Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 1 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: Ömer Lütfi Mete: Türkiye'nin Tarikat Gerçeği
MesajGönderilme zamanı: 12.05.11, 16:00 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 05.01.10, 16:36
Mesajlar: 44
ÖMER LÜTFİ METE

Türkiye'nin Tarikat Gerçeği-1


Alıntı:
Din varken neden tarikatlar oldu? Cami dururken neden bir de tekke çıktı? Kağıt üstünde yasak olan tarikatlar hakkında merak edilenler.

Tarikatları kuranlar, dinde olmayan bir şeyi mi getirdiler? İslam'a başka yerden, başka kültürden adet mi soktular? Sahi nedir bu işin aslı?
'Hak' tarikatlar dört büyük halife üzerinden bizzat Peygamber'e bağlı olarak doğmuştur. Ve dört ana tarikat kökeni oluşmuştur.

Tarikatların oluşumu hakkında farklı bir sivil yorum vardır: İslam yeryüzünü 'mescit' kabul eder.

ÖMER LÜTFİ METE'nin yazı dizisinde tarikatlarla ilgili tüm merak edilenler gözler önüne seriliyor.

http://www.sabah.com.tr/ozel/turkiyenin ... a_954.html


***

DİNİ HAYATTA SİVİL SÜREKLİLİK SAĞLANDI

Tarikatların doğuş döneminde camiler resmi daire halini almıştı. Peygamber'in kurumlaştırdığı mescit ise, hayatın tamamına açık, aralıksız yaşayan bir toplum merkezi niteliğindeydi.

Din varken neden bir de tarikat oldu, cami dururken neden bir de tekke çıktı? Tarikatları kuranlar, dinde olmayan bir şeyi mi getirdiler? İslam'a başka yerden, başka kültürden adet mi soktular? Sahi nedir bu işin aslı? Meselenin resmi ilahiyat bilimleri düzleminde tartışması size sıkıcı gelebilir. Ancak böyle bir konuya girebilmek için bu sıkıntıyı birkaç cümleye sığdırmak gerek. En temel tartışma tarikatların Kur'an ve Sünnet'e aykırı olup olmadığı hususudur. Yüzlerce yıl içinde sayısız büyük tasavvuf önde rinin Müslüman toplumlarca benimsenmiş olmasına rağmen bugün bile tarikatı reddeden etkin bir cephe vardır. Özellikle her dönemde var olan maneviyat sahteciliği ve tarikat istismarcılığı bu ret cephesinin gerekçelerini büyük ölçüde şekillendirmektedir. Sözgelimi ülkemizde Mevlana, Yunus Emre, Hacı Bektaş, Hacı Bayram ve daha pek çok tarikat önderinin ve yıldızının tartışılmazlığına rağmen kurum olarak tarikatın İslam'a uygunluğunu reddeden cephe hayli etkindir.

DÖRT HALİFE
Tarikata karşı çıkanların dile getirdikleri başlıca itiraz noktalarından biri 'İslam'da insan ile Allah arasında aracı olamayacağı' yargısıdır. Bu da, tarikatın özünü oluşturan şeyh-mürit ilişkisini kökten İslam'a aykırı bulma sonucunu doğurmaktadır. Oysa başlangıçtan günümüze kadar tarikatın gerekliliğine inananlar bu ilişkiyi, Peygamber ile yakın arkadaşları arasındaki rehberlik- öğrencilik bağının devamı olarak kabul etmektedirler. Onlara göre bütün 'hak' tarikatlar, dört büyük halife Hazret-i Ebu Bekir, Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman ve Hazret-i Ali üzerinden bizzat Peygamber'e bağlı olarak doğmuşlardır. İbadetlerin en üstünü ve Yaratıcı'ya yaklaştırmada en etkin olanı 'zikrullah'ın (Allah'ı zikretme) dört değişik yöntemi bizzat Peygamber tarafından bu büyükİslam önderlerine öğretilmiştir. Böylece Sıddıkiye, Ömeriye, Osmaniye ve Aleviye adıyla dört ana tarikat kökeni oluşmuştur. Kadiriye, Yeseviye, Bedeviye, Rıfaiye, Dussukiye, Nakşibendiye, Mevleviye, Bektaşiye, Şazeliye, Halvetiye, Bayramiye, Celvetiye gibi ana tarikat kolları bu kökenlere uzanan silsilelerle şekillenmiş, her biri ayrıca pek çok tekke ve zaviye ile dallanıp bud a k l a n - mıştır. Tartışmanın ilahiyat bilimleri açısından özeti bu. Zaman ırmağı içinde tarikat kurumunun oluşmasını farklı bir sivil yorumu da var ki, o da İslam'ın yeryüzünü 'mescit' kabul eden yaklaşımında öyküsünü bulur.

HAYAT VE MESCİD
Bu yaklaşımın özü de, İslam'a göre hayatın şu veya bu alanıyla din arasında keskin ayırım çizgisinin bulunmamasındadır. Bu anlayışın uygulama merkezi de mescittir. Böyle olduğu için yeryüzündeki ilk cami olan Peygamber Mescidi, hayatın her boyutuyla yaşanabildiği bir mekandır. Bu, hiç kapanmayan, aralıksız olarak içinde insanın bulunduğu bir birleyicilik (tevhid) kurumudur. Orada Peygamber'in evi hemen bitişikte, Meclis'le iç içedir. Orada Peygamber'in bilimle ve insani olgunlaşma-gelişme faaliyetleriyle meşgul kıldığı ve birinci elden eğittiği 'suffa ehli' denen kadro ikamet etmekte, yiyip içmekte ve uyumaktadır. Orada istişare meclisleri kurulmakta, düşmanların açtığı veya açmaya çalıştığı savaşlara karşı direniş müzakere edilmekte ve örgütlenmektedir. Orada yoksulun ihtiyacı karşılanır, zenginin topluma borcu tahsil edilir. Orada dertlinin derdi dinlenir, yolda kalmışın barınması sağlanır.

O KAPININ KİLİDİ YOK
Orada nikah yapılır, başka inanıştan misafirler bile ağırlanabilir. Hatta bir rivayette, İslam'ı incelemek üzere gelen bir Hıristiyan ruhban ve tüccar topluluğu henüz inanıp inanmamakta kararsız ikenkendi dinlerinin gerektirdiği ayini bile yapabilmişlerdir. Yeryüzündeki bütün camilere örnek olan bu yapının kilidi yoktur. Orası hiç kapanmaz; çünkü hayatın merkezinde mola olmaz, tatil olmaz. Mescit sadece ibadet nöbetleri için var değildir, aralıksız mesaidedir. Zaman değişir, toplum gelişir, kısa sürede klasik devlet yapısı oluşur, hatta imparatorluk kurulur, bir olan Mescit yüz olur, bin olur. İmamlık henüz bir meslek değildir ama camilerin hiç değilse bakımı için bir veya daha fazla hizmetli ihtiyacı kaçınılmaz hale gelmiştir. Hazret-i Osman döneminde sayılara daha da artan Mescitler için maaşlı görevliler tutulur, böylece İslam dünyası 'profesyonel din görevlisi' ile tanışır.

TOPLUMUN HARMANI
Camiler artık birer din ve hayat evi olmaktan çok devlet dairesini andırmaya başlayacaktır. Hıristiyanlıktakine benzer bir ruhbanlık kurumunun doğuş zemini oluşmuştur. Ancak tam bu dönemeçte önce sufilik ortaya çıkar, kendilerini Allah'a adamış önderlerin tuttuğu 'sivil din nöbeti' sayesinde imparatorluk şartlarının da oluşmasını hızlandıracağı ruhban sınıfının doğuşu engellenir. Sonrasında tarikatların oluşumu ile Peygamber Mescidi'nin işlevlerini karşılamaya çalışacak bir sistem şeklinde tarikatlar doğmaya başlar. Hankah, dergah, tekke gibi anılan yapılar, yirmi dört saat aralıksız yaşayan mescit kimliği ile dini hayat ile gündelik hayat arasındaki zoraki sınırları gevşetir. Bu doğuş bir anlamda Peygamber Mescidi'nin yeniden canlandırılmasıdır. Hayatın bütününü kuşatan sivil din geri gelir. Serserisinden bilginine kadar çok renkli insanların harmanlanabildiği çatılar altında toplumun yatay kenetlenmesi başlar. Gerçeği ve sahtesi ile tarikatlar, şeyhler, dervişler hızla çoğalmış, böylece estetik İslam'ın kurumlaşması başlamıştır. Meselenin sivil hikayesi budur.

Türkiye'nin Tarikat Gerçeği-2

Din varken neden tarikatlar oldu? Cami dururken neden bir de tekke çıktı?
Kağıt üstünde yasak olan tarikatlar hakkında merak edilenler.

DERİN SIRLARLA DOLU DENEY
İçerdiği gizlilik çağrıştırıcı boyut yüzünden tarikat kelimesi kimine ürkütücü, kimine çekici gelmektedir.

Geçmişte haşhaşla özdeşleşen, günümüzde salin gazı ile hafızalara yer eden şiddet eylemcisi gizli örgütler bile tarikat olarak anılabildiğine göre bu kelimenin kuşatabileceği alanın genişliği ortadadır.

Konuyu 'İslami olanlar' diye sınırladığımız zaman da, genellikle 12 esas yol ve onların çok sayıda değişik kollarından oluştuğu kabul edilen 'Tarikatlar' dünyasını bütün boyutları ile çerçevelemek kitaplık değil kütüphanelik çapta bir iştir.

Bugün yayınlamaya başladığımız çalışmanın amacı ise, çok yönlü kavram karmaşasının yaşandığı bir alanda olabildiğince tarafsız bakışla özet bir değerlendirme sunmaktır. Bilindiği gibi tasavvuf, sufilik, tarikatçılık veya tarikat ehli olmak gibi birbiriyle akraba ve komşu kavramlarla ifade edilen 'derinlemesine ruhani hayat'a batılılar 'İslam mistisizmi' diyorlar.

Bu geniş alanla ilgili olarak başlangıçtan bugüne kadar, çok değerli İslam bilginleri ve batılı doğu araştırmacıları (=müsteşrik, oryantalist) son derece zengin ve önemli bir birikim oluşturmuşlardır. Ancak, hemen her yönüyle bu alanı araştıran sayısız kitaba rağmen tasavvufun veya tarikatın gerçekte nasıl bir deney olduğu, herkesi ikna edebilecek şekilde kağıda dökülebilmiş değildir.

Açıkçası, bireyin duygu ve düşünce alanında mahremce yaşanan bir deney (tarikat yoluyla manevi olgunluğa erişme çabası) nedenselci bir mantıkla tanımlanamaz. Onun için doğaldır ki bu yazı dizisi tarikatlar hakkında oluşabilecek her türlü soruya cevap vermek iddiasında değildir.

MEDRESE-TEKKE İKİLEMİ
Tarikatlar var olduğu günden beri 'ilahiyat bilimleri' ile uğraşanlarla şeyhler arasında gerginlikler, sürtüşmeler ve çatışmalar sık sık görülmüştür. Türkiye'de buna oldum olası 'medrese-tekke çekişmesi' denmiştir. Medrese burada ilahiyatçıları, tekke de tarikat adamlarını temsil etmektedir. Şüphe yok ki medrese kültüründen ve ilmiye sınıfından olup da herhangi bir tarikata bağlanan sayısız ünlü vardır. Bunların en büyükleri İmam-ı Azam ile İmam Şafii'dir. Aynı şekilde tarikat önderi veya mensupları arasında mükemmel bir medrese tahsili yaparak dini ilimler alanında en yüksek derecelere ulaşanlar vardır. Ancak zaman içinde, medrese-tekke farklılığını tam bir resmi-sivil din ayrılığı gibi algılayıp yansıtanlar ilmiye sınıf mensupları kadar sufiye sınıf mensupları da olmuştur. Bizim kültürümüzde bu ayırım bir bakıma 'estetik İslam' ile 'akademik İslam' çatışması gibi yaşanmıştır.

TANIM YERİNE BENZETME
'Ben aciz muharrir, uçsuz bucaksız irfan denizinden bir damla bile isabet etmemiş, önemsiz bir yazar isem de, şeriat ve tarikatı eslaf (geçmiş müellifler) gibi cevize değil, parçaları ibrişimle dikilmiş, yakaları, kolları, etek uçları yine ibrişim ile işlenmiş, ince ve yumuşak bir gömleğe benzetiyorum. O bürünecek gömleğin diğer elbiseler için söylenen tabirlerle yüzü Şeriat, tene temas eden iç yüzü Tarikat, tene temas etmesi Hakikat, bu temastan doğan lezzet ve hararet de Marifettir.' Sadık Vicdani (Tomar-ı Turuk-ı Ali müellifi)

***

Tarikatlar ve siyaset ilişkisi

Tarikat önderleri ile devlet adamları arasında tarih boyu düşmanlık, dostluk ya da çıkar ilişkisine dayanan üç çeşit ilişki biçimi olmuştur.

Osmanlılar'ın Harcında Tarikat Var
Şeyh Edebalı'nın damadı Osman Gazi ile başlayan devlet-tarikat ilişkisi son padişah Vahdettin'e kadar gelmiştir. Tarikatın baştaki olumlu katkıları sonra devletle birlikte çürür Tarikatların yan ürünü olarak ortaya çıkan türbe kültürü, İngilizler tarafından yakıcı bir silaha dönüşür. Ziyaretleri putseverliğe kanıt göstererek Araplar'ı Osmanlı'ya saldırtır.

Türkler'in tarikatla tanışması, hemen İslamlaşma sürecinin ilk dönemlerinde olmuştur. Bu tarihi dönüşümün başladığı coğrafyada doğup gelişen Türk Sufiliği oradan Anadolu'ya uzanır. Türkistanlı Ahmet Yesevi'nin oluşturduğu Yesevilik tarikatı için Fuat Köprülü 'Türk Sufiliği' nitelemesini kullanır. Anadolu'nun İslamlaşmasını büyük ölçüde şekillendiren Horasan Erenleri akımının çıkış noktası Yesevilik, Türk dünyasını bütünüyle etkilemiş bir tarikattır.

Horasan Erenleri
Sayısız sade veya karmaşık öyküden oluşan bu muazzam manevi fetih dalgasının etkileri günümüzde de güçlü bir şekilde sürmektedir. Ancak bu büyük tarikat macerası bütün kolları ve dalları ile sürekli düz bir çizgide akıp gitmez. Başka coğrafyalardaki gibi Türkler'in yaşadığı alanlarda da tarikatlar arası çatışmalar yaşanır, bazen iç savaşların cepheleri arasında farklı eğilimdeki şeyhler birbirlerine karşı saf tutar. Sözgelimi 1237'deki Malya savaşı gibi. Anadolu Selçuklu devletini sarsan Babai isyanlarının bu son kanlı çatışmasında Sultan Alaattin Keykubat'ın safında ve manevi desteğinde şehirli tarikat büyükleri ve Sufiler vardır. Buna karşılık isyan eden kırsalın Türkmenler'in başında birçok Horasan Ereni bulunmaktadır. Malya'da kan gövdeyi götürmüş, Türkmen Türkmen'i kırmış, Anadolu'daki Sünni-Alevi ayrılığının temeli orada atılmıştır. Bunun içindir ki Elvan Çelebi kayıt düşmüş: -Sen seni kırdun u beni sanma.

Şeyh Soylu Şah
Bazen aynı tarikatın uzantıları bile nice dolambaçlı yollardan geçip öz gönüldaşlarına kutup haline gelebilir. Safeviye tarikatının macerası bu tür olaylar için son derece düşündürücü bir örnektir: Safiyuddin Erdebili tarafından oluşturulan Safeviye tarikatı, Bayramiye, Ebheriye ve Haydariye adlarıyla üç kola ayrılmıştır. Sünni olan bu kollardan Bayramiye'nin şeyhi ünlü Hacı Bayram Ankara'yı mekân tutup Osmanlı Sultanı II. Murat'ın saygı ve dostluğunu kazanır. Yine aynı Şeyh Safiyuddin'in soyundan Şeyh Cüneyt önceleri Sünni bir Sufi olarak Konya'ya gelip Sadrettin Konevi'ye intisap eder. Ancak bir süre sonra Sünni anlayışla bağdaşmayan fikirler dile getirince ilişki ayrılmak zorunda kalır. Uzun Hasan'a sığınan Cüneyt onun kız kardeşi ile evlenip Safevi tarikatının doğduğu Erdebil kentine döner. Daha sonra Şamah beyi Halil ile girdiği çatışmada yenilen Cüneyt idam edilir. Ölümünden bir ay sonra dünyaya gelen ve Haydar adı verilen oğlunun oğlu İsmail, Akkoyunlu devletini yıkar ve atası şeyh Safiyuddin Erdebili'nin hatırasına kurduğu yeni devlete Safeviye adını verir. Malya ovasında gördüğümüz Türkmen'in Türkmen kırımını daha büyük ölçeğiyle yaklaşık üç yüz yıl sonra (1514) Çaldıran'da görürüz. Bu sefer iki Türk devleti ve iki Türk hakanı Yavuz Selim ile Şah İsmail savaşır. Üstelik bu savaşa doğru yaşanan karşılıklı kırımların derin izleri ile birlikte Anadolu'da arada bir kanatılan yara olarak Sünni-Alevi farklılaşması kemikleşmeye başlar.

I. Murat'ın Şeyhliği
Osmanlı devleti başlangıçtan itibaren tarikatla içli dışlıdır. Bizzat kurucu padişah Osman Gazi ile Ahi şeyhi olan Edebalı'nın arasındaki damat-kayınpeder ilişkisinin ötesinde manevi bağ devletin yapılanışındaki tarikat mayasını ortaya koyar. Ahi şeyhi olarak kuşak kuşanan ve bunu daha sonra Gelibolulu Şeyh Ahi Musa'ya kendi eliyle veren I. Murat, Osmanlı'nın ilk ve tek 'Sultan Şeyh'i de sayılır. Bektaşiliğin Yeniçeri ocağı için adeta resmi tarikatı haline gelişi, Mevleviliğin orta ve üst tabakada etkinleşmesi, Nakşiliğin ilmiye sınıfında itibar görmesi ve Kadiriliğin türlü kollarıyla geniş halk kitlelerini kuşatması Osmanlı imparatorluğundaki Sufilik haritasının ana hatlarını oluşturur. Şüphesiz devletin tarikatlarla bu derece içli-dışlı olması zaman zaman ağır sorunlara yol açmamış değildir. Sözgelimi 14. yüzyıl başlarında patlak veren Şeyh Bedreddin'in isyanı Anadolu ve Rumeli'de dehşetli bir ihtilal girişimine dönüşmüştür. Bununla birlikte padişahlarla şeyhlerin ilişkileri genellikle olumlu seyretmiştir. Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul fethi sırasında Hacı Bayram Veli'nin halifelerinden Akşemsettin ile Akbıyık'ı beraberinde bulundurduğu bilinmektedir.

Devletle Çöktü
Bu tür dostluklar hemen hemen kesintisiz olarak son padişah Vahdettin'e kadar gelmiştir. Ordunun manevi gücünü yükseltmede her zaman büyük katkıları olan tarikatların Osmanlı'nın çöküşünde pek cilveli bir yerleri vardır. Bilindiği gibi imparatorluğun her tarafında sayısız tekke, dergâh, zâviye ve türbe bulunmaktadır. İngiliz gizli servisi Araplar'ı Osmanlı'ya karşı ayaklandırma yolunda en etkili silahı bu alandan edinir. Mezhepsi bir akım olarak Arap dünyasında Vehabiliği tezgahlayan İngilizler daha sonraları bu inanıştakilerin keskin tarikat karşıtlığından azami ölçüde yararlanmışlardır. 'Kul ile Allah arasına şeyhi sokmak Yaratıcıya ortak koşmaktır' şeklindeki yargıyı kullanan İngilizler Araplar'ı Müslüman Osmanlı'ya değil, dinden çıkmış, müşrik veya putperest olmuş Türkler'e karşı ayaklandırmışlardır. Bunu başarabilmek için şeyhmürit ilişkisindeki sıkı manevi teslimiyet geleneğini ustaca istismar eden İngiliz casusları büyük yalanlarla Araplar'ın beynini yıkamışlardır. Bu propagandalar esnasında özellikle türbelerde halkın mum yakıp çaput bağlaması gibi davranışları gerekçe göstererek Türkler'in Müslüman olmadıkları vurgulanmıştır. Osmanlı'nın kuruluş ve gelişmesinde büyük payı bulunan tarikatların gidişatı da devletinki ile aynı olmuştur. Devletle beraber tarikatların çoğu çürümüş, tayinle olabilen 'resmi şeyhlik' (Meşayih-i Rüsum) gibi gariplikler sonucu sufi kültür gerilemiştir. Bu dönemde sayılı birkaç tekke hariç hemen hemen bütün tarikat kurumları bin bir zaaf içindedirler. Sufilik artık sadece miskinlik gibi algılanmaya ve yaşanmaya başlamıştır.
Tarikat Ve Siyasetin Mesafesi
Tarih boyu tarikat önderleri ile devlet adamları arasında üç çeşit ilişki olmuştur.

1) Düşmanlık,
2) Karşılıklı saygıya dayalı dostluk,
3) Çıkar ilişkisi..

Tarihte bu tür düşmanlığa pek çok örnek vardır. Taşa tutularak öldürülen Hallac-ı Mansur ile derisi yüzülerek katledilen Nesimi bu Sufiler'in en meşhurlarıdır. Hallac-ı Mansur genellikle 'Ene-l'hak=Ben Hakk'ım' dediği için şeriat adına, klasik 'medrese-tekke' çatışmasının kurbanı olarak öldürülmüş sayılır. Oysa burada 'şeriat' istismar edilmiş, Hallac-ı Mansur asıl iktidarı eleştirdiği için susturulmak istenmiştir. Susmayınca da uyduruk bir şer'i mahkeme kararı ile yok edilmiştir.

Geçmişten bugüne tarikat ile siyaset arasında çıkara dayalı ilişki de hiç eksik olmamıştır. Bu tür ilişkide taraflar maddi getiri veya nüfuz sağlama amacıyla birbirlerini kullanırlar. Karşılıklı saygıya dayalı dostluğun en renkli örneklerinden birini İbrahim Gülşeni'nin şahsında görürüz. Hazret tam beş devlet başkanına yetişmiş, hepsiyle sağlıklı bir dostluk oluşturmuştur.

Halen sınırlı birkaç dergâh ile de yaşayan Gülşeni tarikatının kurucusu Şeyh İbrahim önce Uzun Hasan'la dosttur. Bu süreçte Uzun Hasan'ın Fatih Sultan Mehmet'le savaşmasını önlemeye çalışır. Sonrasında Şah İsmail'le Yavuz Sultan Selim arasındaki savaşı engellemek ister. Cilveye bakın ki Diyarbakır üzerinden Mısır'a göçünce yine savaş peşini takip eder.

Burada da Kansu Gavri ile Yavuz arasındaki meydan muharebesinin tanığı olmak durumunda kalır. Nihayet Kanuni zamanına yetişir. Mısır'daki büyük nüfuzundan çekinen siyasiler onu Padişah'a şikâyet ederler. 105 yaşlarında gözleri kör olarak İstanbul'a getirilen İbrahim Gülşeni Kanuni'den sadece saygı görür. Bu arada padişahın hekimleri tarafından tedavi edilir ve gözleri açılır. Gülşeni 114 yaşında vefat eder. Sufiliğin şanını koruyan, hükümdarlarla arasındaki mesafeyi kollayan her tarikat adamı gibi Gülşeni arkasında yalnızca güzellikler bırakarak dünyasını değiştirir.

Havada Bağdaş Kurmak
Sufiler'in en büyüklerinden Cüneyd-i Bağdadi, kendisine bağlı insanlara şöyle söylerdi:

-Bir adamın havada bağdaş kurup oturduğunu görseniz bile, Allah'ın emir ve yasakları karşısında nasıl davrandığını tespit etmedikçe onun peşinden gitmeyiniz.

Cüneyd-i Bağdadi'nin bu keşfi gerçekleşmiş, İslam dünyasının bazı coğrafyalarında bazı büyücü keşişler havada bağdaş kurup oturma gösterileri yapmışlardır. Bu ve benzeri sihir veya göz boyama numaraları Müslümanlar'ı etkileyip kafalarını karıştırınca bir kısım tarikat önderleri de 'Burhan' denen 'şişleme' gibi gösteriler uygulamışlardır.

***

ATATÜRK'TEN ÖNCE TARİKAT YASAĞI
Çoğu kimse 'tarikat yasağı'nın Atatürk'le gündeme geldiğini ve uygulandığını sanır. Oysa ilk resmi büyük yasak kararı ve uygulaması II. Mahmut zamanında, Yeniçeri ocağının kaldırıldığı 1826 tarihindedir.

Bektaşilik o günden itibaren yasadışı ilan edilir, mensupları sürülür, öldürme dâhil ağır cezalara çarptırılanlar olur. Var olan Bektaşi tekkelerine Kadiri, Nakşi ve Mevlevi şeyhlerin halifeleri tayin edilir.

Bir zamanlar Yeniçeri ocağının resmi tarikatı haline gelen ve Osmanlı askeri gücünün manevi dinamosu sayılan Bektaşilik nasıl olmuş da devletin birdenbire neden devletin hışmına uğramıştır? Bu soruya Bektaşiler'in cevabı başka, karşıtlarınınki başkadır.

Tarafsız denebilecek çevrelerin yorumları da henüz tartışmaya açık olmaktan çıkmış değildir. Biz burada ana soruyu dallandırarak cevap arayışlarının çeşitliliğini yansıtabiliriz: -Mistik bir kurum olarak Bektaşilik, mistik bir bedel mi ödemiştir?

Mesele, devletle aşırı derecede içli-dışlı olmanın, ordunun omurgasında konuşlanmış bulunmanın manevi kefareti midir? İyi dönemlerinde düşmana, kötü dönemlerinde kendi toplumuna acı veren Yeniçeri ocağının kozmik diyeti mi ödenmiştir? -Olay devletin hışmı mıdır, yoksa bu sürece doğru en resmi Osmanlı tarikatı halini alan ve mülkiye zümresine hükmeden Mevlevi ileri gelenlerinin hışmı mı? -Bektaşiliğin Rumeli tarafında fazlasıyla hoşgörülü bir yaklaşımla her inançtan insana ardına kadar açık olduğu için yozlaştığı yolundaki 'medreseci' yargının etkisi mi yasağın ana sebebidir? (Bu çevrelere göre Bektaşi tekkesinde şarap içmenin meşrulaşması yozlaşma iddiasının merkezindeki örnektir.) Sultan Abdülaziz zamanında bu yasak kaldırılmış ve Bektaşiler'e iade-i itibar sağlanmıştır.

KARL MARKS VE MÜRİDİZM
İlk bakışta Arapça kelimeye Frenkçe ekle yapılmış bir kelime gibi görünen 'Müridizm' aslında Kafkaslar'daki Rus sömürgeciliğine karşı direniş hareketinin Batı'daki adıdır. Şeyh Şamil önderliğindeki Kafkas direnci ilginç bir tarikat deneyidir. Direniş savaşı veren ve örgütleyen kahraman Şeyh olarak İmam Şamil askeri ve siyasi önderlikle birlikte ruhani önderliği de yürütür. Şüphesiz hangi yönü ile bağlılarını daha çok etkilediği bilinemez. Bilinen bir şey varsa o da Şeyh Şamil'in destansı mücadelesi ünlü Karl Marks'ı dahi hayli heyecanlandırmış olduğudur. Rusya'yı Sovyetler'e dönüştüren ilham kaynağı Karl Marks, Şeyh Şamil'in mücadele döneminde Londra gazetelerine yazdığı yazılarda Batı dünyasını Müridizm'i var güçleriyle desteklemeye çağırır. (Bir süre CIA'nın Türkiye istasyon şefliğini yapmış Paul Henze'nin bu konudaki bir makalesinde Karl Marks'ın Rusya karşıtlığı ve Şeyh Şamil hayranlığı ilginç bir not olarak yer alır.

AMAN OCAK SÖNMESİN
Babadan oğullara geçen şeyhlik meselesi, tasavvuf açısından 'mihenk taşı' niteliğindedir. Allah bazılarına çocuk verir, bazılarına vermez. Yine bazı şeyhlere kendi kanından veya dervişlerinden birini türlü işaretlerle halife kılar, bazılarını da yoksun bırakır.

Bilindiği gibi ne kadar çabalarsa çabalasın ümmetini ıslah edemeyen peygamberler vardır. Aynı şekilde bir ömür çalışmasına ve pek çok güzel insan yetiştirmesine rağmen maddi veya manevi evlatlarından önderlik çıkmayan şeyh de vardır.

Böyle zamanlarda ne şeyhin kendisinden sonrası için bir hazırlık ve işarette bulunur, ne de kendiliğinden herhangi bir halife hakkında 'yeni şeyh budur' diye bir kanat oluşur. Bu durumda 'aman ocak sönmesin' diye posta biri -çoğu zaman oğul- oturur veya oturtulur. Yozlaşmanın önemli bir kanalı da budur.

***

Maneviyat hortumculuğu

Çok partili hayatın akçalı-bohçalı işleri arasında bir tür maneviyat hortumculuğu olarak CİT'ler (Cemaat İktisadi Teşebbüsleri) doğdu, miras kavgaları çıktı.

Eskiden tarikatlarda şeyhin yerine gelmek isteyen birden fazla halife adayı arasında yaşanan post kavgaları Sufilerin 'çok kötü bir zamana geldik' şeklinde şikâyetlerine konu olurdu. Dingin ve doygun bireyler olmaları beklenen kişilerin bu tür çekişmeleri tarikat kurumunu yıpratırdı. Cumhuriyet'le beraber tarikatlar kağıt üzerinde kökten yasaklanmış olunca fiili varlıkları birdenbire ortadan kalkmadı. Ancak şartlara uyum sağlamaya çalışarak bir şekilde yaşamaya devam eden tarikatların post kavgası yapacak halleri kalmamıştı. Bu siyasi darbe tarikatlarda safları seyreltmiş ama samimiyet katsayısını artırmıştı. Artık tarikatçı olmak tutuklanıp hapsedilmeyi göze almak demekti.

Ayıklayıcı Sıkıntı
Samimi şekilde bağlı olmayan mensupların kaçak ve gizli yollardan tarikat hayatını sürdürmeye çalışmaları pek beklenemezdi. Kısacası yol hayli tenhalaşmış, gösteriş meraklıları azalmaya başlamış, tarikata cambazhane heyecanıyla gidenler ortalıktan çekilmişti. Polisiye tedbirler bu yasağı kırsalın ücra köşelerine kadar uygulatmaya yetmiyor ama korkuyu dağa taşa yayabiliyordu. Yasal takibin çok sıkı olmadığı köylerde de çoğunluk tedbirli davranıyor ve uzak duruyor, genellikle samimi aşkla Sufilikte ısrar edenler tarikatlara devam ediyorlardı. Çok partili siyasi hayatla birlikte tarikat dünyasında da ilginç gelişmeler baş gösterdi. Artık dini hayat üzerindeki yasakçı ve sınırlayıcı baskılar hafiflemişti. Siyasiler her bir oyun hesabını yapmaya koyulmuştu. Tarikat ve siyaset sahnesi kızışmaktaydı. Bu yeni dönemde hapse düşmek veya mimlenmek korkusundan kurtulanlar, tekrar tarikat ocaklarını doldurmaya koştular.

Büyük Patlama
Böylece yasakla birlikte sırra kadem basan sahteci şeyhler de yeniden mantar gibi bitmeye, hızla çoğalmaya başladılar. Bu yeni dönemde ortaya çıkan meraklılar dini ve tasavvufi bilgiler açısından pek eksik oldukları için zamane şeyhliği de kolaylaşmıştır. Artık üç-beş mistik kelam edebilen, birkaç menkıbe ezberleyip anlatabilen kişi kolayca şeyhlik taslayabilmektedir. Cehalet gelenekçi tasavvuf kültürünü sürgüne göndermiştir. Yeni dönemde tarikat kurmak ve şeyh olmak için klasik tekke ortamlarına da ihtiyaç yoktur. Belli birzikir ve ayin usulü bilmeden vaziyeti idare etmek mümkündür. Bu dönemde bazı küçük cemaat ve tarikat örgütlenmeleri müthiş bir hızla gelişmeye ve büyümeye başlar. On beş yıl kadar kısa sürede ülkede örgütlenmesini tamamlayan cemaatler görürüz.

Merkez Sağ Tesellisi
Bu süreçte yasağa kısmen uyarak veya kısmen delerek samimi bir çizgide Sufi hayatını sürdürüp inandıkları doğrultuda dindar halka hizmet etmeye çalışan hareketler kadar mistik heyecanları sömüren örgütlenmeler de vardır. Başlangıçta birkaç büyük mutasavvıf veya İslam bilgini tarafından oluşturulmuş samimi hizmet halkalarının büyük bir hızla geliştiğini görürüz. Bunlar sağ siyasi partiler zamanında belli bir oranda hoşgörü ile de karşılanırlar. Gerçi önderleri sağ partiler zamanında da takibe uğrar ve cezaevlerine konulur ama bu durumu 'ehven-i şer' olarak görürler.

Gönüllü Hortumlanma
Genel bir saygı görmüş kurucuların elinde siyasi, ekonomik ve ideolojik boyutlu cemaate dönüşen örgütlenmelerde ilk büyük önderlerin ardından çözülme görülmektedir. Devleşen cemaatlerde, karmaşık beşeri, siyasi, iktisadi ve ideolojik ilişkileri, kurucu önderin vefatından sonra aynı beceri ve samimiyetle yürütülemediği için dağılma kaçınılmaz hale gelebilmektedir. Ayrıca başlangıçta ahıreti kazanmak için çıkılan yol zamanla yaman bir hırs ve fitne çarşısına dönüşebilmektedir. Bazı örneklerde tarikatını tamamen iktisadi bir düzenek olarak gören ve dervişlerini de birer pazarlama elemanı şeklinde örgütleyip kullanan şeyh taslakları da çıkmıştır. Ayrıca böyle bir düzenek bile kurmadan alenen kendi dervişlerini soyup soğana çeviren maneviyat hortumcuları da az değildir. Tarikat ve cemaat örgütlenmelerinde muhakkak ki her şey ve her kişi sahte değildir. Pek çok kademede samimiyetle Allah rızası için çalışan, dünyasını düzgün yaşayarak ahıretini kurtarma gayesi güden insanlar her zaman sık sık görülebilir. Ancak cemaatlerin dünyevilik- uhrevilik dengesini yitirmeleri, Cemaat İktisadi Teşebbüsleri (CİT) sayesinde sayısız insanın küçük tasarruflarını ve emeklerini mahvetmeleri çoğu zaman kaçınılmaz olmaktadır.

Himmete muhtaç
Tarikat dünyası için maddi konular çok boyuttan tartışma konusu olmuştur. Sufilerin dünya işlerinden tamamen ellerini çekmesini öneren ve kendileri de böyle yaşayan 'ilahi aşk' tutkunu kişiler kadar tam aksini savunanlar da çoktur. Bu ikincilere göre önemli olan dünya ile uğraşıp uğraşmamak değil, dünyayı kalbe yerleştirmemektir. Tasavvuf tarihinde her iki eğilime mensup yeteri kadar üstün şahsiyet görülmektedir. Mutlak bir vazgeçişle dünya hayatından el etek çeken yıldızlar kadar teveccüh gören meslek erbabı Sufiler de vardır. Geçmişte de, zamanımızda da görülen 'tarikat bezirgânları' tabii ki bu iki zümrenin dışındadır. Hangi tarikatın hak bir çizgide yürüdüğünü anlamak için en kestirme ölçü olarak 'akçeli işler' konusundaki duyarlılığa dikkat çekilmiştir. Maddi açıdan insanlara yük olan, dervişlerinin sırtından bir şeyler kazanan, geçimini onların emekleriyle sağlayan, açıktan veya dolaylı biçimde dilencilik yapan kişilerin değil hakiki şeyh, sıradan Sufi bile sayılamayacakları tartışma götürmez.

Sufi ile devletli

Ölçü
Büyük Sufi Süfyan-ı Sevri Kâbe'yi tavaf ederken Mekke valisi Muhammed Bin İbrahim yanına gelip selam verir. Hazret selamı alır ve der ki:
- Selam vermekle neyi amaçlıyorsun? Eğer senin de Kâbe'yi tavaf ettiğinden haberdar olmamı istiyorsan tamam gayene ulaştın, hadi git.

'Bir buçuk derviş'

Nükte
Hacı Bayram Veli ve dervişleri II. Murat tarafından yayınlanan bir fermanla vergiden muaf tutulur. Ancak bu durum Ankara valisinin hiç hoşuna gitmez. Çünkü bütün çiftçiler fermanı duyar duymaz Hacı Bayram'a mürit olmaya koşmuşlardır. Hacı Bayram valinin üzüldüğünü ve çaresiz kaldığını öğrenir. Bütün dervişlerine haber salar, valiyi de çağırır:
- Sevgili kardeşlerim, değerli dervişler! Yüce Allah bana bütün dervişlerimi kendisine kurban etmemi emretti. Kim benim dervişim ise arkamdan gelsin.
Bunun üzerine Hacı Bayram'ın müritlerinden Akşemsettin ile bir de kadın derviş onun arkasından çadıra girerler. Vali meraklı gözlerle olayı izlerken, önceden hazırlanan koyun içeride kurban edildiği için çadırın altından oluk gibi kan akar. Bunu gören binlerce mürit can havliyle koşup kaçar. Herkes dağılınca Hacı Bayram çadırdan çıkar; yanında Akşemsettin ile bir de kadın dervişten başka kimse yoktur. Valiye der ki:
- Vali bey, bu köse ile bu hanımdan başka dervişim yoktur. Gerisinden gerekli vergiyi tahsil edebilirsin.

Delirten reçeteler...

Sufilere göre, manevi güvence odakları tekkeler bir tür ruh sağlığı hizmeti veriyordu Günümüzde ise şeyhlik taslayan pek çok cahil saf insanın ruh sağlığını büsbütün bozuyor.

Tarikatların ana mekânları olarak tekkelerin yakın çağdaki yozlaşmaya kadar uzun asırlar boyunca son derece önemli toplum hizmetleri gördüğünü benimseyen yorumcular çoğunluktadır. 'Tekkelerin toplumun üzerinde uyuşturucu' etki yaptığına ilişkin iddia sahipleri de vardır ama bu daha çok dağılma süreci için geçerli kabul edilir. Esasen İslam yayılmasında ve Osmanlı'nın genişlemesinde tarikatların etkileri tartışılmamaktadır. Her şeyden önce mensupları için birer mescit olan tekkeler sistemin sağlıklı işlediği dönemlerde evrensel birer halk okulu niteliğindeydiler. Buralarda okuma-yazma ve dini ilimler öğretilir, tarikat büyüklerinin yazdığı eserler okunurdu. Tekkeleri bilgin ve şeyhlerin zaman zaman toplanıp sohbet ve istişare ettikleri mekânlar olarak da görürüz. Çoğu tekke, bulunduğu konuma göre seyyah, ziyaretçi, hac yolcusu gibi her türden insanın konaklama yeri olarak bir tür kervansaray işlevi de yürütürdü. Tekkeler bazen de hasta, sakat ve yaşlıların başvurduğu, bir tür 'acizler evi' gibidir. Hemen her durumda bu kurumların aç ve muhtaçlar için aşevi hizmeti gördüğünü söyleyebiliriz.

Marifet Mekânda Değil
Osmanlı'nın gelişim çağlarında tekkeler bir tür istihbarat merkezi görevi de görmüşlerdi. Ayrıca kanun kaçağı gerçek suçlular veya mazlumlar da tekkelere sığınabilirdi. Kısacası askerlikten bilime, manevi erginlik arayışından ticarete, hayatın her alanıyla içli-dışlı olan tekkelerin kapanmasıyla yeni bir gerçeklik ortaya çıkıyordu: Tekkesiz tarikat çağı.. Tarikatsız tekke çağı.. Aslında Sufi için ne tarikatın kendisi, ne de tekke amaçtı. İnsanın gelişimi için her ikisini de araç olarak algılayan Sufiliğin her şartta varlığını sürdürmesi ve öngördüğü hedefleri gerçekleştirebilmesi gerekirdi. Gerçek bir şeyhin, sağlam istek sahibi bir dervişi manen eğitebilmesi ve hedefine ulaştırabilmesi için ille de tipik bir tekke ortamının var mevcut bulunması şart değildi. Şüphesiz tekkeler bu mistik eğitimin sistemli şekilde gerçekleşmesini sağlamakta önemli rol oynuyorlardı. Özellikle yetişmiş dervişlerin yenilere mükemmel birer örnek olmaları, bu yolculuğa kolaylık ve derinlik kazandırıyordu. Ancak tekkelerin bu ve benzeri pek çok işlevi, onları tasavvuf yolu için 'olmazsa olmaz' mekânlar haline getirmemektedir. İslam'da bütün yeryüzü bir mescit olduğuna göre, Allah yolunda yürümek isteyen kesin kararlı bir istekli kişiye -hedefe ulaşmak içinsadece rehberi yeterlidir. Tasavvufun koyduğu iddia budur. Bir şeyh, hakikaten ilahi bir tecelliyle görevlendirilmiş mürşit ise, samimi bir istekle tasavvuf yolculuğunu tamamlamaya çalışan her müridi eğitip pişirme işini tekkesiz de gerçekleştirir. Bu durumda tekkelerin mensuplardan başkaları için yürüttükleri işlevler anlam kazanmaktadır. Denilebilir ki bu kurumlar, her zaman sınırlı sayıda olan güçlü istek sahibi müritler kadar, belki de onlardan daha çok, sade ve iddiasız kalabalıklar için önemlidirler. Yalnız; birer manevgüvence kurumu görünümüyle geniş kitleler için bir tür ruh sağlığı hizmeti veren tekkeleri, üfürükçücinci tayfasının mekânları ile karıştırmamak gerekir. Yozlaşma dönemi ile birlikte bu tür mekânlara dönüşen tekkeler de olmuşsa da cincilik-üfürükçülük tarikatın alanında değildir.

Toplumun Afiyeti İçin
Bugün ise, kâğıt üzerindeki yasak yüzünden kaç-göçlük bir düzen tutturulmaya çalışılan tekkemsi kurumlarda şeyhlik taslayan kişilerin elinde nice insanın ruh sağlığı daha da bozulabilmektedir. Eski Sufi okullarının âyinlerini taklit etmeye çalışan, şu veya bu dini kaynakta birtakım zikir usûlleri görüp dervişlerine uygulattıran pek çok heveskâr, mürşitlik yapacağım diye insanları büsbütün ruh hastası haline getirebilmektedir. Bugünkü batı toplumunda psikiyatri uzmanlarının gördüğü işleve benzer bir hizmet yürüten eski devrin 'kâmil insan'larına öykünüp şeyhlik yapmaya kalkışan nice ham ve cahil insan eteklerine sarılan zavallı insanlara çok yönlü bir sömürü uygulamaktadır. Şüphesiz şimdi de var olan hakiki Sufi önderler ve kâmil insanlar ise kendilerini saklı tutmaktadırlar. Medyanın genellemeciliği ve önyargılı yaklaşımı yüzünden hakiki Sufi önderlerle şarlatanlar birbirine daha da karıştığı için meydan yerli sahtecilerle Uzakdoğu kökenli mistik deney uygulamacılarına kalmıştır. Oysa bu kadrolar da, yumuşak bir 'misyonerlik' türü olarak 'meditasyon' ve benzeri kavramlar altında kendi kültüründen kopuk insanları devşirmekte, başka inançlara doğru yolculuğa çıkarmaktadırlar. Sosyetenin fantezisi olarak moda haline gelen Uzakdoğu tarzı arınma durulma çabaları, aslında yüzlerce yıldır bu toprakların tekkelerinde yaşanan 'rabıta' ve 'murakabe' ile aynı aileden mistik deneylerdir. Sayısız Batı aydını bugün Cüneyd-i Bağdadi'lerin, Abdülkadir Geylani'lerin ve Mevlâna'ların yolunda kendini bulup arınmaya çalışırken bir kısım insanımızın ceplerinde yitirdikleri hikmeti Uzakdoğulu mürşitlerde aramaları ilginç bir öykü..

Kim neye karşı?

Cilve
Bugün bir kısım laiklik yorumcusuna göre tarikatlar muhakkak kökü kazınması gereken 'teokratik devlet düzeni peşindeki' kurumlardır. Köktendincilere göre de bu kurumlar İslam'a aykırıdır; çünkü şeriat devleti için savaşmazlar. Suudi Arabistan'ın yarı-resmi mezhebi olan Vehhabi inanışta olanlar da, pek çok keskin laik yorumcumuz kadar sıkı birer tarikat düşmanıdırlar.

Tekkede dört tür eğitim
Saygınlıklarını korudukları sürece tekkeler gerçek bir halk okulu niteliğinde kurumlar olarak dikkati çekerler. Tasavvuf araştırmacıları tekkelerde dört çeşit eğitim yapıldığını belirtirler.
1) Tarikat şeyhlerinin sohbetlerinden oluşan sözlü eğitim.. Ayrıca halifeler ve tecrübeli dervişler de gençlere sohbetler yapar, yolun ilkelerini anlatırlar. Genel konularda da tavsiye ve telkinlerde bulunurlar.
2) Tarikat önderlerinin yazılı eserler vücuda getirmesi, bunların okunması, okutulması, çoğaltılması ile yapılan yazılı eğitim..
3) Tekkede yapılan sema, devran gibi tarikat ayinleri ve toplu zikirlerden oluşan uygulamalı eğitim.. Peygamberimizin halka mükemmel ahlakı ile örnek oluşturmasında görüldüğü üzere tarikat büyüklerinin de tavırlarıyla dervişleri biçimlendirmesi hal ile eğim..

Önce kadın dervişler

Terim:
Tekke

Kurum olarak tarikatların merkez mekânlarına önceleri 'Hankâh' deniyordu. (Farsça Hanegâh'dan bu hale dönüşmüştür.) 'Dergâh' da aynı anlamda kullanılmakla beraber 'tekke' kelimesi bu yapılara tür ismi olarak yerleşmiştir. (Tekke kelimesi Arapça 'tekye'den dönüşmüştür. Dayanmak, dayanacak yer anlamındadır.) Başında bir şeyhin bulunduğu tarikat ocağına tekke, ona bağlı daha küçük ölçekli uzantılara ise zaviye denilmiştir. Ayrıca tarikatların ilk dönemlerinde tekkelere bağlı zaviyeler daha çok kadın dervişlerin toplanmaları; sohbet dinlemeleri ve zikir yapmaları içindi.

5 Haziran 2005

http://www.sabah.com.tr/ozel/turkiyenin ... a_969.html


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 1 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 9 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye