Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 2 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: Suriyeli Muhammed Ebu'l-Hudâ el-Yakûbî Hocayla Mülakat
MesajGönderilme zamanı: 18.04.10, 13:20 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Moderator
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 26.12.08, 08:19
Mesajlar: 583
Suriyeli Ünlü Davetçi ve İlim Adamı Muhammed Ebu'l-Hudâ el-Yakûbî Hocayla Mülakat
Röportaj: Ömer Faruk Tokat Rıhle dergisi 7. Sayı
Resim

.
Ebu'l-Hudâ el-Yakûbî: İnsanın kendisinden bahsetmesi zor bir şey. Ancak zaruret miktarı bir açıklama yapayım. Şam'da doğdum. Allah'ın bir lütfu olarak bir ilim ailesinde gözlerimi dünyaya açtım. Babam İbrahim el-Yakûbî (rh. a) Emevî Camii imamı ve müderrisiydi. Şam'daki en büyük Hanefî fakihi olarak kabul edilir, Şam'ın allâmesi olarak anılırdı. Mutavvel, el-Atvel ve el-Akâidi'n-Nesefiyye şerhlerini onun kadar güzel okutan başka kimse yoktu. el-Hidâye'yi 18, Hâşiyetü İbn Âbidîn Raddü'l-Muhtâr'ı 3, el-Akâidü'n-Nesefiyye'yi yanılmıyorsam 3 defa okutmuş. İbn Hişâm'ın Muğni'l-Lebîb 'an Kutubi'l-E'ârîb
adlı eserini 22 defa okutmuş. Kendisi şair ve sûfî bir zattı. Kutup ve velî kabul edilirdi.

Dedem İsmail el-Yakûbî de büyük bir sufiydi ve o da kutup ve velî kabul edilirdi. Dedemin kardeşi Emevî Camii imamıydı. Babamın dayısı da –ki dedemin amcasının oğludur- Emevî Camii imamı ve müderrisiydi. Yani bizim ev ve aile başından beri hep bir ilim ortamı olmuş… Ailemizin nesebi Hz. Hasan efendimiz yoluyla Hz. Peygambere (sallallâhu aleyhi ve sellem) dayanır.

Bu fakir 5 yaşımdan itibaren ilme yönlendirildim ve babam rahmetli, el-Cezeriyye, er-Rahabiyye, el-Cevhera, el-Beykûniyye, el-Elfiye'nin yarısı, eş-Şâtıbiyye'nin yarısı, Muallakâttü's-seb'a vb. meşhur metinleri beş yaşımdayken bana ezberletti. Ayrıca nahiv dersleri verdi. Yedi yaşımdayken Nûru'l-Îzâh okuttu. Cevheretü't-Tevhîd haşiyesi el-Bâcûrî'yi okuduğumda yanılmıyorsam 12 yaşımdaydım. el-Hidâye'yi 14 yaşımda okudum. İlk Cuma hutbesini 14 yaşımda verdim. 17 yaşımdayken Şam'ın camilerinden birine hatip olarak tayin edildim. O zamanın en genç hatibiydim. Babam 1985'te vefat ettiğinde kendisinden münazara, vad', mantık, usûl, fıkıh vb. İslamî ilimlerin muhtelif sahalarında yaklaşık 500 ders okumuştum. Şimdi ise okuduğum ilimleri okutmaya çalışıyorum. Ayrıca Suriye dışında davet çalışmaları yapıyorum.

Ömer Faruk Tokat: Tasavvufla irtibatınız nasıl başladı?

Ebu'l-Hudâ el-Yakûbî: Babamdan Şazelî tarikatı icazeti aldım. Babam sülûk olarak Şazelî; feth olarak Kadirî idi. Ayrıca birçok tarikattan icazeti vardı. Tarikat dersi ve evradını sadece havâs/özel kimselere verirdi. Bu yüzden yalnızca 50 müridi vardı.

Şu anda tasavvuf metinleri de okutuyorum. Tasavvuf ve ilim birbirinden ayrı düşünülemez. Şeriat ve hakikat birbirinden ayrılmaz. Bunlar bir kuşun iki kanadı gibidir. İnsan Allah'a ancak şeriat ve hakikatle birlikte ulaşabilir. Bizim mezhebimiz ve tarikatımız bu şekildedir.

Az önce de söylediğim gibi insanın kendisinden bahsetmesi gerçekten zor. Ancak Allah'ın lütfettiği nimetleri zikir babından burada bazı hususları size anlatıyorum. Allah Teâlâ bu fakir ve miskin kuluna birçok lütufta bulundu. Rabbim bu fakiri 1000'den fazla kişinin Müslüman olmasına vesile kıldı. Beni buna vesile kılan Allah Teâlâ'ya ne kadar hamd etsem azdır.

Buhârî'yi baştan sona dört defa, Sahîh-i Müslim'i iki defa ve el-Muvatta'yı altı defa okuttum. Şam'daki derslerimizde Kütüb-i Sitte'yi takip ediyoruz. Ebû Dâvud ve et-Tirmizî'yi de bitirdik, en-Nesâî ve İbn Mâce kaldı. Bu hadis kitaplarını rivayet ve zabt ile okuyoruz. Şimdilerde Emevî Camii müderrisliği yapıyorum. Çarşamba günleri Âdâbu'l-Bahs ve'l-Münâzara okutuyorum. Şeyh Muhyiddîn b. el-Arabî Camiinde Mağripli Ahmed Zerrûk hocanın kitaplarını okutuyorum. Kavâidü't-Tasavvuf adlı eserini yaklaşık üç buçuk senede şerh ederek okuduk. Şimdi ise İânetü'l-Müteveccih el-Miskîn alâ Tarîki'l-Feth ve't-Temkîn adlı eserine başladık. Cuma günleri er-Risâle el-Kuşeyriyye okuyoruz. Bu derse Türkiyeli ilim talebeleri de katılıyor. Ayrıca kendi evimde yaptığımız özel halkalarda İmam Şâtıbî'nin el-Muvâfakât'ını, el-Harîrî'nin Makâmât'ını, ve Hindli âlim Muhammed el-Ferhârî'nin el-Akâid en-Nesefiyye üzerine yaptığı yeni şerhi okuyoruz.

Talha Hakan Alp: Az önce Allah Teâlâ'nın sizi binden fazla kişinin hidayetine vesile kıldığından söz ettiniz. Şüphesiz ilginç hadiselerle karşılaşmışsınızdır. Bize biraz bunlardan söz edebilir misiniz?

Ebu'l-Hudâ el-Yakûbî: Londra'da yaşadığımız bir hadiseyi anlatayım. Ben normalde içinde gayr-i Müslimlerin de bulunduğu bir mecliste konferansa başlamadan önce hâzirûndan gözlerini kapatıp benimle birlikte yüksek sesle üç defa kelime-i şehâdet getirmelerini isterim. Bu, bir telkin yöntemidir. Bununla ilgili sûfiler nezdinde muttasıl bir hadis vardır. Buradan hareketle mecliste bulunan herkese yüksek sesle 3 defa kelime-i şehadeti söylettiririm. Bunun bir sırrı var… Böyle yapınca bazılarının kalbi Allah'ın izniyle İslam'a açılıyor.

Londra'da yine böyle bir konferanstaydım. Salonda üç binden fazla insan vardı. Çoğunluğu müslümandı. Hamdele, salvele ve mukaddimeden sonra salondaki herkesin gözlerini kapatıp benimle birlikte yüksek sesle kelime-i şehadeti tekrarlamasını rica ettim. Bir sonraki gün Amerikalı meşhur davetçi Hamza Yusuf'la birlikte İngiltereli bir müslümana davetliydik. Bu arada, Hamza Yusuf şerî ilimleri bu fakirden tahsil etmiştir. Beraber on iki kitap okuduk. Hamza Yusuf Ehl-i Sünnet akidesine bağlı değerli bir hocadır. Ev sahibi David adında bir arkadaşını da davet etti. Ben o arada zikirle meşgulken Hamza Yusuf hoca David'e İslam'ı anlatıyordu. David de diretiyor, onunla tartışıyordu. En sonunda David, "Müslüman olmak için zamana ihtiyacım var" dedi. Hamza Yusuf, "tabii ki… siz iyice düşünün zamanınız var" dedi. Bu arada ben lafza-i celâli tekrarlıyordum. Zikir esnasında bu adamın kalbine teveccüh etmek geldi aklıma. Bir taraftan zikrediyor bir taraftan da David'in kalbine nüfuz etmek istiyordum. Lafz-ı celal çok güçlü ve müessirdir… İnsanı vakum gibi çeken bir çekim alanı vardır. Manevî bir hal kapladı beni. Hemen dedim ki, "Hayır David! Ne senin ne de benim beklemeye zamanımız yok. Lütfen yaklaş" dedim ve dizdize geldik. Ona, "biliyorum ki sen hakikati biliyorsun ama korkuyorsun ve müteredditsin. Hakikat konusunda endişelenmeye ve tereddüde mahal yoktur. Lütfen elini elime bırak. Müslüman olman gerektiğini ve hakikatin İslam'da olduğunu hissediyor musun?" dedim. "Evet" dedi. "Söyleyeceklerimi tekrar eder misin?" dedim. "Evet" dedi ve birlikte "Eşhedü en lâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammede'r-rasûlullâh" dedik. İsmini değiştirip Davud yaptık. Evine gitti, gusül aldı ve geldi. Ev sahibimiz Abdüllatif ona namazı öğretti. Allah Davud kardeşimizi Fas'ta bir işle rızıklandırdı ve orada Müslüman bir hanımla evlendi.

Ben fırsatların ertelenmeksizin değerlendirilmesi gerektiği kanaatindeyim. Hidayet için beklemeye zamanımız yoktur. Bir gün bir gayr-i müslimle karşılaşırsanız sakın, "daha sonra anlatırız. Belki kabul etmez" demeyin. Bize düşen anlatmaktır… Hidayet Allah'tandır. Kalpler Allah'ın elindedir. Muhatabınız bazen bin defa anlattıktan sonra kabul eder. Bazen de biriyle karşılaşırsınız ve asla kabul etmeyeceğini sanırsınız ama o, ilk anlattığınızda kabul edebilir.

Bir defasında New York'ta bir lokantaya girdik. Lokanta işletmecisi Şam'ın kuzeyinde Lazkiye'den tanıdığım bir Müslüman… Bizden sonra lokantaya bir genç geldi. Lokanta işletmecisi, "bu delikanlı Lübnan Mârûnîlerinden" dedi. Mârûnîleri biliyorsunuz… İslam'a düşmanlık yapanların en aşırılarındandırlar. Onlardan birinin Müslüman olması tasavvur edilemez. Ben, "bu delikanlıyı İslam'a davet etmeliyiz" dedim ve genci masamıza davet ettim. "Buyrun oturun" dedim. Halini hatırını sorduktan sonra, "Müslüman olmayı hiç düşündün mü? Sen İslam'ı biliyorsun. Kur'ân'ın icâzını biliyorsun. Hem sonra Arapsın ve Arapça konuşuyorsun. Niçin tereddüt ediyorsun. Sen delikanlı adamsın, cesur olmalısın" dedim. Bunun üzerine o genç kelime-i şehadet getirerek Müslüman oldu.

Bir defasında New York İslam Merkezi'nde vaaz ediyordum. New York İslam Merkezi Ramazanlarda ve yaz aylarında bu fakiri oraya davet eder ve orada ders, vaaz ve davet çalışmaları yaparız. Günde iki ders yaparız. Derse katılanlar ilim talebeleri ise mesela el-Akîdetü't-Tahâviyye veya Kudûrî şerhi el-Lübâb okuyorsak önce metnin Arapçasını okurum daha sonra İngilizceye tercümesini yapar ve İngilizce olarak dersi açıklarım. Vaazlar ise ayet ve hadislerin dışında hep İngilizce olur. Cuma hutbelerine Arapça olarak başlar, İngilizce açıklamadan sonra yine Arapça bir konuşmayla bitiririm. Her hutbeden sonra mutlaka İslam'a giren bir ya da daha fazla kişi olur. Ramazan'da insanların dine daha fazla yöneldikleri bir vakıa. İnsanlar evlerine davet eder ve arkadaşlarını da çağırırlar. Allah Teâlâ bu fakire fasih İngilizce lütfetti. Birisi arkadaşını camiye çağırdığında arkadaşı, "camide ne yapayım. Hoca çok sıkıcı şeyler söylüyor. Ayrıca İngilizceyi de doğru düzgün bilmiyor" diyor. İngilizcesi iyi ve ilmî altyapısı sağlam olan bir hoca olduğunda, "yeni bir hoca geldi. Bu farklı bir hoca" diyorlar. Az önce de belirttiğim gibi Allah bana çok iyi bir İngilizce lütfetti. Konuşmalarımda İngilizce deyimler ve atasözleri kullanıyorum. Misaller getiriyorum. İngilizce şiirlerim var. Oradaki Müslümanlara, "Siz arkadaşlarınızı getirin. Gerisi Allah'a aittir. Bize düşen tebliğ etmektir. İnşallah kalpleri hayra açılacaktır" diyorum.
Bir defasında Cuma hutbesi okudum. Fakat kimse Müslüman olmadı. Normalde orada hutbeden sonra ilan ediyorlar: "Kelime-i şehadet getirmek isteyen mihrabın yanına gelsin" diyorlar. Mihrabın yanına kimse gelmeyince dedim ki, "bir yerde yanlış yaptık. Sıdkımızda ve ihlasımızda bir halel var" diye düşünmeye başladım. Namazdan sonra caminin kapısında duran iki bayan dikkatimi çekti. Bir tanesi örtülü ve Müslüman, diğerinin ise başında şal vardı. Müslüman olanı, arkadaşını işaret ederek, "bu, Müslüman olmak istiyor ama utangaç olduğu için mihrabın önüne gelemedi" dedi. Rabbime hamdettim. Çünkü her hutbemin sonunda Müslüman olan biri mutlaka oluyordu ve hamdolsun bu defa da olmuştu. Bu, Allah'ın bu dine has kıldığı bir izzettir. Bize düşen bu dine hizmet etmektir.

Talha Hakan Alp: Bu insanlar Müslüman olduktan sonra zamanla dinde tereddüde düştükleri, kabullenemedikleri meseleler oluyor mu?


Ebu'l-Hudâ el-Yakûbî: Bu, aslında onlarla olan beraberliğimizle/sohbetimizle ilgili bir durum. Eğer onlar için Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'e mensup salih insanlardan oluşan bir sohbet ortamı sağlanabilirse İslam'ı doğru olarak öğrenebiliyorlar ve kalpleri inşirah buluyor. Ama Vehhâbîler ve benzeri akımlara mensup kimselere tesadüf ederlerse o zaman birtakım arızalar olabiliyor. Ama maalesef biz Müslümanların yeni mühtedilere yardımcı olacak ve onları yönlendirecek dörtbaşı mamur bir programları yok. Yani o insanların Müslüman arkadaşlarıyla ilgili bir durum bu. Benim bildiklerim İslam'ı Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat çerçevesi içinde öğreniyor ve yaşıyor. Çünkü biz, Müslüman olduktan sonra onlara Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat mensubu hocaları tavsiye ediyoruz, onlarla tanıştırıyoruz.

New York'ta Türkiyeli bir kaari/Kur'an kıraatinde mahir bir kimse var. Ezher mezunu… Adı, İsmet Hüsnü. Değerli bir insan… Çok güzel Arapça konuşuyor. Sesi de çok iyi. Kur'ân-ı Kerim'i Mısır'da Ebu'l-Ayneyn Şüayşa' hocadan okumuş. Mısır'a gitmeden önce de Türkiye'de medreselerde tahsil görmüş. Yeni Müslüman olanlara fıkıh ve akide dersleri veriyor.

Bir teravih sonrası mescide saygı gereği başını şalla kapatmış Amerikalı bir kız geldi. Elinde de Abdullah Yusuf Ali'nin İngilizce Kur'ân meali vardı. Mealin sayfaları arasına bir sürü kâğıt koymuş… O kâğıtlar üzerine notlar düşmüş. Aklına takılan hususları yazmış… "Sorularım var" dedi ve sorularını sormaya başladı. Soruların ardı arkası kesilmiyordu. Ben de bilgim yettiğince cevap verdim. Dedim ki, "hayli sorun varmış ama benim sorularım seninkilerden daha fazla." Kızın soruları Kur'ân-ı Kerim'de anlayamadığı yerlerle ilgiliydi. Aslında özellikle Müslüman kültür içinde yaşamayan bir insanı Kur'ân mealiyle baş başa bıraktığınızda bazen o kişinin hidayet yolu kapanabiliyor veya beynine şüpheler hücum edebiliyor. Benim kanaatim İngilizceye Kur'ân-ı Kerim tercüme etmek yerine anlaşılması güç yerleri izah eden, sebeb-i nüzûlü anlatan, ahkâm ve akide ayetlerini açıklayan muteber bir Kur'ân tefsiri tercüme edilmelidir. Çünkü Kur'ân-ı Kerim, tercümesi mümkün olmayan mucizevi bir kitaptır. Onun ayetlerinde fasahat ve belagat vardır. Bir Arap bile onu ancak tefsirle anlayabilir. Bu kızın Müslüman olmayı düşündüğünü anladım. Bazen bir kişi Müslüman olmayı düşünür ve çoğu zaman ona meal tavsiye ederler. O kişi de o meali okur fakat etrafında, kafasına takılan, anlayamadığı yerleri soracak kimse bulamadığı için o meali de, Müslüman olma düşüncesini de aklından çıkarır. İşte İngilizce Kur'ân meali okuyan bu kızın da kafasında bir sürü soru işareti oluşmuştu. Ben ona kalp ve teslimiyet konularından yaklaştım. "Benim seninkilerden çok daha fazla sorum var. Soru kapısını açtığınızda Şeytan aklınıza o kadar çok soru getirir ki… Bu yüzden öncelikle Allah'a teveccüh ederek O'ndan hidayet dilemelisin. Allah'a sıdk ile teveccüh edip yöneldiğinde zihnindeki bütün sorular cevap bulacaktır." Yaklaşık on dakika konuştuk. "Eğer müsaitseniz yarın tekrar geleceğim" dedi. Bir sonraki gün geldi. Masamın üzerinde Şeyh Abdulkadir el-Geylânî'nin Mefâtîhu'l-Gayb kitabı duruyordu. Ondan ders yapıyordum. Bu kitabın İngilizce çevirisi çok güzel ve kolaydır. "Bu kitabı al ve oku" dedim. Kitabı aldı ve dört gün sonra tekrar geldi. "Kitabı okudum ve Müslüman olmaya karar verdim" dedi. Biliyorsunuz bu kitabın muhtevası insanı kalbinden yakalar. Rıza, şükür, mevt-i manevî, ruh, insanın Allah'la ilişkisi, kalbin manevî hastalıkları ve bunların tedavi yöntemleri vb. konuları coşkun bir dille anlatır. "Şeytan, şüphelerini artırmak için sürekli sorular getirir insanın aklına. Soruların ardı arkası kesilmez. İslam'a girip Allah'a teslim olmadıkça bu sorulardan kurtulamazsın" dedim. Mescidin içinde iki şahidin huzurunda kelime-i şehadet getirerek Müslüman oldu.

"Bir sorunum var; ben Faslı bir gençle birlikte aynı evde nikâhsız yaşıyorum. Ev arkadaşımın Müslümanlıkla hiçbir bağı kalmamış. İçki içiyor ve Amerikalı bir müzik grubunda şarkı söylüyor" dedi. "Lütfen git ve tekrar geldiğinde onu da getir" dedim. Bir sonraki gün ikindi namazından sonra geldiler. Gencin tuhaf bir giyim tarzı vardı. Dar elbiseler giymiş ve saçlarına garip bir şekil vermişti. Üzerinde Müslümanlığına delalet eden hiçbir emare yoktu. Utanıyordu… Çünkü kız arkadaşı Müslüman olmuş kendisi ise bütün İslamî değerlerinden sıyrılmıştı. İsmi Rıdvan'dı. Öncelikle Müslümanlığını tecdid ettik. Daha sonra onu tevbeye davet ettim. Hadislerde geçen tevbe zikirlerini öğrettim. İki tane şahit getirdik ve nikâh akitlerini yaptım. Daha sonra bu kız örtündü. Yerel bir radyoda müdür olarak çalışıyordu. Başörtüsünden dolayı işten çıkarıldı. Kadir gecesinden birkaç gün önceydi. Kızın kocası yanıma geldi. Ona saçlarını tıraş etmesini öğütledim. Sesi gerçekten çok güzeldi. "İslamî kasidelerden hangisini biliyorsun?" dedim. "Hiç bilmiyorum" dedi. "Yâ erhame'r-râhimîn / Yâ emâne'l-hâifîn" vb. bazı kaside ve zikirleri bir kâğıda yazarak kendisine verdim. Kadir gecesi mescidde hem okudu hem ağladı. İnsanlar da onunla birlikte ağladı. Daha sonra bir gün bana telefon açtı. Bir hadiseyi paylaşmak istediğini söyledi. Bir müzik grubunda şarkıcılık yapan bir arkadaşını aramış ve benim öğrettiğim o "Yâ erhame'r-râhimîn / Yâ emâne'l-hâifîn" zikrini yüksek sesle ve makamla arkadaşına okumaya başlamış. Arkadaşı "tevbe mi ettin?" deyince "evet" demiş. Arkadaşı, "öyleyse ben de tevbe ediyorum" demiş. Birlikte mescide gelmek istediklerini söyledi. Bir gün sonra geldiler. Arkadaşı da Müslümanlığını yeniledi ve tevbe etti. Aradan altı ay geçtikten sonra karşılaştım Rıdvan'la… Çok değişmişti; sakal bırakmış ve yüzü nurlanmıştı. Önce tanıyamadım. "Hocam, ben Rıdvan" dedi. Ayda elli bin dolar kazandıran şarkıcılık mesleğini terk ederek süper marketlere gıda dağıtımı yapan bir şirkette çalışmaya başlamış. Cuma namazlarına gitmesini sorun etmişler. "Ben Rabbime ibadet etmek için ayda elli bin dolar kazandıran bir mesleği terk ettim. Bu işi hayli hayli terk ederim" demiş. O sırada çalıştığı şirket mali krize girince işten çıkarılmak üzere yetmiş kişinin adını müdüre göndermişler. İçlerinde Rıdvan da varmış. Müdür, Rıdvan'ın adını listeden çıkarmış ve kendisine Cuma izni de vermiş. Daha sonra Rıdvan Kur'ân-ı Kerim'i ezberlemeye başlamış. Eşi de Kur'ân-ı Kerim'den üç cüz ezberlemiş ve davet çalışmaları yapmaya başlamış. Rıdvan yazın Fas'a döndüğünde annesi oğlunun yeni haline inanamamış.

Bütün bunları niçin anlatıyorum? Aslında bu ümmette çok hayır var. Ancak biz dine hizmette kusurlu ve ihmalkâr davranıyoruz. Batı ülkelerinde, şerî ilimleri iyi okumuş ve İngilizceyi çok iyi bilen en az bin tane âlime ihtiyaç var. Bugün batıda davet çalışmaları yapanların yüzde 99'u şerî ilimleri esaslı bir şekilde okumamış kimseler. Şerî ilimler çok önemlidir. Bu ilimlerde hüccet var, beyan, izah ve delil var. Şeriatın hükümlerinde utanılacak hiçbir şey yoktur. Bugün Batıda davet çalışması yapan bazı insanlar hırsızın elinin kesilmesi gibi şerî cezaları anlatırken utanıyorlar. Şerî ilimleri tahsil etmedikleri için mesela recm cezasını anlatamıyorlar. Bazıları da batılılara şirin görünmek için recmi inkâr ediyor. Hâlbuki Din güneş gibi açıktır. Ancak Batıda davet çalışması yapanların çoğu doktor, mühendis, siyasetçi ve aktivist şahsiyetler. İlim sahibi kimseler değiller. Hâlbuki orada şeriat ilimlerini çok iyi bilen ve bunu İngilizce olarak takdim edebilen âlimlere ihtiyaç var.

Ömer Faruk Tokat: Ama genel görüntüye baktığımızda şerî ilimler yerine ayet ve hadislere yönelmeye teşvik var. Suudi Arabistan başta olmak üzere bazı körfez ülkelerinin desteğiyle dünyaya yayılmaya çalışan selefî yaklaşımlardan söz ediyorum.

Ebu'l-Hudâ el-Yakûbî: Ben de bundan söz ediyorum. Bu büyük bir yanlış ve sapma.

Talha Hakan Alp: Batıda davet çalışmaları yaparken diğer dinlerin ve fikirlerin mensuplarıyla tartışmalarınız oluyor mu?

Ebu'l-Hudâ el-Yakûbî: Genel konferanslarda pek tartışma olmaz. Sorular yazılı olarak sorulur. Ama İsveç ve İngiltere'de papazlarla münazaralarımız oldu. "İsa nasıl tanrı olur? Bunu açıklamanız gerekiyor" dedim. "Allah İsa'ya hulul etti" dediler. "Öyleyse Allah, İsa'nın neresindedir? Nasıl hulul etmiştir?" vb. sorular karşısında aciz kalıyorlar. Sonunda işi, "bu, bizim aramızda bir sırdır" noktasına getiriyorlar. Sıradan insanlardan gelen itirazlar ise daha farklı. Mesela "İslam'ın rahmet dini olduğunu nasıl söylüyorsunuz? Hâlbuki bu din, adam öldürmeyi emrediyor" diyorlar. "İslam kadını eziyor" diyorlar. 1993 ya da 1994 senesinde İsveç'teki konferanslardan birinde beş yüz kişilik salonda yalnızca beş tane Müslüman vardı. Bir misyoner, İngilizce bir Kur'ân meali getirdi ve önceden işaretlediği "boyunlarını vurun", "müşrikleri yakaladığınız yerde öldürün" gibi ifadelerin geçtiği bazı ayetleri okudu. "İşte sizin anlattığınız din, bu dedi."

"Kur'ân, Müslümanların temel kitabıdır. İçinde hem savaş hem de barış durumuna dair hükümler vardır. Sizin okuduğunuz bu ayetler savaş durumuyla ilgilidir. Barış durumunda ise böyle şeyler olmaz. Barış durumu emniyet durumudur. Barış durumunda müslümanın kimseye zararı olmaz" dedim.

Bir defasında da bir adam gelerek, "eğer söylediklerin doğruysa bugün Müslümanlar niçin birbirini öldürüyor?" deyince, cevaben dedim ki: "Son yüzyıl içinde Hıristiyanlar arasındaki savaşlarda mesela sadece 1. ve 2. dünya savaşlarında 40 milyon insan öldü. Müslümanlar arası savaşlarda ölenlerin on katı Hıristiyanlar arası savaşlarda öldü. Hıristiyanlığın batıl olduğunu gösteren şey bu mudur? Hıristiyanlığın batıllığı akidesinin batıllığındandır. Teslis inancı, Mesih'in Allah'ın oğlu olduğu kabulü vb. akide ve inançlar Hıristiyanlığın batıl bir din olduğunu göstermektedir.

Talha Hakan Alp: 11 Eylül olayları, Amerika ve Batıdaki davet çalışmalarını nasıl etkiledi?

Ebu'l-Hudâ el-Yakûbî: Pek bir farkı olmadı. Hatta İslam'a olan ilgi arttı. Ne var ki, Amerikan istihbarat örgütleri hatipleri ve hocaları yoğun olarak denetlemeye başladı. İnsanlar İslam'ı daha fazla merak etmeye başladılar. Amerikan Pew Foundation 11 Eylül patlamalarından iki ay sonra bir istatistik yaptı. İstatistiğe göre insanların İslam'a yöneliminde yüzde elli artış olmuş. Arap atasözlerinde denir ki: "Nice zararlı işler vardır ki faydalıdır." Bir başka atasözü de şöyledir: "Bir kavmin musibeti diğer kavim için rahmet olabilir." Çünkü medya organları ilk sayfalarında İslam'la ilgili haberler neşretmeye başlayınca bu durum, insanların ilgisini İslam'a yöneltti. İnsanlar bu dinle ilgili bilgi edinme ihtiyacı hissettiler.

Muhammed Aydemir: Amerika ve Batıda davet çalışmaları yapan bir Müslüman olarak dinler arası diyalog konusunda ne düşünüyorsunuz?

Ebu'l-Hudâ el-Yakûbî: Bana göre, mevcut diyalog faaliyetleri bir tuzaktır. Çünkü bugünkü "diyalog" Amerika ve Avrupa'da güçlülerin zayıflarla diyalogu olarak tasarlanmış. Mevcut diyalog konsepti Müslümanları teslim almayı ve onlara dinleri konusunda taviz verdirmeyi hedeflemekte. Dolayısıyla bu tür bir diyalog kesinlikle caiz olamaz. Çünkü bizden, "Hepimiz aynı Allah'a inanıyoruz. Hepimiz İbrahim'in çocuklarıyız. İbrahimî dinlere mensubuz" gibi sözler söylememizi bekliyorlar. Bu ise kesinlikle caiz değildir. Bu tür diyalog çalışmaları maalesef bizde Suriye'de, Türkiye'de, Mısır'da hemen bütün ülkelerde var. Bugün diyalogcular işi çok farklı bir noktaya getirdiler. Şimdi bir kısmı, Hıristiyan ve Yahudilerin cennete gireceğini söylüyor. Ben bu yaklaşımları reddeden İngilizce bir kitap yazdım. Hâlbuki bu batıl dinlerin hepsi yok olacak, sadece İslam kalacaktır. Muhammed Aydemir: Merhum Ahmed Deedat hocayla tanışıyor muydunuz?

Ebu'l-Hudâ el-Yakûbî: Ahmed Deedat merhumu çok severim ve hayırla yâd ederim. İngilizce öğrenmeme o sebep olmuştur. 1987 senesinde bir video kasetini izlemiştim. Bir papazla, Jimmy Swaggart'la İngilizce münazara yapıyordu. Kendi kendime dedim ki, "demek İngilizce iyi öğrenilirse böyle yapılabilir." Hemen bir İngilizce kursuna kayıt oldum. Daha sonra Güney Afrika'ya gittiğimde vefatından sonra Ahmed Deedat hocanın evini ziyaret ettim. Kendisiyle 1992 senesinde konferans için geldiği İsveç, Gothenburg'da görüşmüştüm. Allah rahmet etsin.

Muhammed Aydemir: Bugünkü davet çalışmalarını Sahabe-i Kiram'ın davetiyle şöyle bir karşılaştırdığınızda neler söyleyebilirsiniz?

Ebu'l-Hudâ el-Yakûbî: Bana yeryüzüyle süreyya yıldızı arasındaki farkı soruyorsunuz. Sahabe, hamuru Rasûlullâh tarafından yoğrulmuş bir nesildi. Onlara sadece bakmak bile kişinin İslam'a girmesine sebep olabiliyordu. Ahlak ve muamelelerindeki güzellikle, yüzlerine aksetmiş iman nuruyla etkiliyorlardı insanları. Ayrıca o zamanın gayr-i Müslimleri de farklıydı. Kalplerinde bir nebze de olsa saflık vardı. Bugünkü gayr-i Müslimler gibi medya organlarınca kafaları İslam'a karşı doldurulmamıştı. Bugün kitle iletişim araçlarınca yönlendirilen modern gayr-i Müslim'in İslam'a karşı bir önyargısı ve düşmanlığı var. Hıristiyanların İslam'ı tahrif çalışmaları var. 500, 600 senedir Protestan ve diğer misyonerler arkalarına devletlerinin de desteğini alarak İslam karşıtı yoğun çalışmalar yapıyorlar. Arapça kitaplar basıp yayıyorlar. İlk bastıkları kitaplar İslam'ı ve Kur'ân'ı tahrife dairdir. Ayrıca insanların Osmanlı devletine karşı nefret duymasını sağlamak için de yayınlar yapıyorlar. Diğer taraftan Yahudilerin İslam aleyhine yaptığı çalışmalar var. Dolayısıyla bugünkü davetçilerin işi biraz daha zor. Ayrıca insanlar egemenlerin dinine, galip dine girmeye meyillidir. Mağlup görünen bir dine girmekte tereddüt ediyorlar. İslam'ın galip olduğu zamanlara, mesela Osmanlı dönemine bakın. Balkan halklarının gönüllü olarak İslam'a girdiğini görürsünüz. Ama bugün Müslüman olmak demek yenilmişlerin dinine girmek anlamına geliyor. Çünkü Müslümanlar zayıf. Amerika'nın peşine takılmışlar. Jeans ve Mc Donalds uygarlığı insanlara daha cazip geliyor. Zayıf olan güçlüyü taklit ediyor.

Mehmet Atalay: Yenilmişlerin dini olmasına rağmen insanların bugün İslam'a teveccüh etmelerini neye bağlıyorsunuz?

Ebu'l-Hudâ el-Yakûbî: Bu, İslam'ın hak din olduğunu gösteren bir durumdur. Evet, biz ekonomide, siyasette, kısaca her sahada yenildik ama akidede yenilmedik. İslam ümmeti mağlup, zayıf ve fakir olmasına rağmen insanların İslam'a bu denli bir teveccühü var. Müslümanlar güçlü olsa, tarihte olduğu gibi dünyaya hâkim olsalar insanlar fevc fevc Allah'ın dinine girecektir. Mehmet Atalay: Az önce Hamza Yusuf'tan söz ettiniz. Onunla ne zaman tanıştınız?

Ebu'l-Hudâ el-Yakûbî: Kendisiyle ilk defa 1999 senesinde Chicago'da karşılaştım. Zeytûne Enstitüsünü kurmuştu ve ders vermek için bu fakiri de davet etmişti. Burada iki sene kaldım. Bu süre içinde Sahîhu'l-Buhârî, el-Muvatta', Şerhu'r-Rahâbiyye, Nuhbetü'l-Fiker şerhi, el-Akîde et-Tahâviyye ve Kudûrî şerhi el-Lubâb'ın yarısını okuttum. Ben oradayken dersler icazet esası üzere mescidlerde yapılırdı. Dört yıldır Amerika'ya gitmedim. Daha sonra birileri "Müslüman imamların iş bulması için diploma almaları ve doktora yapmaları gerekir" diyerek Hamza Yusuf'u diploma sistemine ikna etmiş ve Zeytûne Enstitüsünü bir Amerikan üniversitesine entegre etmişler.

Biz icazet sistemi içinde hareket ediyoruz. Kadim tedris yöntemini muhafaza ediyoruz.

Mehmet Atalay: İmam Ahmed es-Serhendî'nin Mektûbât'ı hakkında ne düşünüyorsunuz?

Ebu'l-Hudâ el-Yakûbî: Şüphesiz İmâm er-Rabbânî Ahmed es-Serhendî müceddid bir şahsiyettir. Büyük sûfî âlimlerden ve âriflerdendir. Mektûbât'ı da çok önemli bir eserdir. Babam Mektûbât'ı çok okur ve tasavvuf karşıtlarına oradan cevaplar verirdi…

Mehmet Atalay: Kâdî el-Beydâvî tefsiri Türkiye'de çok meşhur. Sizde de meşhur mu?

Ebu'l-Hudâ el-Yakûbî: Biz, "Lugat, belagat ve i'câz açısından en değerli tefsir Zemahşerî'nin el-Keşşâf'ıdır" diyoruz. Fakat el-Beydâvî tefsiri, el-Keşşâf'ın Mutezilî yaklaşımlardan soyutlanmış halidir. el-Keşşâf'ı okutmak için uzun zamana ve derin bir belagat birikimine sahip olmak gerekiyor. Bu yüzden vakitten istifade etmek için daha kısa olan el-Beydâvî okutuluyor. Neticede her ikisi de Hanefî'dir…

Ömer Faruk Tokat: Hocam, sizi daha fazla yormayalım... Bize vakit ayırdığınız ve zahmete girip buraya kadar teşrif ettiğiniz için çok teşekkür ederiz.

..


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Suriyeli Muhammed Ebu'l-Hudâ el-Yakûbî Hocayla Mülakat
MesajGönderilme zamanı: 18.04.10, 13:45 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 22.01.10, 04:41
Mesajlar: 345
Allah cc. razı olsun.. her halu karda ilim ehli olmak lazım; ilim ehlinin sağlam akideleri bile amellerinin kusurlarını (varsa) seyyielerini siliyor.. (yani: hizmetlerinin yüzü suyu hürmetine).. İmam-ı Rabbani hz. (ks.) keşfimiz bunu gösterir diyor..


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 2 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 7 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye