Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 1 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: "Batı’da Bir Nakşi Cemaati" Üzerinden Yaşanan Akademik Linç
MesajGönderilme zamanı: 07.04.15, 14:27 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 05.01.10, 21:01
Mesajlar: 488
Aşağıdaki metin Tayfun ATAY tarafından yapılan doktora tezi esas alınarak hazırlanan "Batı’da Bir Nakşi Cemaati, Şeyh Nâzım Kıbrısî Örneği" adlı kitabının yayınından sonra değerli akademisyen Prof. Dr. Tayfun ATAY'a uygulanan akademik linci dile getirmektedir. Kitabın Berfin yayınları tarafından 2011'de yapılan İkinci Baskısı için yazılan bu metin ibretle okunmalı.

Alıntı:
İKİNCİ BASKI’YA ÖNSÖZ
“Batı'da Bir Nakşi Cemaati”, benim ilk göz ağrım!.. “Ağrı tabirini mecazî (metaforik) olduğu kadar lafzî (literal) anlamıyla da kullanmak uygun olur.
Bu kitap benim başımı çok ağrıttı; hem akademik, hem entelektüel, hem de gündelik hayatımı enine-boyuna ve derinlemesine etkiledi. Çok az kitap, yazarının hayat akışına bu derece tesir etmiştir. I996'da kitap sayfalarına döktüğüm etnografik çalışma, denilebilir ki o gün tarih olduktan sonra dahi benim tarihimi yazmayı sürdürdü. Kitabın ikinci baskısının dolaşıma girme mutluluğunu yaşadığım şu anda izninizle bu “tarihî’' ıztırabı da paylaşmak istiyorum. Yine en çok tarihe not düşmek adına...
Kitaba temel oluşturan doktora çalışmasını 1990-1994 yılları arasında Londra ağırlıklı olarak İngiltere'de gerçekleştirdim “Katılarak gözlem” tekniği temelinde antropolojik (etnografik) alan araştırması yöntemiyle edinilmiş veriler, modern dünyada bir geleneksel-İslâmî tarikat çevresinin var olma yolunda ne tür strateji ve pratikleri devreye soktuğunu anlamaya yönelik olarak analize tâbi tutuldu ve ilgili akademik camianın değerlendirmesine sunuldu. Dönemin saygın antropologlarının (Londra Üniversitesi’nden Deniz Kandiyoti ve Oxford Üniversitesi’nden Michael Gilsenan) yaptığı sınavdan yüz akıyla çıktı. Londra Üniversitesi Senatosu’nca kabul edilmiş bir doktora tezi (Naqshbandi Sufis in a Western Setting) olarak Türkiye’de de Üniversitelerarası Kurul tarafından denkliği onaylanarak rüştünü ispatladı. İki yıl sonra (1996) da tezimi bizzat kendim Türkçeye çevirip yeni çıkmış bazı kaynaklarla da güncelleyip geliştirerek elinizdeki yayın haline getirdim.
Bunları uzun uzadıya anlatmamın tabii bir nedeni var. Ben hayatımın en zor döneminin “Nakşîler” arasında alan araştırması yaparak geçen bir yılı aşkın zaman olduğunu düşünürken, bunun öyle olmadığını 1999-2000 arasında bu kitabı yazmanın bedeli olarak, özellikle akademik hayatımı cehenneme çevirerek gösterdiler bana!..
Kitabın son bölümü, antropolojik araştırmamın nasıl gerçekleştirildiğine ilişkin bilgi ve fikir vermek amacıyla yazılmıştı. Orada, yaptığım çalışmanın yöntemsel işleyiş sürecini ayrıntılarıyla ve yapabildiğimce de içtenlikle aktarmaya çalıştım.
“Malûmu ilâm” bir özet geçmek gerekirse, “katılarak gözlem” temelinde “bir insan topluluğunun hayat bilgisi ve hayat hikâyesi” demek olan etnografik malzemeye ulaşmak isteyen antropolog, söz konusu insan topluluğunun yaşamına olabilecek en yoğun ve derin biçimde girerek onların yapıp-ettikleri kadar duygu-düşüncelerini de anlamaya çalışır. Burada en üst düzeyde empati kurulması beklenir. Antropolog, araştırdığı topluluğun üyeleri gibi yaşamaya, düşünmeye, hissetmeye isteyerek ve bilinçlice “koşullanır”. İşin “raconu” budur. İster bir Alevi topluluğu, ister bir Kürt aşireti, ister bir Çerkez köyü, ister bir Çingene mahallesi, ister bir gençlik çetesi, hatta bir Satanist grup olsun, antropologdan “içeri girmesi”, “içerden” haber ve bilgi vermesi, grup ya da topluluğun düşünce ve anlam dünyasını açığa çıkarması beklenir.
Benim tezde yapmaya çalıştığım da buydu. Türkiye’de de yaygın ve popüler, ama aynı zamanda hem devlet nezdinde hem de toplumun bazı kesimlerinde tedirgin ve tehdit edici sayılan; İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e, İslâmî devlet ve toplum modelinden laik devlet ve toplum modeline geçişte hayli ciddi bir tepki ve karşıtlık odağı olarak öne çıkmış bir tarikatın, Nakşibendîliğin, Batı dünyasında etkili bir kolunu “gelenek-modernlik” ikiliği ekseninde tanımak ve tanıtmak amacıyla bir çalışma gerçekleştirdim. Bu amaçla topluluğun yaşamına “giriş” yaptım. Etkinliklere, ritüellere, sohbetlere katıldım. Topluluk üyeleri gibi giyinmeyi, konuşmayı, yeme-içmeyi. düşünmeyi, hissetmeyi, kısacası yaşamayı öğrendim, daha doğrusu deneyimledim. Bir yılı aşkın bir süre aldı bu...
Ne mi oldu? Hayli uzun bir "sıçrama" yapıp Nakşîlerle “antropoloji uğruna*’ yaşadığım 1991-1992'den 1999-2000 dönümüne gelerek cevaplayayım: Türkiye Cumhuriyeti bursu ile İngiltere’ye gidip yeşil sarık sarmak, çember sakal bırakmak, aile yaşantımı bu yeni dünyaya göre yeniden düzenlemek. Atatürk’ten “put” diye söz eden, Osmanlı’yı yeniden ihya etmek isteyen ve monarşik yönetimi savunan bir tarikata “mürid olup”, direktifleri sorgulamadan yerine getirmekle itham edildim!..
Meslekî kimliğime ve akademik kariyerime “belden aşağı” öldürücü bir darbe indirmeyi hedefleyen bu itham trajik olmakla birlikte onu “traji-komik” hale getiren nokta, ona taban oluşturan verilerin, biraz önce de söylediğim gibi kitabın içinden, özellikle de son bölümden “devşirilmiş” olmasıydı. Yani bir anlamda “kendimi ihbar etmiştim”! İthamda sıralanan “Osmanlıcılık”, “Atatürk’e ‘put’ demek”, "monarşizm”, vb nitelemeler tabii ki tezin içerisinde, çalıştığım Nakşibendî topluluğun siyasal söyleminin yapı taşları olarak hem tespit hem de analiz edilmiştir. Sorun burada değildi. Sorun, bunları “suç” imasıyla art arda sıralayıp sonra da antropoloğun çalıştığı topluluğa “müridlik” bağıyla bağlandığını öne sürerek adeta belli çevrelere "suç duyurusu”nda bulunurcasına mesaj verme atılganlığında açığa çıkan ahlâkî zaaftaydı. Benim çalışma içerisinde “mürid” olduğum ithamına yol açan bilgiyi kitabın son bölümünde de (s. 321-322) yer aldığı şekliyle aynen buraya aktarıyorum:
“Yalnızca bir keresinde mürid olma yönünde gelen bu zorlamalardan “kaçamadım” ve "umumi isteğe” uymak zorunda kaldım! Şeyh Nâzım gelmeden önce Hint-Pakistan kökenli müridlerin Slough’da gerçekleştirdikleri bir zikir toplantısına katılmıştım. Zikir, topluluğun bu alt grubu içerisinde söz sahibi iki Arap müridden biri olan Filistinli Şeyh Ali tarafından yaptırılmaktaydı. Her zamanki gibi Şeyh Ali, genel bir konuşma yaparak zikrin İslâm’daki önemine, İslâm’da tasavvufun yerine ve tasavvufa karşı Vahhabî düşmanlığına değindi. Buna benzer konuşmalar bu alt-grup çerçevesinde gerçekleştirilen her zikir toplantısında tekrarlanır ve tarikat üyesi olmayanları sûfi-Nakşibendî İslâm anlayışı konusunda bilgilendirmeyi amaçlar.
Zikir tamamlanınca Şeyh Ali tasavvufî İslâm'ın ve zikir yapmanın faziletlerj üzerine konuşmaya devam etti. Sonra ayağa kalktı ve çevresindekilere bakınarak “Kim biat etmek istiyor?” dedi. O anda çevredeki herkes gibi ben de ona doğru ilerlemekteydim. Aniden yüzünü bana dönerek. “Gel! Biat etmek mi istiyorsun?” diye sordu. Bu beklenmedik çağrı karşısında şaşırdım. Her şey birkaç saniye içinde gelişti ve ben hiçbir şey söyleyemeden Şeyh Ali elimi tuttu ve çevresindeki herkes ellerini bizim ellerimiz üzerine koymaya başladılar. Şeyh Ali Şehadet'i zikretmeye başlayarak töreni başlattı. Diğerleri onun söylediklerini tekrar ettiler.
Bu yaşadığım, biçimsel olarak en azından bu alt-grup özelinde artık topluluğun bir üyesi, yani mürid olarak görünmeme yol açtı. Gerçekte ise olayın yaşandığı mekânda bulunanların beklentisine uygun biçimde davranmaya zorlanmıştım. Bir anlamda bu, ortamın (hal ve şartların) benim üzerimdeki gücü ve hâkimiyeti idi. Bu, bir alan çalışmasında gücün antropologdan çok içerisinde yer alarak yaşamlarını tanımaya çalıştığı topluluğu oluşturan bireylerde olduğuna işaret eden bir örnek olarak alınabilir. Bir alan çalışmasında antropoloğun kontrolü dışındaki bu “politik” süreçler ve koşullar, yani antropolog ile topluluk üyeleri arasındaki iktidar ilişkilerinin seyri, hem çalışmanın gidişatı hem de bilgi edinimi üzerinde belirleyici etkide bulunur (Escobar 1993: 378). Antropolog ile topluluk üyeleri arasındaki iktidar ilişkilerine bağlı olarak çalışmanın antropolog tarafından başlangıçta planlanan hedeflerden saparak farklı yönlere gitmesi, hatta sonuçta araştırmanın ne hakkında olacağını bile topluluğun belirlemesi söz konusu olabilmektedir (Tedlock 1987: 334-335).”
Ayrıntılı olarak betimlediğim yukarıdaki süreçten ne ölçüde gönüllü, isteyerek veya rıza temelinde bir “mürid olma" sonucu çıkarılabilir, bilemiyorum. Alan araştırmam içerisinde yaşanan ve beni mürid olma ritüeline maruz bırakan yukarıdaki etkileşimi aktarırken amacım, bir antropolojik araştırmada araştırıcı antropolog ile araştırılan topluluk arasındaki "politik asimetrinin, yani iktidar ilişkilerinin işleyişinin birinciden ziyade ikinciden yana galebe çaldığını örneklemekti. Çünkü bu, antropoloji tarihinin erken zamanlarında söz konusu olandan farklı bir yakın zaman gelişmesidir ve ilgili literatür bu dönüşümün neden ve sonuçları üzerine tartışmalarla doludur (bkz. Atay 1996). Bunlardan olduğu kadar, müridliğin esasen rıza, tercih ve gönüllülük temelinde gerçekleştiğinden de bîhaber “cehalet”, “28 Şubat" döneminin siyasal-ideolojik ikliminden de istifade ederek hakkımda iftira içeren ihbar mektuplarını "akademik bürokrasi’de dolaşıma soktu!...
Bu, benim “kötülük’’le tanışmamdır.
28 Şubat (1997) darbesi, Türkiye’de kendisine aslî muhatap ve hedef aldığı İslâmî kesime yönelik bir baskı, yıldırma, kısıtlama hareketi olarak kalmadı yalnızca... Nasıl komünizmle mücadele adı altında 1950’ler ABD’sinde kaynatılan cadı kazanlarına Senatör Joseph McCarthy’nin dehşetengiz performansıyla komünizmle hiç ilişkisi olmayan bilim insanı, aydın ve gazeteciler de gönderildiyse, benzer bir durum 28 Şubat döneminde Türkiye'de İslâmî kesim dışında kalan pek çok insana yaşatıldı. Ben o dönemde "Nakşî Cemaati”nde sözümona "ifşa etmiş" sayıldığım yukarıdaki anlatı bahane gösterilerek böylesi bir “cadı kazanı”na “akademik McCarthyism”in "askerî” bir titizlik içerisinde çalışan zinde neferleri tarafından gönderilmek istendim! Kendini hayatı boyunca hep sol ve sosyalist hissetmiş ve tanımlamış biri olarak bu vahim gelişmeyle karşı karşıya kaldığımda içine sürüklendiğim cehennemî durumu paylaşan bir meslektaşım hiç unutmadığım şu yorumu yapmıştı:
“Senin ne mürid, ne Nakşî ne de İslamcı falan olduğuna inandıklarını sanmıyorum aslında... Sorun, ‘dışardan’, hatta onların nazarında karşıt kamptan biri olarak senin böyle ‘empatik’ bir çaba sergilemen.... Herkesin lanetle andığı bir kesimi sen İlgiyle anlamaya çalışıyor ve herkesi de buna çağırıyorsun! Bulundukları ‘kale’nin senin yüzünden ‘içeriden fethine gidildiği’ zehabı içindeler”...
Bilmiyorum, öyle miydiler?! Ama nefret, tiksinti ve korkuyla baktıkları bir “dünya”nın içine girip-çıkmış bir antropolog olarak yazdıklarıma, o “negatif” bakış biçimlerinin sonucu bir seçicilikle eğildikleri gerçekti. Okudukları kitapta, hakkımda ortaya attıkları ithamlara dayanak olarak çarpıtarak kullandıkları bilgilerin yanında benim Nakşîler arasındayken yaşadığım sorunlar, baskılar, suçlamalar, aşağılanmalar, bizzat liderin (Şeyh’in) kendisi tarafından alaya alınıp hakarete uğradığım deneyimlerin aktarımı da vardı (özellikle 10. bölüm. "Şeyh ve Ben” ve “Yabancı Olmak” başlıklı alt bölümlere bkz.). "Müfteriler” beni bir anlamda "laik cumhuriyet”e ve “Atatürk”e ihanetle suçlarken “müridler”, "Atatürk Cumhuriyeti”nin bir “temsilcisi” sayıp günah keçisi yapmaktaydılar!.. Ben, bunları da anlattım o sayfalarda; mürid olmam için yapılan telkin ve baskıları da. MİT ajanı olduğuma dair topluluk üyelerinden gelen imaları da... Bunların hiçbirini görmeyen "kem gözler”, araştırmanın akışı içerisinde tarikat çevresinin gündelik yaşam rutininin parçası olan etkinliklerde "katılarak gözlem” gereğince yer alışıma dair anlattıklarımı deyiş yerindeyse ağzımdan-burnumdan getirdiler.
Ben dindışı bir hayatın içinden gelip, dinselliğin hayatın akışını alabildiğine belirlediği bir topluluğun etnografisini yapmaya soyundum. İşin başında doğru-dürüst bir “Fatiha" okumayı dahi beceremezken, alan araştırmasının sonunda namaz öncesi “kamet” getirecek noktaya vardım. Bu, ne düşünsel ne de duygusal bakımdan kolay bir süreç oldu tabii... İdeolojik, epistemolojik, ontolojik soru, gerilim ve çelişkiler kendini göstermedi değil... Ancak, eğer alan araştırmasını bihakkın gerçekleştirirseniz bu, üç aşağı beş yukarı her antropologun başına gelen bir şeydir. Mbutileri, Eskimoları, Alevileri, Bektaşileri, Süryanileri, Nusayrileri, Yahudileri çalışan bir antropolog da o süreçte hayata, insana ve kendine dair bildiklerini gözden geçirir; sonuçta hayatını değiştirmese de en azından başka bir hayatın da yaşanabilirliği, o hayatın da kendi içinden çıktığı hayat kadar yaşamaya değer olduğu fikriyat ve hissiyatıyla tanışır. “Ötekinin bilimi" denilen antropoloji, ancak bu şekilde antropoloğun ötekileşme tecrübesiyle gerçek anlamını bulur.
Evet bu, sadece Nakşibendîliği çalışan bir antropologun başına gelen bir şey değildir. Ama Nakşîliği çalıştığı için, dini “lanet” sayan anti-teist, Kemalist ve elitist bir akademik yapılanmanın aforozuna uğramak, sadece ve sadece bu topraklarda nefes alıp- vermeyi seçmiş bir antropologun başına gelebilecek bir şeydir.
Yaşadığım sorundan dolayı bazı dostlarım iyi niyetli ama sinirlerimi hayli zorlayan bir yorumla benim neden “saf saf” olup- biteni anlattığımı sorgulamaya kalkıştılar. Öyle ya, ben bu kitabın 10'uncu bölümünü kapsam dışı bıraksam, alan araştırmasında ne olup bittiğine dair malûmatı pek çok "klasik” etnografide olduğu gibi gözlerden ırak tutsam, kendime saklasam, kimsenin ruhu duymayacak, dolayısıyla “kötülük” de seferber olmayacaktı. Ya da belki başka yerden vurmaya çalışacak, ama böylesi bir "kepazelik” üretmeyecekti. Gerçekten, neden yazmıştım ki bunları?!.
Yazdım, çünkü parçası olduğum sosyal antropoloji disiplini, bir başka yerde etraflıca tartıştığım üzere (Atay 1996) tezimi yazdığım dönemde önemli bir teorik-metodolojik dönüşüm geçirmekteydi ve bu dönüşüme bağlı olarak antropolog/araştırıcının çalıştığı topluluk üzerine yazdıkları kadar, araştırmayı yaparken yaşadıkları, ilişki ve etkileşimleri, kısacası "kendisi” hakkında da yazması, ondan bir beklenti haline gelmişti. Topluluk hakkındaki bilginin hangi politik-ideolojik dinamikler, hangi duygusal-psikolojik gerilimler ve hangi kişisel ilişki ve etkileşimlerle toplandığını bilmek, antropologun çalışmasını daha sağlıklı değerlendirme yolunda artık yapılan işin ayrılmaz bir parçası sayılmaya başlamıştı. Tabii hemen belirtmek gerekir ki bu yeni yönelim de sorgusuz-sualsiz kabul görmüş değildi. Etnografiyi böylesi "diyalojik” bir duyarlılıkla yazma biçiminin de eleştirilen, sorgulanan yanları vardır. Bunlar da yine bilimsel bir prosedür çerçevesinde gerek teorik gerekse metodolik temelde sosyal antropolojinin pratisyenleri arasında tartışılmaya devam etmektedir. Ancak antropologun etnografik çalışmasını bu şekilde "yazma tercihi”ni böylesi bir prosedür çerçevesinde sorunsallaştırmak yerine, onun araştırma sürecine dair anlattıklarına Türkiye ile sınırlı, "yerel", "mevzi”, "kısır”, "konjonktürel”, ama hepsinden öte "çirkin” bir ideolojik çekişmenin tarafı olarak yaklaşıp kendisini mahkûm etmek!..
Bu, benim beklediğim, sanırım içerisinden çıktığım “üniversal” antropoloji camiasının da bekleyebileceği, daha vahimi anlayabileceği, daha da vahimi onlara anlatılabilecek bir şey değildi. Çünkü herkes, aralarındaki tüm teorik, metodolojik, paradigmatik farklılık, hatta karşıtlıklara rağmen “engizisyon”un Orta Çağ’da kaldığı noktasında ittifak içindeydi!..
Belki tevazu sınırlarını aşıyorum, bağışlayın, ama ben “Batı’da Bir Nakşî Cemaati”nden dolayı bilim, üniversite ve antropoloji adı altında bir “engizisyon” pratiğine maruz bırakıldığımı düşünüyorum. O yüzden beni acı acı gülümseten “Keşke yazmasaydın bunları!” yakarısı da “Galile”nin engizisyon karşısında dünyanın döndüğünü inkâr etmesine yakın bir tınlama yapıyor zihnimde... Ben sadece üyesi olduğum bilim disiplininin içerisinde bulunduğu dönemin teorik-metodolojik açılımlarını yansıttım çalışmama ve bu disiplin adına Türkiye’de hayli “arkaik” noktada bulunan karanlık bir kötülük duvarına çarptım. Yukarıda da değindiğim üzere sorun, çalışılan topluluğun “Nakşibendiye” olması ve çalışmaya “bakan”ların Türkiye’de bilim namuslarını “resmî ideoloji”ye kurban etmiş olmalarıydı. 28 Şubat darbesinin ülkenin siyasal, toplumsal, kültürel ve tabii ki akademik akışına hâkim ve mütehakkim olduğu konjonktür, şahsıma yönelik bir akademik “biçme” ameliyesi için muhteşem bir fırsat yaratmıştı.
Kendilerine katılmamakla birlikte “Keşke yazmasaydın” diyen dostlarımın da hakkını vermek adına kabul etmeliyim ki kendi ağzımla hedef tahtasına oturmuş, tuzağa düşmüştüm; ve durum, gerçekten de epey bir zaman umutsuz göründü. Ta ki “en son umut ölür” sözünü doğrulayan, bana “ümidi kesme yurdundan” diye düşündüren bir gelişme, üstelik mucize kabilinden yine “Türkiye antropolojisi” içerisinden kendisini gösterene kadar!.. Beni Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ndeki öğrencilik günlerimden beri tanıyan hocam, etnolog-halkbilimci Prof. Dr. Gürbüz Erginer, bir noktadan sonra, artık tam bir “çıfıt akan dere”ye dönmüş sürece müdahale etti. O, yanıbaşındaki “şeamet tellalı”nın vıdıvıdılarına da hiç kulak asmadı ve hem Türkiye’de akademik antropolojinin “karartma perdesi”ni yırtarak onu gün ışığına çıkardı hem de beni içerisine düştüğüm iftira bataklığından kurtardı.
Ben, Gürbüz Hoca’ya akademik hayatımı borçluyum. Bu, ebedi bir minnet ve şükran demek... Aynı dönemde Türkiye’de bulunan ve bana yapılanları dehşet içinde izlerken bir yandan da yaralarımı sarmaya çalışan bir başka hocam, antropoloji formasyonumu en çok borçlu olduğum insan, bir “antropoloji kraliçesi” Nancy Lindisfarne’a da zaten bitimsiz olan teşekkür borcumu bir de bu vesileyle zikrederek daha da artırmış olayım!.. Nihayet, kitabın ikinci baskısını, aradan bunca zaman geçtikten sonra, titiz, özenli ve kaliteli biçimde basarak onu taptaze yeniden okurla buluşturan Berfin Yayınları’na da sevgili İsmet Arslan nezdinde teşekkürü bir borç biliyorum.
“Batı’da Bir Nakşî Cemaati”nin ilk baskısını benimle hem bu hayatın yükünü (belki en doğrusu “benim yükümü” demek olabilir!), hem bu araştırmanın yükünü, hem de araştırmayı yazma sürecinin yükünü fedakârca paylaşmış eşim Mesude Atay’a adamıştım. Mesude’nin “çilesi” o kadarla da bitmedi. Yukarıda ayrıntılı olarak yazdığım, yazarken kalemimin kağıda her değdiğinde anımsattıklarıyla acı ve tiksinti karışımı bir duyguya kapıldığım süreci de benimle yaşadı ve bana destek oldu Mesude... O yüzden bu ikinci baskının da adına adanmasını en çok hak eden odur. Lâkin, Mesude’nin de gönülden onayı ve teşvikiyle ben, bu ikinci baskıyı, bir “dipsiz karanlık kuyu”dan bizi çekip çıkaran sevgili hocam Prof. Dr. Gürbüz Erginer’in aziz hatırasına adamayı uygun buldum.
“Kötülük”e gelince... Malûm, o olmasaydı iyinin-iyiliğin bu kadar ayırdına varmak, kıymetini bilmek, üzerine titremek, onu sevgiyle yâdetmek ve unutulmaz kılmak da mümkün olmazdı. Dolayısıyla, evet, onun da canı sağ olsun.

TAYFUN ATAY
Ağustos 2011, Ankara


Tayfun ATAY
Batı’da Bir Nakşi Cemaati
Şeyh Nâzım Kıbrısî Örneği, s.11-19
İkinci Baskı, Berfin yay., Ekim-2011

Alıntı:
TAYFUN ATAY
BATIDA BİR NAKŞÎ CEMAATİ Şeyh Nâzım Kıbrısî Örneği
İran Devrimi (1979) sonrasında kullanıma sokulmuş ‘İslâmî fundamentalizm’ tabirinden ‘11 Eylül’ (2001) sonrasında yaygınlık kazanan ‘islâmofobi'ye kadar Batı dünyasının İslâm algısı genelde yekpâre bir olumsuzlama doğrultusunda biçimlendi. Bu hâkim algı, İslâmî hareketlerin kendi içlerindeki farklılık ve karşıtlıkların ele alınmasını zorlaştıran bir engel teşkil etti hep... Nakşibendî tarikatının bir kolunun Batı dünyasındaki örgütlenme ve faaliyetlerini inceleyen bu antropolojik çalışma, ‘tekil’ (yekpâre) bir İslâm algısından ziyade 'İslâm çoğuldur' düsturundan beslenen eleştirel bir yaklaşımın ürünü. Tayfun Atay, tarikatın modern dünyaya bakışından toplu zikir törenlerine ve siyasal, ahlâkî, eskatolojik (Mehdici) söylemlerine açılan geniş yelpazeli bir etnografik serimleme sunuyor. Topluluğun modern dünyada geleneğini değişime tâbi tutarak sürdürme çırpınışları kadar, kendisine karşıt diğer İslâmî çevrelerin meydan okumalarına direniş stratejileri de mercek altına alınmakta. İslâm-içi çatışma dinamiklerinin tespitine ilâveten, tarikatın kendi içindeki iktidar mücadelelerine ilişkin ayrıntılı gözlemlerle çalışma iyice seçkinleşiyor. Atay, eleştirel çözümlemesini, çalıştığı tarikat topluluğuna yönelik seferber ederken, yaptığı araştırmanın kendi bilişsel sisteminde yol açtığı dalgalanmalara ilişkin ‘öz-düşünümsel’ bir paylaşımda bulunmayı da ihmal etmiyor. Bu kitap, İslâmî bir yaşam biçimin dışından, ama o hayata içerden bakma çabasının alabildiğine gösterildiği nadir bir kaynak...
(Arka Kapak Yazısı)


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 1 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 1 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye