Merhum Mustafa Kamer Ağabey’in gönül gözüyle tasavvuf, Bir Allah Dostuyla BeraberPeygamber Efendimiz (s.a) yüzlerine bakıldığı zaman Allah’ın hatırlanacağı insanlardan söz ediyor. (İbn Mâce, Kitâbü’z-Zühd, 4) Ayet-i Kerimede de Ümmet-i Muhammed’in özelliklerinden birinin “
Yüzlerinde secde izlerinden kaynaklanan bir işaretin bulunması” (Fetih 26/29) olduğu haber veriliyor.
Karaman’ın Hacı Ağabey’i, Kamerzade Mustafa Efendi, bu güzel hasletlerin yüzünde tecelli ettiği, hâl ve kâliyle “Allah dostu” sıfatını hâiz nadide şahsiyetlerden biriydi. Onun kıymetli şahsiyet ve deruni hayatına şahitlik eden pek çok insanın var olduğunda kuşku yoktur. Ben de acizane sohbet halkalarında bulundum, öğrencilik yıllarım boyunca ziyaretlerinden geri durmadım. Değerli nasihatlerinden gücüm yettiğince istifade etmeye çalıştım. Hususi sohbetlerinde teveccühlerine nail olmaktan dolayı kendimi bahtiyar hissediyorum.
Bu sebeple, (22.07.2003) tarihli ziyaretimde tutmuş olduğum notlardan müteşekkil bir sohbetini gün yüzüne çıkarmayı bir vazife olarak telakki ediyor; sevenlerinin ve okuyucuların bundan istifade edeceklerini umuyorum. Üzerimizde emeği bulunan bu kıymetli insanın vefatından derin bir teessür duyuyor, kendilerine Cenab-ı Allah’tan rahmetler niyaz ediyorum.
Mukarrabûn/Ebrâr “Bugün bazı insanlar tasavvufa art niyetle bakıyorlar. Dolayısıyla da tasavvûfi incelikleri anlayamıyorlar. Tasavvufu İslam’ın haricinde görüyorlar. Halbuki tasavvuf Allah’a kurbiyet yoludur. Allah’ı zikir yoludur. Tasavvuf, teheccüddür, salavattır, haşyettir. İslam’ı, Kur’an’ı insanlara ta’lim ettiren tasavvuftur. İnsanları disiplinli bir şekilde zikre yönlendiren tasavvuftur.
Tasavvufta ne cennet arzusuyla ibadet etmek vardır ne de cehennem korkusuyla. Sırf Allah’ın rızasını kazanmak için ibadet vardır.
Tasavvufi ıstılahta Allah rızası için yapılmayan ibadet küfürdür. (Burayı üzerine basa basa birkaç kez tekrar ettiler) İşte Mukarrabûn olanlar bu anlayıştaki müminlerdir. Onlar sırf Allah’ın rızası için kulluk edenlerdir.
Bir de Ebrâr vardır. Onlar mukarrabün seviyesini yakalayamamışlardır. Mukarrabün, Allah’a takarrub edenlerdir. Ayette: “
Bunlar Allah’ın lütfuyla ve mevhibesiyle Allah’a çok yakınlaştırılmış olanlardır” buyurulur. (Vakıa 56/11) Nitekim “
Ebrâr’ın hasenât saydıkları mukarrabün için seyyiât kabilindedir” diye bir kibar-ı kelam vardır.
Peki insan mukarrabün seviyesine nasıl ulaşır? Allah, kullarından zikr-i kesir istemektedir: “Ey insanlar! Zikredin, Allah’ı çokça zikredin.” (Ahzâp 33/41) Bu basit bir olay değildir. Zikr-i kesir nasıl hâsıl olur? Bazıları zikr-i kesir sadece dille yapılan değil, aynı zamanda kalb ile yapılan zikirdir, demişlerdir.
Es’âd Efendi (k.s) ise: “
Bütün vücûdun, vücûdun her zerresinin zikriyle zikr-i kesir hasıl olur. Buna da zikr-i sultâni denir.” demiştir. Yine Cenâb-ı Hakk: “
Kalpler ancak Allah’ın zikriyle tatmin olur, doyuma ulaşır.” (Râd 13/28) buyurmuştur. Huzur farklı şeydir. Allah’ın huzurunda durursun, o huzurdur. Ancak doyum farklıdır.
Zikirde esas olan Allah’tan hiç gaflet etmemektir. İbrahim Dessûki: “
Bir an Allah’tan gaflet ettiğimi fark edeyim, kendimi mürted sayarım” demiştir. Bir başka Allah dostu ise: “
Kuşun su içmek için suya gagasını sokup çıkardığı zaman kadar Allah’tan gaflet etmedim.” demiştir. Bu, zikr-i kesirin, Allah’la maiyyetin bir sonucudur. Allah Teâlâ zikir ile ilgili: “
Allah’ın zikri en büyüktür.” (Ankebût 29/45) buyurmuştur. Bu ayette Allah’ı zikretmenin ne kadar önemli olduğu çok açıktır. Bir başka ayette ise: “
Allah’tan bir rıza her şeyden büyüktür.” (Tövbe 9/72) buyrulmuştur. İşte zikir, Allah’ın rızasına tekabül etmektir.
Kul, Allah’ın rızasına talip olmalıdır. Önemli olan Allah’ın kuldan, kulun da Allah’tan razı olmasıdır. Şunu unutmayın ki kulun Allah’tan razı olması daha zordur. Çünkü kul sürekli değişik değişik iptilâlara uğramaktadır. Bu sebeple kulun: “
Rabbim senden razı oldum!” demesi çok zordur. Allah Teâlâ: “
Ey itminana ermiş nefis, sen O’ndan O da senden razı olarak Rabb’ine dön, iyi kullarımın arasına gir ve cennetime gir!” (Fecr 89/27-30) buyurmuştur. Burada doymuş olmanın yanında, Allah’ın kuldan kulun da Allah’tan razı olması önemlidir. İşte kul o zaman, sâlih kullar arasına girebilmektedir. Yine şu ayetler de Allah’ı zikretmeyi telkin etmektedir: “…Allah’ı çokça zikredin, belki felaha ulaşırsınız.” (Cuma 62/10) “
Öyle erler vardır ki, onları Allah’ı zikretmekten, namazı kılmaktan ve zekatı vermekten ne ticaret ne de alışveriş alı kor.” (Nur 24/37)
Rıza Nedir?Bir bedevi, hatasından dolayı kölesini bir direğe bağlamış. Köle göz yaşları içinde beklerken biri gelip efendisinden onu salıvermesini rica etmiş. Bedevi köleyi salıvermiş. Ancak köle yine ağlamaya devam etmiş. Bu defa efendi köleyi serbest bırakmış yani azâd etmiş. Köle yine ağlamamı sürdürmüş. Efendi bunun üzerine; “
O benim hoşnutluğumu istemektedir, suçunun bağışlanmasını değil.” demiştir. İşte rıza budur.
Hz. Yakup (a.s.) “
Ben üzüntü ve tasamı yalnız Allah’a açıyorum. Ve Allah’tan sizin bilmediklerinizi biliyorum.” (Yusuf 12/86) diye dua etmektedir. (Bu arada ben de “
Allah onlardan razıdır ve onlar da Allah’tan razıdırlar. Bu Rabb’inden sakınan kimseler içindir.” (Beyyine 98\8) ayetini okudum. Daha önce kısmen geçmiş olan “haşyet” konusunu bu defa biraz daha açtılar.)
“
Kuşkusuz, inananlar felaha ermişlerdir. Onlar ki namazlarında huşu içindedirler.” (Mü’minun 23/1-2) Namazlarda ve kullukta esas olan “haşyet”tir. Haşyet, korkudan farklıdır. Basit bir korku değildir. Gelip geçici bir olay değildir. Üzerinizden ansızın bir kuş geçer, korkarsınız. Bu değildir. Haşyet, Allah korkusunun kalpte yer etmesidir. Kulun Allah korkusundan titremesidir. Karşıdan gelen müstehcen giyimli bir kadın görüldüğü zaman titreyip başını eğmek gibidir. İşte rızaya ermek de bu haşyetle olmaktadır.
Kalp Tasfiyesi / Nefis Tezkiyesi Nefis tezkiyesi ile kalp tasfiyesi aynı şeyler midir? İkisi birlikte mi yapılır? Hayır, aynı şeyler değildir. Önce kalp tasfiyesi vardır yolumuzda. Bu uğurda, kalpte Allah’tan gayrı ne varsa çıkartılır. Sonra sıra ile letâifler çalıştırılır. Kalp, ruh, sır, hafa, ahfa ve nefis. Bu Letâif-i Hamse’dir. Bu âlemi halk’taki isimleridir. Bunların bir de alemi halk’taki yansımaları vardır ki âlemi halktakiler çalıştıkça âlemi ervahtakilerde parlama olur. Bu letâifler sadırdadır. Bu sebeple Cenâb-ı Allah: “
Resulüm! Senin göğsünü açmadık mı?” (İnşirah 94/1) buyurmuştur. Şerh etmek genişletmektir. Peygamberin sadrı genişletilmiştir. Yani Rasul-i Ekrem bu makamları geçmiştir. Hz. Musa (a.s) duasında: “
Rabbim! Göğsümü aç, kalbime ferahlık ver.” (Tâhâ 20/25) buyurarak sadrının genişletilmesini istemektedir. İşte bundan sonra nefis tezkiyesi gelmektedir.
Tezkiye, zinetlendirmek demektir. Artık günahlardan arınan kalp, sadr güzel hasletlerle süslenmelidir. Kalpten nefse giden yolda râbıta yapılır. Daha sonra murâkabe başlar. Murâkabe esnasında Allah’ın vahdaniyeti düşünülür. Sonra ise “Muhabbet” makamı gelmektedir. Mürîd Allah’la birlikte olduğunu düşünür ve hisseder. Bu, “
Nerde olursanız olun O sizinle birliktedir.” (Hadid 57/4) ayetinin bir tecellisidir. Bu noktaya ulaşan sûfi artık “
velayet-i suğra” makamına erişmiştir.
Bu makamdan sonra “kurbiyet” makamı gelmektedir. Bu da “
Hiç kuşkusuz, insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne telkin ettiğini biliriz. Biz ona şahdamarından daha yakınız.” (Kâf 50/16) ayetinin tecellisidir. Buradaki, “
ilmu’l-yakin” olma hâli değildir. Bizâtihi “
hakku’l-yakin” hâlidir. İşte kul bu noktada Allah’a yakın olmaktadır. Yani mukarrabûn seviyesine çıkmaktadır. Bu da “
velayet-i kübrâ” makamıdır. Hadiste geçen: “Kulum
bana üzerine farz kıldığım şeylerden daha güzel bir şeyle yaklaşmış olamaz. Nâfilelere devam ede ede öyle bir hâle gelir ki ben onu severim. Onu sevince de artık onun…” ifadesinin anlamı işte budur. Fenâfillah makamı budur. es-Seyr fillâh, es-seyr meallâh budur.
Manevi Bir Yola Girmek(Satır aralarında da şunlar geçmişti) Babamın amcası varmış; benim adımı aldığım Mustafa Efendi. İstanbul ders-i âmmlarından. Babam, amcamı İstanbul’da hasta yatağındayken ziyaret etmiş. Babama: “
Hafız, hafız! Yetmiş yıl yaşadım, bir mürşid-i kâmile teslim olamadım. Kalbim boş gidiyor. Sen elini çabuk tut!” diye nasihatte bulunmuş. Bu söz üzerine babam genç yaşta
Es’âd Efendi’ye (k.s) intisap etmiş.
Babam merhum güzel Fransızca bilirdi. Âhir ömründe: “
Keşke Fransızca’ya ayırdığımız vakti Arapça’ya verseydik” derdi. Aradan biraz daha zaman geçti: “Keşke bütün vakitlerimizi mârifetullâh’a ayırsaydık” dedi.
Bu yolda ilerlemek kesbî midir vehbî mi? Hem kesbîdir hem de vehbîdir. Sami Efendi (k.s) mürid hiç değilse mutmainne makamına ulaşmak için çaba sarf etmelidir” buyuruyor. Burada da bu işin kesbî olduğunu anlıyoruz. Tabii istidât da önemli. Kişinin istidâdı varsa bu yolda daha kolay ilerler. Bu şöyle özetlenebilir: “
Arayanlar bulamadı, bulanlar da ancak arayanlardan oldu.”
Bir müridin bu yolda ilerleyebilmesinin üç şartı vardır:
1. Mürşid kâmil olacak.
2. Mürîd kabiliyetli olacak.
3. Müridin üzerinde Allah’ın vehbi, hibesi olacak.
(Son olarak da şunları söylediler) Marifet geri alınmaz. Bir kimse bir şeyi öğrenirse onu unutmaz. Ben otuz yıldır bisiklete binmem; ancak binecek olsam hemen intibak ederim. Marifet de böyledir. Allah verdiği marifeti geri almaz. Ancak ileri bir adım atılmaz. Hakk çizgisi de böyledir.”
Mesut Kaya2009 - Mart, Sayı: 277, Sayfa: 044; Altınoluk Dergisi