ONU NASIL TANIDIM?
Necip Fazıl KISAKUREK
O Dinmek bilmez bir ağrı çeken diş... Ne kibrit çöpünden imdat, ne berber kerpeteni, ne karanfil yağı, ne de eczacı güllacından... İşte böyle; bir zamanlar beynim "mutlak hakikat" acılarına yataklık etti. Ağrıyan akıl dişimdi. Masallardaki benzetişle, denizler mürekkep, ağaçlar kalem olsa bu acıları sayıp dökmeye yetmez. Hayatımda öyle bir gün doğdu ki, kundaktan patiğe, emzikten kısa pantolona, oyuncaktan boyunbağına, karalama defterinden polis hafiyesi romanına, beştaştan iskambil kâğıdına ve ayva tüyünden kır saça kadar, anne, baba, dadı, mektep, arkadaş, kitap, hoca, tabiat, şehir, cemiyet, kimden ne aldımsa hepsini geriye verdim. Ruhuma istifledikleri hazırlop dünya bir sarsılışta yıkıldı gitti. Bilmem ki, hiçbir fâni, dünyaya gelmiş olmak adına bu kadar ağır bir borç senedi imzalamış mıdır? Bir tohumu, cevherini bulmak için merkezine doğru, tabaka tabaka soyup hiçbir şey bulamamak, üstelik tohumun ezbere inanılmış hakikatini de kaybetmek gibi, her şeyin iç yüzünü ararken her şeyi elden çıkarıverdim. İmam-ı Gazalinin midesine aylarca tek damla suyu bile kabul ettirmiyen ve (Paskal)ın beyninde urların en müthişini kabartan kanlı fikir çilesinden payıma düşenleri anlatmıya kalkmıyacağım. Dünyaya gelmiş olmak adına benimki kadar ağır borç taahhüdüne girişmiş olanlar bilir ki, çoğu yeryüzüne alacak senetleriyle gelen insanlara bu bahiste anlatabilecek şeyler pek az...
Ben yalnız, doğrudan daha gerçek bir yalan, vakıadan daha ölçülü bir masal, maddeden daha katı bir hayâl anlatacağım:
Tanrıkulu, Tanrıkulu; onu nasıl tanıdım? Ve işte ruhumun büyük zelzelesini, bir yıkıntı âlemi içinde Tanrıkulu'na açılan gizli kapıyı meydana çıkarmış bir saik diye haber veriyorum! Evet "niçin" ve "nasıl"ı benim, hikâyesi sizin olsun; şu kadar yıllık kâinat, gözüme, bütün yaftalanmış, raflara dizilmiş, istenmeden herkese dağıtılmış ve sorulmadan midelere indirilmiş hakikatleriyle, yeni baştan ve teker teker gerçekleştirilmeğe muhtaç göründü. Eşya ve hâdiselerin aslını, özünü, cevherini araştırırken galiba öyle bir sırrı tırmıkladım ki, bu sır şahlandı, beni çarptı, rahat ve mesut insanî körlüğümün nezaret ufkunu kararttı; ve artık hiçbir şey görmemek yerine, ensemden bastırıp bana dipsiz bir kuyuda yokluğu göstermeğe kalktı. Bu kuyuda, "öz ağzımdan kafatasımı kusarcasına" Allahın gölgesini gördüm. Maddenin mahbus olduğu kaba bir dört köşe içinde birtakım eşya ve hâdiseleri düzenleyip Allaha yok diyenlere nisbet, ruhumda beşerî kanunların tezgâhı o türlü devrildi ki, bu devrilişin altından yalnız Allah doğrulabilirdi. Her şeyi o türlü kaybettim ki, Allahı kazandım... Aman efendim! Boğaziçinin bir kıyısından öbürüne geçmek için on paralık bilet yeterken, bu geçidi, kendinden evvelki hiçbir âlet ve vasıtaya başvurmaksızın geçmiye zorlanan adamın felâketini düşünsenize! İşte bütün imân ve inkârı uçuk bir anne dudağından, soluk bir "İlm-i Hâl" kitabına kadar, ortamalı ve demirbaş âletlere dayanan adamcağıza karşılık, Allah, bana kendisini, kendi elimle buldurmak için taş kırıcı bir balyoz gibi enseme nasıl indi, bilseniz!., Bir geceydi... Pencerelerimde sabah, koyu siyahın üstüne her ân biraz daha açık mavi bir renk püskürtülürcesine yavaş yavaş maya tutuyordu. Masamda, uçları kütleşmiş birkaç kalem ve bir yığın kâğıt, dişleri birbirine kenetli birkaç kitap ve sigara ölüsü-dolu kocaman bir tabla; saçlarım yüzümde ve çenem göğsümde, enseme inen balyozu maddî bir tesir hâlinde duydum. Duvarlara, kapı tokmaklarına, merdiven trabzanlarına tutunup kendimi yatağa zor attığımı hatırlıyorum. Bütün gücümü tek saniyenin içine teksif edip kendi kendime verdiğim "uyu" emrinden sonra, ertesi gün, ağır bir ameliyat baygınlığından uyanmış bir hastaydım ben... Her şey yepyeni ve bambaşka. O güne kadar gururların ve nefs istinatlarının en küstahlariyle müdafaa ettiğim ahmak emniyetler bir tarafa; merkezinde Allah bulunmak üzere, ruhumda ve namütenahi bir daire şeklinde inşasına mecbur olduğum bütün bir kâinat bir tarafa... Sokakta, arkamdan kaldırıp önümden yere bıraktığım ayağımın iki hareketi arasındaki zaman atomlarını birbirine bağlıyamıyacak kadar yaman bir (metafizik) teri dökerken, ayağımın değdiği her noktada arz çökecekmiş gibi korkunç bir istinatsizlık vehmi çekiyordum. Vehim ve şüphe!. . Beni ısıran vehim ve şüphe akrebini hiçbir insan gözü görmedi. Bakınız: - Sakın bu dünya, göze görünür ve görünmez her-şeyiyle, doğacak bir çocuğu kandırmak için bütün insanların birlik olup uydurduğu müthiş bir yalan olmasın? Ve sakın o çocuk ben olmıyayım? Bana öyle geliyordu ki, herhangi bir coğrafya mevkiinden, herhangi bir hâdisenin sebep ve neticesine kadar bütün yeryüzü, bu müthiş yalanın korkunç nizamından ibaret... Meselâ Şimal kutbu diye bir yer yoktur; annem beni doğurmamıştır; iki kere iki dört etmez; tarih baştan başa uydurmadır; şu dakikada filân devletle falan hükümet, aralarında sadece politika taklidi yapmaktadır; tabut içinde gidenler de mahsus kaskatı kesiliyor ve mahsus dudaklarını kıpırdatmıyor. Ve kapıları, pencereleri, sükûtları, soğukkanlılıkları tekmeleyip avaz avaz haykırmak istiyordum: - Doğrusunu söyleyin bana, doğrusunu söyleyin! Hepiniz birden, bütün kanunlarınız ve bütün müesseselerinizle elbirliği edip bir insandan, meçhul bir insandan bütün hakikati gizliyebilmek tecrübesindesiniz! O insan benim işte! Söyleyin bana herşeyin doğrusunu. Eşya ve hâdiselerin peçesini kaldırın ve içyüzlerini gösterin! Ve belki de tımarhanedeki deliler, kursaklarındaki sırrı artık ağızlarından kaçıracak kadar ruhları zayıfladığı içindir ki, böyle demir parmaklıklı kümeslere kapatılmışlardı. Daha ne istiyorsunuz? Bir daire, bir çizgi, bir nokta, bir hareket, bir fiil, bir mefhum, zaman, mekân, ölüm, hayat etrafında, kuyruğundaki makaranın arkasından dönen bir kedi yavrusu gibi kıvrılıp duruyordum. Bir iğneli fıçı ki bu, üstünden hayâl uçsa kanatları kana boyanır. Herşey, amma herşey, içimde dumana, rüzgâra, gölgeye, sıfıra karışırken, yalnız bir şey, kendisinden başka herşeyin yokluğu pahasına mutlak bir varlık şartına bürünüyordu. - Yalnız Allah var... Var olan yalnız Allah... Herşey o kadar yok ki, yalnız Allah var... Allah öyle var ki, kendisinden başka hiçbir şey yok...
Tam otuz yaşındaydım... Yedi yaşındanberi, çok defa yatağıma yüzükoyun uzanıp bir mum ışığında okuduğum kitaplar, içimde uçsuz bucaksız bir sahife... Bu uçsuz bucaksız sahife, kıvrım kıvrım yanmış, kül olmuştu. Yalnız bir tarafında, ateşin çepçevre sardığı yanmamış bir parça vardı.
İslâm tasavvufuna ait bir kitaptan şu satırları yeni bir şekle sokmuştum: "Bir irşad ediciye varmadan olmaz! Yollara düş, bucak bucak ara ve irşad edicini bul!
Genç adam, dere, tepe düz, o şehir senin, bu köy benîm, yıllarca araştırdı, durdu: Kırdığı her cevizin içi bomboş... Nihayet bir gün, bir dağ başında, koyunlarını otlatan bir çoban gördü. Kuzgunî siyah bir zenci... Zenciye: - Beni irşad edecek birini arıyorum, dedi, arıyor ve bulamıyorum. Bana yol göster! Zenci, ufukların etrafında gövdesi ve gözleriyle çepeçevre bir daire çizdikten sonra genç adama dondu, mırıldandı: - Dört bir istikameti kokladım! Seni benden başka irşad edebilecek kimse yok! İrşad edicin benim! Ve genç adam zenci çobana kapılandı,... Ve erdi..." İçimde, her biri bine bölünen yankılar: - Bir irşad ediciye varmadan olmaz! Yollara düş, bucak bucak ara ve irşad edici bul! Seni kim irşad edecek? Mucize iklimlerinin İrşad edicilerini bu asırda bulmak....
Zifiri karanlıkta bir akşam, iki sıra ağaç arasından evime doğru, yerden kalkmaz bir çuval gibi vücudumu sürüklerken, yol ortasında bir gölge gördüm. Gölge, sanki kafamın dört duvar arasındaki yankılarını duymuştu. Bir ağaca yaslandı ve içinde karanlığın yiv yiv helezonlaştığı gözlerle beni tarttı. Her ân bir mucize bekliyordum; şaşırmadım, her şeyi olağan buldum, haykırdım: - Kimsin sen? Söyle! Gramofon plâğı cızırtısına benzer müthiş bir fısıltı: - İrşad edicinin habercisi! - Ne istiyorsun? Masal dünyasında mıyız? Bu zamanda bir İrşad edici? - Her zamanda bir irşad edici var! Gökte bir yıldız düşürken muradını kestirebilen bir kavrayış acelesiyle atıldım: - Çabuk, yerini, yurdunu, adını sanını bildir! - İlle bir tarif mi istiyorsun? - İlle bir tarif istiyorum! Sigara kâğıdından daha ince bir kamış gibi içi ses ve nefes dolu gölge, büküldü, sıçradı; biraz ileride, karanlığın dipsiz kuyusunu çemberliyen sokak ağzına daldı ve yine müthiş fısıltısını koyuverdi: - "Sır vermez"e git! "Tesbihçiler"den geç! Sağa sap! "Kapalı Cami" sokağına gir! Yürü, yürü! "Yıkık Çeşme"nin karşısında "9" numara!... Göğe baktım; bir yıldız düşüyordu. (1943)
***
VE O GÜN, BU GÜN...
Sırvermez'e gittim. "Tesbihçiler"den geçtim. Sağa saptım. "Kapalı cami" sokağına girdim. Yürüdüm, yürüdüm... "Yıkık çeşme"nin karşısında "9" numara... İki kanadı açık bir bahçe kapısı.,. Girdim. Ne tuhaf!... Bahçe sandığım yer küçük bir mezarlık... Daha doğrusu bahçenin bir kenarında, parmaklıkla bölünmüş bir sıra mezar... Orta yerde şadırvan gibi bir şey... Etrafta, cepçevre, teker katlı, birbirine bağlı, içice geçme, ahşap damaltları... Bunlardan karşıma düşeni, pencereleri yere kadar inen kocaman bir oda... Kimisi kırık, kimisi çatlak, kimisi de Öbek öbek kâğıt kaplı pencereler... Hepsi perdesiz... Odalar bomboş... Tabut tahtaları gibi çırçıplak, cılk tahtalar... Mezarlarla şadırvanın arasında bir asma; ve asmanın altında birkaç tahta iskemle...
Bir ân, kalakaldım. İçime, bir iskemleye çöküp kaderimin tecellisini beklemek diye bir his düştü. Asmanın altındaki boş iskemlelerden birine çöktüm.
O da ne?.. Bu defa karşıma düşen damaltı, eski bir mescide benzer bir şekil belirtiyor. Kemer biçiminde baklava baklava demir parmaklıklı pencereler, içerdeki müthiş boşluğu, hendeseleştirmekte... İçeride, taşla örtülü kor kuyular gibi, meçhulün kilitli kapısı hâlinde bir duvar oyuğu... Galiba mihrap...
Ürpererek ayağa kalktım. Meçhulün kilitli kapısı mı açıldı, ne; odada, mihrabın içinden fışkırmış gibi bir adam peydahlanmıştı; yürüyordu, bana doğru yürüyor, tahtaları gıcırdata gıcırdata geliyordu. Adam, mescidin bahçeye açılan kapısını içerden kurcaladı. Kapı paslı demir ve çürük tahtanın boğuk homurdanışlariyle açıldı.
Evet, bir adam... Bir kat aşağıdan geliyormuş gibi kısık bir ses: - Hoş geldiniz, dedi, buyurun, oturun!
Onu size anlatmayacağım. Anlatamıyacağım için değil, anlatılamıyacak bir hâdiseyi boşuna zorlamamak için buna davranmıyacağım. Yalnız bir şey söyliyeyim: Gözleri!... Evet, evet, gözleri!... Gözleri, bana bakarken ne kadar uzaklardan dönüp geldiğini belli ediyordu. Bu gözler, en uzak yıldızdan görünen en uzak yıldız kadar uzak, namütenahi uzak bir dünyadan bakıyordu. Alçıdan heykel gözleri gibi, bu dünyaya ait her şeye kapalı; bambaşka ve harikulade bir dünyanın seyircisi gözler!.. Artık bu gözlerin etrafında; ahenkli bir baş, bembeyaz bir sakal, muhteşem bir alın, vekarlı bir burun; onlar olmadan basitlerin basitini, onlarla beraber "anlatılmaz"ın tâ kendisini terkip ediyordu.
Birden, denize bir gemiden demir atılması gibi, beynime bir duygu çöktü: Kurtuluşumun, kurtuluşun sırrı bu adamdaydı. Hazinenin yanı başına gelmiştim. İş, sadece: - Açıl, susam, açıl! Demeğe kalmıştı. Ilık, son derece yumuşak ve ılık: - Seni bekliyordum! Dedi.
Şaşırdım: - Olabilir efendim. Fakat ben isminizi bilmeden geldim buraya. - İsimden ne çıkar? İsimler bizi kaybetmemeleri için konmuş yaftalar... Daha doğrusu, bizim kendi kendimizi kaybetmememiz için; kendi kendimize sahip olduğumuzu zannetmemiz için... Benim ismim Tanrıkulu.,. - Burada tek başınıza mı oturuyorsunuz? - Öyle ya, tek başıma... Fakat bildikler beni yalnız bırakmaz. Ve dalgın dalgın yüzüne dalışımı görerek ilâve etti: - Yaşımı merak ediyorsun, değil mi? Yetmiş dört yaşındayım. Manâlı, mânâsız, atıldım: - İrşad edicim sizsiniz! - Bende insanları irşad etmek kuvveti olsaydı, hiç izbelere çekilir miydim? Meydanlara çıkardım! - Demin beni beklemekte olduğunuzu söylemediniz mi? Ses kısıldı, kısıldı; gözleriyle beraber uzaklara kaçtı: - Ben, her ân, herkesi beklerim. - Kapamayın bana kapınızı! - Kapılar açık... Fakat görüyorsun ki, içeride hiçbir şey yok... Bütün cephe boyunca saldırmaktan başka çarem kalmıyordu: - İslâm tasavvufuna dair okuduğum bütün kitaplar "mürşid-i kâmil"den bahsediyor; üstün irşad ediciden... O nerede ve nasıl bulunur? Her devirde mutlaka bir tanesinin bulunduğunu kaydediyor yine kitaplar... Ama onu nasıl ele geçirmeli?.. Yine kitap diyor ki, onu bulmak için, istemek, gezmek, aramak yeter... Onu bulmak şartiyle Çin Seddine kadar yayan yürüyebilirim. Fakat orada da bulacağım, yine buralardaki kalabalıkların bir eşi değil mi? Nasıl olabilir; nasıl, nasıl?
Müthiş gözlerini, taş bebeklerin gözleri gibi, içindeki dünyadan çekerek yüzüme baktı: - İrşad edicini bulsaydın, ondan ne isterdin, ne öğrenmek dilerdin? - Kendimin ve bütün insanlığın dâvalarını... - Yanlış kapı çaldın! Kitabın sana bahsettiği irşad edici, bu dünyanın basamak olduğu başka bir dünyanın habercisidir. Yolu, irşad ediciden beklemiyorsun da, sen ona yol gösteriyorsun! Senin, sırtında dilediğin yolu aşmaya mahsus bir merkebe mi ihtiyacın var, bir rehbere mi?
Ve bir ân, gaibden bir emir dinliyor ve bu emri kesik kesik tekrarlıyormuşcasına bir haber verdi: - Merak etme, istediğin oldu. Senin, bu dünyanın basamak olduğu başka bir dünyaya geçebilmen için bu dünyayı bitirmen lâzımdır... Bu dünyayı tüketeceksin!.. Belki yola çıkamıyacaksın!.. Yol Ötelerde... Fakat buranın keçi yollarını tüketeceksin!,. Keçi yollarında kaybedecek zamana ne yazık!.. Bir gün ana yolun başına ulaşacak olursan, bu kaybettiğin zamana ağlayacaksın... Sen bilirsin... Bu dünya isteklisi, sensin!
Ağlarcasına haykırdım: - Bana bu dünya lâzım; dediğiniz gibi ötekinin basamağı olarak!... Ayağa kalktı. Mescid kılıklı damaltına doğru hızlı hızlı yürümeğe başladı. Ben, arkasında, evi yanan bir insan gibi şaşkın ve bitkin bakınırken, mırıldandı: - Ben namaza gidiyorum! Merak etme, merak etme, istediğin olacak... Sana bu dünyanın keçi yollarını, bir ucundan, öbür ucuna, gezdireceğim. Bakalım, yolu bulabilecek misin?
Ve o gün, bugün onun dizi dibindeyim! (1943)
***
Necip Fazıl KISAKUREK
TANRI KULUNDAN DİNLEDİKLERİM / FİKİR 7. Basım / Mayıs 1998 b. d. yayınları: 19 Baskı: Hünkar Ofset / İst.
b. d. yayınları Kurucu : Necip Fazıl Kısakürek Yayın sorumlusu: Suat Ak
b. d. yayınları, Ankara C. Vilâyet Han 10/3 Cağaloğlu - İstanbul ISBN 975-8180-26-6
|