kısmı da, ölümüyle İsmail’in imamet hakkının sona erdiğini, “Allah’ın bedâ yaptığı” nı (Yani Allah’ın fikir değiştirerek başka birini imam atadığını) iddia ederek İmam Cafer-i Sadık’ın hayattaki oğlu Musa Kâzım’a (ö.183/799) biat ettiler ve imamet zincirinin onun nesli tarafından devam ettirileceğine inandılar. “İsna Aşeriye Şiası” olarak adlandırılan bu grubun inançlarının esas manada teşekkülü On birinci İmam Hasan el-Askerî (ö.260/873)nin vefatından sonra oldu. Hasan el-Askerî ardında bir oğul bırakmadan ölmüştü. İmamiye, Hasan el-Askerî’nin halefsiz vefat etmesiyle ya imametten vazgeçmek veya imamlığın kesintiye uğradığını kabul etmek ya da vefat eden imamın gizli bir oğlunun bulunduğunu kabul etmek seçeneğiyle karşılaştılar. Bu problemi, Hasan’ın bir erkek çocuğu olduğu, adı Muhammed el-Mehdî el-Muntazar olan bu on ikinci imamın Kâim Mehdî olarak dönünceye kadar da gaybette kalacağı inancını geliştirerek aştılar.

İmâmet anlayışı dolayısıyla bu farklılaşma konumuz bakımından önem taşımaktadır. Zira, İsmâilîler aksiyoner bir politika izlerken, “İsnaaşeriye” taraftarları bekleme (intizar) dönemine girmişti. 12’inci İmamın gaipliğinden sonra “İsnaaşeriye” taraftarları, Mehdi’nin zuhuruna kadar beklemeyi tercih ettiler. Onlar adaletsiz idarecilere başkaldırmaya sıcak bakmıyor, takiyye yapmayı imanın bir parçası sayıyorlardı. Muhammed b. Ebi Zeyneb en-Nu’mâni’nin el-Gaybe kitabında, Ebu Ca’fer el-Bakır’dan rivayet etmiş olduğu aşağıdaki sözler, İmâmiyye Şiasının siyaset ve devlet kurma yasağının temelini oluşturuyordu:

“Yere çakılı kal! Sana anlatacağım alametleri görünceye kadar ne elini ne de ayağını kıpırdat. Muhammed ailesinin aykırı yola girenlerinden de sakın. Çünkü Muhammed ve Ali ailesinin bir, başkalarının birçok sancağı vardır. Yere çakılı kal! Onlardan hiç birine uyma; ta ki Hüseyin’in soyundan yanında peygamberin ahdi, sancağı ve silahı bulunan bir adamı görünceye kadar. İşte daima bunlara bağlı kal ve sana anlattığım diğerlerinden sakın.

Sana Allah’tan sakınmanı, evden çıkmamanı ve bu insanların cemaati içinde oturmanı öğütlerim. Bizden olup ayaklananlardan sakınmanı tavsiye ederim. Çünkü onlar (hak namına) hiçbir şey üzerinde olmadıkları gibi, bir yere varacak da değiller.

Peygamberimizin Ehl-i Beyt’ine bakın ve onlar oturduğunda siz de oturun. Eğer sizi çağıracak olursa onlara yardım edin, sevap kazanırsınız. Onların önüne geçmeye çalışmayın, yoksa felaket sizi yıkar.

Mehdinin sancağından önce dikilen her sancağın sahibi Allah’ın dışında ibadet edilen bir tağuttur. Kâim’in çıkışından önce gerçekleşecek olan her biat kafirlik, münafıklık ve düzenbazlık biatıdır.

Allah’a yemin ederek söylüyorum ki, Kâimin çıkışından önce bizden çıkacak olan her İmam, henüz kanatları tam gelişmemiş olan bir kuş yavrusunun yuvasından uçup çıkması, çocukların da onu yakalayıp onunla oynamalarından kurtulamazlar.”

“İsnaaşeriye” taraftarları bir anlamda dünyadan elini çekmiş beklerlerken, onların bîdat içinde gördükleri İsmâilîler müthiş bir örgütlenme faaliyeti yürütüyorlardı. İsmâilî Karmatî hareket ortaya çıktığında İmâmîler’in onbirinci imamı (ö.874), yerine geçecek kişiyi açıkça ilan etmeden henüz yeni ölmüştü. İsmâilî dâîler bu durumu kendileri için bir fırsata dönüştürdüler ve kendi Mehdî anlayışlarını Şia içinde yaygınlaştırdılar. İsmâilîlerin îtikadına göre İsmail’in oğlu Muhammed, Mehdî olarak gaybetteydi ve yedinci Nâtık olarak zuhur edip kıyameti ilan edecekti. Onun zuhuruna kadar gizlenmeyi prensip edindiler. Bu setr döneminde dâîler tarafından yönetilen gizli bir ihtilal teşkilatı kurarak mezheplerini yaymayı sürdürdüler.

İslâmın yayıldığı bu dönemde müslüman olan yeni kavimlerle Araplar arasında “Arap-Mevali” ayrımı yapılması, fatih Arapların mevaliye kendileriyle eşit olan Müslümanlar nazarıyla bakmamaları Arap olmayan Müslüman halklarda sosyo-politik tepkiler doğmasına sebebiyet vermişti. İsmâilîler işte bu kaos ortamını çok iyi değerlendirdiler. 136-159/753-775 arasında hüküm süren halife Mansur zamanından itibaren İranlılar Araplara karşı üstünlük iddialarına başladılar ve “Şuubiye” adı verilen Arap aleyhtarı bir fırka kurdular. Bu fırka mensupları Arap olmayan Müslümanların Araplara eşit olduğuna değil, bilakis Arapların İranlılar, Suriyelilerle mukayese edildiği zaman her bakımdan geri ve ilkel bir ırk olduğunu iddia ediyorlardı. Bu Arap karşıtlığına ilaveten, İsmâilî yayılması için en elverişli zemini “Hürremi” isyanları sağladı. Eski İran mezhebi Mazdek menşeli olan Hürremîler, İslam fütuhatını bir Arap istilası olarak görüp, hâkimiyeti ele geçirmek için her fırsatta zuhur ettiler. Hâlife Me’mun zamanında Abbasi yönetimine karşı çok kanlı bir isyan başlattılar. Bütün Bâtınî unsurlar bu isyanda o dönemki Hürremi lider Babek’in yanında yer aldı. İsyancılar neredeyse Bağdat’a kadar bütün bir İran ve Irak coğrafyasını kontrolleri altına aldılar. (816-838) yılları arasında cereyan eden ve neticede Babek’in öldürülmesi ile sona erdirilen bu isyandan sonra, Hürremi isyanına katılanların birçoğu İsmâilîlerin saflarına katıldılar.

IX-XII. yüzyıllarda İsmâilîye mezhebi Sünni İslam dünyasını sarsan bir gelişme gösterdi. İsmâilîye ortaya çıkışından itibaren bir buçuk asır süre ile gizli imamlar ve dâiler tarafından idâre edilmişti. Basra, Kûfe, İran, Yemen, Bahreyn ve Kuzey Afrika'ya gönderilen dâiler, mezhebi yaymak için büyük çaba gösterdiler. Ali b. el-Fadl ve İbn Havşeb Yemen'de, Ebu Said el-Cennâbî ve oğlu Ebu Tahir el-Cennâbî Bahreyn'de, Ebu Abdulah eş-Şiî ise Kuzey Afrika'da devlet kurmaya muvaffak oldular.

İsmâilîye etkisini artırdığı sırada kendisi de kelâmî anlayış bakımından değişime uğradı. Yerleştiği bölgelerde karşılaştığı Sâbiîlik, Yeni-Eflatunculuk, Hermescilik, Fisagorculuk, Zerdüştlük, Maniheizm ve Budizm gibi felsefî ve dinî düşüncelerin etkisiyle İsmâilîye içinde yeni inançlar ortaya çıktı. Bunun sonucu mezheb kendi içerisinde bölünmelere uğradı. Bu mezhepten Karmatî(**) ve Nusayrî(***) fırkaları ayrıldı. Fatımi devletinin kurulmasından sonra Nizârîyye ve Mustaliye İsmâilîleri (*), bilahare Dürzîlik(****) adı altında yeni fırkalara ayrıldı.

Bu fırkalardan Karmatî gruplar, bir inanç hareketi olarak devam etmeyi başaramadılar. Daha ziyade eylemleriyle bilindiler. İsmâilî dâisi Hamdan Karmat önderliğindeki Karmatî hareket 891-892 yıllarında yayıldı ve güçlendi. Kurulan Karmatî devletlerinden en güçlüsü Ebu Said el-Hasan Cennabi başkanlığında 899 yılında Bahreyn’de kurulan “Bahreyn Karmatî Devleti” oldu. Bahreyn Karmatîleri beklenen Mehdî Muhammed b. İsmâil’in (300-316/912-928) yılı civarında zuhur edeceğini tahmin ve telkin ediyorlardı. Bu vakit gelmiş olmasına rağmen onun gelişi gecikmişti. Gecikmenin sebebini Hz. Muhammed’in şeriatının yürürlüğünün ortadan kalkmamış olmasına bağladılar ve 310/922’li yıllardan itibaren bu şeriatın uygulayıcısı olarak görülen Abbasîler’in hükmüne son verecek saldırılara başladılar. 311/923 yılında Karmatîler Basra’yı ele geçirip, halkı katlettiler. Hac kafilelerine saldırdılar. Halife’nin şehri Bağdat’ı almak için kuşattılar, ama başarılı olamadılar. Bunun üzerine Mekke’yi ele geçirip, katliam yaptılar, öldürdükleri hacıların cesedini zem zem kuyusuna attılar. Hacerü’l-Esved’i sökerek merkezleri Ahsâ’ya götürdüler (317/929). Bahreyn Karmatîlerinin liderleri kendilerini Mehdî’nin hücceti ya da halifesi olarak görüyorlardı. Mehdi beklentisi içerisinde olan Karmatîlerinin emiri Ebû Tâhir, ellerinde esir bulunan Zekeriya el-Isfahânî’ isimli bir İranlıyı Mehdî zannederek devlet yönetimini ona teslim etti. (319/931). Gerçekte Zekeriya el-Isfahânî Mecûsî idi. Yedinci Nâtık zannettikleri kişinin Mecusîliğin ilkelerini ihya edip Karmatî önderleri tek tek öldürterek devletin mutlak sahibi olmak istediğini fark edince, Zekeriya el-Isfahânî’yi öldürdüler. Sahte Mehdî olayından sonra, Mehdînin gelişini hızlandırmak için eylem yapmaktan vazgeçip, Abbasî halifesi ile anlaşma yoluna gittiler. Bu sırada kaos ortamından faydalanan İsnaaşeriyye Şia’sına bağlı İranlı Büveyhîler 932 yılında Irak’ta bir devlet kurup, Bağdat’ı ele geçirmiş ve Abbasi halifesini kontrolleri altına almışlardı. Bahreyn Karmatîleri, Mehdî krizinin yaşanmasından sonra itikâdi hedeflerindeki inandırıcılıklarını kaybettiler. Mekke’ye yaptıkları baskında aldıkları Hacerü’l-Esved’i (339/950) yılında iade ettiler. İnsanların davete olan bu inançsızlığı beraberinde siyasi çöküşü getirdi. Hicri dördüncü yüzyılın sonlarında siyasi gücünü neredeyse tamamen kaybeden hareket, beşinci yüzyılın sonlarında Selçuklular’ın Bahreyn’i ele geçirmelerine kadar varlıklarını sürdürdü. Bu devlet, faaliyetleri ile Abbasî hilafetini güçten düşürüp İslam dünyasında otorite boşluğuna sebebiyet verdi.

Suriye’de Karmatî hareket Hamdan Karmat’ın baş dâîsi Abdan’a bağlı dâîlerinden Zikreveyh’le devam etti. Zikreveyh kendisinin bağlı bulunduğu Abdan’ı öldürdükten sonra, öldürüleceği korkusuyla saklandığı yerden dâîleri vasıtasıyla hareketi yönetti. Önceleri Fatımîler’in kurucusu Ubeydullah’a sadık kalmışsa da, daha sonra onun da düşmanlığını kazandı. Onun hareketine Suriye’deki Kelb kabilesinin ve diğer kabilelerin talancı bedevileri katıldı. 292/905 yılında ortaya çıktıktan sonra, pek çok yerleşim yerine saldırıp talan yaptı ve Ürdün’ü ele geçirdi. Kufe civarında yapılan savaşta üzerine gönderilen Halife ordusunu yendi. Bu savaştan önce beklenen Mehdî olduğunu ilan etti. Arkasından Hac’dan dönen Horasanlı hacılara saldırarak binlercesini kılıçtan geçirdi. Nihayet 293/906 yılında Kadisiye’de halife ordusu Zikreveyh’i yendi ve Zikreveyh bu savaşta öldürüldü. Mehdî ya da gaip imam olarak sunulan Zikreveyh 294/906 yılında öldürülüp, vurgun ve talan fırsatı ortadan kalkınca, bölgede bu hareket hızla etkisini yitirdi. Suriye Karmatîleri, Zikreveyh’ten sonra Bahreyn Karmatîleri’ne bağlandılar.

İsmâilîye içerisinde ortaya çıkan Nusayrî, Dürzî ve Nizarî İsmâilîler ise güçlü cemaatler oluşturmayı başardılar. Bu fırkalar için Suriye bölgesi yerleşecekleri ve kendi inanç sistemlerini yayacakları önemli bir bölge olarak seçilmişti. Suriye’nin o dönemdeki siyasal bölünmüşlüğü bu akımların yayılması için elverişli bir ortam sağlıyordu. Bölgenin hâkim gücü Suriye Selçukluları arasındaki hânedan kavgası neticesinde Suriye coğrafyası, Selçuklu şehzadeleri ve emirlerinin savaş alanı hâline gelmiş, küçük bölgelerde hüküm süren hanedanlar genel kargaşadan yararlanarak bağımsızlıklarını ilan etmişlerdi. Haçlıların Suriye kıyılarını ele geçirip Urfa, Antakya, Trablus ve Kudüs olmak üzere dört devlet kurmaları bu karışıklığı daha da artırmıştı. Nusayrîler Âsi Nehri’nin batısında bulunan eski Lazkiye bölgesinde, Dürziler Cebel-i Dürüz bölgesinde, Nizârî İsmaîlileri ise Cebel-i Behrâ, Cebel-i Ensâriye gibi bölgelerde davetlerini yaymaya çalıştılar. İİsmâilî meşrepli bu üç fırka aynı zamanda birbirleri ile rekabete girdiler.

Kendi Mehdîliğini ilan ederek ilk İsmâilî Mehdîllik anlayışını terk eden Ubeydullah el-Mehdi tarafından 909 yılında Mısır’da kurulan Şii Fatımî/İsmailî devleti, Irak’a hâkim olan İsnaaşeriye mezhebine bağlı Büveyhî devletini ve Abbasi hilâfetini ortadan kaldırmak için Suriye’yi ele geçirmeyi şart görüyordu. Irak Büveyhî sultanı Adudüddevle’nin 983’te ölümünden sonra Fatımîler Suriye’de hâkim olmayı başardılar. Fatımî/İsmailî daîlerin yoğun propagandası ile Suriye hızla Şiileştirilmeye başlandı. Bu sıralarda henüz ortaya çıkmış bulunan Dürzilik’ de (1017), Karmatî mirası üzerinde kendisine yayılma alanı bulmayı başardı.

Suriye’deki Fatımî hâkimiyeti, Selçuklu Emiri Atsız b.Uvak’ın 1075’de Suriye’yi ele geçirip hutbeyi Abbasîler adına okutmasıyla son buldu. Ancak, Haçlı seferinde Haçlılarla ittifak halinde bulunan Cebelibahre Nusayrîleri, Cebelisümmak Dürzîleri ve Batı ve Güney Suriye’de yerleşik İsmailîler Sünni Suriye Selçuklu yönetimleriyle mücadeleye devam ettiler.

1096 yılında başlayan Haçlı seferleri sırasında, Nusayrîler, Dürzîler ve İsmailîler genellikle Haçlılarla ittifak ettiler. Bu ilişki, vatanlarını hristiyan işgalinden korumak için Haçlılar ile savaşan Sünni Müslümanların onlara karşı husumet duymalarına sebep oldu. Haçlıların yenilgiye uğratılmasından sonra, XI. yüzyıldan itibaren Suriye’de hâkimiyet kuran Zengîler (1127-1223), Eyyûbîler (1172-1462) ve Memlûkler (1250-1517) döneminde gulât-ı şîanın etkinliğinin kırılması ve Ehl-i Sünnet inancın yaygınlaştırılması için gayret gösterildi. Şii Fatımî devletinin izlerini ortadan kaldırmak için, Şii ulema ve davetçisi yetiştiren “Darü’l-İlim”ler kapatıldı. Yerlerine Nizâmiye medreseleri örnek alınarak çok sayıda Sünni eğitim veren medreseler açıldı.

Moğollar tarafından 1258 yılında Bağdat Abbasî halifeliğinin yıkılmasının ardından Memlûk Sultanı Baybars, 1261 yılında Kahire Abbasî hâlifeliğini tesis etti ve dört Sünnî mezhepten birer kâdılkudât tayin etmek suretiyle, uzunca bir süre Şiilerin hakimiyeti döneminde darmadağın olan Sünni dünyasını birleştirme yönünde gayret gösterdi. Nizârî İsmaîliler ile Nusayrîlerin Suriye’deki faaliyetleri Memluk Sultanı Baybars’ın bölgede otorite tesis etmesi ile zayıfladı. Memlûkler döneminde Nizârî İsmaîliler ile Nusayrîlerin Sünnileşmesi yönünde politika uygulandı.

Suriye üzerinde Şii tehdidi, 1501 yılında Şah İsmail’in kurmuş olduğu Kızılbaş Safevi Devleti ile yeniden ortaya çıktı. Şah İsmail kendi politikası çerçevesinde Suriye’yi önemli bir hedef seçmişti. Safeviler bir yandan bu topraklarda dini ve siyasi propaganda yaparak bu topraklarda yerleşik İİsmaîli, Nusayrî ve Dürzî toplulukları kendi saflarına çekmeye gayret gösteriyor, diğer taraftan Batıdan gönderilen ateşli silah ve top uzmanlarını kabul etmek için Suriye aracılığıyla Akdeniz’e çıkış elde etmeye çalışıyordu. Şah İsmail Avrupa devletlerini Osmanlıya karşı harekete geçirmek için Venedik hükümeti ile aralıksız görüşmelerde bulunuyordu. Nitekim, Şah İsmail’in Venediklilerle iş birliği sağlamak üzere gönderdiği elçisi Nikolo Soror Şah İsmail’in mektubu ile birlikte Halep’te Memlûkler tarafından ele geçirilip hapsedildi. Safevilerin Akdeniz’e kıyı Suriye üzerindeki hesapları Suriye’nin hâkimi olan Memlûkler ile Safeviler arasında gerginliğe sebep oldu. Kendi hâkimiyeti altındaki Batıni şii unsurları kontrol etmeye çalışan Memlûkler Şiiliğe dayanan Safevi Devletinin kuvvetlenmesini kendileri için dini ve siyasi olarak tehlikeli gördüler. Safevilerin Osmanlı’ya karşı birlikte mücadele etme teklifini de kabul etmediler, onların mücadelesinde tarafsız kalmaya çalıştılar.

Yavuz Sultan Selim’in 1517 yılında hakimiyetlerini sona erdirdiği Memlûklerin ardından Suriye’ye hâkim olan Osmanlılar döneminde, Nusayrîler, Dürzîler ve İsmailîler kapalı cemaatler olarak hayatlarını sürdürmeye devam ettiler.

Fransız Manda Dönemi ve Nusayriliğin Yükselişi

Fransa 1920 yılında Suriye’deki Faysal krallığına son verip Suriye’yi mandasına alınca, burada “böl ve yönet” anlayışına dayanan bir politika izledi. Bu politikanın bir sonucu olarak Lübnan’da Büyük Lübnan Devleti, Lazkiye ve çevresinde Aleviler Devleti, Cebel-i Druz’da Dürzî Devleti, Suriye’nin diğer kesimlerinde Şam ve Halep devletlerini kurdu. Daha sonra Şam ve Halep Devletleri Suriye Devleti adı altında birleştirildi. Fransız manda idaresine gönülden bağlanan unsurlar Nusayrîler oldu. Lazkiye Alevi Devleti 1936 yılında özerkliğini kaybettiğinde, Nusayrîler Suriye Devleti’ne bağlanmaya direndiler, Fransız yönetimi altında yaşamayı tercih ettiklerini Fransızlara bildirdiler. 1946’da Fransız mandası son bulduğunda, Nusayrîler Sünnilerin kontrolündeki merkezi otoriteye tabi olmak istemediler ve isyanlar çıkardılar. 1954’te Dürzî ayaklanmasının bastırılmasından sonra Nusayrîler ayrı bir devlet olmanın kâbil olmayacağını anladılar. Bu defa, ayrılmak istedikleri devletin sahibi olmak için gayret gösterdiler.

Fransızlar manda yönetimi döneminde güvenlik maksadıyla “Levant Özel Kuvvetleri”ni kurdu. Fransızların azınlıklar politikasının etkisini en derin şekilde hissettirdiği alanlardan birisini bu askeri yapılanma oluşturdu. Fransızlar bu orduyu planlı olarak kırsal kesim ve azınlık kökenlilerden teşkil etti. Manda yönetimi sona erdikten sonra Suriye yönetimine devredilen ve Suriye ordusunun çekirdeğini oluşturan “Levant Özel Kuvvetleri”nin ağırlığını Nusayrî ve Dürzî askerler oluşturuyordu. Bu durum Suriye rejiminin yapısı üzerinde, etkileri günümüze kadar devam eden belirleyici bir rol oynadı. Süreç içerisinde Baasçılık, ordudaki Nusayrî, Dürzîî ve kırsal kökenli Sünni subayları birleştiren bir ideoloji olarak doğdu.

1959 yılında Baas Partisi’nin askeri komitesinin kurulmasıyla Nusayrîlerin devlet içerisindeki hâkimiyetleri artmaya başladı. 1963’deki Baas hükümet darbesinden sonra sistemli bir şekilde önce ordudaki Sünni subaylar, Şubat 1966’daki darbede Dürzî subaylar tasfiye edildi ve yerleri Nusayrîler tarafından dolduruldu. Aşiret ve bölge bağlarını kullanmak suretiyle ordudaki kilit noktalara ve Parti’nin askeri kanadına yandaşlarını atayan Hafız Esad, 1970’de gerçekleştirdiği bir askeri darbe sonucunda Suriye’nin Nusayrî kökenli ilk devlet başkanı oldu. Esad, iktidarını garanti altına almak için bir yandan Nusayrîlerin Baas Partisi’nde hâkim olmalarını sağladı, diğer taraftan özel güvenlik, istihbarat ve özel kuvvetlerde Nusayrîlere görev verdi, ordunun komuta kademesinin de bu mezhep mensuplarının elinde bulunmasına özen gösterdi. Nüfusun % 12’sini teşkil ettiği söylenen Nusayrîlerin tüm devlete hâkim olmalarını sağladı.

İsna-aşeriyye’nin Politika Sahnesinde Yer Alması ve Suriye Yönetimi ile Mezhep Dayanışması

İsnaaşeriyye Şia’sı yazımızın önceki kısımlarında anlattığımız üzere, gaybetteki imamın zuhurunu bekliyor, ulema ve taraftarları dünyevi işlerden kendisini uzak tutuyordu. Şia uleması, merkezi iktidarları hiçbir dönemde meşru görmediler.Hatta bu mezhebe mensup Deylem asıllı Büveyhîler Irak’ta bir devlet kurmalarına rağmen (319-453/932–1062), ulema bu devlete de destek vermedi. Bağdat’ı ele geçirerek Sünni Abbasi halifelerini kontrolleri altında tutan Büveyhîler siyaseten halifeye bağlılıklarını sürdürdüler. Sâsâni hükümdarı Behram-ı Gur soyundan geldiklerini iddia eden Büveyhî hükümdarları devleti yeniden Sâsâni geleneklerine göre yapılandırmaya, halk içinde Fars geleneklerini canlandırmaya gayret ettiler. Hâkimiyetleri döneminde Bağdat’ı Şii göçüyle şiileştirmeye çalıştılar. Bugün halen yaşamakta olan “Gadîr-i Hum” gününün bayram olarak kutlanması ve Hz. Hüseyin için matem tutulması geleneklerini onlar ihdas ettiler. Büveyhîler (1062) yılında Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey tarafından ortadan kaldırılana kadar Irak’ta egemenliklerini sürdürdüler.

İsanaşeriyye Şia’sının devletle iş birliğine girmesi Safevi devlet ile birlikte başladı. Safevi öncesi (1501) dönemde Sünni devlet idaresi altında yaşayan İsanaşeriyye Şia’sı iktidarla mesafeli olmaya özen gösteriyordu. Ancak Safevi devlet ile birlikte ilk defa Şii ulemadan pek çok kişi devlet teşkilatında önemli mevkiiler aldılar ve yönetimle ittifak oluşturdular. Bu ilişki, imamın yetkilerine tecavüz etmeden Şahın düzeni sağlama ve savunmayla vazifeli olması, ulemanın ise içtihad etmesi şeklinde formüle edildi.

İran’da 1979 Devrimi ile, ulema önderliğindeki halk hareketi Şah rejimini devirmiş ve akabinde iktidarı ele geçirmesinden sonra İsanaşeriyye Şia’sı kendi devletini kurdu. “İmâmet” ve “Beklenen Mehdî” inancıyla yüzlerce yıldır baskılara ve zalimce uygulamalara rağmen isyan etmeyen, Mehdî’nin dünyaya gelmesi için bunların yaşanması gerektiğine inanan İmâmiye düşüncesi, bu devrimle birlikte terk edildi. Ayetullah Humeyni, Onikinci İmam'ın kaybolmasından tekrar ortaya çıkarak, zulümle kaplanmış yeryüzünü adâletle doldurmasına kadar müslümanların, İslâmî bir hükûmetten mahrum kalmaları mâkul değildir görüşüyle, -geçici olarak- bir fakihin yönetimini (velâyet-i fakihi) lüzumlu görüyordu. İran Anayasası’nın 5’inci maddesinde, “İmam Mehdî kayıp bulunduğu müddetçe, İran İslâm Cumhuriyeti'nde iş ve ümmetin velâyeti (devlet ve ümmetin yönetimi), halkın çoğunun tanıdığı ve liderliğini kabul ettiği âdil, takvâ sahibi, çağı bilen, cesur, tedbirli ve yönetici fakihe (müctehid derecesindeki hukuk âlimine) ait olacaktır.” ifadesiyle Velayet-i Fakih müessesesi ihdâs edildi. Böylece, asırlar sonra İsnaaşeriye mezhebi politika sahnesine çıktı.

1979 İran Devrimi’nden sonra, Nusayrîler yönetimindeki Suriye ile İran arasında özel bir ilişki doğdu. Mezhep dayanışmasının şekillendirdiği bu ilişki, taraflar arasında zamanla stratejik işbirliğine dönüştü. İran Devrimi’ni takiben 1980-88 yılları arasında yaşanan İran-Irak Savaşında, İran’a karşı bir Arap bloku oluşturulmasına rağmen İran bu savaşta Suriye’yi Arap blokunun dışında tutmayı başardı. İran, Rusya'nın bölgedeki yakın müttefiki olan Şam sayesinde, ihtiyaç duyduğu tüm Rus silahlarını Suriye aracılığıyla kolayca temin etti. Hatta Devrim Muhafızları Irak'a karşı cepheye sürülmeden önce Suriye'de eğitildi ve bunlara Rus yapımı silahları, tank ve uçakları rahatça kullanabilme becerileri kazandırıldı. İsnaaşeriye mezhebinin resmi devleti İran ile Nusayrî Suriye yönetimi arasındaki Şii dayanışması kavmi milliyetçiliğin önüne geçmişti. Hafız Esad’ın Şubat 1982’de Müslüman Kardeşler muhalefetine karşı on binlerce kişiyi katlettiği Hama katliamı, bu dayanışma sebebiyle İran tarafından görmezden gelindi. Savaştan sonra da iki ülke stratejik işbirliğini artırarak münasebetlerini devam ettirdi. Bu işbirliğine Lübnan’da bulunan Şii gruplar da eklendi.

Hafız Esad’ın 2000 yılında ölümünün ardından oğlu Beşşar Esad devlet başkanı oldu. Ancak, Beşşar Esad geçen on yıllık iktidarı döneminde Suriye’yi demokratik bir yapıya kavuşturma yolunda samimi gayretler göstermedi. 2011 Mart’ında Dera şehrinde başlayan ve ülkenin tamamına yayılan gösterilere kan dökerek cevap verdi. İran 1982’deki Hama katliamı sırasındaki tutumunu devam ettirerek baskıcı Esad rejimine destek verdi ve göstericileri ABD ve İsrail tarafından tahrik edilen “terörist gruplar” olarak tanımlamayı tercih etti.

Sonuç

Suriye, Pers İmparatorluğundan beri İran’ın Akdeniz’e ulaşmak için hâkim olmaya çalıştığı bir bölge oldu. Pers İmparatorluğu ve Sâsâniler döneminde bölgede hâkimiyet kurmalarına rağmen bu egemenlikler devamlı olmadı. Suriye iki büyük gücün çatışmasında Roma’nın hükümranlık alanında kaldı. 1501’de kurulan Safevi devletinin de hedefi, Suriye’yi ele geçirmek suretiyle, Akdeniz’e kapı açmak ve Osmanlı Devleti’ne karşı Avrupa hristiyanlarının askeri yardımlarını temin etmekti. Başaramadılar.

İşin teolojik boyutuna gelince, Suriye halkı Hâşimi-Emevi liderlik mücadelesinde Emeviler’e destek verip onlara ev sahipliği yapmış, Şia’nın Allah tarafından seçilmiş imamlar olarak kabul ettiği Hz.Ali ve Hüseyin’in öldürülmeleriyle sonuçlanan mücadelede, Muaviye ve Yezid’in yanında silahlarıyla birlikte yer almıştı. İsmâiliye’nin Suriye’yi Şiileştirme çabalarında, belki de bu tarihi rekabetin rövanşının alınması arzusu yatıyordu.

İsnaaşeriye ulemasının, Allah’ın Hz.Ali’ye hulûl ettiğini iddia etmeleri, âhireti inkar etmeleri sebebiyle Gulât-ı Şîa’dan kabul ettiği Nusayrilerin yönetimi ile İsnaaşeriye’nin resmi devletinin dayanışma içinde bulunması ve mezhebe dayalı azınlık yönetiminin sürmesi için halkın ekseriyetinin taleplerine karşı çıkılması mânidardır. Bu politika ister istemez İran’ın bölgede bir Şii hilali kurmak istediği iddialarına yol açmaktadır.


En son seyran tarafından 21.10.11, 14:57 tarihinde düzenlendi, toplamda 4 kere düzenlendi.

Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: İran-Suriye İlişkilerine Teo-Politik Bir Bakış
MesajGönderilme zamanı: 21.10.11, 14:40 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 08.11.09, 20:20
Mesajlar: 58
Sinan Tavukçu
İran-Suriye İlişkilerine Teo-Politik Bir Bakış-II

21 Ekim 2011

--------------------------------------------------------------------------------------------------------------

(*) İsmailiyye: Şianın altıncı imamı Cafer es-Sadık (148/765)'ın ölümünden sonra büyük oğlu İsmail'in yedinci imam olduğunu kabul eden bir şia fırkasıdır. İsmail'in taraftarları, İsmail’in babasının sağlığında vefat etmesi dolayısıyla imâmetin oğlu Muhammed b. İsmail'e geçtiğini iddia ederek ona biat ettiler. İlk İsmailîler Muhammed b. İsmail’in gizlenmiş son imam ve Mehdî olup tekrar döneceğine ve kıyameti ilan edeceğine inanıyorlardı.

Fakat Fatımî devletinin ortaya çıkmasıyla birlikte, liderleri Ubeydullah el-Mehdî bu imamet anlayışını değiştirdi. Bu anlayışa göre, Cafer Sadık’ın ölümünden sonra imamet diğer oğlu Abdullah el-Eftah’a intikal etmiş (Abdullah el-Eftah, babası Cafer Sadık’ın ölümünden yaklaşık yetmiş gün sonra vefat etmiştir.), ardından onun nesli vasıtasıyla kesintiye uğramadan dedelerine, onlardan da kendisine kadar gelmiştir. Bu şekilde, Muhammed b. İsmail’in Mehdî olarak döneceği düşüncesi terk edilerek, yerine “kâim”, yani halen mevcut olan imam inancı getirilmiştir. Ubeydullah el-Mehdî’nin kendisini mehdi olarak ilanı, aşağıda haklarında bilgi vereceğimiz Bahreyn Karmatîlerinin Fatimîlerden ayrılması sonucu doğurdu. Onlar, Muhammed b. İsmail’in Mehdî olarak döneceği inancına bağlılıklarını sürdürdüler.

Mehdîliğini ilan eden İsmailî imamı Ubeydullah, (297/909) yılında Fatimîler Devletini kurmayı başardı. Kısa zamanda Mısır'ı ele geçiren Fatımîler, burada kurdukları müesseselerle yaklaşık üç asır süreyle mezheplerini yaymaya çalıştılar. Ubeydullah el-Mehdî’nin yaptığı değişiklik kendisinden sonra gelen Fatımî halifeleri tarafından da benimsendi. Fatımî halifesi Muiz’e göre imâmet kendilerine Allah tarafından verilmişti. Bu nedenle tevili ve insanlığı kurtuluşa erdirecek ilahî hikmet ve ilimleri kendilerinden ve kendilerinin ilahî kuvvetinden istifade edenlerden başka kimse bilemezdi. Muiz’in döneminde imâmet anlayışı, yedi devirin varlığı ve her devirde yedi imam geldiği tezinden hareketle yeniden yorumlandı. Onlara göre, Muhammed b. İsmâil, Mehdî değildir ve Kâim olarak da zuhur etmemiştir. O, sadece yedinci devrin başlatıcısıdır. Mehdîlik sadece Ubeydullah’a da ait değildir. Ubeydullah sadece Mehdîlik kilidinin anahtarıdır ve Mehdîlik kapısını açmıştır. Ondan sonra kıyamete kadar gelecek olan imamların tamamı da Mehdî olarak daveti yürüteceklerdir. Kâim’in hemen tüm yetkileri onun imamları olan Fatımî halifelerine intikal etmiştir. Yeryüzünü adaletle dolduracak olanlar, Kâim’in Mehdîleri olan Fatımî halifeleridir. Kâim, Mehdîleri tarafından adaletle doldurulacak olan yeryüzünde zuhur edecek ve şeriatların batınî tevillerini açıklayarak insanlığı kurtuluşa erdirecektir.

Fatımî halifelerinden el-Mustansır'ın 487 (1094) yılında ölümü ile birlikte İsmailîyye, Nizâriyye ve Müsta'liyye diye iki büyük kola ayrıldı. Doğu ve Batı İsmailîyyesi diyebileceğimiz bu iki koldan birincisi İran'da Hasan Sabbah'ın şahsında büyük bir himayeci buldu, özellikle Kazvin yakınında başta Alamut kalesi olmak üzere diğer kalelerde yerleşen Nizarî fedaileri İslâm hükümdar ve devletleri için daima bir korku unsuru oldular. İsmailîye'nin bu kolu (1090-1256), Hülagu tarafından, Suriye Nizârleri ise 1273 yılında Sultan Baybars tarafından ortadan kaldırıldı. İsmailîyye'nin Musta'liyye kolu ise kısa bir müddet Mısır'da hâkimiyetini sürdürdükten sonra, birbirinden farklı kollara ayrılarak Yemen'e intikal etti. Buradan Hindistan'a geçen Müsta'liler, günümüzde Davudîler ve Süleymanîler olmak üzere iki kısma bölünmüşlerdir. Müsta'lî İsmailleri Hindistan'da Bohra adıyla anılmaktadırlar.

İsmâilîler, Sâbiîler’in yedi devir nazariyesinde etkilenerek inançlarını şekillendirmiştir. Onlara göre yedi devir vardır. Onlar her devri bir Natık’a atfederler. Birinci devrin sahibi Âdem, yedinci devrin sahibi ise Kâim’dir. Her devrin bir şeriatı yani zahiri vardır. Şeriatın zahiri yeni bir devir gelip o şeriatın nesh edilmesi ile yok olur. Zira şeriatlar dünyevî işlerin nizama konulması için zorunludur. Tevil ise kişinin kendisini kurtarıp ilahî özüne kavuşması için gereklidir. Bu nedenle zahirî şeriatın yok olması ile tevil yok olmaz. Mükemmelliğe ermeyi arzuladığı için çıktığı yolculuğunda zamanî şahıslar içinde mahsur kalan Nefs, her bir Natık’ın devrinde ilahî hakikatlerle ilgili bazı sırlara vakıf olacaktır. Bu bilgi herkesin ulaşabileceği bir bilgi değildir. Zahirde gizli olan bu bilgi ancak tevil ile anlaşılabilir. Bâtınî sırların elde edilmesi sadece vekil tayin edilmiş, hidayet eden bir âlimin aracılığı ile olabilir. Bu sayede her devirde ilahî bilginin bir kısmını elde ederek yedinci devirde kurtuluşu için gerekli olan bütün sırlara vakıf olarak tekrar asli vatanına dönecektir. Bâtınî sırların gizli tutulması zorunludur. Kâim zuhur edince ve müminler gizlilikten kurtulduklarında kendi mezheplerini ifşa etmeye güç yetirirler, gizlilik ve ketumluğun kabuğu olan zahirî şeriatlar da kaldırılır.

(**) Karmatîlik; İsmini bu akidenin kurucusu olan Hamdan b. Karmat’tan almaktadır. Kûfe yakınlarında kendi başına derviş hayatı yaşayan Hamdan "ortak mülkiyet" anlayışını amaç edinen bir tarikat kurdu. Zenginlerin malını paylaşmayı prensip olarak benimseyen bu tarikat Kûfe, Bahreyn ve Suriye olmak üzere üç değişik bölgede yayılma alanı buldu.

Bahreyn Karmatîleri’nin kurucusu Ebû Saîd el-Cennâbî, bağlısı bulunduğu imamla (Ubeydullah el-Mehdî) olan tüm bağlarını kopardı. Bahreyn Karmatîleri, Mehdî’nin devri olan yedinci devirde yaşadıklarını, Muhammed b. İsmâil’in mehdî olarak gaybette olduğu ve yedinci Nâtık olarak zuhur edip kıyameti ilan edeceğini, Hz. Muhammed’in devri olan altıncı devrin sona erdiğini, bu nedenle İslam şeriatının yürürlüğünün kalktığını iddia ederek İslam şeriatının yükümlülüklerini yerine getirmekten vazgeçtiler, İslam şeriatını nesh ettiler.

Karmatîler düşüncelerini davetçiler yoluyla yaydılar. Davetçiler Kur'ân'ı ve Hadisleri kendi anlayışlarına göre yorumlayıp, tarikata girmek isteyenleri sekiz mertebeden geçirirlerdi. Bu mertebelerin her birinde Kur'ân ve Hadis yorumu, namaz ve orucun bırakılması, şarabın haram olmayışı, kalbin temiz tutulması, Hz. Muhammed (s.a.s) ile Hz. Ali (r.a)'yi sevmenin gerekliliği, tarikata para yardımında bulunmanın yüceliği ve tarikatın bütün sırları öğretilir, son gece de kendi aralarında kadınlı-erkekli dini bir tören yapılırdı. Karmatiler'e göre kıble Kudüs'tür. Hac yapmak isteyen kimse Mekke'ye değil Kudüs'e gitmelidir. Dinlenme günü pazardır. Şarap ve sair sarhoş edici içkiler helâldir. Yılda iki gün oruç tutulur: Nevruz (21 Mart) ve Mihrican (16 Eylül)'de birer gün oruçlu olmak yeterlidir. Karmatiler tenâsuha inanırlar. Bunların inançlarına göre cennet, dünyadır. Dünyada rahat, mutlu ve geçimi yerinde olan bir kişi cennettedir. Gerçek cennet insanın derin bir zevk ve keyf içinde yaşamasıdır.

Karmatî devleti kurulduktan bir süre sonra Fatımi halifesinin otoritesine tabi oldu. Bahreyn'deki Sünnilerin isyan etmesiyle 470/1078 yılında yapılan Hendek savaşında Karmatîler yenildiler. Bu savaştan sonra, yaklaşık iki asır boyunca Abbâsi Devleti için korku ve heyecan kaynağı olan Karmatî Devleti ortadan kaldırıldı.

(***)Nusayrîlik; Kurucusuna nisbeten Numeyrîler ismi de verilmektedir. Fırkanın kurucusu Muhammed b. Nusayr en-Nemiri'ye (270/883)’dir. Suriye’de hakim olan Hamdani emirlerinin bu mezhebe girmeleri bu mezhebin bölgede yaygınlaşmasını sağlamıştır.

Nusayrîlere göre Hz. Ali mâbudtur, tanrıdır. Allah için sayılan sıfat ve özellikler Hz. Ali için de sayılmaktadır. O nurun nurudur, ilâhi zâtı itibariyle gizlidir. O mânadır. Görünüşte imam olmasına rağmen, bâtıni cihetiyle O, Allah'tır. Tanrı Ali kendi ruhundan Muhammed'i, O da Selmân-i Farisî'yi yaratmıştır. Ali "mâna", Muhammed "isim", Selman ise "bâb"dır. Bu üçlü A(ayn), M (Mim) ve S (Sin) sembolleriyle ifade edilir. Ayrıca Selman'dan sonra beş tane de eytam vardır ki, bunlar; Mikdad b. el-Esved (Tabiat olayları ve zelzeleyi yürütür), Ebû Zerril-Gifâril-Gifâri (Yıldızların hareketini idare eder), Abdullah b. Revâha (Canlıların hayatlarıyla uğraşır), Osman b. Maz'un (Rızık ve hastalıklarla uğraşır) ve Kanber b. Kadân ed-Devrî (Ruhları cesetlere gönderir). Bu beş eytam, aynı zamanda beş büyük yıldızdır. Tenasüh ve ruh göçüne inanırlar. Aliye inanan Nusayrîlerin ruhu hareket yoluyla yıldızlar haline dönüşerek nurlar âlemine yükselir. Nusayrî olmayanların ruhları ise, hayvan cesetlerine girer. Onlara göre kadınların ruhları yoktur. Şeytanlar insanların günahlarından, kadınlar da şeytanların günahlarından yaratılmışlardır. Bu bakımdan kadınlara mezhebin sırları açıklanmaz. Halifeler Hz.Ebubekir, Ömer ve Osman ile birlikte bir kısım sahabe ile Muâviye, Yezid ve Haccac da şeytanın sembolleridir ve lânetlidirler.

Nusayrîlikte erkekler bu mezhebe girmekle yükümlüdürler. Giriş için esas şart, ana-babanın Nusayrî olmasıdır. Erkek, sağlığı yerinde, 8-10 yaşından büyük ve ölümle karşı karşıya kalsa bile sır saklayabilecek kabiliyet ve olgunlukta olmalıdır. Nusayrîlere göre kutsal kabul edilen bayram ve merasimler şunlardır: 1. Fitr (Ramazan) 2. Adhâ (Kurban) 3. Gadîr (18 Zilhicce; Hz. Peygamberin Hz. Ali'yi imam tayin ettiğine inanılan gün) 4. Mubahale (21 Zilhicce, Necranlı Hrıstiyanlarla Hz. Muhammed arasındaki lânetleşme olayı) 5. Firas (29 Zilhicce; Hz. Peygamberin Medine'ye hicret ettiği gece Hz. Ali'nin O'nun yatağına yatması) 6. Aşure (10 Muharrem; Nusayrîlere göre Hz. Hüseyin, Kerbela'da ölmemiş, Hz. Isa gibi göğe çekilmiştir). 7. 9 Rebiulevvel (Hz. Ömer'in şehid edildiği gün) 8. 15 Şaban (Selman'ın ölümü) 9. Nevruz ve Mihrican bayramları 10. 24/25 Aralik gecesi Hz. İsa'nın doğumu ve "son yemek" ayini.

(****) Dürzilik: Dürzilerin tarih sahnesine çıkışı, altıncı imam Hâkim bi-Emrillâh’ın uluhiyetinin Muhammed b.İsmail ed-Derezi tarafından (408/1017) tarihinde açıkça ilan edilmesiyle başlamıştır. Hâkim bir ferman yayınlayarak Tanrı’nın kendisinde zuhur ettiğini açıkladı. Hamza b.Ali, Dürzi inançlarının fikri alt yapısını oluşturdu. Dürziliğin iman şartları dört esasa bağlandı.

1-Hâkim bi-Emrillâh’ın ulûhiyetine iman: Hâkim’in Lahutî ve Nasutî olarak iki yönü bulunduğuna imandır. Onun Lahutîliği insanlar tarafından idrak edilemez. O insanların anlaması için Nasutî kisveye bürünmüştür. Hakim’in Nasutiliği, Tanrı’nın en son ve en mükemmel şekilde Hâkim bi-Emrillâh’ta tecelli etmesidir.

2-Emr’i bilmek: Emr, Hamza b.Ali’dir. Hâkim ulûhiyetini ilan ettikten sonra onu “İmam” yapmıştır. Dürzî inancına göre Hamza ilk yaratılan varlıktır. Bütün mahluk ondan meydana gelmiştir. O aynı zamanda Hudud’ların ilkidir. Hamza yedi defa zuhur etmiştir. Adem zamanında Şantil, Nuh zamanında Pisagor, İbrahim zamanında Davut, Musa zamanında Şuayb, Yesu zamanında Mesih-i Hakiki, Hicrette Selman-ı Farisi, Hâkim bi-Emrillâh zamanında Hamza b.Ali olarak görünmüştür. Ceza ve mükafat onun elindedir.

3-Hududu bilmek: Hudud, ilahî dinlerdeki peygamberler yerine ikâme edilen, Tanrı’yı insanlara öğretmekle görevli kişilerdir. Dürzîlere göre onlar tanrının nurundan yaratılmış olup, onunla beraber zuhur ederler. Onlar doğrulmazlar ve ölmezler. Her asırda farklı isimler ve suretler alırlar. Hududlar; Hamza b. Ali, İsmâil b. Muhammed b. Hamid et-Temimî Muhammed b.Vehb Kuraşi, Ebu’l Hayr Salame ve Muktenâ Bahâeddîn’dir.

4-Yedi esası bilmek: Hamza dini mükellefiyetlerin tamamını kaldırmış, Şii İslam’ın yedi şartı yerine yedi esası ikame etmiştir. Kelime-i şehadet yerine Hâkim’i tek ilah kabul etmek, namaz yerine sıdku’l-lisan, oruç yerine var olmayana ve bühtana ibadeti terk, zekat yerine din kardeşini korumak, hac yerine iblisler ve azgınlardan uzaklaşmak, cihat yerine Hâkim’in hüküm ve fiiline rıza göstermek, velayet yerine kolaylıkta ve zorlukta Hâkim’in emirlerine boyun eğmek.

Dürzîlik, Hudûd makamında olan ve Dürzî Risâlelerini yazan Hamza b. Ali, İsmâil b. Muhammed b. Hamid et-Temimî ve Muktenâ Bahâeddîn’in ortaya koyduğu prensiplere sıkıca bağlı kalan, inançlarına girmek isteyenlere izin vermeyen, çıkmak isteyenlere ise müsamaha göstermeyen kapalı bir mezhep halini almıştır.

***

Yararlanılan Kaynaklar:

AĞIR Abdullah Mesut; “Memlûk Sultanlarının Gölgesi Altında Hilâfet Kurumu”, Gaziantep Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi 2011 10(2):637 -651.

Ahmed el-Katib; “Şiada Siyasal Düşüncenin Gelişimi: Şura'dan Velayet-i Fakih'e”, Kitabiyat Yayınları,Ankara, Mart-2005.

ATICI ARYANCAN Ayşe; “Suriye Bölgesinde İki İnanç Hareketi: Nizârî İsmâilîleri ve Nusayrîlik”; Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi / 2010 / 54.

AVCU Dr. Ali; “Fatımî-Karmatî İlişkisine Dair Bazı Mülahazalar”; C.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi XIII/2 - 2009, 243-265.

AYDOĞAN Bekir; “İran Jeopolitiği ve Şii Hilali”, Ekopolitik Uluslararası İlişkiler Masası – Rapor No: 11-03, Ağustos 2011.

ÇELİK Aydın; “Fatımî Halifesi Ubeydullah El-Mehdî ve Dönemi”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Cilt: 16, Sayı: 1 Sayfa: 395-418, ELAZIĞ-2006

CİHAN Doç.Dr. Sadık; “Şuubiye Hareketi ve Uydurma Hadislerle Münasebeti”, http://e-dergi.atauni.edu.tr/index.php/ ... /4557/4377

DAFTARY Farhad; “Emeviler Döneminde ve Abbasilerin İlk Dönemlerinde İran, Horasan Ve Mâverâünnehir’deki Mezhebi ve Milliyetçi Hareketler”, Kelam Araştırmaları 4 : 2 (2006), Ss.139-158.)

HAKYEMEZ Cemil, “Şia’da Gaybet İnancı ve Gaip Onikinci İmam”, İSAM Yayınları, Ankara-2009.

KARAMAN Hayreddin; “Şî'a'da İmamlık ve Velâyet-i Fakih Anlayışı”, http://www.hayrettinkaraman.net/kitap/m ... r/0652.htm

KUTLU Prof.Dr.Sönmez; “Ehl-i Beyt Sembolik Kapitalinin Tarihî Süreç İçinde Semerelendirilmesi”, http://www.sonmezkutlu.com/?Syf=26&Syz=6029

OKUR Mehmet Akif; “Emperyalizmin Ortadoğu Tecrübesinden Bir Kesit: Suriye’de Fransız Mandası“, bilig Sayı 48: 137-156.

ÖZKOÇ, Özge; “Suriye Baas Partisi: Kökenleri, Dönüşümü, İzlediği İç ve Dış Politika ( 1943–1991 )”, Yüksek Lisans Tezi.

POORBAGHER Gholamreza; “İran’da 1979 Devrimi’nden Sonra Egemenlik ve Siyasal İktidar”, Yüksek Lisans Tezi.

ŞENZEYBEK Aytekin; “Dürzilik, Doğuşu ve Temel Prensipleri”, Yüksek Lisans tezi. Konya-2001.

TAN, Muzaffer; “Erken Dönem İsmaililik ve Temel Görüşleri”, EKEV Akademi Dergisi - Sosyal Bilimler -, 2009, cilt: XIII, sayı: 39, s. 73-86

YILMAZ Hulusi; “Nizarî İsmailîliği ve Alevilik: İki Farklı Dinî İdrakte Benzeşen Yorumlar Üzerine Değerlendirmeler”, Karadeniz Araştırmaları, Cilt: 6, Sayı: 22, Yaz 2009, s.123-133.


Stratejik Düşünce Enstitüsü- http://www.sde.org.tr ‘den alınmıştır.

http://www.haber10.com/makale/25786/


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 2 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 4 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye