Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 1 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: “Tasavvuf ve Sinema”
MesajGönderilme zamanı: 22.06.10, 10:13 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 04.01.09, 01:40
Mesajlar: 24
“Tasavvuf ve Sinema”

“Tasavvuf ve Sinema” ilişkisinin problemlerine dair birkaç söz

Semih Kaplanoğlu’nun Bal’ını gecikerek de olsa nihayet seyretme fırsatı buldum. Bal, üzerine hemen konuşulabilecek filmlerden değil. En azından benim için öyle. Ancak sanırım ilk defa bir Türk filminden böylesine etkilendim. Etkilenmek, yanlış kelime aslında, seyirciyi edilgen bir konuma oturtan filmlerden değil o. Kaplanoğlu, öyle bir dil oluşturmuş ki, seyirciyi de içine alıyor ve filmi okumak bütünüyle bireysel bir tecrübeye dönüşüyor. Dediğim gibi, bu konuda daha sonra yazmak istiyorum; ancak, filmin ilk açılış sahnesinden itibaren, yoğun olarak Şeker Ahmet Paşa’nın “Ormanda Oduncu” tablosunu ve John Berger’in o tabloya ilişkin nefis çözümlemesini hatırladığımı söyleyeyim sadece.

Birkaç gündür film üzerine düşünürken, beni uzun süredir rahatsız eden başka bir meseleyle de yüzleşmek zorunda kaldım. Türk sinemasının son yıllarda kazandığı başarıların yanı sıra, Derviş Zaim gibi bazı yönetmenlerin entelektüel bir zeminde “Türk Sineması” ve “bize özgü sinematografi” olgusunun yeniden düşünülmesinin önünü açmalarından sonra yazılan ve çizilenleri takip etmeye çalışıyorum. İlginç bir şekilde çok fazla bir şey yok elimizde. Onun yerine, özellikle son on yıldır hızla yükselen bir “trend” olarak edebiyatın yanı sıra sinemada da “tasavvuf merkezli” bir okuma göze çarpıyor. Tasavvuf merkezli okumaların, gördüğüm kadarıyla iki ayağı var. Bunlardan biri, dünyanın mistisizme olan genel eğilimi ve buna bağlı olarak “bir tür tasavvuf”un –Elif Şafak ve Aşk romanı örneğinde görüleceği gibi- kendi pazarını oluşturan bir tüketim malzemesi üretmesi. İkincisi ise, temel tasavvuf kaynaklarının Türkçeye art arda tercüme edilemeye başlamasıyla hareketlenen teorik tartışmalar. Her iki noktada da birçok problem var ve garip bir şekilde bunlar iç içe girmiş durumda.

Bunlardan biri, özellikle İran Sinemasının – Mecidi ve Kiyarüstemi gibi yönetmenleri dışarıda tutarak- ve Nacer Khemir gibi bazı Ortadoğulu yönetmenlerin oryantalist bir iştah için tasavvufi imge/sembol üretimleri ve bunların çözümlenmesinde ve kullanılmasındaki entellektüel ciddiyetsizlik. Mesela geçtiğimiz İstanbul Film Festivalinde gösterilen Erkeksiz Kadınlar filminde, Şirin Neşat gibi muhalif ve feminist eleştiri içinden kendini konumlandırmaya çalışan bir yönetmen bile bu sembolik dili rahatça kullanabilmişti.

Meselenin diğer ayağı da tercümeler. Özellikle de tercümenin, Wittgeinstein’in da vurguladığı gibi “bir dil oyunu” olduğunun, metnin “yeniden” inşası olduğunun gözden kaçırılarak, onlara mutlaklık atfedilmesi. Örnek vermek gerekirse, Ekrem Demirli tarafından yapılan İbn Arabî tercümeleri, bütünüyle İbn Sinâ metafiziği merkezinde kavramlaştırılmış tercümelerdir. Demirli, bir çok özgün makalesinde ve son kitabında bu bağlantıyı açıkça ifade eder. Demirli, ayrıca, Sadreddin Konevî uzmanıdır ve Konevî, İbn Arabî’yi “teorik” hale getiren hatta İbn Arabî’nin hiçbir zaman lafzen bahsetmediği “vahdet-i vücûd” u doktrinleştiren kişidir. Demirli’nin çalışmalarının entelektüel olarak ne kadar kıymetli olduğundan ve yeni imkanlar sağladığından söz etmeye bile gerek yok. Lakin, edebiyat ve sanat ortamlarında inanılmaz bir eliçabuklukla yapılan İbn Arabîci estetik teorisyenliğinin bu tür tercümelere yahut Chittick ve Suad Hakim gibi ikincil kaynaklara dayanmasının sonuçları da ayrıca tartışılmalı.

Öte yandan, İslam Estetiğine ilişkin çalışmaların –ki sadece birkaç tane- teorik sorunları bile tartışılmamışken bu aceleciği anlamakta gerçekten zorlanıyorum. İslam Estetiği konusunda seksenli yıllarda Beşir Ayvazoğlu tarafından yazılan ve gerçekten değerli katkılarının yanı sıra yazıldığı zamanda önemli bir boşluğu doldurduğunu düşündüğüm, ancak teorik olarak eksiklik ve hatta yanlışlıkları olan Aşk Estetiği kitabının âkıbetine bakalım. Ayvazoğlu’nun kitabını temellendirdiği “batıdaki mimesis olgusunun bizde olmadığı” yönündeki teorisinin, son zamanlarda bile rahatça kullanıldığını görüyorum. Aristo merkezli mimesis teorisinin, basitçe tabiatı “aynen” taklit olarak okunması ve anlaşılması, en hafif tabirle safiyane bir cehalet içeriyor. Kaldı ki İslam düşüncesi içinde “mimesis” meselesini ilk ele alan Fârâbî ve İbn Sinâ bile meseleye dikkatle yaklaşmışlar, ciddiyetle tartışmışlar ve mimesis kelimesinin anlamını çağrıştıran ama içeriği büyük ölçüde değiştirilmiş bir “muhâkât” kavramı geliştirmişlerdir. Türkiyede yapılan hiçbir İslam estetiği çalışmasında bu konuya bir gönderme bile bulunmaz. Öte yandan bu noktada Fârâbî ve İbn Sinâ’nın resim ve şiir arasında kurdukları ilişki de çok zayıf ve teorik olarak takip edilemez bir özellik taşır. Daha sonraki dönemlerde de poetika ve şiir teorilerinin bolluğu ve çeşitliliğine rağmen İbn Arabî’nin eserleri de dahil, görsel sanatlara ilişkin herhangi bir teorik açıklama bulmak neredeyse imkansızdır. Batıda ise durum bütünüyle farklıdır. İkonografiye ilişkin tartışmalar, Hristiyan teolojisiyle ilgili hemen bütün temel kaynaklarda, görsel sanatları da içine alacak şekilde devamlılık arzeder. Kutsalın görsel tezahürü, teolojik tartışmalardan ayrı değildir. Belki de o nedenle modern dönemlerdeki estetik teoriler, çatışma, eleştiri yahut eklemlenmeyle de olsa kendi klasikleri ile sürekli bir diyalektiği içinde barındırırlar. Öte yandan, İslam düşüncesi merkezli bir araştırmacının elinde, sadece poetikaya ilişkin araştırmalar kalmakta, ancak ısrarla göz ardı edilmektedirler. Bunun yerine de ya doğrudan Kur’an ve hadislerdeki kelimelerden yola çıkılarak, üstelik de burada sorun olarak duran, metin-yorum problemleri dikkate alınmadan yeni teoriler kurulmaya çalışılmakta yahut İbn Arabî’nin ruhu imdada çağrılıvermektedir.

Görsel sanatlara nasıl yaklaşacağımıza dair Fârâbî, İbn Sinâ, İbn Rüşd, kelam ekolleri ve tasavvuf kaynaklarına ilişkin ciddi bir kavram ve teori çalışmaları yapılmadan, İbn Arabî’nin “hayal alemi”ne dair açıklamalarının bir “copy-past” konforuyla kullanılmasını hayretle karşılıyorum. İbn Arabî’nin kendinden sonraki İslam kültür ve medeniyetini bütünüyle etkilediği hatta dönüştürdüğünü inkar etmiyorum elbette. Ancak bu önemin vurgulanması, bazı kolaycılıklara ve hazırcılıklara da kapı açmamalı. Daha tasavvufun “hâl ve aşk” olarak yaşanması ve “îrfânî” boyutunun “düşünce” olarak ne anlama geldiğini bile tartışamamışken, bu tür teorikleştirmeler tam bir karmaşaya sebep oluyor. Mesela ülkemizde bu işin öncülüğünü yapanlardan Sadık Yalsızuçanlar’ın “Rüya Sineması” bir yana, tasavvuf büyüklerini konu alan romanlarındaki –ki bu da ayrıca tartışılmalı, konulu roman!- en çarpıcı cümlelerinin Wittgeinstein’dan yahut Hediegger’den alınıp –tabi isim zikredilmeden- mistik bir hava içinde sunulmuş olmasından; yine onun, yazılarında “derviş Tarkovsky, derviş Heidegger” gibi ifadeleri rahatça kullanmasından şaşkınlığa düşüyorum. Yalsızuçanlar’ın kişi olarak samimi ve iyi niyetli olduğuna ilişkin inancıma binaen, bu tarz yaklaşımlarının, postmodernizmin simülatif evrenine bizi de dahil etmekten ve her şeyi çabucak tüketilir kılmaktan başka bir şeye yaramasını umud etmek istiyorum yine de. Yalsızuçanlar, sakınmasızca kullandığı tasavvuf terminolojisiyle bunların “cem” makâmında böyle olduğunu söyleyebilir. Ancak mesela Heidegger örneğinde, sırf “tecrübe yapıları” benziyor diye Heidegger ile İbn Arabî’yi eşitlemek doğru bir şey olmasa gerek. Kaldı ki “cem” makâmı bile “dil”e geldiğinde tekrar “fark” a dönüşür. Dil her zaman “fark”tadır.

Fazlasıyla dağılmaya müsait hale getirdiğim konuyu toparlayabilmek için Molla Câmi’nin “Yusuf ve Züleyha” mesnevisinin sonuna eklediği, “okuyucuya öğütler” kısmından devam edeyim. Câmi, burada, okuyucusunu “ham sufî”lerden uzak kalmaları konusunda uyarır ve bu uyarıyı özellikle mesnevisindeki “işâret, misâl ve remzlerin” okunması konusunda yapar. Burada eklemeden geçemeyeceğim bir nokta da “işâret, remz ve misâl” kavramlarına karşılık “sembol”ün kullanılması. Zira “sembol”ün batı düşüncesindeki uzun seyrinin hiçbir döneminde kazandığı ontolojik delaletler, “işâret, remz yahut misâl”in ontolojik delaletleri ile aynı değildir. Molla Câmi’ye dönersek, orada özellikle dikkat çekmeye çalıştığı, “Yusuf” ve “Züleyha” başta olmak üzere mesnevide geçen “misâl” lerin mutlak ve tüketilir karşılıklarının olmamasıdır. “Ham sufî”, bu misallerin tam karşılığını, anlamını “bulduğunu”, mecaz merdiveniyle hemen hakikate ulaşabileceğini zanneden kişidir. Oysa “kâmil sufî”, anlamın her zaman örtük olduğunun ve aslonanın hikayenin anlatımında ortaya çıkan zevk ve tecrübe olduğunu bilir.

Hal böyleyken, özellikle edebiyat ve sinema konusunda, yukarıda bahsettiğim oryantalistik tüketime açık “semboller üretimine” dayalı bir görselliğin eklemlendiği tasavvufun ülkemizde yapılan filmlere ve yazılanlara uygulanabilir hale gelmesinden endişe duymamak mümkün değil. İslam düşüncesine ilişkin bir çok önemli mesele gibi görsel sanatlara ilişkin konuları da ilk defa gündeme getirme ayrıcalık ve önemine sahip Hilmi Yavuz’un Derviş Zaim’in Nokta’sı üzerine yazdıkları bile -bunun metin merkezli bir okuma olduğunu ısrarla vurgulamasına rağmen- böylesi bir tehlike içeriyor. Yine de Yavuz’u mazur gösterecek o kadar sebep var ki. Derviş Zaim, özellikle Cenneti Beklerken de ciddi ciddi tartışılması ve eleştirilmesi gereken malzeme verdi bize. Kendi sinematografisine ilişkin açıklamalardan, Velasques’in Las Meninas’ına yaptığı göndermeyle, “temsil” problemine ve “iktidar” sorununa işaret etmesine kadar. İşte “mimesis” ve “temsil” problemini İslam düşüncesi içinden tartışmak için bir fırsat. Ancak bu konuları akademik olarak dile getirebileceğiniz bir “mekan” yok. Çünkü akademi, parsellenmiş durumda ve her parselin bekçileri, bu tür konulara geçit vermemek üzere hazır ve nâzır. Entelektüel çevrelerde ise, hem taraf tutma ile eleştiri arasındaki denge henüz işlemiyor hem de -hiç değilse akademinin dil oyununun kuralları belliyken- burada, “her şey mübah”, havası hakim. Ben bunları yazarken bile –polemikten nefret eden biri olarak- bazı isimleri açıktan zikrederken huzursuz oluyorum. Ancak dileğim, gerçekten, bu meselelerin bir çok zeminde tartışmaya açılarak tazelenmesi, layıkıyla ele alınması ve Kaplanoğlu’nun, seyircisini “hakikat her ne ise” onunla yüzyüze getiren, tattıran o harikulade filminin bu tür bir tasavvufî tüketimden korunması…

http://azadehuma.wordpress.com/2010/06/ ... ve-sinema/


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 1 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 3 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye