Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 6 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: TARİKAT-CEMAAT-DEVLET / Avni ÖZGÜREL
MesajGönderilme zamanı: 09.05.10, 17:04 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 15.11.09, 21:21
Mesajlar: 98
Avni ÖZGÜREL

TARİKAT-CEMAAT-DEVLET
Yazı Dizisi

RADİKAL

25 ŞUBAT 2001 - 6 MART 2001


http://www.radikal.com.tr/2001/02/25/tu ... 1tar.shtml
...
http://www.radikal.com.tr/2001/03/06/tu ... 1ony.shtml

Tarikat ayrı, din ayrı

Her inanç sisteminde gözlemlenebilen tarikat olgusu İslam'da, dinin yayılmasıyla ortaya çıktı. Tarikatlarda, İslam'ı kabul eden kültürlerin izlerini bulmak mümkün


'Tarik' yol demek... Kelimenin sözlük manasına bakarak her fikri çizgi, hatta her davranış kalıbı bir tarikattır, diyebiliriz. Komünizm, kapitalizm, empresyonizm, Darvinizm, Kemalizm ve ilah... Bu anlamda tabii bütün inanç sistemleri de tarikat sayılabilir. Yani Muhammedilik diyebileceğimiz İslam da dahil olmak üzere bütün dinler...
Tasavvuf dilinde 'ıstılah' (=özel terim olarak) manasında kullanılan 'tarikat' ise İslam
ile ortaya çıkmış bir şey değil. Antik dönemlerden günümüze din olarak tanımlanabilecek her inanç sisteminin içinde algılayış ve yaşama farklılığından kaynaklanan tarikat
akımları var. Bu inanç ekollerinin kiminde 'bilinmeyeni keşf' arzusuyla matematik üzerine kafa yorulduğu için -çok bilinmeyenli denklemler v.s.- bugün mensuplarının bilim tarihinin öncüleri sayılması gerçeği değiştirmez...
Diğer dinler
Kısacası bugün, yaşayan dinlerin tamamının kimi ayrı din gibi algılanan tarikatları da çatısı altında topladığı bir dünyada yaşıyoruz. (Musevilik çevresinde Kabalacılık, Elohimcilik v.s. gibi yüzü aşkın tarikat var; Rahibe Teressa'nın ismiyle ünlenen akım da dahil Cizvitlik, Karmelcilik gibi büyük kollardan başlayan bini aşkın Hıristiyan tarikatı taraftar toplama yarışında, Japon toplumunu bilinçlendirmek
için katliam yapmak gerektiğini savunan Şintocular var... Hint dünyasında tarikatlar bir yana, dinlerin sayısını kesin söyleyebilen yok...) Herhangi bir dinle irtibatı olmaksızın sadece felsefi ekol olma iddiasına sahip ama tarikat yapısında -bazısı dinler kadar güçlü- grupların varlığı (Moon gibi) da gerçek.
Bu açıdan bakıldığında İslam dünyasında da çok çeşitli meşrepte tarikat hareketlerinin bulunmasını tabii görmek lazım. Bir kısmı Hint felsefesinden etkilenmiş, bir kısmı Mani'den, Şamanizm'den, eski Yunan'dan ve benzerlerinden... Tarikat diye yola çıkıp sonradan 'Ben din kurdum, zaten peygamberim...' diyenler de görüldü... (Kadıyanilik, Bahailik v.s.)

Ne kadar islam?
İslam tarikatlarının silsilelerini bazı sahabeler üzerinden Hz. Muhammed'e kadar uzatmaları gerçeğin ifadesi olmaktan ziyade, sembolik anlam taşıyor. Keza Kuran'da 'Beni zikredin...' denilmiş olmasını günümüz tarikatlarının zikir törenlerinin dayanağı sayılmasını da aynı şekilde değerlendirmek lazım. Peygamber hayattayken, hatta onun ölümünden sonra da, uzun süre bildiğimiz tarzda bir tarikat organizasyonuna ve üslubuna rastlamak mümkün değil.
Gerek İslam devletinin coğrafi olarak genişlemesi ve farklı kültürlerden ulusların Müslüman olmaları; gerekse zenginleşen bu devleti yönetenlerin Peygamber'in yaşayış tarzı ve adalet anlayışından uzaklaşarak debdebe içinde keyfi yönetime sapmaları 'zühd ve takva' (=her türlü hazdan uzaklaşma ve dinin yasakladığı şeylerden sakınma...) hareketlerini başlattı. Bu, gruplar halinde inzivaya çekilme, toplumla araya mesafe koyarak yaşamaya dönüşünce (Hıristiyan kültüründe de manastır hayatı ve keşişlik var) tarikat ekollerinin ve dergâhların temeli atılmış oldu.
Sonradan bu hareketlerin kimi Uzakdoğu inançlarından, kimi İran kültüründen taşınmış ritüellerle renklendirildi. Örneğin İslam tarikatlarında zikir törenleri sırasında 'Hu' ve 'Hay' sözcükleri Allah'ın ismi olarak kullanılagelmiştir. Uzakdoğu dinlerinde de benzer manada tek heceli şifre sözcükler bulunduğunu -'Om', 'Ur' v.s. gibi- bilmek fikir verebilir. Şuuraltlarında eski inançların izini taşıyan toplumlar doğal olarak kendilerinden bir şeyler buldukları, yakınlık hissettikleri ekoller etrafında kümelenmeye başladılar.

Cumhuriyet Türkiyesi ve dinsel yapılanmalar
Türkiye'de, özellikle tarikat adıyla anılan dinsel oluşumlara karşı her zaman ikili bir tavır söz konusu olmuştur: Tarikatlar ya kabul edilmiş, yüceltilmiş ya da reddedilmiş ve suçlanmıştır. Hem toplumda hem de siyasi partilerde ve o partilerin iktidara yakınlığına göre devlet katında gözlemlediğimiz bu ikili tutum, Refahyol iktidarı döneminde en keskin biçimde ortaya çıkmış, 28 Şubat adıyla anılan süreçteki ciddi siyasal çalkantılara yol açmıştır. Etkisi şimdi daha zayıf hissedilse bile güncelliğini hâlâ sürdüren bu kritik dönemin kilit sözcüklerinden biri de 'tarikat' olmuş; bu şekilde adlandırılan çok sayıda gruba ilişkin bilgiler, belgeler, suçlamalar, savunmalar ortalıkta uçuşmuştur.
Peki 'tarikat' adıyla andığımız gayriresmi dinsel yapılanmalar hakkında, siyasi nedenlerle yazılmış yazılar, istihbarat örgütlerinin 'raporları' veya kendi propagandaları dışında bilgi kaynakları bulmak mümkün değil midir?
Rejim kavgalarına yol açacak kadar önemli siyasal rolleri olduğu düşünülen bu yapılanmalara ilişkin bilgi kaynakları gerçekte çok azdır. Bu bilgisizlik, girişte söz ettiğimiz 'ikili tutum'un bir başka sonucu aslında: Türkiye'de, 'karşı taraf' sayılan bir olguyu, hiç öyle bir şey yokmuş gibi yaşama alışkanlığı çok yaygın. Toplumsal yapımıza egemen olduğu söylenen 'keskin karşıtlıklar'ın altında, bu 'bilinçli cehalet'in payı büyük olmalı. İşte bu yazı dizisini, haklarında sayısız şey söylenen, ya korkuyla ya da kesin kabulle yaklaşılan tarikatların daha iyi bilinmesini sağlamak amacıyla yayımlıyoruz.

Şeyh Nazım Kıbrısi
Şeyh Nazım kimdir? Nakşiliği nereden geliyor?
Doğumu 1920'ler başına tarihlenen bir Kıbrıslı Türk. Üniversite öğrenimi için Türkiye'ye geliyor ve İstanbul Üniversitesi'nde kimya okumaya başlıyor. İstanbul'da tanıştığı bir Nakşi şeyhinin etkisiyle tarikate giriyor. Sonra kendisini bu yolda daha da geliştirmek üzere öğrenimini yarıda keserek Şam'a, ileride tarikatı Batı dünyasına yaymak üzere el alacağı Şeyh Abdullah Dağıstani'nin yanına gidiyor. 1970'lerden itibaren de İngiltere üzerinden Batı dünyasında faaliyete başlıyor. Kıbrıs'ta büyümesine bağlı olarak iyi derecede İngilizce bilmesi, burada kilidi açan en önemli anahtar. Sürekli seyahat stratejisini benimsemesi de ona tüm dünyada kendisine bağlı çevrelere ve geniş bir etkinlik ağı oluşturma imkânı sağlıyor. Endonezya ve Malezya'dan Amerika'ya kadar.
Nerelerde örgütleniyorlar. Sayıları ne kadar?
Her yerde örgütleniyorlar. Etkinliklerde yüzlerce insanı görebilirsiniz. Ama bunların ne kadarı müriddir bilemezsiniz.
İngilizlerin Şeyh Nazım çevresine girmelerinin nedeni nedir? Ne buluyorlar?
Tek bir nedene indirgemek mümkün değil. Ancak belirgin olan motif, Şeyh'in Doğu mistisizmini, İslam tasavvufu dolayısıyla İngiliz müridlere köylülükten uzak bir incelmişlikle ve şehirli-orta sınıf duyarlılığına hitab eden bir üslupla takdim edebilme yeteneği önemli.
Nakşilikten ayrılan kendilerine has özellikleri var mı? Örneğin nasıl zikir yapıyorlar?
Şeyh Nazım klasik Nakşi öğreti ve pratiğinden önemli sapmalarla karşımıza çıkar. Ancak altı çizilmesi gereken nokta, bu sapmaların, içerisinde etkinlik gösterdikleri toplumsal ve kültürel iklime uyarlanma ve bu iklimin ürünü olan insanlara ulaşabilme gereğinin sonucu olmasıdır. Örneğin diğer tarikatlarınkiyle karşılaştırıldığında zorluğu ve büyük deneyim gerektirmesiyle ayırt edilen Nakşibendi sessiz zikir pratiğini Şeyh Nazım sesli
olarak ve cazibesini artıran birtakım eklemelerle uygulatıyor. Bu tasarruflar nedeniyle de yine Batı'daki diğer İslami hatta Nakşi çevrelerin tepkilerini alıyor.
Ama hâlâ geleneksel Nakşi öğreti ve pratiğini sergilemekte ısrar eden bu çevreler yalnızca belli göçmen Müslümanlardan oluşan sınırlı sayıda üyeye sahipken Şeyh Nazım son derece heterojen bir kalabalığı çevresine topluyor.
Siyasi iktidara karşı tavrı nedir?
Bir konuşmasında şöyle demiştir: "Din devlet ile ayakta durur; devlet de din ile ayakta durur. ålim emredemez." İran'ın yanı sıra diğer İslam ülkeleri ve devletleri de şeyh tarafından beğenilmemektedir.
İslam fundamentalizmi için ne diyor?
Özetle şöyle diyor: "Fundamentalizm dedikleri insanların İslam'dan kaçmasına neden olan bir aptallıktır. Bunlar İslam'ı tatsız hale getiriyorlar. Biz onda var olan lezzeti sunmaya çalışıyoruz.
Osmanlı'yı nasıl değerlendiriyor?
Bir konuşmasında kendisini peygamber sancağını 600 yıl taşımış olan bir Osmanlı Müslümanı olarak tanıttı. Osmanlı hanedanının ateşli bir savunucusudur.


Yarın: İmparatorluktan cumhuriyete... Galip Kuşçuoğlu ile söyleşi...

***

Değişen ve değişmeyen

Cumhuriyet'in başlarındaki yasaklamaya rağmen devlet, su yüzüne çıkmadıkça tarikat faaliyetlerine göz yumdu; onlar da devletle bilek güreşine girmedi. Tek parti dönemi bitince tarikatlarla partilerin ilişkileri güçlenmeye başladı. Devlet zamanla, Osmanlı'da olduğu gibi, Mevlevi-Bektaşi eksenindeki tarikatların kabul gördüğü bir hale geldi

Tarikatların Kafkas ve Anadolu coğrafyasında tutunmasında ilk sebep Şaman ve Budist kültürün törenselliği.. İbadet etmek isteyen ancak hem geçmiş kültüründen taşıdığı kutsalları zihninin bir yanında tutan hem de Arapçaya hâkim olmadığı için kendini eksik hisseden insanların açığı nispeten sade olan zikirlerle kapatmaya çalışması önemli bir faktör oldu.
Ancak tarikatların kök salması Moğol zulmüne bağlanabilir. Katliam korkusuyla yaşayan insanlar dayanışma duygusuyla gözden uzak tekkelere sığındılar, dünyadan elini ayağını çekme düşüncesinin cazibesi arttı.. Anadolu inanç kültürünün övüncü derviş-ozanların her yanı sardığı dönemdir bu.
Seyri sülûk
Tarikat yolculuğu anlamında kullanılan seyr-i sülûk hiç kuşkusuz tasavvuf grupları
açısından önemli. Zira yola girmek, yola çıkmak ne denli önemli olursa olsun bireysel olarak bu yolda alınan mesafe bir sıralamayı da beraberinde getiriyor. Ve doğal olarak şeyhlik 'önde giden, rehber' manasına geliyor..
Geçen yüzyıla kadar arada ufak tefek serzenişler olmuşsa da bu yöntemin sağlıklı işlediği bir gerçek. Şeyhler ehliyet sahibi gördüklerine el bırakıp göçtüler veya yeterli olgunluğa eriştiğine inandıkları müritlerini ayrı bir dergâh kurma izniyle gönderip benimsedikleri ekolü sürmesini sağladılar.
Bir şeyhin birden fazla ekolü temsil ettiği de her zaman görülen haldi. Osmanlı'da Yeniçeri Ocağı geleneksel olarak Bektaşi Dergâhı'na bağlıydı, hükümdarlar tahta çıkarken Bektaşi kılıcı kuşanırlardı, ancak pek çok padişahın muhtelif şeyhlere yakın olduğu da bilinirdi. Örneğin 3. Selim Kadiri, 2. Abdülhamid Şazeli'ydi.. Yeniçeri Ocağı'nın tasfiyesi sırasında Bektaşi dergâhları da onlara duyulan hışmın hedefi oldu, sonradan Babıâli, Bektaşi dedelerinin gönlünü almak için az uğraşmadı...
İmparatorluk döneminde asırlarca dergâhların mal-mülk edinmeleri takip konusu oldu. Yani Hıristiyan dünyanın yaşadığı manastır sektörünün karşılığı bir zenginleşme bizde yaşanmadı. Tekkelerin kendi çevrelerinde kurulan vakıflar aracılığıyla imkânlarını genişlettikleri belki söylenebilir; ama bunların da zaman zaman tasfiyeye uğradığı, toplumsal dikkatin de esasen servet birikimine izin vermediği bilinir.
Esasen iki bin yıllık Türk tarihi boyunca -İslam öncesinde de- devlet dini hep kontrol altında 'maiyetinde' tuttu. Tek kutsanan hakanlıktı. Selçuklu Veziri Nizam-ül Mülk de devletin yüksek menfaatleri gereği hem içtihat (=yorum) kapısını kapattı, hem de Mutezile gibi 'devlete itaat'i esas alan itikadi yolun önünü açtı. (Osmanlı gibi Türkiye Cumhuriyeti'nde de bugün resmi kayıtlarda hiçbir şekilde belirtilmemiş olmasına rağmen sadece Müslüman değil Hanefi mezhebine ve Mutezile'ye sıkı sıkıya bağlı bir İslami yapı hâkim..)
Osmanlı İmparatorluğu'nun son döneminde medreseler nasıl 'Beşik Uleması' denilen ve daha çocukluklarında babalarının mevki ve rütbesine göre unvan alanlar yüzünden eleştirildiyse; tekkelerin de 'belden gelen şeyhler' yani mevcut şeyhin çocuğu, yeğeni veya damadının görev almasıyla itibar kaybettiğini kabul etmek gerek.
Bu sürecin ardından gelen Cumhuriyet ve ilk yıllarda gerçekleştirilen tasfiyenin dini ihtiyaçların karşılanacağı mukabil bir proje içermemesi insanları, geçmişte öfke duymuş olsalar dahi -Devrimler sırasında tekke ve zaviyelerin kapatılması lokal bazı olaylar dışında fazlaca itirazla karşılanmadı- tekrardan bu çevrelere yöneltti. Dini her hareketin devletçe takip edildiği, büyük ölçüde engellendiği, Cumhuriyet'in din aleyhtarı olduğu propagandasına fırsat veren uygulamaların yapıldığı dönemdi bu.. (Atatürk için mevlit yazıldığı, camilere sıraların yerleştirilmesi projesinin kâğıda döküldüğü v.s.)
Ancak olanca yasaklamaya ve gizliliğe rağmen zamanla devlet ve tarikatlar bir noktada buluştular. Devlet aleniyete çıkmadığı sürece onların yeraltı kurslarına karışmadı, tarikatlar da devletle bilek güreşine kalkmadı. Ta ki Demokrat Parti kurulup çok partili hayatın başlayacağı belli olana kadar.

'Dinsiz devletten din öğrenme!'
CHP iktidarı bu dönemde Kuran kursları açtı, dini tedrisat veren okullar kurdu. İdeolojik olarak baksalar tarikatların bundan memnun olmaları, devleti geri adım atmak zorunda bıraktıkları için övünmeleri gerekirdi, ama öyle olmadı. Kurslara ve okullara tepki tarikatlardan geldi. Zira dergâhlar hem cemaatin ilgisinin dağılacağı, hem de gelir imkânlarının yok olacağı endişesine kapıldılar.
Devletin açtığı okula, kursa gidenin dinden çıkacağı tartışmasına kadar vardı iş. 'Dinsiz devletin İslam'ı öğretmek istediğine inanmayın..' denildi, devletin okuluna gidenin dinden çıkacağı söylendi.. Ve ondan sonra siyasi rekabetin ateşlediği ortamda tarikatlar bu kez farklı alanda tırmanan bir grafik sergilediler.
Türkiye giderek Osmanlı devlet geleneğine uydu, diğer tarikatların bağlıları arasında ricalden insanlar bulunsa dahi omurga gayriresmi olarak Mevlevi-Bektaşi çizgisine yaslandı. Mevlevi ve Bektaşi tarikatının törenlerine sivil ve asker devlet erkânının katılmasının yadırganmadığı, Mevlevi kültürünün Türkiye'nin tanıtımında öne çıkarıldığı bir süreç başladı.

'İnsana neşe gerek'
Hacı Galip Kuşçuoğlu Türkiye'deki Kadiri-Rufai geleneğinin geniş kabul gören bir temsilcisi. Kendisiyle başında olduğu dergâh, izlediği yol ve Türkiye'nin dini hayatı üzerine konuştuk.
Hangi tarikatı temsil ediyorsunuz?
İki tarikattan icazetim, diğerlerinden müsaadem var. Kadiri-Rufai yolu üzerindeyiz... Kırk beş senedir bu vazifeyi yapıyorum.
Kadiriliğin diğerlerinden farkı ne?
Meseleyi ehli tarik, ehli tasavvuf olarak değerlendirdiğimde önce şunu söylemek durumundayım, bizim takip ettiğimiz yol ilahidir. Bu açıdan cemaatlerle karıştırmamak lazım. Cemaat sözünü hukuki endişeyle kullanıyorlarsa bilmem. Ama cemaati kimin kurduğu falan bizim dışımızda.
Tarikatlar mizaçlara göredir. Hulefa-i raşidine (ilk dört halifeye) nispetleriyle değerlendirebiliriz. Mesela Hz. Ebubekir efendimizin mizacı çok mülayim idi, o mizaçta bir tarikat vardır. Hazreti Ömer efendimiz adil bir insandı, dolayısıyla ona uygun yani fıkıh yanı daha ağır basan bir tarikat vardır. Hazreti Ali efendimiz ilim sahibi bir insandı ona uygun tarikat vardır.
Dolayısıyla tarikatlar uydurulmuş şeyler değildir, ilahi tanzime dayanır.
Yeni yüzyılda tarikatların da yeni bir söylem ve üslup geliştirmeleri gerektiğine inanıyor musunuz?
Biz diyalogdan yanayız. Bu çok önemli. Biz dinler arasında esasta bir ayrılık da görmüyoruz. Zaten Kuran'ın emri bu. Bütün kitabi dinler İslam'dır aslında. Allah'a inanan herkes İslam üzerinedir. Bu, bu şekilde anlatılsaydı bunca kavga yaşanmazdı. Hıristiyanlar, Museviler gerçekte İslam olduklarını biliyorlar zaten.
Ayrı dini kurumlar?
Allah insanlığın gelişme devrelerine, idraklerine göre peygamberlerini gönderdi. Kuran'da Allah 'peygamberleri ayırt etmeyin, bunlar kardeştir' diyor. Allah böyle söyledikten sonra bizim çıkıp şunun mevkii daha yüksek, bunun mevkii daha alçak dememiz mümkün mü?
Siz sohbetinize gelenlere neyi tavsiye ediyorsunuz?
İslam'ı yeterince anlatamıyoruz. Şeriattan kaçırıyoruz insanları. Halbuki şeriat şartlar demek. Ama biz şeriatı o hale getirdik ki yaşanamayacak bir şey yaptık. Allah'ın rahmetinden hiç bahsetmiyoruz mesela. Ağzını açan Cehennem, Cehennem, Cehennem diyor. İnsanı dünyaya geldiğine pişman eder bu anlayış. Elinde değil gelip gelmemek insanın ama geldiğine pişman, ceza görmek için mi geldim diyor... Bu Allah'ın takdirine aykırı. Onun için tarikattan da, şeriattan da kaçırıyoruz insanları.. Ben bunları anlatıyorum...
Şeyh efendilerin hepsi çatık kaşlı.
Onlar öyle durmakla vazife yaptıklarını sanıyorlar, gülünce ayıp sayıyorlar. Halbuki biz ağlamak için gelmedik dünyaya. Allah'ın iltifatına mazhar olmuş insanoğlu bunun
için neşeli, sevinçli olması lazım aslında.
Sizin devletle kavganız var mı? Zaman zaman takibe uğruyor musunuz?
Hayır devletle hiçbir işim yok. Hatta yaşanan bu son kriz dolayısıyla dua ediyorum. Vaazıyla nasihatıyla meşgul insanım, niye korkayım. Benim yanıma herkes gelir.
Dünyanın dört bir yanında ihvanım var, ararlar, gelirler. Geçmişte bazı tahkikatlar geçirdim hepsinden beraat ettim çok şükür. Şimdi öyle bir şey de yok zaten. Normal zikrimizi de yapıyoruz, nasihatımızı veriyoruz... Zararımız varsa devlet mahkûm eder...
Siyaset?
Şahsen vatandaş olarak alakadar olurum, memlekette ne olup bittiğini takip ederim. Ama dergâhtan içeri siyaset sokmam.
Zaten dini iddialar taşıyanlar da dahil olmak üzere, mevcut partilerin hiçbiri gerçeği yansıtmıyor. Fazla dindar gözükenler de katı kurallarla gidiyorlar.

Galip Kuşçuoğlu kimdir?
Fatih döneminin ünlü astronomi bilgini Ali Kuşçu'nun soyundan gelen Galip Efendi (Doğumu: 1919-Çorum) Nakşi ve Mevlevi şeyhliğini birlikte temsil eden amcası Bekir Efendi'nin yanında yetişti. Ondokuz yaşında derviş olarak Hacı Mustafa Efendi'nin dergâhına intisap etti; 1956'da Maraşlı Mustafa Yardımedici'den icazet aldi.
Teknik okul mezunu olan ve marangozlukla geçinen, ancak 'sohbet ustası' olarak bilinen Galip Efendi, Ankara'da kısa zamanda ünlendi.
Rufai geleneğine uyarak yaptığı 'şiş burhanı' merasimlerinin kasetleri çeşitli televizyon kanallarında yayımlandı. Tıp dünyasından isimlerin -aralarında YÖK üyeleri de var- çeşitli gazetelerde çalışan yazarların, üst düzeyde bürokrat ve siyasetçilerin Galip Kuşçuoğlu'nun sohbetlerine katıldığı biliniyor. Kuşçuoğlu on yıl önce Antalya'ya yerleşti ve dergâh faaliyetini orada sürdürüyor.

Ecevit: Tüm tarikatlar laikliğe aykırı değildir
Bülent Ecevit'in 14 Aralık 1986'da, Nokta dergisinde yayımlanan yazısından:
Tarikatları, psikolojik ve sosyolojik olgu niteliğinde olanlar ve geriye dönüş eğilimi yansıttıkları için siyasi özellik taşıyanlar diye iki gruba ayırmak mümkün. Bu ayrılık tarih boyunca görülmüştür. Bazı tarikatlar siyasi kökenli olmadıkları halde devlet baskısıyla karşılaştıklarında gösterdikleri tepki zamanla onlara da siyasal bir görüntü ve nitelik vermiştir.
Türk-İslam tasavvufu geleneğinden kaynaklanan tarikatların çoğu temelde siyasi değildir. Bunlar teokratik devlet düzeninin veya bağnaz dini akımların kalıplaştırdığı, o yüzden de insana yabancılaştırdığı din anlayışından ve uygulamasından sıyrılarak gerçeği
arayışta ve Tanrı'ya yönelişte özgürleşme gereksinmesini yansıtır. Geçmişte bazen bunların felsefe yönü dinsel yönünden daha çok ağırlık kazanmış ve Osmanlı aydınının felsefe alanında bıraktığı boşluğu doldurmuştur. Eğer bu kategoriye giren ve Türk-İslam tasavvuf geleneğini yansıtan tarikatlar olmasaydı geçmişimizin düşünsel yaşamı çorak kalırdı. Üstelik dinsel bağnazlık ve dinin siyasal amaçlara göre istismar edilip yozlaştırılması Türk toplumuna daha çok zarar verirdi.
Bu tür tarikatlar aslında teokratik devletten çok laik devletle bağdaşmaya yatkındırlar. Çünkü gereksinme duydukları özgürlüğü laik devlette bulurlar. Yeter ki siyasal ağırlıklı ve irticai eğilimli tarikatlarla bir torbaya konulup, laik devlete zorla yabancılaştırılmasınlar; veya Osmanlı'da örnekleri görüldüğü gibi, belirli devlet kurumlarıyla aralarında bağlantı kurulup, o yoldan yozlaştırılmasınlar.

İsmet İnönü'ye sormuştu
Halen Diyanet müfettişi olan Abdülkadir Sezgin, Alevilik konusundaki çalışmalarıyla bilinen bir isim. Bir vesileyle Ecevit'le görüştüklerinde tarikatlar konusunun geçmişte Ecevit'in CHP Genel Sekreterliği döneminde de gündeme gelişini anlatıyor: "Ecevit tarikatların serbest bırakılmasının mümkün olup olmadığını İsmet Paşa'ya sormuş. Paşa: 'Başlangıçta on-on beş yıllık bir yasaklama döneminden sonra biz de serbest bırakılmasını düşünüyorduk, olmadı. Şimdi mümkün. Ama Parti Meclisi'ndeki havayı yoklayıp ona göre hareket edelim, ben görüşeyim' demiş. Daha sonra Bülent beye 'Ortam henüz uygun değil, partiye, dışarıya hiç anlatamayız..' diyerek konuyu kapatmış."


Yarın: 28 Şubat'a nasıl gelindi? Tarikatlar ve hukuk...

***

Maneviyattan ticarete

Dergâhlar, zamanla ticari faaliyetleri öne çıkarmaya başladı; ancak devlet bu tablodan rahatsız görünmüyordu. Zira göçün büyük şehirlerde yarattığı yoksul kümelere yönelik herhangi bir sosyal politika ortaya konulmamıştı

Günümüzde tarikatlar hukuken yok. Ama fiilen hep var oldular ve muteber sayıldılar. Her siyasi hareket kendi meşrebine uygun cemaatle ya doğrudan açık ilişki kurdu ya da düşmanlık beslemediği sinyalleri göndermeyi tercih etti. Bu tavır Türkiye'ye mahsus da değil üstelik. Batı dünyasında da siyasetçiler farklı cemaatlere yakın olmakta sakınca görmediler.
Ancak Türkiye'de zamanla dergâhların pek çoğu dini kimliklerinin önüne geçen
ticari faaliyetlerle anılmaya başladı. Yeni şeyhler dünyevi gücün sadece irşatla sağlanamayacağını onun yanında ekonomik gücün de bulunması gerektiğini keşfettiler.
Devlet rahatsız mıydı?
Açık söylemek gerekirse devletin 'bu tablodan rahatsız' görünmesinin bir inandırıcılığı yok. Zira şehirleşmenin hızlandığı, gücün çığ halini aldığı dönemlerde büyük kentler çevresinde hiçbir sosyal politika gerçekleştiremeyen mekanizma, insanların dayanışma duygusuyla yöneldikleri cemaat çekirdeği çevresinde kümelenmesini sadece seyretti.
Oysa dergâhlar, evi olmayana geçici barınak ve gecekondu tarzında da olsa ev edinme imkânı, işi olmayana iş, büyük şehrin ürküttüğü insana güven ortamı sundu; iş kurmak isteyene borç buldu, müşteri bekleyeni hayal kırıklığına uğratmadı.
Bunların yapılması ne tür kurumlaşmaları gerektiriyorsa zamanla cemaatler onları da
edindi. Finans şirketleri, holdingler, eğitim müesseseleri, medya vs. Ve büyüdükçe oy güçleri artmasa dahi siyasette ağırlıklarını daha fazla hissettirdiler. (Bizdeki bütün tarikatların toplam olarak 500 binden fazla oya hükmettiğine inanmak saflık olur...)
Kılık kıyafetin önemi
Türkiye'deki cemaat gruplarının dini kimliklerinin neredeyse tek göstergesi haline gelen kılık kıyafet bu yüzden önem kazandı.
Hatta her cemaat kolej üniforması gibi ayrı renk ve tarzda kıyafet önermeye başladı. Bunun dışında ekonomi dünyasının da bir parçasıydı artık dergâhlar. Şeyhler vaazlarında bağışların dolar, mark olarak yapılmasını istemekte sakınca görmüyorlar; cemaatin iş alanlarında pazarlama faaliyetinin parçası olma rolünü kabulleniyorlardı... Bu ortamda onlara getirilebilecek gerçekçi itiraz 'Haksız rekabete yol açtıkları' olabilirdi. Zira diğer işadamları ve yatırımcılar piyasa koşullarına tabi ve teslim olmuşken cemaatler kitlelerin zihninde ticari faaliyetlerine desteğin de bir tür ibadet olduğu hissini uyandırmaya çalışıyorlardı..

28 Şubat ve ivmesi
Ama devlet bir kez daha kaba tasnifle 'yeşil sermaye' nitelemesi yaparak ilk bakışta cemaatlerin aleyhine gibi görünen ama aslında 'konumlarının ahali nezdinde tescili' anlamına gelen, dolayısıyla itibarlarını artıran bir tavır takındı. Ve sadece bu bilgisizce tavır alış yüzünden pek çok dolandırıcı da halkaya dahil olup vurgun vurma imkânını buldu. Bunlar hayali yatırımlarına olağan şartlarda kesinlikle toplayamayacakları desteği temin etti.
Bu açıdan bakıldığında 28 Şubat'ın asker ve sivil uzantıları aslında karşı olduklarını söyledikleri yapıyı kat be kat güçlendirmekten başka iş yapmadılar. (Örneğin İhlas Holding, şayet bazı komutanların etkinliği devam ediyor olsaydı kesinlikle zora düşmez, olukla para toplamayı sürdürebilirdi. Keza hakkındaki iddialar ne denli ortada olursa olsun Jet -Pa da...)

Safraların dökülme zamanı
Girilen yeni dönemde histeri krizi hafiflediğine göre yakın zamanda şartların normale döneceği, 'İslami' diye isimlendirilen kesimde de safraların döküleceği söylenebilir.
Orta vadede cemaatlerin dünyayla iç içeliğinin bir çizgiye geleceği, devleti tedirgin
eden görüntülerin zamanla kaybolacağı da... Bu denli irileşen yapıların menfaat çekişmelerini içinde barındıracağını ve nihayet bu sebeple parçalanacağını görmemek imkânsız. Tarikatlar gelecekte de kuşkusuz yok olmayacaklar, öğretileri, çizgileri devam edecek; hatta belki güç bile kazanacaklar, ama zamanla herhalde sosyal statü farklarının zorlayacağı, toplumsal taleplerin yönlendireceği, hale uygun yeni bir 'yol' anlayışı ve 'rehber' tipi ortaya çıkacak. Elbette devlet olayı tabii akışına bırakır ve yeni bir aculluk sergilemezse..

NOTLAR
1) İslam ülkeleri içinde tarikat faaliyeti sadece Suudi Arabistan'da yasak. Suud ailesi bunu Vahhabi mezhebinin gereği olarak izah ediyorsa da tavrın esas sebebi bu değil. Vahhabi hareketi Osmanlı hâkimiyeti altında dini bir akım olarak başlayıp isyanla sonuçlanmış düşünceyi ifade ediyor.
Dolayısıyla resmi görüşün dışındaki her dini hareketin iktidarı hedefleyebileceği endişesi Suudlara hâkim. Bu yaklaşımla geçmişte sahabi mezarları ve Kâbe'ye yönelik saldırı ve tahripler yapıldı, peygamberin kabri dahi yok edilmekten zor kurtuldu. Günümüzde hac veya umre ziyaretleri sırasında peygamberin türbesine Türkiye'de alışılagelmiş şekliyle yaklaşıp el sürmek dua etmek vs. 'din polisi'nin ikazını davet eden bir davranış sayılıyor.
2) İslam tasavvufunun genel kabulüne göre her 'tarik' Allah'a gider. Şeytana tapan da, putperest de, ateist de, zalim de... Zira Allah'tan başka gidilecek bir menzil, ondan başka bir varlığa açılan yol yoktur. Ancak kimileri onun 'gazap sıfatları'na varır; kimi 'rahman sıfatları'na.
3) Şunu hatırlamak lazım ki, daha Hz. Muhammed hayattayken, yani dini tebliğ
eden insan aralarındayken dahi bazı kimselerin onu eleştirecek kadar bağnazlık sergiledikleri biliniyor... (Mekkelilerle barış imzalanması üzerine hacdan vazgeçilmesine itirazlar gibi...) Ve Hz. Muhammed'in Müslümanlara son hitabı olan 'Veda Hutbesi'nde 'Dinde aşırıya gitmeyin, sizden önceki kavimler bu yüzden helak oldular...' hatırlatmasını da unutmak mümkün değil.

'28 Şubat arındırdı'
Mahmut Efendi'nin Nakşibendi hareketi içindeki konumunu nasıl görüyorsunuz? Zahid Kotku'nun sağlığında ikinci planda kalmaya razı görünmesinin anlamı nedir?
Özel bir sebebi yok. Elbette Kotku'ya saygılıydı, cenaze namazını o kıldırdı zaten ama İskenderpaşa'nın ön plana çıkması cemaatin yapısıyla ve mensuplarının popülerliğiyle alakalı sanırım.
Diğer Nakşi kollarından farkı fıkıh ağırlıklı olması mı?
Bir bakıma öyle. Nakşi geleneğine bakıldığında İmam Rabbani var. Rabbani tasavvufa musallat olacak din dışı unsurlara çok hassas. O yüzden fıkhın önemsenmesinde yadırganacak bir şey yok. Aykırı bir toplumda yaşadığımızı düşünüyoruz. Tasavvuf inandığı gibi yaşamak demek.
Çarşafla, sarık ve şalvarla özdeşleştirmeden mi söz ediyorsunuz?
Evet. Kıyafetin şer'i bir gerekçesi var şüphesiz ama esas olarak örfi gereklilik olduğu kanaatindeyiz. Nitekim Mahmut Hoca'nın tesettürün her yerde aynı şekilde olması gerektiğine dair değerlendirmesi yok. Örneğin Balkan kültüründe örtünme geçmişte nasıl olmuşsa öyle sürmesi gerek ve bunun çarşafa dönüştürülmesi şart değil.
Aykırı bir toplumdayız demiştiniz...
Kılık kıyafet konusu, kültürel anlamda bir sivil direniş diye görülebilir. Neden İsmailağa Cemaati'nin çarşafı modernleşmenin kentleşmenin tezahürü olarak gördüğünü düşünmüyorsunuz? Köyde çarşaf yok ki... Çarşaf da değişiyor zaten, modası, yeni kreasyonları var. Eskiden yekpareydi, şimdi parçalı, dökümlü modelleri revaçta...
Sizce Mahmut Efendi'nin ismi etrafında özellikle medyada olumsuz bir portrenin çizilmesinin sebebi ne, anlaşılamadı mı?
Mahmut Efendi yeterince tanınmadı. Bunun bir sebebinin mensupları olduğu yorumunu reddedemem. Söylediği pek çok şey maksadına uygun olmayan şekilde değerlendirildi.
Medya mı yanlış değerlendirdi?
Daha da önemlisi İsmailağa Camii çevresinin onu değerlendiremediği kanısındayım. Herkesin idraki kendi seviyesiyle orantılı. Tarikat incelmiş bir kültürü ve duyarlılığı gerektiriyor.
Ama bu sorunu Hacı Bayram Veli de yaşadı.
Cemaatin dışa yansıyan yüzünden Mahmut Efendi pek yoktu. Cüppeli Ahmet Hoca ön planda görünüyordu...
Bu da medyanın algılaması... Ama bu tür cemaatlere mensubiyetin provakasyonlara gelmeyecek bir inceliği gerektirdiği açık. Şayet siz yaptığınız bir konuşmanın medyaya nasıl yansıyacağını değerlendirecek kadar feraset sahibi değilseniz o cemaati temsile ehil değilsiniz demektir.
Peki, bazı söylemleri, örneğin deprem konuşmasındaki üslup sizi rahatsız etti mi?
Şüphesiz.
Cüppeli Ahmet Hoca, Mahmut Efendi'ye rağmen ortaya çıkmış değil herhalde?
Ona rağmen değil ama onun gerçeği de değil. Samimiyetle Hocaefendi'nin kanaatlerini anladığını düşünerek konuşuyor...
Sorun doğru anlamamış olması mı?
Hem öyle hem de medyatik bir kırılmaya uğrayınca söz çığrından çıkıyor.
Depremle ilgili konuşmasındaki üslup Mahmut Hoca'yı da rahatsız mı etti?
Sanırım. Hocaefendi dış dünyadaki olumsuzluklardan daha çok cemaat içindeki olumsuzluklardan etkilenen bir insan. Medyaya yansıyan üslubu doğru bulmak mümkün değildi.
Mahmut Efendi'nin adı resmi çevrelerde öfkeyle dile getirilmesine rağmen kendisine yönelik ciddi bir takip, taciz olmamasını, 28 Şubat sürecinde dahi üzerine fazla gelinmemesini neye bağlıyorsunuz?
Devletin, kendi geleneğinin farkında olduğunu ve Mahmut Hocaefendi'nin devlete zararlı faaliyetler içinde olmadığının farkında olduğunu da düşünüyorum. Hatta o kadar farkında ki, cemaatin yoğun olarak yaşadığı İstanbul'daki Fatih semtinin bazı özelliklerinin dahi bu yaklaşımda etkili olması da mümkün.
28 Şubat süreci cemaati nasıl etkiledi?
Açıkçası bir arınmaya vesile oldu. Menfaat maksadıyla cemaate katılmış olanlar koptular.
Cemaatlerin bünyelerine musallat olmuş birtakım sahtekârlıkları, riyakârlıkları, çıkar çevrelerinin tasallutlarını görmemek mümkün değildi zaten. Böyle gruplar oluşmuştu. İşte 28 Şubat süreci de onları açığa çıkardı...

***

'El cemaatleri'ne itibar

Eğitimli kesimlerin önemli bölümü tarikatlara soğuk ama Maharaşi ve Moon gibi gruplara, meditasyona dayalı ruhsal tekniklere değil; bunda 'üslup-dil' ile 'modern'liğin etkileri büyük

Bugün Türkiye'de yüzü aşkın cemaat var. Bunlardan bir kısmı dünya çapında faaliyet gösteren Hindu tarikatları bir kısmı da çıkış noktaları Uzakdoğu olsa da ABD merkezli bu gruplar. Liste Maharaşi'den başlayıp Moon'a dek uzanıyor ve hepsinin yüzlerce bağlısı var.
Esas olarak meditasyona dayalı ruhsal arınma, güçlenme teknikleri kullanan bu toplulukların sunduğu şeyler 'tefekkür-zühd' olarak ve zikir şemsiyesi altında karşılayan İslami tarikatlarda da var. Hatta aynı söylemleri farklı dil ve üslupla yansıtan yollar, kitle terapisine dayalı ruhsal yükseliş önerenler mevcut.
Müslüman ülkede örgütlenmek
Gerçekte bu toplulukların Türkiye'de edinecekleri mürit sayısının kalabalıklaşmasını umdukları veya bundan ekonomik bir fayda bekledikleri falan yok tabii. Ama uluslararası propaganda ortamında örgütlenme haritası içinde bir Müslüman ülkenin varlığını göstermek önemli sayılıyor. Söz konusu merkezlerin bırakın yarar sağlamayı Türkiye'de tutunabilmek için ciddi harcama yapmakta oldukları dahi söylenebilir. Hind menşeli grupların kimi sanatçıları, ABD çıkışlı grupların bazı politikacıları işin içine kattıkları sır değil.
İlk bakışta Müslüman bir kültür atmosferinin içinde yetişen insanların alışık oldukları, yadırgamayacakları veya kulaklarının aşina olduğu bir söylemin sahiplerine daha kolay yönelecekleri, dolayısıyla dergâhların her sınıftan insanla dolup taşacağını düşünmek normal gibi geliyor. Ama durum pek öyle değil. Türkiye'de yabancı dini gruplar özellikle üniversite eğitiminden geçmiş insanlar arasında taraftar buluyor.

İslami kaynaklara uzaklık
Bu kişilerin İslam ve katıldığı grup arasında bilgilenmeye dayalı bir kıyaslama yaparak tercihte bulunduğu söylenemez. Aksine İslami kaynaklara hiç başvurmama eğilimi yüksek.
Bunda Türk eğitim sisteminin ve düşünce dünyamızın bugüne yansıyan halinin dine soğuk olmasının payı büyük. Dindarlık Batı toplumlarında kimi zaman 'tercih sebebi' ya da 'meziyet' olarak kabul edilmesine karşılık bizde 'kusur' sayılan ve kabul görmeyen bir hal; hatta zaman zaman da 'suç kapsamı'nda.. Ancak ilgi odağının başka yöne dönmesini sadece bununla izah etmek gerçeği görmemek olur.
Eğitimli aydın kitlelerde dini topluluklara ilgiyi belirleyen faktörlerden biri 'dil-üslup' diğeri 'modern'lik... Nitekim bu topluluklar içinde haremlik-selamlık ayrımı yapan yok gibi. Bu da cemaatleşmeyi cazip kılan, farklı sosyal ilişki seçeneği sunan bir unsur. O yüzden geleneksel dergâh düzeni, kıyafet ve cinsiyet farklılaşmasından kaynaklanan ayrımları zihninde modern yaşamla bağdaştıramayan aydın kitlenin böylesi topluluklar daha çok ilgisini çekiyor.

'Keramet' gösterileri
Kaldı ki kimi Uzakdoğu Hint ekolleri İslami tarikatların ilgi çekmek, ya da ilgiyi güçlendirmek için kullandıkları 'keramet' benzeri gösteriler de sunuyorlar. Kimi olgunluğun belli bir derecesinde oturduğu yerde uçmanın garantisini veriyor, kimi gökten kum yağdırmak v.s. türünden mucizelerin... Bu gösterilere ilişkin video kasetleri elden ele dolaşıyor.
Bir başka faktör de, İslam'ın aydın zümrenin içinde yaşadığı ortam olmakla birlikte
-Dine inanmayan insanlar da Türkiye'nin dini ortamından soyutlanmış değiller- mensup olduğu siyasi görüş dolayısıyla uzun süre ilgisini çekmemiş olması. Ama şimdi din gündemde diye kaynakları öğrenme sürecini başlatmayı da çoğu kişi içine sindiremiyor. Dolayısıyla herkesle birlikte sıfırdan başlanacak yabancı bir öğretinin sağladığı görece eşitlik bir telafi mekanizması gibi işliyor.
Bu noktada Türkiye'nin yaşadığı olumsuz deneyleri görmezden gelmek de olanaksız elbette. Dışa yansıyan yüzüyle 'modern' bir görüntü sergileyen kimi toplulukların -Adnan Hoca ve benzerleri gibi- hâkim karşısında noktalanan çok tartışmalı durumlarının da ürküntü vermediği söylenemez.

Tehlike noktası: Ortak profil oluşumu
Alman Psikologlar Merkez Birliği'nden Werner Gross'un yaptığı ve Rana Sey Uluç'un çevirdiği 'Tarikat ve İbadet Gruplarının Yıkıcı Olma Niteliklerini Değerlendirici Psikolojik Kriterler' adlı çalışmanın, 'Kişilik Değiştirmeye İlişkin Teknikler' bölümü özellikle ilginç. Türk Psikoloji Bülteni'nin yayımladığı çalışmanın geniş tanıtımı için http://www.psikolog.org.tr adresine bakılabilir. Çalışmanın özeti şöyle:

Mistik gruplarda patlama
Ruh pazarları ve mistik grupların sayısında bir patlama var, illüzyon satışı rağbette. Anlaşılması güç fikirlerin propagandası yapılıyor, akla hayale sığmayan yöntem ve teknikler bu kesimde uygulama alanı buluyor. Almanya'da toplam 1.5-2.5 milyon üyesi olan 300 kadar dini tarikat, kendine özgü inançları olan topluluk ve insan psikolojisini hedef alan inanışlara sahip grup olduğu iddia ediliyor ve bunlara sürekli yenileri ekleniyor.
Bu gruplaşmaları değerlendirmeye yarayacak kriterler yetersiz. Bir grubun sorun olabilecek türden veya tehlikeli olup olmadığını nereden anlarız? Yıkıcı, tahripkâr bir inanışa sahip olup olmaması neye bağlıdır? İnsanları bağımlılığa sürükleyen, onları sömüren ya da hatta insanlıklarını yok eden yönlerini belirleyen, hangi özellikleridir?
Nesnel kriterler yoluyla daha ayrıntılı bir değerlendirme yapmak mümkün. Kişilik yapısını değiştirici tekniklerle, dışarıyla ilişkilerdeki tutumlar iki somut kriterdir.
Kişilik değiştirme teknikleri: Duyguları harekete geçiren, kişiyi kendinden geçirici ve bilinci değiştirici teknikler uygulanır. Sürekli tekrarlanan tekerleme veya söz dizileri, meditasyon, hızlı nefes alıp verme vs. gibi.
Yinelenen dengesizleştirme uygulamaları: Oruç tutturma, uykusuz bırakma, bedensel ve ruhsal aşırı yükleme, duyusal yoksunluğa tabi tutma vs. Bu uygulamaların amacı, kişiyi ruhani bir yaşantıdan geçirmektir. Bu yaşantılar grup tarafından, gerçek insanın doğuşu olarak nitelendirilir.
Sığınak mantığı: Grup içi yaşantısı cennet, dış dünya cehennem olarak yorumlanır. Yeminle bağlanma teorisi geçerlidir. Takip edilme korkusu hakimdir.
Bu özelliklerden ne kadarı bir grup için geçerliyse, tehlikelilik oranı o kadar artar. Bir grup için geçerli olan özellikler bir profil oluşturuyor ise o zaman yıkıcı türde bir ibadet veya inanıştan söz edilebilir.

***

Modernleşmenin simgesi
100. Yıl Üniversitesi öğretim üyesi Dr. Emin Yaşar Demirci 'İskenderpaşa cemaatini sosyolojik açıdan araştırmış bir akademisyen. Demirci'yle İskenderpaşa ekolünün Nakşibendi geleneği içindeki yerini, Esad Coşan'la yaşadığı dönüşümü ve geleceğini konuştuk.
Tasavvuf düşüncesi içinde Nakşibendiliğin yeri ne?
- 12. yüzyıla kadar uzanan bir gelenek. Kurucusu genel olarak Bahaddin Nakşibend kabul edilmesine rağmen gerçekte Yusuf Hamadani. Onun iki halifesinden biri Ahmed Yesevi diğeri Gücdevani.
Ahmet Yesevi, göçebe Türkmenlere dönük bir üslubu benimseyip geliştirmiş, Gücdevani ise kentli ortadoks bir yol izlemiş. Bahaddin Nakşibend de Gücdevani geleneğine bağlı bir insan. Geleneğin 17. yüzyılda karşımıza çıkan önemli ismi İmam Rabbani, 18 yüzyılda Mevlana Halid Bağdadi, 19 yüzyılda ise Gümüşanevi. İskenderpaşa Dergâhı bu çizginin izleyicisi.
Cumhuriyet döneminde cemaatin tarihinde önemli bir isim daha var; Abdülaziz Bekkine. Zeyrek'te imamlık yapıyor. Bu dönemde üniversite öğrencilerinden bir cemaat oluşturduğunu biliyoruz. Müridleri içinde Nurettin Topçu gibi insanlar var.
Zahit Kotku'nun misyonu neydi?
- Zahit Kotku klasik halkanın son siması. Ama dergâh faaliyetinin ismiyle özdeşleştiği İskenderpaşa Camii'nin tarikat tarihi açısından bir önemi ve özelliği yok. İskenderpaşa bir Hidiv.
Kotku klasik çizginin sonu ise Esad Coşan'ı nasıl değerlendiriyorsunuz?
- Esad Coşan klasik anlamda bir şeyh değil. İmam hatip lisesi mezunu değil, yoğun bir dergâh eğitiminden geçmemiş, babası Kotku'nun yakını. Ama bunlara rağmen daha intisap döneminde öne çıkmış bir insan. Bu da Kotku'nun nereye yönelmek istediği konusunda fikir verir.
Bence Kotku tercihini modernleşmeden yana yapmıştır, demek doğru olur. Zaten cemaatin Esad Coşan'ı 'hocaefendi' olarak anması onun misyonunu doğru ifade ediyor.
Bunu söylerken Coşan'ın klasik çizgiyi izleyen şeyhlerden mahiyeti bakımından farklı bir karizmaya sahip olduğunu mu söylüyorsunuz?
- Klasik şeyhler dönemi bitmişti zaten.
Esad Coşan bunu gördü ve döneminde ilişkiler daha kitabileşti.. Kotku yetişme tarzı itibarıyla yüzyüze ilişkiye yatkındı. Ama şimdi baktığımızda cemaat mensupları arasında Esad Coşan'la yakınlaşmamış belki de onu hiç görmemiş insanlar dahi olabilir. Coşan ağırlığını ve etkisini farklı şekilde kabul ettirip yaygınlaştırmayı benimsedi.
Kadınlarla ilgili yaklaşımı da hayli farklı..
- Bunu dergâhın yayın organlarında görmek mümkün. Kadınlara dönük olarak çıkarılan derginin başlangıçta yazı konularında ev içi faaliyetler ağırlıklıyken giderek bu oran yüzde iki düzeyine kadar indi. Yazılar artık sosyal hayatın içinde rol sahibi kadını ve sorunlarını konu alıyor.. Yemek, çocuk bakımı v.s. yok..
Önümüzdeki çağda tarikatlar konumlarını muhafaza edebilecekler mi?
- Bunlar kalasik anlamda tarikat değil artık. Bir tasavvuf geleneğini devam ettiriyorlar şüphesiz, ama örgütlenme biçimleri çok farklı. Esad Coşan bu açıdan Nakşibendiliği dönüştürmüş bir kişi.
Diğer cemaatler açısından da aynı durum söz konusu mu?
- Sosyolojinin kanunları açısından da tarikatlar sona ermiştir... Artık bunlara cemaat demek, şeyhlere cemaat lideri demek daha doğru bir yaklaşım.
Dergâhlar ne olacak?
- Modernleşmenin yüz yüze ilişkiyi ortadan kaldırdığı düşünülür. Bu gerçek ama madalyonun sadece bir yüzü.
Kaybedilen samimi ilişkiler yeni bir kalıp içinde değişik yöntemlerle fakat bir şekilde inşa edilmek zorunda. Cemaatler bu fonksiyonu görüyorlar.
Esad Coşan'ın bu düşüncelerle dergâhın sorumluluğunu aldığında tepki göreceği sanılıyordu ancak öyle olmadı. Klasik ekolden gelmiş müridler de
onun fonksiyonunu benimsediler. İtiraz olamamasını nasıl izah ediyorsunuz?
- Doğru fakat onun döneminde Nakşibendi dergâhı daha yaygınlaştı. Bir de müceddidi geleneğinden geliyor ekol. Yani yeniliği kendi içinde üreten bir gelenekten geliyor. Neden Esad Coşan kabul gördü sorusunun cevabında da bunu bulmak mümkün. Cemaat ya geleneksel çizgiden birisini başa geçirecek ve modernleşme onun önünü tıkayacaktı ve marjinalleşecekti; ya da Esat Coşan'la önünü açacaktı. Kotku yerine onu geçirerek modernlikle gelenek arasında bir bağ kurdu aslında.

Yemeniz içmeniz?
Kadiri tarikatının kurucusu, 'Gavs-ı Azam' (Gavs=yardımı dilenen kimse) diye anılan İslam tasavvufunun önemli siması Abdülkadir Geylani'nin Fuyuzat-ı Rabbaniye (=Rabbın feyizlendirmesi, ilmi artırması) adlı eserinin girişinde 'Gavsiye' diye bir bölüm var. Geylani burada Allah'la yaptığı manevi sohbeti naklediyor:
- Ey Gavs-ı Azam!
- Buyur Allahım buyur, emrine amadeyim...
- Ben insanda zahir (=belirgin) olduğum kadar hiçbir şeyde zahir olmadım...
- Sizin için size mahsus bir yer var mıdır?
- Yerleri ve mekânları yaratıp oluşturan benim. Benim için hiç bir mekân olamaz...
- Ya Rab, sizin yemeniz içmeniz olur mu?
- Fakirin yemesi ve içmesi benim yemem, içmemdir...
- Ya Rab, melekleri neden ve hangi şeyden yarattın?
- Melekleri insanın nurundan yarattım, insanları da kendi nurumdan...
- Ey Rabbim, aşkın manası nedir?
- Aşk, âşıkla maşuk arasında bir hicaptır... (hicap=utanma perdesi)
On sayfalık bu manevi mülakatta daha pek çok soru ve cevap var... Geylani'nin Fuyuzat-ı Rabbaniye adlı eseri esas olarak Kadiri tarikatının ritüel ve üslubunun anlatıldığı temel kitaplarından biridir. Bir bölümünü aktardığımız kurgusal sohbet yoluyla Geylani, hem dinsel ifadelerin hem de tasavvuf terimlerinin anlamlarına ilişkin yorumlarını aktarıyor.
Kadiri zikrinin bir başka önemli kaynağını da Diyanet İşleri eski başkanlarından Süleyman Ateş derlemişti.


***

Nurculuk ve Said-i Nursi

Said-i Nursi'ye atfen 'Nurculuk' olarak adlandırılan hareket Türkiye'de, genel kanının aksine, İslamcı çevrelerde bile yeterince tanınmıyor; Nursi'ye dair bilimsel yorumlarla, genel geçer yorumlar arasında da büyük farklar var

Avni ÖZGÜREL
Said-i Nursi, genel kanaatin aksine İslamcı kesim tarafından dahi itibar edildiği ölçüde tanınmayan bir kişidir. O kendisini laik olarak tarif eden aydınların gözünde bir 'şeriatçı, mürteci'; sevenlerinin gözünde ise 'Bediüzzaman'dır.
'Nur Risaleleri' olarak isimlendirilen Said-i Nursi külliyatının ağır dili dolayısıyla evlerde bulundurulduğu ama fazla okunmadığı, okunduğunda da çok anlaşılmadığı kesin. Nurcu olarak nitelenen topluluklarda dahi cep kitabı boyutuna indirgenmiş kimi risale derlemelerindeki sadeleştirilmiş anlatımlarının elden ele gezdirildiğini söylemek mümkün.
Bilimsel ilgi büyük
Bu tabloyla, dünyanın önde gelen bilim adamlarından Prof. Şerif Mardin'in ona ilgisini, Chicago Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Thomas Michel'in Said-i Nursi'yi dinler arası diyaloğun başlatıcısı olarak tanımlamasını; Liverpool Üniversitesi'nden Prof. Oliver Leaman'ın 'İhya geleneğinin temsilcisi' olarak nitelemesini; Harward Üniversitesi'nden Prof. Obert Voll'un onu modernite karşısında 'orta yol' olarak öne çıkarmasını ve aralarında Said-i Nursi'yi İmam Gazali'yle kıyasların da bulunduğu yabancı bilim adamlarının anlatımlarıyla bağdaştırmak mümkün değil.
Bütün bunlara bakarak ya Türkiye'de çizilen Said-i Nursi portresinde bir yanlışlık var; ya da dünyada okunan metinler farklı dememek elde değil.
Biyografik kaynaklardan elde edilebilecek bilgiler dışında Said-i Nursi'nin imparatorluk döneminde dahi mevcut şeyhlerden farklı bir portre çizdiği söylenebilir. Nitekim gerek 1. Dünya Savaşı sırasında zulme muhatap olarak ölen Hıristiyanların şehit sayılacağını söylediğinde, gerekse cumhuriyete taraftar hilafete karşı tutum açıkladığında dini ve resmi çevrelerin hücumuna uğradığı biliniyor. (*)
Öte yandan Said-i Nursi'nin ifadesiyle gelecekte 'İsevi Müslümanlar' ortaya çıkacak, batıya bunlar hâkim olacak ve İsa'nın hakiki diniyle İslamın hakikatlerini bir araya getirmeye çalışacaklar. Katoliklik Hıristiyanlığın Protestanlıkla bir aşama geçirdiğini, bununla da kalmayarak din alanında yeni bir deprem yaşanacağını savunan Said-i Nursi 1920'lerde Türkiye'nin durumunu şöyle gördüğünü açıklıyordu:
"Osmanlı hükümeti Avrupa ile hamiledir. Avrupa gibi bir hükümet doğuracak. Avrupa da İslamiyete hamiledir o da bir İslam devleti doğuracak. Birinci tevellüdü gözümüzle göreceğiz, ikinci tevellüd için yirmi otuz sene beklemek lazım..."

Gülen Nurculuk
Fethullah Gülen'in Said-i Nursi ekolünden geldiğine şüphe yok. Yukarıda çizmeye çalıştığım Nursi portresi'nde herhalde dikkatinizden kaçmamış olan bir husus da Gülen'in şimdilerde 'Dinlerarası diyalog' diye ifade ettiği yaklaşımın soluduğu o atmosferle bağı olmalı.
Eğitime verilen önem Keza Said-i Nursi'nin idealinin Med-rese't-ül Zehra olduğu da biliniyor. Bu onun Van'da kurulmasını hayal ettiği üniversiteydi. Din bilimlerinin yanında müspet ilimlerin okutulması, müspet ilim öğrencilerinin dini eğitimden geçmesi esası üzerine kurmayı düşündüğü kurumu hayata geçirmek için Atatürk nezdinde girişimlerde bulunduğu, Atatürk'ün Celal Bayar'a ve Afet İnan'a verdiği talimatla bu üniversitenin araştırmasının yapılmasını istediği de biliniyor. Şimdilerde Zehra Vakfı adı altında faaliyet gösteren Nur Cemaati'nin (Zehra Peygamberimizin eğitime önem veren kızının adı. El'ezher Üniversitesinin adı da onunla bağlantılı...) yerine getirmeye çalıştığı işin de bu vasiyetten kaynaklandığı şüphe götürmez. Aynı şekilde Gülen'in 'eğitim kurumları' hamlesinin büsbütün bundan bağımsız olduğu da...

Nurculuğun kolu mu?
Ancak bugün için Gülen çevresinde yoğunlaşan hareketi 'Nur Cemaatinin bir kolu' olarak tarif etmek doğru değil. Aksine Gülen'in ismiyle özdeşleşen topluluk Nurculuğa da eleştirel bakabilen bir yaklaşım sergiliyor. Nitekim geçtiğimiz sene yapılan Said-i Nursi Sempozyumu'na Fethullah Gülen'e yakınlıkları bilinen akademisyen ve yazarlar katılmadı.
Bununla birlikte Fethullah Gülen'e dönük olarak, özellikle askeri çevrelerde ön plana çıkarılan ve yurtdışındaki okulların faaliyetlerini de etkileyecek seviyelere tırmanan tepkinin tek gerekçesi bu hareketin 'Örtülü Nurculuk' olduğu inancı...
Gülen bir yandan Türkiye'deki dini gruplar tarafından 'Fetoş' denilerek adeta 'İslam dışına çıkmakla' suçlanması; diğer taraftan resmi makamların gözünde 'şeriat devleti kurmak için örgütlenmekle' suçlanması trajikomik...
(*) Said-i Nursi İstanbul'un fethedilişinin 500. yılında (1953) Patrikaneyi ziyaret etmiş ve Patrik Athenagoras'la görüşmüştü. Nursi'nin bu ziyaret sırasında Hıristiyanların Hz. İsa'nın yoluna dönmeleri halinde kurtuluşa ereceklerini söylediği anlatılır.
(**) Atatürk'ün 1937-38 TBMM açılış konuşmalarında konuyu Said-i Nursi'nin talebiyle bağlantılandırmayıp 'Şark Üniversitesi'nin Van Gölü cıvarında kurulması çalışmalarına hız verilmesini' şeklinde ifade ettiği biliniyor. Atatürk'ün iki konuşmasında da İstanbul Üniversitesi, Ankara Üniversitesi ve Şark Üniversitesi'ne vurgu yapmasını Said-i Nursi'nin isteğine uyduğu şeklinde yorumlamak mümkün değil elbette ama 'O'nun isteğiydi' diyerek bağnazlık göstermemiş olmasının da bir manası olmalı.
NOT: Van ve çevresinde Said-i Nursi'ye yaşadığı dönemde de günümüzde de itibar büyük oldu. Şimdilerde kentte Fethullah Gülen'in ismiyle anılan okulların en büyük destekçileri de örneğin aralarında Altaylı ailesinin de bulunduğu -Hürriyet yazarı Fatih Altaylı'nın ailesi- Van eşrafı.

Ne şeyhim ne de ideolog
Fethullah Gülen, Türkiye'de son yıllarda gündeme en sık gelen ve en çok tartışılan din adamı. Hakkındaki iddiaları pek çok kez yalanlamasına, mahkemelerin verdiği beraat kararlarına ve kimi zaman geçmişte söyledikleriyle ilgili olarak kanaatinin değiştiğini ifade edip yansıyan haliyle üslubunu kendisinin de beğenmediğini söylemesine rağmen ismi etrafında koparılan fıtına dinmiş değil.
İki senedir basına hiçbir açıklama yapmayan Gülen'le neyi temsil ettiği üzerine konuştuk.
Sizin isminizle anılan bir grup var, Fethullahçılar tanımına tepki göstermenizin sebebi ne?
- Bu kişileştirilmiş ve en hafif deyimle recinde edici bir sıfattır. Bu şayet bir tarikatı ifade için kullanılıyorsa, ben tarikat şeyhi değilim. İdeolog falan da sayılmam. Bu tabiri bana itibar eden, saygı gösteren insanlara saygısızlığın bir ifadesi olarak görüyorum.
Tarikat nitelemesini yanlış buluyorsunuz, cemaat denilmesine de muhalifsiniz..
- Bir tarikat geleneğini sürdürüyor olsam bunu ifade ederim. Cemaat kelimesi de gündelik hayatta daha ziyade dini topluluklar için kullanılıyor.
Oysa hizmet fikriyle yola çıktım ben ve hatırımı kırmayan insanlar arasında farklı düşüncelere, inançlara sahip olanlar var.
Bir şekilde benimle irtibatlandırılan bir vakfın düzenlediği Abant toplantılarını izlediniz, orada herhangi bir dine mensup olmadığını söyleyenler de, Hıristiyanlar da vardı sanırım.
Onlarla birlikte irticai faaliyet yapıyor oluyorum, bunu anlamak mümkün değil. Doğrusu ise ülkemizde bir fikir hamlesinin, düşünce faaliyetlerinde zenginleşmenin başlamasını arzu eden herkesle birlikte olduğum. Din görevlisi geçmişim var, vaizlik yaptım. Bundan dolayı fikir alanında ne yapsam, kime ne nasihat versem bunun irtica sayılmasını içime sindiremiyorum, medeni bir ülkede kimsenin de sindirmemesi lazım.
Fikir hareketinin lideri misiniz?
- Ben bu hareketin başında, lideri falan değilim. Ama teşvik ediyorum. Kim kendisini sevenleri iyiye doğruya topluma hizmete teşvik etmez ki. Ben öteden beri yapıyorum bunu.
İsminizle anılan topluluğun eğitim kurumları, finans şirketleri, medyası..
- Bütün okulların kurucuları, destekleyicileri belli. Benimle tek münasebetleri saygıları ve teşvikim. Bir tek okulda devletimizin rahatsız olmasını gerektiren tek bir şey olmadığına eminim.
Çünkü bunları kuran insanların Türklük şuurundan ve iyi niyetlerinden eminim. Açılışına katılmaktan veya sahiplerini tanıdığım için başarı dilemekten öte bir münasebetimin olmadığı şirketlerin bana aitlermiş gibi gösterilmesi de bir başka üzüntü kaynağıdır.
Bir yandan yargılanıyorsunuz. Türkiye'ye dönecek misiniz?
- Yargıyla ilgili olarak konuşmak istemem. Burada sakin bir ortamda tıbbi gözetim altındayım.
Türkiye'de olsam, sevenlerim, eşim, dostum ziyaretime gelir gider belki o da yanlış anlaşılır. Ama neticede ben burada misafirim, toprağımıza hasretim... Devletime küsemem ve Türkiye'den başka gidecek yerim de yok.

Tekkeler nasıl kapandı?
Tekke ve zaviyeler 1924'te yeni kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı'na bağlandı. Ancak ertesi yıl tamamen kapatıldı.
Mustafa Kemal Atatürk'ün bu konuyu dile getirdiği ünlü Kastamonu konuşmasında söyledikleri şunlardır:
"...Ölülerden medet ummak medeni bir cemiyet için şeyndir. (=leke, ayıp) Mevcut tarikatların gayesi kendilerine tabi olan kimseleri dünyevi ve manevi olan hayatta saadete mazhar kılmaktan başka ne olabilir? Bugün ilmin, fennin bütün şumulü ile medeniyetin parlak ışıkları karşısında falan veya filan şeyhin irşadı ile maddi veya manevi saadet arayacak kadar ibtidai insanların Türkiye medeni camiasında mevcudiyetini asla kabul etmiyorum. Tekkeler behemahal kapanmalıdır. Türkiye her şubede irşadlarda bulunacak kudrede haizdir..."

Kapatma bildirisi
Bu konuşmanın ardından Diyanet İşleri Başkanlığı tekke, zaviye ve türbelerin kapatıldığı şu bildiriyle duyurdu:
"Heyeti Vükela kararı:
Vatana mal ve canca bir çok fedakârlıklar tahmil etmiş olan büyük irtica hadisesi (Şeyh Said ayaklanması) üzerine Şark İstiklal Mahkemesi'nin dairei kaza dahilinde tekke ve zaviyelerin kaldırılmasına karar verdiği malumdur. Ankara İstiklal Mahkemesi dahi tekke ve zaviyelerin kaldırılması lüzumuna dair hükümetin nazar-ı dikkatini celbetmiştir.
Gerek bu kararname ve gerek hükümetçe de vuku bulan istidla ve müşahadeler, tevlid ettiği kanaatlere müncer olmuştur. Evvela mevcut tekkeler, tarikatlar ve zaviyeler mensup ve saliklerinin pek çok masum vatandaşlar bulunduğuna şüphe olmamakla beraber, maksatlı kimselerin bu müesseseler vasıtasıyla masumları ihlale fırsat buldukları ve gizli olarak samimi içtihad ve itikat namına gizli siyasi emeller takip edebildikleri ve daima takip edebilecekleri ve binaenaleyh Anayasa'daki madde-i mahsusa kayd-i mani'le temas halinde bulundukları anlaşılmıştır. Saniyen memleketin her tarafında ulema kisvesini kendiliğinden giyebilen zevat ve eşhasın efkâr-ı ahaliyi temsil, tevcih ve maksatlarına göre teşvik için selahiyet ve vaziyet takındıkları görülmüştür. Salisen vatandaşların kıyafet, ve giyiniş tarzı gibi münhasıran içtimai ve medeni esbebe bağlı olup vicdani itikatla esasen irtibatı bulunmayan meseleler üzerinde efkârın teşevvüş ve tereddüde sevk edildiği anlaşılmıştır."
Kararnamede tekke ve zaviyelerin kapatılmasıyla, dergâhların ikâmet olarak kullanılan bölümlerinin 'kayd-ı hayat' şartıyla mevcut şeyhler tarafından işgaline izin veren, geri kalan emlakın nasıl idare edileceğini amir hükümlerle devam ediyordu.

Yarın: İskenderpaşa Cemaati, Esad Coşan, oğlu ve varisi Nureddin Coşan
***


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Hayreddin Karaman: tarikat-tasavvuf ilişkileri
MesajGönderilme zamanı: 09.05.10, 19:35 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 15.11.09, 21:21
Mesajlar: 98
Avni ÖZGÜREL

TARİKAT-CEMAAT-DEVLET
Yazı Dizisi

RADİKAL


25 ŞUBAT 2001 - 6 MART 2001

İskenderpaşa'da devrim

Nakşibendiliğin İskenderpaşa cemaati olarak bilinen kolu, Esad Coşan döneminde 'klasik' yapısında çok önemli değişimler yaşadı; eğitim konusuna özel önem veren Coşan, cemaat üyeleri arasındaki ilişkiyi internete de taşıdı

Esad Coşan tasavvuf tarihi açısından önemli bir sima. Nakşibendi yolunun takipçileri ilerde onu geleneksel çizgiyi modernleştirmeyi başarmış bir şeyh olarak hatırlayacaklar.
Onun dönemine kadar İskenderpaşa Camii ve çevresiyle sınırlı; ziyaretçileri ve bağlıları arasında ünlü politikacıların bulunması dolayısıyla ilgi çeken tarikat Esad Coşan'la siyasi elitten koparak üniversite gençliğine ve İslam'a ilgi duyan farklı toplumlara yöneldi, çevrelerinde kalabalıklar bulunmasını isteyen şeyhlerin uhdelerinde tuttukları ritüeller herkese açık hale geldi..
Sanal dergâh
Artık Nakşibendilik meraklıların gözünde bir 'sır' değil, mahiyetini öğrenmek herkesin dergâhla ve şeyhle doğrudan ilişki kurmadan kafasına takılan soruların cevabını öğrenebileceği, interaktif olarak iletişim kurup belki de zamanla bu yoldan ' intisap edebileceği' bir ekol.
Bunu Esad Coşan'ın iletişim devrimine ve internete verdiği önem sağladı. Halen sanal ortamda 10'dan fazla Türkçe-İngilizce site İskenderpaşa ekolüne bağlı olarak yayın yapıyor. Ve dünyanın farklı yerlerinde manen Coşan'a bağlı ama bir kısmı ne İstanbul'u ne İskenderpaşa'yı görmemiş dergâhlar var. İnternet kanalları üzerinden Nakşibendi geleneğinin kaynakları, ritüelleri ve Esad Coşan'ın vaaz ve konferansları sesli-yazılı olarak aktarılıyor. Zikrin ve derslerin nasıl yapılacağı, hangi duaların nasıl okunacağı, rabıta v.s. dahil.
Bütün bunlara bakarak artık Nakşibendiliğin eski Nakşibendilik, Esad Coşan'ın da eski şeyhlerden biri olmadığını ifade etmek mümkün.
Esad Coşan, Kafkasya'dan Çanakkale'ye göçmüş bir aileye mensuptu ve soyunun Hz. Ali'ye kadar uzandığı biliniyordu. Arap dili ve edebiyatı üzerine yüksek öğrenim yapmış, eski yazılı Türkçe metinler konusunda akademik kariyer sahibiydi. Hacı Bektaşı Veli'ye nispet edilen Makalat'ı konu alan çalışmasıyla doçent olmuştu; İbrahim Müteferrika'nın Risale-i İslamiye adlı eseriyle profesör olduğunda (1982) iki yıldır İskenderpaşa cemaatinin başında bulunuyordu. Bundan dolayı tarikat içinde sivrilmesi ve daha Mehmed Zahid Kotku'nun sağlığında onun yerine vaaz için kürsüye çıkarılmasına kimse şaşırmadı.
Coşan eski şeyhlerle kıyaslandığında kadınların toplum içinde yer ve kariyer sahibi olmalarına verdiği önemle de farklıydı. Nitekim tesettürü savunmakla birlikte bunun çarşaf olarak yorumlanmasının kadını çalışma hayatının dışına iteceği kanaatindeydi ve kendi aile fertlerinin de başörtüsü kullanmasını yeterli gördü. Çeşitli vaazlarında kadınları toplumsal sorumluluk üstlenmeye ve eğitim seviyelerini geliştirmeye teşvik ettiği de biliniyor.

Nureddin Coşan dönemi
Esad Coşan'ın geçtiğimiz ay Avusturalya'daki kazada ölümü üzerine İskenderpaşa cemaati bir kez daha gündeme geldi. Ancak dergâh tereeddüde yer bırakmadan varisin 'Coşan'ın Sevdiği' tanımlamasıyla oğlu Nureddin Coşan olduğunu açıkladı.
Cemaatin tercihini Mehmed Zahid Kotku'nun da yakın arkadaşı olan Esad Coşan'ın babası Necati Coşan'dan yana yapabileceği de söyleniyordu; ancak dergâhın bu eski mensubunun yaşının hayli ilerlemiş olması ve başlatılan açılımın kesintisiz devam ettirilmesi düşüncesiyle Nureddin Coşan'a yönelindi. Necati Coşan da 'Oğlum ilmiyle bizden iyisini bilirdi, bize onun isteğine uymak düşer. Torunumun destekçisiyim ve her zaman onun yanında olacağım..' diyerek bu seçimi onaylayınca sorun çözüldü.
Yeni dönemde Nureddin Coşan'ın klasik dergâh faaliyetini kurulacağı açıklanan Esad Coşan Vakfı üzerinden sürdüreceği ve zikirlere kendisi de katılmakla birlikte esas olarak bu hizmeti dergâhın kıdemlilerine bırakacağı söylenebilir. Dolayısıyla önümüzdeki dönemde sanal ortamda daha da güçlenen, şeyhlik karizmasından ziyade 'kurumsal kimliğe' dayanan bir Nakşibendilik hareketi izleyeceğimize şüphe yok. Dolayısıyla Esad Coşan'ı geleneksellikten modernliğe bir geçiş olarak görürsek, Nureddin Coşan'ın 'milenyum cemaat liderlerinin ilki' olacağı ve dergâhı gelecekle bağlantılandırmaya çalışacağı söylenebilir.

Nureddin Coşan kim?
1963 yılında Ankara'da doğan Nureddin Coşan ilk ve orta öğrenimini Ankara'da Fevzi Çakmak İlkokulu ve İmam Hatip Lisesi'nde tamamladı. Daha sonra (1982) Suudi Arabistan'a giden Nureddin Coşan, Kral Suud Üniversitesi'nde Arap dili ve edebiyatı
eğitimi aldı. 1992'de ABD'ye giden Nureddin Coşan New York College of Saint Rose'da işletme öğrenimi gördü. Daha sonra İstanbul'a dönen ve ticaretle ilgilenmeye başlayan Coşan bu sırada evlendi. İskenderpaşa cemaatinin genç varisi iki çocuk sahibi.

'Cumhurbaşkanının takdiridir'
Babanızın defni vesilesiyle devlet katında ortaya çıkan durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Cumhurbaşkanı'na yönelik bir kızgınlık içinde misiniz?
Babamın defni konusunda devletin yürütme organı durumundaki merciler arasında çıkan ihtilaf üzüntü vericidir. Biz aile olarak milletimize hizmeti ilke edinmiş kimseleriz. Aile büyüklerim hem anne tarafından, hem de baba tarafından köklü bir ilmi geleneğe sahip, ulema sınıfına mensup, vatan, millet, devlet ve asli değerlerimiz uğruna canlarını mallarını ortaya koyan, feda eden insanlar. Babamın dedesi ve kardeşleri Birinci Dünya Savaşı'nda Çanakkale ve diğer cephelerde şehit düşmüş yüksek tahsilli, ilmiye mesleğine mensup şahsiyetlerdi.
Yine anne tarafından dedem olan Mehmed Zahid Kotku da fikirleri halkımız tarafından yaygın olarak benimsenen, sevilen, sayılan, sevgi ve güzel ahlak timsali bir insandı. Böylesine köklü bir ilim ve irfan ortamından gelen babam da ömrünü
ilim, irfan ve insanlığa hizmet yolunda tamamlamıştır. Milletimizin gelişmesi, birlik ve beraberliği için çalışmıştır. Bilgili, erdemli birbirini seven, becerisi yüksek insanlar yetiştirmiştir.
Bize; adaletli olmak, hakka riayet etmek, sevmeyi erdem edinmek, güzel ahlaklı olmak, milletimize ve insanlığa hizmet etmek, sorumluluklarımızı yerine getirmek gibi değerleri öğütlemiştir. Milletimizin çok değer verdiği, devlet büyüklerinin en üst seviyede anma merasimlerine katıldığı, UNESCO tarafından adına yılların ilan edildiği Mevlana, Yunus Emre, Ahmed Yesevi'nin öğretisini, hizmet anlayışını, sevgi iklimini, birlik ve beraberlik mesajını çağın şartlarına uygun hale getirmiş, onların metodunu benimsemiş, ilim, gönül, ahlak ve sevgi timsali bir şahsiyetti. Avustralya ve dünyanın diğer bölgelerine hep milletimizin değerlerini götürmüş. Milletimize hizmetten başka bir düşüncesi olmamıştır. Ulusal değerlerimizin evrenselleşmesi için çalışmıştır.

Bir kırgınlığınız söz konusu mu?
Babamın vefatından sonra, Avustralya'daki şartlar ve yaşarken dile getirdiği Süleymaniye Camisi'nin mezarlığına defni ile ilgili arzusu doğrultusunda ilgili mercilere müracaatlarda bulunduk. Avustralya'dan nakil sırasında ilgili bakanlık ve ona bağlı kurumlar, Avustralya makamları gereken hassasiyeti gösterdi. Babamın bir arzusunu gerçekleştirmek için üzerimize düşeni yapmaya çalıştık. Biz babamızın sahip olduğu vasıflarla; hizmetleri, milletimize, milli kültürümüze, dilimize, güzel bir çevre oluşmasına, sivil toplum anlayışının gelişmesine, milli menfaatlerimizin korunmasına katkılarıyla, halk tarafından benimsenmiş, dinin asli değerlerine uygun, hurafelerden uzak, bilimsel bir anlayışı yansıtan hizmetleriyle, milleti millet yapan değerlerimizi yaşatmasıyla bu talebin makul olduğunu düşünerek ilgili makamlara başvuruda bulunduk. Sayın Başbakan, sayın başbakan yardımcıları ve sayın Bakanlar Kurulu üyeleri gereken ilgi ve alakayı gösterdiler.
Cumhurbaşkanı da meseleye eşitlik açısından yaklaştığını belirterek takdir hakkını kullanmıştır. Bizim için bir kırgınlık, kızgınlık söz konusu değildir.
Süleymaniye'nin bir özelliği?
Ölümden sonra defin yerinin Allah katında insana katacağı bir değer yoktur, hatta mekânlar insanların varlığı ile bir anlam kazanır. İnsanın kıymeti; hizmetleri, eserleri, fikirleri, karakteri ve şahsiyetiyle ölçülür. Babamın yaptıklarının da milletimiz tarafından nasıl algılandığını cenazesine katılım ve katılanların sergiledikleri olgun tavırlarla bir kere daha görmüş olduk. Alakasını esirgemeyen, acımızı paylaşan herkese bu vesile ile de teşekkür ederim.
Yarın: Nureddin Coşan, ilkelerini, hedeflerini ve projelerini anlatıyor...

***

Her kesime açık bir vakıf

Esad Coşan'ın oğlu ve vârisi Nureddin Coşan Radikal'e amaçlarını ve projelerini anlattı: Bir vakıf kurup kalıcı, herkese açık ve her kesime hitap eden çalışmalar yapacağız. Milletimizin, yönlendirici politikalar üretebilmesi için uğraşıyoruz

Avni ÖZGÜREL
Babanızın taşıdığı sorumlulukları bundan böyle sizin üstleneceğiniz yorumları yapılıyor, bu ne kadar doğru?
Babam, insanlığın ve milletimizin hayrına, iyiliğine yönelik yüksek idealleri, hizmetleri, tasarıları olan örnek bir şahsiyetti. Onun öğretilerini, asil duygu ve davranışlarını aynı amaçlarla sürdürmeyi bir sorumluluk olarak görüyorum. Asırlardır devam eden bu güzel öğretilere sahip çıkmamak, ideallerini, hizmetlerini, erdemini devam ettirmemek vefasızlık ve vebal olur düşüncesindeyim. Onun ismini, eserlerini yaşatmak, geliştirmek ayrıca evlatlık vazifemdir. Babamın da tavsiye ve yönlendirmesiyle toplumumuza ve insanlığa karşı sorumluluk hissediyorum.
Sevginin ve güzel ahlakın milletimizin ortak değerleri olmasını; milletimiz arasındaki kırgınlıkların, dargınlıkların, ayrılıkların sona ermesini; milletimizi ayakta tutacak, geliştirecek değerlerimizin yeni nesillere, insanlığa anlatılmasını arzu ediyorum. Dünyanın herhangi bir köşesinde bir insan açlıktan ölüyorsa, bir başka insan uyuşturucunun pençesinde kıvranıyorsa, dini, dili, ırkı ne olursa olsun, nerede bulunursa bulunsun bir insan haksızlığa uğruyorsa bunda bizim de mesuliyetimiz olduğunu düşünüyorum.
İslami cemaatler yaşadığımız 'bilgi çağı'nın şartlarına göre bir değişim içindeler mi? Dedeniz Mehmet Zahid Kotku'nun görevinin manevi yetkinliği yanında bilim adamlığını ve araştırmacı kimliğiyle de bilinen babanıza intikal etmesini bu çerçevede mi değerlendirmek gerekir?
Dedemin görevinin babama intikalinin sebebi babamın liyakatıdır. İlmi kişiliği, araştırmacılığı, şahsiyeti, karakteri, hizmet anlayışı, ufku, vizyonu ve birikimi ve toplum tarafından kabullenilen vasıflarıdır.
Dedem de bilgiye ve gelişmeye büyük önem vermiş, zamanının en ileri teknolojilerinin Türkiyemize kazanılması için çalışmış ve takipçilerini teşvik etmiştir. Bu anlamda Türkiyemizin ilk motor üreten tesislerinden Gümüş Motor'un kurucu ortağıdır. Babamın yaklaşımı da böyleydi. O bilgi çağının ve dünyadaki gelişmelerin farkındaydı. Yıllar önce bu konuyu gündemine almış, geniş ilmi katılımlı bilimsel toplantılar düzenlettirmişti.
Cemaatlerin teknolojik yeniliklere ayak uydurması?
Çağın gelişmelerini ve gereklerini yakından takip etmeyi ve yerine getirmeyi bir zorunluluk olarak görüyoruz. Değerlerimizi muhafaza ederek milletimiz dünyadaki hak ettiği yeri almalıdır. Milletimizin yönlendirici ve politikaları belirleyici güce ulaşması için elimizden geleni yapmayı kaçınılmaz bir mesuliyet olarak kabul ediyoruz.
Babanız genç sayılacak bir yaşta büyük sorumluluk aldı. Siz ondan daha gençsiniz...
Meseleyi yaş açısından değil sorumluluk açısından ele almak gerek. Tarihten günümüze çok genç insanlar büyük başarıların altına imza atmıştır. Bunun bizim tarihimizde de sayısız örnekleri var. Babam da çocuklara ve gençlere büyük önem verirdi. Gençlere güvenilmesini isterdi, onların hayata kazanılmasını, sorumluluk üstlenmelerini arzu ederdi.
Çok genç yaşlarda büyük başarılara imza atabilmeleri için, küçük yaşlardan itibaren işte tecrübe kazanmalarını tavsiye ederdi. Etrafında çok genç denilecek yaşta, sahalarında isim yapmış, büyük tecrübeler kazanmış etkili, bilgili, geniş bir gençlik kitlesi vardı.
Bu açıdan bakıldığında dünyada estirilen gençleşme rüzgârının önündeydi. Bu kitle onun öğretilerini gelecek yüzyıllara taşıyacak.
Babanız adına bir vakıf kurma çalışmanız olacağını açıkladınız. Neyi hedefliyorsunuz?
Bizi millet olarak farklı kılan vasıflarımız var. Bunların başında sevgi ve güzel ahlak geliyor. Sevgi iklimi, sevgi ve güzel ahlak okulları oluşturmak istiyoruz. Bu değerleri milletimizin ve insanlığın ortak değerleri haline getirmek istiyoruz. Güzel ahlakı, güzeli sevmeyi en büyük erdem olarak görüyoruz. Babam insanla ilgili her meseleye yakın alaka gösterdi.
Milli kültürümüzün korunması ve geliştirilmesi, dilimizin korunması, çevrenin korunması, ülkemizin iç ve dış menfaatlerinin korunması, ahlakın güzelleşmesi, temiz toplum da dahil olmak
üzere hemen her konuda çalışmalar yaptı, yaptırdı, tespitlerde, tekliflerde bulundu. Değerlerimizi, babamın öğretilerini daha nitelikli bir hizmet anlayışıyla toplumumuzun ve insanlığın bilgisine, hizmetine sunacağız. Bunun için, Prof. Dr. Mahmud Esad Coşan Kültür, Araştırma ve Dayanışma Vakfı'nın kuracağız.
Amacımız, herkese açık ve her kesimin istifade edebileceği şekilde bilimsel yöntemlerle ve müesseseler vasıtasıyla babamın öğretilerinin, hizmet anlayışının, insanlığa katkılarının devamını sağlamak, ideallerini gerçekleştirmek, yarım kalmış tasarılarını tamamlamaktır.
Böylece daha kalıcı ve faydalı çalışmalar üretebilir, herkese açık, her kesimin istifade edebileceği faaliyetler yapabiliriz. Babamın anlayışı da buydu.
Yeni yüzyılda yeni bir İslam anlayışının hâkim olması gerektiği düşüncesine katılıyor musunuz?
Babam misyonunu, "Çağa uygun, aşırılıktan uzak, peygamberimizin sünnetine bağlı, Allah'ın rızasına uygun Müslümanlık" olarak açıklıyordu. Hizmet anlayışının ilmi usullere uygun olmasının, bütün insanları kucaklamasının, bütün insanlara faydalı çalışmalar olduğunun altını çiziyordu.
Bunun için düzenli ve sürekli okumayı, mesleki gelişmeleri yakından takip etmeyi, en az bir Batı dilini ve kültürümüzün kaynakları olan dilleri öğrenmeyi, bilimsel metot kullanmayı tavsiye ediyordu. Babamın eserleri, fikirleri, öğretileri ortadadır. Kendi sesi ve kalemi ile tespit edilmiştir.
Onun yol gösterici öğretilerini, tasarılarını ve insanlığın hayrına olan ideallerini ve hizmetlerini bu vakıfla bütün insanlığın istifadesine sunmak istememizin sebebi de budur. Bu vakıf aynı zamanda bir kültür merkezi ve müzesi olarak hizmet verecektir.
Bizim değerlerimiz, hiçbir ayrım yapmadan, bütün insanları kucaklayan, çağın teknolojik gelişmelerini izleyen, düşünce ve inanç hürriyetine saygılı, sevgiyi, güzel ahlakı en büyük erdem olarak benimsemiş ve sosyal yaşamdan kopmamış insanlarla yaşayacaktır.
Bize ulaşıp fikirlerini paylaşmak, yapıcı yaklaşımlarda bulunmak, mevcut birikimlerimizden istifade etmek isteyen güzel insanlara iletişim kapımız her zaman açık kalacak.
'Cemaatler çağına girdik'
Ege Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Prof. Mehmet Aydın, dini gelişmeleri eleştirel yaklaşımla izleyen bir bilim adamı. Aydın'la tarikatların durumunu ve geleceğini konuştuk.
Tasavvufun İslam'a aykırı olduğu yorumlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Her şeyin İslam'a yabancı tarafları olabilir, felsefenin, kelamın da... Merkezi İslam'dan ne anladığınıza bağlı bu. Ortada bir vahiy var ve fikir var. Kelam ondan çıkıyor, teorik kelam ve rasyonel kelam dediğimiz şey vahiyden çıkıyor. Hayatı düzenleyen ahlak ve hukuk kurallarına kaynaklık eden hususlar yanında, iç dünyayı düzenleyen bir boyut da var. Tasavvuf burada oluşuyor. Dolayısıyla tasavvuf İslama ters düşer demek de yanlış, İslam tasavvuftur demek de...
Tasavvuf ve modernite karşıt mı?
Modernite bir manada globalleşmedir. Bu bireysel durumları, varoluşu hesaba katmayan bir soyutluğu da getiriyor. İnsanı iç dünyasında yalnızlığa itiyor. Kalabalık içinde yalnızlaşan insan kendisi gibi düşünenlerle, kendisinden daha iyi düşündüğüne inandıklarıyla, sıkıntısını paylaştıklarıyla birlikte olma eğilimine giriyor. Bunun mutlaka dini çerçeve içinde olması gerekmiyor. Onun için modernite cemaatleri ortadan kaldırmıyor aksine çeşitlendirip büyütüyor.
Teknolojik gelişmenin etkisi...
Geçmişte tarikatlar alet edevat veya telefon yokluğundan mı kuruldu ki, şimdi teknoloji gelişti onlara ihtiyaç kalmadı diyelim. İddialı gelebilir, 21. yüzyıl cemaatler yüzyılı olacak... Modern imkânlar, global cemaatleşme imkânını doğurdu. Eskiden duyardı insanlar, İspanya'da Hindistan'da çok önemli bir mürşit var diye. Aylar süren yolculuk, çile vesaire... Şimdiyse internetten mürşide ulaşabiliyor, chat yapabiliyorsunuz...
Modernite karşısında tarikatların hiç problemleri yok mu?
Var. Muhammed İkbal'in 1930'larda belirttiği şekliyle kendi kendilerini yenileyemediler; bilgi ve tasavvufi teknikler bakımından... Bizde de yenileşmemiş bilgi ve tasavvufi çerçeveyle cumhuriyete girdiler, kapandılar. Yeraltına girdiler. Yeraltında zenginleşmedi, kendini koruma mekanizması sonucu bir oranda radikalleşti hattı.
İllegalite ayıklanmaya engel oldu...
Evet, iyiyle kötü ayırt edilemedi. Meydan boşluğu fırsatçılara imkân verdi. Tarikat göz önünde olsa bilenler kötüyü yakalar, bilmeyen ondan öğrenir. Ama gizlilik kötünün yakalanmasına engel oldu, polisiye olaylar vesilesiyle insanlar pek çok kişinin canı yandıktan sonra durumdan haberdar oldu.
Söylemlerini yenilemeleri de bir sorun değil mi?
İstanbul'da yaşayan ve kafasında binbir problemi olan bir genci düşünün. Bu üç yüz sene önce dağda gezen Türkmenimiz değil... Metropoldeki insan televizyonun karşısında, internetin karşısında. Buna, 'Şeyhin karşısında cenaze yıkayıcısının elindeki ceset gibi olacaksın, şeyhinden daha faziletli kimseyi düşünmeyeceksin' denilirse çözüm üretilemez, sorun doğurulur.
Kuran merkezli akımların şansı daha çok o zaman.. Yani tasavvufun ritüel tarafının ön plana çıkmadığı..
Kuran'dan daha çok etkilendiğini söyleyebileceğimiz hareketler, mesela Risale-i Nur gibi önem kazanıyor tabii. Orada bilgi önemli, itaat çok öne çıkmıyor. Zaten bizde Kuran yeterince ağırlıkla önde olmadığı için her tür bilgi ve tefekkür ikinci planda kaldı. Televizyonda yakın zamanda izledim, bir şeyhten söz ediliyor, o bilir, deniliyor. Şeyhin bilgisi açıklanmış bilgiyse mesele yok, açıklamamış ve kendinde kalmışsa o da beni ilgilendirmiyor. Ama benim çocuğuma yön verecek bilgiden söz ediyorsak bunun ortalıkta, açık, eleştirilebilir olması lazım.
Ancak şimdi öyle bir seçicilik ve araştırma hassasiyeti yok gibi..
Aklı başında insanlar tanıyorum, senin intisab ettiğin şeyhin şu şu görüşleri yanlış dediğimde gözleri yaşarıyor, ona da bağlanmazsam ne yapacağım, diyor. Açıkçası bu tavır, Kuran müminine yakışmayan bir haleti ruhiye. Bir taraftan bilgi ürettiklerini söylüyorlar ama öbür taraftan o bilgiyi tartıştırmıyor, yaşa ve gör diyorlar. Şeyh olarak bilinenlerden bir kısmının ciddi ruhsal sıkıntıları var. Ona bağlı olan üniversite mezunu insanlarla bile bunu tartışamıyorsunuz. Yakından tanıdığım birinden ağabey diye bahsettiğim için hayli tarize uğradım. Sıradan bir adamdan bahsediyorum diye. Kişilerin kendisi buna sebep oluyorsa o da vebaldir bence. İrşad konumunda olanların bir kısmı eski dostlarından uzak durur. Bunun sebebi eski tanıdıklarının ona hazret, şeyhim, efendi, hocam diye değil ismiyle hitab etmeye eğilimli olmasıdır. Çevrelerindeki insanların bu seküler sözcükleri duymasını istemezler..
Sanal ortamın cemaatleri güçlendirmesi mümkün mü?
Dergâhın yerine sanal dünya geçerse korkarım şeyh-mürit ilişkisi de sanal olur. Tarikat edebi ve ahlakı yüz yüze ilişkide yakalanır, internet sayfasında insani bir ilişki yok. Dolayısıyla yüzeyselliğin huy haline gelmesi ve sorun doğurması ihtimali yok değil.



Yarın: Bektaşilik ve Bektaşiler
***
Alevilik ne, Bektaşi kim?

Emevi saltanatının İslamiyet'i 'bir Arap dini' olarak görmesiyle birlikte yeni Müslüman olan kavimler de, tepki olarak farklı dinsel anlayışlar geliştirdi. Farslar Şiileşirken, kentli Türkler Hanefi mezhebine girdi, göçerlerse Aleviliği geliştirdi

Avni ÖZGÜREL
Emevi saltanatı İslam'ı Arap kalıbına döküp diğer kavimleri 'mevali' nitelemesiyle dışlayınca hem gerçek İslamı yaşamak hem de kültürel kimliğini korumak isteyen halk toplulukları, itildikleri noktada ve yönde yollarını ayırmakta sakınca görmediler.
Arapça metinleri öğrenmekte ve ezberlemekte esasen zorluk çeken ve eski dinlerinde var olup bilinçaltında korudukları unsurları terk etmemiş olan insanlar, kuşaktan kuşağa aktardıkları hikâyelerin duygu yüklü ortamını ve kutsallaştırdıkları renk ve ritüelleri içine girdikleri yeni dine taşıyarak manevi dünyalarını inşa ettiler. Sonuçta Farslar Şiileşti, kentleşen Türkler Hanefileşti.. (*)
Ancak Yeseviye kültüründen gelen göçebe Türkmenler hem Sünni geleneğin formelliğinden sıkıldıkları hem de gündelik hayatlarında alışageldikleri ilişki kalıbını ilahi menşeli ve ahlaki buldukları için, kendilerini Şia'dan farklı olarak Alevi diye tarif ettiler.
Alevilik Sünniliğin zıddı mı?
Alevilik esas olarak Hz. Ali ve ehlibeyt (=Hz. Muhammed'in ev halkı) sevgisi demek olduğuna göre bu manada ehlisünnet diye isimlendirilen ve Sünni olarak anılan kitle aynı zamanda Alevi sayılabilir. Ya da Sünniliğin Aleviliğe mani olmadığı söylenebilir.
Ehlibeyt sevgisine 'tevella'; sevmeyenleri lanetlemeye 'teberra' denildiği göz önüne alınır ve bu Aleviliğin bir kriteri sayılırsa iki büyük Sünni mezhebin kurucuları İmam Ebu Hanife ve İmam Malik'in Aleviliklerine hükmetmek dahi mümkün. Zira iki imam da hilafetin Emeviler tarafından zorla ele geçirilmesini onaylamayan ve hilafet hakkının Hz. Ali'nin çocuklarına ait olduğu kanaatine sahip olduklarını saklamayan bir tutum içindeydiler. Ancak fark bu tavrın sergilenmesinde daha bariz denebilir. Şia ve günümüzde Alevi olarak isimlendirilen kitle ibadet sırasında Yezid'e açık laneti gerekli görürken ehlisünnet 'şeytan'a dahi lanet edilemeyeceği' yorumuyla bu yola gitmedi. (Sünni Müslümanlık'ta da Yezid kelimesinin olumsuz bir sıfat olarak yerleştiğini unutmamak lazım..)
Bu noktada Haricileri ve Yezid taraftarlarını tahlilin dışında tuttuğumuzu söylemeye gerek yok. İki aşırı cemaatin de Hz. Ali ve ehlibeyt sevgisinin uzağında bulunduğu çok açık.

Ayırt edici ölçü
Belirtmemiz gereken bir başka husus da, Sünnilik çerçevesinde ortaya çıkmış ve gelişmiş tarikat hareketlerinin tamamının kendilerini Hz. Ali'ye bağladıklarına bakarak bunların vasıf olarak Alevi oldukları gerçeği. Yani Hz. Ali sevgisi tarihen bir ayırt edicilik ölçüsü değil. (Alevi hareketine karşı oldukça haşin davranmış Yavuz Sultan Selim'in oğlu Kanuni Sultan Süleyman 1535'te Bağdat seferi sırasında düşmanın Van üzerine yürüdüğünü öğrendiği halde Meşhedeyni yani Hz. Ali ve Hz. Hüseyin'in türbelerini ziyaretini ertelememişti..)
Buraya kadar anlattıklarımız tablonun bir yanı. Ancak zaman içinde Aleviliğin 'farklılığın inşası' diye niteleyebileceğimiz bir süreç yaşadığı da inkâr edilemez. Öyle ki günümüzde Aleviliğin ayrı bir mezhep; hatta giderek ayrı bir din olduğuna kadar vardı tartışmalar.

Bektaşilik ve Hacı Bektaş
Alevilikle başlayan yazıyı Bektaşilik'le sürdürmemek imkânsız. Ancak tasnifte Aleviliğin konulacağı yerin tartışmalı olmasına karşılık Hacı Bektaş Veli'ye bağlılığın ifadesi olan Bektaşiliğin tarikat olduğuna kimsenin itirazı yok.
Bu vurgudan yola çıkarak, ihtiyat payıyla belki şunu söylemek mümkün: Her Bektaşi Alevi sayılabilir, ancak her Alevi Bektaşi değildir..
Horasan'ın Nişabur şehrinde doğan Hacı Bektaşı Veli (1200), Hz. Türkistan diye anılan Hoca Ahmet Yesevi'ye nispet edilirse de (Vilayetnamelerin bazılarında Hacı Bektaş Veli'nin Ahmet Yesevi'ye intisab edişi anlatılıyorsa da Ahmet Yesevi'nin ölüm tarihi 1168 ) Anadolu kültürünün bu büyük isminin Ahmet Yesevi'nin halifesi Lokmanı Perende'nin müridi olduğunu söylemek daha doğru.

Velayet ve keramet
Hacı Bektaş'ın on bir on iki yaşında 'veli' mertebesine ulaştığı, Perende'nin bir çocuğa gösterdiği saygıyı abartılı bulan diğer dervişlerin sızlanması üzerine onun izniyle keramet gösterdiği de biliniyor. (Hac ziyareti sırasında Lokmanı Perende'nin Horasan taraflarında yapılan bir yemeği canının çekmesi üzerine Hacı Bektaşı Veli'nin ortaya açtığı bir sofra bezi üzerine o yemeği sermesi v.s.) Tarihen sabit olan ise Hacı Bektaşı Veli'nin bir süre sonra Anadolu'ya gelip (kardeşi Menteş de yanındadır ve günümüzde de bölge onun adıyla anılır) Kırşehir'in Karahöyük'e (Bugünkü Hacı Bektaş ilçesi) yerleştiği. (**) Menteş'in Baba İlyas ayaklanması sırasında öldürüldüğü, Hacı Bektaş'ın ise Kırşehir'in Malya Ovası'nda katliama varan bir kırımla sona erdirilen isyana katılmadığı kabul ediliyor.
Hacı Bektaşı Veli'nin sağlığında bir tarikat oluşturduğunu gösteren işaret yok. Medrese
eğitimi almadığı için kelam ve fıkıh bilgisinin de sınırlı olduğunu söylemek gerek. Ancak evlat edindiği Kadıncık Ana'nın manevi babasının fikirlerine dayanarak dergâha vücut verdiğine hükmetmek mümkün. (Bektaşi geleneğinin büyük ismi Abdal Musa'nın da Hacı Bektaşı Veli ile şahsen görüşmeyip onu Kadıncık Ana'dan dinlediği söylenebilir. (Abdal Musa, Alaiye Beyi'nin oğlu Gaybi'nin mürşididir. Gaybi onun kerametlerini bir av sırasında görünce dünyadan el çekip tekkede mürit olan Kaygusuz Abdal adıyla tanıdığımız derviştir...)
Kesin olan şu ki, Bektaşi tarikatı Balım Sultan tarafından teşkilatlandırıldı. (Ö.1516) Her yerde farklı yapılan ayinlerin ve izlenen ritüellerin Balım Sultan tarafından disipline edildiğini de biliyoruz. ( O yıllarda bekârlık andı içmiş mücerred diye anılan bir grup derviş kendilerini dergâha adamışlıklarının ifadesi olarak kulaklarına demir halka takarlardı..) Bektaşiliğin 'kente mahsus' hale gelmesi ise daha sonra. Nazenin tarikatı ( Babagân kolu) diye anılan topluluğa köylülerin alınmadığı söylenir. Keza Aleviler de ancak 'baba'lara 'ikrar' vermişlerse dergâha girebilirlerdi.
Bu durumun giderek 'baba'larla Çelebi'ler arasında husumete sebep olmaması imkânsızdı. Nitekim sonradan babaların 'pir evi'nin bakımını üstlenmelerine karşılık çelebilerin köşk ve konaklarına çekildikleri görüldü.

Rumeli'ye yayılma
Sultan Murat devrinde Bektaşilik Anadolu'da ve Rumeli'de yayılmaya başladı. Devlet nezdinde itibar kazandı ve en önemlisi yeniçeri olarak bilenen Osmanlı ordusunun çekirdeği manen bu ocağa bağlandı. ( Hıristiyan ailelerden seçilip devşirilen çocukların eğitilmesiyle oluşan yeniçerinin ılımlı bir İslam anlayışını benimsemiş dergâhın manevi himayesine ve terbiyesine terk edilmesi mantıklı da..) Ancak sonradan bu asker ocağının tasfiyesi gündeme geldiğinde Bektaşi dergâhlarının da saldırıların hedefi haline getirilip tamamen tahrip edildiği, Osmanlı'nın son yüzyılında dergâhın devletle ilişkisinin yeniden tesis edildiği biliniyor. Cumhuriyet döneminde ise Bektaşilik uzun süre foklorik bir öğe olarak törensel yanıyla varlığını sürdürüp ilgisizliğe terk edildi dersek yalan olmaz.
Ancak yakın zamanda Batı'nın kısmen siyasi ilgisiyle Alevilik'le birlikte Bektaşilik de yeni araştırmaların konusu oldu.
(*) Bektaşi tarihini efsaneler dizisinden ayrı görmek zor. Hacı Bektaşı Veli'nin Kırşehir'de de kerametlerinin devam ettiğine; bölgenin yerli halkı Çepni boyunun lideri Yunus Mukri'nin oğlu İdris'in karısının çocuğunun olmadığına ancak Hacı Bektaşı Veli'nin onu evlat edinip burun kanı kerametiyle Timurtaş ve Seyyid Ali Sultan'ın doğumlarını sağladığına inanılır. Ve genç kadın Bektaşiler tarafından Kadıncık Ana Kutlu Melek diye anılmaya başlar.
(**) Türk topluluklarının geçmişinde, boylar arasında siyasi nedenlerle diğerlerinden farklı olma kaygısıyla ayrı inançları benimseme eğilimi var. Budist olan ve öyle kalan kabileler; Mani inancını seçenler, Müslüman olanlar yanında Hıristiyanlığı (Uzantıları halen kısmen Türkiye'de Moldova'da var) hatta Museviliği (Hazara Türkleri) benimseyenler var.

Kâtip Çelebi: Yas ve lanetin kökeni
'Şamda Emevioğulları devleti çıtı. Müslümanlar arasında uyuşmazlık düşüp bölük bölük oldular. Haşimoğulları arasında kavga sürdü. Hazreti İmam Hasan hilafet davasından vazgeçince devlet, Emevioğulları'nda karar kıldı. Lakin bu durum Haşimoğulları tarafına çok ağır gelip, ciğerlerine işledi. Hazmı üç olduğundan Hazreti İmam Hüseyini Medine-i Münevvere'den kaldırıp devleti onların elinden koparıp almak için Arap Irakı'na götürdüler. Emevioğulları tarafı bunu haber alınca yardımcıları ve onların tarafını tutanlar ne olursa olsun, savunmak üzere ayağa kalktılar. Ve Kerbela Vakası olup o arada Hazreti Hüseyin (Tanrı ondan razı olsun) ve ona uyanlar şehid oldular. Bu vaka Hicretin 61. yılında (680-681) olup o zaman Şam'da Muaviye'nin oğullarından Yezid hükümdardı.
Bu iş Haşimoğulları'na yürek acısı olup, kılıçla öç alamayınca dil ile Yezid'e ve onun adamlarına sövüp okumaya başladılar. Bununla hınçlarını alırlardı. Şiiler arasında bu yas ve lanet okuma o zamandan âdet kalıp, giderek Sünnilere de geçti. 132 yılında (749/750) Haşimoğulları'ndan Abbas soyu çıkıp Emevioğulları'nın kökü kırılınca sövme ve lanet okuma artıp Şiiler'den nicesi rıfz yoluna uyup -haşa sümme haşa- Şeyheyne sövmeye başladılar. Hazreti Ali ve Ali'nin çocukları hakkında Havariç tefrit ettiği gibi, Rafıziler ifrat eylediler. Abbasoğulları zamanında Sünni bilginleriyle Şia arasında bu yolda nice dedikodu oldu. İslam akaidi kitapları yazılıp 'din usulü' kitapları ortaya konup peygamberin yüce arkadaşları hakkında bütün İslamlara vacip olan ehlisünnet itikadını böyle beyan ettiler.

'Bunların kıssası çokdur'
Hacı Bektaş, Al-i Osman neslinden hiç kimse ile musahabet etmedi...
Hacı Bektaş kim Horasan'dan kalktı, bir kandaşı daha var idi. Menteş derler idi. Bile kalkdılar, geldiler. Doğru Sivas'a geldiler. Ve andan Baba İlyas'a geldiler. Ve andan Kırşehiri'ye geldiler.
Kayseri'den kardaşı Menteş yine Sivas'a vardı. Anda eceli mukadder imiş. Anı şehid ettiler.
Bunların kıssası çokdur. Cem'isine ilmim yetmişdür. Bilmeşemdür. Hacı Bektaş Kayseri'den Karayola (K. Sulucakaraöyük'e) geldi. Şimdi mezar-ı şerifi andadur. Ve hem bu Rum da dört tayfa vardur kim misafirler içinde anılur:
Biri Gaziyan-ı Rum, biri Ahıyan-ı Rum, biri Abdalan-ı Rum, ve biri Bacıyan-ı Rum.
İmdi Hacı Bektaş Sultan bunların içinden Bacıyan-ı Rum'ı ihtiyar etdi kim o Hatun Ana'dur.
Anı kız edindi. Keşf-ü kerametini ana gösterdi. Teslim etdi. Kendü Allah rahmetine vardı.
Sual: Bu Hacı Bektaş Hazretinün bunca müridi ve muhibi vardur. Bunların biatları ve silsileleri nereden olur?
Cevap: Hacı Bektaş, Hatun Ana'ya ısmarladı nesi var ise. Kendü bir meczub, budala aziz idi. Şeyhlikten ve müridlikden farig idi. Abdal Musa derler idi, bir derviş var idi. Hatun Ana'nun muhibbi
idi. Ol zamanda şeyhlik ve müridlik igen zahir değül idi.
Silsileden dahı farigler idi. Hatun Ana ol azizün üzerine mezar etdi. Geldi, bu Abdal Musa bunun üzerinde bir nüce gün sakin oldu. Orhan devri geldi. Gazalar etdi.
Sual: Bu Bektaşiler eyidürler kim yeniçerilerün başındaki tac Hacı Bektaş'undur derler.
Cevap: Yalandur! Ve bu börk hod Bilecük'de Orhan zamanında zahir oldu... Ve illa Bektaşılar geymege sebeb: Abdal Musa, Orhan zamanında gazaya geldi ve bu yeniçerinün arasında bile yüridi ve bir yeniçeriden bir eski börk diledi.
Yeniçeri üsküfini çıkardı. Bunun başına geydürdi. Abdal Musa vilayetine geldi ol börk bile başında. Sordılar kim: 'Bu başundaki nedür?' Ol eyitdi: 'Buna elif derler' dedi. Vallahi bunların taclarunun hakikatu budur.
Sual: Bu Hacı Bektaşıoğlı Mahmud Çelebi kim ol Resul Çelebi'nün oğlıdur, ya anın müridlerinden ehli ilimden kimse var mıdur?
Cevap: Vardur. Bengi ve zankı, dobalak ve zobalak ve şeytani âdetler bunlardan çokdur. Ve bu halk bilmezler anı şeytani midür veya rahmani midür. Ve her kimse kim Hacı Bektaş, Al-i Osman'dan kimse ile musahabet etdi der ise yalandur, böyle bilesiz.

Kısa Alevilik terimleri sözlüğü
Hamse-i Al-i Aba: Peygamberin abası altındaki beş kişiden ibaret ev halkı.
Abdal: Peygamberin ev halkının kulu manasında. Abd, kul köle anlamında, 'al' eki ise Ali'yi ifade ediyor.
Tevella: Birini davet etmek, sevmek manasına gelen Arapça tevelli kelimesinin Farsçaya
geçen şekli.
Teberra: Arapça aslı teberrü olan sözcük birini sevmemek, ondan yüz çevirmek anlamına geliyor.
Güruh-u Naci: Ehlibeyti sevenler.
Şiilik: Hz. Ali taraftarlığı. Şiiliğin üç kolu var, Zeydilik (Sünniliğe en yakın yorum), Gulat (İslam dışı yorumlara da kapı açan aşırı yorum) ve İmamilik (Dar manasıyla günümüzde Caferi mezhebi).
Batınilik: Her zahirin (dışın) bir batını ( içi) olduğu fikrine dayalı dini akım. Bünyesinden Hurufilik gibi müfrit akımlar da çıktı.
Mehdi: Kelime olarak hidayete ermiş kişi manasında olan mehdi, gelecekte dünyaya nizam vermek için geleceğine inanılan imamın sıfatı.
Haydarilik: Esas olarak Noktavilikten Kalenderilikle birlikte çıkan akım. Kuranın
harf ve noktalarına esoterik anlam yükleyen bu düşüncenin Nesimi dahil pek çok halk ozanını ve Bektaşi hareketini etkilediği söylenebilir.
Yol evladı: Bektaşilik'te Kadıncık Ana Hacı Bektaşı Veli'nin' bel evladı' olarak değil 'yol evladı' kabul edilir. Bel kendi kanından gelmek, yol öğretisinde birlikte olmak anlamındadır.
İkrar: Bağlılık ifadesi..
Semah: Hacı Bektaşı Veli'nin ibadetten ziyade cezbeyle dikkat çektiği bilinir. Yaşadığı dönemde kendisinin de ardıç dallarının yakılmasıyla oluşan ateşin üzerine hırkasını atarak semah yapması üzerine geleneğin ibadet olarak kabullenilip Bektaşi geleneğine yerleştiği söylenebilir.
Kızılbaş: Kırmızı başlık giyen Bektaşi Türkmenler manasında. Bektaşi törenlerinde içki içilmesi, müzik dinlenmesi ve sır saklamanın bir öğreti olarak benimsenmesi dolayısıyla haksız yakıştırmalara ve gerçekdışı iddialara kaynak olmuş bir sözcük. Kaldı ki Türk oymaklarından birinin adı Kızılbaş'tır. Tıpkı bir diğerinin adının Karabörklü olması gibi... Ancak Anadolu'da Kızılbaşlık Rafızilik diye tanımlanıp zorlu takiplere uğramıştır.
Ayin-i Cem: Terim 'ayn' ve 'cem'den geliyor. Yani varlık-öz ve birleşme.. Dolayısıyla Varlıkta birliğin ayin-i cemde ifade edildiğini söylemek mümkün.
Yarın: Tasavvuf ve tarikatlar

***

'Yasaklar cehalete yarar'

Sadece Türkiye'nin değil, Müslüman dünyanın önde gelen fıkıh (İslam hukuku) uzmanlarından, ilahiyat profesörü Hayreddin Karaman, tarikat-tasavvuf ilişkilerini ve tarikat tipi yapıların hem dinsel hem de sosyolojik açıdan analizini yaptı


Prof. HAYREDDİN KARAMAN

Tasavvufun başka bir kültürden mi iktibas edildiği, yoksa İslam'ın içinden ve özünden mi çıktığı konusu tartışılagelmiştir. Müslümanların konuya yaklaşımını, tasavvuf tarihinin önemli ve ilk kaynaklarından biri olan Kuşeyri (v. 465/1072) Risalesi'nden takip edelim:
"Resulullah'tan (s.a.) sonra Müslümanların ileri gelenleri, onunla beraber olmaktan daha büyük bir meziyet bulunmadığı için bunu ifade eden 'suhbet' kelimesinden başka bir isim almadılar ve onlara 'sahabe' denildi. Onlardan sonra gelen iki nesil de onlarla beraber olmayı büyük şeref bildikleri için 'tabiler' ve 'tabilere tabiler' diye anıldılar. Sonra insanlar arasındaki fark açılmaya, dereceler zıtlaşmaya başladığında dine titizlikle sarılanlara zahidler (zühhad) ve abidler (ubbad) denildi.
Daha sonra bidatler ortaya çıktı, her bir grup (fırka) zahidlerin kendilerinde bulunduğunu iddia eder oldular, ehl-i sünnet içinden her nefeslerinde Allah ile olmaya riayet eden, kalplerine gafletin yol bulmasını engellemeye çalışanlara tasavvuf ismi tahsis edildi, Hicret'in ikinci yüzyılından önce bunlar, bu isimle meşhur oldular." (s.7)
Bu ifadelerden açıkça anlaşılacağı üzere 'tasavvuf' ve 'mutasavvıf' isimleri başlangıçta, ehl-i sünnetin iyi derecede dindar olanlarına ve onların takip ettikleri eğitim-öğretim yoluna verilmiş isimlerdir.
"Bu işin temeli ve belkemiği şeriatın sınır ve adabını korumak, harama ve şüpheli olana el uzatmamak, duyu organlarını yasaklardan korumak, bir nefes dahi Allah'tan gafil olmamaya çalışmak, rahat ve serbestlik zamanını bırak zaruret halinde bile, içinde şüphe bulunan susam tanesini bile helal saymamak ve şehvetin peşine düşmemek için nefisle cihad etmektir... (Risale, s. 185). Kuşeyri'nin bu sözleri de tasavvuf-İslam ilişkisi konusunda iki noktayı açıklığa kavuşturmaktadır:
a) Tasavvufun yöneldiği amaç, şekli/kabuğu atmak değil, onunla ve onun içinde özü yakalamaktır; öz ise ihlastır, ihsandır, rızadır, kurbdur...
b) Tarihte iki türlü tasavvuf anlayışı, uygulaması ve çizgisi bulunmuş ve gelişmiştir; birisi Kur'ani olan, Allah Rasulü'nün örnekliğinde gelişen, bid'atlere cephe alan tasavvuf, ikincisi bid'atlere ve sapıklıklara bulanmış, İslam'ın özünden de, şeklinden de uzaklaşmış tasavvuf.
İslam'ın ilim, düşünce ve ahlak alanlarında yapılan teorik ve pratik çalışmalar/uygulamalar -İslam'ın ikinci yüzyılın sonlarında tasavvuf adıyla anılan- bilgi ve eğitim okulunu doğurmuştur. İslam'ı bilme ve yaşamada tutulan bir yolun genel adı olan tasavvuf içinde, daha ziyade öne çıkan isimler ile bunların eğitimde (seyir ve süluk) uyguladıkları yol ve yönteme bağlı olarak tarikatlar oluşmuştur.
Her tarikatın, sonu ya Hz. Ebu Bekir veya Hz. Ömer yoluyla Hz. Peygamber'e (s.a.) ulaşan bir silsilesi (zinciri) vardır; bu zincirin halkaları, baştan sona; yani yaşayan mürşide kadar sıralanmış mürşidlerden meydana gelir. Mürşid kelimesinin lügat manası 'yol gösteren'dir. Tarikatlerin müminleri eğitmek ve amaçlanan kemal mertebesine; ilimde ve ahlakta olgunluk ve yetkinlik derecesine ulaştırmak için uyguladıkları -ortak tarafları yanında farklılıkları da bulunan- yöntemleri vardır.

Osmanlı'da meşruiyet
İslam tarihi boyunca İslam'ı anlama ve uygulama faaliyeti içinde bulunan hadis, fıkıh, kelam, felsefe, tasavvuf okulları arasında tartışmalar olmuş, bu tartışmalar-işin içine taassup, siyaset ve menfaatin de girdiği zamanlarda - çığırından çıkmış, karşılıklı ithamlar, ağır suçlamalar yapılmış, bir grubun diğerini tekfir ettiği (İslam'dan çıkmış olarak nitelediği) de görülmüştür. Tasavvufun bilgi ve inanç ile ilgili kısmına ve özellikle vahdet-i vücud (varlığın yalnızca Allah'a mahsus olduğu, diğer varlıkların görüntüden ibaret bulunduğu) inancına şiddetli itirazlar yapılmış ise de aslına, yani bir ahlak terbiyesi yolu olarak tasavvufa ciddi bir itiraz yapılmamış, bu mana ve mahiyetteki tasavvuf İslam'ın bir yorumu, uygulaması ve kurumu olarak kabul görmüştür.
Osmanlı Devleti'nin son zamanlarında, Sünni Müslümanlığın ilim, fetva ve idare merkezi olan Şeyhülislamlık tasavvuf ve tarikatların meşru birer İslami kurum olduklarını onaylamakla kalmamış,bunları kendi yönetim ve denetim çerçevesine dahil ederek mevzuata da kavuşturmuştur. Bu mevzuattan biri 'tekkelerde uygulanmak üzere çıkarılan yönetmelik'tir (Ceride-i ilmiyye, 1337, sayı: 39). Bu yönetmelik (talimatname) 27 madde olup, başta bazı terimler açıklanmış, sonra 1. fasılda tekke içi vazifeleri, 2. fasılda tekke dışı vazifeleri, 3. fasılda ise dervişler ve muhiblerin vazifeleri açıklanmıştır.

Yönetmeliğe göre:
1. Tarikat: İslam'ın gerçek/muteber inanç esaslarını benimsemiş, dinin temel, vazgeçilmez ve tavizsiz talimatını hayatına (uygulamalarına) rehber kılmış olarak bir kâmil şeyhin manevi irşad ve terbiyesi ile mana âlemine ait makam, mertebe ve basamaklarda ilerleme ve olgunlaşmaya götüren özel bir yoldur.
2. Şeyh: Tarikatının zinciri kesintisiz olarak peygamberlerin sonuncusu olan efendimize (s.a.) ulaşan, kâmil ve mükemmil (yetkin ve yetkinleştirici) bir mürşidin rehberliğinde eğitimini (seyir ve sülukünü) tamamlayarak, içte ve dışta yüksek ahlak ve yetkinlik özelliklerini kazanarak insanları irşad etmekle görevlendirilen kâmil ve mükemmil kimsedir.
3. Derviş ve mürid: Bir kâmil mürşide bağlanan ve tarikat eğitimi alan (seyir ve süluk ile meşgul olan) kimselerdir.
4. Tekke: Bir şeyhin idaresi altında olup içinde tarikat eğitimi verilen hayır kurumudur.
İkinci maddeyi biraz açarak şeyh, mürşid, pir diye anılan tarikat rehberlerinin özelliklerini, olmazsa olmaz niteliklerini görelim:
a) Şeyhin elinde, mürşidi tarafından kendisine verilmiş bir mürşidler zinciri (tarikat silsilesi) bulunacaktır. Bu zincirde, isimleri ve hayatları muteber kaynaklara geçmiş kâmil mürşidlerin adları, sondan başa; yani Hz. Peygamber'e (s.a.) kadar sıralanmış olacak.
b) Şeyh, kendi mürşidinin terbiyesinde, insanı kemale erdiren önemli bir eğitimi (seyir ve sülukü) tamamlamış, hem dışta (objektif, herkesin bilip anlayacağı şekilde) hem de içte (ancak erbabının, aynı derecede yetkin insanların bilebileceği) yüce nitelikleri, olgunlukları, bilgi, iman, ahlak ve ilahi yakınlıkları elde etmiş olacak.
c) Mürşidi tarafından insanlara tarikat eğitimi vermekle görevlendirilmiş olacak.
d) Kendisine bağlanan kimseleri fiilen eğiterek kemal yolculuğunda ilerlemelerine, kâmil manada mümin ve Müslüman olmalarına katkıda bulunacak.

Cumhuriyet ve sonrası
Osmanlılar, içtimai ve dini bir vakıa olan, yasaklamakla, ortadan kaldırmaya teşebbüs etmekle yok olması mümkün bulunmayan tarikatları yasaklamak yerine bir sivil dini kurum (hayır müessesesi) olarak düzenlemeyi ve 'meclis-i meşayih, encümen-i meşayih' isimlerini verdiği ilimi/dini daireler vasıtasıyla denetlemeyi tercih etmiştir.
Cumhuriyet idaresi aynı yolu tutmamış, tarikat faaliyetlerini yasaklamış, tekkeleri kapatmıştır. Ancak Cumuhriyet tarihi boyunca tarikatlar yok olmamış, bütün İslam dünyasında olduğu gibi Türkiye'de de açık veya gizli (Türkiye'de gizli) olarak faaliyetini sürdürmüştür.
Gizli olan bir faaliyetin ilmi ve idari yönden denetlenmesi mümkün olmadığı için, tarikatler denetim dışında kalmış, iyi niyetli ve ehliyetli az sayıda insan yanında, maddi ve manevi rant peşinde olan birçok kimse de 'Ben mürşidim, şeyhim, silsilem ve tarikatım, hatta görevlendirme belgem var' diye ortaya çıkmış, tasavvuf ve tarikati istismar ederek meşru olmayan menfaat sağlamış, saf, temiz kalpli ve
iyi niyetli müminleri kandırmış, yoldan çıkarmış, yanlış bilgiler vererek, inançlar telkin ederek dine ve dindara zarar vermişlerdir.

Tasavvufa yasak yok
Şunu da ifade etmek gerekir ki, cumhuriyet döneminde faaliyetleri yasaklanan kurumlar tarikatlardır. Tasavvuf bütünüyle yasaklanmış değildir. 1930'lu yıllardan sonra Milli
Eğitim Bakanlığı, başta Mevlana'nın eserleri olmak üzere birçok tasavvuf kitabını Türkçeye çevirterek basmış ve Türk okuyucusuna sunmuştur. Ayrıca tarih boyunca tarikatlar, bugün adına irtica denilen 'islami hareket'in içinde değil, karşısında olmuşlar, halka ahlak terbiyesi vermeyi öncelemişlerdir.
Birkaç münferit örnekten yola çıkarak tarikatları -güç kullanarak, devrim yaparak şeriat getirme faaliyeti manasında- irtica'ın içinde göstermek tarihi gerçekliğe aykırıdır. Tarikatlar, devrimleri, isyan ve ihtilalleri desteklemek bir yana, halkı sosyal faaliyetlere ve problemlere yönelmekten alıkoydukları ve pasifleştirdikleri için tenkit ve şikâyet konusu olmuştur.

Milletin tarihi boyunca özümsediği bir İslamileşme yöntemini, kültürümüzün söküp atılamaz önemli bir karesini illegal ilan etmek, yasaklamak, yok etmeye çalışmak çıkar yol değildir. Tarikatların bir sivil toplum örgütü olarak yeniden-meşruiyet çerçevesinde hayata sokulması, toplum içinde olumlu ve yapıcı bir rol oynamasının sağlanması üzerinde durulmaya ve düşünmeye değer bir konudur.


http://www.radikal.com.tr/2001/03/05/tu ... 1yas.shtml


***
10

Önyargıyı yıkma vakti

Prof. Ahmet Yaşar Ocak: Diyanet, Alevilik'le diyalog yollarını aramalı ve bunu 'tarihsel Hz. Ali' vurgusuyla yapmamalı. Aleviler de Sünnilik hakkındaki önyargılarını yenmekten korkmamalı

Avini ÖZGÜREL
Prof. Ahmet Yaşar Ocak tasavvuf tarihimiz ve sosyolojik açıdan heterodoks akımlar konusunda önemli araştırmalara imza atmış bir bilim adamı.
Ocak, Radikal'in Türkiye'deki Alevilik ve Bektaşilik hareketiyle ilgili sorularını cevaplandırdı.
Tasavvuf akımlarının, Türk toplumunun İslam'ı kabullenme sürecinde yeni dine entegrasyonu sağlayıcı bir rol oynadıkları söylenebilir mi?
Bu hem tarihi hem de sosyolojik bir gerçek. Orta Asya'da İslamiyet tasavvuf aracılığıyla yayıldı. Eski dinlerde, özellikle mistik yanı güçlü olan Budizm, Maniheizm, Şamanizm gibi dinlerden İslamiyete geçerken tasavvuf gerek kavramsal açıdan, gerek zihniyet gerekse pratikler açısından geçişi kolaylaştıran bir kurum oldu.
Tasavvufi hareketler Ahmet Yesevi'ye bağlanıyor. Sonra kiminin Nakşibendilik kiminin Bektaşilik olarak gelişmesini nasıl izah edersiniz.
Türkler arasındaki tasavvuf akımlarını sadece bu köke bağlamak yanlış. O ana kök ama Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde tasavvufun sadece bir ayağı. Özellikle 'Horasan Melameti' dediğimiz ilahi cezbeye dayalı, yani züht ve takva anlayışına değil de ilahi cezbeye dayalı tasavvuf anlayışına bağlı tarikatların ana kaynağı. Diğer taraftan 13. yüzyılda da Kuzey Afrika'dan, Irak'tan, Suriye'den birçok akım Anadolu'ya geldi.
Ama Bektaşilik gibi cezbeci akımlarda ana damar Orta Asya tabii.

Nakşibendilik?
Nakşibendilik çok önemli. Son yüzyılda Türkiye'de meydana gelmiş olaylara bakarak bir karara varmak veya analizi buradan başlatmak bence yanlış. Nakşibendiliğin Orta Asya'daki doğuş şartları çok farklı. Fuat Köprülü çok güzel anlatıyor. Moğol istilasıyla Orta Asya'da tekrar bir Şamanist dalga başladı, diyor. O dalganın tesirlerini ortadan kaldırmak için Nakşibendilik orada yeniden İslam'a dönüş için önemli bir fonksiyon icra etti. Dolayısıyla orada Nakşibendilik büyük çapta İslam'la özdeş oldu.

Etkisi hâlâ sürüyor zaten...
Elbette.. Müridizim hareketi, Şeyh Şamil direnişi... Nakşiliğin Osmanlı'nın Balkanlar'daki hâkimiyet dönemindeki fonksiyonu başka. Bunları göz önüne alarak bir değerlendirme yapmak lazım. Yani bir Menemen hadisesine, Şeyh Said hareketine, keza 31 Mart vakasına endekslenerek Nakşibendilik tahlili yapmak yanlış olur..
İslam'ın önemli kırılma noktasını oluşturan Şia'yla Alevilik arasında bir bağ var mı?
Şia'yla Alevilik arasında bağ olduğunu pek çok kimse zanneder. Bu görünüşe bakıp aldanmadan ibaret. Aleviliğe de Şia'ya da baktığınızda On İki İmamı, Kerbela matemini, Hz. Ali sevgisini hatta ondan ötesini görünce aynı sanılır. Oysa On İki İmam Şiası Alevilik'ten çok farklı. Bazı bakımlardan İmamiye Şiası Sünnilik'ten farklı değil.
Pek çok Alevinin kendilerini Caferi mezhebine, yani On İki İmam Şiasına bağlı olarak tarif etmeleri sadece bir yere mensubiyet arayışının ifadesi mi?
Tabii. Geleneksel çizgiden gelen Aleviler, yani Alevi dedelerinin veya Bektaşi babalarının eğilimi bu bence. Böylelikle İslam'a bağlanmış oluyorlar. Ama 1960 sonrası ortaya çıkan siyasal ve ideolojik dalgalanmalar farklı zihniyetleri doğurdu.
Size göre Alevilik nasıl tanımlanabilir? Tarikat mı, mezhep mi? Din diyenler de var...
Bu zor bir konu. Nereden bakılırsa oradan değişik manzara görülebilir. Aleviler farklı ideolojik ve siyasal açılardan baktıklarından kendilerini farklı farklı tanımlıyor. Bilimsel açıdan Alevilik İslam içinde, yani İslam tarihi içinde oluşan heterodoks yapılanmalardan biri. Bu özelliğiyle bir mezhep olarak tanımlanması doğrudur.

Ayrı bir dindir diyenler?
Bu metodolojik bir yanlıştan ileri geliyor bence. Bu tür yaklaşımları yapanlar Aleviliği tek başına ele alıp analiz etmeye çalıştıkları için yanılıyor. Ben öyle düşünmüyorum. Aleviliği İslam dünyasının bütünü içinde düşünerek ele almak lazım. Çünkü Aleviliğe benzeyen başka yapılanmalar da var. Örneğin İran'daki Kırklar gibi...
Ali ve ehlibeyt sevgisinde Sünni âlimler Alevilerden geri kalmıyor. Sünni olmak Aleviliğe mani mi? Aleviliğe bir meşrep olarak da bakılamaz mı?
Her mezhep meşreptir aynı zamanda. Sünnilerin Hz. Ali'ye, On İki İmam'a ve o sülaleden gelenlere elbette sevgisi var. Yezid ve Muaviye Sünnilerce de sevilmez, çocuğuna Yezid ismini koyan bulamazsınız.
Fakat çok önemli bir nokta var, onu Sünnilerin anlamaya yanaştığı söylenemez. Tarihte yaşamış Hz. Ali ile Bektaşilerin ve Alevilerin keza Aleviliğe benzer durumdaki Nuseyrilik, Yezidilik gibi heterodoks yapılanmaların inanç dünyalarındaki Hz. Ali aynı kişi değil. Bu grubun Hz. Ali'si, tarih içinde değişik mistik kültürlerin içinde yaratılmış bir Hz. Ali kimliği.
Hatta son zamanlarda ortaya atılmış teori var, doğru gibi geliyor; Hz. Ali, Orta Asya'daki Gök Tanrı olarak algılanıyor. Yani Alevilik Hz. Ali'yi sevmekse biz de Aleviyiz gibi sözlerin fazla bir anlamı yok.
Yani Sünnilerin gerçek Hz. Ali'ye bakarak Alevilik tarifi yapmalarının karşılığı yok...
Hem yok, hem yanlış. Bunu anlamak ve analize buradan başlamak lazım. Aleviliği anlamak için Hz. Ali'yi bir kenara bırakmak gerektiğini söylemek istiyorum.

Her Alevi Bektaşi midir?
Hem sayılabilir, hem sayılamaz. Türkiye'deki Alevilerin çoğunluğu Hacı Bektaşı Veli'yi Hz. Ali'nin reenkarnasyonu olarak kabul ettikleri için takdis eder. Aleviliğin Hz. Ali'den ve On İki İmam'dan sonra en büyük şahsiyeti sayılır. Bunu söylerken Tunceli çevresinde, Hacı Bektaş kim oluyor diyen Alevileri unutmamalı. Balkanlar'da kimi yerlerde Hacı Bektaş'ın ikinci, üçüncü derecede kaldığını, bazen önemsenmediğini görürsünüz. De- liorman Alevilerinde mesela...
Oralarda Bektaşiler elbette Hacı Bektaş'ı kutsarlar ama Balkan Aleviliği genelde Şeyh Bedreddin'i, Akyazılı'yı birinci sıraya koyar...
Tek tip bir Alevilik yok yani..
Evet, monolotik bir yapı yok. Sünnilik gibi...
Osmanlı'da Bektaşiliğin bir misyonu var; devşirmelik, yeniçeri falan... Bektaşiliğin Hıristiyanlık-Müslümanlık arası bir geçit olduğu söylenebilir mi?
Bektaşiliğin bu işlevi var. İslam içinde Bektaşilik senkretif bir yapı arz eder. Yayıldığı alanlardaki bütün inançları içine alabilen, özümseyebilen bir yapı. Yayıldığı yerlerdeki gayrimüslimleri, inanç dünyalarına rahatsızlık vermeden, onları takdis ettikleri kişilerden uzaklaştırmadan kolaylıkla İslam'a geçiş forksiyonunu icra etmiştir.
Bu söylediğiniz şunu düşünme imkânı verir mi: Hacı Bektaşı Veli'nin Anadolu'ya geldiği dönemlerde Anadolu'da Hıristiyanlığın Pavlusçuluk mezhebi yaygındı.. Bu da Bektaşilik
için bir zemin mi oluşturdu?
Pavlusçulukla Bektaşiliğin benzeşen çok tarafları var. Pavlusçuluk 6. yüzyılda Doğu Anadolu'da Sıvas, Divriği ve Ladik havalisinde, ağırlıklı olarak da Tunceli'de Ermeniler arasında güç kazanmış bir akım. Maniheizm Hıristiyanlıkla karışması sonucu doğmuş.
Düalist?
Mesih anlayışı var, Hz. İsa'nın tanrılık vasfını kabul etmez, kiliseleri pek önemsemez, ikon tapımına itibar etmez, domuz eti yemezler. Bundan dolayı Abbasi fütühatında İslam orduları Pavlusçuların desteğini gördü. Bizim Battal Gazi gibi epik tarihi romanlarda bunun izleri görülür. Buralarda Aleviliğin ve Bektaşiliğin zemin bulmasında Pavlusçuluğun çok etkisi oldu.
Aleviler kendileriyle ilgili doğru bilgilere sahip mi?
Değiller. Büyük sıkıntı içindeler. Alevi ve Bektaşi olmak bunları bilmek manasına gelmiyor. Bu akademik bir formasyon işi. Türkiye'deki çalışmalar problematik noktalara yönelmekten çok işin kolayına dönük. Ritüeller, âdetler, gelenekler üzerine yoğunlaşılıyor. Oradan bir yere varmak mümkün değil oysa.
Nasıl bir Hz. Ali mesela... Bu konuda araştırmalar gerek. Hem dünü araştırmak gerek hem ileride nasıl değişimlere uğrayabileceği konusunda senaryolar lazım.
Alevi topluluğunın talep ve sıkıntılarını biliyoruz. Çıkış yolunu nerede görüyorsunuz?
Diyanet İşleri'nin yeterli bilgiye sahip olduğu kanaatinde değilim. Başkanlığın Aleviliği tarihi Hz. Ali gerçeğinden hareketle yorumlama arzusundan vazgeçmesi lazım. Bu bizi bir yere götürmez. Bugüne kadar götürmedi, üstelik Alevi kesimi daha da kızdırdı. Diyanetin önce Alevilerle diyalog içine girmesinde yarar var. Farklı dinden olanlarla diyalog aranıyor, Alevilerle niye aranmasın? Alevilik'le değil dini yapının bütünüyle ilgili olmalı. Bunu vaktiyle önermiştim...
Alevilere öneriniz olur mu?
Alevilerin de Sünnilik hakkındaki önyargılarını bırakıp araştırmaları şart. Bunu yapmakla Sünnileşeceklerinden korkmamaları lazım. Sünniliği Emevi Müslümanlığı olarak görüyorlar. Biraz zaman ve müsamaha...
Dini kurumlaşmamızın gözden geçirilmesi de gerekebilir?
Bunu tarih dayatıyor bence...

Yöneticilerin geleneği
Atatürk yakın çevresine Kurtuluş Savaşı hatıralarını anlatırken, Samsun'a gitmeden İstanbul'da Yuşa Tepesi'ndeki dergâhı ziyaret ettiğini söyler. Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusunun tarikatla bağı yoktur (*) ancak bu bir durumu doğrular: O dönemde gerek İttihat Terakki yöneticilerinden önemli bir kısmı gerekse üst rütbeli subaylardan bazıları Arusi tarikatına mensuptur.
Seyyid Ahmed El Esmer tarafından Kadiri-Rufai geleneğinden doğan Arusiliğin Türkiye'deki büyük ismi Ömer Fevzi Mardin'dir. Osmanlı hanedan mensuplarına hocalık yapan Ebuulla Mardin'den günümüzde Arif Mardin, Şerif Mardin ve Betûl Mardin'e uzanan ailenin, tarikata mensup büyük isimlerinden biri de Münir Ertegün'dür.
Ömer Fevzi Mardin askerliğini denizci olarak Hamidiye'de yaparken komutanı olan Rauf Orbay da müridiydi. Mareşal Fevzi Çakmak'ın da dergâha mensup olduğu ve 'Ölümümde beni şeyh efendilerden birinin ayak ucuna gömün' dediği için Eyüp'te Küçük Hüseyin Efendi adındaki Kadiri-Rufai-Arusi Şeyhi' nin yanına defnedildiği biliniyor.
(*) Atatürk, Bektaşi dergâhları dahil pek çok topluluğa girip çıkmış, ancak hiçbirine bağlı olmamış. O bakımdan 'Bağımsızlık benim karakterimdir' derken sadece düşünce yapısıyla değil ruh dünyasıyla da ilgili bir gerçeği açıkladığına şüphe yok.

Yunus nasıl derviş oldu?
Kıtlık dolayısıyla Yeseviye Şeyhi Taptuk Emre'nin tekkesine buğday istemek için gelen ve burada karşılaştığı, "Hikmet mi istersin, buğday mı" sorusuna "Buğday" cevabını verdikten sonra köyüne dönerken pişman olan Yunus Emre'nin yeniden şeyhe başvurup hikmet istemesi üzerine uzun yıllar dergâhta hizmetle görevlendirildiği biliniyor.
Anadolu tasavvuf kültürünün bu ünlü siması üzerine kurulan bir öykü de şu:
Yunus Emre yıllarca odun kesmekten başka iş yapmadığı ve kendisinde manevi bir farklılık görmediği için izin isteyip Taptuk Emre'nin dergâhından ayrılır.
Dönerken ormanda gecelemek zorunda kalan Yunus üç kişiyle karşılaşır ve onların yaktığı ateşle ısınıp yanlarında uyumak ister. Karanlık basınca üç kişi içlerinden birini seçip "Soframızı sen kur" derler. Yunus heybesinde yiyecek bulunmadığı için kenara çekilecek olur ama sofrayı hazırlama işini üstüne alan kişi ona ısrarla bir yere gitmemesini, kısmette ne varsa birlikte yemelerini söyler.
Yunus utana sıkıla yaklaşır. Adam sofra bezini açar dua etmeye başlar ve ortaya nefis yiyecekler çıkar. Oturur hep birlikte yerler. Ertesi sabah sofra hazırlama görevini diğer kişi, akşam üçüncüsü üstlenir ve her seferinde duadan sonra mükellef yiyecekler gelir ortaya.
Üç adam Yunus'a 'Sıra sende' der... Yunus ezilir, sıkılır ancak yemek vakti geldiğinde açılan sofra bezinin yanına gelip dua etmekten kaçamaz. Ama beklemediği şekilde çok zengin bir sofra çıkar ortaya. Üç adam da şaşırırlar ve kendilerinin duasıyla oluşanları katbekat geride bırakan insana, 'Sen nasıl dua ettin' diye sorarlar. Yunus şaşkın 'Yarabbi beni bu iyi insanlara karşı küçük düşürme diye dua ettim' der... Ve o an aklına gelen soruyu sorar: 'Siz nasıl dua etmiştiniz ki?' Adamlar ağız birliği etmişcesine cevap verirler: 'Yarabbi Taptuk Emre dergâhındaki Yunus Emre'nin başı için bize ikramda bulun diye dua etmiştik...' derler...

Göze batanlar ve gözden kaçanlar...
İnanç dünyamızın bir cephesine, kısmen ve yüzeysel bakma çabası bile bizi bir haftayı aşan yayına zorladı.
Bu dizi vesilesiyle gerek resmi görevlilerden ve siyasilerden gerekse dini topluluklardan hayli eleştiri aldım. Öncelikle Sayın Başbakan'ın tasavvuf konusunda bildiğim yaklaşımını zaman içinde netleştirdiğini Esad Coşan'ın cenazesinin defni vesilesiyle tespit etme imkânı doğdu.
Başbakan Bülent Ecevit'in bu konudaki yaklaşımını savunurken 'Biz doğru olduğuna inandığımızı yaptık. Meselenin hiçbir siyasi yanı yoktur. Tavrımız geleneğimize yakışan bir tavırdır' değerlendirmesini bilmek anlamlıydı.
Keza kimi söyleşilerin özellikle askerler katında ilgi çektiğini ve farklı değerlendirmelere yol açtığını gördüm. Elbette bir kesim bildik yorumlarını sürdürdüler ve 'alet olduğum' hükmünü vermekte tereddüt göstermediler. Ancak bir kesimin bu konuda 'Şimdiye kadar tek kaynaktan beslendiğimizi, olaya farklı pencereden bakıldığında değişik, unsurları tartışılabilir bir tabloyla karşılaşabileceğimizi gördük' sözüyle umutlandığımı da itiraf etmem gerek.
Cemaatlere gelince, kimi fotoğraflardaki yanlışlıklar, az sayıda da olsa tarih-isim hatalarını düzeltme isteği dışında bir itirazla karşılaşmadım (Örneğin Mahmut Ustaosmanoğlu'nun yerine bir başka kişiye ait fotoğraf basılmıştı, İskenderpaşa dergâhı Hak-Yol Vakfıyla özdeşleştirilmişti v.s.) Dizinin yayınına başlarken ulaştığımız Prof.Esad Coşan'ın oğlu Nureddin Coşan'ın söyleşi talebimizi kabul ettiğini bildiren sözlü notunun dışında bir güvencemiz yoktu. Kendisi Avusturalya'ya gittiği için iletişim kurmamız da zordu. Ancak Sayın Coşan birçok yazılı ve görsel basın organının öncelik isteklerini ve tepkileri de göze alarak hem sorularımızı cevaplandırdı hem de aile fotoğraflarının yayınına izin verdi. Bu iletişimi kurmakta yardımcı olan Coşkun Yılmaz beye teşekkür ediyorum.
Öte yandan Fethullah Gülen Hocaefendi de bu dizi için iki senedir sürdürdüğü 'konuşmama' ilkesini bozdu. Telefon görüşmemiz sırasında rahatsızdı ve refakatçileri kendisinin yanındaki doktorların şiddetli itirazıyla karşılaştığını ama söz verdiğini belirterek onlardan izin istediğini nakletti. Bazı okurlarımızın Hoca'yla söyleşinin yayımlanan cümlelerindeki duygusallığı tespit ettiğine ve doğruluğunu hayretle karşıladığım bazı tespitlerde bulunduklarını gördüm. 'Mutlaka şu cümleden sonra ıstırabını ifade eden şu mealde şeyler söylemiştir...' diyorlardı ve bu doğruydu.

'Haber değeri'
Bu dizi vesilesiyle gördüğüm ve mesleki bakımdan önemli bulduğum bir gerçeği aktarmam gerek. Tarikatlar Türkiye'nin gerçeği ve basınımız ne yazık ki bu olgunun sadece sansasyon yanıyla ilgili. Kameralar ve dikkatler ancak bir skandal yaşandığında ya da bir çirkinlik vukuunda dergâhlara dönüyor.
Mesleki açıdan bu olayların haber değeri inkâr edilemez. Hak ettiği oranda büyütülmesine bir itirazım da olamaz. Ancak dini grupların sadece bu haberlerde yansıyanlardan ibaret sanılmasının doğru bir yaklaşım olmadığı açık. Örneğin Mahmut Ustaosmanoğlu'nun şu sıralar ağır hasta ve sürekli doktor kontrolünde olduğu da; Menzil tarikatının lideri Raşid Erol'un oğlu Feyzullah Erol'un trafik kazası geçirdiği de haber.. Ve tarikatlar; batılı manada 'demokratik sivil toplum örgütleri' olarak değerlendirilmese dahi, bunların sivil toplumun parçası olduğu gerçeğine göz kapamak bana hata gibi görünüyor.

http://www.radikal.com.tr/2001/03/06/tu ... 1ony.shtml

06/03/2001

NOT: Dizinin yayını sırasında kimi okurlarımızın çeşitli tarikatlar hakkında bilgilenme isteklerine muhatap oldum. Bunlara tek tek yanıt vermeye ne imkânım ne bilgim var. Ancak belli başlı cemaatlerin hemen tamamının internet ortamında site açtığını hatırlatmalıyım. Örneğin Nakşibendi dergâhı 'İskenderpaşa' ismi altında; Kadiri, Rufai, Arusi Dergâhları bu isimler altında yayındalar. Ulaşmakta zorluk çeken okurlarımız bildikleri şeyhlerin isimleriyle de sanal ortamda tarama yapabilirler.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Hayreddin Karaman: tarikat-tasavvuf ilişkileri
MesajGönderilme zamanı: 09.05.10, 19:37 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 15.11.09, 21:21
Mesajlar: 98
CEMAATLERE KISA BAKIŞ

Şeyh Nazım Kıbrısi Dergahı
Şeyh Nazım kimdir? Nakşiliği nereden geliyor?
Doğumu 1920'ler başına tarihlenen bir Kıbrıslı Türk. Üniversite öğrenimi için Türkiye'ye geliyor ve İstanbul Üniversitesi'nde kimya okumaya başlıyor. İstanbul'da tanıştığı bir Nakşi şeyhinin etkisiyle tarikate giriyor. Sonra kendisini bu yolda daha da geliştirmek üzere öğrenimini yarıda keserek Şam'a, ileride tarikatı Batı dünyasına yaymak üzere el alacağı Şeyh Abdullah Dağıstani'nin yanına gidiyor. 1970'lerden itibaren de İngiltere üzerinden Batı dünyasında faaliyete başlıyor. Kıbrıs'ta büyümesine bağlı olarak iyi derecede İngilizce bilmesi, burada kilidi açan en önemli anahtar. Sürekli seyahat stratejisini benimsemesi de ona tüm dünyada kendisine bağlı çevrelere ve geniş bir etkinlik ağı oluşturma imkânı sağlıyor. Endonezya ve Malezya'dan Amerika'ya kadar.
Nerelerde örgütleniyorlar. Sayıları ne kadar?
Her yerde örgütleniyorlar. Etkinliklerde yüzlerce insanı görebilirsiniz. Ama bunların ne kadarı müriddir bilemezsiniz.
İngilizlerin Şeyh Nazım çevresine girmelerinin nedeni nedir? Ne buluyorlar?
Tek bir nedene indirgemek mümkün değil. Ancak belirgin olan motif, Şeyh'in Doğu mistisizmini, İslam tasavvufu dolayısıyla İngiliz müridlere köylülükten uzak bir incelmişlikle ve şehirli-orta sınıf duyarlılığına hitab eden bir üslupla takdim edebilme yeteneği önemli.
Nakşilikten ayrılan kendilerine has özellikleri var mı? Örneğin nasıl zikir yapıyorlar?
Şeyh Nazım klasik Nakşi öğreti ve pratiğinden önemli sapmalarla karşımıza çıkar. Ancak altı çizilmesi gereken nokta, bu sapmaların, içerisinde etkinlik gösterdikleri toplumsal ve kültürel iklime uyarlanma ve bu iklimin ürünü olan insanlara ulaşabilme gereğinin sonucu olmasıdır. Örneğin diğer tarikatlarınkiyle karşılaştırıldığında zorluğu ve büyük deneyim gerektirmesiyle ayırt edilen Nakşibendi sessiz zikir pratiğini Şeyh Nazım sesli
olarak ve cazibesini artıran birtakım eklemelerle uygulatıyor. Bu tasarruflar nedeniyle de yine Batı'daki diğer İslami hatta Nakşi çevrelerin tepkilerini alıyor.
Ama hâlâ geleneksel Nakşi öğreti ve pratiğini sergilemekte ısrar eden bu çevreler yalnızca belli göçmen Müslümanlardan oluşan sınırlı sayıda üyeye sahipken Şeyh Nazım son derece heterojen bir kalabalığı çevresine topluyor.
Siyasi iktidara karşı tavrı nedir?
Bir konuşmasında şöyle demiştir: "Din devlet ile ayakta durur; devlet de din ile ayakta durur. ålim emredemez." İran'ın yanı sıra diğer İslam ülkeleri ve devletleri de şeyh tarafından beğenilmemektedir.
İslam fundamentalizmi için ne diyor?
Özetle şöyle diyor: "Fundamentalizm dedikleri insanların İslam'dan kaçmasına neden olan bir aptallıktır. Bunlar İslam'ı tatsız hale getiriyorlar. Biz onda var olan lezzeti sunmaya çalışıyoruz.
Osmanlı'yı nasıl değerlendiriyor?
Bir konuşmasında kendisini peygamber sancağını 600 yıl taşımış olan bir Osmanlı Müslümanı olarak tanıttı. Osmanlı hanedanının ateşli bir savunucusudur.


İskenderpaşa Camii Çevresi (Nakşibendi-Halidiye Kolu)
Türkiye'de ve yurtdışında kabul görmüş en yaygın ve en etkili dergâh, resmiyette Hak-Yol Vakfı.
14. Yüzyılda ortaya çıkan Nakşibendi hareketi (Kurucusu, Muhammed Bahaüddin Nakşibend, 1317 yılında Buhara yakınlarında Kasr-ı Arifan Köyü'nde doğdu...) 1850'lerde Ahmet Ervadi, ardından Ahmed Ziyaüddin Gümüşanevi tarafından Osmanlı'nın başkenti olan İstanbul'a taşındı. Sonra sırasıyla Hasan Hilmi Efendi (V. 1911), İsmail Necati Efendi (V. 1921), Ömer Ziyauddin Efendi (V. 1921), Mustafa Fevzi Efendi (V. 1926), Abdullah Hasip Yardımcı (V. 1949), Abdülaziz Bekkine (V. 1952), Mehmet Zahid Kotku (V. 1980), Esad Coşan (V. 2001) cemaatin önderliğini yaptılar. İskenderpaşa Dergâhı, Milli Nizam Partisi'nin, onun kapatılmasıyla Milli Selamet Partisi'nin kurulmasında etkin oldu. Ancak dergâh hem Necmettin Erbakan'ın şahsında aradığı, tarikatın siyasete yansımasını sağlayacak liderde hayal kırıklığı yaşadı, hem de girilen 28 Şubat süreci dolayısıyla Türkiye dışındaki çalışmalara ağırlık verdi.
Nakşibendiye'nin Halidiye kolu esas olarak 'hadis ağırlıklı' yaklaşıma sahip.

İsmailağa Camii Çevresi (Nakşibendi)
Mahmut Ustaosmanoğlu, Ahıskalı Ali Haydar Efendi'nin ve 'mürşidim' diye andığı Zahid Kotku'nun talebesi. Mahmut Hoca'nın Kotku'dan icazet almakla birlikte onun sağlığında öne geçme çabası içinde olmadığı ve çevresinde toplanan küçük bir gruba hitap ettiği biliniyor. Kotku'nun vefatında cenaze namazını kıldıran Ustaosmanoğlu faaliyetlerine bundan sonra hız verdi. Fıkıh ağırlıklı bir üslubun benimsendiği İsmailağa Camii çevresi 1980-90 arasında adeta 'İslami getto' diye nitelendirilebilecek bir yapılanmaya gitti.
M.Z.Kotku, Gümüşhanevi'nin 'Kimsenin sakalıyla bıyığıyla sigarasıyla uğraşmayın' tembihini sık sık hatırlatırken Mahmut Efendi 'İslami yaşayış'ın dış görünüşe yansıması gerektiğini savunun bir çizgiyi benimsedi. Ve erkeklerde şalvar, sarık; kadınlarda çarşafı kıyafet şartı olarak koştu. Şimdilerde ağır hasta olan ve artık vaazlara çıkamayan Mahmut Efendi'nin damadı Hızır Ali Muratoğlu 1998'in Nisan ayında muhtemelen dervişlerden biri tarafından camide
ders verirken bıçaklanarak öldürüldü. Cemaat sesini son olarak Beykoz'da inşasına çalışılan külliye/kent ile Cübbeli Ahmet Hoca diye anılan ve Ustaosmanoğlu'nun 'halifesi' olduğu bilinen vaizinin televizyonlara yansıyan konuşmalarıyla duyurdu.

Işık Grubu (Nakşibendi)
İstanbul Eyüp'te bulunan Kaşgari Tekkesi'nin son büyük ismi Abdülhakim Arvasi'nin (Ölümü: 1945) müritlerinden olan Hüseyin Hilmi Işık, şeyhin ölümünden sekiz yıl sonra Kadıköy Müftüsü olan Arvasi'nin oğlundan aldığı icazetle dergâhı canlandırdı.
Adı günümüzde İhlas Grubu diye anılan ve Hilmi Işık'ın damadı Enver Ören'le özdeşleşen cemaat kısmen Mevlevilik ve Kadiriliğin izlerini de taşıyor. Yani müzikli zikir törenleri, cezbe v.s.
Asker kökenli olan Hilmi Işık'ın sağlığında Türkiye gazetesinin yayına başlamasıyla adını duyuran ve bunu gerçekleştirmek için ülke çapında bağış kampanyası açan grup sonradan TGRT televizyonunu ve İhlas Holding'i kurdu. Ancak son dönemde Hilmi Işık'ın Enver Ören tarafından kendisine tahsis edilen bir evde adeta 'tecrit' hayatı yaşadığı da söylenirdi. Bu iddianın doğruluk derecesini bilmeye imkân yok. Ama Işık'ın dergâh görevlerini yapmaktan çekildiği, kimseyle görüşmediği ya da görüştürülmediği de gerçek.

Menzil Cemaati (Nakşibendi)
Siirt'in Baykan ilçesine bağlı Kermat Köyü'nde 1920 yılında doğan Abdülhakim Hüseyni, Suriye'nin ünlü Nakşi şeyhlerinden Ahmet Haznevi'den aldığı icazetle Bitlis ve Siirt çevresinde taraftar toplamaya başlayıp dergâhını Adıyaman'ın Menzil Köyü'nde kurdu.
Onun ölümünden sonra (1972) oğlu Raşid Erol yerine geçti ve Menzil'in adı onunla duyuldu. Diğer cemaatlerden farklı olarak Menzil'de 'imanı tesis' hadis, kelam ve fıkhın önüne geçti. Erol 'Devir öyle ki imanı kurtaralım ve pekiştirelim kâfi...' diyordu. Türkiye'nin dört bir yanından eroinmanların, alkoliklerin 'şifa' için akın akın gittikleri yer oldu Menzil...
Şeyhin dokunması ve duasıyla insanların kötü alışkanlıklarından kurtuldukları inancı yayıldı. Bu arada Ülkü Ocaklı gençlerin de en fazla itibar ettikleri dergâhtı Menzil. MHP içinde (Günümüzde Muhsin Yazıcıoğlu'nun genel başkanlığını yaptığı BBP hareketinin geçmişi o günlere gidiyor..) Nizam-ı ålem hareketi olarak bilinen çıkışın manevi dayanağıydı Erol. Ama şeyhin bir siyasi partiye açıktan destek verdiği veya övdüğü duyulmadı da...
12 Eylül döneminde Erol, Çanakkale'ye sürüldü ama sonradan özellikle PKK faaliyetinin şiddetlendiği dönemde terör karşıtı tavrının etkili olabileceği düşüncesiyle Menzil'e dönmesine izin verildi...
Raşid Erol'un 1993'te ölümünden sonra yerini oğlu aldıysa da hem cemaat merkezini Ankara'ya taşıdı hem de adını sıklıkla ekonomik faaliyetleriyle, özellikle dervişlerin kurduğu şirketlerin belediyelerden aldığı ihalelerle duyurur oldu...

Erenköy Cemaati (Nakşibendi)
Bugün Zihni Paşa Camii'nin etrafında kümelenen cemaat Mahmut Ramazanoğlu'nun (V. 1984-Arabistan) talebeleri olarak nitelenebilir. İmparatorluk döneminin üniversitesi Darülfünun'da okumak için İstanbul'a gelen ve öğrenimini okul birincisi olarak tamamlayan Ramazanoğlu'nun Gümüşhanevi dergâhına devam edip Erdebilli Esad Efendi'den icazet aldığı biliniyor. Tekke ve zaviyelerin kapatıldığı dönemde Adana'ya göçtüğü, orada bir yandan vaazlarını sürdürürken, diğer yandan muhasebecilik yaptığı da... Bir yıl sonra İstanbul'a dönen şeyh, Erdebilli Esad Efendi'nin yaşadığı semt olması bakımından Erenköy'e yerleşti ve Zihni Paşa Camii'nde vaazlar vermeye başladı.
Zengin bir aileden gelmekle birlikte geçimini İstanbul'da muhasebecilik yaparak sürdüren Ramazanoğlu'nun çevresi diğer dergâhlardan farklı olarak üst gelir grubundan insanlardan oluşuyordu ve vaazların ağırlık noktası 'tefsir'e yani Kuran'ın açıklamasına dayalıydı.
ANAP'ın kuruluşunda önemli rol oynayan Topbaş ailesinin, MSP'nin Konya milletvekili olduğu dönemde ünlenen Tahir Büyükkörükçü'nün ve şimdi tanınmış bir köşe yazarı olan Ahmet Taşgetiren'in isimleri Erenköy çevresine yakınlıklarıyla biliniyor.

Rıfailer (Kadiri-Rufai)
Refik Halit'in ünlü romanı 'Kadınlar Tekkesi'ne konu olan dergâh Kenan Rıfai'ye bağlılığın eseri. Ve sadece bu roman dolayısıyla hakkında hayli spekülasyon yapılmış bir cemaat. İyi eğitim almış modern görünüşlü bir şeyh ve kadın müritlerin dergâh faaliyetinde aktif olmasına alışılmamış bir ortamın bu söylentilere kaynaklık ettiği söylenebilir.
Nitekim Kadınlar Tekkesi'nin yayımlanmasının ardından Samiha Ayverdi (Ekrem Hakkı Ayverdi'nin'eşi) ve Nezihe Araz, romana 'reddiye' olmak üzere 'Sevenlerinin Gözünde Kenan Rıfai' ismiyle ortak bir kitap yayımladılar.
Kenan Rıfai tekke ve zaviyelerin kapatılmasıyla dergâh faaliyetini durdurduğunu açıklarken, "Eskiden dış tekkelerde arkadaştık, artık kalp tekkesinde birlikteyiz" demişti. Ölümünden sonra topluluğun sorumluluğunu Samiha Ayverdi'nin üstlendiği ve Kadiri geleneklerini günün şartlarına uydurarak düzenli sohbetlerle faaliyetin devamını sağladı. Bağlıları arasında eski TBMM Başkanı Ferruh Bozbeyli ve Agah Oktay Güner gibi tanınmış siyasiler de olan Ayverdi, ölümünden önce dergâhı araştırma enstitüsüne dönüştürmeyi başardı.

Rufailik nasıl doğdu?
Ahmed el Kebir Rufai peygamber soyundan gelen bir kişi. Hac döneminde yakınlarıyla birlikte Medine'deyken Hz. Muhammed'in mezarına dua etmek için yaklaştığında gökten gelen ve çevrede bulunan herkesin işiteceği bir ses duyulur:
'Merhaba ya veledi!..' (veledi= çocuk...)
Ve mezarın üzerini örten kapağın kalktığı, bir elin uzandığı, Ahmed el Rufai'nin bu eli öptüğü görülür... Meydanda olanlar önce şaşkınlıktan donup kalırlar, sonra acaba gördüklerimiz rüya mı, diye ellerine geçirdikleri sivri şeyleri vücutlarına batırmaya başlarlar... Bu olay o günden itibaren Rufai geleneği olan 'burhan'ı doğurur. Cemaat zikir törenleri sırasında vücutlarına sivri şişler saplamaya başlar. Şeyhin diliyle 'mesh' ederek sapladığı şişin acı vermeyeceğine, sağlık açısından sorun doğurmayacağına ve kanamaya yol açmayacağına inanılır. Şişin girip çıktığı yerde kalan iz 'burhan gülü' diye anılır.
Rufailer Hz. İbrahim'in oğlunu kurban etmek isterken bıçağın kesmemesini 'kılıç burhanı'yla; onun Nemrut'un attığı ateşte yanmamasını 'ateş burhanı'yla tekrar yaşarlar. Kimi Rufai dergâhlarının ahşap sütunlarında başla vurularak çakıldıkları bilinen çiviler hâlâ durur. İmparatorluk döneminde Rufailerin 'burhan'ı düğünlerde de gösteri gibi yaptıkları bilindiği için özellikle genç dervişlerin kendilerini seyreden kızlara caka satmak isterken konsantrasyonlarının kaybolması neticesi yaşanan ölümcül kazalar v.s. de kulaktan kulağa anlatılır.

Süleymancılar (Nakşibendi)
Fatih'in Tuna beylerbeyi olarak görevlendirdiği İdis beyin soyunda geldiği söylenen Süleyman Hilmi Tunahan imparatorluk döneminde darülfünundan dereceyle mezun oldu ve 'derislam' yani ilahiyat profesörü olarak ders vermeye başladı.
Cumhuriyet'in ilanından sonra da İstanbul camilerinde vaizlik yapmaya başladı. Ancak Ankara'nın izlediği siyasetin dini unutturmaya dönük olduğu kanaatine varan Tunahan gençlere ders vermeye başladı. Oluşturduğu Kuran kursları gizliydi ve sık sık takibe uğradı ama önderliğini yaptığı hareket de böylece doğdu.
Devlet resmi Kuran kursları açmaya ve dini eğitim verecek okullar tesis etmeye başladığında Süleyman efendi buna karşı çıktı. "Hem laiklik diyorsunuz hem de oy alacağız diye okul açıyorsunuz..." diyerek tepkisini gösterdi.
Esas olarak Kuran kursları açmak ve gençlere yükseköğrenim süresince burs verip kalacakları yurt temin etmekle sınırlıydı Süleymancılık faaliyeti. Tunahan siyasetle ilgili bir insandı ve Millet Partisi'ni, onun lideri Osman Bölükbaşı'yı açıkça desteklemekten geri durmadı. Damadı Kemal Kacar da gerek Tunahan'ın sağlığında gerekse onun ölümünden sonra (1959) cemaatin sorumluluğunu üstlendikten sonra her dönemde aktif siyasetin merkez sağ partiler çevresinde içinde oldu.

Nurculuk
Kendisinden önceki hiçbir tasavvufi ekolle irtibatlandırılamayacak bir hareket olan Nurculuk, esasen tarikat olmaktan çok bir tefsir ekolü.
Nitekim Bediüzzaman Said-i Nursi (Bediüzzaman = zamanın güzelliği) çağın tarikat değil, 'hakikat çağı' olduğunu çeşitli vesilelerle açıklamıştı. Nitekim maceralı ve romansı bir
hayatöyküsü olan Said-i Nursi, 'Nur Risaleleri' diye anılan ünlü külliyatının dışında, ardında 'halife' bırakmadan öldü.
Medrese't-ül Zehra diye isimlendirdiği üniversitenin kurulmasını sağlamak için imparatorluk döneminde Sultan Reşat'a yaklaştı, sonuç alamayınca İttihatçılara muhalif bir siyaset izledi.
Kurtuluş Savaşı'nı ve Ankara'yı destekledi. Cumhuriyet projesine taraftarlığını açıklayan ilk din adamlarından oldu. Ancak 'Türkler asırlarca İslam'ın bayraktarlığını yaptı, ona kılıç çekilmez' diyerek karşı çıkmasına rağmen Şeyh Said İsyanı sırasında sorgulandı ve 'İstanbul'da ikâmete mecbur' tutuldu.
Sonarki yıllarda da hayatı sürgün, cezaevi ve yargılamalar çerçevesinde devam etti. 1956'da yazdığı risaleler beraat etti ama üzerlerindeki fiili yasak hiç kalkmadı. Said-i Nursi'nin ölümü de yaşamına denk maceralı gelişmelere yol açtı.
Önce Urfa'da Halilülrahman Camii haziresine defnedildi, sonra cenazesi askerler tarafından buradan alınarak bilinmeyen bir yere götürüldü. Nurcular onun ardından önce 'okuyucu-yazıcı'
diye (Bir grup risaleleri okuyarak bir grup yazarak hareketi sürdürmeyi seçtiğinden...) sonra daha çok siyasi sebeplerle ama buna dini gerekçeler bularak hayli parçalandılar.
Yeni Asyacılar, Fethullahçılar, Mehmet Kırkıncı Grubu v.b. Nur cemaatinin ana kollarından olan Zehra Vakfı'nın yakın zamanda Hizbullah'ın hedefi olduğu da biliniyor.
Hizbullah adı verilen oluşum, Nurculuğun İslami mücadele yolunda halkı pasiflik çizgisine ittiği ve kitle tabanı bulmada örgütün önünü kestiği düşüncesinden hareket ediyordu.

Fethullah Hoca cemaati (Nurcu)
Gerçi Fethullah Gülen hiçbir zaman Nur cemaatinden olduğunu söylemedi ama gerek içinde yer aldığı çevre gerekse vaizliği süresince benimsediği üslup onun Nurcu sayılmasına yetti.
Gülen'in yolun başlangıcında Said-i Nursi'den etkilendiği söylenebilirse de zaman içinde 'yeni yorum -açılım' anlayışını benimsediği ve dindar ama sofu olmayan geniş kitlelerin gözünde 'Türkiye'nin sivil dini lideri' olmaya yöneldiğini söylemek daha doğru.
Keza Fethullahçılık diye bir hareketin varlığı, Işık Evleri, vakıflar, medya organları, belirli bir anlayışla idare edilen eğitim, finans kurumları v.s.'nin kazandığı etkinlikle de belli.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: TARİKAT-CEMAAT-DEVLET / Avni ÖZGÜREL
MesajGönderilme zamanı: 09.05.10, 19:58 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 15.11.09, 21:21
Mesajlar: 98
SÖYLEŞİLER

Modernleşmenin simgesi

100. Yıl Üniversitesi öğretim üyesi Dr. Emin Yaşar Demirci 'İskenderpaşa cemaatini sosyolojik açıdan araştırmış bir akademisyen.
Demirci'yle İskenderpaşa ekolünün Nakşibendi geleneği içindeki yerini, Esad Coşan'la yaşadığı dönüşümü ve geleceğini konuştuk.

Tasavvuf düşüncesi içinde Nakşibendiliğin yeri ne?
- 12. yüzyıla kadar uzanan bir gelenek. Kurucusu genel olarak Bahaddin Nakşibend kabul edilmesine rağmen gerçekte Yusuf Hamadani. Onun iki halifesinden biri Ahmed Yesevi diğeri Gücdevani.
Ahmet Yesevi, göçebe Türkmenlere dönük bir üslubu benimseyip geliştirmiş, Gücdevani ise kentli ortadoks bir yol izlemiş. Bahaddin Nakşibend de Gücdevani geleneğine bağlı bir insan. Geleneğin 17. yüzyılda karşımıza çıkan önemli ismi İmam Rabbani, 18 yüzyılda Mevlana Halid Bağdadi, 19 yüzyılda ise Gümüşanevi. İskenderpaşa Dergâhı bu çizginin izleyicisi.
Cumhuriyet döneminde cemaatin tarihinde önemli bir isim daha var; Abdülaziz Bekkine. Zeyrek'te imamlık yapıyor. Bu dönemde üniversite öğrencilerinden bir cemaat oluşturduğunu biliyoruz. Müridleri içinde Nurettin Topçu gibi insanlar var.

Zahit Kotku'nun misyonu neydi?
- Zahit Kotku klasik halkanın son siması. Ama dergâh faaliyetinin ismiyle özdeşleştiği İskenderpaşa Camii'nin tarikat tarihi açısından bir önemi ve özelliği yok. İskenderpaşa bir Hidiv.
Kotku klasik çizginin sonu ise Esad Coşan'ı nasıl değerlendiriyorsunuz?
- Esad Coşan klasik anlamda bir şeyh değil. İmam hatip lisesi mezunu değil, yoğun bir dergâh eğitiminden geçmemiş, babası Kotku'nun yakını. Ama bunlara rağmen daha intisap döneminde öne çıkmış bir insan. Bu da Kotku'nun nereye yönelmek istediği konusunda fikir verir.
Bence Kotku tercihini modernleşmeden yana yapmıştır, demek doğru olur. Zaten cemaatin Esad Coşan'ı 'hocaefendi' olarak anması onun misyonunu doğru ifade ediyor.

Bunu söylerken Coşan'ın klasik çizgiyi izleyen şeyhlerden mahiyeti bakımından farklı bir karizmaya sahip olduğunu mu söylüyorsunuz?
- Klasik şeyhler dönemi bitmişti zaten.
Esad Coşan bunu gördü ve döneminde ilişkiler daha kitabileşti.. Kotku yetişme tarzı itibarıyla yüzyüze ilişkiye yatkındı. Ama şimdi baktığımızda cemaat mensupları arasında Esad Coşan'la yakınlaşmamış belki de onu hiç görmemiş insanlar dahi olabilir. Coşan ağırlığını ve etkisini farklı şekilde kabul ettirip yaygınlaştırmayı benimsedi.

Kadınlarla ilgili yaklaşımı da hayli farklı..
- Bunu dergâhın yayın organlarında görmek mümkün. Kadınlara dönük olarak çıkarılan derginin başlangıçta yazı konularında ev içi faaliyetler ağırlıklıyken giderek bu oran yüzde iki düzeyine kadar indi. Yazılar artık sosyal hayatın içinde rol sahibi kadını ve sorunlarını konu alıyor.. Yemek, çocuk bakımı v.s. yok..

Önümüzdeki çağda tarikatlar konumlarını muhafaza edebilecekler mi?
- Bunlar kalasik anlamda tarikat değil artık. Bir tasavvuf geleneğini devam ettiriyorlar şüphesiz, ama örgütlenme biçimleri çok farklı. Esad Coşan bu açıdan Nakşibendiliği dönüştürmüş bir kişi.

Diğer cemaatler açısından da aynı durum söz konusu mu?
- Sosyolojinin kanunları açısından da tarikatlar sona ermiştir... Artık bunlara cemaat demek, şeyhlere cemaat lideri demek daha doğru bir yaklaşım.

Dergâhlar ne olacak?
- Modernleşmenin yüz yüze ilişkiyi ortadan kaldırdığı düşünülür. Bu gerçek ama madalyonun sadece bir yüzü.
Kaybedilen samimi ilişkiler yeni bir kalıp içinde değişik yöntemlerle fakat bir şekilde inşa edilmek zorunda. Cemaatler bu fonksiyonu görüyorlar.

Esad Coşan'ın bu düşüncelerle dergâhın sorumluluğunu aldığında tepki göreceği sanılıyordu ancak öyle olmadı. Klasik ekolden gelmiş müridler de onun fonksiyonunu benimsediler. İtiraz olamamasını nasıl izah ediyorsunuz?

- Doğru fakat onun döneminde Nakşibendi dergâhı daha yaygınlaştı. Bir de müceddidi geleneğinden geliyor ekol. Yani yeniliği kendi içinde üreten bir gelenekten geliyor. Neden Esad Coşan kabul gördü sorusunun cevabında da bunu bulmak mümkün. Cemaat ya geleneksel çizgiden birisini başa geçirecek ve modernleşme onun önünü tıkayacaktı ve marjinalleşecekti; ya da Esat Coşan'la önünü açacaktı. Kotku yerine onu geçirerek modernlikle gelenek arasında bir bağ kurdu aslında.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: TARİKAT-CEMAAT-DEVLET / Avni ÖZGÜREL
MesajGönderilme zamanı: 09.05.10, 20:01 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 15.11.09, 21:21
Mesajlar: 98
'Cemaatler çağına girdik'

Ege Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Prof. Mehmet Aydın, dini gelişmeleri eleştirel yaklaşımla izleyen bir bilim adamı. Aydın'la tarikatların durumunu ve geleceğini konuştuk.

Tasavvufun İslam'a aykırı olduğu yorumlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Her şeyin İslam'a yabancı tarafları olabilir, felsefenin, kelamın da... Merkezi İslam'dan ne anladığınıza bağlı bu. Ortada bir vahiy var ve fikir var. Kelam ondan çıkıyor, teorik kelam ve rasyonel kelam dediğimiz şey vahiyden çıkıyor. Hayatı düzenleyen ahlak ve hukuk kurallarına kaynaklık eden hususlar yanında, iç dünyayı düzenleyen bir boyut da var. Tasavvuf burada oluşuyor. Dolayısıyla tasavvuf İslama ters düşer demek de yanlış, İslam tasavvuftur demek de...

Tasavvuf ve modernite karşıt mı?
Modernite bir manada globalleşmedir. Bu bireysel durumları, varoluşu hesaba katmayan bir soyutluğu da getiriyor. İnsanı iç dünyasında yalnızlığa itiyor. Kalabalık içinde yalnızlaşan insan kendisi gibi düşünenlerle, kendisinden daha iyi düşündüğüne inandıklarıyla, sıkıntısını paylaştıklarıyla birlikte olma eğilimine giriyor. Bunun mutlaka dini çerçeve içinde olması gerekmiyor. Onun için modernite cemaatleri ortadan kaldırmıyor aksine çeşitlendirip büyütüyor.

Teknolojik gelişmenin etkisi...
Geçmişte tarikatlar alet edevat veya telefon yokluğundan mı kuruldu ki, şimdi teknoloji gelişti onlara ihtiyaç kalmadı diyelim. İddialı gelebilir, 21. yüzyıl cemaatler yüzyılı olacak... Modern imkânlar, global cemaatleşme imkânını doğurdu. Eskiden duyardı insanlar, İspanya'da Hindistan'da çok önemli bir mürşit var diye. Aylar süren yolculuk, çile vesaire... Şimdiyse internetten mürşide ulaşabiliyor, chat yapabiliyorsunuz...

Modernite karşısında tarikatların hiç problemleri yok mu?
Var. Muhammed İkbal'in 1930'larda belirttiği şekliyle kendi kendilerini yenileyemediler; bilgi ve tasavvufi teknikler bakımından... Bizde de yenileşmemiş bilgi ve tasavvufi çerçeveyle cumhuriyete girdiler, kapandılar. Yeraltına girdiler. Yeraltında zenginleşmedi, kendini koruma mekanizması sonucu bir oranda radikalleşti hattı.

İllegalite ayıklanmaya engel oldu...
Evet, iyiyle kötü ayırt edilemedi. Meydan boşluğu fırsatçılara imkân verdi. Tarikat göz önünde olsa bilenler kötüyü yakalar, bilmeyen ondan öğrenir. Ama gizlilik kötünün yakalanmasına engel oldu, polisiye olaylar vesilesiyle insanlar pek çok kişinin canı yandıktan sonra durumdan haberdar oldu.

Söylemlerini yenilemeleri de bir sorun değil mi?
İstanbul'da yaşayan ve kafasında binbir problemi olan bir genci düşünün. Bu üç yüz sene önce dağda gezen Türkmenimiz değil... Metropoldeki insan televizyonun karşısında, internetin karşısında. Buna, 'Şeyhin karşısında cenaze yıkayıcısının elindeki ceset gibi olacaksın, şeyhinden daha faziletli kimseyi düşünmeyeceksin' denilirse çözüm üretilemez, sorun doğurulur.

Kuran merkezli akımların şansı daha çok o zaman.. Yani tasavvufun ritüel tarafının ön plana çıkmadığı..
Kuran'dan daha çok etkilendiğini söyleyebileceğimiz hareketler, mesela Risale-i Nur gibi önem kazanıyor tabii. Orada bilgi önemli, itaat çok öne çıkmıyor. Zaten bizde Kuran yeterince ağırlıkla önde olmadığı için her tür bilgi ve tefekkür ikinci planda kaldı. Televizyonda yakın zamanda izledim, bir şeyhten söz ediliyor, o bilir, deniliyor. Şeyhin bilgisi açıklanmış bilgiyse mesele yok, açıklamamış ve kendinde kalmışsa o da beni ilgilendirmiyor. Ama benim çocuğuma yön verecek bilgiden söz ediyorsak bunun ortalıkta, açık, eleştirilebilir olması lazım.

Ancak şimdi öyle bir seçicilik ve araştırma hassasiyeti yok gibi..
Aklı başında insanlar tanıyorum, senin intisab ettiğin şeyhin şu şu görüşleri yanlış dediğimde gözleri yaşarıyor, ona da bağlanmazsam ne yapacağım, diyor. Açıkçası bu tavır, Kuran müminine yakışmayan bir haleti ruhiye. Bir taraftan bilgi ürettiklerini söylüyorlar ama öbür taraftan o bilgiyi tartıştırmıyor, yaşa ve gör diyorlar. Şeyh olarak bilinenlerden bir kısmının ciddi ruhsal sıkıntıları var. Ona bağlı olan üniversite mezunu insanlarla bile bunu tartışamıyorsunuz. Yakından tanıdığım birinden ağabey diye bahsettiğim için hayli tarize uğradım. Sıradan bir adamdan bahsediyorum diye. Kişilerin kendisi buna sebep oluyorsa o da vebaldir bence. İrşad konumunda olanların bir kısmı eski dostlarından uzak durur. Bunun sebebi eski tanıdıklarının ona hazret, şeyhim, efendi, hocam diye değil ismiyle hitab etmeye eğilimli olmasıdır. Çevrelerindeki insanların bu seküler sözcükleri duymasını istemezler..

Sanal ortamın cemaatleri güçlendirmesi mümkün mü?
Dergâhın yerine sanal dünya geçerse korkarım şeyh-mürit ilişkisi de sanal olur. Tarikat edebi ve ahlakı yüz yüze ilişkide yakalanır, internet sayfasında insani bir ilişki yok. Dolayısıyla yüzeyselliğin huy haline gelmesi ve sorun doğurması ihtimali yok değil.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: TARİKAT-CEMAAT-DEVLET / Avni ÖZGÜREL
MesajGönderilme zamanı: 09.05.10, 20:05 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 15.11.09, 21:21
Mesajlar: 98
"Ne şeyhim ne de ideolog"

Fethullah Gülen, Türkiye'de son yıllarda gündeme en sık gelen ve en çok tartışılan din adamı. Hakkındaki iddiaları pek çok kez yalanlamasına, mahkemelerin verdiği beraat kararlarına ve kimi zaman geçmişte söyledikleriyle ilgili olarak kanaatinin değiştiğini ifade edip yansıyan haliyle üslubunu kendisinin de beğenmediğini söylemesine rağmen ismi etrafında koparılan fıtına dinmiş değil.

İki senedir basına hiçbir açıklama yapmayan Gülen'le neyi temsil ettiği üzerine konuştuk.

Sizin isminizle anılan bir grup var, Fethullahçılar tanımına tepki göstermenizin sebebi ne?
- Bu kişileştirilmiş ve en hafif deyimle recinde edici bir sıfattır. Bu şayet bir tarikatı ifade için kullanılıyorsa, ben tarikat şeyhi değilim. İdeolog falan da sayılmam. Bu tabiri bana itibar eden, saygı gösteren insanlara saygısızlığın bir ifadesi olarak görüyorum.

Tarikat nitelemesini yanlış buluyorsunuz, cemaat denilmesine de muhalifsiniz..
- Bir tarikat geleneğini sürdürüyor olsam bunu ifade ederim. Cemaat kelimesi de gündelik hayatta daha ziyade dini topluluklar için kullanılıyor.
Oysa hizmet fikriyle yola çıktım ben ve hatırımı kırmayan insanlar arasında farklı düşüncelere, inançlara sahip olanlar var.
Bir şekilde benimle irtibatlandırılan bir vakfın düzenlediği Abant toplantılarını izlediniz, orada herhangi bir dine mensup olmadığını söyleyenler de, Hıristiyanlar da vardı sanırım.
Onlarla birlikte irticai faaliyet yapıyor oluyorum, bunu anlamak mümkün değil. Doğrusu ise ülkemizde bir fikir hamlesinin, düşünce faaliyetlerinde zenginleşmenin başlamasını arzu eden herkesle birlikte olduğum. Din görevlisi geçmişim var, vaizlik yaptım. Bundan dolayı fikir alanında ne yapsam, kime ne nasihat versem bunun irtica sayılmasını içime sindiremiyorum, medeni bir ülkede kimsenin de sindirmemesi lazım.

Fikir hareketinin lideri misiniz?
- Ben bu hareketin başında, lideri falan değilim. Ama teşvik ediyorum. Kim kendisini sevenleri iyiye doğruya topluma hizmete teşvik etmez ki. Ben öteden beri yapıyorum bunu.

İsminizle anılan topluluğun eğitim kurumları, finans şirketleri, medyası..
- Bütün okulların kurucuları, destekleyicileri belli. Benimle tek münasebetleri saygıları ve teşvikim. Bir tek okulda devletimizin rahatsız olmasını gerektiren tek bir şey olmadığına eminim.
Çünkü bunları kuran insanların Türklük şuurundan ve iyi niyetlerinden eminim. Açılışına katılmaktan veya sahiplerini tanıdığım için başarı dilemekten öte bir münasebetimin olmadığı şirketlerin bana aitlermiş gibi gösterilmesi de bir başka üzüntü kaynağıdır.

Bir yandan yargılanıyorsunuz. Türkiye'ye dönecek misiniz?
- Yargıyla ilgili olarak konuşmak istemem. Burada sakin bir ortamda tıbbi gözetim altındayım.
Türkiye'de olsam, sevenlerim, eşim, dostum ziyaretime gelir gider belki o da yanlış anlaşılır. Ama neticede ben burada misafirim, toprağımıza hasretim... Devletime küsemem ve Türkiye'den başka gidecek yerim de yok.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 6 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 1 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye