Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 4 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: Hz. Şeyh Osman Bedreddin Erzurumî ( İmam Efendi )
MesajGönderilme zamanı: 16.06.10, 14:51 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 05.01.10, 21:01
Mesajlar: 488
Hz. Şeyh Osman Bedreddîn Erzurumî

( İmam Efendi )

-Q-


Asıl ismi, Osman Bedreddîn’dir. Harput'ta medfun velîlerden olan Şeyh Osman Bedreddîn Erzurumî -Q- 1858 (H.1274)'de Erzurum'da doğdu Tabur imamlığı yapması sebebiyle “İmam Efendi” lakabıyla tanındı. Babası Seyyid Selman Sükûtî'dir. 17 Ekim 1924 tarihinde Harput'ta vefât etti.

Oğlu Ziyaeddin Uz beyden aldığımız bilgiye göre İmam Efendi aslen Erzurumlu'dur. Çemişgezek nüfus kayıtlarından alman bilgiye göre, 1858 yılında Erzurum'un Abdurrahman Ağa Mahallesi'nde dünyaya gelmiştir. Baba Adı Selman Sukûti, anne adı Esma Hanımdır. Bedreddîn dünyaya geldiğinde âdet üzere kulağına ezan okunur. O, okunan bu ilk ezanı duyduğu zaman elini havaya kaldırarak ezanın bitimine kadar indirmemiştir. Doğumunda meydana gelen bazı hadiselere bakarak, bunları ileride büyük bir zat olacağına işaret saymışlardır.

Babası o küçükken vefat eder. Küçüklüğünde babasının eğitim ve terbiyesi altında edeb timsâli olarak yetişti.

İlk derslerini Erzurum'daki hocası Mehmed Tahir Efendiden alır. Kısa zamanda akranı arasında seçkin ve sevilen bir öğrenci olur. Dokuz yaşında iken Kur'an-ı Kerim'i ezberler ve hafız olur. Gittiği medresede sarf ve nahiv dersleri alarak Arapçayı öğrenmeye başlar. Arapça'yı öğrendikten sonra tefsir, hadis ve fıkıh ilimlerine yönelir. Arabîde âlet ilimlerini öğrendikten sonra temel metinleri okudu. İlk defa "Hucurât" suresinin tefsirini okuyunca, orada buyrulduğu üzere yaptığı amellerin bilmeyerek işleyeceği hatâlar sebebiyle silinmesinden, boşa gitmesinden korkarak çok az konuşmaya başlar. Bu sessizliği üzerine hocaları ve arkadaşları kendisine; "Sessizce Hâfız Osman Bedreddîn" dediler. Üstün hâlleri, kâbiliyeti ve meseleleri kavrayışı, etrâfındakilerin dikkatini çekiyor ve hocası ve arkadaşları tarafından çok sevilirdi. Onun İslâmi ilimlere olan meyli kısa zamanda kendisine çok şeyler öğretti.

Bir gün hocası Mehmed Tahir Efendi: "Molla Hafız, bütün bildiklerimi sana öğrettim. Ayrıca bilmediklerimi de öğrendim. Çünkü sana bilmediklerimi öğretmek için önce çalışıp öğrenmeye mecbûr kaldım; bu yüzden ben de okudum. Bundan ötesine gidemiyorum. Artık senin ilmi benden daha fazla bir hocanın dersine devâm etmen gerekiyor. Benden fazla ilme sahip bir hocaya ihtiyacın var. Bugünden itibaren sana daha ders veremeyeceğim." der.
Bunun üzerine adeta bir boşluk içerisine düşen ve ilme karşı doymak bilmeyen bir aşk içerisinde olan Hafız Osman Bedreddîn yeni bir hoca, medrese ilimlerinde daha fazla ihtisas sahibi bir müderris aramaya başlar. Bu arayışının başlangıcında İmam Efendi; bir gün Allahü Tealâ'ya "Ya Rabbi, dertliyim; derdim derin. Derdime derman için sana geldim, yâ Muîn." diye yalvararak yardım ister ve medreseden ayrılır.

İmam Efendi ilk mürşidinden ayrıldıktan sonra hayâtında yeni ve bambaşka bir safha başlatacak olan bir mürşîd-i kâmil aramaya böylece başladı. Bu arayışı sırasında içindeki aşkın aleviyle yanıp tütüyor ve yalnız kaldıkça ağlayarak Allahü Teâlâya yalvarıyor, içli gözyaşları döküyordu. Annesi çevrenin bir takım sözleri sebebiyle oğlunun hâlinden endişe ediyordu. Kocasına bu durumu anlatınca; "Oğlumuz, Allahü (cc) Teâlânın ve Resûlullah (sav)ın aşkıyla yanıyor. Bırak ağlasın. Böyle bir evlâdımız olduğu için iftihâr et. Kendini üzme. Osman, selâmet ve saâdet üzeredir. Allahü Teâlâ onu murâdına erdirsin" dedi.
Hâfız Osman Bedreddîn, aslında zâhirî ilimlerde yetişmiş halde idi ve gerçekte bâtınî tasavvuf ilminde kendisini yetiştirecek bir rehber arıyordu. Tarikat aleminde emirler makamların en yücesinden gelir; ve sufiye nerede görev verilirse oraya gidilir. İşte Osman Bedreddîn'in bu duası ind-i ilâhide değer bulur. Onun bu samimi arayışına karşılık, Buhara'dan değerli bir veli, hoca olarak seçilmiştir ve Buhârâ’lı bir büyük mutasavvıf âlim olan Ahmed Merâmî Osman Bedreddîn'in ilim tahsilini kaldığı yerden devam ettirmek ve yetiştirmek için görevlendirilir. Buhârâ’daki Câmi-i kebîrde halka vâz ve nasîhat eden Seyyid Ahmed Merâmî, kendisine ilâhi yoldan bildirilen bu görevi yerine getirmek üzere, bir gece âni olarak ve habersizce Buhara'dan Erzurum’a gitmek üzere ayrılır. Buhârâ’daki sevenleri ayrılışının farkına varınca çok üzüldü; fakat bu ayrılığın mânevî bir işâretle olduğunu anlayan dostları Buhara halkını tesellî ettiler.

Uzun, ince boylu, beyaz sakallı ve mübârek bir zât olan Seyyid Ahmed Merâmî, binlerce kilometre mesafeleri aşıp manevî görev yeri olan Erzurum'a gelerek, Hasankale'nin Bevelkasım Köyü'ne imam olur. Hoş sohbetiyle çok sevilip, sayılır. İlmi ve takvası sayesinde şöhreti kısa zamanda bütün çevrede yayılır. Bu şöhret, o sırada yana yakıla kendisine rehberlik edecek bir hoca arayan Hafız Osman Bedreddîn'in kulağına kadar ulaşır. Hafız Osman Bedreddîn, Seyyid Ahmed Merâmî ismini ve medhini duyunca, ilahi bir sevk ile huzûruna kavuşmak için derhâl yola çıkıp Hasankale'nin yoluna düşer. Bir namaz vakti Bevelkâsım köyüne varınca, camiye gider, aradığı zâtı bir namaz vaktinde câmide bulur. O, câmiye girer girmez, imamlık görevi yapan Ahmed Merâmî, kendisine yetiştirmesi için işâret edilen genç olduğunu anlar.

Namaz bittiğinde Osman Bedreddîn'e yaklaşarak: "Merhaba, hoşgeldin Hâfız Osman Bedreddîn!" der. Bunun üzerine Osman Bedreddîn hazretleri birdenbire ürpererek, hayretler içerisinde yaklaşıp elini öper. Sonra "Sizden ders almak istiyorum." diyerek kendisinden isteğini arzeder. Bu arzusuna karşılık, Ahmed Merâmî "Ya Hafız, biz Buhârâ’dan kalkıp buraya boşuna mı geldik? Buraya kadar geliriz de senin gibi ilim isteyen bir talibe ders vermez miyiz?" cevâbını verir. Osman Bedreddîn’i yanına alıp evine götürür. Eve varınca, Osman Bedreddîn’in bilgisini yoklamak; ilimdeki derecesini anlamak için kendi usulünce imtihana çeker. Bir kaç ibâre Arapça metin ve hadîs-i şerîf okuyup bunların mânâsını sorar. Aldığı fevkalâde cevaplar üzerine çok memnun olur. Onu ve yetiştiren hocasını överek: "Hocan seni iyi yetiştirmiş. Ama Hafız şunu bilesin ki ilmin çeşidi çoktur. Bizim sana vereceğimiz ilim tasavvufî ilmidir. İlmin muhtelif sahneleri ve safhaları; merhaleleri vardır. Şunu bilesin ki, ilmin uçsuz bucaksız yolu, netîcede insanı Hakk’a ulaştırır. Meâlen; "Üzülme!. şüphesiz Allahü Teâlâ bizimledir" (Tevbe sûresi: 40) buyrulan âyet-i kerîmenin tefsîrine göre Hâlık ile mahlûk arasında kavuşturucu bir râbıta vardır. Bundaki mânâ ve hikmet; kul, Hâlıkını unutmazsa bitmez tükenmez nîmetlere kavuşur. Bu mânânın tekâmül (gelişmesi) ve tesânüdü (dayanağı) ise, huzûrdur. Huzûr, Allahü Teâlâ’yı hiç unutmamak demektir. Biz ancak seni belli bir yere getiririz. Bu uzun yolu çabanla ve mürşidinle birlikte gideceksin. Unutma ki, meşakkatli bir yoldasın." deyip önündeki yolun çok zor bir yol olduğunu anlatmaya çalışır.

Hâfız Osman Bedreddîn’in bunları büyük bir dikkat ve şevkle dinlediğini gören o zât, onun istek ve meylini iyice anladı. Bir süre sohbet ettikten sonra İmam Efendi’nin ders alacağı çalışma günlerini belirleyerek, İmam Efendi’nin arzusunun her gün gelip ders almak olduğunu söyleyince, her gün gelip ders alması kararlaştırıldı.
Ahmed Merâmî'nin yanından ayrılıp Erzurum’a dönen Osman Bedreddîn, her gün Erzurum’dan Hasankale’nin Bevelkâsım köyüne gidip ders alıp geri dönüyordu. Erzurum ile Alvar köyü arası üç saatlik mesafe idi. Osman Bedreddîn, gece yarısı kalkıp yola düşer, sabah namazını Alvar köyünde kıldıktan sonra Bevelkâsım köyüne gider ders alırdı. Yaz, kış, tipi, fırtına, yağmur ve kar demeden her gün muntazaman ve sürekli giderek bu derslere devâm etti ve manevi feyz ve rabbani ilham aldığı bu dersleri yıllarca sürdürdü. Erzurum ile Bevelkâsım köyü arasındaki yolda karşılaştığı meşakkatlere ve zahmetlere ilim aşkı ile hiç aldırmadı ve derslerini hiç aksatmadı.

Rivayete göre bir kış günü yine hocasına gitmek için yola çıktı. Yolun yarısında Nebiçayı dolaylarında âniden şiddetli bir tipi ve sise yakalandı. Tipi gittikçe şiddetleniyor, bir adım ilerisi görülmüyordu. Kar, sis ve tipiden iyice bunalıp çâresiz kalan Osman Bedreddîn, sığınarak yere diz çöküp oturdu ve her başı darda kaldığında yaptığı gibi elini açarak bu dehşet verici durum karşısında, Hakk'a yalvarmaya başladı. Annesinin kendisine ninni yerine okuyarak büyüttüğü şu ilâhîyi yavaş bir sesle tevekkül içinde okumaya başladı

Hoş sabr-ı cemilimdir
Takdir ki kefilimdir
Allah (cc) ki vekilimdir
Mevla görelim neyler
Neylerse güzel eyler.

Çâresiz ve üzgün bir halde, şiddetli tipi arasında oturmakta iken, âniden karşısına beyaz at üzerinde nûr yüzlü bir genç çıktı. Gelen bu atlı, selâm verdikten sonra Osman Bedreddîn'e: "Tut elimden" diyerek onu atın terkisine aldı. Sonra; "Yolcu kardeş çok üşümüşsün" dedi. Meşin bir kırbadan, su kabından şerbet içirdi. "Dağarcığımızda nasîbiniz ne varsa ondan da arzû ettiğiniz kadar yiyiniz" diyerek dağarcığı uzattı. Hâfız Osman Bedreddîn dağarcığı tutup içinden bir hurma aldı. Kendisine yardımcı olan beyaz atlı, Hızır aleyhisselâm idi. Bu kanâatkâr hâlini görüp, sırtını okşayarak; "Nasîbin açık olsun. Feyzin bereketli olsun. Sana gelen misâfirler senin gibi kanâatkâr olsun. Sofran mübârek olsun. Hocana selâm söyle!" dedi ve bir müddet sonra Bevelkasım Köyü'nün girişinde Osman Bedreddîn'i alından indirerek gözden kaybolup gitti.

İmam Efendi, kendini hocasının kapısı önünde buldu. Tipi hâlen ortalığı kasıp kavurmaktaydı. Hocasının kapısını çaldığında, Ahmed Merâmî, ellerini kaldırmış onun için dua ediyordu. Bu sırada hocası Seyyid Ahmed Merâmî onu düşünüp duâ ediyordu. Âniden kapı çalındı. Hocası, çok sevdiği talebesini birden karşısında görünce, Allah’a şükretmeye başladı. Ahmed Merâmî, hâlinden haberdâr ve başından geçenlerin farkındaydı. Olanları kendisinden sorup anlattırdıktan sonra, bu olağandışı hali gizlemesini söyledi. Hafız Osman Bedreddîn yolda başından geçenleri Hocasına anlatınca: "Ya Hafız, o atlı Hızır'dı" dedikten sonra "Şunu bilesin ki, ilm-i zâhir ile ilm-i bâtın birleşerek âid olduğu kalbde merkezleşti. Allahü Teâlâya hamd ve senâ olsun, size de mübârek olsun. Benim vazîfem burada tamam oldu. Ben bundan sonra seni irşâda mezûn değilim. Seni bu güne kadar yetiştirmekle, tasavvufî ahkâmı size bildirmekle vazîfeliydim. Ben memleketimi, memleketimdekiler de beni arzûluyor. Benim Buhara'ya dönmem gerek. Oradaki öğrenciler beni bekliyorlar. Vâris-i enbiyâ meşârık-i evliyâ (Peygamberlerin vârisi ve velîler güneşi), olarak bir mürşîd-i kâmil aramaya hak ve selâhiyet kazandın. Cenâb-ı Hak hayırlısıyla muvaffak buyursun." dedi ve o gün Hafız Osman Bedreddîn'e son dersini verdi.

Ders bitince: "Benim görevim burada tamamlandı. Bundan sonraki yolu, yeni bir mürşidle alman gerek. Sen artık kendine o mürşidi ara. Hak Teâlâ o mürşidi sana nasip edecektir. " dedi.

Hafız Osman Bedreddîn hocası Ahmed Merâmî Hazretleri'nin bu sözlerinden dolayı oldukça üzüldü. Bevelkasım Köyü'nden ayrılırken Seyyid Ahmed Merâmî, kendisini köyün dışına kadar uğurladı.

Hafız Osman Bedreddîn yine hocasız kalmıştır. Erzurum'a döndükten sonra yeniden bir mürşid aramaya koyulur. İmam Efendi, kendisine rehberlik edecek âlim bir zât aradığı bu sıralarda yirmi yedi yaşındaydı. Yıl 1877'dir.

CİHAD ANLAYIŞI ve FİİLÎ CİHADA KATILIMI

O esnada Erzurum, Rusların hücûmuna uğradı. 8 Kasım 1877’de patlayan Osmanlı-Rus savaşı, târihte “Doksanüç Harbi” olarak bilinir. Erzurum'u müdafaa eden Gazi Ahmed Muhtar Paşa, Aziziye'de tabyalar hazırlamaktadır. Azîziye tabyalarının düşmesi üzerine Ruslar Erzurum önlerine kadar gelirler. Erzurum halkı yediden yetmişe silâhlanıp, düşmana karşı kahramanca bir müdâfaa yapma hazırlığı içindeydi. 8 Kasım 1877 gecesi Erzurum mahallelerinde gümbür gümbür davullar çalınarak halk cihâd için uyandırıldı.Tanyeri ağarmadan önce halk kalkıp, balta, tahra, dehre, sopa ne bulduysa eline alıp hazırlandı. O sabah tan yeri ağarırken, Ayaz Paşa Câmii şerîfi minâresinden bir ezan sesi yükselir. İmam Efendi’nin okuduğu sabah ezan-ı şerifindeki efsunlu hava bütün Erzurum'da duyulmağa, hissedilmeğe başladı. Ezân, öyle bir ihlâs ve sadâkatle okunuyordu ki, Erzurum’un dağı-taşı, deresi, tepesi, yamaçları, ağaçları sanki dile gelmiş, ezânı tekrar ediyordu. Ezân sesi dalga dalga yayılıp, ufukları aşıyordu. Bu ezân halka bambaşka bir şevk ve cesâret vermişti. Ezanı okuyanda bir başka hâl vardı. Bu arada mehter de çalınmaya başladı.
Ertesi günü halk toplanarak silahlanır. Topluca Gazi Ahmed Muhtar Paşa'nın yanına giderler. O gün Aziziye tabyalarındaki savaşı anlatmak mümkün değildir. Erzurum halkı büyük bir heyecan ve cesâretle “Allah” “Allah” nidâlarıyla, Azîziye tabyalarını işgâl etmiş olan Moskofların üzerine hücûm etti. İlk hücûmda Moskof dağılmaya başladı. Erzurumlu miralay Bahri Bey, halkı gazâya teşvik için haykırıyor; "Urun kardaşlarım, dadaşlarım urun!" diyordu. Erzurum halkı bir çırpıda Azîziye tabyalarını Ruslardan boşalttılar.
Ruslar Aziziye tabyalarından şehre karşı denedikleri bu saldırıda yenilerek Erzurum’a giremezler.

Gâzi Ahmed Muhtar Paşa, o sabah halkı heyecana getiren ezân-ı Muhammedî’yi Ayaz Paşa Camiinde kimin okuduğunu öğrenmek isteyip, o müezzinin bulunmasını yâverlerine emretti. Etrâfa dağılan yâverler ve çavuşlar ezânı okuyan zâtı aramağa başladılar. Araştırmanın sonucuna göre o heyecan verici ezânı okuyan kişi, Erzurum’un Abdurrahmân Ağa mahallesinden Hoca Selman Sükûtî Efendinin oğlu Hâfız Osman Bedreddîn idi.

Bu husus Gâzi Ahmed Muhtar Paşaya arz edilirken, orada bulunan cephe komutanı Kurt İsmâil Paşa, Osman Bedreddîn ismini duyar duymaz ileri çıkıp heyecanla Paşanın yanına yaklaştı ve şöyle dedi: "Paşam, ezânı okuyan zâtı tanıdım. Ben o sesi biliyorum. Erzurumlu Miralay Bahri Bey'in kumandasında bulunan biridir; heybetli, vakarlı, temkinli hareketleriyle ve bilhassa düşmana taşla hücumu dikkatimi çekmişti. Onu düşmana saldırırken gördüm. Elinde silâh yoktu. En önde düşmana hücum ediyor, taşlarla saldırıp düşmanı kovalıyordu. Paşam, attığı her taş mutlaka hedefine ulaşıyor, düşmana değiyor ve taşın değdiği bir düşman askerini öldürüyordu" Onun taş atması, düşmanı bir bir yıkması şaşılacak bir hâldi. Çok dikkatle seyrediyordum. Bu zâtta mânevî bir hâl var diye düşünüyordum. Bu sırada kulağıma gazâya katılan iki Erzurumlu kadının konuşmaları geldi. Nene Hatun adında bir kadın; "Hadîce bacı, bak görüyor musun? Selman Efendinin oğlu Hâfız Osman Bedreddîn Efendi düşmana taş atarken ikinci bir taşı atmak için yere eğilip almasına lüzum kalmıyor! Taş kendiliğinden eline yükseliyor o da atıyor" diyordu. Bu sözü duyunca daha dikkatli baktım. Söylenen gerçekten doğruydu; hâdiseyi gözümle gördüm. O, yere eğilmeden taş eline geliyor, alıp atınca bir düşmanı yıkıyordu. Bu kahramanın velî bir zât olduğunu anladım ve kerâmetini gözlerimle gördüm." deyince, Gâzi Ahmed Muhtar Paşa bu sözleri dinledikten sonra sevinç ve heyecanla: "Bre paşa kardaş niçün demezsiniz ki bu cenkde üçler, yediler, kırklar, erenler bizimle berâberlermiş. Elhamdülillah bu, Rabbimin bize bir ihsânıdır. O kahramanı bana getirin." der. Bunun üzerine Kurt İsmâil Paşa şöyle ilâve etti: "şu anda o, şehîd düşen kumandanı kahraman miralay Bahri Beyin başındadır." dedi. Hafız Osman Bedreddîn'i bularak Paşanın karşısına getirirler. Gâzi Ahmed Muhtar Paşa Hafız Osman Bedreddîn'e iltifatlarda bulunur. Sonra da kendisini 28. Alayın, üçüncü taburuna "Tabur imamı" olarak tayin eder ve Hafız Osman Bedreddîn artık "İmam Efendi" diye tanınır.

93 Harbi Hafız Osman Bedreddîn'in hayatında önemli bir dönüm noktası olmuştur. Bundan sonra "İmam Efendi" sıfatı başlar. Halk arasında daha ünlenip çok sevilen İmam Efendi hazretleri bu savaş esnasında ve sonrasındaki Tabur İmamlığı vazîfesinde iken Erzurum cephesine savaşmaya gelen bir çok veli zatlarla tanıştı ve evliyânın büyüklerinden Seyyid Tâhâ-yı Hakkârî hazretlerinin oğlu ve halîfesi Seyyid Ubeydullah ile Seyyid Tâhâ-i Hakkârî hazretlerinin halîfelerinden şeyh Muhammed Küfrevî ve Ahmed Ziyâeddîn Gümüşhânevî ve Erzincanlı Terzi Baba lakabıyla meşhûr şeyh Hayyât Vehbî’nin müridlerinden şeyh Mustafa Fehmi efendiler ile sohbet etti.

Bu sırada asker ayakkabılarını tamir eden, ancak dini ve tasavvufi bilgisi de oldukça yüksek bir eskici, ona büyük ilgi gösterir. Bir ara bu gönül dostuyla birlikte Rus ordusuna esir düşerler. Kısa bir süre sonra arkadaşları ile birlikte kaçarak esaretten kurtulurlar. Erzurum'a geldiklerinde yeniden eski görev yerlerine dönerler.

"İmam Efendi", her an bir mürşid aramayı sürdürmektedir. Taburdaki ayakkabı tamircisi arkadaşı, yalnızlığını bir an olsun unutturan yegane kişi olarak bilinir ve bir tek onunla gönlü ferah olur.

MÜRŞİDİ MAHMUD SAMİNÎ'YE KAVUŞMASI

1882’de vazîfeli olduğu tabur, Sekizinci Alay ile birlikte Diyarbakır'a kaydırılır.
Asıl mürşidi olan Mahmud Sâminî (ks)’ye kavuşacağı Palu’ya yaklaşmıştır. Bu mübârek zât daha İmam Efendi Palu’ya gelmeden önce, onun hâllerini imalı olarak müridlerine bildiriyordu. Zaman zaman işâretler vererek; "Mâşallah dokuz yaşında hâfız ve fakih olmak her kulun kârı değildir." derdi.

Yine bir gün; "Fesübhânallah, ilme olan gayreti hocalarını çalışmaya mecbûr ediyor." Aradan bir müddet geçince onun hakkında yine şöyle buyurmuştur: "Hikmet-i Hüdâ onu okutmaya Buhârâ’dan âlim, fâdıl ve mutasavvıf bir hoca memur edildi. Allah Allah, bu ne saâdet bu ne bahtiyârlıktır ki, Hızır aleyhisselâmın kırbasından şerbete, dağarcığından lokmaya kavuşmak. Moskof’un kafasına taşla darbe vurmak..." Müridler hayretle dinledikleri bu sözlerle kime işâret edildiğini merak ediyorlardı. Fakat Mahmud Sâminî ismini açıklamıyor, sâdece işâret veriyordu. Mahmud Sâminî hazretleri bu işâretleriyle, birgün kendi sohbetine kavuşacak olan İmam Efendinin hayâtını ve başından geçen önemli hâdiseleri safha safha anlatıyor ve onun gelmesini bekliyordu.

Diyarbakır'daki görevi sırasında bir arkadaşı Palu'ya gideceğini söyleyince, İmam Efendi bunun sebebini sorar. Arkadaşı orada büyük bir şeyhin bulunduğunu, amacının bu büyük şeyhi ziyaret etmek olduğunu belirtir, İmam Efendi önce: "Öyle şeyhleri ben çok gördüm." der. Arkadaşının ısrarı üzerine İmam Efendi de gitmeye karar verir. Ve ikisi birlikte Palu'nun yolunu tutarlar.

ANLAMLI İKİ RÜYA

O günlerde İmam Efendi bir rüyâ gördü. Rüyâsında hiç tanımadığı bir zât şöyle dedi: "Hâfız kurban! Ben seni bekliyorum. Sen de bizi arıyorsun. Sana verilmesi gereken emânetin altında kudret ve kuvvetim azaldı. Gözüm yoldadır. Bu kadar saklanmaya ve naz etmeye sebep nedir? Yeter artık gel bana!" Bu rüyâdan sonra merakla, rüyâ Rahmânî mi diye düşünmeye başladı. Kendini dâvet eden zât kimdi ve neredeydi?

Ertesi gün bir rüyâ daha gördü. Rüyâsında dört mübârek zât ile karşılaştı. Bunlar, Bahâeddîn Buhârî (ks), Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (ks), Ali Sebtî (ks )ve Vehbî-yi Hayyât (ks) yâni “Terzi Baba” hazretleri idiler. Ona şöyle buyurdular: "Aradığını Palu’da bulacaksın. Palulu şeyh Mahmud Sâminî’nin dâvetine icâbet et!"

Bu işâret üzerine arkadaşı ile birlikte Palu’ya hareket etti. Onlar henüz Palu'ya varmamışken, büyük Nakşi mutasavvıfı Mahmud Saminî Hazretleri yıllardır yanından ayrılmayarak hizmetini gören Mustafa Naci Efendi'yi çağırarak: "Hani sen bir kaç yıl önce bir rüya görmüştün hatırlıyor musun?" dedi.

Mustafa Naci Efendi gördüğü rüyayı hatırlayamadı. Mahmud Saminî Hazretleri onun gördüğü rüyayı anlatınca, Mustafa Naci Efendi birden hatırlayıverdi. Mustafa Naci'nin gördüğü rüya şöyle idi: "Bir şehir meydanında gök yüzünden aşağıya doğru bir ip sarkıtılmıştı. O sırada bir nida yükseldi: "Kim ki, bu ipi sıçrayarak tutarsa, o kurtuluşa erecektir ve cennete girecektir." Meydanı dolduran herkes ipi tutmak için sıçrıyordu. Ama hiç kimse ipin ucunu yakalayamıyordu. O sırada kalabalığın içinden biri sıçrayarak ipi tuttu. Kendisini aşağıda seyredenlere seslenerek: "Benim cübbeme sarılın sizi de çıkarayım." dedi. Meydanda bulunan herkes o kişinin cübbesine tutunmaya çalışıyordu, işte Mustafa Naci Efendi'nin gördüğü rüya buydu. Bu rüyayı o zaman Şeyhi Saminî Hazretleri'ne anlatmıştı.

Mahmud Saminî Hazretleri Mustafa Naci Efendi'ye dönerek: "Bu gece ben de bir rüya gördüm." dedi. Mustafa Naci Efendi: "Hayırdır" deyince, Mahmud Saminî Hazretleri gördüğü rüyayı anlatmaya başladı: "Murat kenarında bir bostan tarlamız var. Bu tarlaya su bağlamak için Murat'tan ark açıyoruz. O sırada hiç görmediğimiz biri bizden daha yukarıda bir bostan yeri hazırlıyor. Ben sana: "Mustafa, şu garibe söyle oraya su çıkmaz. Bostanını bizim bostanın yanına yapsın ki, bu arktan ona da su verelim." diyorum. Sen o garip kişiye durumu anlatıyorsun. Önce gelmek istemiyor. Ama sonunda o da gelip bizim bostanın yanını kazmaya başlıyor. Saminî Hazretleri rüyasını anlattıktan sonra devam ediyor: "İşte senin rüyanda gördüğün o zat, benim rüyamda bostan yapan zattır. Şimdi Gülüşkür'ü geçerek bize doğru gelen iki kişi vardır. Sen yukarı düzlükte bunları karşıla, bir bak. Şayet senin rüyanda gördüğün ipe sarılan kişi onlardan biri ise geriye dönerek onlardan önce gel ve bana haber ver. Öyle anlaşılıyor ki, bu zat bize bağlanmakta biraz zorluk çıkaracaktır, ilmimizi de alıp gidecektir." Bunun üzerine Mustafa Naci Efendi ata binerek Palu'nun üst tarafındaki düzlüğe çıkar, ileriden iki kişinin Palu'ya doğru gelmekte olduğunu görünce atını mahmuzlayarak onların yanına varır. Selam verdikten sonra bakar ki gelenlerden biri kendi rüyasında gördüğü zattır.

Hızla geriye dönerek Şeyhi Mahmud Saminî Hazretleri'ne haber verir, İmam Efendi'nin Harput toprağındaki hikâyesi işte bundan sonra başlar.

O yolda iken Mahmud Sâminî hazretleri de dergâhından Palu’ya gidip, beklediği talebenin kendisine gelmekte olduğunu söyleyerek talebeleri ile birlikte karşılamaya çıktı. Diyarbakır'dan başlayıp Palu'ya uzanan yolun sonunda, Mahmud Saminî Hazretlerinin kapısına varırlar. Önce arkadaşı, sonra da İmam Efendi şeyhin elini öper.

Karşılaştıkları yerde onu şefkat ve muhabbetle bağrına bastı. Sonra onu dergâhına götürüp misâfir etti. Karşılıklı sohbetlerini dinleyen diğer müridlerin kalblerindeki; ihlâs, muhabbet, teslimiyet, huzûr, sabır artıyordu. Sabırla bekliyordu. İmam Efendi, Mahmud Saminî Hazretleri'nin yanına zahiri ve batini ilimlerle dolu olarak gelmiştir. Bu sebeple Mahmud Saminî Hazretleri'ni incelemeye başlar. İmam Efendi, Mahmud Sâminî (ks) hazretlerinin tütün içmesi ve rahatsızlığı sebebiyle gözlerinin çapaklanması dikkatini çekmiştir. Uzun bir yol katederek geldikleri Şeyh Mahmud Saminî Hazretleri, kara kuru, dişleri dökülmüş ve çürümüş biridir. Üstelik içtiği tütünden dolayı sakalı ve bıyığı sarıya dönmüştür. O, içinden "Tütün içen şeyh olur mu?" diye düşünür.

Bir yandan da Mahmud Sâminî hazretlerinin sohbetini izleyip, sözlerini dikkatle dinleyen İmam Efendi, vaktin nasıl geçtiğini anlamaz. Mahmud Sâminî (ks) nin huzûrunda önceki sıkıntılarını ve düşüncelerini unutur.

Huşu ile adeta kendinden geçmiş bir vaziyette sohbeti dinlerken, Mahmud Sâminî birden; "İmâm Efendi’ye bir kahve getirin, bir kahvemizi içsin." buyurdu. Bir müddet sonra kahve gelir. Kahveyi getiren müride her nasılsa birisi çarpınca bir fincan kahve; kendi kahvesini içerken Osman Bedreddîn’in beyaz Şam cübbesine, hırkasının üzerine bir miktar kahve dökülür. Giyimine ve temizliğe son derece titiz olan ve îtinâ gösteren İmam Efendi üzgün bir şekilde içinden; "Eyvah bu elbise çok berbat oldu. Mahvoldu cübbe. Artık giyilmez.” diye düşünür. Mahmud Sâminî (ks) hazretleri; "Hâfız, kalbin incinmesin, cübbeni çıkar da Mustafa temizlesin. Bizim Mustafa çok da güzel çamaşır yıkar. Hırkanı çıkar ver de bir güzel yıkasın." der. İmam Efendi, cübbenin temizleneceğine inanmaz ama, yine de utanarak hırkasını çıkarıp Mustafa Naci (ks) Efendiye verir. Birkaç dakika sonra sonra Mustafa Naci elinde hırka ile geri döner. Cübbe geri geldiği zaman bakar ki, kahve lekesinden eser kalmamıştır. Kahve dökülen yerde hiç bir iz yoktur. İmam Efendi hırkayı üzerine giyince kendisini bâzı haller kapladığını hisseder.

O gece İmam Efendi garip bir rüya görür. Rüyasında dünyadaki bütün nebatlar yüce Allah'a ibadet etmektedirler. Ne var ki tanımadığı bir bitki Allaha bir türlü secde etmez. Sabah uyandığı zaman Saminî Hazretleri kahvesini içmektedir. Bir süre sonra İmam Efendi'ye: "Hafız bir ateş getir de şu Allaha ibadet etmeyen otu yakalım" deyip ateş ister, İmam Efendi rüyasında gördüğü nebatın tütün olduğunu anlar, iş bununla da bitmez, İmam Efendi'ye: "Hafız, biz bu tütünü şunun için içiyoruz: buraya tütün içen birçok ihvan gelmektedir. Şayet ben içmemiş olsam, tütün içen ihvanların çoğu beni dinlemeyip tütün içmek için dışarı çıkacaklar. Halbuki şimdi hem tütünlerini içiyor, hem de oturup beni dinliyorlar. Bunun keyifçisi değilim. Sırf bunun için içiyorum." der.

İmam Efendi ve arkadaşı Mahmud Saminî Dergâhı’nda tam üç gün misafir kalırlar. Hocası onun bu sabrı karşısında artık zâhirî perdeyi kaldırıp dördüncü günü dönmeyi düşünen İmam Efendi'ye şöyle buyurdu: " Hâfız, misâfirlik üç gündür; üç gün olur. Senin misâfirliğin on günü geçti. Yemek için çalışmak lâzımdır. Bahçedeki sebzeler kurumak üzeredir. Haydi bakalım bostanımızı sulama sırası sendedir. Havuzdan suyu sal da sebzeleri bir sula. " der. İmam Efendi bir şey demeden bahçeye iner. Bu bostan, Mahmud Sâminî hazretlerinin eliyle yetiştirdiği ve helâl lokma kazandığı bir bostandı. Burada kendi emeği ile sebze yetiştirir, misâfirlerine ikrâm ederdi. İmam Efendi, verilen emir üzerine bostanı sulamaya gitti. Havuzun suyunu saldı. Fakat daha bir evlek sebzeyi sulayamadan havuzun suyunu bitmiş olarak gördü. Sebzelerin yarısını sulamıştır ki, havuzun suyu biter. Mahmud Saminî Hazretleri'nin huzuruna vararak durumu bildirdi: "Efendim, havuzdaki su hepsine yetmedi; sebzelerin yarısı sulanmadı." Mahmud Saminî Hazretleri: ""Hâfız, kocaman havuzun suyu bir evlek de mi sulamadı? Niçin yetmedi? Dikkat et Hâfızım, gören gözle bak. Havuz dolu duruyor. Git vazîfeni yap!” diye sorunca, bahçenin yarısına gelince havuzdaki suyun bittiğini söyler. Mahmud Saminî: "Hafız sen ne diyorsun? O havuz bahçenin tamamını suluyor!. Bir yanlışlık var. Sen git havuza bir daha bak." der. Tekrar havuzun başına giden İmam Efendi tekrar inip bakar ki, havuz ağzına kadar su ile doludur. Bu işte hocasının kerâmeti olduğunu anladı. O gün bostanı tamâmen suladı.

Bu vakıadan sonra Mahmud Saminî hakkındaki düşüncesi yavaş yavaş değişmeye başlar.

İmam Efendi çaresiz dördüncü gün de Palu'da kalır. Beşinci gün tekrar dönme hazırlığı yaparken, aynı gün ikindi vakti Mahmud Saminî, İmam Efendi'yi tekrar çağırır: ""Hâfız, yarın çok misâfirimiz gelecek. Bostana git, bahçeden biraz patlıcan, sebze topla mutfağa getir bırak ki; akşama yemek pişirsinler." İmam Efendi önce: "Bahçeyi dün suladım, sebzelerin hepsi çiçekteler." der ama, Saminî Hazretleri: "Sen hele in bak" diye ısrar eder. Bu sefer aldığı emir üzerine patlıcan toplamaya giden İmam Efendi çaresiz bahçeye iner. Ancak bostandaki patlıcanların henüz çiçek açmış ve yetişmemiş olduğunu gördü. Geri dönüp durumu hocasına bildirdi. Patlıcan yetişmemiş deyince, hocası; "Hâfız, Murat suyuna gitsen kurutup gelirsin. Tekrar git patlıcanları yetişmiş bulacaksın." dedi. Gidip bakınca gerçekten çuval çuval patlıcan yetişmiş olduğunu gördü. Bakar ki, hakikaten domatesler, patlıcanlar, biberler dallarında olgunlaşmış vaziyette sallanıyor. Bu işte de hocasının kerâmeti olduğunu anladı.

İşte o zaman İmam Efendi anlar ki Mahmud Saminî Hazretleri büyük bir mürşid ve makam sahibi bir velîdir. Artık hiç bir şüphesi kalmamıştır. Beşinci gün izinleri bittiği için döneceklerdir. Ancak, bir taraftan da “neden tütün içiyor?” diye düşünüyor, bir türlü teslim olamıyordu. Bu düşüncesi ve tereddüdü o dereceye vardı ki, artık ayrılıp gitmeye karar verdi.

Mahmud Saminî Hazretleri ile vedalaşmaya giderken Saminî Hazretleri: "Hele durun bakalım, beş-on gün daha buradasınız, biraz bekleyin." der.

Arkasından Mustafa Naci Efendi elinde bir telgrafla gelir. Telgraf İmam Efendi'ye gelmiştir. Gelen bu telgrafı açarak orada okur. Telgrafta, birliklerinin Çemişgezek'e gideceği, bu sebeple on gün yol izni verildiği yazılıdır. Önce şaşırırlar. Palu'ya gelirken arkadaşlarına kendilerinin Palu'da Saminî Hazretleri'nin yanında olacaklarını söylememişlerdir. İşte bu telgrafı Diyarbakır'dan arkadaşları çekmiştir. Bunun üzerine mecburen bir kaç gün daha kalmaya karar verirler.

Akşam Saminî Hazretleri İmam Efendi'ye bir konuşma yapar. Der ki: "Hafız, bir insan mağrur olmamalıdır. İlim alçak gönüllülük gerektirir, ilim bir mürşide tam teslimiyettir. Bir insanın başına, dişine değil, gönlüne bakacaksın. Gönlün kırılacak ama, gönül kırmayacaksın. Bu çileli yolda çileni doldurup, insan-ı kâmil olmak için çok çalışacaksın. Ama, asla mürşidsiz yola çıkmayacaksın."

Son defa ayrılma karârı verdiği günün sabahı, Mahmud Sâminî (ks) hazretleri sabah namazını kıldırdıktan sonra, aralarında İmam Efendinin de bulunduğu cemâate karşı dönüp oturdu. O gün hâli değişik, üzgün ve biraz da celâlli idi.

Mihrâbda bir müddet o hâlde durduktan sonra şöyle söze başladı:
"Azîz kardeşlerim, bir dertli derdini tabîbe anlatmayıp gizlerse, derdine dermân bulamaz. Bir âşık, aşkını mâşûkuna açmazsa o mâşuk (sevgili) aşkını bilemez. Tasavvufda gurur yasaktır. Teslimiyet şarttır. Aşkın mecâzi köprüsünü geçenler, aşk-ı hakîkîye erenlerdir. Buna erenler ise, Hakk’a inanıp bir rehbere bağlananlardır. Size bir misâl vereyim. Bir zât hazret-i Hızır elinden şerbet içmekle, bir kaç hocadan icâzetsiz izin almakla, erenler imtihânına mânen katılıp beline kemer bağlamakla yolu katedemez. Bu gibiler aşılanmamış bir ahlat ağacına benzer. Meyvesi acı ve lezzetsizdir. Onu aşılamak lâzımdır. Bâzı insanlar işte böyledir. Kendi hâlinde yetişen bir çiçek misk gibi kokar fakat ne yazık ki ormandadır. Ondan kimse faydalanamaz. Beşeriyete hizmet lâzımdır. Beşeriyet latîf ve güzel kokuya muhtâctır. Bir fakir derviş, tütün içer diye sevdiği kimse ondan kaçar. Bunlar birer hikmet ve esrârdır. Sürüden ayrılanı kurt kapar. Fırsat elden kaçar. Mutlaka olacak olur; kalbini ister geniş ister dar tut. Gönül ister ki hoş olalım.”

Sohbetini dinleyenler, başlarını eğmiş sessiz bir hâlde oturuyorlardı. Asıl muhâtab ise, İmam Efendi (ks) idi. O da bunu gâyet açık bir şekilde anlamıştı. Çünkü diğerlerinin bilmediği bir çok hâllerini saymıştı. Bu, mürşidinin bir kerâmeti idi. Mürşidi sohbetten sonra evine gidip, akşama kadar çıkmadı.

İmam Efendi ise sohbetini dinleyince gitmekten vazgeçip tam bir teslimiyetle Mahmud Sâminî (ks) hazretlerinin yanında kalmaya kesin karar verdi. Kendi kendine; "Sâminî hazretleri tütün içebilir bana ne" dedi. Sonra; "Yâ Rabbî! Âciz ve bîçâre kulun Bedrî’yi gafletten uyandır. Selâmete erdir." diye duâ etti.

O gün imâmlığı kendisi yapıp cemaate İmam Efendi namaz kıldırınca, ihvanlar arasında bir fısıldaşma başlar. Müridlerden biri, Sâminî hazretlerinin ileri gelen müridlerinden Miyadinli Mehmed Efendi’ye misafirin niçin imamete geçtiğini sorar. "Hocaefendi mihrâbı neden bu Hâfız misâfire bıraktı" diye sorulunca: Miyadinli Mehmed Efendi: "O, daha mürşid görmeden ilk devreyi kendi güzel ahlâkı ve istidâdı ile bir hamlede atlamıştır." diye cevap verir.

Mahmud Sâminî (ks) hazretleri, o günü talebelerinden ayrı olarak evinde geçirdikten sonra, tekrar yanlarına çıktı. Mescidde iken İmam Efendi (ks) de mescide girdi. Bu sırada bir müride; "Mustafa, Mustafa! Hâfızı bana gönder!" diye heybetli bir sesle bağırdı. Bu heybetli sesi işitenler heyecâna kapıldılar. İmam Efendi birdenbire titremeye başladı. Telaşla hocasına koştu. Velâyet heybeti onu titretiyordu. Huzûruna varınca, O’nu tutup riyâzet odasına soktu. Artık o, tam bir teslimiyet içinde hocasının elini öperek bağlılığını arz etti. Sonra; "Burada ne kadar kalacağım." diye suâl edince, şöyle cevap verdi: "Allahü Teâlânın dilediği kadar, bir an, bir gün, kırk gün, belki kırk yıl. Bu bir harman, bir meydan, bir devrandır. Devran da meydan da harman da senin. Zaman mahsul zamânıdır. Yiğitlik şimdi belli olur, mânevî dereceleri katetme zamânıdır. Dikkat lâzımdır.

Hâfız! Hazret-i Hızırın şerbeti, fadlına; Seyyid Ahmed Merâmî hocanın emekleri ise, ilmine ve aşkına sebeb oldu. Büyüğümüz Muhammed Bahâüddîn(ks) hazretleri ve diğer büyükler rehberlik ederek senin bize gelmeni işâret ettiler değil mi? Erzurum’da Ayaz Paşa Câmii minâresinde okuduğun ezân-ı Muhammedî, mâneviyât âleminin erenlerini cihâda dâvet etti. Yer gök sarsıldı. Bütün evliyâ, şühedâ ve sâlihlerin rûhları Erzurum semâlarında toplandı. Hâfız! Moskofları, taşla kovaladığın zaman biz de oradaydık. Bu taşları senin eline veren kimdi? Bunlar hep evliyâlığın cilveleridir. Asıl mârifet, hakîkatler ötesindeki hakîkate ermektir. Metin ol. Allahü Teâlâ yardımcındır..."

İmam Efendi aradığı mürşidi artık bulduğunu anlar. O akşam Mahmud Saminî Hazretleri'ne intisab ederek teslim olur ve tasavvuf yolunda ilerleyip, kısa zamanda yetişip kemâle erer. İmam Efendi, Saminî Hazretleri'nin dergâhında onsekiz gün sülukta kalır. Süluk bittikten sonra Mahmud Saminî Hazretleri İmam Efendi'ye: "Senin günlerin tamam. Bundan sonra tuttuğun bu yolda Allah senin yardımcın, Hızır yoldaşın olsun. Senin icazetini hazırladım. Mustafa Naci Efendi getirsin. Yalnız Harput'ta kalacaksın." diyerek İmam Efendi'ye Saminî dergâhından gerekli icazet verilir; çok süratli bir seyr ile on sekiz günde icâzetini alır

(Tasavvuf disiplininde veli kişiler mecbur kalmadıkça keramet göstermeyi sevmezler. Çünkü keramet, müridin mürşide kolay yoldan bağlanmasını sağlar. Oysa, müridin mürşidine bağlanabilmesi için bir imtihandan geçmesi gerekir. Ayrıca mürid, zekâsını kullanarak iradesini sergilemelidir. Mahmud Saminî Hazretleri'nin İmam Efendi'ye gösterdiği kerametler, bir görevin yerine getirilmesi içindir. Burada iki görevli vardır. Birincisi, Mahmud Saminî Hazretleri, ikincisi, İmam Efendi'dir. İmam Efendi sonradan verilecek görev için hazırlanacaktır. İşte onu sonraki görevlerine hazırlama işi Mahmud Saminî Hazretlerine verilmiştir. Mahmud Saminî Hazretleri bunu bildiği için keramet göstermek zorunda kalır.)

İmam Efendi vazîfesi sebebiyle üç-dört sene Palu’da kaldı. Bu arada hocasının sohbetlerinde bulundu. Palu'daki günleri bitince Çemişgezek'e dönerler. Erzurum'dan kendisiyle birlikte Çemişgezek'e gelen birliğin ayakkabı tamircisini arar fakat bulamaz. Onun Erzurum'a döndüğünü öğrenir. Bir anda dünyada yalnız kaldığını zanneder. Sonra Mahmud Saminî Hazretleri aklına gelir ve yalnızlığını unutarak rahatlar.

O, Çemişgezek'te kaldığı süre içerisinde Çemişgezek'teki meşhur filozof ve şair Nüzhet Dede ile tanışır. Dostluğunu ilerleterek onu Palu'ya Şeyhi Mahmud Saminî Hazretleri'ne götürür. Nüzhet Dede'yi Mahmud Saminî Hazretleri'ne intisap ettirdikten sonra döner.

O, şeyhine zor bağlanmıştır ama, bağlandıktan sonra da ona hiç mi hiç kusur etmemiştir. Elinden geldiğince ziyaretine gitmiş, her seferinde gönlünü cilalayarak dönmüştür. Onun Saminî Hazretleri'nden aldığı feyz İmam Efendi'yi rütbelerin en üstüne çıkarmıştır. Saminî'nin sır dolu dünyasını bir seferde değil, her gidişinde yeniden keşfetmiştir. Murat suyu kadar gür akan ilim pınarından bostanına yeterince su bağlayarak yeni yeni meyveler sunmuştur. Saminî onun içini kavuran bir köz, önünü aydınlatan bir ışık olmuştur. Sonra da ona içinden gelen şu şiiri yazmıştır:

"Sâminî'yiz, aşk iledir dâima ahvâlimiz
Vecd-i Ahmed'le kurulmuş bezmimiz, meydânımız:

Sâminî'yiz, kârımız şeb'de değil gün şebpere,
Biz gulâm-î âfitab'ız ruz'dadır cevlânımız.

Sâminî’yiz, dâima ünsû huzur'dur kârımız,
Vahdeti kesrette bulmakdır bizim etvârımız.

Sâminî'yiz, seyri'imiz enfüstedir, âfâka biz,
Etmeyiz atf-î nazar, can teredir canânımız.

Sâminî'yiz, hemdem olmuş aşk İle kalb-î hazin,
Zevkeder dâim Huzûr-u Hakk'ladır esrârımız.

Sâminî'yiz, kalmadı gayr, hem zuhur ettî Cemâl,
Enfüsû âfâk'da birdir hem bizim seyrânımız.

Sâminî'yiz, dide'den, dilden bıraktık gayri'yî,
Veririz zâte sıfât'ı, böyledir bâzâr'ımız.

Sâminî'yiz, bilmişiz biz "Küntü kenzen" sırrını,
"Men Aref'den ders alub bulduk bugün "Dildâr"ımız.

Sâminî'yiz, Bedri yâ, biz gayriye baş eğmeyiz.
Dû cihanda kâfî, vâfî südde-î Sultân'ımız.


***
Daha sonra vazîfesi icâbı askerî taburla birlikte Dersim’e gitti. Taburu Dersim’den Çemişgezek-e gönderilince, senelerce orada hizmet etti. Buradan Palu’ya sık sık hocası Mahmud Sâminî(ks) hazretlerini ziyârete giden İmam Efendi, onun duâsını alır ve sohbetini dinleyip geri dönerdi.

Şeyhinin Ölümünden sonra 1909 yılında emekli olup Çemişgezek'ten Harput'a gelir. Harput'un âlimleri ona burada bir ev satın alırlar. Onu sevenler akın akın Harput'ta ziyaretine gelerek elini öperler. Dini sohbetlerde etrafına hep ışık saçmıştır.

İmam Efendi 1909 senesinde emekliye ayrılıp Harput’a yerleşti. Bundan sonra tamâmen ilimle meşgûl oldu. Derslerinde ve sohbetlerinde bulunan pekçok zâtı tasavvufta yetiştirdi.

Pek çok insanı da cehâletten kurtarıp, sâlihlerden eyledi. İlme, mârifete ve feyze susamış iki yüz bine yakın kimse onun feyz pınarından kana kana içti. Rüşd, hidâyet ve mârifete kavuştu.
Sohbetlerinde aslâ siyâsî ve boş şeyler konuşulmazdı. 1911 senesinde Harput-un ileri gelenlerinden pekçok zâtla birlikte hacca gitti. Bu Hicaz seferinde; Şam, Mekke ve Medîne âlimleri kendisine çok hürmet ve ikrâmda bulundular.

O, Harput'tan başlayarak, Keban, Ağın, Çemişgezek, Arapkir, Kemaliye (Eğin), Divriği, Kemah, Pertek, Hozat gibi büyük bir alanda halkı irşad etmeye çalıştı. Sık sık buralara giderek vaazlar verdi ve sohbetler yaptı. Hayatı boyunca on binlerce kişi kendisine intisap etti. İnsanlar ondan feyz almaya çalıştılar, İmam Efendi artık Harput'un dini cephesinde önemli bir isim olmuştu.

Büyük Nakşî mutasavvıfı Saminî Hazretlerinin ölümünden sonra onun en sadık müridi, sır kâtibi Mustafa Naci Efendi Harput'a gelerek İmam Efendi'nin yanında yer aldı. İmam Efendi'nin Erzurum'da başlayan hayatı, Diyarbakır, Çemişgezek, Tunceli'nin Şah Nahiyesi'nden geçerek Harput'ta son buldu.

Çemişgezek'e ilk geldiğinde "Burası benim Vatan-ı Sanî'm" (yani ikinci vatanım) demişti ama emir büyük yerden gelince mecburen Harput'a gelmek zorunda kalmıştı. Onun Erzurum'dan beri topladığı ilmi, Elazığ'ın Palu ilçesindeki Saminî Dergahı’nda kemâle ulaştı. Şeyhi Saminî Hazretleri'nin ölümünden sonra Palu ile olan bağını hiç kesmedi. Sık sık şeyhinin kabrini ziyarete giderek dua okur, onun Palu'daki çocukları ile hemhal olurdu. Her gittiğinde Palu'ya girmeden atından iner, ziyaretini yapaktan sonra Palu'yu terk ederken tekrar atına binerek dönerdi. 1911 yılında hac görevini de yerine getirmiştir.

O, öleceği güne çoktan hazırlanmıştı. Ölüm O'nun için hasretin bitişi, sevgiliye kavuşmaydı. Vasiyetini ölümünden bir kaç gün önce yazarak yastığının altına koymuştu. Hastalığı onu yatağa düşürdüğünde beklemesi fazla uzun sürmedi. Harput uleması onu bu hastalığında hiç yalnız koymadılar. Vefat edeceği gece yine İmam Efendi'de toplanmışlardı. Ama bu sefer sohbet yoktu. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu, İmam Efendi hepsini tatlı bir tebessümle süzdü. Bir müddet sonra onlara: "Beni yalnız bırakın" dedi. O sırada odada bulunan büyük âlim Müftü Kemal Efendi, Hacı Tevfik Efendi, Hacı İbrahim Efendi ve diğerleri önce birbirlerine baktılar, sonra odayı boşaltarak dışarı çıktılar. Bir süre bekledikten sonra odaya önce Müftü Kemal efendi girdi: arkasından diğerleri..

İmam Efendi artık dünyasını değişmişti. Bir kaç gün önce yazdığı vasiyetini yastığının altında buldular. Onun ölüm haberi bir gecede her tarafa yayıldı. Ertesi günü Harput'ta görülmemiş bir kalabalık toplandı. Müridleri ağlıyordu.

İmâm Efendi insanları saâdete kavuşturmak için çalıştı. Vâz ve nasîhat etti. 17 Ekim 1924 tarihinde Harput’ta vefât etti. Vefâtından birkaç gün evvel vasiyetini yazdı. Vefât ettiğinde, halk arasında çok sevildiğinden, cenâzesinde büyük bir kalabalık toplandı. Müridleri tarafından büyük bir huşu içinde Harput’taki Meteris kabristanına defnedildi. Kabri günlerce ziyaretçi akınına uğradı. Arkasından bıraktığı boşluk Harput'ta her geçen gün daha çok hissedildi. Bilâhare kabri üzerine türbe yapıldı. Bugün dahi mübarek türbeleri sevenleri tarafından ziyâret edilmekte hergün dolup taşmaktadır.

Bu büyük veli hayatı boyunca İslâmi şekilde yaşamış, etrafındakilere de İslâm’ın ruhunu anlatan öğütler vermiştir. Kur'an ve sünneti kendisine rehber edinerek, tasavvufta derinliklere inmiştir. Büyük bir takva sahibidir. Tuttuğu yolda makamların en yücesine ermiş, büyük bir velidir. O, kendinden sonra Musa Kâzım Efendi'yi, Hacı Tevfik Efendi'yi, Hacı Sadeddin Efendi'yi, Mazhar Efendi'yi yetiştirmiştir.

***
VASİYYETİ

İmam Efendi âilesine ve akrabâlarına şöyle vasiyet etti:
“Ey benim evlâd, birâder ve akrabâlarım!
İslâmiyette ve doğru yolda bulunan kardeşlerim!
Benim Ehl-i sünnet vel-Cemâat mezhebi üzere bir müslüman olduğuma cenâb-ı Hak Şâhidimdir.

Lütuf ve ihsânına karşı Allahü Teâlâya hamd ederim. Şâyet ömrüm tamam olup, Allahü Teâlânın emri üzerine âhirete göçüp, ilâhî rahmete nâil olursam, son ömrümde düşmanımız olan nefis ve şeytan tarafından şaşırtılmak istenirsem, inşâallah ben onları dinlemem. Ancak, İslâm dîninde olduğumu şimdiden işitip, kıyâmet gününde müslümanlığıma şâhitlik etmenizi istiyorum.

Allahü Teâlânın birliğine inanıyorum, elhamdülillah.
Allahü Teâlâdan başka ilâh yoktur.
Muhammed aleyhisselâm Onun kulu ve resûlüdür. Yalnız Allahü Teâlâ vardır. O’nun ortağı yoktur. Mülk O’nundur. Hamd O’na mahsustur. O, her şeye kâdirdir.

Sizden Allahü Teâlânın birliğine olan bu îmânıma şâhid olmanızı istirhâm ediyorum. Ben âciz ve günahkâr bir kulum.
"Allahü Teâlânın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allahü Teâlâ (şirkten tövbe ve îmân etmek sûretiyle) bütün günahları affeder." (Zümer sûresi: 53) meâlindeki âyet-i kerîmesini kendime delil edinip tövbe ederek, Rabbimin rahmetine sığınıyor, Peygamber efendimizin şefâatına kavuşmayı ümid ederek gidiyorum.

Evliyâullahın, Allahü Teâlânın sevdiği kullarının ve Nakşibendiyye büyüklerinin bu günahkâr kula mânevî yardımlarını ümid ederim. Bilhassa Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî (ks), MuhammedBehâeddîn Buhârî(ks), pîrim Mevlânâ Hâlid (ks), Şeyh Ali Sebtî(ks), mürşidim Mahmud Sâminî (ks) ve babamın mânevî yardımlarını ve Allahü Teâlânın katında bu fakîre şefâatçi olmalarını ihsân ve ikrâmlarından ümîd ederim.

Vefât ettiğimde üzerime Kur’ân-ı Kerîm okuyunuz. Allahü Teâlâ bu âcize ve bütün din kardeşlerime îmân ve hüsn-i hatîme nasîb eylesin!

Âmin.

***

Şemaili (Fiziki Yapısı) :

Ortadan uzun boylu, kaş ve kirpikleri kara, gözleri elaydı. Heybetli bir bakışa sahipti. Bütün bu görünüşü içinde bile gayet mütevazı bir kişiliği vardı. Sakalı beyaz, yüzü top ve göğsü genişti. Sarığı ve cübbesi beyazdı. Vücudu etrafa gül kokusu saçardı. Onu rüyada görenler kalktıklarında odalarında gül kokusu bulurlarmış. Hanımı torunlarına onu anlatırken, çamaşırlarının yıkandığı zaman müthiş bir gül kokusunun yayıldığını söylermiş.

***

Tavsiyeleri:

İhvanına derslerini şu öğütlerle vermiştir. 1) İlahi muhabbet, 2) Gönlüne dikkat. 3) Tam teslimiyet, 4) Nefse muhalefet, 5) Say-ü gayret 6) Kesrette vahdet, 7) Çok salavat, 8) Tevhide müdavemet, 9) Az yemek, 10) Temiz giyinmek, 11) Halka menfaat, 12)Mütehallik olmak, 13) Mürşide itaat, 14) İhvana şefkat, 15) Kadınlara nazar-ı ibret, 16) Zamana uymak, 17) Ulül-emre mutlak itaat, 18) Hasetten ari olmak, 19) Buğzdan beri olmak, 20) Komşu haklarını her şeyden önemli tutmak, 21) Sözünün eri olmak, 22) Nefsinin sahibi olmak, 23) Dünyayı almamak, 24) Ahireti unutmamak, 25) Doğruluktan şaşmamak, 26) Haddi aşmamak, 27) Tefekkürle sükûn bulmak'tır.

Derdi ki: "İşte başarının alfabesi bunlardır. Bunları yerine getirenler kurtuluşa ererler."

Ayrıca manzum olarak sıraladığı nasihatlar da vardır:
"Zihnar ilmine güvenme, fadlına kanma, dünyaya aldanma, nefsine uyma, şeytanı at, aşk ile yat, şevk ile kalk, peşinden gelenleri gözet, sapıkları düzelt, görüşlerin marifet olsun."
Onu yüce bir makama eriştiren yol bunlardı.

Sözleri:

İmam Efendi buyurdu ki: "İnsan Allahü Teâlânın nîmetlerini düşünse, bunların şükrünü nasıl yerine getireceğinden hayret eder. Şükrünü tam mânâsı ile edâ etmek mümkün değildir. Allahü Teâlâ, emirlerine itâat ve yasaklarından kaçma gibi azıcık bir şeyden râzı oluyor. Pekçok ikrâm ve ihsânda bulunuyor."

"Cehennem iki türlüdür. Hem sıcak, hem soğuk Cehennem vardır. Cenâb-ı Hak kışın şiddetli soğuğunu yaratmış ki, insanlar Cehennemin soğuğunu hatırlasınlar da ondan sakınsınlar. Yazın en sıcak günlerini de yaratmış ki bundan da Cehennemin sıcağını hatırlasınlar da ondan sakınma çârelerine yönelsinler."

"Tasavvuf, kitap ve sünnete dayanan ilâhî ve rabbânî hikmetin adıdır. Mevzu-u ise, kişiyi gafletten sakındırıp, Allahü Teâlâ ile berâber olmayı kazandırmaktır. Faydası da; kişiyi nefsin kötü huylarından arındırıp insanı kâmil ve Mevlâya lâyık bir kul yapmaktır."

***

Bir gün büyük İslâm âlimi Ömer Nasuhi Bilmen Harput'a geldiğinde İmam Efendi'nin sohbetine katılmıştı. İmam Efendi sohbet sırasında bir Ayet-i Kerime'yi açıklıyordu. Bu açıklama bir kaç saat sürünce, oturanlardan birisi Ömer Nasuhi Bilmen'e dönerek: "Efendi, biraz uzun olmadı mı?" deyince, Ömer Nasuhi Bilmen kendisine yakışır bir şekilde cevap verdi: "İsteyenler istediği yeri alsın."


Eserleri:

Sohbetleri üç kitap hâlinde basılmıştır. "Sohbetname"si yanında Gülzâr-ı Sâminî adındaki mektûbâtı ve Gülbün-i İrşâd ve Mecâlis-i Sâminiyye adında beş ciltlik kasîdesi vardır.

Şiirleri:

Osman Bedreddîn Hazretleri aynı zamanda büyük bir tasavvuf şairidir ve tasavvuf içerikli, tasavvuf felsefesini nakış nakış işlendiği çok sayıda şiiri vardır. Şiirlerinden iki örnek aşağıdadır.

***
Kim gelip girse bu gün Sâminî gülzârına
Bir kademde vâsıl olur her kişi dildârına

Bir nefesde mürde dil bulur hayât-ı câvidân
Sâminî enfâs-i kudsîden erer hem yârına

Âlem-i mânâda sâh olmak dilersen tâlibâ
Gel bugün ver varligin Sâminî'nin vârına

Hem gönül âyinesin derd-i sivâdan pâk kil
Er huzûr-i hazrete yanma bu furkat nârına

Âlem-i kudse erismek ister isen Bedri yâ
Sidk ile gel bende ol gir Sâminî bâzârına.

Osman Bedreddîn İmam Efendi Hz.

***

Terkedenler vârını insân olur.
Vârını terketmeyen hayvan kalır.

Pâdişâh olsan cihanda ey azîz,
Baki kalmaz, en sonu viran olur.

Lezzet-î fânîye gönül verme kim,
Bunu seven hâk ile yeksan olur.

Zât-i Hakk'dan gayriye gönül veren,
Hakk'a ermez, lâyık-ı nirân olur,

Dünya'nın varına mağrur olma sen,
Çün bilirsin: "Küllü şey'in fan" olur.

Bu cihân'ın varına kim aldanır,
Akıbet ânın işi hüsran olur.

Tâc ü taht île varılmaz Dost'a bil,
Adet oldur, can ona kurbân olur.

Limeallah mektebinde okuyan,
Kesret icre vâsıl-î Yezdan olur.

Fakr ile fahreyleyenler bilyakîn,
Bil ki mânâda birer sultân olur.

Görmeyenler Yâr'inî bunda ayan,
Anda dahî göremez hirmân ulur.

Hafız Osman Bedreddîn

***

Döndüm sana Yâ Müsteân, doğru kapına gelmişem:
Lütfun dilerim El'aman, doğru kapına gelmişem.

Ben etmişem hadsiz günah, yok Sen'den özge bir penan,
Ey rahmeti bol pâdişâh, doğru kapına gelmişem.

Geldim kapînâ bir garip, derd-î dil'e Sen'sin tabib,
Reddeyleme Sen Yâ Mücib, doğru kapına gelmişem.

Ben eyledim cürmû hatâ, Sâna yarar afv ö ata,
İrham bihakkıl (Ha ve Tâ), doğru kapına gelmişem.

Ozr'eyledim çün özüme, rahm'it Rahîm dilsûz'üme
Urma günâhım yüzüme, doğru kapına gelmişem.

Bir bende'yim gayet zelil, rûy'im siyah ve hem hecîl
Şah Nakşibendimdir delîl, doğru kapına gelmişem.

Oldû işim cümle kusur, etmêmişem ben hiç fütur,
Yârab Senin âdın: "Gafur", doğru kapına gelmişem.

Daldım kasel deryasına, uydum nefis kavgasına
"Lâ-taknetû fetvasına, doğru kapına gelmişim.

Derd-i dii'e sensin deva, dil hastasına ver şifa,
Yarab, bihakk-i Mustafa, doğru kapına gelmişim.

Yandım ilâhî el aman, nâr-i firak'a ben yanam,
Kârımdürür ah-û figan, doğru kapına gelmişim.

Nûş eyledim aşk camını, sundu bana, Şeyh Samin
Ver Sen de vuslat kâmınî, doğru kapına gelmişim.

Çektim siva'dan ben eli, buldum sana doğru yolu
Münkir bana desün, deli... doğru kapına gelmişim.

Yandırma nâr-i firkate, irgör ilâhi vuslata
Bahşet habibin hazrete, doğru kapına gelmişim.

Ad ile san'dan geçmişem, hem masiva’ndan geçmişem
Cism ile candan geçmişem, doğru kapına gelmişem.

Çektim bu denlhu firkati, bahşet ilâhi vuslatı
Yarab, habibin hürmeti, doğru kapına gelmişem.

Müznib, hakir, biçareyim; babında bir avareyim
Yarab, kime yalvarayım, doğru kapına gelmişem

Bedri gedayım ben zelil, kılmış beni cürmüm alil
Rahm'et bana sen ya Celil, Doğru kapına gelmişem.


Hafız Osman Bedreddîn

Aruz kalıbı; Müstefilün Müstefilün Müstcfilün Müstefilün

Lügatçe:
Müstean: Kendisinden yardım istenilen
Hacîl: Utancından yüzü kızarmış
Penah : Sığınılacak yer
Itâb: Azarlama, paylama
Destim bigir: Elimi tut
Lâ-taknatü: ümit kesmeyiniz
Nar-ı firkat: Ayrılık ateşi
Müznib: Günahkar
Alil : Hasta
Mücîb: icabet eden
Dilsûz: Yanan gönül
Rûy: Yüz
Destgîr: Elinden tutan
Kesel : Tembellik
Kâm : Arzu
Bâb : Kapı

***

Kerametleri:

İmam Efendiye atfedilen pek çok keramet vardır. Bunlardan bazıları şunlardır.

“OSMAN BEDREDDÎN’İN ÇIRAĞI”
İmam Efendiden, talebelerinden Ömer Nâsûhî Arabistan’a gitmek için izin istedi. İmam Efendi; "Nâsûh, orada bizi tanıyan çok olur. Sorana selâmımızı söyle!" dedi. O zât kendi kendine; "Oralarda hocamı kim tanıyacak?" diye düşünme cehâletinde bulundu. Arkadaşları ile yolda giderken tipiye tutuldular. Perişan bir halde ilerledikten sonra, bir köye vardılar. Orada büyük bir zât onları misâfir etti. Ömer Nâsûhî’ye dönerek; "Gel bakalım Osman Bedreddîn’in çırağı!" dedi. Şaşıran talebe yine kendi kendine; "Acabâ bu zât burada, hocam orada birbirlerini nasıl tanıyabilirler?" diye düşününce, o zât başını kaldırıp; "Evlâdım, biz birbirimizi hiç görmedik ama birbirimizi gâyet iyi tanırız." dedi. Aradan zaman geçti ve Harput’a geri döndü. Hocasını ziyârete gidip; "Efendim, sağlıkla gidip geldik. Orada soranlara da selâmınızı söyledim." dedi. Bunları söylerken yine merakı geçmemişti. İmam Efendi ona; "Ömer, biz Allahü Teâlânın bildirmiş olduğu şekilde birbirimizi tanır ve biliriz. Rabbimiz bize hidâyet etmezse hiçbir şey bilmeyiz." buyurdu.

***

Harput ulemasından Müftü Kemâl Efendi gözündeki bir rahatsızlık için İstanbul'a gider. Onu hastaneye yatırırlar. Hastalığı bir türlü iyileşmez. Büyük acılar içerisinde iken bir an için uykuya dalar. O, kısa uyku anında bir rüya görür. Gördüğü bu rüyada, İmam Efendi elinde bir tepsi ve üzerinde bir fincan kahve ile hastahanedeki odasından içeri girer. Kemâl Efendi'ye: "Hafız, kahveyi özlemişsindir. Sana kahve getirdim." der. Müftü Kemâl Efendi şaşırır, heyecandan kahvesini zorlukla içer. Kahve bittikten sonra İmam Efendi: "Telvesini gözüne sür, hiç bir şeyin kalmaz." der. Müftü Kemâl Efendi denileni yapar, İmam Efendi fincanı alarak kapıdan çıkar. Kemâl Efendi hızla kapıya koşarak uğurlamak ister ama, koridorda kimseyi göremez. Bu sırada da rüyadan uyanır. Gözündeki ağrının kesildiğini hisseder. Birkaç gün sonra da hiç bir şeyi kalmaz. Doktorlar bile şaşırmışlardır. Onlara: "Kahve telvesi iyileştirdi." der.

Yine İstanbul'da iken bir rüya daha görür. Rüyasında Harput'tadır. Kendisine, İmam Efendi'nin Ziyaeddin isminde bir oğlunun olduğunu söylerler. Sabah kalktığında İstanbul'dan bir telgraf çeker. Bu telgrafında, İmam Efendi'nin bir oğlunun olup olmadığını, olmuş ise ne zaman doğduğunu ve isminin ne olduğunu sorar. Gelen cevapta, rüyayı gördüğü gece İmam Efendi'nin bir oğlunun olduğunu, kendisinin Ağın'da bulunması nedeni ile henüz isminin verilmediğini bildirirler. Müftü Kemâl Efendi İstanbul’dan Harput'a döndüğü zaman, ilk olarak İmam Efendi'nin doğan oğluna hangi adın konulduğunu sorar. Hayretler içinde "Ziyaeddin" koyduklarını öğrenir. İmam Efendi'nin elini öpmeye gittiği zaman İmam Efendi, Müftü Kemâl Efendi'ye: "Hoş geldin Kemâl Efendi, maşaallah telve gözüne iyi gelmiştir" diyerek tebessüm eder. O, bu ziyaretten sonra İmam Efendi'ye intisab etmiştir.

***

Yıl 1916, Birinci Cihan Harbi başlamış, Ruslar doğu cephesinde Bitlis'e kadar gelmişler. Bu sırada Ağınlı Kalaycızade Ahmed Efendi de bu cephede savaşmaktadır. Kışın bütün şiddeti sürerken asker aç ve perişan halde bozguna uğrar, Ağınlı Kalaycızade Ahmed Efendi bu sırada ıssız bir yerde nereye gideceğini kestiremez. O anda mürşidi İmam Efendi aklına gelir: "Ya İmam Efendi, imdadıma yetiş!" der. O anda bir atlının kendisine doğru geldiğini görür. Bakar ki, gelen İmam Efendi'dir. Bir anda sevinçle her şeyi unutur, İmam Efendi'ye doğru koşar. O, elini Kalaycızade Ahmed Efendi'ye uzatarak: "Atla" der. Kalaycızade Ahmed Efendi, İmam Efendi'nin elini tutarak atın terkisine biner. Bir süre hiç konuşmadan giderler. Küçük bir tepenin önünde İmam Efendi durarak: "Ahmed, artık kurtuldun, bu tepenin arkasına gideceksin." der. Kalaycızade Ahmed attan indikten sonra bakar ki İmam Efendi kaybolmuştur. Onun dediğini yaparak tepeyi aşar. Geldiği yer Bingöl'dür. Karnı oldukça aç olduğu için bir kapıyı çalmaya niyetlenir. Tam o sırada nöbet gezen askerler Ahmed'i alarak komutanlarına götürürler. Komutan onun perişan durumuna bakarak nereden geldiğini sorar. Ahmed Efendi Bitlis cephesinin dağıldığını, kendisinin mürşidi İmam Efendi tarafından buraya kadar getirildiğini söyleyince, komutan şaşkınlık içerisinde: "Cephe ne zaman dağıldı?" der. Kalaycızade Ahmed Efendi, "İki saat kadar oldu" der. Komutan daha çok şaşırır. "Evladım, sen iki günlük yolu gelmişsin, ne iki saati!" der. Onun içinde bulunduğu durumu anlayarak izin verip memleketine yollar. O, doğru Harput'a gelir. Mürşidi İmam Efendi'yi ziyarete gider. İmam Efendi Kalaycızade Ahmed Efendi'yi karşısında görünce: "Hoşgeldin Ahmed Efendi" der ve ekler: "Artık kurtuldun değil mi?"

***

(Çemişgezekli meşhur şair ve mutasavvıf Nüzhet Dede'den İmam Efendi'nin oğlu Ziyaeddin Efendi'ye nakil)

İmam Efendi Nüzhet Dede ve birçok kişi Ağın'da bir evde sohbetteler. Tıklım tıklım dolu olan büyük bir salondadırlar. Sohbetin bir yerinde yaşlı bir adamla genç bir adam içeri girerek İmam Efendi'ye yaklaşırlar. Önce yaşlı, sonra genç adam İmam Efendi'nin elini öperler. İmam Efendi'nin yanına zorla sıkışarak onunla sessizce konuşmaktadırlar. Bir şeyler anlatırlarken İmam Efendi bir ara sesini yükseltip: "Yahu ben İsa mıyım, Musa mıyım, ben nasıl edeyim?" der. Nüzhet Dede: "Efendi, sen ne İsa'sın, ne de Musa'sın. Bu genci getirmişler, himmet buyur," Bunun ürerine İmam Efendi ayağa kalkarak bu iki adamla dışarı çıkar. Bir süre sonra İmam Efendi çıktığı bu iki adamla geri döner. Bu yaşlı adamın öğretmen olan oğlunun gözleri kör olmuştur. İmam Efendi'den gözlerinin açılması için yardım istemektedir. İşte İmam Efendi bu isteğe kızmıştır. Nüzhet Dede anlatmasına devam ederek Ziyaeddin Efendi'ye şöyle der: Aradan sekiz ay geçtikten sonra o genci Elazığ'da gördüm. Gözleri görüyordu. Bana dedi ki: "O akşam İmam Efendi babamla beni dışarda ayrı bir odaya aldı. Babama: "Senin bu çocuğun babasına asi, Allah’ı da inkâr ediyor. Bunun için gözleri kör olmuş." Hakikaten doğruyu söylüyordu. "Ben size bir dua öğreteceğim" dedi. Bunu altı ay okuyacak, bütün kötü düşüncelerinden vazgeçecek altı ay sonra gözleri açılınca doğru bana gelip intisab edecek." Dediğini yaptım ve gözlerim açıldı."

***

KAYNAKLAR:

1) Osman Bedreddîn Efendi, Hayâtı ve Hocaları / Ethem Ruhî Başaran
2) Sohbetnâme (Hazırlayan: Cemâleddîn Emiroğlu)
3) Harput Yollarında; c.2, s.268


http://mahmudsaminiesrari.com/bolum-det ... um=1&ID=19

http://www.elazizsamini.com/modules.php ... age&pid=25


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Hz. Şeyh Osman Bedreddin Erzurumî ( İmam Efendi )
MesajGönderilme zamanı: 17.06.10, 13:09 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 05.01.10, 21:01
Mesajlar: 488
Elazığ'da Hz. Şeyh Osman Bedreddin Erzurumî ( İmam Efendi ) türbesini ziyaret nasib oldu.

Fakat İmam Efendi Türbesi'ni ararken şahid olduğumuz cehalet üzücü idi.

Cuma Namazı'nı kıldığımız Harput'un Alacalı Mescid İmamı, İmam Efendi'ninm Cum'a namazlarını muhakkak Alacalı Mescid'de kıldığını söyledi.

Cuma Namazı'ndan önce "İmam Efendi" sohbetlerinden hazırlanan "Sohbetname" adlı kitabın mevcudu olmayan baskısını da gördük

Elhamdulillah, o mescidde Cuma namazı eda edildi.

Söz verilmesine rağmen bir fotokopisini elde edemedik; ya nasib !


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Hz. Şeyh Osman Bedreddin Erzurumî ( İmam Efendi )
MesajGönderilme zamanı: 01.07.10, 12:35 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 05.01.10, 21:01
Mesajlar: 488
Osman Bedreddin Erzurumî ( İmam Efendi ) Sohbetleri'ni okumak Hz. Şeyh Mustafa İhsan Karadağ -K.S.-'un şahsıma bir tavsiyesi idi.

"İmam Efendi Sohbetleri"nin bir versiyonu Marifet Yayınları arasında "Gülzâr-ı Saminî" adı ile yayınlandı.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Hz. Şeyh Osman Bedreddin Erzurumî ( İmam Efendi )
MesajGönderilme zamanı: 01.07.10, 16:16 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 05.01.10, 21:01
Mesajlar: 488
"İmam Efendi" Osman Bedrüddin Erzurumi

-Q-


Hâce Hafız Osman Bedrüddîn Erzurûmi (kuddise sırruh) hazretleri dünyayı şereflendirdikleri devrede, Allah’a takarrub ve vuslata talib olan nice kulları, müstesna sohbet ve irşatlarıyla gayelerine ulaştıran bir büyük zat-i kerim’dir.

Osman Bedrüddin Hazretleri 1856 yılında Erzurum’da doğmuştur.
Babası, ilim ve fazileti ve tasavvufi konulardaki liyakatiyle tanınmış Selman Sükûti Efendi, valideleri ise Esma Hatun’dur.

Henüz dokuz yaşında iken Kur'an’ı Kerim’i bütünü ile ezberleyip, hıfzını ikmal eden Osman Bedrüddin Efendi; 10 yaşından itibaren o devredeki öğrenim usûlüne uygun olarak sarf, nahiv, emsile, bina, maksud, avamil, izhar, hadis ve tefsir gibi öğrenim safhalarını başarı ile tamamlayarak, hafızlığı yanında, ilim adamlığı hüviyetini de iktisap etmeye başlar.

1877–1878 yılında Erzurum üzüntülü günler yaşamaktadır. 93 harbi diye anılan çarpışmalar, arzu edilmeyen bir seyir takip etmekte ve Ruslara karşı, ordu kumandanı Gazi Ahmed Muhtar Paşa Erzurum Kalesi’ne çekilerek, bir müdafaa hattı tesisine çalışmaktadır. Harbin neticesine büyük ölçüde tesir edecek olan bu müdafaa ile sonunda düşündüğü taarruz için Erzurum halkının maneviyatını yükselterek, ordu ile birlikte onları da topyekûn bir karşı koyuşa hazır hale getirmenin gayreti içindedir. İşte böyle bir gün ve ortamda, halkta beklenen heyecan patlamasını meydana getirecek bir kıvılcıma ihtiyaç duyulmaktadır. Nihayet, 8 Kasım 1877 günü sabah namazı vakti yaklaşmaktadır. Ayazpaşa Cami-i Şerifi'nin minaresinden okunarak dalga dalga bütün Erzurum’a dağılan bir ezan sesi, beklenen kıvılcımın rolünü oynamıştır. Her zamankinden çok farklı bir şekilde okunan ve tesir eden bu sabah ezanı ile Erzurum galeyana gelerek, evvela Ayazpaşa Camii’ne koşarak ve namazdan sonra da evinde ne bulursa; tüfek, tabanca, tahra, bıçak ve kılıç alarak cepheye koşar. Erzurum’a kadar gelmiş Rus kuvvetlerine karşı galeyana gelmiş olan Erzurum halkının da katılmasıyla, ordumuz mukabil taarruza geçerek, onları müzmahil ve perişan bir şekilde geri çekilmeye ve kaçmaya mecbur bırakır.O gün, sabah namazı vakti, okuduğu ezanla Erzurum halkını ateşleyen; tahmin edileceği üzere, Hafız Osman Bedrüddin Efendi’dir.

Kendisi de Erzurum halkının en önünde bu çarpışmalara katılır. O günkü taarruzda gösterdiği gayret ve aşırı cesareti ile nazar-ı dikkati çeken Osman Bedrüddin Efendi, Gazi Ahmet Muhtar Paşa tarafından 28. Alay’ın 3. Tabur İmamlığına tayin edilir. Böylece o güne kadar Hafız Osman Bedrûddîn diye anılırken, o günden sonra İmam Efendi diye anılmaya başlanacaktır.

Harp sonrası taburu ile birlikte Diyârıbekir havâlisine ta’yin olunan İmam Efendi gördüğü bir rüya üzerine El’aziz’in Palu kazasına giderek büyük veli ve Nakşî şeyhi Seyyid Mahmud Sâminî Hazretlerini ziyaretle, çok özel sohbetlerine katılır. Bu ilk tanıma ve tanışma devresinde muhatab ve müşahid olduğu bazı hal ve buyruklarının mânevi tesiriyle, o ana kadar içinde bulunduğu tereddütünü aşarak, Seyyid Mahmud Sâminî Hazretleri'ne intisâb eder.

Tasavvufi konularda, muhterem pederi ile evvelki hocalarından Seyyid Ahmed Merâmi’nin himmetleriyle iktisab ettiği bilgi ve rûhi kıvamını, bu defa yaratılışındaki müstesna kabiliyeti ve büyük mürşid Seyyid Mahmud Sâminî Hazretlerinin himmet ve sohbetleriyle kısa zamanda gelişerek, seyr-i sülûkunu ikmâl eder.

Bir müddet sonra, izinli bulunduğu ve o Palu’da iken Çemişgezek ilçesine nakledilen Tabur’una avdet eder. Artık O, talip olanları irşad ve manen terbiye etmeye, mürşidi Mahmud Samini Hazretleri tarafından memur ve mezun kılınmıştır.

Çemişgezek ve civarında il ve ilçeler halkına, üzerinde mezun ve memur bulunduğu nice hakikati on beş sene müddetle anlatan; ilim, irfan ve hakikat yüklü sohbetleriyle onları ikaz ve irşad eden İmam Efendi, 1909 yılında Tabur İmamlığı vazifesinden emekli olur.

Bunun üzerine hemen mürşidi Mahmud Samini Hazretleri'nin mübarek ve huzur dolu mekânına, Palu’ya avdet eder. Bir müddet sonra da mürşidinin işareti üzerine, irşad vazifesini ifa etmek üzere, o gün için Doğu Anadolu’nun ilim ve irfan merkezi durumundaki Harput’a nakl-i mekân eder.

Vefatının vuku bulduğu yıl 1924, ay Teşrin-i Evvel ve mekân Harput’tur.

İnsan denilen muazzez varlığın ulviyet ve yüceliğini; hakiki manada insan olabilmenin, yolunu ve usulünü bildirebilmek uğrunda, bütün bir ömrünü kendilerine vakfettiği binlerce insanın omuzlarında, fani bedeni Harput’un Meteris Kabristanına taşınırken; aziz ruhu bir ömür boyu aşk’ı ile yandığı varlığı ilahiye Ruh’u Peygamberi’ye kavuşur.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 4 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 2 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye