‘Üniversite profesörlere bırakılmayacak kadar ciddî bir iştir’
İSKENDER ÖKSÜZ
Prof. Dr. Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi
10 Ağustos 2009
Star AÇIK GÖRÜŞ
İskender Öksüz’ün tespiti bildik yaklaşımın tersi: İlköğretim ve lise zayıfsa üniversite bunu düzeltebilir. Fakat aksi mümkün değildir. Öksüz, YÖK Başkanı Özcan’ın bu anlayışla ‘yangın söndürme’ değil ‘köklü çözüm’ aradığını söylüyor.
İSKENDER ÖKSÜZ
Prof. Dr. Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi
Türkiye’nin en hayatî meselesi eğitim ve eğitimin beyni üniversite. Eğitimin beyni üniversite derken, iki gerçeği birden kastediyorum. Birincisi, eğitimin ilk, lise, yüksek diye su sızdırmaz kompartımanlara ayrılamayacağını. Üniversitedeki zafiyet bütün şiddetiyle alta yansıyacaktır yansımaktadır. Çünkü ilk ve lise eğitiminin elemanları üniversitelerden yetişir. İkinci kastım, üniversitenin eğitimin tümü için merkezî işlevi... İlk ve lise zayıfsa üniversite bunu düzeltebilir. Fakat tersi doğru değildir. Üniversite zayıfsa, diğer eğitim kurumları da zayıflamaya ve zayıf kalmaya mahkûmdur.
Üniversitenin düzeyi yalnız eğitim kurumlarının değil, ülkenin bütün kurumlarının ve entelektüel hayatının seviyesini; sonuçta ülkenin dünya rekabetindeki konumunu ve geleceğini belirler. Cumhuriyeti kuranlar bu gerçeğin o derece farkındadır ki, öğretmen yetiştiren yüksek okul, “Orta Muallim Mektebi ve Terbiye Enstitüsü” daha 1926’da kuruldu. Yokluk içindeki genç Türk Devleti, bugün bile Ankara’nın en güzel binalarından biri olan Gazi Eğitim binasının temelini 1927’de attı. Tarihlere dikkatinizi çekerim. Yunan’ın denize dökülüşünden dört, Cumhuriyet’in ilânından üç yıl sonrasından söz ediyoruz. Eski fotoğraflar çarpıcıdır. O güzel bina, bozkırın ortasında yükselen tek yapıdır. Eğitim ve yüksek öğrenim bu kadar hayatiydi.
En hakiki mürşit neydi?
Cumhuriyet’ten önce de devlet zaman zaman eğitimin önceliğinin farkındadır. Kemal Karpat Hoca, II Abdülhamid’in eğitim politikası sonucunda yetişen yeni nesillerin Cumhuriyet’i kurduğunu belirliyor. Bu öyle bir politikadır ki, Abdülhamit zamanında lise hocasının maaşı, valininki kadardır. Bu tespitinden ötürü Kemal Hoca’nın topa tutulduğunu da not edelim. En hakikî mürşit neydi sahi?
Başlangıç, kuruluş dönemleri canlıdır. Çünkü başlangıcı yapanların hedefi bellidir. Odak bellidir. Kuranlar, yönetenler, bütün elemanlar bu odağa kilitlidir, kurum başarılı olur. O derece başarılı olur ki ülkenin geleceğini etkiler. Sonra yıllar geçer. Kurumlar “idare edilmeye” başlanır. Odak kaybolur. ‘Yönetmek’ derken, hedefin belirginliğini kastediyorum. Hedef belli ise ‘yön’ bellidir ve kaptan ve mürettebat, gemiyi o yöne sevk etmekle yükümlüdür. ‘İdare etmek’te ise böyle bir şart yok gibi. Maalesef ‘idare etmek’ tabirine, bu argo anlam hâkimdir. Devlet kurumlarımızın çoğunluğu, hatta bazı özel sektör kurumları bile, yönetilmemekte, ancak idare edilmektedir.
Bir kurumda odak, dolayısıyla yön kaybolunca ne olur? İnsanlar yönsüz yaşamaz. Yeni yönler edinirler. Kurumun yönü, kurumun odağı yerine parçaların ayrı ayrı yönleri ve odakları geçer. Artık kimin ne zaman terfi edeceği, özlük hakları, terfi ve tayinler için yapılan kulis ve siyaset ön plandadır. ‘Bizimkiler’ ve ‘ötekiler’ ortaya çıkar. Bizimkilerle ötekilerin mücadelesi diğer kaygıların üzerine çıkar. Artık kurum bu mücadelenin, tayin terfi kavgasının kartondan sahnesi gibidir. Kuruluşundaki odak bulanıklaşır. Asıl işlevi, mensuplarına maaş ödenmesinin kanunî alt yapısını oluşturmaktır.
Aksiyon Dergisi’nde Tuncer Çetinkaya’nın YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan ile yaptığı röportaj aklıma bunları getirdi. Yusuf Hoca şöyle söylüyor:
“Maalesef özellikle rektörlük seçimlerinden başlayarak -ki bu ana nedendir- üniversitede içten çatışmalar ortaya çıkıyor. Bu çatışmalar üniversiteyi üçe-beşe bölüyor. Her seçimde bölünerek gidiyor ve üniversiteler birbirleriyle konuşan değil, konuşmayan insanların çoğunlukta olduğu bir yer hâline geliyor. Şu an bu sebeple çok az üniversitede huzur var. Rektörlük seçimleri ile başlayan çatışmalar devam ediyor. Bir defa üniversite içeriden çatırdamaya başladığı zaman artık o yarıklar giderek büyüyor. Ne kadar uğraşırsanız uğraşın yeni seçilen pek çok rektörümüz, seçimlerde kendine karşı çıkan başka bir hocayı kucaklayamıyor. Çatışmalar sürüyor ve üniversite süratle dağılıyor.”
Bütün profesörler eşittir
Bu değerlendirme üniversitelerimizin çoğunluğu için doğrudur. Ancak tek çatışma noktası rektör seçimi değildir. Bölüm seviyesinde bile ‘bizimkiler- ötekiler’ vardır. İrili ufaklı bu gruplaşmalar birleşip, koalisyonlar oluşturur ve bütünü sarar. Teselli değil ama bu çizilen odak kaybı, yön kaybı ve onun doğurduğu parçalanma sadece üniversiteye has da değildir. TRT’den bakanlık teşkilâtlarına, sağlık kurumlarından işletmelere kadar devlet kurumlarının çoğunda ‘çatışma ve dağılma’ değişen derecelerde yaşanır.
Niçin devlet kurumlarında? Gerçi çok büyümüş bazı özel sektör kurumlarında da odak kaybına rastlanır. Fakat bu kulvarda onlar, devlet kurumlarının eline su dökemez. Niçin devlet?
Birden fazla sebebi var. Belli başlıları şöyle: Devlet kurumlarında herkes ve her birim eşittir. Meselâ bütün profesörler eşittir. Bütün üniversiteler eşittir. Hâlbuki ne birinciler, ne de ikinciler öyledir. Devlet kurumlarında iyiyi ödüllendirmek, kötüyü cezalandırmaktan daha büyük tepki doğurur.
Bu yüzden meselâ ‘ikramiye’, ‘terfi’ gibi mekanizmalar otomatiğe bağlanır. Böylece hiçbir haksızlık yapılmaz!
Sicilim temiz kalsın korkusu
Devlet kurumlarında iyinin ödüllendirilmesi değil, yanlışın cezalandırılması ön plandadır. Yani yeni teşebbüsler teşebbüs sahibi için risktir. Yanlış yapmamanın en sağlam garantisi, hiçbir şey yapmamaktır. Ne kadar çok teklife, teşebbüse hayır derseniz, siciliniz o kadar temiz kalır. Devlet kurumlarında, güçlü yönlerin büyütülmesi değil, zayıf yönlerin tedavisine önem verilir. Hâlbuki her üniversitenin her konuda iyi olması ne mümkün ne gereklidir. Güçlü alanların daha da güçlendirilmesi, mükemmellik merkezleri hâline getirilmesi daha verimlidir.
Saydığım hususlar, temel yönetim biliminin, neredeyse Yönetim-101 diyeceğimiz gösterdikleri. Fakat odak kaybının, daha derinde, bunlar gibi taktik değil, daha stratejik sebepleri de vardır. Bunların özellikle üniversiteyi ilgilendirenlerini ve yapılması gerekenleri de şöyle sıralayabiliriz:
Üniversitelerin müşterisi ve rakibi yok sanılır. Bu yanlış zan, odak kaybının temel sebebidir. Yönetmeyip idare etmenin de temel sebebi budur.
Üniversitelerin müşterisi, eğitimde, mezunları istihdam edecek kurumlar; araştırmada, araştırma sonuçlarını kullanacak olanlardır. İstihdam edilmeyecek, kendi işini kuramayacak mezun vermenin, kullanılmayacak araştırma yapmanın yararı yoktur. Üniversitelerin stratejisini onların ürettiklerini kullanacaklar belirlemelidir. Bu belirleme, mütevelli heyetleri vasıtasıyla yapılabileceği gibi, mütevelli heyeti olmadan da gerçekleşebilir. Diğer tüm yurt içi, yurt dışı üniversiteler, her üniversitemizin rakibidir. Her üniversite, bunlarla nasıl rekabet edeceğini, onları nasıl geçeceğini çözümlemeli, bulunan çareleri temel stratejisi yapmalı, eylemlerini ona göre düzenlemelidir. Rakiplerin neyi, nasıl daha iyi yaptıkları dikkatle izlenmeli, ‘en iyi uygulamalar’ belirlenmeli ve eylem haline getirilmelidir.
Gerek stratejik hedefler gerekse rakiplerle boy ölçüşebilmek için somut, ölçülebilen ve zaman sınırlı hedefler konmalı, performans değerlendirmesi bu hedeflere ulaşılmasına göre yapılmalıdır. Ve değerlendirme sonuçları mutlaka üniversitenin ve öğretim elemanlarının gelirini etkilemelidir. Bunların üniversite yönetimlerinden talep edilebilmesi için de bütçenin, kadroların, neredeyse her şeyin merkezden izlenmesinden; tek tip olmaya, eşit olmaya zorlanmasından vazgeçilmelidir. Sorumluluk yükleyebilmek için yetki ve imkân verilmelidir.
Denetim antitezdir
Daha önce saydıklarıma Yönetim-101 demiştim. Son liste galiba Yönetim-102, hatta daha üst yönetim anlayışına doğru gider. Mevcut imkânlarla bile bunları kısmen gerçekleştiren üniversitelerimiz var: ODTÜ’nün son derece başarılı (Okan Tarhan Hoca’nın yıllarını verdiği) Kariyer Ofisi, bazı vakıf üniversitelerinin koop programları, TOBB Üniversitesi’nin iş yerleriyle iç içe öğretim felsefesi ümit verici...
Ümit kırıcı gelişmeler de var. Üniversiteleri iyileştirmek deyince, bürokrasinin aklına ilk gelen ‘denetim’dir. Denetim, çağdaş yönetim anlayışının antitezidir. Fakat bürokrasinin ana silahı budur. Tek silah bu olunca, ‘yegâne aletiniz çekiçse, her şeyi çivi olarak görürsünüz’ özdeyişi devreye giriyor. Bu yüzden ‘hedeflere göre yönetim’ gibi, ‘stratejik yönetim’ gibi, endüstri devri anlayışından kalma metotlar, belki bunlarla en uyumsuz alanlardan biri olan üniversiteye uygulanmaya çalışılıyor. 19. asrın tekstil üretim hatlarından kalma usullerin 21. asrın üniversitesinde yeri yoktur.
Nihayet, eğitimin de ötesinde, mutlaka farkına varmamız gereken, Türkiye’nin bütün kurumları için farkına varmamız gereken noktaya geliyoruz.
Yönetim diye bir bilim var
19. asır endüstrinin, 1900-1925 temel bilimlerin, 1945 ve sonrası tıbbın devrim sayılacak atılımlar geçirdiği yıllardı. Yönetim bilimi, 1980-2000 arasında bunlarla kıyaslanabilecek bir değişime uğradı. 19. asır öncesi iş dünyası ile endüstri çağını, 1925 öncesi temel bilimi ile bugünkünü, 1940’ların öncesi tıbbı ile modern tıbbı karşılaştırmak nasıl imkânsızsa, 1980 öncesi yönetim bilimi ile bugünkünü karşılaştırmak da mümkün değildir. Türkiye bütünüyle, maalesef bunun farkında değil.
Yönetim diye bir bilim artık var ve bunu bilenlerle bilmeyenler elbette bir olamaz. Meselâ bir ürologu veya bir arkeologu, 80 bin-100 bin kişiyi ilgilendiren üniversite gibi dev bir işletmenin başına geçirirseniz ondan ‘yönetme’ beklemeyin. Olsa olsa ‘idare eder’. Gelişmiş ülkelerde önde gelen üniversitelerin başında profesyonel yöneticiler var. Onun hemen altında- veya yanında- da ‘provost’ denilen akademik baş.
Dönelim Aksiyon röportajına. Tuncer Çetinkaya kardeşimiz, Yusuf Hoca’nın söylediklerini, yazının başında, “YÖK Başkanı, toptancı yaklaşımlara uzak duruyor. Problemlerin ‘tek tek’ çözülebileceğine inanıyor” diye özetlemiş. Kanaatimce YÖK Başkanı’nın ‘inancı’ bu değil. Yusuf Hoca, şu ana kadar, mutabakat sağlamadaki güçlükten dolayı ancak ‘nokta atışları’ yapabildiklerini söylüyor ki buna yönetimde ‘yangın söndürme’ denir; asıl yapılması gerekenin, tam tersine, ‘köklü çözüm’ olduğunu ifade etmiş. Kanaatimce asıl inancı bu ve doğru olan da bu. İdare etmek değil, yönetmek.
Ve Winston Churchill’in kulaklarını çınlatarak: Üniversite, profesörlere bırakılmayacak kadar ciddî bir iştir.
iskenderoksuz@gmail.com
|