Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 2 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: Hümanizm Çağında Nefs Muhasebesi
MesajGönderilme zamanı: 30.10.09, 14:18 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 31.12.08, 16:59
Mesajlar: 308
Hümanizm çağında nefs muhasebesi

Talha Hakan Alp

24 Ekim 2009


Fikir, irade ve hareket özgürlüğü müdafaası adına insanın kutsallaştırıldığı bir devirde yaşıyoruz. Hayatına haram-helal sınırları getirecek, zihniyetini sorgulanmaz iman esaslarıyla biçimlendirecek herhangi bir kutsalı olmayan modern insan tam olarak kendini kutsallığın merkezine koymuş durumda. Kur’an-ı Kerim’deki tabiriyle “hevâsını ilah edinen”[1] insan tipini modernite prototip olarak takdim etmektedir.

Felsefî/ahlakî ve toplumsal/hukukî düzlemde kıyamet alametlerini hatırlatan tezahürleriyle karşılaştığımız bu tablo, Avrupa modernleşmesiyle başlayan ve aslen bizim dışımızda cereyan etmiş bulunan gelişimin mirasıdır. Avrupa modernliği, Tanrı ve dolayısıyla Din’i [kiliseyi] yeryüzünde hakikatin mutlak ölçüsü gören ortaçağ Hıristiyanlık düzenine son verirken mutlak ölçü fikrini reddetmedi. Sadece ölçüyü dinden alıp bilime ve dolayısıyla insanın eline verdi. Artık hayatın bütün alanlarında gerçekliğin de doğruluğun da belirleyicisi insan olmuş oldu. Böylece Ortaçağda kilisede iğdiş edilen insan vicdanının yerini modern çağda üniversitede manipüle edilen “akıl” aldı.
Bu bakımdan “Modern çağda kutsala yer yoktur” söylemi kadim kutsallık bilinci açısından doğrudur. Ama bu, modern çağın anlam örgüsünde nevi şahsına munhasır kutsallar olmadığı anlamına gelmez. Modern çağın da kutsalları vardır. Tek fark, modern çağın kutsalları semadan inmiyor, yeryüzünde ve belli bir sınıfın tekelinde üretiliyor. Somut bir anlatımla ifade edecek olursak bu çağda kapitalist sistemin çarklarına su taşıyan her türlü imkân, tasarım ve obje kutsaldır; meşruiyeti asla sorgulanamaz.

Sözgelimi erotizm modern çağın kutsalıdır. Erotizmin ahlakîliği, ticarî ve kültürel bir sektör olarak meşruluğu bu çağda esaslı bir sorgunun daima fevkindedir. Modern insan erotizmin takdim biçimini eleştirebilir; ama bir sektör olarak mevcudiyetini sorgulamayı aklına bile getiremez.

Bu ülkede de son birkaç yüzyıldır Batı’yla münasebetlerin edilgen bir çizgide seyrettiğini düşünecek olursak modern dünyanın kutsallaştırdığı değerlerin bizim zihniyetimiz üzerindeki etkilerini sorgulamak tecessüs sayılmayacaktır. Nitekim fiilî durum da bu seyrin o gün bugün topraklarımıza yansıma biçimi olarak maalesef değerlerimizin tahribatını işaretliyor. Bugün uğradığımız inanç ve kültür erozyonunda semtimizden çekilen semavî değerlerin yerlerini “dünyevî, beşerî ve hazcı değerler”in işgal ettiğini esefle müşahede etmemiz bundandır.

Bu işgal manzaraları içinde cehalet, baskın seküler çevre ve iktisadî şartlar gibi çeşitli izah biçimleriyle mazur görülerek bir nevi masumlaştırılan ve nihayet kutsala özgü biçimde sorgulanamaz kılınan insan nefsi ve zımnında “ihtiyaç” diye kılıflanan nefsanî duygular başlı başına bir problem olarak ele alınacak kadar ehemmiyet arz ediyor. Çünkü dinle kurulması gereken samimi alakanın önünde eski zamanlarda daha çok amelî planda mani teşkil eden nefsânîlik, bugün zihniyet planında da önümüze duvarlar örmektedir. Ve hazin ki, bilinçaltımızda nefsaniyetimize atfettiğimiz kutsallığın doğurduğu arızalar, hak ve hakikat arayışımızı sonuçsuz kılmakta, Nasreddin Hoca fıkralarını hatırlatacak cinsten bir aymazlıkla ahırda kaybettiğimiz iğneyi işimize öyle geldiği için dışarıda aratmaktadır. [Modernist İslamcı akademisyenlerin çalışmalarında ilk bakışta takdir hissi uyandıran sıkı argümantasyon örgüsü bir de bu zaviyeden değerlendirilse ilginç sonuçlar alınabilir.]

İnsan nefsinin ve nefsanî zaafların mazur görülmesi, masumlaştırılması derken problemin sadece dindarlıkla alakalı olmadığını belirtmeliyim. Terbiye edilmeyen nefsanî duygular modern insanın başına sosyal hayatta da dertler açıyor, zamanla ağır bunalımlara davetiye çıkarıyor.

Psikolojik rahatsızlıklara (!) dönüşen birçok ruhî dengesizliğin temelinde şımartılmış insan egosunun ölçüsüzlüğünün yattığını söylemek belki biraz cüret işidir, ama hafife alınmayacak oranda hakikat payına sahiptir. Ve acı olan modernitenin bu duruma müdahalesi, planlanmış yalanlar silsilesi halinde senaryo üretmek ve bunları “psikiyatri” diye insanlara yutturmaktan ibarettir. Böylece nefsanî zaaflar hastalık adı altında “özürleştirilerek” nefse mukavemet duyguları örselenmekte, “nefis mücadelesi” yerini yüksek bedelli terapilere bırakmaktadır. Ve maalesef gidişat, nefis ıslahıyla kazanılacak ahlakî erdemlerin kaybı ve her halükarda kapitalist sistemin kazancıyla sonuçlanıyor.

Thomas Szasz’ın ısırgan yorumuyla eskiden cin tahakkümüne bağlanan şer eylemler şimdilerde “karşı konulmaz dürtüler”e ya da “şizofreni”ye bağlanır olmuştur.[2]

Din dilinde çözülme
İnsan nefsinin kutsallaştırılmasında derinden etkilendiğimiz modern hümanist felsefenin tesiri açık olmakla beraber İslamî camia olarak süreci besleyen kendi kusur ve ihmallerimizi de konuşmalı, bunları özel bir muhasebe konusu yapmalıyız.
Bu bağlamda bilhassa resmî davet-irşad dil ve üslubunda görülen çözülmenin etkisi müstakıllen tartışılmalıdır. Davet faaliyetleri üzerine siyasî-stratejik hesapların gölgesi düşeli beri maalesef kelamî anlamda yaşadığımız şeyin adı toprak kaymasıdır. İnsanlar dinden kopup seküler alanlara yaklaştıkça sürekli ayaklarının altına yeni yeni dinî zeminler serme gayretkeşliğine kapıldık. Günahkâr müminlere umut aşılayan nassları, olması gerektiği gibi, ümitsizliğin önüne geçmek için gündeme getirmek yerine, adı konmamış yeni “dindarlık modelleri” için referans kabul etme yanılgısına düştük. Başlarda belki nefsine yenik düşen insanları Allah’ın rahmetinden, İslam’ın engin müsamahasından dışlamamak adına benimsenen bu dil, bütün iyi niyetlere rağmen sekülerleşen insanları dinin gölgesinde saf-duru hayat alanlarına çekmeyi başaramadı; ama sekülerist İslam algısına meşruiyet referansları verme konusunda “cömertliğimizin” simgesi olmayı başardı.

Bu izlekte müsamaha konusu kılınan birçok haram zamanla mubahlara ve yer yer “meşru haklar”a dönüştü. Ve nihayet modern din edebiyatında günahkârlığa karşı gösterilen tolerans yarı Müslüman (!) yarı laik-liberal kesimin diliyle “insanın günah işleme hakkı/özgürlüğü vardır” hinliğinde en hokkabaz ifadesini buldu.

Modern davet dilinin bu zaviyeden tahlili için toplumumuzun beş vakit namaz konusundaki tavrı iyi bir örnek olabilir. Beş vakit namazı kılmamanın büyük günah olduğu ve son tahlilde büyük günah işleyenlerin kâfir olmayacağı yönündeki kelamî prensibe yapılan atıflar, tekfircilik beliyyesini önlemede ne kadar fayda sağladı bilinmez; fakat en azından Türkiye’ye has, beş vakit namazı terk eden ve buna rağmen dindarlığından pek kaygı duymayan bir Müslüman modelini sindirmede epey iş gördüğü kesin.
Beş vakit namazı terk etmenin Müslümanlıkla bağdaşmayan korkunç bir günah olduğunu hangi hatip, hangi davetçi bütün çıplaklığıyla dile getirebilmektedir? Diyanet İşleri Başkanlığı’na ait hangi hutbe, konuyla ilgili ayet ve hadislerdeki sert uyarıların üstünü örtmeden durumun fecaatini gözler önüne sermiştir? [Yeri gelmişken hutbelerdeki akmaz kokmaz “diplomasi” dilinin irşad konusundaki başarısızlığı da dikkate alınmalıdır. Çok basit bir örnekle “Allah bizden şunu istemektedir”, “İslam bize şunu öngörmektedir” vb. cümleler, kaynak metinlerdeki çıplak ifadesiyle “Allah bize şunu emreder” cümlesindeki ciddiyeti de uyarı tonlamasını da asla karşılayamamaktadır.]

Beş vakit namaz kılmayan damat/gelin adayımızın açıkça fasık olduğunu, fıkhî tabiriyle şahitliğinin geçersiz olduğunu görmek gibi bir teyakkuzdan nasiblenenimiz kaç kişidir?

Daha hassas bir ölçü, bu son cümleleri okuyup da hafiften de olsa irkilmeyen kaç kişi var? Belki ifadelerimi ağır bulanlar olabilir. Ben, istisnasız bütün müctehid imamların Kur’an ve Sünnet’ten ya birebir istihraçlarıyla ya da üzerinde ittifak olunmuş ictihadlarıyla teşekkül eden ve bin iki yüz yıldır İslam coğrafyasında Müslümanlığın tanım ve pratiğini şekillendiren fıkıh verilerini dile getirdim. [Konuya daha özel ilgi duyanlar herhangi bir mezhebe ait fıkıh kitabından “şehadet bahsi”ni okuyabilir ve özellikle şahitte aranan “adalet” vasfının ne anlama geldiğini inceleyebilirler.]

Tasavvufta nefis muhasebesi
Burada asıl konumuzla alakalı boyuta geçmek üzere şunu da ifade etmeliyiz; modern insan nefsinin kutsallaştırılmasında bilinçli ya da bilinçsiz tasavvuf terminolojisinin de suistimal edildiği muhakkaktır. Bilhassa İbn-i Arabî terminolojisinden cımbızlanan bazı kavramlar bağlamı ve amacı dışında kullanılarak istismar edilmiştir. Söz gelimi seyr u sülûk mertebelerinin nihayet noktası olarak sûfiyyenin ideal şahsiyet tanımlamasını yansıtan “insan-ı kamil” kavramı, bu mertebelerin gerektirdiği nefis terbiyesi şartlarından yalıtılarak sıradan insanı şer’î sorumlulukları karşısında lakaytlaştıran bir konsept içinde kullanılmıştır. Bî-namaz meclislerinde felsefî tasavvufa ait en netameli konular tüm çıplaklığıyla mütalaa edilerek hem hak edilmemiş bir ruh konforunun hevesine düşülmüş hem de dinin maksad-ı aslîsi konusunda görüş ufku karartılmıştır. [Dinin maksad-ı aslîsi rızâ-ı Bârî’dir ve tahsili ancak şer’î sorumluluklar temelinde mümkündür.]

Oysa gerek tasavvuf terminolojisine gerekse bu geleneğin pratiklerine bakıldığında “nefis muhasebesi” başlığı altında insan nefsine karşı sert ve tavizsiz bir tutum sergilendiği görülmektedir. Bu gelenekte insan nefsinin mazeret üretilerek masumlaştırıldığına değil, sürekli itham altında tutulduğuna, hatta göz açmasına fırsat verilmeyen amansız bir “kaçak” muamelesi gördüğüne şahit oluyoruz. [Konuyla ilgili bilgiler ve sûfiyyenin hayatından örnekler için tasavvufun baş eserlerinden İmam Kuşeyrî’ye ait Risale’nin “Nefse muhalefet ve nefsin ayıpları” başlıklı babı incelenebilir.]

İnsan nefsine dair bu telakkinin sûfîlere has bir yorum biçimi olduğu düşünülmesin. Zira söz konusu nefis telakkisi nasslarda da karşımıza çıkmaktadır. Ayetlere baktığımızda sûfiyyeye de diğer İslam âlimlerine de mezkûr telakkinin esaslarını bizzat Kuran-ı Kerim’in verdiğini göreceğiz. Birçok ayette nefis, arındırılması gereken bir varlık olarak zikredilmiş, onun hevâ ve arzuları karşısında insanoğlu hep sert uyarılara muhatap olmuştur. Anılan telakki Yusuf suresi 53. ayette bir peygamberin dilinde açık ve özlü ifadesini bulmuştur: “Ben nefsimi temize çıkarmam; çünkü nefs, Rabbimin merhameti olmadıkça, kötülüğü emreder.”
Bu babda tasavvuf kitaplarının “nefis muhasebesi”, “nefse muhalefet” vb. başlıklı bölümlerini mütalaa ederek hem sahih bir nefis şuuru, hem de bütün hüküm ve uygulamalarıyla temel esprisini nefse muhalefette bulan ödünsüz Müslümanlık şuuru kazanmaya bakmalıyız. Bu vesileyle İslam büyüklerinin nefis muhasebesi çerçevesinde ortaya koyduğu ilke ve tecrübelerin sistematik bir anlatımı için bu toprakların Müslümanlık bilinç ve hassasiyetinin baş mimarlarından İmam Gazzalî’nin İhya’sı iyi bir seçim olacaktır.

İmam Gazzali, nefis muhasebesi meselesini “Ey iman edenler, sabredin ve sabır yarışında düşmanlarınızı geçin, savaş için hazır ve tetikte bulunun ve Allah'tan korkun ki felaha eresiniz!” (Al-i İmran, 200) ayetinde geçen ve ekseriya tetikte bulunmak, müteyakkız olmak şeklinde meallendirilen “murabata/ribât” kelimesinin kavramsal içeriğine dâhil görür. Bu kelimenin tasavvufi muhtevası bir yana, düşmanlara karşı tetikte olmanın esasta nefis terbiyesinden geçtiği ve nefsini beklemeyen kimsenin düşmanı da –en azından düşman olarak- bekleyemeyeceği gerçeği nefis muhasebesinin murabatayla irtibatının haklılığını tartışılmaz kılmaya kâfidir.Bu bakımdan meselenin ayetle temellendirilmesini tartışmayı zaid addediyorum.

Nefs muhasebesinin iç boyutları
Nefis muhasebesini murabatayla ilişkilendiren İmam Gazzali, hem nasların tevcihatıyla hem de ehlullahın şahsî tecrübeleriyle ortaya kapsamlı bir murabata projesi sunar. Bu minvalde murabatayı muşârata, murâkaba, muhâsebe, muâkaba, mücâhede ve muâtebe olmak üzere altı durak halinde takdim eder ve böylece nefsi beklemenin ancak bu altı hususun gerçekleştirilmesi halinde mümkün olacağını ifade etmiş olur. (Bkz., Gazzâlî, İhyâu ulûmiddin, c. 4, s. 393)

Altı hususun her birinin kabaca ne anlama geldiğini yine İmam Gazzâlî’den özetlemeye çalışalım.

Muşârata, nefisle sözleşme yapmak. İmam Gazzâlî’nin anlatımıyla onu, adeta bir şirket ortağı gibi görüp tasarruf hak ve sınırları, yetki ve sorumlulukları konusunda tabir yerindeyse bir tür “nizamname”ye tabi tutmak.

Murâkaba, sözleşmenin gerekleri karşısında nefsin duyarlılığını, ciddiyet ve titizliğini sürekli takip etmek. En ufak bir yanlış yapmasına, hududu çiğnemesine fırsat vermemek için kendisini devamlı denetim altında tutmak.

Muhâsebe, nefsi hesaba çekmek, sorgulamak. Ne yaptı, ne etti sürekli kendisinden rapor istemek.

Muâkabe, yer yer kusurlarına ceza ile karşılık vermek. Hata ve ihmallerinin bedelini ödeterek yaptığının yanına kar kalmayacağını bilmesini sağlamak.

İmam Gazzâlî bu konuda ehlullahdan birine ait manidar bir misal getirir. Hassân b. Ebî Sinân adında bir Allah dostu bir gün bir yapının yanından geçer. Elinde olmadan yapının ne zaman inşa edildiği merakına kapılır. Derhal mâlâyânî ile ilgilendiğinin farkına varır, hemen toparlanır ve bu ilgi kaymasını bir yıllık nafile oruçla cezalandırır.

İlgi dağınıklığı
Bugün ilgi dağınıklığından, işimize odaklanamamaktan yakınıyoruz. Yaptığımız işin hakkını veremediğimiz aşikâr. Sebebi ise işimize gereken özen ve ilgiyi göstermeyişimiz. Kendi işimizden, mesuliyetlerimizden esirgediğimiz ilgiyi de maalesef üzerimize vazife olmayan işlere harcıyoruz. Günümüzde sosyal bir problem olarak meslek erbabının mesleği hakkında affedilmez cehaleti, sanatkâr sınıfının her geçen gün itibar kaybına uğraması, işini bilmeyen insanlara dair acı örneklerin sayısının artması bir de sözünü ettiğimiz ilgi kayması açısından okunsa nefis muhasebesi bağlamında kaybettiğimiz değerin munhasıran dinî olmadığı da görülecektir.

Burada parmak basılması gereken bir başka husus, bugün ilgi kaymasına sevk eden en etkin sebep olarak medya ve medya karşısındaki edilgen konumumuzdur. Medya organlarının, ilgili ilgisiz milyonlarca insana kendilerine en ufak bir fayda temin etmeyecek -hatta çoğu kez zararlı olacak- haber ve gelişmeleri dikkat çekici bir dille sunması karşısında ilgi disiplini için yapılabilecek şey artık ferdi gayretin sınırlarını aşıyor. Müslüman ferdin mâlâyâni kuşatmasından kurtulup önce şahsî sonra ictimâî mesuliyetlerini muvaffakiyetle yerine getirmesini temin etmenin yolları gerekli alt yapı çalışmalarına kadar İslamî toplumsal proje olarak aciliyetle ele alınmalıdır.

Mücâhede, gayret etmek, bitmek tükenmek bilmeyen bir azim ve çabayla nefsimizi Allah’ın rızasını kazanacağımız bir hayatın şartlarına alıştırmaya çalışmak.

Muâtabe, nefsimizi temize çıkarma gayretkeşliği içinde olmayıp sürekli eksik yanlarımızı göz önünde tutmak, kendimizi ayıplamak, kusurlu bulmak. Bir suçlu ya da sorumlu bulmak gerekiyorsa gözlerimiz bir başkasına değil önce kendi nefsimize çevrilmeli.

Tasavvufun muâtebe adıyla idealleştirdiği bu duygudan mahrum kalışımızın bedelini, karakollara taşınan sıradan mahalle kavgalarından tutun da mahkeme salonlarına intikal eden cinayetlere kadar elim vakalarla sonuçlanan hak ihlalleriyle ödüyoruz. Bunların ekserisinin temelinde en az yanlış anlamalar kadar kendini haklı, muhatabını haksız görmeye şartlanmış nefislerimizin yattığı unutulmamalıdır.

Burada bir nüktenin altını çizmek adına belirtmek gerekirse muâtebenin son maddeye konulması çok anlamlıdır. Zira bundan önceki hususları yerine getirmeye gayret edip de bir nebze yol kat eden insanlar şeytanın en tehlikeli tuzağıyla karşı karşıya kalırlar. Bu merhalede, sen artık bu işi başardın, bütün kötü hasletlerden arındın, nefsini terbiye ettin, diyerek şeytan insanı kendini beğenmişlik havasına sokmaya çalışır. Tehlikenin bittiği sanılan noktada şeytan insanın başına öyle çorap örer ki, nefis terbiyesi adına çekilen onca zahmetten geriye “şişkin bir ego” kalmış olur. İşin bir başka vahim yanı, gerek konumu itibarıyla gerekse açıktan kusurları olmaması bakımından bu kimseye nasihat eden de bulunmaz. Dolayısıyla hatasını idrak etme şansı diğerlerine göre çok daha az olur bu kimselerin. Ki bu da imtihanın en çetin ve en tehlikeli tarafıdır.

Allah dostlarının mertebeleri yükseldikçe ayaklarının altındaki zeminin daraldığı ve nihayet milimlik bir sarsılmanın bile kendilerini doruklardan aşağıya düşüreceği gerçeği bu açıdan düşünülürse ebrârın hasenâtının neden mukarrebîn için seyyiât sayıldığını anlamak daha da kolaylaşır.

http://www.furkanhaber.com/yazar/3001-t ... ebesi.html


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Hümanizm Çağında Nefs Muhasebesi
MesajGönderilme zamanı: 31.10.09, 20:11 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Moderator
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 26.12.08, 08:19
Mesajlar: 583
önemli bir yazı teşekkürler.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 2 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 4 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye