Bugün için Mevlana ne anlam ifade eder?
Ali Bulaç
12 Haziran 2010 Mevlana’nın yetiştiği dönemi göz önüne aldığımız zaman istikrarsızlığın hüküm sürdüğü çok karışık bir dönemle karşılaşıyoruz. Moğol istilaları İslam’ın kalbi olan coğrafyayı kasıp kavuruyor. Moğollar, doğudan batıya doğru Anadolu üzerinden Bağdat’a geliyorlar ve geçtikleri her yeri çekirge sürüleri gibi adeta yerle bir ediyorlar. İbni Esir, Moğolların düzenlediği Bağdat seferi sırasında, “Yerin altının üstünden hayırlı olduğu bir zaman bu, keşke ben ölseydim, yerin altında gömülü olsaydım da bunları görmeseydim” diyor. Moğollar on binlerce insanı, çoluk çocuk demeden öldürüyorlar. Aynı zamanda bu dönem, bütün İslam dünyasındaki toplumların de-moralize olduğu bir konjonktüre işaret ediyor. Bu karamsar iklimde Mevlana’nın gördüğü önemli fonksiyonlar vardır.
a) Umutların neredeyse tükenmeye yüz tuttuğu bir dünyada bir umut ışığı yakıyor.
b) Anadolu Selçukluları ve İslam dünyası darmadağınık bir vaziyetteyken, tekrar siyasi birliği tesis etme veya tesis edilmiş olan fakat naif vaziyetteki siyasi birliği kökleştirme, kalıcı hale getirme ve bunun üzerinde de bir sosyal barış tesis etme teşebbüsü var. İşte bu siyasi birliği ve sosyal barışın temininde Mevlana önemli bir rol oynuyor.
Öte yandan Mevlana’nın Moğollarla olan ilişkisi noktasında yapılan bir takım spekülasyonları tabii ki göz ardı etmemek lazım. “Mevlana, Anadolu’daki iç siyasi çatışmalarda taraf olmuş mu olmamış mı veya nerede durmuştur, ne yapmıştır?”
Bu soruların cevabı pek vazıh değildir. O dönemin, yaşadığı geleneksel toplumun âlim veya arifin siyasetle ilişkisiyle, bugünkü âlim-arifin veya aydının siyasetle ilişkisi farklıdır.
Bilindiği üzere 19. yüzyılda bir hurafe bütün dünyayı içine aldı; bütün insani, beşeri ve toplumsal sorunlar siyaset ve ekonomi üzerinden okunmaya başlandı. Siyaset ve ekonomi ki, Marks’ın en temel anahtar terimlerinden bir tanesi budur (ekonomi-politik), hayatı belirleyen, domine eden faktörler durumuna geçti. Geleneksel toplumda ise öyle değildi; siyaset ve ekonomi muhakkak ki etkileyicidir, merkezi bir öneme sahiptir, fakat hiçbir zaman hayatın ana damarlarını domine edici değildi. Dolayısıyla o dönemdeki insanların sultanlarla veya siyasi iktidarla olan ilişkileri bugünküne benzemiyor; orada siyasetin içinde yer almak demek partizanca bir tutum içinde olmak demektir. Eğer bir iktidar mücadelesinde bir beyin, bir sultanın veya sarayın yanında yer alıyorsan, o aktif olarak siyasetin içerisinde yer alıyorsun demek anlamına geliyordu.
Geleneksel âlimlerimizin bir prensibi var: “Sultanın sarayından, zenginlerin sofrasından uzak dur”. Mevlana dini kimliği itibariyle sufi veya derviş olunca biraz daha kendini bu işin dışında tutmaya çalışıyor; fakat bu demek değildir ki, siyasi birliğin sağlanmasında veya sosyal barışın tesis edilmesinde herhangi bir rol almıyor. Mevlana’nın bizi de ilgilendiren yönü de, bu süreçte siyasi birliğin sağlanmasında ve tekrar büyük bir devletin ortaya çıkışında hangi enstrümanları kullanarak rol aldığı konusudur.
Kanaatime göre bu, günümüze de ışık tutacak bir mevzudur; çünkü bugün de 13 ve 14. yüzyıldaki sürecin bir benzerini yaşıyoruz; tıpkı o gün olduğu gibi İslam dünyasının önemli bir bölümü işgal altında. O zaman Moğollar Bağdat’ı işgal etmişti şimdi de Amerikalılar işgal etmiş durumda. O zaman Moğollar binlerce, on binlerce insanı öldürüyorlardı, bugünkü işgalde de 1 milyonun üstünde insan ölmüş bulunuyor. Dahası İslam dünyası bir polarizasyon süreci yaşıyor; etnik ve mezhebe dayalı unsurlara ayrılıyor, neredeyse kabile ve aile birimlerine kadar ayrılacak ve birbiriyle çatışma durumuna gelecektir. Tekrar bize gerekli olan, Kur’an’dan ve Sünnet’ten beslenen birleştirici nefestir. Eleştiriye açık olsa da o günün şartlarında Mesnevi’nin böyle bir fonksiyon gördüğünü söylemek mümkündür.
Mevlana’nın yaptığı şuydu: Hem o günün felsefe ve kelam paradigmasına hem de sufi paradigmasına bir itirazda bulundu. Felsefe alanında Yunan metafiziğinden devşirilmiş bulunan anahtar terimleri ve kelamda da kelamcıların aklı mutlaklaştırmasını bir kenara bıraktı.
Sufi paradigmada yaptıklarına gelirsek, Sufilerde iki temel yaklaşım vardı, bunlardan biri, insanın aşağılık bir varlık olduğu teorisiydi. İnsandan herhangi bir şey çıkmaz çünkü onun kötü arzuları vardır ve bu da insanı aşağılık kılmaktadır. Mevlana buna mukabil insanın Eşref-i mahlûkat olma fikrini öne çıkardı; elbette ki bu tema tasavvufta zaten vardı, fakat o bunu çok kuvvetli bir biçimde vurguladı. Geleneksel sufilerin hayatı aşağılayan, insanı hayatın dışına veya hayatın kendisiyle çatıştıran paradigmasını tersine döndürdü. İnsan, hayatın içinde ve onunla barışık bir vaziyette bir sufi veya derviş olarak da yaşayabilirdi.
İkinci önemli yaklaşım, insan melekleşebilir paradigmasıydı. İnsanın melekleşebilmesi için dünyevi bütün zevklerinden vazgeçmesi gerekir; ancak dünyayla çatışma içine girerse ve onu bütünüyle aşarsa melek olabilir ki, zaten insanın gayesi melek olmaktır deniyordu. Mesela El Maarri, evliliğe karşı bundan dolayı tavır alıyor, evliliğe kötü bir fiil olarak bakıyordu, hatta mezar taşına şöyle yazdırdığı söyleniyor, “Burada yatan babasının işlediği cinayeti işlememiştir” yani evlenmeden yaşayıp ölmüştür. Mevlana hayatı meşru bir çerçevede fakat sufi bir bakış açısından yorumlamıştır. Mesela şöyle demiştir: “İnsan cevherdir, felek arazdır, senden başka her şey dağdır; amaç sensin, cevherin araza boyun eğmesi utanılacak bir durumdur”. Bu dengeli orta yol bir sufi bakış açısıdır; o, nefsinin isteklerini tümüyle öldürmeye azmetmiş, dağ başlarına çekilen, hayattan kopan, en masum ve meşru çerçevede dahi olsa zevklerinden veya hazlarından istifade etmeyi utanılacak bir şey olarak gören çileci tipin yerine, başka bir insan figürü çizmiştir.
Yine Mevlana şöyle demiştir: “Nefsin, bir ejderha değil küçük bir kurttur ve senin binek atındır, ona iyi davran”. Aşırılaştırılmış Doğu mistisizmi ve bunun derin etkisinde kalmış olan sufi akımlar -özellikle Hint’ten ve Horasan üzerinden gelen-, nefsin bizzat kendisinin her ne suretle olursa olsun kötü olduğunu ve onu bütünüyle öldürüp insanın içinden yok etmek gerektiğini söylemişlerdir. Bunun tam karşısında da modern nefs telakkisi vardır. Modern paradigmaya göre, nefis her ne istiyorsa ona vermek gerekir.
Yine Mevlana “Altı yönden de bağlanmış olsan korkma, gönlünün ta içinde sevgiyle gizli bir yol vardır”, der. Bunun o günün sosyal ve siyasi şartlarına uyguladığımız zaman insana güçlü bir motivasyon sağladığını görüyoruz. Bu sayede insan adeta yeniden kendi öz varlığı, varoluşu üzerinde düşünüyor ve tekrar enerji toplayabiliyor. Bu sayede bir umut, motivasyon ve hareket ettirici fonksiyona sahip oluyor. Nasıl ki Gazali Yunan metafiziğine ve Meşşailere karşı son derece önemli, entelektüel bir mücadele vermişse, insanın tekrar motivasyonu ve Müslüman insanın tekrar varoluşu açısından Mevlana’nın hareket noktası, Gazali gibi bizim için bugün bir hareket noktası ve ilham kaynağı olabilir.
Mevlana’yı putlaştırmadan, onu yanılmaz kabul etmeden ve Kur’an’ın ve Hz. Peygamber (s.a.)’in önüne geçirmeden, onu tekrara düşmeden İslam irfanı ve tefekkürünün büyük isimlerinden biri kabul edip ondan gerekli istifadeyi sağlayabilmeliyiz.
|