Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 1 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: Sohbet ile Ders Arasında
MesajGönderilme zamanı: 02.07.11, 08:49 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 13.09.10, 19:32
Mesajlar: 90
Sohbet ile Ders Arasında

Prof. Dr. İsmail Kara


Boylu boslu ve kas yapısı hayli gelişmiş sportmen bir vücut, canlı ve cazibeli gözlerden size doğru gelen yumuşak bakışlar, tam tebessüme varmayan bir eda ve beşüş bir çehre, geniş bir alın ve belirgin kemikli yüz hatları, emniyet telkin eden enli, uzun ve hareketli el, geniş ve orta kalınlıkta bıyıklar, sol tarafa doğru taranan ve alnına hatta gözüne doğru düştüğü için ikide bir sol elle geriye doğru sıvazlanan sert ve dik saçlar…

Sonra vücuduna dar geliyor gibi bir intiba veren fakat -biz talebelere göre- ancak varlıklı insanların giyebileceği takım elbise yahut vasıflı spor kıyafet, o yıllarda moda olan geniş paça, düğme kısmı kalın bağlanmış ve renkleri canlı, çoğunlukla çizgili veya büyük çiçekli kravat, uzun yakalı gömlek…
Emin ve diri adımlarla yürüyor; geldiği yahut yere bastığı fark ediliyor. Yaşına göre genç ve dinç. Hiçbirimiz ona diğer hocalarımız arasında İmam Hatip Okullarının ilk mezunlarından biri olarak bakamadık zannediyorum. Mütevazi mi yoksa vakur mu? Belki ikisinin arasında bir yerde…[1] Kendisine mahsus mesafeleri var fakat çekingen talebelerin bile ona yanaşmasına mani olmayan türden bir mesafe bu. Görme, anlama ve tasnif etme kapasitesi yüksek olmakla beraber bu tarafı kendini hemen ele vermiyor. Kayıtsız gibi gözüktüğü alanlar ve bölgeler var. Belli ki tecrübelerini ve ihsaslarını devreye sokarak bazı şeyleri zamana ve zemine yahut kendi akışına bırakıyor. Belki kafasının bir tarafında hep var olan ikinci işinin, ticaretin takıntıları, problemleri de hareket halinde.
Hoca masasına çıkıp oturduğunda o derste neleri anlatacağına dair yüzünde net işaretler yok gibi. Ders takrirlerinde kesinlikle meydan okumuyor, talebeye tahakküm etmiyor, acelesi de yok. Fakat konuşmaya ve anlatmaya her zaman hazır ve arzulu. Talebenin o yıllarda bitmek tükenmek bilmeyen sorularını ciddiye almaya ve cevaplamaya da…
İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nde Tasavvuf Tarihi derslerimize gelen rahmetli Selçuk Eraydın hoca ile alakalı ilk intibalarımı böyle aktarabilirim[2]. Bu intibalara o zaman kendimce yüklediğim değer muhtemelen burada yazdığım kadar nötr yahut bütünüyle müsbet değildi. Çünkü muhtemelen sahasında daha iddialı, daha disiplinli ve sıkı hocalar arayışım gördüklerimi ve değerlendirmelerimi belirliyor, sınırlandırıyordu. Özellikle giyim kuşam tarzını bir ilim adamı, hele tasavvuf dersi hocası için biraz abartılı bulduğumu da söylemeliyim.

I
Yıllar sonra yaşadığım bir tecrübe beni o delikanlılık çağımdaki sûreti öne çıkaran cesur değerlendirmelerime götürdü. Bir tür hesap sorulmuş / hesaba çekilmiş gibi hissettim kendimi; hem de hiç beklemediğim bir zaman ve mekânda ve hocanın huzurunda:
Bandırma’da rahmetli derya-dil Ali ağabeyin devlethanesindeyiz. 80’li yılların sonları olmalı. Bir bayram ziyareti için ağabeyim Mustafa Kara ile birlikte Bursa’dan kalkıp gitmiştik. Nezahet ve nezaket içinde akıp giden sohbeti bir müddet sonra çalan telefon ikiye böldü. Arayan bir başka Bandırmalı Selçuk Eraydın hoca imiş. Bir iki arkadaşı ile birlikte ziyarete gelmek içen destur istiyorlarmış.
Ne hoş tesadüf; bayramın bereketi artıyor diyorum içimden.
Az sonra geldiler. Musafaha, öpüşme, tebrikleşme… O zaman herhalde 80 yaşlarında olan Ali ağabey yakınlarını kokluyor, derinden hissediyor, içine çekiyor. Sonra da küçük çocuklar dahil eğilerek elini öpen herkesin önünde eğiliyor ve elini öpüyor. Ayrı bir merasim, apayrı bir karabet o.
Mukabele faslı bitti, hep beraber oturduk. Sohbet bereketliydi. Letafet, hüzün, derinlik, acı, tebessüm, hayret, zevk… birlikte, yanyana, içiçe gidiyordu. Birçoğumuzun Ali ağabeye sorup öğrenmek istediği meseleleri vardı. Ben de o yıllarda daha ziyade kafamı meşgul eden meselelerden biri olarak Cumhuriyet dönemine yetişen şeyh efendiler, hoca efendilerle ilgili birkaç noktayı sormaya hazırlanıyordum. Ne yaptılar, meslek ve meşreplerini nasıl sürdürdüler, Ankara yâranını nasıl değerlendirdiler, Türkiye’nin geleceği için ne düşünüyorlardı?… Zaten Ali ağabeyin sohbet meclisinden hiç eksik olmayan Tâhirü’l-Mevlevî, Erbilli Şeyh Esad Efendi, Süheyl Ünver, Mehmet Âkif, Rıza Tevfik, Hasan Basri Çantay, Ali Haydar Efendi, Mahir İz, Eşref Edip, Neyzen Tevfik… gibi zevat hatıra ve şahsiyetleriyle bir görünüp bir kayboluyorlardı.
Ali ağabey yüzüne yayılan o derin mahcubiyetle “Selçuk’a hiç anlatmadım, o da ilk defa duyacak” diye söze girdi: Mahir İz bey birkaç adım önde ben arkasında Bandırma’nın içinde sohbet ederek denize doğru yürüyoruz. Selçuk uzaktan gözüme ilişiverdi. Belli ki yüzmeden geliyor. Pehlivan yapılı vücudunun üstü açık. Alt tarafı deniz kıyafeti herhalde ve terlik… Gördüğüm manzarayı biraz garipsedim ve mahzun oldum. İçimden gayrıihtiyari “Mahir bey tasavvuf tarihi için daha iyi bir asistan bulamaz mıydı?” gibi düşünceler geçti. Mahir hoca birden geriye dönerek ve yumuşak bir eda ile “O sonra belli olur Ali Bey” deyivermesin mi? Aman Allahım, kim söyledi, nereden duydu! Bir utandım, bir sıkıldım… Yâ! Bu Selçuk böyledir…
Selçuk hocanın yüzü mahcubiyetle yıkanıyor, ardı sıra gelen tatlı bir tebessümle aydınlanıyor. Gözlüğünü düzeltiyor, yere bakıyor, kendine mahsus eda ile dudaklarının kuruluğunu alıyor, ilikli ceketini yokluyor…
Ben de dersimi alıyorum.

II
Bidâyette tasavvuf sûfî bîcan olmağa derler
Nihayette gönül tahtında sultan olmağa derler.
*
Tasavvuf yâr olup bâr olmamaktır
Gül-i gülzâr olup hâr olmamaktır.

İlki Olanlar şeyhi İbrahim Efendi’ye, ikincisi Dede Ömer Ruşenî’ye ait bu beyitler iki uzun “Tasavvuf” şiirinin içinden hafızamda en çok canlı kalan iki sevdiğim parça. Derse bu şiirleri okuyup şerhederek başlamayı tercih etmişti Selçuk hoca. Aruzun etkileyici ritmini hemen hissettiren şiir okuma tarzı ve edası sanki bile isteye veya farkında olmadan şerhinin, dersin önünde gidiyordu. Bıraksan hep şiir okuyacak gibiydi. Emekliye ayrıldığı için Mahir hocanın talebesi olamamıştım ama şiir okuma tarzına az da olsa âşinalığım olduğu için iki ses arasında münasebet kurmakta gecikmedim.
Mahir hocanın rahle-i tedrisinden geçen herkes gibi onun da klasik şiire ve divan edebiyatına muhabbeti, âşinalığı ve kuvvetli temayülü vardı. Sonradan doktora olarak da kabul edilen öğretim üyeliği tezi tasavvuftan ziyade divan edebiyatıydı veya her ikisiydi; XVII. Asırda Yazılmış Tevhid ve Naatlardaki Tasavvufî Remizler üzerine çalışmıştı. Onun için matbu veya yazma birçok divan görmüş ve taramıştı. Zaten Yüksek İslâm Enstitülerindeki Tasavvuf dersi ile İslâmî Türk Edebiyatı dersi arasında başından itibaren hem hocalar hem de muhteva itibariyle bir yakınlık hatta içiçelik olagelmiştir. Bu biraz işin tabiatından geliyordu, belki biraz da bu derslerin kurucu hocaları olan Mahir İz’den, Kemal Edip Kürkçüoğlu’ndan, Nihat Sami Banarlı’dan, Neclâ Pekolcay’dan, onların neşvelerinden, edebiyat-şiir anlayışlarından, dervişmeşrepliklerinden kaynaklanıyordu. Tasavvuf hocalarının İslâmî Türk Edebiyatı dersine girdikleri de çok olmuştur, tersi de öyle. Nitekim Neclâ Pekolcay’la Selçuk Eraydın, bizim de ders kitabı olarak okuduğumuz İslâmî Türk Edebiyatı kitabını birlikte hazırlayıp yayınlamışlardı (1975)[3].
Selçuk hocanın derslerinde sohbet tarzı dersin kuvvet ve zaaflarını birlikte müşahede etme imkânım da oldu. Aslında o gün de bugün de dersle sohbetin ayrı ayrı var olmasını ve -hatta mümkünse ayrı mekânlarda- yürümesini daha doğru bulanlardan biriyim. Hem nizamî derste hem de zevkli sohbette maharet sahibi olan insanların her zaman az olduğu malumdur. Dersin de sohbetin de yerinden olduğu bugün daha da az gibi. Fakat ders sohbete kaçtığı zaman sınıfta ve ders halkasında mutlaka verilmesi gereken nizamî (kademe gözeten sistematik) bilgi ve herhalde ilim tahsilinin bir ölçüde istediği ciddiyet kayboluyor veya en azından zaafa uğruyor. En kötüsü sadece hissiyata, hamasete dönüşme istidadı göstermesi... Sohbet olmadığı zaman ise malumat ve bilgi çıplak ve soğuk kalıyor, hissiyat ve zevk suyu zerkedilmediği için kuruyor, içe doğru kırılıp dökülüyor. “Kuru bilgi” dedikleri belki biraz da böyle bir malumat yığınıdır[4].
Doğrusu talebelik yıllarımda sohbeti daha ziyade okulun dışında arıyor ve büyük ölçüde buluyordum. Asırların içinden akıp gelen yaşlı İstanbul bilen ve arayan için bir sohbetler kenti ve meclisidir zaten. Her türden, her renkten, her meşrepten… Ayrıca talebeliğimin geçtiği 60’ların sonu ve 70’li yıllar nerede ise herkesin konuşmak ve harekete geçmek için kendini ayarladığı ve ona göre donattığı zor ve canlı bir devirdi. Herkes ayakta… Biraz oturmaya, bir nebze düşünmeye davet eden az sayıdaki insan veya dersini sıkı tutan hocalar hemen pasiflikle, dava yoksunluğu ile, ehem ile mühimi ayırt edememekle, vazifeye atılacak idealist gençlerin önünü kesip geciktirmekle töhmet altında bırakılıyordu. Bu hercümerç içinde okulda hararetle aradığım, yeteri kadar bulamayınca yazıklandığım şey ise nizamî bilgi idi. Bu gerçekten azdı.
Selçuk hoca bu işi kafasında çözmüş ve ana tercihlerini yapmış gibiydi. Hocası Mahir beyden devraldığı sohbet tarzı dersi ısrarla ve olabildiğince disiplinli bir şekilde sürdürecek, belki geliştirecekti. Ders takriri olarak da metin yazma tarzı olarak da nizamî ders mantığına ve akademik üsluba çok yakın durmadı. Bu yüzden elimizde çalıştığı ölçüde akademik metni yok sayılır. Yine bu yüzden ondan geride daha çok hususiyeti olan sesler, zevkle ve hasretle yadedilen dostluklar, yardımseverlik, iyiye doğru teşvik ve nezih bir hayattan adacıklar kaldı.
(İstitrat kabilinden ekleyelim: Sadece Mahir İz hocanın adıyla neşredilen Tasavvuf ve Din ve Cemiyet kitaplarında, ilkinde daha fazla olmak üzere Selçuk hocanın katkısı çok fazladır. Kitaplaşma süreçlerini yakından bilen insanların ifadesiyle söylersek, ikinci yazar olarak Selçuk beyin adının yazılmasını gerektirecek ölçüde bir katkıdır bu).
*
Selçuk hoca İmam Hatip Okulları’nın ve Yüksek İslâm Enstitüleri’nin ilk mezunlarından biri olarak Nesil Hareketi’nin kurucu isimlerinden biri oldu ve vefatına kadar onların arasında yer aldı. Nesil Hareketi’nin kurucuları ve uzun müddet yürütücülerinin 12 kişi oldukları umumiyetle bilinmekle beraber tam liste benim görebildiğim kadarıyla yazılı olarak kayda geçmiş değil. Bu vesile ile Muhammet Eroğlu hocamızdan zaptettiğimiz “tam” listeyi verelim: Bekir Topaloğlu, Hayrettin Karaman, Tayyar Altıkulaç, Muhammet Eroğlu, Selçuk Eraydın, M. Saim Yeprem, M. Yaşar Kandemir, Ahmet Kahraman, İsmail Karaçam, Mehmet Ali Sarı, Ahmet Topaloğlu, Yaşar Fersahoğlu[5]. Görüldüğü üzere hepsi meslek dersleri muallimi, -Ahmet Kahraman hariç- aynı zamanda akademisyen. Dilci olan Ahmet Topaloğlu hariç diğer hocalar Yüksek İslâm Enstitüleri ve İlahiyat Fakültelerinde uzun yıllar çalıştılar, talebe yetiştirdiler.
En erken yola revan olan kişi olarak Selçuk hocanın grup içinde nerede ve nasıl durduğunu tam bilmiyorum. Bunu içerden birinin yazmasını çok arzu ederim. Uzaktan görebildiğim veya hissettiğim şunlar: Meşrep veya zaman içinde uç veren fikir ve tarz farklılıklarına rağmen muhalefet denebilecek bir tavrı hiç benimsemedi, varsa muhalif fikirlerini beyan etmekle yetindi, buna karşılık üzerine düşen mükellefiyetleri de yerine getirdi. Ticaretle de uğraştığı için hem hareketin faaliyetlerini hem de fakir talebeleri maddi olarak desteklemekten geri durmadı. Konuşmalarımızdan edindiğim intibalara göre dışarıya açmadığı irili ufaklı bazı hayal kırıklıkları ve kırgınlıkları da vardı. 80’li yıllardan itibaren hareket içinde oluşan, bazıları mizaç farklılıklarından, eğitim-öğretim ve idare anlayışından, mühim bir kısmı 12 Eylül darbesi sonrasının özel şartlarından kaynaklanan mesafeler onu da etkiledi fakat bunları şahsî bir mesele olarak öne çıkarıp büyütmedi, itidalle karşıladı. Mahir hocadan devraldığı eda ve sada farklılığı da muhtemelen bu süreçlerde çift taraflı olarak etkili oldu.

III
Rahmetli Selçuk hocanın gayreti ve sürati Mustafa Tahralı hocanın titizliği ile birleşince kültür hayatımız çok önemli bir tasavvuf yayınına kavuştu. Merhum Ahmed Avni Konuk öteki dünyaya göçtüğü zaman geriye tasavvuf düşüncesi merkezli 40 ciltlik yayınlanmamış bir külliyat bırakmıştı. Kaderin cilveleri bu külliyatı iki meslektaşın; Selçuk beyle Mustafa beyin önüne getirdi. 4 cilt halinde yayınlanan Fusûsu’l-Hikem Şerhi’ni beraber hazırladılar. Bu şerhin 1. cildinin yayınını Dergâh Yayınları bünyesinde birlikte gerçekleştirdik. Eserin mali külfetini ticaretle de uğraşan Selçuk hoca karşılamıştı. O günlerden kalma ortak hatıralarımız şimdi kitabın sayfaları ve satırları arasından, sahiplerinden birinin göçmesinin hüznü ile acı tebessümler saçarak hareketleniyor…[6] Ayrıca,
Tedbîrât-ı İlâhiye gün yüzüne çıktı.
Fîhi Mâ Fîh’in yeni bir tercümesine daha kavuştuk.
İki dost insan Mesnevi Şerhi’ni yayıma hazırlamanın zevki ve yorgunluklarıyla yatıp kalkıyorlardı. Selçuk hoca ile vefatından 10 gün kadar önce karşılaştığımızda bilmem kaçıncı defa yine bu hazırlıkları konuşmuştuk. İsmail Ankaravî’nin Minhâcü’l-Fukarâ’sından “semâ” bahsini, Mevlevîhâneler üzerine sanat tarihi doktorası hazırlayan Barihuda Tanrıkorur hanımefendi için Latin harflerine aktardığını ve yer yer notladığını duymuştum. O bahsi açtım, Mevlevî sembolizmi açısından çok önemli olan bu metni Dergâh dergisinde yayımlamayı teklif ettim. Memnuniyetle kabul etti. Görüşmek üzere ayrıldık.
Meğer dünya gözüyle son görüşme bu imiş.

IV
Bir mübarek zamanda, miraç kandili gecesinde Selçuk bey Hakk’a yürüdü, urûc etti. Tarih 19 Aralık 1995. Gündüz oruçluydu, tatlı sohbetine aşina dostları ve fahri talebeleri iftardan sonra onu dinlemek istemişlerdi. Dönüşte muhtemelen oruç ve sohbet yorgunluğunun da tahrik ettiği hafif bir uyku üzerine çökmüştü. Belli ki geçiş uykusuydu bu. Kader hükmünü icra edecekti ve etti. Kayda değmez bir trafik kazası ruhlar âlemine intikalinin yolunu açtı. Hiç tereddüt göstermedi. Yola revan oldu.
Mahir hocanın, Ahmed Avni Konuk beyin, ulemanın, fuzalânın sohbeti ona daha cazip gelmiş olmalı ki eşini, çocuklarını, arkadaşlarını, dostlarını, talebelerini, bizi, Mesnevî Şerhi’ni[7], bir türlü yeniden ele alıp yayına hazırlayamadığı tezini, hafızasının mutena semtlerinde dolaşan beyitleri, notları, müsveddeleri, kitapları, işini, hatıraları… yetim bırakıp gitmekte bir beis görmedi.
Zaten hep o yolun yolcusu değil miyiz? Herkes böyle gitmeyecek mi?
“Cennetü’l-Firdevs ana turağ olsun”[8].



[1] Burada hemen bir istitrat hanesi açabiliriz: İmam Hatip Okullarının ilk mezunları arasında gerçek mânasıyla mütevazi tip çok az bulunur zannediyorum. İddiaları ve idealist kurtarıcı arzuları onların halim selimlerini ve ahlâklılarını daha ziyade vakur ve mesafeli, zayıf karakterlilerini ise mağrur, sert hatta kibirli yapmıştır.
[2] Kırk yıla yaklaşan bir zamanın içinden geriye doğru giderek yakalayabildiğim bu intibaları kontrol için 1977 yılı baharında, mezuniyet yıllığı için kendisinden aldığımız, ardından diğer hocaların fotoğraflarıyla birlikte hatıra dosyalarıma kattığım 9 x 14 ebadındaki, Kızıltoprak Samanyolu Fotoğraf Stüdyosu’nda çekilmiş, onun sûret ve sîret itibariyle evsafını iyi yansıtan güzel fotoğrafına bakıyorum. Beni destekliyor gibi!
[3] Bu kitabın İslâmî Türk Edebiyatı - Giriş - İslâmî Türk Edebiyatında Neviler başlığıyla yapılan genişletilmiş ikinci baskısının (1981) yazarları arasında bu sefer bir başka Tasavvuf hocası Mustafa Tahralı da yer alacaktır.
[4] Eski ulemanın tedrisle irşadı yahut medrese dersleri ile cami derslerini katı olmayan çizgilerle birbirinden ayırması ve ikisi için farklı dil ve üsluplar geliştirmesi, farklılıkları bâriz eserler kaleme alması bu çerçevede anlamlı gözüküyor. Kafaların ve ürünlerin tektipleştiği günümüz dünyasında bu meseleye tekrar eğilmek lazım aslında.
[5] Bu zevat arasında hatıratını neşreden hocalarımız olmakla beraber Cumhuriyet devri din eğitimi, dinî düşünce ve dinî akımlar açısından mühim olan bu hareketi bir şekilde anlatmayı tercih eden maalesef henüz olmadı. Belki zamanının henüz gelmediğini düşünüyorlardır.
[6] Bu faslı Mustafa Tahralı beyle ilgili yazdığım hatıra yazısında anlatmıştım. Bk. “Hakikatli insan”, Tasavvuf, sayı: 25, 2010, s. 48-49.
[7] Mustafa Tahralı hoca yıllar sonra bazı meslektaşlarıyla birlikte bu büyük eserin hazırlıklarını tamamladı ve ilk iki cildin künyesinde rahmetli Selçuk beyin adını da zikrederek 13 cilt halinde yayınlamaya muvaffak oldu. İstanbul, Kitabevi Yay., 2004-2009.
[8] Selçuk hoca vefat ettiği zaman, o sıralar haftada iki gün yazı yazdığım Yeni Şafak’ta “Selçuk Bey de göçtü” başlıklı bir yazı neşretmiştim (23 Aralık 1995). Rahmetli hocamız Dergâh Yayınları’nın neşrettiği Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi’nin ilk ciltlerinin “Dinî-Tasavvufî Edebiyat” sahasında madde yazarları arasında olduğu için yayınevinin arşivindeki zarfına bakmak istedim. Unuttuğum başka bir sürprizle karşılaştım, elyazımla “Eraydın, Selçuk” maddesi müsveddesi… Meğer ansiklopedide çıkan (III, 58, 1979) hal tercümesini ben yazmış, fotoğrafını da ben temin edip götürmüşüm.


18.06.2011


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 1 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 2 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye