Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 2 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: Şeyh Abdulhakîm Arvasî ve dervişi Necip Fazıl Kısakürek
MesajGönderilme zamanı: 23.06.10, 10:47 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 30.04.09, 09:08
Mesajlar: 148
ONU NASIL TANIDIM?

Necip Fazıl KISAKUREK

O
Dinmek bilmez bir ağrı çeken diş... Ne kibrit çöpünden imdat, ne berber kerpeteni, ne karanfil yağı, ne de eczacı güllacından...
İşte böyle; bir zamanlar beynim "mutlak hakikat" acılarına yataklık etti.
Ağrıyan akıl dişimdi.
Masallardaki benzetişle, denizler mürekkep, ağaçlar kalem olsa bu acıları
sayıp dökmeye yetmez.
Hayatımda öyle bir gün doğdu ki, kundaktan patiğe, emzikten kısa pantolona,
oyuncaktan boyunbağına, karalama defterinden polis hafiyesi romanına,
beştaştan iskambil kâğıdına ve ayva tüyünden kır saça kadar, anne, baba,
dadı, mektep, arkadaş, kitap, hoca, tabiat, şehir, cemiyet, kimden ne
aldımsa hepsini geriye verdim. Ruhuma istifledikleri hazırlop dünya bir
sarsılışta yıkıldı gitti.
Bilmem ki, hiçbir fâni, dünyaya gelmiş olmak adına bu kadar ağır bir borç
senedi imzalamış mıdır?
Bir tohumu, cevherini bulmak için merkezine doğru, tabaka tabaka soyup
hiçbir şey bulamamak, üstelik tohumun ezbere inanılmış hakikatini de
kaybetmek gibi, her şeyin iç yüzünü ararken her şeyi elden çıkarıverdim.
İmam-ı Gazalinin midesine aylarca tek damla suyu bile kabul ettirmiyen ve
(Paskal)ın beyninde urların en müthişini kabartan kanlı fikir çilesinden
payıma düşenleri anlatmıya kalkmıyacağım. Dünyaya gelmiş olmak adına
benimki kadar ağır borç taahhüdüne girişmiş olanlar bilir ki, çoğu
yeryüzüne alacak senetleriyle gelen insanlara bu bahiste anlatabilecek
şeyler pek az...

Ben yalnız, doğrudan daha gerçek bir yalan, vakıadan daha ölçülü bir masal,
maddeden daha katı bir hayâl anlatacağım:

Tanrıkulu, Tanrıkulu; onu nasıl tanıdım? Ve işte ruhumun büyük zelzelesini,
bir yıkıntı âlemi içinde Tanrıkulu'na açılan gizli kapıyı meydana çıkarmış
bir saik diye haber veriyorum!
Evet "niçin" ve "nasıl"ı benim, hikâyesi sizin olsun; şu kadar yıllık
kâinat, gözüme, bütün yaftalanmış, raflara dizilmiş, istenmeden herkese
dağıtılmış ve sorulmadan midelere indirilmiş hakikatleriyle, yeni baştan ve
teker teker gerçekleştirilmeğe muhtaç göründü.
Eşya ve hâdiselerin aslını, özünü, cevherini araştırırken galiba öyle bir
sırrı tırmıkladım ki, bu sır şahlandı, beni çarptı, rahat ve mesut insanî
körlüğümün nezaret ufkunu kararttı; ve artık hiçbir şey görmemek yerine,
ensemden bastırıp bana dipsiz bir kuyuda yokluğu göstermeğe kalktı.
Bu kuyuda, "öz ağzımdan kafatasımı kusarcasına" Allahın gölgesini gördüm.
Maddenin mahbus olduğu kaba bir dört köşe içinde birtakım eşya ve
hâdiseleri düzenleyip Allaha yok diyenlere nisbet, ruhumda beşerî
kanunların tezgâhı o türlü devrildi ki, bu devrilişin altından yalnız Allah
doğrulabilirdi. Her şeyi o türlü kaybettim ki, Allahı kazandım...
Aman efendim! Boğaziçinin bir kıyısından öbürüne geçmek için on paralık
bilet yeterken, bu geçidi, kendinden evvelki hiçbir âlet ve vasıtaya
başvurmaksızın geçmiye zorlanan adamın felâketini düşünsenize!
İşte bütün imân ve inkârı uçuk bir anne dudağından, soluk bir "İlm-i Hâl"
kitabına kadar, ortamalı ve demirbaş âletlere dayanan adamcağıza karşılık,
Allah, bana kendisini, kendi elimle buldurmak için taş kırıcı bir balyoz
gibi enseme nasıl indi, bilseniz!., Bir geceydi...
Pencerelerimde sabah, koyu siyahın üstüne her ân biraz daha açık mavi bir
renk püskürtülürcesine yavaş yavaş maya tutuyordu. Masamda, uçları
kütleşmiş birkaç kalem ve bir yığın kâğıt, dişleri birbirine kenetli birkaç
kitap ve sigara ölüsü-dolu kocaman bir tabla; saçlarım yüzümde ve çenem
göğsümde, enseme inen balyozu maddî bir tesir hâlinde duydum.
Duvarlara, kapı tokmaklarına, merdiven trabzanlarına tutunup kendimi yatağa
zor attığımı hatırlıyorum.
Bütün gücümü tek saniyenin içine teksif edip kendi kendime verdiğim "uyu"
emrinden sonra, ertesi gün, ağır bir ameliyat baygınlığından uyanmış bir
hastaydım ben...
Her şey yepyeni ve bambaşka.
O güne kadar gururların ve nefs istinatlarının en küstahlariyle müdafaa
ettiğim ahmak emniyetler bir tarafa; merkezinde Allah bulunmak üzere,
ruhumda ve namütenahi bir daire şeklinde inşasına mecbur olduğum bütün bir
kâinat bir tarafa...
Sokakta, arkamdan kaldırıp önümden yere bıraktığım ayağımın iki hareketi
arasındaki zaman atomlarını birbirine bağlıyamıyacak kadar yaman bir
(metafizik) teri dökerken, ayağımın değdiği her noktada arz çökecekmiş gibi
korkunç bir istinatsizlık vehmi çekiyordum. Vehim ve şüphe!.
. Beni ısıran vehim ve şüphe akrebini hiçbir insan gözü görmedi.
Bakınız:
- Sakın bu dünya, göze görünür ve görünmez her-şeyiyle, doğacak bir çocuğu
kandırmak için bütün insanların birlik olup uydurduğu müthiş bir yalan
olmasın? Ve sakın o çocuk ben olmıyayım?
Bana öyle geliyordu ki, herhangi bir coğrafya mevkiinden, herhangi bir
hâdisenin sebep ve neticesine kadar bütün yeryüzü, bu müthiş yalanın
korkunç nizamından ibaret... Meselâ Şimal kutbu diye bir yer yoktur; annem
beni doğurmamıştır; iki kere iki dört etmez; tarih baştan başa uydurmadır;
şu dakikada filân devletle falan hükümet, aralarında sadece politika
taklidi yapmaktadır; tabut içinde gidenler de mahsus kaskatı kesiliyor ve
mahsus dudaklarını kıpırdatmıyor.
Ve kapıları, pencereleri, sükûtları, soğukkanlılıkları tekmeleyip avaz avaz
haykırmak istiyordum:
- Doğrusunu söyleyin bana, doğrusunu söyleyin! Hepiniz birden, bütün
kanunlarınız ve bütün müesseselerinizle elbirliği edip bir insandan, meçhul
bir insandan bütün hakikati gizliyebilmek tecrübesindesiniz! O insan benim
işte! Söyleyin bana herşeyin doğrusunu. Eşya ve hâdiselerin peçesini
kaldırın ve içyüzlerini gösterin!
Ve belki de tımarhanedeki deliler, kursaklarındaki sırrı artık ağızlarından
kaçıracak kadar ruhları zayıfladığı içindir ki, böyle demir parmaklıklı
kümeslere kapatılmışlardı.
Daha ne istiyorsunuz?
Bir daire, bir çizgi, bir nokta, bir hareket, bir fiil, bir mefhum, zaman,
mekân, ölüm, hayat etrafında, kuyruğundaki makaranın arkasından dönen bir
kedi yavrusu gibi kıvrılıp duruyordum.
Bir iğneli fıçı ki bu, üstünden hayâl uçsa kanatları kana boyanır.
Herşey, amma herşey, içimde dumana, rüzgâra, gölgeye, sıfıra karışırken,
yalnız bir şey, kendisinden başka herşeyin yokluğu pahasına mutlak bir
varlık şartına bürünüyordu.
- Yalnız Allah var... Var olan yalnız Allah... Herşey o kadar yok ki,
yalnız Allah var... Allah öyle var ki, kendisinden başka hiçbir şey yok...

Tam otuz yaşındaydım... Yedi yaşındanberi, çok defa yatağıma yüzükoyun
uzanıp bir mum ışığında okuduğum kitaplar, içimde uçsuz bucaksız bir
sahife... Bu uçsuz bucaksız sahife, kıvrım kıvrım yanmış, kül olmuştu.
Yalnız bir tarafında, ateşin çepçevre sardığı yanmamış bir parça vardı.

İslâm tasavvufuna ait bir kitaptan şu satırları yeni bir şekle sokmuştum:
"Bir irşad ediciye varmadan olmaz!
Yollara düş, bucak bucak ara ve irşad edicini bul!


Genç adam, dere, tepe düz, o şehir senin, bu köy benîm, yıllarca araştırdı,
durdu:
Kırdığı her cevizin içi bomboş...
Nihayet bir gün, bir dağ başında, koyunlarını otlatan bir çoban gördü.
Kuzgunî siyah bir zenci...
Zenciye:
- Beni irşad edecek birini arıyorum, dedi, arıyor ve bulamıyorum. Bana yol
göster!
Zenci, ufukların etrafında gövdesi ve gözleriyle çepeçevre bir daire
çizdikten sonra genç adama dondu, mırıldandı:
- Dört bir istikameti kokladım! Seni benden başka irşad edebilecek kimse
yok! İrşad edicin benim!
Ve genç adam zenci çobana kapılandı,... Ve erdi..."
İçimde, her biri bine bölünen yankılar: - Bir irşad ediciye varmadan olmaz!
Yollara düş, bucak bucak ara ve irşad edici bul! Seni kim irşad edecek?
Mucize iklimlerinin İrşad edicilerini bu asırda bulmak....

Zifiri karanlıkta bir akşam, iki sıra ağaç arasından evime doğru, yerden
kalkmaz bir çuval gibi vücudumu sürüklerken, yol ortasında bir gölge
gördüm. Gölge, sanki kafamın dört duvar arasındaki yankılarını duymuştu.
Bir ağaca yaslandı ve içinde karanlığın yiv yiv helezonlaştığı gözlerle
beni tarttı.
Her ân bir mucize bekliyordum; şaşırmadım, her şeyi olağan buldum,
haykırdım:
- Kimsin sen? Söyle!
Gramofon plâğı cızırtısına benzer müthiş bir fısıltı:
- İrşad edicinin habercisi!
- Ne istiyorsun? Masal dünyasında mıyız? Bu zamanda bir İrşad edici?
- Her zamanda bir irşad edici var!
Gökte bir yıldız düşürken muradını kestirebilen bir kavrayış acelesiyle
atıldım:
- Çabuk, yerini, yurdunu, adını sanını bildir!
- İlle bir tarif mi istiyorsun?
- İlle bir tarif istiyorum!
Sigara kâğıdından daha ince bir kamış gibi içi ses ve nefes dolu gölge,
büküldü, sıçradı; biraz ileride, karanlığın dipsiz kuyusunu çemberliyen
sokak ağzına daldı ve yine müthiş fısıltısını koyuverdi:
- "Sır vermez"e git! "Tesbihçiler"den geç! Sağa sap! "Kapalı Cami" sokağına
gir! Yürü, yürü! "Yıkık Çeşme"nin karşısında "9" numara!...
Göğe baktım; bir yıldız düşüyordu.
(1943)

***

VE O GÜN, BU GÜN...

Sırvermez'e gittim. "Tesbihçiler"den geçtim. Sağa saptım. "Kapalı cami"
sokağına girdim. Yürüdüm, yürüdüm... "Yıkık çeşme"nin karşısında "9"
numara... İki kanadı açık bir bahçe kapısı.,. Girdim. Ne tuhaf!... Bahçe
sandığım yer küçük bir mezarlık... Daha doğrusu bahçenin bir kenarında,
parmaklıkla bölünmüş bir sıra mezar... Orta yerde şadırvan gibi bir şey...
Etrafta, cepçevre, teker katlı, birbirine bağlı, içice geçme, ahşap
damaltları... Bunlardan karşıma düşeni, pencereleri yere kadar inen kocaman
bir oda... Kimisi kırık, kimisi çatlak, kimisi de Öbek öbek kâğıt kaplı
pencereler... Hepsi perdesiz... Odalar bomboş... Tabut tahtaları gibi
çırçıplak, cılk tahtalar... Mezarlarla şadırvanın arasında bir asma; ve
asmanın altında birkaç tahta iskemle...

Bir ân, kalakaldım. İçime, bir iskemleye çöküp kaderimin tecellisini
beklemek diye bir his düştü. Asmanın altındaki boş iskemlelerden birine
çöktüm.

O da ne?.. Bu defa karşıma düşen damaltı, eski bir mescide benzer bir şekil
belirtiyor. Kemer biçiminde baklava baklava demir parmaklıklı pencereler,
içerdeki müthiş boşluğu, hendeseleştirmekte... İçeride, taşla örtülü kor
kuyular gibi, meçhulün kilitli kapısı hâlinde bir duvar oyuğu... Galiba
mihrap...

Ürpererek ayağa kalktım. Meçhulün kilitli kapısı mı açıldı, ne; odada,
mihrabın içinden fışkırmış gibi bir adam peydahlanmıştı; yürüyordu, bana
doğru yürüyor, tahtaları gıcırdata gıcırdata geliyordu. Adam, mescidin
bahçeye açılan kapısını içerden kurcaladı. Kapı paslı demir ve çürük
tahtanın boğuk homurdanışlariyle açıldı.

Evet, bir adam...
Bir kat aşağıdan geliyormuş gibi kısık bir ses:
- Hoş geldiniz, dedi, buyurun, oturun!

Onu size anlatmayacağım. Anlatamıyacağım için değil, anlatılamıyacak bir
hâdiseyi boşuna zorlamamak için buna davranmıyacağım. Yalnız bir şey
söyliyeyim: Gözleri!... Evet, evet, gözleri!... Gözleri, bana bakarken ne
kadar uzaklardan dönüp geldiğini belli ediyordu. Bu gözler, en uzak
yıldızdan görünen en uzak yıldız kadar uzak, namütenahi uzak bir dünyadan
bakıyordu. Alçıdan heykel gözleri gibi, bu dünyaya ait her şeye kapalı;
bambaşka ve harikulade bir dünyanın seyircisi gözler!.. Artık bu gözlerin
etrafında; ahenkli bir baş, bembeyaz bir sakal, muhteşem bir alın, vekarlı
bir burun; onlar olmadan basitlerin basitini, onlarla beraber
"anlatılmaz"ın tâ kendisini terkip ediyordu.

Birden, denize bir gemiden demir atılması gibi, beynime bir duygu çöktü:
Kurtuluşumun, kurtuluşun sırrı bu adamdaydı.
Hazinenin yanı başına gelmiştim. İş, sadece:
- Açıl, susam, açıl! Demeğe kalmıştı.
Ilık, son derece yumuşak ve ılık:
- Seni bekliyordum!
Dedi.


Şaşırdım:
- Olabilir efendim. Fakat ben isminizi bilmeden geldim buraya.
- İsimden ne çıkar? İsimler bizi kaybetmemeleri için konmuş yaftalar...
Daha doğrusu, bizim kendi kendimizi kaybetmememiz için; kendi kendimize
sahip olduğumuzu zannetmemiz için... Benim ismim Tanrıkulu.,.
- Burada tek başınıza mı oturuyorsunuz?
- Öyle ya, tek başıma... Fakat bildikler beni yalnız bırakmaz.
Ve dalgın dalgın yüzüne dalışımı görerek ilâve etti:
- Yaşımı merak ediyorsun, değil mi? Yetmiş dört yaşındayım.
Manâlı, mânâsız, atıldım:
- İrşad edicim sizsiniz!
- Bende insanları irşad etmek kuvveti olsaydı, hiç izbelere çekilir miydim?
Meydanlara çıkardım!
- Demin beni beklemekte olduğunuzu söylemediniz mi?
Ses kısıldı, kısıldı; gözleriyle beraber uzaklara kaçtı:
- Ben, her ân, herkesi beklerim.
- Kapamayın bana kapınızı!
- Kapılar açık... Fakat görüyorsun ki, içeride hiçbir
şey yok...
Bütün cephe boyunca saldırmaktan başka çarem kalmıyordu:
- İslâm tasavvufuna dair okuduğum bütün kitaplar "mürşid-i kâmil"den
bahsediyor; üstün irşad ediciden... O nerede ve nasıl bulunur? Her devirde
mutlaka bir tanesinin bulunduğunu kaydediyor yine kitaplar... Ama onu nasıl
ele geçirmeli?.. Yine kitap diyor ki, onu bulmak için, istemek, gezmek,
aramak yeter... Onu bulmak şartiyle Çin Seddine kadar yayan yürüyebilirim.
Fakat orada da bulacağım, yine buralardaki kalabalıkların bir eşi değil mi?
Nasıl olabilir; nasıl, nasıl?

Müthiş gözlerini, taş bebeklerin gözleri gibi, içindeki dünyadan çekerek
yüzüme baktı:
- İrşad edicini bulsaydın, ondan ne isterdin, ne öğrenmek dilerdin?
- Kendimin ve bütün insanlığın dâvalarını...
- Yanlış kapı çaldın! Kitabın sana bahsettiği irşad edici, bu dünyanın
basamak olduğu başka bir dünyanın habercisidir. Yolu, irşad ediciden
beklemiyorsun da, sen ona yol gösteriyorsun! Senin, sırtında dilediğin yolu
aşmaya mahsus bir merkebe mi ihtiyacın var, bir rehbere mi?

Ve bir ân, gaibden bir emir dinliyor ve bu emri kesik kesik
tekrarlıyormuşcasına bir haber verdi:
- Merak etme, istediğin oldu. Senin, bu dünyanın basamak olduğu başka bir
dünyaya geçebilmen için bu dünyayı bitirmen lâzımdır... Bu dünyayı
tüketeceksin!.. Belki yola çıkamıyacaksın!.. Yol Ötelerde... Fakat buranın
keçi yollarını tüketeceksin!,. Keçi yollarında kaybedecek zamana ne
yazık!.. Bir gün ana yolun başına ulaşacak olursan, bu kaybettiğin zamana
ağlayacaksın... Sen bilirsin... Bu dünya isteklisi, sensin!

Ağlarcasına haykırdım:
- Bana bu dünya lâzım; dediğiniz gibi ötekinin basamağı olarak!...
Ayağa kalktı. Mescid kılıklı damaltına doğru hızlı hızlı yürümeğe başladı.
Ben, arkasında, evi yanan bir insan gibi şaşkın ve bitkin bakınırken,
mırıldandı:
- Ben namaza gidiyorum! Merak etme, merak etme, istediğin olacak... Sana bu
dünyanın keçi yollarını, bir ucundan, öbür ucuna, gezdireceğim. Bakalım,
yolu bulabilecek misin?

Ve o gün, bugün onun dizi dibindeyim!
(1943)

***

Necip Fazıl KISAKUREK

TANRI KULUNDAN DİNLEDİKLERİM / FİKİR
7. Basım / Mayıs 1998
b. d. yayınları: 19
Baskı: Hünkar Ofset / İst.

b. d. yayınları
Kurucu : Necip Fazıl Kısakürek
Yayın sorumlusu: Suat Ak

b. d. yayınları, Ankara C. Vilâyet Han 10/3 Cağaloğlu - İstanbul
ISBN 975-8180-26-6


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Şeyh Abdulhakîm Arvasî ve dervişi Necip Fazıl Kısakürek
MesajGönderilme zamanı: 29.07.11, 14:03 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 30.04.09, 09:08
Mesajlar: 148
Alıntı:
İslâm tasavvufuna ait bir kitaptan şu satırları yeni bir şekle sokmuştum:
"Bir irşad ediciye varmadan olmaz!
Yollara düş, bucak bucak ara ve irşad edicini bul!


Arayan bulur...


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 2 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 1 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye