Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 11 mesaj ]  Sayfaya git 1, 2  Sonraki
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: Hz. Şeyh Muhammed Nazım KIBRISÎ el-HAQQANÎ
MesajGönderilme zamanı: 06.01.09, 15:04 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 03.01.09, 22:40
Mesajlar: 926
Alıntı:
Hazret-i Şeyh Muhammed Nazım Kıbrısî er-RABBÂNÎ [K.S.] Hakk'a yürüyüp âlem-i cemâle intikal eyledi.

7 Mayıs 2014 / 8 Receb 1435 Çarşamba
***
İslam tarikatları içinde nüfuz ve nüfus açısından önemli bir yere sahip Nakşbendî cemaatinin dünyadaki en önemli isimlerinden 92 yaşındaki Şeyh Muhammed Nazım Kıbrısi Er-Rabbânî adıyla bilinen Kıbrısi, 2001 yılından bu yana Lefke'deki dergahında münzevî bir hayat yaşıyordu. Kıbrısi’nin başta İngiltere olmak üzere Avrupa ülkelerinde, Asya ve Amerika’da çok sayıda müridi bulunuyor. Tarikatının oğlu Şeyh Muhammed Adil tarafından sürdürüleceğini 5 Haziran 2009 Cuma günü yaptığı sohbetinde açıklayan Şeyh M. Nazım Kıbrısî tasavvufa getirdiği on-line biat gibi yeniliklerle biliniyordu.

HİMMETLERİ HAZIR OLA...

http://tasavvuf.info & http://sufiforum.com

YÖNETİM



Hz. Şeyh Muhammed Nazım el-HAQQANÎ

-Q-


Kıbrıs’ın Larnaka şehrinde 21 Nisan 1922 (26 Şaban 1340) Cuma günü doğdu. Soyu, baba tarafından, ehl-i beyte ve Gavs-ı âzam Abdülkadir Geylanî'ye ulaşır, anne tarafından ise Mevlevi tarikatı kurucusu Mevlana Celaleddin Rumi Hazretlerine dayanır.

Çocukluğunda Kadiri tarikatı şeyhi olan dedesinden bu tarikatın disiplin ve maneviyatını öğrendi. Daha küçükken olağanüstü özellikleri vardı. Tavırları mükemmeldi: kimseyle kavga etmez ve tartışmazdı. Her zaman gülümser ve çok sabırlı idi.

Bir genç olarak, olağanüstü yüksek manevi mertebesi sayesinde büyük ilgi görüyordu. Larnaka’da herkes onu tanıyordu, çünkü genç yaşta insanlara fikir veriyor ve gelecek hakkında konuşabiliyordu. Beş yaşından itibaren annesinin onu bulamadığı zamanlar oluyordu. Uzun aramalardan sonra annesi onu ya camide ya da Hala Sultan Tekkesi’nde (Peygamberimizin süt halası) bulurdu. Türbenin üzerinde havada asılı duran büyük taş, oraya bir çok turist çekmektedir. Annesi onu eve götürmeye çalıştığında; “Beni burada bırak, o bizim ceddimizdendir.” derdi. Sık sık, 14 yüzyıl önce gömülen Hala Sultan ile konuştuğu görülürdü. Biri onu rahatsız ederse; “Bırakın, burada gömülü olan büyük annemle konuşuyorum.” derdi.

Gündüz dünya ilmini öğrenmek için normal okula gidiyor, geceleri ise vaktini din ilimlerini ve Mevlevi ve Kadiri tarikatını öğrenmekle geçiriyordu.

Şeriat, Hadis, Fıkıh ve Tefsir öğreniyor bütün İslami konularda fetva verebiliyor, bütün manevi mertebelerden konuşabiliyordu. Zor hakikatleri açık ve kolay şekilde anlatma kabiliyeti vardı.

Kıbrıs’ta liseyi bitirdikten sonra (1940- Hicri 1359) iki ağabeyi ve bir kız kardeşinin yaşadığı İstanbul’a gitti. Beyazıt’ta bulunan İstanbul Üniversitesi’nde Kimya Mühendisliği okudu. Aynı zamanda şeyhi Cemaleddin el-Alasuni (vefatı: 1955-Hicri 1375) ile hem şeriat ilminde ilerliyor, hem de Arapça lisanı öğreniyordu. Kimya Mühendisliğinde de çok iyi gidiyor ve arkadaşlarını hep geride bırakıyordu. Üniversite hocaları onu araştırma yapmaya teşvik ediyor ama o; “Modern ilim beni cezbetmiyor, kalbim hep manevi ilimlere çekiliyor” diyordu.

İstanbul’da bulunduğu ilk sene içerisinde ilk manevi şeyhi olan Nakşibendi tarikatı şeyhi Süleyman Erzurumi hazretlerini (vefatı: 1948) buldu. Üniversiteye devam ederken aynı zamanda şeyhinin sohbetlerine de devam edip Nakşibendi tarikatını öğreniyordu.

Sultanahmet camiinde, bütün geceyi tefekkürle geçirdiği sık sık görülürdü.

Kendisi şöyle anlatıyor:

“Orada, kalbime rahmet ve selamet geliyordu. Sabah namazlarını o camide, şeyhlerim Şeyh Cemaleddin el-Alasuni ve Şeyh Süleyman Erzurumi ile beraber kılıyordum. Beni eğitiyor ve kalbime manevi ilim yerleştiriyorlardı. O zamanlar beni Şam’ın mübarek topraklarına çağıran bir çok rüya gördüm fakat henüz şeyhimden izin yoktu. Bir çok kez rüyalarımda Peygamber Efendimizi beni huzuruna çağırırken gördüm. Kalbimde her şeyi bırakıp Peygamberimizin mübarek şehrine göç etmek için derin bir arzu vardı.

Bir gün, kalbimdeki bu hasret çok yoğun olduğu bir zaman, Şeyhim Süleyman Erzurumi Hazretlerini gördüğüm bir zuhurat hasıl oldu. Gelip beni omzumdan salladı ve bana: “İznin şimdi geldi. Senin sırların ve manevi eğitimin benimle değil. Ben seni sadece emanet olarak tuttum ta ki senin gerçek şeyhin olan Abdullah Dağıstani Hazretlerine (ki benim de şeyhimdir) hazır olana kadar. O senin anahtarlarını tutuyor. Git onu Şam’da bul. Bu izin sana benden ve Peygamberimizden geliyor (Şeyh Süleyman Erzurumi, Nakşbendi tarikatının 313 büyük evliyasından biri idi).”

Zuhurat bitmişti ve ben Şam’a gitme iznini almıştım. Bu olayı söylemek için şeyhimi aradım. Onu yaklaşık iki saat sonra camiye gelirken buldum. Yanına koştum, bana kollarını açıp: “Oğlum, zuhurattan memnun musun?” dedi. Olan biten her şeyden haberdar olduğunu anladım. Bana: “Bekleme, hemen Şam’a doğru yola çık.” dedi. Adres veya başka bilgi vermemişti, sadece Şam’da Şeyh Abdullah Dağıstani demişti. İstanbul’dan Halep’e trenle gittim. Oradan Şam’a geçmeye çalıştım ama mümkün değildi. Şam’ı işgal eden Fransızlar İngilizlerin hücumuna hazırlanıyordu. Ben de Peygamberimizin sahabesi Halid bin Velid’in türbesinin bulunduğu Humus’a gittim. Türbeyi ziyaret edip camiye girdim ve namaz kıldım. Sonra yanıma bir kişi geldi ve bana şöyle dedi: “Akşam rüyamda Peygamberimizi gördüm; bana ‘Torunlarımdan biri yarın buraya geliyor, onunla ilgilen’ dedi. Sonra bana senin nasıl olduğunu gösterdi. O kişinin sen olduğunu görüyorum.”

“Dediğinden o kadar etkilendim ki davetini kabul ettim. Bana caminin yanında bir oda verdi. Orada bir yıl boyunca kaldım. Namaz kılmak ve Humus’lu iki büyük alimin meclislerinde bulunmak dışında odamdan çıkmıyordum. Bu alimler tecvid, tefsir, hadis ilmi ve fıkıh öğretiyorlardı. İsimleri Şeyh Muhammed Ali Uyun ed-Sud ve Humus müftüsü Şeyh Abdülaziz Uyun es-Sud idi. Aynı zamanda, iki nakşibedi şeyhinden de manevi eğitim alıyordum. Bunlar Şeyh Abdülcelil Murad ve Şeyh Said es-Subai idi. Şam’a gitmek için can atıyordum. Savaşın yoğunluğu yüzünden, önce Trablus’a oradan Beyrut’a, Beyrut’tan da Şam’a daha güvenli bir şekilde gitmeye karar verdim.”

1944 yılında (Hicri 1364) Şeyh Nazım otobüsle Trablus’a gitti. Otobüs onu limanda bıraktı. Orada bir yabancı idi ve kimseyi tanımıyordu. Limanda dolaşırken yolun diğer tarafından kendine doğru gelen birini gördü. Bu kişi Trablus müftüsü Şeyh Münir el Melik idi. Aynı zamanda, şehirdeki bütün tarikatların şeyhiydi. Yaklaştı ve şöyle dedi: “Sen Şeyh Nazım mısın? Rüyamda Peygamberimizi gördüm, bana ‘Torunlarımdan biri Trablus’a geliyor’ dedi ve senin görünüşünü bana gösterdi. Bu bölgede seni aramamı ve seninle ilgilenmemi söyledi.”

Şeyh Nazım şöyle devam ediyor: “Şeyh Münir el Melik ile bir ay kaldım. Sonra Humus’a gitmemi ve oradan da Şam’a geçmemi sağladı. Şam’a 1945’te (Hicri 1365) bir Cuma günü Hicri yılbaşında vasıl oldum. Şeyh Abdullah’ın, Peygamber ailesinden bir çok kişinin ve Bilal Habeşi Hazretlerinin türbesinin bulunduğu Hayy el-Meydan bölgesinde yaşadığını biliyordum ve oraya gittim.

“Şeyhin evinin hangisi olduğunu bilmiyordum. O anda sokakta dururken bir zuhurat hasıl oldu. Şeyh evinden çıkıp beni içeriye çağırıyordu. Zuhurat bittiğinde sokakta kimseyi göremiyordum. Fransız ve İngiliz bombardımanlarından dolayı etraf bomboştu. Herkes korkuyor ve evinde saklanıyordu. Sokakta yalnızdım. Şeyhin evinin hangisi olduğunu bulmak için kalbime bakıyordum. Sonra bir zuhurat daha oldu ve özel kapısı olan özel bir ev gördüm. Zuhurat bittiğinde, o kapıyı bulana kadar aradım. Kapıyı çalmak için yaklaştığımda Şeyh kapıyı açtı ve ‘Hoşgeldin, oğlum, Nazım Efendi’ dedi.
...
O gece dergahta kaldıktan sonra :Şimdilik sana yeterli olanı verdim. Bugün Kıbrıs’a git’ dediği an ümitsizliğe düşmüştüm. Ona ulaşmak için bir buçuk sene geçirmiştim. Onunla bir gece kaldım. Şimdi bana, beş yıldır görmediğim Kıbrıs’a geri gitmemi emrediyordu.

Şeyh Nazım, Kıbrıs’ta İslami eğitimi ve manevi terbiyeyi yaymaya başladı. Bir çok insan gelip Nakşibendi tarikatını kabul etti. Maalesef bu zaman, dinin Türkiye’de kısıtlandığı bir zamandı ve Şeyh Nazım Kıbrıs Türk toplumunda yaşadığı için orada da dini ibadetler kısıtlanmıştı. Ezanı Arapça okumak yasaktı.

Doğduğu yere gittiğinde yaptığı ilk şey camiye gidip Arapça ezan okumak oldu. Hemen tutuklanıp bir hafta hapis yatmak zorunda kaldı. Serbest kalır kalmaz Lefkoşa büyük camisine gidip minaresinde ezan okudu. Bu olay, resmi makamları çok kızdırdı ve aleyhine dava açtılar. Mahkemeyi beklerken bütün Lefkoşa ve yakın köyleri dolaşıp minarelerden ezan okudu. Neticede, aleyhine toplam 114 dava açıldı.

Kıbrıs'taki ilk irşad yılları esnasında, Şeyh Nazım, Kıbrıs’ın her yerini dolaştı ve Lübnan, Mısır, Suudi Arabistan ve daha birçok yeri ziyaret edip tarikatı öğretti.

1952 yılında Şam’a yerleşip büyük Şeyh Efendinin müridlerinden Hacı Emine Hanım ile evlendi. Bundan sonra Şam’da yaşayıp her sene Recep, Şaban ve Ramazan aylarında ailesi ile beraber Kıbrıs’ı ziyarete gidiyordu. Bu arada iki kızı ve iki oğlu olmuştu. Eşi Hacı Emine Hanımefendi 16 Kasım 2004 tarihinde vefat etmiştir.(Rh.a.)

974’ten itibaren Avrupa’yı ziyarete başlamıştır. Kıbrıs’tan Londra’ya uçak ile gidip dönüşünü kara yoluyla yapmıştır. Halen her ülkeden, değişik inanç ve kültürden her çeşit insanla görüşmeye devam ediyor, insanlar huzurunda şehadet getirip tarikata giriyor ve ondan manevi sırlar alıyor.

1986’da uzak doğu seyahatini gerçekleştirmiş ve Brunei, Malezya, Singapur, Hindistan, Pakistan ve Sri Lanka’yı ziyaret etmiştir. Buralarda da sultanlar, başkanlar ve umum halk tarafından heyecan ve coşkuyla karşılanmış, büyük ikram ve iltifatlarda bulunulmuştur.

1991’de Amerika seyahatine çıkmış ve birçok eyaleti dolaşmıştır. Bu esnada değişik din ve inançlardan birçok kişiyle görüşmüştür. Kuzey Amerika’da Nakşbendi tarikatının HAQQANİ koluna bağlı ait onbeş merkezi dergah açılmıştır. Amerika'ya ikinci ziyaretini 1993’te yapmıştır. Himmetleri sayesinde, Kuzey Amerika’da binlerce kişi müslüman olup Nakşbendiyye tarikatına girmiştir.

Bugün dünyanın dört bir köşesinde kendilerine vekaleten biatını veren halifeleri ile Nakşbendiyye tarikatının yayılmasına hizmet edip dünya sathındaki bağlılarına himmet etmektedir.

KAYNAK: http://www.tasavvuf.info/nazim1.htm

_________________
" Hayrlar Feth Olsun ; Şerler Def Olsun !.."


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Hz. Şeyh Muhammed Nazım el-HAQQANÎ -Q-
MesajGönderilme zamanı: 06.01.09, 15:18 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 03.01.09, 22:40
Mesajlar: 926
Resim

Silsile-i Şerif
( Meşâyih-i Dağıstaniyye )

_________________
" Hayrlar Feth Olsun ; Şerler Def Olsun !.."


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Hz. Şeyh Muhammed Nazım el-HAQQANÎ -Q-
MesajGönderilme zamanı: 13.03.09, 06:24 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 13.03.09, 06:08
Mesajlar: 291
Sheikh Maulana Nazim is awarded highest royal title by Sultan of Malaysia

In celebration of the Silver Jubilee of the Sultan of Perak Darul Ridwan Malaysia, Sultan Aslan is presenting a medal to Haji Baha'uddin Adil Efendi. Baha'uddin Efendi is receiving the medal on behalf of his father, Sheikh Maulana Nazim el Hakkani el Kibrisi. This medal is only given to members of the Sultan's family, meaning that Sheikh Maulana is a member of the royal family. There is no higher honor, except for the medal that the Sultan himself wears.

[2009]


Tören videosunu izleyebilirsiniz:

http://www.nakshibendi.com/index.html


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Hz. Şeyh Muhammed Nazım el-HAQQANÎ -Q-
MesajGönderilme zamanı: 14.03.09, 21:13 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 13.03.09, 06:08
Mesajlar: 291
Islam collects the Hearts of People

March 14th, 2009 by Maulana Sheikh Nazim al-Haqqani


(2009-03-13) – So many people have come to this humble place from East and West from North and South. This is a powerful sign that Islam collects the hearts of people. From heart to heart there is a secret way reaching without wire …

[Recorded by Abdul Hadi Parsdorfer]


http://www.beforearmageddon.com/podpres ... on-215.mp3


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Hz. Şeyh Muhammed Nazım el-HAQQANÎ -Q-
MesajGönderilme zamanı: 29.06.09, 11:12 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 13.03.09, 06:08
Mesajlar: 291
Şeyh Nazım Kıbrısi:

Allah'a adanmış bir hayat

Güzin OSMANCIK


Seneler öncesinden ilk defa bir televizyon programında seyretmiştim kendilerini. O zamanlar ne söylediğini hiç anlamasam da bir çift zümrüt göz etkilemişti beni. Ve onun İlahi zekâsı karşısında dehşete düşmüştüm. Karşısındaki Gazeteciye verdiği cevaplardan farklılığı apaçık fark ediliyordu.
Kimdi bu Şeyh hazretleri, ne yapar, ne eder, ne söylerdi ki bu kadar insanı kendisine bağlardı.
Aradan yıllar geçmişti ve bir gün kendisini tanıma, onunla çok kısa bir röportaj yapma imkânım olmuştu. Onu tanıdıktan sonra içimde ona karşı bir sevgi, bir muhabbet ve onu tanıma isteği başladı.

Bu bir belgesel olmalıydı ve bu belgeselde onun hayatına ait her şey ve onu ifade eden ne varsa anlatılmalıydı.

Ne kadar zordu bir velinin hayatını dile getirmek. Bu işe başladığımda bu işin zorluğunu anlamıştım. Bir derya bir katreden nasıl görünürdü. Bir umman nasıl yazılır sayfalara nasıl anlatılırdı.
Adem a.s bu yana gelmiş geçmiş ne kadar Peygamber, evliya varsa hepsinden himmet dileyerek İşe koyulduk.

Burası Şeyh Nazım Kıbrısi Hazretlerinin Ulu dergâhının kapısı, şimdi bu kapıdan içeri gireceğiz.
Burası nice velilerin, şeyhlerin, prenslerin, kralların ziyaret ettiği bir kapı,
Burası hiçliğe yürümek isteyenlerin başvurduğu bir kapı, burası ümit kapısı, hizmet kapısı, aşkın vazgeçilmez kapısı.

Bu kapı bütün ırklara, bütün renklere, bütün dillere bütün dinlere açılan bir kapı.

Dileyen istediğini bulabilir içeride. Çünkü burası bir hikmet pazarıdır, dileyen dilediğini satın alır. Dilemeyen geldiği gibi eli bomboş döner pazardan.

Hayat herkesin talepleri doğrultusunda yaşanır. Hayatınıza dönüp bir bakın. Nasıl bir yaşantımız var. Neyi talep etmişsiniz, neyi elinizle itmişsiniz. Yaşadığımız hayat aslında bizim yaşamayı arzu ettiğimiz hayattır. Aşkı talep edenlere Aşk’ın kapıları açılır sonuna kadar.

Buraya ziyarete gelen herkes Tanrı misafiri kabul edilip sıcak bir somun ve sıcak bir kap yemek ile karşılanıyor. Her şey gösterişten uzak, her şey kendi halinde normal seyrediyor.
Yemeklerdeki lezzet ise anlatılacak bir şey değil.
Her halde Şeyh babanın sonsuz himmetiyle lezzetleniyor bu yemekler. Sofralar Halil İbrahim sofraları, Sofralar Allahın gökten indirdiği sofralar, sofralar bereketlimi bereketli, zengin mi zengin.

Yapacağımız ilk şey Lefkede onların arasında bir müridan gibi yaşamak, onların hissettiklerini hissetmek, hazrete daha yakın olmaktı.
Yoksa hiçbir şey yaşanmadan, hissedilmeden anlatılmaz. Bunu kalpten diledik ve beklediğimiz davet nihayet bize ulaştı.

Lefke’de bulunan bu dergâh tam bir nefs eğitim yeriydi. Dünyanın merkezinde, dünyadan apayrı bir dünyaydı sanki burası. Etrafı narenciye bahçeleri ile süslü, Osmanlıdan kalma şirin yapılar, dar sokaklar palmiyeler hurma ağaçları ise çevreye apayrı bir güzellik veriyor. Ama bu sokaklar sanki onlarla bir başka, onlarla farklı bir havaya bürünmüş. Kendinizi zaman yolculuğuna çıkmış biz zaman gezgini gibi hissediyorsunuz. Sanki sokaklarda yürürken birden bire karşınıza İbrahim Ethem, Erzurumlu İsmail hakkı, Şeyh Edabali, hazretleri çıkıverecek gibi bir hisse kapılıyorsunuz. Hz Hızırın, Abdülkadir Geylani hz sıkça ziyaret ettikleri bu dergâh onların hayat buldukları, hayata sımsıkı sarıldıkları, İslam’ı hakkıyla yaşamayı öğrendikleri bir mekân.
İşte burada yaşıyorlar, burada namazlarını kılıyorlar, burada yemeklerini yiyorlar ve sevgili Şeyh babalarının merdivenden inmesini burada bekliyorlardı.
Şeyh baba ise bu dergâhın üst katında kalıyor, bu merdivenlerden aşağı inerek namaza işte buradan gidiyor.

***

Lefkeye Şeyh babayı ziyarete gelen konuklar için birkaç dakika uzaklıkta ayrı bir misafirhane bulunuyor. Dergâha çok yakın olan bu misafirhane Türk konuk severliğinin en güzel örneğini sergiliyor.
Sıcak bir ortam, buram buram kokan sıcak çaylar, sadece kuş sütünün eksik olduğu kahvaltılar ve ziyaretçilerin her türlü ihtiyaçlarının karşılandığı bir ev sahipliği.
Konuk evi Şeyh babanın resimleriyle bezeli, her yeri o ve onun ruhaniyeti sarmış. İçeride manevi ortamın yanında oldukça duygusal bir ortam var. Sanki gurbetten gelenlerin paylaştıkları birbirlerine anılarını anlattıkları ve hiç birbirini tanımayan bu insanların burada dostluk kurdukları bir buluşma yeri burası. Bazen içlerinden biri yanık bir şarkı mırıldanıyor. O anda etrafta hemen hüzünlü bir hava oluşuveriyor. Diller lal olurken gözler yaşla doluyor. Samiha bir anne gibi misafirleri en iyi şekilde ağırlayabilmenin yani hizmetini üst seviyede yapabilmenin yarışında. Kulun kula yaptığı hizmetin aslında Allaha yapılan hizmet olduğunun bilincinde.
Burada bir gecede sıkı dostluklar kuruluyor, sıcak çaylar içilirken sohbetler koyulaşıyor. Yemekler pişiyor, dostluklar pekişiyor. Tarihi yapısı hiç bozulmadan korunan bu get hause sımsıcak hali ile misafirlerine kucak açmış ana sıcaklığında bir mekân.

Ama biz Şeyh babaya daha yakın olmak için kendilerinden misafir haneyi değil, dergâhın içindeki işte bu odayı talep ediyoruz. Burada geçecek günlerimizin 24 saatini de Hazretin yakınında geçirmek herhalde daha farklı olacak düşüncesindeyiz. Ama dergahlarda uyulması gereken bir edep vardır.
Bu kapıya edep ile gelen hikmet ile çıkar. Kalbini boşaltıp giren doldurup çıkar. Burada dünyalık konuşulmaz. Ya hikmet konuşulur, ya da hikmet konuşanın yanında oturulur.
Mevlana hazretleri bu konuda şöyle buyurmuş” Bir gün kalbim İman nedir diye aklıma sordu. Aklımda kalbimin kulağına İman edepten ibadettir diye fısıldadı. Onun içindir ki bütün dergâhların kapısında “edep ya hu” diye yazılır. Burada görülenlerin üstü örtülür, görmediğin şey ise söylenmez.

Dergah yaşantısına alışmamız hiç de zor olmadı. Bazen yemek hazırlanmasına yardım ediyor, bazen sadece hizmet edenleri seyrediyoruz. Şeyh babanın odası kaldığımız yerin üstünde. Yani rahmetin tam ortasındayız.
Kaldığımız oda sevgili Hacı annenin kedisinin yavrularına ayrılmış bir oda. Onun için bu odayı onlarla paylaşmak zorundayız. Belli ki Hacı annenin kedisi insanlardan hacı anneden gördüğü şefkati bekliyor, o da her kes gibi sadece sevilmek istiyor.
Gündüzleri ele avuca gelmeyen bu yavrular gece olunca bizi uyutmamak pahasına ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar. Aslında Şeyh babanın üst katımızda kaldığını düşününce insanın pek de uyuyası gelmiyor. Onun için bu vazifeyi sanki rabbimiz bu minik yavrulara yüklemiş bizi uyanık tutma işini onlara vermiş diye düşünüyorum. Gece boyunca oynaşıp bizi uyanık tutmak için sanki özel bir görev yüklenmişler.
İşte gün ışıklarının ışıdığı sabahın şu erken saatlerinde en güzel şey Ülfet hanımın pişirdiği şu mis gibi somunlar.

Hayatımda ilk defa yediğim hellim peynirli, tereyağlı, zeytinli somunların tadı anlatılacak gibi değil. Daha sonra sofraya gelen 1 bardak sıcak çay ise günün güzelliğine güzellik katıyor.
Yeni bir gün, yeni bir başlangıç ve burada Şeyh baba ile geçireceğimiz günlerden bizim için özel bir gün. Kahvaltı sofrasında müritlerle birlikteyiz. Uykusuz ve meşakkatli geçen bir gecenin ardından sabah oluşuna sevinmemek elde değil.
Bir yandan etrafı keşfediyor, bir yandan da Şeyh babanın bizi yanına davet edeceği zamanı bekliyoruz. Bu sebeple dergâhtan hiçbir yere ayrılamıyoruz.

Elimizde onun hayatını anlatan bir sürü kitap var. Müritlerinden dinleyemediğimiz hayat hikâyesini buradan okuyarak öğreniyoruz. Onun hayatına ait gerçekleri öğrendikçe daha fazla, daha fazla fazlasını öğrenmek istiyor ve merakımız bir kat daha artıyor.

Bir insanın hayatını nasıl böylesine Allah'a adayabildiğini, nasıl hiç olma yolunda nefsi ile mücadele edebildiğini, şeyhine nasıl bir teslimiyetle teslim olup itaatte kusursuz bir mürit olabildiğinin cevaplarını arıyoruz.

Bunları öğrendikçe ona olan hayranlığımız kat be kat artıyor.

İşte Allah'a adanmış bir hayat ve bu hayatın sahibi seçilmiş bir kul.

***

(Güzin OSMANCIK'ın Hz. Şeyh Muhammed Nazım el-HAQQANÎ -Q- için hazırladığı TV belgeselinin metinlerindendir.)


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Allah´ı ispat etmeye kalkma!
MesajGönderilme zamanı: 10.07.09, 15:51 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 13.03.09, 06:08
Mesajlar: 291
Allah´ı ispat etmeye kalkma!

Bismillahirrahmanirrahim


Allah´ı ispat etmeye kalkma!

Meşhur din alimi Ahmed Cevdet Paşa.

Urfa’da bir Osmanlı paşası o bölgede bulunan süryanilerin baş papazını münazara için akşam
yemeğine davet etti ve sordu;
- Hz. Muhammed hakkında ne düşünüyorsunuz?
- Akıllı ve hâkim bir kimseydi, her sözü akîlane ve hâkimâne idi
- Bu ifâdenizden mecnun kaldım. Bir sualim var, siz Hz. Muhammed’in hâkim olduğunu, sözlerinin hikmet yüklü olduğunu kabul ettiniz. Peki hikmet sahibi bir kimse
yalan söyler mi? Bu hikmete münâfidir, hâkim olan adam yalan söyleyemez.
Yalancıdan hikmet sahibi olur mu? Peki sizi ilzam ederim, sizi bu sözünüzle ben
bağlarım ki; hâkim olduğunu kabul ettiğiniz Hz. Muhammed, ben Peygamberim
dediği vakit niçin kabul etmiyorsunuz?

Bu soru üzerine baş papaz da;
- Müsaadenizle Paşa hz.’leri, sıkıştım da meclisten kalkayım ´ demiş.

Çünkü kabul edip şehadet getirirse ne papazlığı kalacak ne de anahtarlar.

Paşa; “Peygamberin yalan söylediğine dair hüccetin nedir? Sen bu iddianı kabul
edinceye kadar o Peygamberdir.”

Kanundur bu: müddet iddiasını ispat edinceye kadar, o iddia edilen mesele neyse, o
iddia sahibi mahkûm edilemez.

Mademki sen Peygamber değildir diyorsun, Peygamber olmadığını iddia edebilir misin?

Allah vardır (âmenna ve saddakna).
Bir sersem gelip te; “Allah yoktur. Eğer varsa, ispat et dediğinde”
Sen; ´Allah yok diyen!´ o yok olasıcaya Allah’ı ispat etmeye kalkma!

Çünkü Allah´ın olmadığına dair ispat yok.
Efendimizin Peygamber olmadığını ve Kuran-ı Kerîm’in Allah kelâmı olmadığını iddia eden
adam ispat etsin.

Sabit hakikatlerin hilâfını kim iddia ediyorsa ispat etmek onadır, değilse kabul etmeye
mahkûmdur.

Mümin olan kimseden zararlı bir iş gelmez.
Zarar geldiğinde îmanından dışarıya adım attı demektir. Zarara ayak bastın mı, Zarar ettin mi
İslâm’dan dışardasın demektir.
Müslüman zararlı iş yapamaz. Zararı zararla karşılamak yoktur. ´O benim tarlamı yedirtti.
Binâenaleyh onun tarlasını yedirteyim, ektiğini sökeyim, evini yıkayım, filânını öldüreyim´ diye
düşünmek veya uygulamak cahiliyete aittir.
İslâm’da zararı zararla karşılama diye bir şey yoktur.

Avrupa ciltler dolusu kanun koysa da, bunun üstüne bir kaide getirememiştir. Bu bir satır
hepsini doldurur, hiçbirine ihtiyaç yoktur.
Avrupalıların tedvin ettikleri yüzlerce gümrük kanunları, çeşit türlü kanunları vardır.
Bizimkilerinde içerisi kanun dolu kütüphaneler sığmayan kütük kütük kitapları var. Hepsi
kıvırtmak içindir, zararı men etmek için değil, kendi keyiflerine göre bir menfaat elde etmek
içindir ve nihayet zararı zararla karşılamak içindir.
Hükümet bir kimseyi zararlı bir iş yaptığı için mahkûm eder, içeriye koyar. Adamı içeri koyup
besiye çekilmiş eşek gibi kapatacağına, yaptığı zararı kapatıncaya kadar çalıştır.
En azından Osmanlı kanunu ki; şeriat kanunudur. Zararlı kimseleri memleketten sürgün
ederlerdi, sürgün ettiği yerde çalıştırırdı.
İngilizler, Osmanlı kanunu üzerine hapiste taş kırdırtır. Eskiden mahkûmların hapis elbiseleri
vardı, birer kuruş yevmiye alırlardı.
Bu hem hizmet olur, hem de dışarıya çıkıncaya kadar beş-on kuruş toplanırdı.

Şimdikiler içeriye yığıyor, hapishanelerde televizyonları var, radyoları, romanları var, gazeteleri var
birbirlerini şişleyecek şişleri de var.

İslâm’ın getirdiğini hiçbir nizam getiremez.
İmkânı yok. Zarar îka etti, İslâm dairesinden dışarı çıkan adamı teşhir et; ´Bu adam İslâm
dairesinden dışarı çıktı bu habisliği yaptı!´ de!
Tabelâ yaz! Tövbe edip işini düzeltinceye kadar arkasına as! Öylece dolaşsın.

İçeri niye hapsedersin? Çeşit türlü iş yapanları niye gizlersin? İslâm’ın bir sözü bu kadar
binlerce kanunları fesh eder, faydasız kılar.
Onun için müminin her yaptığı işte bir fayda vardır.

Peygamber a.s.; “Bir işi öğrenirseniz tamamını öğreniniz” demişlerdir;
Yani her işte birinci sınıf olunuz. Hangi meslekte olursan birinci sırada olmaya gayret
etmelisin. Cenab-ı Hak öyle sever. İslâm insan hayatına nizam ve intizam getirir. Müminin işinde
kendisine fayda olduğu zaman ümmeti Muhammed’in hepsine fayda vardır.

Aç boydan boya gazeteleri; her türlü pislik, tecavüz, rezalet, zarar, ziyan hesapsızdır. Yetmiş
senedir milleti dinden îmandan, îmanın ve İslâm’ın hakikatinden uzak öylece yetiştirdiler.
Şimdi müfreze İslâmiyete gelmek isteyince kıyâmeti koparıyorlar.
"Olamaz, siz bu kanalizasyonu durduramazsınız, temize çıkarırsanız bize hayat yok."
Temizlenmesine şiddetle karşı gelmenin mânâsı da budur. Temiz su geçen yerlerin içinde
sıçanlar görülmez.

İşte hikâyemiz de bundan ibarettir.

Bizi kulluğundan atma Yâ Rabbi! Doğru dürüst kulluğumuz yok ama kulluk yapmaya
hevesliyiz.

El- Fatiha


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Bağlanmanın fazileti
MesajGönderilme zamanı: 10.07.09, 15:55 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 13.03.09, 06:08
Mesajlar: 291
Bağlanmanın fazileti

Bismillahirrahmanirrahim


Bir gün Resulûllah ashabıyla tandırda elleriyle ekmek pişirmişti.
Sahabeden her biri hamurunu alarak ateşte kızmış olan tandıra koydu.
Allahın Resulü de eline hamur alıp tandırın bir yerine yapıştırdı.
Bir müddet sonra açıp baktılar, gördüler ki; biri hariç bütün hamurlar pişmişti.
O pişmeyen hamur Resulûllah s.a.v.’ in hamuruydu. Zîra Resulullah’ a temas eden her ne ise dünyada ve ahirette onu ateş yakmaz.

Bahauddin Nakşibendi H.z.’leri de Resulûllah’a uymak için bir gün talebeleriyle tandırın başına geldi. Sünnete uyarak herkes ellerine hamur alıp ekmek pişirdiler.
Herbiri tandıra ayrı ayrı hamuru koydular, biraz bekledikten sonra baktılar ki; biri hariç
hamurların hepsi pişmişti.
O pişmeyen hamur Şâh-ı Nakşibendi Hz.’lerinindi. İşte aynen İslâmiyete uyduğundan buyurdu ki; “çok şükür bu da sünnete uydu!”

(Minyatür zikir meclisi)

Büyükleri ve ulu kişileri sevmek ve onların izinde gitmek fazîlettir.
Biz geçmiş tarîkat sahipleri müritlerin yolunu tutmak isteriz ama harcımız değil.
Çünkü içinde bulunduğumuz şartlar, o geçmiş dervişlerin oldukları zamana göre değildir, çok sert ve çetindir.
Bu asırlardan, bu günlerden önce insanlar iyileri takip eder, bağlanmak isterlerdi.
Bu zamanın insanı bağlanmak istemiyor: “Neden?”
Bağlandığı vakitte bağlanmanın bir disiplini olur ve o disipline uyulmalıdır.

Kaç defa tayyareye bindiysem, her defasında kız veya erkek hostesler, nasıl bağlanacağımızı bize tarif ederler.Kemerler bağlı oturduğumuz halde onlar usülen tekrarlarlar; “Emniyet kemerini böyle
kapatırsınız,böyle açarsınız” derler.

Onun gibi; biz bu bağlanma meselesini sürekli tekrar edeceğiz.
Evet mümin olan, ulu bir kişiye bağlanacaktır bu ilâhi emirdir.
Estaizübillah:
“ve kunu meassadikiyn..”
Emr-i şerifi vardır; “sadıklarla beraber olun”, onlara bağlanın.

Bağsız gezdin mi sana mesuliyet var demektir.
O zaman sorulacaktır; “Niye bağlanmadın? bir kimsenin emrine girmek sana zor mu gelmişti?
Kendi başına hür yaşamak istedin, iyi kullarımın çevresinde toplanın, onlara bağlanın
demedim mi?”

Allah kabirlerdeki sâdıklar için mi söyler yoksa bu sâdıklar diri mi?
Diri ve yaşayan sâdıkları mı kasdediyor, yoksa dünyadan geçmiş kabirlerinde yatan evliyâları
mı? Sâdıkların hepsi kabirde yatıyor zannetmemelisin, onların dolaşanı da vardır.
Giderse yerine başkası tayin olur, gelir.

Cenâb-ı Hakk "onlarla beraber olunuz" buyurduğunda kabirdekilere gidip, yanlarına döşeğimizi
sarıp yatalım mı demek oluyor yoksa hayatta olan sâdıklar mı anlatılmak isteniyor?
Elbette hayatta olan sâdıklara bağlanılacaktır.

İşte en büyük âfiyetimiz budur.
Herkes kendi başına buyruk olmak ister, kimse kimseyi dinlemek istemez.
İyi olanı dinlemelisin, doğruyu bulmalısın, onunla beraber olmalısın ve onu teyid etmelisin.
Bırakırsan Allah seni öbürleriyle beraber rezil eder.
Millet iyileri bıraktı; alnı secde görmeyenlerle beraber oldu. Secde etmeyen adam iyi değildir,
nefsiyledir ve ya şeytanladır, teyid edip ondan taraf olursan senin işin bitiktir.

- Bu şeyhlik davası nedir? Nedir bu tarîkatlar? diyenlere cevabım şudur :
- Eşek hoşaftan anlamaz, sen hinninsin. Hinnin; erkekliği olmayan adamdır.
Sen erkeklerin işinden anlamazsın, git işine teneke çal!
Çocuk erkek işinden ne anlar? Sen daha yetişmedin, aklının ermediği işe karışma!
Eşeğin önüne bir tepsi baklavayı koyarsan, eşek başını öbür arkadaşına döndürür (ve der ki):
“Saman kalburu nerede?” Akılsız adam eşeğe baklava koymuş, eşek hoşaftan ne anlar?
Sen tarikattan ne anlarsın?

Adam ol! Ondan sonra ben sana anlatayım.

Niye bağlanıyor, niye rabıta yapıyor insanlar?
Çünkü Allah’ın emridir, Allah bağlanın diyor.
Ve râbitu..... “râbıta yapınız” diyor.
Râbıta Allah’ ın kavlidir ve râbıta âyetinin içerisindedir.

Râbıtayı, bağlanmayı, murakabeyi inkar ederlerse dinin içerisinde daha ne kalır?
Din bundan ibâret oldu!

Ey mümin; iyilerle beraber olmalısın. Ama kabirdekileri değil hayattakileri aramalısın.
Peygambere hitap sana da hitaptır: “Seçiniz, arayınız, iyisini bulunuz ve iyisine teslim
olunuz. Onlara danışınız!”

İyilerimize danıştığımız var mı?

Şaribulleylivennehar…
Bu millet nefsinin kölesi, şeytanın maskarası olanlar ile haşrolunur.
Onun için başlarına bunca felaket gelmiştir, kurtulmak kolay değildir.

Dinimizle alay edenlere karşı müslümanlar sessiz oldu. Dînini, îmanını müdafâ edemiyor.
Efendimiz s.a.v., fitne hakkında, âhir zamanda olacak kötülükler hakkında binlerce hadîs-i
şerif buyurmuştur. İşâretle, beşâretle bize bildirmiştir.

İşte günümüz her türlü fitnenin meydana çıktığı, yayıldığı ve görüldüğü zamandır.

Vetteku fitneta la tusibenellezine zalemu min huffasa;
Öyle bir fitneden sakının ki; yalnız zâlimlere gelmeyecek, zâlimlere bir cihetiyle destek
oldukları için umuma inecek ilâhi kahır vardır. İlâhi kahırdan sakının. Allah bizi affeylesin. Fitnenin içerisine düştükten sonra kurtuluş yok veya pek zordur, fitneye sebep olana da lânet vardır.
“Yâ Rabbi, bizi fitne günlerinde fitnenin içerisine düşmekten sakla” diye dua etmelisiniz.

***

Uyku Cenâb-ı Hak’tan büyük bir lütuftur.
Allah uykumuzu kaçırtacak haller başımıza getirmesin.
Bu imtihan aleminde çeşit türlü hâl insanlar içindir. Her hâl bir türlü imtihandır.
İmtihandan selâmet çıkmak elbette iyidir. Geçememek iyi değildir.
İnsanlar çeşit türlüdür, bazı haller geldiğinde insan uykusunu alamaz.
Kahrın şiddetinden gözünü yumamaz, yumsa da uyuyamaz.
İnsan ne zaman uyur?
İnsan gailesiz olduğu zaman uyur. Korkusu ve telâşı olan insanı uyku tutmaz.
Aç olan veya hasta olan insan uyuyamaz.
Uyku ilâhi bir lütuftur ki; başını koyduğun anda rahatça uyursun. Çokları içinde bulundukları
nîmeti takdir edemez.

***

İnsan şöhret sahibi yanî meşhur olmak ister.
Kimisi zenginliğiyle, aklıyla, ilmiyle, kuvvetiyle, beyliğiyle, paşalığıyla ünlü olmak ister.
Bir kimse dünyaya ait olan şöhretin arkasına düşerse perîşan olur.
Sen âhiret saltanatı istemelisin. Dünya saltanatında sana yük ve ağırlıktan başka birşey
verilmez. Dünya mülkünün vereceği şöhret seni helâk eder, arkasına düşme.
Mesuliyet taşıyanlar zaten dünyada “filân bey”, “filân kimse” diye meşhur olmuşlardır. Onların yatak odalarında ayrı, husûsi bir telefonları vardır. Arayanların hepsi kontrolden ve
sansürden geçer. Çünkü öyle birini her telefon açanla görüştürürlerse, bir gün kırksekiz saat olsa yetişmez. Uygunsuz bir anda telefon çalabilir; “Kim o?”
Kırmızı telefon, münasebet tanımaz. Yâni hayatın tadı tuzu yoktur.
Dünya rütbeleri yükseldikçe kuru şöhreti vardır.
Örneğin çok gösterişli bir meyva olur ama içi tatsız haldedir; bu dünya rütbelerinin hepsi
öyledir, dışı çok gösterişli parlak ama içi on para etmez; ebu cehil kavunudur.
Hamzâde denilen acı zemberek zehir gibidir.
Hâsılı kelâm Cenâb-ı Hak bizi dünyada herşeyle imtihan eder.
Her imtihandan selâmet geçmeye bakmalısın. Her hâl insan içindir.
Akla fikre gelmeyen olaylar başkalarına geliyor, sana gelmediği için şükretmelisin.
Dağın taşın dayanamadığı emâneti üzerine alan insanoğlu çok çeker, çok şeylere dayanır.
(Allah’ a sığındık; Yâ Rabbi sen bizi ağır yükün altında ezilenlerden etme)

***

İnsan öğrenmelidir.
Bilmezdim demek insan için şeref değildir.
Bilmemek öğrenmekle telâfi edilir. Dünyanın her hâl ve şânı müslümanlar tarafından
bilinmelidir.
Mümin aldanmamalı, müslüman aldatılmamalıdır. Müslüman ahmak olmamalı ve kendisine
ahmak dedirtmemelidir;
“Niye ahmakça hareket ettin?”, “niye müslümanları ahmaklıkla itham ettirdin?”, “niye öğrenmedin?” diye o müslümana sorulur.
Müslümanlığa sövdürdüğü için iki kat cezası vardır.
Müslüman kiminle olacağını ve kiminle olması gerektiğini bilmelidir çünkü insan yalnız
yaşayamaz.
Bu sualin cevabını bilemediğimizin bedelini kaç asırdır çekmekteyiz. Müslüman; dinsizle,
îmansızla, ahmakla, hayâsızla, kâfirle, cahille, beynamazla, dînini saymayanla, dînine
hürmeti olmayanla, hırsızla, yüzsüzle, sarhoşla, zînacıyla, dolandırıcıyla, rüşvetçiyle, uyuzla,
kuduzla, ahlâksızla beraber olamaz.
“El ilmu faridatun alâ külli muslimu ve muslima” İlim her kadın ve erkeğe farzdır, diye bir hadis vardır.
Müslüman topluluğu nasıl olmalıdır?
Hastalıklı mı, temiz mi, saralı mı, uyuz mu, kuduz mu diyerekten bilmelisin. Olmazsa ayrılmalısın ve ayrıldığında temizlik arayanlar sana ulaşır.
Bir iken iki, iki iken üç olursun ve gümrükteki teftişten yüz defa şiddetli teftiş ile sana gelecek
insanları araştırmalısın, çünkü bir saat orada bulunması seni uyuzlaştırır, seni yozlaştırır, seni berbat eder, rezil eder, seni dinden imândan eder, hayâ veya namustan eder.

Allah bizi yolunu şaşırmayanlardan etsin ve doğru yola girenlerden etsin.
Saltanat olmayınca edep yok, her şeyi saltanatla öğrenirdik, o bitti artık hiç bir şey öğrenilmiyor.
Bu söylediğimiz kupkuru kalmış, âmiyane en basitinden ilimdir,
lâkin müslümanlar bunun farkında değildir.

Ziyadeteni şerefinnebiyyi s.a.v. meşâyihina ve Hz. Üstâzina vemahu vel müminin.

el fâtiha...


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Hz. Şeyh Muhammed Nazım el-HAQQANÎ -Q-
MesajGönderilme zamanı: 27.06.10, 23:37 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 13.03.09, 06:08
Mesajlar: 291
O, Lefke'nin sevimli yüzü!

Taha Kılınç


10 Nisan 2010

Lefke’de bir akşam vakti

Yorucu ama doyumsuz bir Kıbrıs gezisindeyiz. Akşamın geç vakti yolumuz Lefke taraflarına düştü. Kardeşim Burak ile birlikte akşam namazını kılacağımız bir cami arıyoruz. Yollar uzuyor önümüzde, Lefke’nin merkezine doğru ilerliyoruz sahilden içeri. Akşam karanlığında minaresini güçlükle seçtiğimiz bir cami buluyoruz sonunda. İçimizde Kıbrıslı kardeşlerimizin dine (bilhassa İslam’a) ilgisizliklerine dair kırgınlıklar taşıyarak avluya giriyoruz.

Tarihi bir cami burası. En azından yüz senelik olduğu kesin. Avluda yaşlıca bir adam, yalnız başına namaz kılmak için hazırlanıyor. Biz hemen yetişip cemaat olmayı teklif ediyoruz. Adam tereddütsüz kabul ediyor, imamlığı da bize sunuyor.

Namazdan sonra adam bize ne yaptığımızı soruyor ‘buralarda’. Gezdiğimizi söylüyoruz. Hadi biz neyse de, asıl o ne yapıyor buralarda? Zira Anadolu’dan gelmiş ve buralı değil. Cevap, sıra dışı bir akşamın başlamak üzere olduğunu işaret ediyor bize: “Şeyh Nazım’ın dergahında hizmet ediyorum.” Merakla ve heyecanla dergâhın nerede olduğunu soruyoruz. “Caminin arkasında hemen” diyor adam. Refleks gibi, bizim ikinci sorumuz geliyor: “Peki Şeyh Nazım burada mı?” Adam gülümseyerek cevap veriyor bize: “Tabii ki. Hatta birazdan sohbet başlayacak yatsı namazından sonra. İsterseniz katılabilirsiniz.” İstemez miyiz hiç!

Karanlık sokaklardan ve portakal bahçelerinin arasından yürüyerek ulaşıyoruz dergâha. Kelimenin tam anlamıyla bir dergâh burası. Herhalde, artık dergâhların şeyhefendilerin rezidanslarına dönüştüğü Anadolu ve çevresinde benzerleri pek kalmayan bir mekân.

Mescidin hemen yanındaki yemek kısmına geçtik evvela. Masalarda birer çanak, bayat ekmekler ve her renkten insan… Ortamı ancak böyle özetleyebilirim herhalde. Sadece bunlar vardı, ama anlatamayacağım da bir hava. Sanki eski zamanlardan birine ışınlanmıştık karanlıkların içinden geçerek. Etrafımızda, zamanımızda yaşadığımıza dair herhangi bir alamet, bir teknolojik alet ya da modern bir aksesuar yoktu. Batılı oldukları lisanlarından ve ten renklerinden anlaşılan insanlar bile, sıradan ve gösterişsiz kıyafetleriyle ortalıklarda geziniyorlar, kardeşleriyle birlikte yemeklerini kaşıklıyorlardı.

Yatsı namazı için mescide gittiğimizde başladı asıl şölen:

Farza durulurken, Şeyh Nazım, iki kişinin kolunda geldi mescide. Çok net duyulmayan konuşmasından, yokluğunu fark ettiği birini sorduğu anlaşılıyordu. Namazını, en ön safta, imamın arkasında, oturarak kıldı. Namazdan sonra da sohbete geçildi.

Şeyh Nazım, yönünü cemaate dönerek insanlara tekbirler getirttikten sonra Kıbrıs’ın yöresel dili ve deyimleriyle konuşmasına başladı. Alışık olmayanlar için anlaşılması zor bir hitap biçimiydi. Özellikle de ortamdaki yabancılar için, herhalde ancak ‘teberrük vesilesi’ olabilirdi bu sohbet.

Hatıralar, hatıralar…

Ben, bir yandan Şeyhefendi’yi bu akşam karşımıza çıkaran tevafuğu düşünüp gülümserken, bir yandan da karşımdaki pir-i faninin, neredeyse her adımını bildiğim hayatını gözlerimin önünden geçiriyordum:

Şimdi Güney Kıbrıs’ta kalan Larnaka’da, Hala Sultan’in memleketinde 1922 yılında başlayan bir hayat…

İstanbul Üniversitesi Kimya Fakültesi’nde eğitim… (Küçük siyah-beyaz fotoğraf geliyor aklıma, o yıllarından. Delici bakışları o zaman da aynı.)

‘Pozitif’ bilimlerin yanında Arapça’ya da merak ve dönemin meşhur hocası Alasonyalı Hacı Cemal Öğüt’ten Arapça dersleri alış…

Üniversitede aradığını bulamayış, ardından Şam’a uzanan manevi yolculuk… Şam’da Abdullah Dağıstani’ye bağlanış… (Şam’da bulunduğum dönemde uğradığım dergâha gidiyorum bu defa: Kasyun Dağı’na çıkan dik yokuşlardan birinin başında, Hayyu’l-Etrak (Türk mahallesi) civarında.)

Kıbrıs - Şam arasında biteviye seyahatler, aynı zamanda geleceğin Şeyh Nazım’ının iç yolculukları…

Ezanın Türkçe okunması uygulaması Anavatan’tan Yavru Vatan’a da sıçrayınca, tepki için adanın en büyük camiinden, Lefkoşe Selimiye Camii’nin minaresinden Arapça ezan okuyan bir yiğit: Şeyh Nazım. Ardından tutuklanış ve hapis…

Nihayet, şeyhinin işaretiyle tamamen Kıbrıs’a yerleşme ve Lefke’yi mesken tutuş…

1973’te Abdullah Dağıstanı vefat edince, onun yerine geçiş ve günümüze dek uzanan, İngiltere başta olmak üzere Avrupa, Asya ve Amerika’ya yayılan bir manevi hareket…

Şeyhefendi’nin hayatına dair zihnimden geçenlerden sonra, iki çarpıcı anekdot daha yansıyor eskilerden:

“Prens Charles Müslüman!”

Reha Muhtar’la televizyon ekranında yaptıkları tartışma birincisi. Orada Şeyh Nazım “Prens Charles müslüman!” dediğinde, Muhtar’in gözleri kocaman açılmış, Charles’in ne zaman müslüman olduğunu sorunca da Şeyhefendi’den “Kalu Bela’da müslüman oldu!” cevabını almıştı. Programı izlemiş olanlar, nüktedeki inceliği anlamayıp üsteleyen Reha Muhtar’in Şeyh Nazım tarafından nasıl azarlandığını ve “Sen ne biçim müslümansın!” hitabına maruz kaldığını hatırlayacaklardır.

İkinci anekdot, Güzelyurt’ta kiliseden çevrilme bir camide verdiği hutbe. Şeyh Nazım, orada şunları söylemişti kendisini dinleyen Kıbrıslı bir avuç Müslümana:

“Burası Omorfo. Biz Güzelyurt yaptık. Urum gitti Türk geldi. Lakin Türk’ün dini nedir? Kiliseye mi gider, havraya mı gider? Camiler kimin içindir? Lakin ne başımızdakiler secde eder, ne amirleri secde eder, ne memurları secde eder! Amma bu saltanatları devam etmez! Çünkü görüyor Cenab-ı Allah! Kahvehanelerde kahve lakırdısı ediyorlar: “Gittik, bittik, topraklarımız elden gitti” diyorlar. Sen sahiplik yapsaydın buraya, bütününü verecekti Cenab-ı Allah. Sahiplik yapmayınca kaldın bir mandıranın içerisinde! Ona da şükretmediğin vakit, onu da alacak elinden. Alir!”

“Nerden çıktı bu adam akşam akşam?”

Bir saat kadar süren sohbetin sonunda gözlerini toplulukta şöyle bir gezdirdi Şeyh Nazım. Sonra aniden bana takıldı bakışları ve parmağını uzatıp sordu: “Kimsin?”

Kendimi, tasavvuf menkıbelerinde bolca anlatılan ‘avlanmış talib’lere benzetmedim desem yalan olur. O an kalbimin hızlıca çarpmaya başladığını da reddetmeyeceğim. Ama tabi serde çıkıntılık var, hemen yerimden kalktım, yanına gittim, cemaatin şaşkın bakışları altında elimi Şeyhefendi’nın elinin üzerine koydum, samimi bir sohbete başladık.

Müridanın gergin tavırları, Şeyh Nazım bana gayet rahat şakalar yapmaya başlayınca kayboldu. Birbirimizi çokça güldürdüğümüz bir akşam oldu. Birlikte fotoğraf çektirdik, sohbet bitip de ayağa kalkınca kapıya kadar yanında yer aldım. Ama nedense ben yanındayken bir türlü ciddileşemedi Şeyhefendi ve nihayet elini omzuma koyup yanındakilere döndü ve “Yahu nerden çıktı bu adam akşam akşam?” diye söylendi gülerek. Bana da hayatımın en keyifli akşamlarından biri hatıra olarak kaldı.

Taha Kılınç, gülümseyerek yazdı.

http://www.dunyabizim.com/news_detail.php?id=3310


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Hz. Şeyh Muhammed Nazım KIBRISÎ el-HAQQANÎ
MesajGönderilme zamanı: 20.12.10, 14:30 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 13.03.09, 06:08
Mesajlar: 291
iklil yazdı:
NAKŞİBENDİ ŞEYHİNDEN HÜKÜMETE TALİMATLAR

12.12.2010

Aşağıdaki video ABD’de Newyork’ta Nakşibendi Dergahı’nda çekildi.
Videoda konuşan isim, Nakşibendi cemaatinin dünyadaki en önemli ismi Nazım Kıbrısi.
Kıbrısi’nin yanında dizlerinin üzerinde oturan kişi ise son dönemin yükselen isimlerinden işadamı Remzi Gür. Gür, TMSF’nin el koyduğu pek çok varlığı satın alan Gür, Başbakan Erdoğan’ın çocuklarını yurtdışında burslu okutmasıyla da tanınıyor.
Remzi Gür’ün Erdoğan ile yakın ilişkilerini söylemeye, tekrar hatırlatmaya gerek yok.
Aydınlık Dergisi’nin de bu haftaki sayısında haberleştirdiği video, Nakşibendiler’in sitesinde Gür’ün Erdoğan’ın resmi danışmanı olmamasına rağmen,“Şeyh Nazım Kıbrısi’den Başbakanın Danışmanı Remzi Gür’e Nasihatlar” başlığıyla yayınlandı.
Videoda Kıbrısi olay yaratacak ifadelerde bulunuyor.

TALİMATSIZ İŞ YAPMASINLAR

Konuşmalardan anlaşıldığı kadarıyla AKP, Kasım 2002 seçimlerini kazanarak henüz iktidar olmuş. 18 Aralık 2002’de Necip Hablemitoğlu öldürülmüş. Kıbrısi’nin konuşmasından Hablemitoğlu’nun cenaze töreninden kısa süre sonra konuştuğu anlaşılıyor.
Kıbrısi yeni iktidara Remzi Gür aracılığıyla kibarca söyleyecek olursa “nasihatlerde” bulunuyor.
Kıbrısi “kendi akıllarıyla iş yapmasınlar. Bugünkü talimat nedir? Emriniz nedir? Sorsunlar ona göre iş yapsınlar” diyor.
Ardından Remzi Gür, askerleri Kıbrısi’ye şikayet ediyor: “Felaket hazımsızlar, dün iki tane paşa geldi bizim oraya ortada fol yok yumurta yok felaket rahatsızlar”.
Kıbrısi konuşmanın devamında tekrar ediyor: “Hükümetin bugünkü hizmeti ne olacaktır? Siz ne isterseniz biz ona amadeyiz desinler.”
Kıbrısi, konuşmasının devamında AKP’yi kastederek “eğer devlete hükmetmezlerse istifa etsinler” uyarısında bulunuyor. Kıbrısi “zaten az bir zaman kaldı, muharebeden sonra işleri tamamdır” diyerek apoletlerine dokunuyor.

Kıbrısi, Necip Hablemitoğlu’nun cenaze töreninden duyduğu rahatsızlığı anlatıyor. Devlet erkanının, cumhurbaşkanının, askerlerin cenazeye katılmasından hareketle Kıbrısi şöyle konuşuyor: “Bu adamın sıfatı ney, TC’yi mi temsil ediyordu dedim, TC öldü, sanki TC’nin kendisinin cenazesini kaldırdılar, bu adamın şahsında TC öldü”. Kıbrısi konuşmasında şöyle söylüyor: “Bu adam Müslümanların hedef aldığı TC Cumhuriyeti’nin kendisiydi ki vurdular öldürdüler.” Remzi Gür videonun 13. Dakikası 10. Saniyesinden sonra yeni öldürülen Hablemitoğlu ile ilgili şok bir iddiayı askerleri şikayet ederek şöyle dile getiriyor: “Efendim burada şöyle bir oyun daha var. Bu (Hablemitoğlu), Türkiye AB’ye girerken Alman Vakıfları’nın Türkiye’deki çalışmalarını inceledi. Almanlar buna itiraz etti. Askerler aba altından onlara da sopa gösteriyor, diyor ki ‘bizi AB’ye almayın’”.

Kıbrısi cevap veriyor: “700 sene Osmanlı dayandı bunlar 70 senede bitti…. Bitti artık ektiğiniz ekin mevsimlikti”
Remzi Gür “Verilen ömür bu kadar” diye cevap veriyor.
Kıbrısi, “Biçilecek, bu ekin kalkacak, yeni ekin ekilecek” diye bağırıyor. "Tasarrufunuzla bunları bitirebilirsiniz" diye de gülerek ekliyor.

Kıbrısi Abdullah Gül’ün henüz Başbakan olduğu, Erdoğan’ın ise Siirt seçimlerini beklediği günlerde konuşmasını şöyle devam ettiriyor: “Doğan gün bizim içindir korkma, istedikleri anda mührünü temsil etsin Gül, öbür Bey’e de bildir ‘ısrar etme hiçbir şeye’ de. Bir şey yapacak vakit zaten kalmadı. Harp kapıda. Harp geldi mi düzen bozulur.”
Kıbrisi konuşmasını şöyle bitiriyor: “Yeryüzünde bir yerde küfüre razı değilim. Bir yerde bir kimse küfür ederse onu da tüketmek için izin istiyoruz. Bütün dünyayı istiyorum, İslam için. Öbür taraf kafir olacak, bu taraf Müslüman olacak yok yok bitti. Beğenen yaşasın beğenmeyen gebersin.”

Remzi Gür, Kıbrısi’nin elini öpmeye kalkıyor, ancak Kıbrısi elini çekiyor.

İşte olay yaratacak Kıbrısi nasihatlerinin Nakşibendi sitesinde yayınlanan videosu:


http://www.odatv.com/n.php?n=seyh-nazim ... 1212101200


Resim

Başından ayağa her tarafı yanlışla dolu bir haber.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Hz. Şeyh Muhammed Nazım KIBRISÎ el-HAQQANÎ
MesajGönderilme zamanı: 12.05.14, 09:59 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 03.01.09, 23:16
Mesajlar: 123
Nakşibendi Şeyhi Şeyh Nazım Kıbrısi
Haber Revizyon Dergisi Şubat 2014

http://www.revizyondergi.com/naksibendi ... m-kibrisi/

Haber Revizyon Dergisi imtiyaz sahibi R. Aytekin Türker Nakşibendi şeyhi Muhammed Nâzım Kıbrıs-î’yi Kıbrıs’ın Lefke kasabasındaki dergahında ziyaret etti. 92 yaşındaki Şeyh Muhammed Nâzım Kıbrıs-î hayatı ile ilgili birçok şey anlattı.
Nâzım Kıbrıs-î veya Şeyh Nâzım, Kıbrıs’ın Larnaka şehrinde 23 Nisan 1922 günü doğan, Mutasavvuf ve Nakşibendi şeyhidir. Lefke’de yaşamakta ve dünyanın pek çok yerinden müritleri Şeyh Muhammed Nâzım Kıbrıs-î nedeniyle Lefke’ye gelmektedir.

Soyu, anne tarafından Mevlevi tarikâtı kurucusu Mevlânâ Celâleddîn Rûmîye, baba tarafından Kâdiri tarikâtı kurucusu Abdülkâdir Geylânî’ye dayanır.

Babası Ahmet Adil Bey, Hacı Hasan Beyi ile Fatma Hanım’ın oğullarıdır. Hacı Hasan Efendi Larnaka’ daki Hala Sultan Türbesinin imamıdır ve Kadiridir. Yedi defa hacca gitmiştir. Sarığının yeşil olması sebebiyle Yeşilbaş lakabıyla anılır.

Şeyh Nazım Efendi’ nin annesi Hatice Hanımefendi mevlevi şair Kaytaz-zade Nazım Efendi ve Zehra Hanımefendi’nin kızıdır.

Çocukluğunu Kıbrıs, Lefkoşe’ de dedesi Kaytaz-zade’nin tasavvuf ve edebiyat dolu evinde geçirdi. Yedi Evliya’ ya komşu olarak oturduğu evinde onların manevi havasını teneffüs ederek büyümüştür.

Şeyh Nazım Efendi ilkokula başladığı sene, 1928’ de Türkiye’de harf inkılabı yapılmış idi. Bu yüzden okulda sadece birkaç ay Osmanlıca okumuştur. Bugün sahip olduğu Osmanlıcasını ve muntazam yazısını daha sonraki senelerde kendi çalışmasıyla öğrenmiştir.

1359 Hicri senesinde (1940) Lise’ yi bitirerek ağabeylerimin bulunduğu İstanbul’ a gelir. Gündüz Dünya ilmini öğrenmek için okula giden Şeyh Muhammed Nâzım Kıbrıs-î, akşamları vaktini din ilimlerini Mevlevi ve kadiri tarikatini öğrenmek için geçiriyordu. 1940`larda İstanbul Üniversitesinde Kimya Fakültesini okudu.

Genç yaşında İslami konularda fetva verebiliyordu. İstanbul’da bulunduğu dönem içerisinde Nakşibendi şeyhi Süleyman Erzurumi’ye bağlandı üniversiteye devam ederken aynı zamanda Şeyhi’nin sohbetlerine katılıp Nakşibendi tarikatını öğreniyordu. Sultanahmet camisinde geceyi tefekkürle geçirdiği sık sık görülmüştür ve bunu kendisi şöyle anlatıyor “ orada kalbime rahmet ve selamet geliyordu. Sabah namazlarını o camide şeyhlerimle birlikte kılıyordum, beni eğitiyor ve kalbime manevi ilim yerleştiriyorlardı. O zamanlar beni Şam’ın mübarek topraklarına çağıran bir çok rüya gördüm fakat henüz şeyhimden izin yoktu. Bir çok kez peygamber efendimizi beni huzuruna çağırırken gördüm. Kalbimde her şeyi bırakıp peygamberimizin mübarek şehrine göç etmek için derin bir arzu vardı.

Bir gün kalbimdeki bu hasret çok yoğun olduğu bir zaman Şeyhim Süleyman Erzurumi’yi gördüğüm bir zuhurat hasıl oldu gelip beni omzumdan salladı iznin şimdi geldi senin sırların ve manevi eğitimin benimle değil ben seni sadece emanet olarak tuttum senin gerçek şeyhin olan Abdullah Dağıstani hazretlerine hazır olana kadar… o senin anahtarlarını tutuyor git onu Şam’da bul. Bu izin sana benden ve peygamberimizden geliyor. Zuhurat bitmişti ve ben Şam’a gitme iznini almıştım.”

Şam’a gidip Şeyh Abdullah Dağıstani’ye bağlandı ve onun mânevi terbiyesine girdi.

Abdullah Dağıstani’nin emri ile insanlara tasavuf terbiyesini vermeye başladı. 1973’de Şeyh’inin vefatı ile onun yerine geçti. 2011’de oğlu Mehmet Adil Efendi’nin, kendi yerine geçip, silsileyi devam ettireceğini ilan etti.

Şeyh Muhammed Nâzım Kıbrıs-î 1941’de Hacı Emine Hanım ile olan evliliğinden dört çocuğu bulunmaktadır. Türkçe, Arapça, İngilizce ve Kıbrıs Rumcası olmak üzere dört dil bilmektedir.

Ezanın Arapça lafzı ile okunmasının yasak olduğu dönemde Kıbrıs’a geri geldiği ilk gün şerefeye çıkıp ezanı Arapça lafzı ile okumuş ve bunun üzerine bir hafta hapis yatmıştır. Serbest bırakılınca Lefkoşa’nın en büyük camii Selimiye’nin şerefesine çıkıp tekrar Arapça lafız ile ezan okumuş, bunun üzerine kendisine dava açılmıştır.

Davayı beklerken Lefkoşa’nın köylerini gezip Arapça lafız ile ezan okumaya devam etmiştir. Hakkında 114 dava aynı zaman diliminde açılmış ve 100 yılı aşan süre mahkumiyeti gündeme gelmiştir.

Davaların okunma gününe yakın, Adnan Menderes döneminde, TBMM’nin ezanın Arapça lafız ile okunmasını serbest bırakması üzere hakkındaki davalar düşmüştür.

Haber Revizyon Dergisi İmtiyaz sahibi R. Aytekin Türker, Şeyh Muhammed Nâzım Kıbrıs-î ‘ye evrim teorisini sordu;

“Mekteplerinizde Darwin Papazının, teori diyerek, nazariye diyerek insan maymundan geldi diyerek okutan zihniyet sahipleri bir gün bu yolu bırakmazsanız Allah yıkar.

Allah’ın kudretininin azametinin iradesinin hikmetinin önüne geçilemez.

Vurduğun vakit tın tın öten, bu bardakları yaptığınız bu çamur varya onda sizi yarattım diyor Allah. Bunu bırakıyor, Kuran-ı Kerim’ı bırakıyorsunuz. Mekteplere koymuyorsunuz. Sizi, bu kanunu kaldırmazsanız toprağın içerisine gömecek O Kudret sahibi. O’nun kelamına hürmetiniz vaciptir. Hürmet etmezseniz sizi O size O Kitabı gönderen Zatı Ecceli Ala bu toprağın içerisine gömecektir. Ne hekim ne hakim sizi kurtaracak değildir.”

Şeyh Nazım her sene Kıbrıslı hacı kafilesine lider olarak toplam 27 kez Hacca gitmiştir. Bir keresinde şeyhi Şam’dan Halep’e yürüyerek gitmesini ve her köyde durup iman, tasavvuf ve Nakşibendiliği yaymasını istemiştir. Şam – Halep arası yaklaşık 400km idi ve gidip gelmesi bir yıldan fazlasını almıştır. Bir iki gün yürüdükten sonra köye varıyor insanları eğitmek ve insan ahlakını yaymak, zikir yaptırmak için orada bir hafta kalıyor sonra diğer köye gitmek için yola çıkıyordu. Aynı şekilde şeyhi Kıbrıs’ı da baştanbaşa yürüyerek dolaşmasını ve insanları islama çağırıp, dinsizlik ve maddeciliği bırakmalarını istiyordu.

1978’den beri Türkiye’yi de dolaşmıştır. Hemen hemen Türkiye’nin her yerini ziyaret eden Şeyh Nazım, dolaştığı bölgelerde, bir yerden diğer yere, bir camiden diğer camiye gidip, Allah kelamını, maneviyatı ve iman nurunu yaymıştır. Gittiği her yerde halk tarafından olduğu kadar hükümet yetkilileri tarafından da hoş karşılanmıştır.

1974’ten itibaren Avrupa’yı ziyarete başlamıştır. Kıbrıs’tan Londra’ya uçak ile gidip dönüşünü kara yoluyla yapmıştır. Halen her ülkeden, değişik inanç ve kültürden her çeşit insanla görüşmeye devam ediyor, insanlar huzurunda şehadet getirip tarikata giriyor ve ondan manevi sırlar alıyorlar.

1986’da uzak doğu seyahatini gerçekleştirmiş ve Brunei, Malezya, Singapur, Hindistan, Pakistan ve Sri Lanka’yı ziyaret etmiştir. Buralarda da sultanlar, başkanlar ve umum halk tarafından heyecan ve coşkuyla karşılanmış, büyük ikram ve iltifatlarda bulunulmuştur.

1991’de Amerika seyahatine çıkmış ve 15 eyalet dolaşmıştır. Bu esnada değişik din ve inançlardan birçok kişiyle görüşmüştür ve bunun neticesinde Kuzey Amerika’da Nakşibendi tarikatına ait 15 merkez açılmıştır. İkinci ziyaretini 1993’te yapmış ve yine birçok yeri dolaşmıştır. Sayesinde, Kuzey Amerika’da 10 000 kişi müslüman olup tarikata girmiştir.

Şeyh Muhammed Nâzım Kıbrıs-î, hayatı boyunca İslam dinini yaymak, Nakşibendiliği öğretmek ve insanları haramdan kurtarmak için çalışmalar yapmıştır. Şu anda 92 yaşında olan Şeyh Muhammed Nâzım Kıbrıs-î Kıbrıs Lefke’de bulunan dergahında yaşayıp dünyanın dört bir tarafından gelen müridlerini kabul etmektedir.

NAKŞİBENDİLİK NEDİR?

Nakşibendî terbiye okulu, hicri: 791, miladi: 1389 tarihinde vefat eden Hace Muhammed Bahauddin Nakşibend Hz. lerinin temel usullerini belirlediği bir manevi terbiye sistemidir.

Onun adına nispet edilerek “Nakşibendîlik” diye anılmaktadır. Bu terbiye yolu ve usulü, Bahauddin Nakşibend Hz.leri ile başlamış değildir. Kendisi bu yolun usül, adaplarını önceki büyüklerden almıştır.

Bu terbiye yolunun usül ve adabı, silsile yolu ile Hz. Ebu Bekir Sıddık’a ve ondan Hz. Resûlullah’a ulaşmaktadır. Terbiyenin başında ve merkezinde alemlere rahmet olan Hz. Resûlullah bulunmaktadır.

Bu terbiye yolunun temel özelliği gizli zikir ve ilahi muhabbettir. Bu zikir ve terbiye yolu, tarih içinde gelen mürşidlerin ismiyle farklı adlarla anılmıştır. Hz. Ebu Bekir Sıddık’tan sonra bu yola “Sıddıkiyye” ismi verildi. Hz. Beyazid-i Bistamî’ye kadar bu isimle anıldı.

Ondan sonra “Tayfûriyye” ismi verildi. Tayfur, Beyazid-i Bistamî’nin bir diğer adıdır. Hâce Abdulhâlik Gücdevanî Hz.lerine kadar bu isimle anıldı. Ondan sonra, “Hâcegâniyye” ismi verildi. Şah-ı Nakşibend Hz.lerine kadar bu isimle anıldı.

Şah-ı Nakşibend Hz.lerinden sonra, “Nakşibendiyye” ismi verildi. Bu yol bu isimle İslam alemine yayıldı, meşhur oldu. Diğer kollardaki isimler zamanla unutuldu. Bu yol, Mevlana Halid Bağdâdi’den sonra “Nakşibendî Hâlidiyye” ismiyle de anılıp yayıldı. Bu gün Anadolumuzda yaygın olan kol “Halidiyye” koludur. Bu yol, günümüzde Şah-ı Nakşibend Hz.lerine nispet edilen meşhur ismiyle “Nakşibendîlik” şeklinde anılmaktadır.

Nakşibend, “nakş” ile “bend” kelimelerinden oluşmuş bir terkiptir. Bir isim değil sıfattır; ancak isim gibi meşhur olmuştur.

Nakş, bir şeyi bir yere nakşetmek, nakış gibi işlemek, hiç çıkmayacak hâle getirmek, mühür gibi kazımaktır. Bend, Farsça bir isim olup, dilimizde hem isim, hem sıfat olarak kullanılmaktadır. İsim olarak, bağ, kelepçe, baraj, bent, kemer gibi manalara gelmektedir. Sıfat olarak, sıkıca bağlı, iyice bağlayan, kuvvetlice bağlanmış manalarına gelir. Kalbe Allah zikrini hiç çıkmayacak şekilde nakış gibi işledikleri ve ondan hiç kopmadıkları için, gizli zikir sahiplerine Nakşibendî denmiştir.

ABDULHALİK – IL GÜCDEVANİ’NİN TESPİT ETTİĞİ ON BİR TARİKAT PRENSİBİ

1- Vukuf-ı Zamanî: Müridin zamanı çok iyi değerlendirmesidir.

2- Vukuf-ı Adedî: Dersin adedi ve gerçek manası düşünülmelidir.

3- Vukuf-ı Kalbî: Kalbi uyanık tutmak gerekir.

4- Hûş der-dem: Nefes alıp verirken, gaflette olmamak.

5- Nazar ber-kadem: Başkasına değil, kendine bakmalıdır.

6- Sefer der-vatan: Halktan ayrılıp Hakk’a gitmesidir.

7- Halvet der-encümen: Halk içinde de olsa, halvet hali olmalıdır.

8- Yâd kerd: Şeyhin verdiği zikri, kalb ve dil ile daima tekrarlamak.

9- Bâz geşt: Zikirle Allah’a dönüş, vuslât düşünülmelidir.

10- Nigah-daşt: Kalbi zararlı düşüncelerden korumak.

11- Yâd-daşt: Masivâyı bırakarak, sadece Allah’ı düşünmektir.

http://www.revizyondergi.com/naksibendi ... m-kibrisi/


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 11 mesaj ]  Sayfaya git 1, 2  Sonraki

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 1 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye