Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 1 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: İran İzlenimleri
MesajGönderilme zamanı: 10.06.09, 12:42 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 15.12.08, 02:19
Mesajlar: 253
İran İzlenimleri

İran sanatındaki renklerin narin cümbüşü, toplumsal hayatta iki renge indirgenmiş: Masumiyetin sembolü: beyaz, ve ağıtın sembolü: siyah.

10 Haziran 2009

İlhami Güler*


1-İlk Küçük Şoklar

İran’a 6-10 Mayıs 2009 tarihinde bir akademisyen arkadaşımla sivil olarak oradaki Medreselerde/Merkezlerde "Teolojik alanda neler yapılıyor"u öğrenmek ve biz, "İlahiyat alanında Türkiye’de son 20-30 yılda neleri tartışıyoruz"u birbirimize aktarmak amacıyla kontak kurmak için geldik.

Havaalanında bizi karşılamaya gelecekleri yarım saat bekledikten sonra iletişim kurmak amacıyla telefonlarımıza davrandığımızda telefonların çalışmaması ilk şoktu. Karşılamaya gelenlerden arabayı kullanan “Azeri uşağı”; bizimle muhatap olan ise, kıt Azericesi ile İranlı bir genç idi. Tahranda bir otele gitmeyi beklerken, “Şehr-i Mukaddes”e, Kum’a gideceğimizi söylediler. Yolda hafızamda öğrencilik yıllarından kalan Hafız’ın bir iki beyitini okumam onları mesd etti. İki saatlik bir gece yolculuğu ile Kum’a vardık. Bizi bir medresenin yurduna yerleştirdiler. Ranzalı sekiz kişilik bir odada iki kişi kaldık. Arkadaşım şoke olmuş idi, ben ise yatılı okuduğum yılları hatırlamışken uyuya kalmıştım. Sabah 6 da uyandırdılar; saat sekizde Rey’de başlayacak olan “ el-Kuleyni” sempozyumuna yetişmemiz gerekiyormuş. Bu sefer mihmandarımız İstanbul’dan Kum’a gelip dini eğitim gören Türk öğrenci, sevgili Yusuf idi. Saat sekizde Rey’deki İmam Hasan el-Mücteba’nın oğlu “Hazret-i Abdülazim’in türbesinin de olduğu külliyeye geldik. Mütevazi kahvaltımızı küllüyenin Aş-evinnde yere bağdaş kurarak yaptık. Klasik İran mimarisinin nefis bir örneği olan komplexde İslami ilimlerden Kur’an, Hadis ve Kelam-Felsefe (İrfan) için ayrı ayrı araştırma ve eğitim merkezleriyle birlikte, Kütüphane, Astronomi merkezi, Müze, Klinik, Aşevi ve Misafirhane mevcut.

Sıkı aramadan sonra konferans salonuna girdiğimizde bütün koltuklar çoğunluğu beyaz sarıklı(siyah sarıklılar peygamber soyundan gelen “seyyidler” oluyor), siyah cübbeli, hepsi sakallı mollalar salonu doldurmuştu. Sahnenin arka duvarını kaplayan “Allah” lafzının önünde kürsüde ayakta hafız-ı Kelam’ın Kur’an okuyuşu ile birlikte yerlerimizi aldık. Ayetullah Haşim-i Rafsancani’nin açılış konuşması ile sempozyum (aslında seri konuşmalar) başladı. Konuşmalardan biri yapılırken yaşlı Afganistanlı bir mollanın oturduğu yerden sürekli konuşmacıya karşı çıkması, laf atması, ortalığı hareketlendirdi. Susturmaya çalıştılar, olmadı. Sonundan kollarından tutup havada konuşa konuşa dışarı çıkardılar. Yusuf’un yüzü çok üzüntülüydü. Zira hocaları hakkında bizde oluşturmaya çalıştığı iyi imajı zedeleyen bir durumdu bu. Yusuf’un kendisi de yapılan konuşmalardan pek bir şey anlamamış olmalı ki,bize fazla tercüme yapma ihtiyacı duymadı. Biz de yarı uyuyarak ilk “meyve molası” na ulaştık. Molada sigara içişime mollaların gözaltından bakışlarına aldırmadan sigaramı tükettim. Ortaçağ İslam/İran mimarisinin şah-eseri içinde yüzlerce sarıklı/sakallı mollanın arasında iki ayrık otu gibiydik, biri uzun saçlı –ben- , diğeri kravatlı/ takım elbiseli iki“Profesör”. Şadırvana öğle namazı için abdest almaya giderken, zaman ve mekân algım hayli dağılmıştı. Öğleden sonraki oturuma katılmadan Kum’a göndük. Arkadaşım Prof. Dr. Hayri Kırbaşoğlu’nun şikâyeti üzerine bizi yurttan bir otele transfer ettiler. Bir sonraki gün de, tanıştığımız “Azeri” bir molla odamızı daha lüks bir diğeri ile değiştirdi: Milliyetçiliğe hak mı verelim?

2- Şehr-i Mukaddes: Kum

Mollaların deyişi ile Havza-i Kum: Şehr-i Mukaddes: Kıraç ve çölün ortasında yeşili olmayan, bir buçuk milyon nüfuslu, çoğu iki katlı yapılardan oluşan gri şehir. Üç yüze yakın medrese, akademi, araştırma merkezi; elli bin öğrencisi ile İran’ın dini merkezi. Ahmed-i Necat’ın direktifiyle şehir, klasik mimari tarzını koruyarak yenilenmeye çalışıyor. Kahire’de olduğu gibi, trafik kurallarının işlemediği, kaosun içinde kozmos. Otomobiller, motosikletliler ve yayalar, herkes birbirinin hızını biliyor gibi. Ancak, söylendiğine göre trafik kazalarındaki yıllık ölüm bilançosu İran’da 30 bin kişi. Bizden betermişler.

Şehrin sokaklarından kara çarşaflı (çador), fakat yüzleri bakımlı kadınlar ile beyaz sarıklı ve sakallı mollaların harmonisi var. İran sanatındaki renklerin (örneğin, Firuze’nin) ve desenlerin narin cümbüşü, toplumsal hayatta iki renge indirgenmiş: Masumiyetin sembolü: beyaz, ve üzüntünün, yasın, matemin, ağıtın sembolü: siyah. Veya daha derine bakarsak İran’ın üç bin yıllık dini kavramlarıyla: Nur ve Zulmet. İranın tarihi ve dini köklerinden asla vaz geçmeyeceğinin işareti. Fakat kadınların toplumsal hayatın her alanında bu ‘siyah’ görüntülerine ters bir statüleri olduğunu herkes biliyor. İran’da dilencilik yasak. Yüz metrede bir cadde kenarlarına konulmuş Sadaka kumbaralarına atılan paralar toplanıp fakirlere veriliyor. Kum’da bulunduğumuz günlerde Hz. Fatma’nın ölüm yıl dönümü tören (yas) leri vardı. Akşamları şehrin en büyük camii/türbesinde Hz. Ali’den rivayet edilen uzun ‘Kumeyl’ duası ağıt olarak/ağlayarak hoperlörden okunuyordu. On binlerce kadın-erkek bu duaya gece yarısına kadar katılıyordu. On iki imam ve onların ahfadının türbelerini ‘ziyaret’, Şiilikte ‘Hacc’ ibadetine yakın bir değer taşıdığı gibi, onların her birinin doğum ve ölüm yıl dönümlerinde yapılanlar da birer nafile ‘ibadet’ makamında. Bunlara devrimden sonra ‘şehit’ edilen Ayetullahların sayısı da eklenince, biraz Acem abartısı ile ‘Her yer Kerbela, her gün Aşure’ sözü doğru oluyor. İranda Türbeler şehirlere, ziyaretler/törenler de insanlara sürekli maneviyat/ruhaniyat veriyor. Sünnilikle mukayese edildiğinde Şiilikte zaman ve mekânın ‘Kutsal’ ile doldurulması, Protestanlık ile Katolikliğe benziyor. birncilerin fakirliği izahtan varestedir. Katoliklik ile Şiilik arasında da bir benzetme yaparsak, günümüzde birincisi ölü, ikincisi ise diri ve cevval. Dinin toplumsal bir dünya kurma mekanizmaları devrimden sonra ülkede daha da çoğaltılmış durumda.

Kum'da gezdiğimiz yazma eserler kütüphanesi harikaydı. Ayetullah Maraşi(babası Maraştan gitme) tarafından kurulan özel el yazmaları kütüphanesi, zenginlik bakımından dünyada üçünçü. Maraşi, parayla hatim okuyarak, parayla kaza namazı kılarak ve bazen de aç kalarak kazandığı paralarla kitaplar almış ve bu harikayı yaratmış. Allah rahmat eylesin.

Her birinin ülkenin değişik kentlerinde yüzlerce şubeleri olan üç merkez/medrese/üniversite/akademide yetkilerle görüşmeler yaptık. Türkiye’den kendilerini tanımak, fikir teatisinde bulunmak, ilişki kurmak isteyen bizlere son derece sıcak ilgi gösterdiler, kendilerini tanıttılar ve Türkiye’deki dini düşünceyi/ilahiyat fakültelerindeki çalışmaları tanımak istediklerini söylediler. İlk iki gün sarık/sakal ve cübbenin zihnimdeki negatif duvarı (öteki/molla) ile toplantılara katıldım. Ancak üçüncü günde “sarık”imgesini aşarak yüzlerindeki, konuşmalarındaki aynı uygarlığa, dünyaya, dine ait olmaklığın derin ortaklığını (kardeşliğini),yüzlerindeki meymeneti, samimiyeti görmeye başladım. Rengi farklı olsa da kırk-elli yıl önceye kadar Anadolu’nun birçok yöresinde benzer sarıkların giyildigini, jandarmaların gelmekte olduğunu duyunca da çıkardığını hatırladım. Ayrıca da Papazlarla İlahiyacıların veya Diyanetcilerin akdettiği birçok ‘Diyalog’ toplantısında asla yakalanamayacak sıcaklığa rağmen, çoğumuzun onlara karşı nasıl da ‘hoşgörülü’ ve sevecen davrandığımızı hatırlayınca ilk günlerdeki duygularımdan dolayı kendimden utandım.

Medrese/merkez/akademilerin araştırma ve eğitim programlarına baktığımda programlarda var olan Sünnilik ve çağdaş Sosyal/İnsan bilimleri müfredatının yer almasının ve çalışma/araştırma konusu yapılmasının ‘bilim için bilim’ gayesinden daha fazla, birincil amacının ‘Şiiliği’ tahkim etmek olduğunu hissettim. Devletin resmi ideolojisi ’Şiilik’ olunca, politik iradenin ‘İlim/Bilim’ kurumlarına yüklediği misyon da onu güncellemek oluyor. Doğal olarak, ‘Devrim’ bir ‘ İman’ı’ temsil ettiği için; ilim kurumları ‘kritik/eleştiri’ ile onun altını oyacak hali yok. Onların dini/ilmi sorumlulukları/kullukları bu gövdeyi ayakta tutmak yaşatmak ve düşmanlarına karşı korumak olmalı. Bizim “Sünni”liğe karşı kritik oluşumuzdan hayli memnun olan mollalar, Şiiliğe karşı kritik düşünceyi benimsemiş bazı çağdaş isimlerden (örneğin, A. Şeriati ve Ahmet el-Katip) bahsettiğimizde pek de memnun olmadılar.

Devletin/devrimin politik baş düşmanı ABD ve İsrail ise, Teolojik ‘iç-öteki’ sinin ise seküler veya yarı seküler Sünni ülkelerden daha ziyade, ‘Selefi/Suudi Arabistan’ olduğunu gördüm. Sanırım bunun esprisi ‘yumurta(dogma) yumurtaya değince kırılır’ olmalı. Esas neden siyasi olsa da, Irak şu anda bu kırılmanın alanı. Ancak İran devriminin önderlerinin – başta Humeyni olmak üzere- Sünni dünya ile ilişkilerde ihtilaf noktalarından ziyade ittifak noktalarını ön plana çıkarmak yönünde ‘siyasi’ ( dini) bir karar aldıkları da bilinmektedir.

Selefiyye ile Araplık, Tasavvuf ile Türklük arasında nasıl kültürel/psikolojik bir geneloji varsa; Şiilik ile Perslik(Farslık) arasında da aynı genelojik bir uyuşma var. Anadolu Türklerinden/Türkmenlerinden Şii olunca “Alevi” oluyor; ağıt/mersiye “türkü/nefes”e dönüşüyor, göksünü dövme da “semah”oluyor herhalde. İran Azerilerinin Şiilik ortak paydasında eritilme siyasetinin faili bahsettiğimiz genelojik örtüşmedir. Genç Azeriler neredeyse Türkçeyi unutmuşlar. Bunun sebebini sorduğunda, bir Azeri esnaf :‘Bizim ‘TRT- Şeş’imiz yok’ demişti. Ancak, Tebriz gibi Türklerin yoğun olduğu bölgelerde türkçe yayın yapan yerel tv.lerin olduğunu öğrendim.

Dinin tarihte/toplumda teoloji/mezhep olarak yaşandığı sosyolojik/hermenötik bir gerçekliktir. Teolojilerin kendilerini bizatihi ‘din’ yerine koydukları da – bir zaaf olarak- bilinmektedir. Fakat birçok dinde yeni mezheplerin/ekollerin çıkması ( örneğin, Protestanlık, Selefilik vs.), bu zaafın aşılabilirliğinin bir göstergesidir. Şiilikte de Usulî-Ahbarî şeklinde düşünsel bir ekolleşmenin olduğu ve İran devriminin ‘Usulî’ ekole mensup Ayetullah Humeyni’nin ‘Velayet-i Fakih=Fakihlerin Yönetimi’ içtihadı ile başarıldığı bilinmektedir. Bütün bunlara rağmen, Şiiliğin temeli olan ’İmamet’ ve ‘Masumiyet’ akaid ilkelerinin (dogmalarının) aşılabileceğine dair zerre miktarı bir emare yoktur. Şiilik, Hz. Muhammed’de var olduğuna inanılan ‘masumiyet’ ve onun Tanrı ile ruhsal/zihinsel direkt ilişkisinin Hz. Ali kanalıyla on iki imama geçtiği ve yoğunluğu azalsa da Ayetullahlarda devam ettiği inancına dayanır. Bu ruhani yetki ve yetenek transferi, Hz. Muhammed’in siyasal yetkisinin transferini de içermektedir. Muaviye ve Ali arasındaki çatışma sonrasında Emeviler’in Hz. Ali soyuna karşı giriştiği trajik kıyım ve kırım, bu tarihi Şiiliğin ontolojik bir parçası haline getirdi. Tıpkı Hz. İsa’nın çarmıha gerilmesi, ölümü, dirilmesi vs. tarihi olaylar üzerine Katolik kilisesi ve mezhebinin kurulması gibi. Ortaçağdaki Katolik Kilisesi ve İmparatorluk arasındaki siyasal ilişkiye benzer olarak, dini otorite(Ayetullah Hameney) ile siyasal otorite (Ahmed-i Necad) arasındaki ilişki-dini otoritenin nihailiğine rağmen-, bir rekabet, çekişme ilişkisi değil; bir iş bölümü, ortaklık ilişkisi gibi.

Kafkasya, Türki cumhuriyetler ve Arap dünyası üzerinde iki kadim (Pers ve Osmanlı) imparatorluğun varisi iki yeni devletin (İran ve Türkiye) nüfuz mücadelesi alttan alta hala sürüyor. İdeolojileri farklı olsa da, iki devlet arasında epeyce paralellikler mevcut. Bizim için Atatürk’ün sembolik-kapital değeri ne ise, onlar için Humeyni’ninki aynı. Anıtkabir ve Humeyni’nin Türbesi de öyle. Bizim, liderimizin resim-heykel ve vecizelerine verdiğimiz önem kadar, onlar da Humeyni’nin resimlerine ve sözlerine yer veriyorlar. Örneğin, Van sınırında onların tarafta Humeyni’nin resmi, bizim tarafta Atatürk’ün resmi birbirlerine bakıyor. Onlar, kadınları örtünmeye zorlarken biz açılmaya zorluyoruz. Bazı kesimler için bizim “Atatürkçülük”ümüz ile onların tümünün “Şiiliği” de aynı.

Sünni Kelamı, Felsefeyi (Meşşai Felsefesini) düşman olarak görüp evinden kovmasına rağmen (Gazali); Şii dünyada, Eflatun felsefesi (İlahi Felsefe) Mistisizmle “İşrakilik” adıyla birleşerek (Şirazi, Sebzevari, Molla Sadra, C.Devvani, N.Tusi…) tarih boyunca Şiiliği hep besledi. Salt-aklı aşan bu felsefe (Teosofi), masumiyet ve imamet dogmalarının arkasında durduğu müddetçe, hiçbir ‘akli’ ve ‘dilsel (Beyani)’ kritik/teolojik tartışma bunları yerinden oynatamaz. Humeyni: ‘ İmamlarımızın Allah ile öyle ‘halleri’ vardır ki, o makama ne melek-i mukarrebun, ne de nebiyy-i mürselin ulaşabilir’ demişti. Şiilikteki “Rabbani Alim (alim, arif, flozof)” ünvanı, Sünnilikteki “Kelamcı”, Ayetullah sıfatı ise, Sünnilikteki “Fakih”e tekabul eder. Âlimlere nisbet edilen “Ayetullah” ve “Huccetullah”gibi ifadeler, epistemolojik bağlamda onların “Papa”lar gibi dini bilgi alanında yanılmazlığını ima etmektedir. Sünnilikteki “Tasavvuf”, nesnesi olmayan bir öznenin “devrimciliği” ise; Şiilik, nesnesi siyaset olan siysi/mistik bir devrimciliktir. Sarık/sakal/cübbe, bir yandan din adamlarının toplum üzerindeki dini/siyasi otoritesini kurarken, diğer taraftan da günah karşı bireysel oto-sansürü temin ediyor: “Sarığı olanın sırığı olmaz.”, “Sakalından utan”

3. Tahran: Kafesteki Pars

Devrimin, İran’ın diğer şehirlerini kolayca hükmü altına alıp ideolojisine bağladığını söyleyebiliriz. Çünkü devrimin önderi olan Ayetullahlar ve Mollalar, kır-köy kökenli olduğu gibi, destekleyen halk da orta ve alt tabakalardı. Aralarında ciddi bir dinsel/teolojik (ideolojik) kopuş yoktu. Ancak Tahran müstesna,. Şah’ın yarattığı tipik bir megalopolis olarak bu şehir, Şah ailesinin yaptığıı ‘Ak devrim’ in, Modernleşmenin, Sekülerleşmenin, halktan kopuşun, zenginlerin sembolü ve mekânıydı. Devrimden sonra devrime epeyce bir süre direnmesine rağmen, zıdd-ı inkilabi cephe (Şah taraftarları, Komünistler, nam-ı diğer Mücahidin-i halk) şimdilerde pes etmiş durumda. Üst geçitlere yazılmış Humeyni’nin sözleri, duvarlara çizilmiş Ayetullah resimleri, sokaklara ve meydanlara verilmiş dini isimlerle şehir otuz yıldır Şiileştirilmeye, dinselleştirilmeye çalışılıyor. Mecburi yarım başörtüsü, modernleşmiş (abartılı makyajlı) Tahranlı kadınların başlarında hala iğreti duruyor. İki yıl önce Antalya’da bir otelde kalırken, bir İranlı turist kafilesi gelmişti otele. Elli beş altmış yaşlarında bir kadının mini etek giydiğini gördüğümde İranlı modern kadınların devrim sonrası trajedisini hissetmiştim.

Dini tebliğ/propaganda eğitim kurumlarında yapıldığı gibi radyo ve televizyonlardan da sürekli yapılıyor. Arabaların çeşitli yerlerine yapıştırılan çıkartmalar ve yazılar dikkat çekici: ‘ Es-selamü aleyke ya ruhullah: Selam sana ey Allah’ın ruhu (Humeyni). Selam sana ey Fatıma. Allah, İmam Mehdi’nin (On ikinci İmamın) çıkışını hızlandırsın… bunlardan bazıları. Humeyni’nin Tahrandaki mezarı, Tahranın bekçisi gibi. Tahran’da düzenlenen uluslar arası kitap fuarı hem katılan yayın evleri-kitap miktarı hem de halkın gösterdiği ilgi bakımından fevkalade idi. Tahran’da göze çarpan arabaların modellerinin azlığı ve ortalama on-on beş yıllık oluşunun kaynaği, hem iktisadi(fakirlik), hem de İslami (israfı önleme) olmalı. İran, Küresel Kapitalist sistemin dışında, aynı zamanda ambargo altında kendi kendine ayakta durmaya ve kendi modernitesini, sanayisini, silahlanmasını yaratmaya çalışıyor. Uzak-Doğu ülkeleri gibi, teknik“taklit”kabiliyeti gelişkin olmadığı için durumu zayıf.

4-Hasıl-ı Kelam

Sünnilik, sararan umumi yeşilliğinin içinde daha koyu yeşillikler oluşturmaya başlamış olsa da (fundamantalizm, radikal/siyasal İslam), Şiilik, siyah ve beyaz renkleriyle Tanrı’yı yeryüzüne indirmiş ve politikaya sokmuş durumda. Grileşen ve sararan ( çölleşen: Nietzsche) dünyamızda bu renklerin yeryüzünde olması, atmosferimiz açısından her halükarda iyidir. Şeytanı yaratarak insanlığın dini düşüncesine katan eski iranlılardır. Humeyni, Amerika’yı ‘Büyük Şeytan’ olarak nitelemişti; veled Bush da İran’ı “Şeytan Üçgeni”nin bir numaralı unsuru olarak ilan etmişti. Kimin haklı olduğuna insanlığın vicdanı karar verecek. Ancak, Amerika ve İsrail’in işi zor. Çünkü, İran’ın Allah’a olan inancı, ABD’nin Baba-Oğul ve Kutsal Ruh’a, İsrail’in de Yahwe’ye olan inancından çok daha güçlü görünüyor. Bir tarafta ölümü “şehadet” olarak hayata tercih eden “uhrevi” bir halk, diğer tarafta yaşamı epeyce zenginleştirmiş ve estetize etmiş dünyevi(seküler) halkların “paralı”askerleri. Berikiler, güçlü olsa da kaybedecekleri çok şeyleri var. Ölümü göze almış insanlarla başa çıkmak zordur. Çünkü onların kazanacağı sonsuz bir “öteki”dünya var.

Türkiye’ye döndüğümüzde gözümün ve zihnimim her şeye alışması iki günümü aldı.


*Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi · Temel İslam Bilimleri Bölümü Kelam Ana Bilim Dalı ilhamiguler@hotmail.com


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 1 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 6 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye