Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 1 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: İBN-İ ARABÎ’YLE "ZAMAN'IN RUHU"NU OKUMAK
MesajGönderilme zamanı: 28.11.11, 10:50 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 08.11.09, 20:20
Mesajlar: 58
İBN-İ ARABÎ’YLE "ZAMAN'IN RUHU"NU OKUMAK

Mahmud Erol KILIÇ *

Prof. Dr., İslâm Konferansı Örgütü Parlamento Birliği (İKOPAB) Genel Sekreteri

Bilindiği üzere Selçuklu-Osmanlı kültür çizgisinde İbn-i Arabî’nin adının anılmadığı ve fikirlerinin değmediği hiçbir köşe adeta yok gibidir. Tabii görmesini bilirsek… Bir Mimar Sinan’ın eserlerinin arkasında, bir Selçuklu Darü’ş-şifâ’sının arkasında, bir Osmanlı şairinin görüşlerinin arkasında, bir Osmanlı sultanının yönetim vizyonunun arkasında Muhyiddin İbn Arabî’nin görüşlerinin bulunduğunu izlemek mümkündür. Asrın başında yaşamış olduğumuz dönüşümler neticesinde bizi besleyen bu geleneksel irfan damarlarımızla irtibatımız değişik sebeplerden dolayı zedelendiyse de “her zedelenen canlı organizma, zede¬lenen bölgesini yine kendi içinden tamir ederek hayatiyetini sürdürür” fehvası bugün de geçerlidir. Yeniden onun gibi insanlara olan hasret kendi¬sini genel anlamda bütün insanlığı, özel anlamda Müslümanları ve özellikle de ülkemiz insanını çok yakından ilgilendirecek bir şahıs haline getirmiştir. Bugünün sorunlarını çözmede böylesi bilgelerin fikirlerinden istifadeyle büyük mesafeler katedileceği kanaatindeyim.
Muhyiddin İbn Arabî’nin modern çağda özellikle Müslümanlar tarafından yeniden keşfedilmesi aslında kendi içerisinde bir araştırma konusudur. O, geleneksel kültür dünyamızda fikirleriyle en etkileyici şahsiyetlerden biri ve İslâm dünyasının Endülüs’den Yeni Delhi’ye, Hicaz’dan Kırım’a kadar çok geniş bir coğrafyasında eserlerinin okunduğu ve bunların üzerlerine şerhler yazıldığı bir şahsiyettir. Bir taraftan Tac Mahal’de gerçekleştirilen o muhteşem eserin mimari özelliklerinin Fütûhat-ı Mekkiyye’deki bir çizimden ilhamla yapıldığı, diğer taraftan Osmanlı’nın çoklu etnik, kültürel, dinî toplulukları bir üst şemsiye altında bir arada yaşatırken onun “vahdette kesret” prensibinden hareket edildiği ileri sürülmüştür. Onun burada, Anadolu’da geçirdiği günler ve peşinde bıraktığı tesirler ayrı bir araştırma mevzusudur. Malatya’da on yıl civarında yaşayıp ardından Sivas, Kayseri ve Larende, Karaman üzerinden Konya’ya gelerek görüşlerini rahat bir şekilde anlatabi¬leceği bir zemini bulabilmesi çok mühim bir konudur. Çünkü takdir edersi¬niz ki, yüksek irfan kabul göreceği yere doğru akar. Kabul edicilerin, alıcıla¬rın olmadığı yerlerde ise kendilerini setrederler, örterler. Bu bir bakıma işin tabiatı icabıdır. İrfanî bilgi kendini nâdâna karşı örter.
Doğduğu topraklar olan Endülüs’den Doğuya doğru seyahatinde İbn-i Arabî öyle bölgelerden geçti ki, yemeğine zehir katılmak suretiyle öldürül-meye bile çalışıldı. Mekke’de Kâbe’nin karşısında murakabede Hacerü’l-Esved’e yönelik iken almış olduğu “Kalk ve Anadolu’ya git!” emr-i ilâhîsi üzerine Anadolu’ya yolculuğu başladı. Buna biz sevk-i ilahî diyoruz. Yani Anadolu’ya gelişi kendi iradesi ile olmamıştır. Selçuklu sultanlarının bazıla¬rının yetişmesinde çok büyük emeği geçer. I. Gıyâseddîn Keyhüsrev, oğulları I. İzzeddin Keykâvus ve Alaaddin Keykûbâd ile doğrudan irtibatı olmuştur. Şöyle ki, Malatya’da iken hocalığını yaptığı şehzâde Konya’da tahta geçince hoca¬sını daha Konya girişinde karşılamış ve atından inmek suretiyle “Gerçek sultan sizsiniz Efendim” diyerek İbn-i Arabî’ye olan bağlılığını tekrarlamış¬tır. Tabii bu sadece Muhyiddin İbn Arabî ile sınırlı bir durum değildir. Geçen sene (2007) doğumunun 800. Yılı münasebetiyle pek çok toplantıyla kendisini andığımız bir Mevlânâ Celaleddin-i Rûmî de birçok kere böylesi iltifatlara maruz kalmıştır. Şu bir gerçek ki, modern dünya birazdan temas etmeye çalışacağımız şekliyle, biz Müslümanları da kendine döndürdü ve benzetti. İsim olarak ve sosyolojik bakımdan Müslüman diye tanımlanabiliyoruz ama dikey/enfüsî anlamda Hakikat-i Muhammediyye ile olan irtiba¬tımız bağlamında Muhammedîliğimiz ne kadar köklü, o ayrı bir konu. Meydanları doldurmak anlamında ben Müslümanım diyen bir hayli kalaba¬lık var. Fakat bu kitle, içinde derinlik olan bir topluluk haline gelmedikçe, medeniyet oluşturamayan ve sadece karşı tarafın ithamlarına cevap verirken kükreyen bir kitle olacaktır. Bu kalite düşmesi modern Müslümanın önündeki en önemli problemlerden biridir. Tarihte her zaman bizlere yönelik ithamlar ve saldırılar olabilmişti, ama bunlara çok yüksek seviyede sanat, edebiyat ve felsefesiyle öyle cevaplar verilmişti ki; bu cevaplar karşı tarafı cezbettiği kadar kendi insanımızı yani Müslümanları da eğitmiş ve olgunlaş¬tırmıştı.
Sempozyumumuzun ana teması malum olduğu üzre “Modern Çağ ve İbn-i Arabî”. Peki bundan 700 küsür sene evvel yaşamış olan bir zatın görüş¬leriyle modern çağ arasında nasıl bir irtibat kurabiliriz? Bu açıdan önce “Modern Çağı” tanımlamamız gerekmekte ve buradan hareketle İbn-i Arabî’yi ve onun gibi bilgeleri konuşturmaya çalışmalıyız. Sayın Hüseyin Beyin de takdim konuşmasında söylediği gibi güzel bir tevafuk olarak bugün İstanbul’da farklı bir damarı temsil eden büyük bilge İbn-i Sina üzerine de uluslararası sempozyum gerçekleştirilmektedir. İslâm dünyasının başka bazı köşelerinde şu an çok sığ ve basit düzeylerde bazı Müslümanlık yorumları yapılırken biz İstanbul’da bir taraftan Muhyiddin İbn Arabî gibi bir zâtı anlamaya, diğer taraftan İbn-i Sina gibi bir diğer bilgeyi öğrenmeye çalışıyoruz. Bu da tarihin tekerrür ettiğini gösteriyor. Çünkü ârifler iltifat isterler ve onu gördükleri yerlere doğru meylederler; iltifat görmedikleri yerlerden de kaçarlar. “Nazlı bir gelin gibidirler” diye edebiyatımızda çokça anlatılır bu meseleler.
“Modern çağı” tanımlamak için bütün dünyada entelektüel çevrelerde birbirinden farklı konferanslar düzenleniyor. Modern çağın kronolojik ola¬rak ne zaman başladığı ve temel özelliklerinin neler olduğu konularında çok uzun sözler söylemek belki mümkün, ama kısaca toplayacak olursak; modern çağın öteler ötesiyle yani mavera ile referans noktalarını koparıp bunu yeryüzüne indiren dönem ile başladığı söylenir. Yani prometeci bir anlayış¬la, “Ey insan sen tanrısal olduğunu iddia ediyorsun, ama zaten tanrı diye bir şey yok, ne varsa senin elinde. Sensin o, yaradan da sen, yapıp eden de sen, her şey sende olup bitiyor.” demek suretiyle 18. yüzyıldan sonra gelişmesi ivme kazanan, özellikle aydınlanma döneminden itibaren gelişen ve günü¬müzde materyalizm haline gelen bu aşırı profanlaştırılmış, sekülerleştirilmiş hümanizm anlayışı sonunda insanı ait olduğu asli yerden kopardığından dolayı onu yalnızlaştırmış ve “ne halin varsa gör, ben sana çözüm üretemem” noktasına getirmiştir. Çünkü insan, ilahi bir varlıktır. İnsan bir bütü¬nün parçasıdır. O, bütünün içinde anlam kazanır ve belki de o bütünün ana eksenidir. “Şüphesiz biz insanı en mükemmel surette yarattık.” sözüyle bütün yaradılışın eşref-i mahluku yapılan - ki bu insana biçilen en yüksek makamdır - insanı o yüceler yücesinden alıp en aşağılara indiren bir anlayış< Bu anlayış neticesinde tıpkı anne ve babasından koparılmış küçük bir çocuk gibi yalnız bırakıldı modern insan< Modern insanı esas ait olduğu öteler ötesinden koparttığınız vakit, o insanın yapmayacağı bir şey yoktur. Yaradı¬lış merdiveninde, Muhyiddin İbn Arabî’nin görüşlerinden öğrendiğimize göre, her mertebe yaratıldığı mertebenin hakkını verir. Üstelik insanın “Ben sana kendi ruhumdan üfledim.” ayetinde de açıkca belirtildiği gibi Allah Teâlâ’nın ruhunu kendi içinde taşıyan ilâhî bir tarafı vardır… Sonra aşağılara inmek suretiyle o insanda bir de maddeye meyleden taraf, hayvaniyet tarafı oluştu. Binâenaleyh insan ikisi arasında inip çıkabilen bir varlıktır. Bu yö¬nüyle bir muhteşem varlıktır insan… İşte insanı metafiziğinden kopardığı¬mızda, yani kaynağından kopardığımız zaman onu annesinin memesinden koparılıp ormana atılmış bir bebek gibi düşünebilirsiniz. O çocuk kendi ba¬şına yaşamaya çalışıyor ama o ortamda ne kadar yaşayabileceğini bir düşü¬nün. Takdir edersiniz ki, bunda başarılı olabilmesi mümkün değil. O zaman insanın tekrar asli konumuna yüceltilmesi yani memesinin ağzına verilmesi gerekmektedir. Bu şuur haliyle insanın özgüvenini tekrar kazandığı görülecektir. Bunu tesis edecek bilgelere ihtiyacımız her zamankinden çok daha fazla. Modernlik öncesi dönemde de bunlara ihtiyacımız vardı, ama kopma o kadar sert değildi. Fakat modern zamanda insanı tamamen metafizikten, ana kaynağından, yani Rabbi’nden kopardılar. Rabbi ile olan irtibatını ötekileştirdiler. Oysa “Ben” ve “Rabbim” birbiriyle hiç alakası olmayan iki ayrı kategori değildi. Bazı anlayışların Tanrı ile kul arasındaki irtibatı kopartma¬ya, soğutmaya dayalı teolojik yaklaşımlarının aksine, sufî teoloji kurbiyyet esaslı bir teolojidir. Şer’i çerçeve içerisindeki kurbiyet esaslı teolojide ise “Ben size şah damarınızdan daha yakınım.”, “Ben sizdeyim” anlayışı ayrı bir zevk verir yalnız insana. Rabbimizi dışarılarda, yukarılarda, yani taşrada aramak yerine bizzat kendi içimizde aramayı bize öğreten bir anlayış. “O sizde ama görmüyorsunuz.” ayetinden beslenen bir anlayış. İslâm dininde bu anlayışı Hz. Muhammed(s) Efendimizin getirmiş olduğu ana esasları açmak suretiyle ortaya çıkaran kimselere biz İslâm düşüncesi kervanında “ârifler” demekteyiz. İşte bu âriflerin içinde Muhyiddin-i Arabî’nin yeri müstesnadır. Mütevazidir, der ki:
“Bunları ilk defa dile getiren ben değilim. Benden evvel de bunları bilenler vardı. Fakat zaman müsait değildi. Şimdi müsait olduğu ve insanlar bu düşünceleri hazmedebilir hale geldiği için bana destur verildi, aç denildi. Ben de İslâm irfanını en yüksek ilmeklerinden açmaya çalışıyorum. Ama şunu bilin ki, benim de bir sınırım var, ben de bana biçilen o sınırda duruyorum. Bütün sırları açıyor değilim.”
Bir açıdan ona bağlı olduğunu iddia edenler ve diğer açıdan da ona karşı olduğunu söyleyenler özellikle bilsinler ki Şeyh-i Ekber: “Açtığım bü¬tün sırlar Hz. Kur’an’dan, yani Kur’an mertebesinden alınmış ve tamamen Muhammedî mirasın açılımından ibarettir. Yani düşüncelerimin kaynağı ne Aristo’dur ne Platon. Herhangi bir felsefî okul içinde eğitim alarak onların görüşlerini naklediyor değilim. Ben bana ne ilka ediliyorsa - ki ona ilka-i ilahî ve imla-i rabbânî diyor - onu naklediyorum.” demektedir. Bu surette o “Tercüman-ı Hak” vazifesini yerine getirmektedir. Yani veliler nebiye inen vahyi tercüme eden kimselerdir. Şeyh-i Ekber’in yapmış olduğu şey, kalb-i Muhammedîye'ye inen vahyin insanlığa inmesinde tercümanlık etmek, ara¬cılık etmek… Bu mertebe velâyet mertebesidir ki, nebiye bağlı olarak çalışır.
Velâyet mertebesi, şâhidler, şârihler ve açıklayıcılardır. Her nebinin yanında bulunur. Hz. Musa(s)’nın yanında Hz. Harun(s) gibi... Her nebinin yanında onun velâyetini sürdürenler gelmiştir. Bu kervan başlarından birisi de Şeyh-i Ekber Muhyiddin-i Arabî’dir. Kendisi der ki: “Her asırda öyle biri vardır ki, onunla o asır yükselir. İşte bu asır ve bundan sonraki asırların da irfânî yükseklik kriteri bir bakıma benim.” Nitekim bugün eserleri, fikirleri kendi tale¬belerinden Sadeddin-i Konevî, Müeyyededdin-i Cendî, Davud-ı Kayserî vb. gibi zâtlar eliyle doğuya ve batıya taşınmak suretiyle üzerine yüzlerce şerhler yazılmıştır. Bugün İslâm irfânı dediğimiz o devasa literatür meydana gelmiştir. Bu literatürü bir bakıma İslâm felsefesi içerisinde değerlendirme¬miz mümkündür. Tabii ki, bazı İslâm felsefesi anlayışlarından ayrılan noktaları bulunmaktadır. Bir kere Şeyh-i Ekber kendisinin Hakikat-i Muhammediyye’den ilham alarak bu görüşleri serdettiğini ve her hangi bir
yazılı kitaptan nakletmediğini söyler. Aslında İslâm felsefesinde de hikmet faal akılla ittisal kurularak elde edilir. Ama faal akıl nedir, nasıl ittisal ve irtibat kurulur? Buralar muğlak geçilir. Çünkü İslâm felsefesinde terbiye ve eğitim yoktur. Size o hakikatler yaşatılmaz sadece anlatılır. Kavramsal ve zihinseldir. Ne var ki, nasibiniz varsa buradan bir kapı açılabilir size.
Gazzalî’nin, İbn Sinâ’nın açıldığı gibi. Felsefe zihinsel tasavvurlara dayanır. Fakat tasavvur görüntü esaslı formatlanmıştır. Oysa ki, bu bir yanılsamadır. Görüntü bir yanılsamadan ibarettir. Muhyiddin İbn Arabî der ki: “görüntü¬ye aldanma”, bunlar, şeyler ve nesneler birer görüntü. Görüntü ise tamamen yaratılmış bir şeydir ve dört unsurun bir araya gelmesiyle meydana gelir. Bu bir tür göz yanılsamasıdır ve siz aslında buna illüzyon diyebilirsiniz. Oysa hakikat bunun içinde, bâtınındadır. Der ki, “Aynü’l-âlem Haktır.” Onun bu ifadesini “âlemin aynı, özü Hak’tır” diye tercüme edebiliriz. Yalnız buradaki “ayn” kelimesine dikkat etmemiz gerekiyor. Türkçede bazen yanlış anlama oluşabiliyor burada. Aynısı, tıpkısı anlamındaki “ayn” ile kökenleri bir ise de kullanım alanları farklılaşmıştır. Arapçada bu kelime; “göz bebeği” an-lamında ve “göze” dediğimiz suyun çıktığı, fışkırdığı kaynak anlamlarına gelmektedir. Bu durumda Şeyh-i Ekber “Hakk âlemin aynıdır” derken “gö¬züdür, göz bebeğidir” demek istemektedir. İşte o âlemin içinde bulunan ve her asırda bir tane olan veliyy-i asr yani asrın velisi “ayn”dır. Oradan Cenab ı Hak âleme bakar, tedbir eder, idare eder. O zaman o göz ilahî bir gözdür. İbn-i Arabî bir şiirinde der ki: “Yeryüzünde yürürken dahi ayağını sert yere vurma, zira o Hakkın gözüdür.” Yani toprak zemin üzerinde yürürken dahi sert bir harekette bulunma sonuçta O’nu incitirsin. Hayata bu gözle bakıldı¬ğı zaman, bir bütün olarak kutsal bir varlık, kutsal bir enerji alanı haline gelmektedir. Diyor ki: “Hayat ilâhiyet hazretidir.” Yani içinde bulunduğumuz bu hayat kutsaldır, kutsallığın bir açılımıdır, hazretidir. Lokman fassında da şu beyitlerle devam ediyor: “İlâh, bir rızk irade etmeye yöneldi¬ğinde kevnin tamamı onun için gıdadır. Bütün kâinat onun gıdasıdır. Eğer İlah, ilahî meşiyet bizim için bir rızk irade etmeye yönelirse; meşiyetin gereği o bizim için gıdadır.”
Bakınız! Bir yönüyle kâinat onun gıdası, bir yönüyle biz onun gıdasıyız. Bu beslenmeyi tabii kii fizikî âlemdeki beslenme olarak anlamamamız gere¬kiyor. Manevî köklerinden koparılmış modern hayata gelindiğinde ise, hayatın bu kutsallığından soyulduğunu, desacredition yapıldığını bütün sonuçlarıyla beraber müşahede etmekteyiz. Yani sen öteler ötesine bakma, her şey burada kutsal diye bir şey yok. Bunun tabii bir sonucu olarak tabiata, canlı veya cansız varlıklara, bitkilere, hayvanlara tahakküm edilebilirliğin, tecavüz edilebilirliğin yolu açılmış oldu. Azgın insan doğayı sömüreceği bir alan olarak görmeye başladı. Bu düşüncelerin bir yansıması olarak modern kapitalizm bugün bütün dünyayı global bir kumarhaneye çevirmiştir. Oturduğunuz yerden dolarla oynamak, borsaya girmek-çıkmak suretiyle bunlardan bîhaber üçüncü dünya ülkelerini ellerinde oynatan bir azınlık grubunun kumarhanesi haline gelmiştir yeryüzü. Bu bir zulümdür, adaletsizliktir. Oysa ki yeryüzü ve her ne varsa Allah’ın bize kutsal bir emanetidir. “Komşusu açken tok yatan bizden değildir.” anlayışı ile bakan bir peygamberin gözünden baktığımız zaman kendi kurtuluşunun bütün insanlığın kurtuluşuyla beraber olduğunu anlarsın. İslâm metafiziğinin zirve açılımı olan vahdet-i vücut anlayışında da bütünün her bir parçasının birbiri ile organik bir irtibatta olduğunu anlarsınız. Bunu idrak ettiğiniz zaman siz bir ağaca dahi tekme atamazsınız. Bu felsefenin yaygınlaşmasıyla eğitilmiş bir ormancı dahi ormana girdiği zaman kesilecek ağaca gidinceye kadar baltasının ağzını diğer ağaçlar görüp de rencide olmasınlar diye gizler, örter. İşte bütün bu tavırların arkasında “bütün varlığı bir gör” anlayışı yatmaktadır. İbn-i Arabî der ki: “Kesret dediğimiz bu çokluk âlemi aslında birliğe bağlıdır. Bütün var oluş birliktedir. Kesret, yani çokluğun varlığı yoktur aslında.“ Buradan hareketle kötülük probleminin çokluğa bağlı olduğunu söyleyebiliriz. Çokluk olduğu için kötülük vardır. Çokluk ise arızîdir, aslî değildir. Dolayısıyla kötülüğün var oluşsal yeri yoktur. Yani Arabî’ye göre şer problemi varoluş-sal değildir. Var olan yalnız mutluluk ve huzurdur. Yalnız hayırdır. Onun ikame edilmediği yerde geçici bir dönem için ortaya çıkan durumun adına şer denir. Ondan dolayı “Hak gelince bâtıl zâil olur.” ayetinde olduğu gibi hakkın ikame edilemediği durumlarda arızî olarak ortaya çıkan duruma şer diyoruz. Yoksa felsefede olduğu gibi bir hak var bir de şer var, bir iyilik var bir kötülük var değildir. İkicilik, düalizm yoktur İslâm tasavvufunda, özellikle Muhyiddin İbn Arabî mektebinde. Var olan yalnız ve yalnız Bir’dir. Hakk âlemin aynıdır demiştik. İnsan da Hakk’ın aynıdır. Zira onunla âleme bakar ve ona rahmet eder. Allah yeryüzüne insanla bakar. İnsanı ilk yarattı¬ğında “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?”dediğinde, ilk muhatabı ve “evet” demek suretiyle onu tasdik eden insandır. Bu açıdan Şeyh-i Ekber: “İlahî surete benzer bir yapıda yaratılmış yegâne varlık insandır yani kâmil insan-dır.” der. Bu sebepten insanlık, insan-ı kâmil olmaya doğru bir özlem için-dedir. Nasıl ki, “kadim kimya” ilmi (simya) cansız varlıkların içindeki altın olma özlemini tahrik etmek suretiyle kıymetsiz madenleri altına doğru dön-dürülebileceğini ileri sürüyor ise, bunun bir benzerini insanlık içinde, ister mümin ister kâfir, ister dile getirsin ister dile getirmesin bütün insanların insan-ı kâmil olmaya doğru, kemale doğru olan bir özlemi olduğunda görebiliyoruz. İnsanı bu yönde eğitmediğimiz zaman, modern hayat ve felsefeler - buna medya da aracılık etmek suretiyle - modern insanın önünde hedef sapması gerçekleşmektedir. Yani insan, aslî hedefinden, gitmesi gerekli olduğu yerden uzaklaştırılmakta ve önüne sahte hedefler konulmaktadır. Ona “sen ancak şöyle olursan mutlu olabilirsin” imajı yerleştirilmektedir. Mesela dünyanın değişik coğrafyalarında “manken olursan mutlu olabilirsin” deni¬lerek eğitilen yüzlerce genç kız bulunmaktadır. O yolu izleyen sonunda bir şekilde mutluluğu hangi düzeyde elde edebilecekse oraya kadar elde edebilmekte. Oysa ki, bu bir insanın hayatında iş olarak yapacağı şey değildir. Farkında olsun olmasın insanın esas gayesi içinin yöneldiği yere kavuşma¬sıdır. Çünkü onun içi ilahîdir ve suyun suya kavuşmak istemesi gibi ilahî olan da ilahî olana kavuşmak ister. İnsanın cevheri, aslı, özü, aynı, kökeni ilahîdir. Bu görüşümüzün kaynağı hem Kur’ân’da hem de sünnette yer al-maktadır. “Biz insana kendi ruhumuzdan üfledik.” ayeti insanın kutsal bir varlık olduğunun en temel delilidir. Hayat kutsaldır. Kutsal olarak baktığımız zaman da onun kutsallığını bozmamamız gerekmektedir. Hasılı modern hayatın başta ekolojik problemleri, çevre sorunları, eşitsiz gelir dağılımı vb. gibi meselelerine İbn-i Arabî’nin görüşlerinden yola çıkarak çözüm ileri sü¬rebileceğimiz o kadar konu var ki. Hatta bu görüşler ileride, vahhabizmin döneminin geçmesinin ardından Müslümanların siyaset teorisi olacak gö¬rüşlerdir. İbn-i Arabî Yusuf fassında der ki: “Aynını tanı. Sen kimsin? Hüviyetin nedir? Hakk’a nispetin nedir? Ne ile Haksın, ne ile âlemsin?” Yani hangi noktada sen Hakk’lasın, hangi noktada gayrısın?” Bakınız bu noktaya çok dikkat edilmelidir. Vahdet-i vücut anlayışını tam anlayamayan kişiler İbn-i Arabî’nin her şeye Tanrı dediğini iddia ederler ki, böyle bir şey tamamıyla iftiradır. “Ben size kendi ruhumdan üfledim.” diyen Cenabı Allah(cc)’ın kendisi; İbn-i Arabî söylemiyor. Benim ruhanî ve ilahî bir tarafım olduğunu söyleyen Cenab-ı Allah(cc)…
Dolayısıyla, bakınız bir yönüyle “evet ben ondanım.” Bunu demediği¬niz zaman başka bir çıkış yeri bulmamız gerekiyor insana. İnsana Tanrı’dan başka bir çıkış yeri bulduğumuzda bu sefer biz “O’ndan geldik, tekrar O’na döneceğiz” ayetine muhalif olmaktayız. Bizi böyle düşünmeye sevk eden ayetler bulunmakta. Elimizde çok fazla örnekler var bu konuda. İbn-i Arabî kainatı bir kitap olarak görüyor. Açık bir kitap. O kitabın satırları ve harfleri üzerinde düşün. Bizler bir zamanlar yüksek harfler idik, o satırlara indik. Bu kainatın her şeyi sana bir mektuptur. Sana okumak ve yorumlamak üzere gönderilmiş, kainatta gördüğün her şey… İnsan, insanın cemali, yeryüzü, varlık, bitki, hayvan vs. bunların hepsi sana gönderilmiş bir mektuptan iba-rettir. Onları okuyabilirsen varlığın sırrını elde edebilirsin… Allah’tan sâdır olan isimler konusunda kelam ilmi, İslâm felsefesi, İslâm düşünürleri deği¬şik görüşler bildirmişlerdir. O’nun 99 ismini biliyoruz. Bildirdiği kadarıyla biliyoruz… Peki, bu isimler birden bire mi çıktı? Denilir ki, Allah’tan önce bir isim, sonra 7 isim (ümmühât-ı seb’a) zuhur eder. Sonra bunun furuatı vardır. İlahî isimler şeması vardır. Kainat isim isim böyle tanzim edilir. İlk isim hangisidir? Konusunda muhtelif görüşler bildirilir. Âlim ismiyle başla¬dı, diyen vardır. İbn-i Arabî Hazretleri Hay ismini esas alır. Yani ”kün” (ol) denilmesi suretiyle hayat başlamıştır. Dolayısıyla İbn-i Arabî’ye göre İlim ismi Hay ismi içinde vardır. Hay ismi canlılık enerjisini veren, hayatı daim olarak sürdüren bir isimdir. İbn-i Arabî’ye göre o, isimlerin anasıdır, babasıdır. Bu isim üzerinde yapılan çalışmalarla hayatın kutsallığı anlaşılır. Bakı¬nız bir kere bütün insan hayatı, tarihiyle, zamanıyla, geçmişiyle hepsi kutsal olur. İbn-i Arabî her dönemin kendine göre tecellisi bulunduğunu söyler. Tecelli tecelliyi takip eder. Bunlar devrîdir, çevrimseldir.
İbn-i Arabî’nin yaradılış felsefesi, düz bir çizgi halinde, lineer bir şekilde ilerlemez. Devrî olduğundan dolayı; zahir batından, batın zahirden; kabz bastan, bast kabzdan çıkarak bu şekilde deverân ettiğinden dolayı; bazı dö¬nemler, Hakk’ın Velî isminin zahire çıktığı, bazı dönemler de Hakk’ın Velî isminin bâtında kendini setrettiği dönemlerdir. O açıdan “dönemini iyi tanı, ona göre hareket et” der. Hiçbir dönemi kötülemez, hiçbir döneme küfretmez. Sövmez, sövmemeyi tavsiye eder. Daha doğrusu bize bunu öğretir. Bizim içinde yaşadığımız şu modern çağ belki de en problemli çağlardan biridir. Bize asırlar öncesinden der ki: “Bu asrın da sıkıntıları zorlukları var-dır, ama hayır, her bir asrın içinde Allah’ın ayn’ı, gözü hep bulunduğundan, Hay isminden dolayı, sen bu sıkıntıların içinde güzellikleri bulabilirsin.” Küçük, sığ ve parçalayıcı düşünmekten ziyade bütüncül bir düşünceye doğ¬ru geçersek bütün bu sorunların üstesinden gelebiliriz. Binâenaleyh, zamana sövülmemesi meselesi önemlidir. Çünkü Allah “kün” demek suretiyle bir emirle her şeyi toptan yarattığı için, sonra bast edilmek suretiyle her şey zamanın içine yayıldığından dolayı aslında geçmiş ve gelecek, şimdi ve son-ra hepsi birden ilâhîdir. Dolayısıyla içinde bulunduğumuz an da kutsaldır. Bizim irtibatımız kopuktur sadece, irtibat kurulduğu noktada hayat yeniden kutsallığını elde edecektir. Çünkü esas olan kutsallıktır. Kutsallıktan soyuluş geçici bir dönemdir ve her şey aslına rücû edecektir. Sözlerimin sonunda zaman problemlerinden bir tanesine de kısaca temas etmek isterim. Bu problem de şudur: Bu modern zaman nasıl ana esasları bozdu ise, yani bazı doktirinel prensipleri bozdu ise, ister istemez bunu maneviyat sahasına da taşır. Yani modernizm spiritüel, manevî denilen alanda da dejenerasyon yapmaya başladı. Kendine benzetmeye çalıştı herşeyi. Bu da bir başka açı¬dan dikkat çekilmesi gereken husustur. Şöyle demeye başladı artık: “Madem maneviyat var. Bunu yok edemedik ve edemiyoruz. O zaman maneviyatı kabul edelim, ama buradan kendimize yontalım. Mesela manevî konuları kitleleri uyutmak ve kapitalizmin daha iyi kâr elde etmesi için kullanalım. Meditasyon yaptıralım ki, daha kaliteli işçi olsunlar.”
Bakınız! Rabbimizi tanımak, hayatın sırrını keşfetmek için araç olarak kullandığımız bazı manevî temrinler asıl maksadından koparılmak suretiyle bir takım başka amaçlar için kullanılabilir hale getirilmiştir. Bu da bir diğer tehlikedir. Çağımızın önemli bilgelerinden Şeyh Abdülvahid Yahya bunu istikametten yani ortodoksiden kopma olarak tanımlar ve Modern Dünyanın Bunalımı isimli eserinde özellikle buna dikkat çeker. O, pseudo-inisiyasyon dediği sahte maneviyatlara dikkat çeker. Yani modernizm sahte maneviyatların da çıkmasına sebebiyet veriyor. Bu açıdan İbn-i Arabî mektebi’nin vurgulamaya çalıştığı şey çok hassas bir dengedir. İyi anlamak lazım. Fütuhat’ın 2. cildinin 88. bölümünde der ki:
“Riyâzetlerimizin, mücadelelerimizin, amellerimizin sonunda ortaya çı¬kan ilimler ve zahire taşıdığımız eserler, hepsi bizim kitabullâh ve sünnet-i Resulullah ile olan amelimiz neticesindedir. Yani Hz. Muhammed(s)’e ittiba ile yaşadığımız o manevî hayat tecrübesi sonucunda çıkmıştır bunlar ortaya.”
Yani bu ârifleri doğru anlama ve doğru okuma problemiyle karşı karşıyayız. Önümüzde böyle bir problem olduğunu da unutmamız gerekiyor. Zira modernizm bazen bizim bu bilgelerimizi, âriflerimizi de aslî kaynağından koparma teşebbüslerinde bulunmaktadır. Yani “bunlar çok güzel mistik görüşler, biz bunları alalım, fakat onların ait olduğu, beslendikleri kaynak bir kenarda dursun”, demek suretiyle bir ayrım yapıyor. Bu da bir diğer problemdir.
İbn-i Arabî’nin kendisi bunu izah ettiği gibi, Kur’an ve sünnetten beslenen bir bütündür. İkisi bir biriyle etle kemik gibi kaynamış vaziyettedirler. Bu açılardan sui-istimal ve manüpülasyon İbn-i Arabî gibi âriflerin görüşleri üzerinde çalışanların dikkat etmesi gereken en temel hususların başında gelir. Zira temellerle oynamak isteyen bazı art niyetliler hep bu zâtların görüşlerini ters okuyarak bu emellerini gerçekleştirmek istemişlerdir. Şunu hususen belirtmek isterim, başta İbn-i Arabî olmak üzere sûfî mü¬tefekkirlerin görüşlerini her zaman İslâm tasavvuf geleneğinin içinde değerlendirmek gerekir. Bu kimselerin görüşlerini cımbızla çekerek ait oldukları bağlamından koparttığınız zaman, o sözlerden çok başka noktalara varmak mümkün hale gelir.
Bir iki örnek vereyim isterseniz. Mesela yüzyılın başında ülkemize materyalist düşüncelerin gelmesine aracılık eden, o dönem ica¬bı öyle düşünen, hayatını okuduğunuz zaman aslında çok ızdıraplı ve farklı bir düşünür ve bir o kadar da çok zeki bir insan olan Abdullah Cevdet’in felsefî materyalizme giderken Muhyiddin İbn Arabî’yi ters okuduğunu gö¬receksiniz. Onu, fikirlerini ikincil bazı kaynaklardan, batılı kaynaklardan okuyarak kendi materyalizmine adeta temel teşkil ettirmeye çalışmıştır. Di-ğer taraftan Cemalettin Kasımî gibi katıksız selefî düşünürler veyahut Musa Carullah Bigiyev gibi modernist-selefî düşüncenin yüzyılın başındaki önem¬li temsilcilerinden olan kimseler İbn-i Arabî’nin bazı sözlerini yine böyle cımbızlamak suretiyle kendi anlayışlarının temellendirilmesinde kullanmışlardır. Yani İbn-i Arabî’nin görüşleri o kadar geniş ve kuşatıcıdır ki, görüleceği üzere bir taraf materyalizm anlayışları için, öbür taraf da kıyası redde¬derlerken selefî anlayışları için kaynak olarak kullanabilmişlerdir. Oysa onun görüşleri bütünüyle alındığında ancak hakiki maksadı anlaşılır.
Sözlerimi yine anlaşılması kimilerince hep problem olmuş ve olmaya devam eden bir diğer bilgenin mısralarıyla tamamlamak istiyorum. Ömer Hayyam, çok sevdiğim büyük bir sûfî, ârif… Onun sözleri bütün tartışmala¬rımıza, kîyl ü kâllere cevap verir mahiyettedir. Der ki:
Zamanın sırlarını ne sen bilirsin ne ben
Bu muammayı ne sen çözebilirsin ne ben.
Perdenin önünde benimle senin dedikodularımız var ancak
Perde kalkınca ne sen kalırsın ne ben…

Hepinizi hürmet ve sevgiyle selamlıyorum efendim.

------------------------------------------
23 Mayıs 2008 tarihinde Istanbul’da gerçekleştirilen uluslararasıModern Çağ ve İbn-i Arabî
Sempozyumunda yapılmış açılış konuşmasının banttan çözülmüş halidir.

Tasavvuf, İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-2), yıl: 10 [2009], sayı: 23, ss. 53-63.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 1 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 2 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye