Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 15 mesaj ]  Sayfaya git 1, 2  Sonraki
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: "Ol Sahib-i Vefa" Musa Topbaş Efendi -Q-
MesajGönderilme zamanı: 07.12.09, 20:31 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Moderator
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 26.12.08, 08:19
Mesajlar: 583
Resim
Vefatının onuncu yılında

Ol Sahibi Vefa Musa Topbaş Efendi K.S.

20 TEMMUZ 2009

Peygamberler, zamanlarının öne çıkan en mühim işi, revaçta olan olayı ne ise o konuda herkesten üstünlüğe sahip olan insanlardır. Sihirbazlık Hz. Musa zamanının en önemli işi olduğu için, Hz. Musa aleyhisselamın mucizesi de aynı cinsten ve fakat daha muhkem ve hakikat olarak verilmişti. Peygamber Efendimiz zamanında en önemli iş de edebiyat, şiir, hitabet olduğu için O'na Kur'an-ı Kerim verildi ve bütün şairler dilini yuttu, muallakütseb'a Kabe'den kendiliğinden indirildi. İkinci husus ticarettir ve Peygamber Efendimiz çok iyi bir tüccar idi. Ticaretten çok iyi anlardı ve bu dürüstlük, işini iyi yapmak, onun evliliğinin de vesilesidir.

Musa Topbaş Efendi Hz.leri de Sami Efendi Hz.leri gibi tam bu nebevi metotla yaşamış insanlardır. Öncelikle tahsiline bakalım. Sami Efendi Hazretleri zamanın en önemli tahsil alanlarından birinde, Darülfünun Hukuk Fakültesinde okumuşlar ve bu okulu birincilikle bitirmişlerdi. Efendi hazretlerinin birinci olmasının altında yatan tek düşünce şu idi.

Peygamber Efendimiz şayet bu okulda talebe olsaydı bu okulun en başarılı talebesi kim olurdu? Tabii ki Peygamberimiz. En ahlaklısı, en temizi, en çalışkanı, en cömerti, kısacası iyi, doğru, güzel, faydalı alanda 'en'ler neler ise o hasletler kimde olurdu? Peygamberimiz Aleyhisselam'da. Biz de onun ümmeti olduğumuza göre öyle olmalıyız demiş ve en başarılı insan o olmuştu. Sünnete bağlılık böyle bir şey olsa gerek.Musa Efendi Hazretlerinin tahsil hayatı da tam bu nebevi metoda uygun tecelli etmiştir. Mesela, zamanın en önemli okullarından olan Fransız mektebinde okumuştur.

Çünkü Batı'yı bilmek ve Batı dilinden anlamak zamanın sünneti idi. Prof. Angel'den özel olarak Fransızca dersleri almıştı ve bu dilden eser tercüme edecek seviyeye gelmişti. Tarikat, tasavvuf, mürşit denilince birtakım adamların aklına gelmeyecek işlerdir bunlar -ki onlar bunu hiç anlamadı ve anlamayacaklar-.

Sonra tüccar oluşu ve ticaret ahlakı gelir ki bu da Peygamber Efendimizin izinden yürüyüşünü ayrıca gösterir. Musa Efendimiz de O'nun gibi ticaret yaptı, onun gibi işçileriyle aynı sofraya oturdu. Üstadın, yemeğini her zaman fabrikadaki işçileriyle aynı kaptan yediğini Mehmet Şevket Eygi üstadımız bir yazısında belirtmiştir.Ali Ulvi Kurucu üstadımız Topbaş ailesinin, Sultan Vahideddin yurt dışında iken, Padişahın hamilerinden olduğunu yazar anılarında. Ne asil bir davranış ve ne büyük bir sorumluluk ve hizmet! Ebülvefa demek bu demektir zahir. Bir devletin yapması gerekeni bir sivil vatandaşın yapması.

Burada Merhum Üstad Ali Ulvi Kurucu'nun Hatıralar'ında anlattığı hadiseye yer vermezsek Musa Efendi'nin nasıl bir aileden ve terbiyeden geldiğini tam söylemiş olmayız. Hadise, Musa Efendimizin pederleri, merhum Ahmet Hamdi Bey ile ilgili.

*

Musa Efendi'nin hasta günlerini ziyaret edenlerden öğrendik.

"Secdeyi çok özledim" demiş hasta iken. Ne demek bu? "Şekeriniz, tansiyonunuz yokken, başınız yere gidip oradan sağ olarak kalkarken, beliniz, ayaklarınız, bacaklarınız işliyorken; ey insanlar, agâh olun, bol bol secde edin.

Secde etmek/edebilmek bir nimet ve lütuftur, bir zaman gelir de secde edemezsiniz, Allah size o imkanı bir daha vermeyebilir. Ne olur secde edin, yaklaşın O'na."

Erzurum'a geldiğinde mühendis Cazim Vuraler Bey'in evine teşrif ederlerdi. Daha doğrusu biz talebeleri orada kabul buyururlardı. Kahvaltıyı orada yapardık. Bir fincan süt, biraz bal, birkaç lokma ile soframıza dahil olurlardı. Gözleri gülerdi biz talebelere bakarken ve kahvaltı yaparken. Yanında güvende hissederdik kendimizi. Aydınlık, nurani bir sima. Kaşlara, kirpiklere varıncaya kadar somutlaşmış bir nurani hâl. Ağzının tebessümüne gözleri de eşlik ediyordu.

Talebeler, özel önem verdiği insanlardı. Bütün sıkıntılarımız atılmış olurdu o yanımızda iken. Nereye giderdi o endişeler, o korkular bilmem. Bir hafiflik... Uçacakmışız gibi. Sanki hesabımızı tam verdik, sanki cennete gitme müjdesi aldık, sanki Peygamber Efendimiz ve yolumuzun öncüleri ile hep beraber biraz sonra Rabbimizin huzuruna çıkacağız ve hatta çıktık. Sanki rabbimiz bize "Girin kullarımın arasına, girin cennetime" dedi. Böyle idik.

Abdurrahman Gazi Hz.lerine ziyarete giderdi her gelişinde. Biz ona uzaktan bakardık. Rahatsız etmekten ve çevrenin dikkatini çekmekten imtina ederdik. Ne ki o nur huzmesi olarak yine insanları celbederdi. Ayrılırken bir hüzün bir hüzün...

Bir daha görebilecek miyiz? Sevince katılan hüzün, göze hücum ederdi.

Boğazımız tıkanırdı. Aradan şu kadar yıl geçti. Gülümsemesi, şefkati, sıcaklığı hâlâ canlı.

Tabii ki böyle olacaktı. Ayın ve yıldızların görünmesi için güneşin batması gerekti. Güneş batmalı ki

Ay görünsün ve ışığını yaysın. Güneş batsın ki yıldızlar göz kırpsın bize gökyüzünden. Peygamber Efendimizden sonra da böyle olmuştu.

Zaten o sağlığında söylemişti: "Ashabım yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız doğru yolu bulursunuz, hangisini izlerseniz izleyin, doğrudasınızdır." diye.

Vefatlar ve ayrılıklardan sonra niyetler sahih olsa da uygulama her zaman böyle olmayabiliyor.

------------------------------------------------------------

Sami Efendi tarafından Musa Efendi'ye verilen icazet sureti

Bismillahirrahmanirrahim.

Elhamdüllilahi rabbil âlemin. Vessalâtü vesselâmü alâ rasûline Muhammedin ve âlihi ve sahbihi ecmain. Emmâ ba'd.

İhvân-ı kirâm ve ehl-i yakîne arz edebilirim ki tarikat-ı âliyye-i nakşibendiyyeye hizmet, gayret ve samimiyetinden dolayı siz evlâd-ı maneviyemiz Musa Efendi'yi tebrik eder, tâlib-i rüşd ve reşâd olan ıbâd-ı salihîne tâlim-i tarikat ve ilkâ-i nisbet-i feyz ü bereket için azîzim efendimden hâiz olduğum ruhsat icabınca zatınızı me'zun eyledim. Cenab-ı Hak ve feyyaz-ı mutlak hazretleri kalbinizi menba-ı iman ve lisanınızı mecrâ-yı irfan eylesin. Zâtı âliyyenizle sohbet eden ihvân-ı dini şeref-i sohbetinizden müstefîd buyursun. Âmin. Ve sallalahü alâ seyyidinâ ve hâdinê Muhammedin ve âlihi ve sahbihi ecmaîn. Ve âhiru da'vanê enilhamdülillahi rabbil âlemin.

Hicri tarih
12 Ramazan 1396

Rumi tarih 1392

Erenköyü

Nakşibendi ve Kadiri Meşayihınden

Şeyh Mahmud Sami Ramazanoğlu

İmza Mahmud Sami

-------------------------------------------------------------------

Musa Efendi Hz.leri, Sami Efendi Hazretlerinin gidemediği, kendisine gelemeyenleri onun adına giden bir insan idi. Cemal vasfının tecelli ettiği mekandı o. Rabbimiz, kullarını doyurmada onu vasıta eylemişti.

Muhterem İlhan Armutçuoğlu, bir şiirinde Sami Efendimiz için şöyle der:

O hırâmında senin nesl-i Adnân görünür
Tebessüm kılsan eğer firdevs-i adn görünür
Her nâz ü niyâzında şeyhim Hazreti Sami
Cümle ihvân ile cennet-i Adn görünür

Bu şiir Musa Efendi Hazretleri için de okunabilir.

*

"Bu mezarlarda senin de tahminin gibi çocuklar yatmıyor"

Eskiden mezarlıklar köylerin girişinde idi. Hatta geçenler mutlaka fatiha okusun diye yol, mezarlığın içinden geçerdi. Adamın biri böyle bir köy mezarlığından geçerken mezar taşlarındaki yazı dikkatini çekmiş.

Bir yaşında öldü, iki yaşında öldü vs. yazıyormuş taşlarda. Ama adam dikkat etmiş, mezarlar hiç de çocuk mezarlarına benzemiyor, bayağı büyüklere mahsus uzun mezarlarmış. Şaşmış bu işe. Önüne çıkan ilk kişiye sormuş. Sorduğu kişi de tekkenin şeyhi...

Ha, o mu, demiş, şeyh efendi, bunu ilk soran sen değilsin. Bu mezarlarda senin de tahminin gibi çocuklar yatmıyor. Bayağı yaşlı adamlar onlar. Ama onlar tasavvufla, hakikate giden yolla ömürlerinin ahirinde tanıştı. Dedikleri gibi ondan önceki hayatlarını yaşanmamış, gaflet geçmiş saydılar. Bunu da mezar taşlarına yazdılar.

Tasavvufu ve mürşidikamili anlamak ve anlatmak için önemli bir menkıbedir bu. Bendeniz, Musa Efendi gibi, tasavvuf, tarikat ve mürşidikamil kelimelerini ilk kez Dr. Dursun Aksoy'dan duydum. Musa Efendi Hazretleri ile müşterek noktam budur. O, bunun hakikatine vardı, biz hâlâ kelam tarafındayız işin. Efendim, diyorum, bu ortak noktamız hakkı için; ne olacaksa olsun; sizden bana gelecek ne ise o da yeter.

Şu menkıbe ile bitirmek istiyorum.

Şeyh efendi, akşam namazının tesbihini çekiyormuş. Müezzin sübhanellah diyor ama Efendi Hazretleri "Euzubillahimineşşeytanirracim." diyormuş yüksek sesle. Cemaat elhamdülillah'a geçmiş, şeyh efendi tekrar aynı istiazeyi çekmiş. Namaz sonrasında bunun sebebini sormuşlar. Evladım, demiş, filanca yerde bir müridimiz vardı, biz tesbih çekerken onun eceli geldi. Baktım, şeytan musallat olmuş, imanını çalmak istiyor müridimizin. Biz de onu kovduk Allah'ın izniyle.

Müridandan biri, efendim bendeniz o kişiyi tanıyorum, çobandır. Dersi aldığı gün koyunlarına kurt girdi ve sürüye epey zarar verdi. O da, bu aldığım vird bana yaramadı, deyip ondan sonra terk etti, deyince; "olsun demiş, şeyh efendi, bir gece yapmıştı verdiğimiz dersi."

Musa Efendimize bendeniz de böyle diyorum. Kalpten olmasa ve dil ile de olsa biz de ara sıra çevirmişizdir tespihimizi. Size fatihalarla, yasinlerle rahmet olsun, bize himmet efendim.

Eyleriz arz-ı dehâlet dergeh-i sâdâta biz
Es'ad'ı ihvân-ı dîne mağfiret kıl ey Hudâ
Sami dostun hürmetine ey Cenâb-ı Kibriyâ
Cümle ihvânı cemâlinle cinânda kıl bekâ
Feyz-i carî Hazret-i Musa ki, ol sahib vefâ

***

Ali Ulvi Kurucu Hoca şöyle anlatıyor :

Sultan Vahdeddin'in Viyana'da bulunduğu günlerde Osmanlı'nın son Şeyhülislamı Mustafa Sabri Efendi, padişahı ziyaret etmek için Romanya'dan Viyana'ya gider. Sabri Efendi, Padişah'tan Gümülcineli İsmail'in, kendisini ziyarete geldiğini, dava arkadaşları için para istediğini ve Padişahın da elindeki beş yüz altını Gümülcineli'ye verdiğini öğrenir.

Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi o sırada Viyana'da bulunan Hamdi (Topbaş) Bey'e bu olayı anlatır ve şöyle der: "Hamdi Bey, aslında biliyorsun, padişahın yanında para yok, kendisi muhtaç. Sen ne yapıp yapıp Gümülcineli İsmail'den bu parayı geri almalısın." Bunun üzerine Hamdi Bey, Gümülcineli'yi Viyana'da arar, bulur. Olayı Gümülcineli'nin ağzından öğrenen Hamdi Bey, onu tehdit eder, elindeki parayı alır ve getirip Mustafa Sabri Efendi'ye teslim eder. Sabri efendi de parayı Padişaha ulaştırır.

Ahmed Hamdi Topbaş Bey, bu hadiseden sonra, Gümülcineli'nin belâsından, ne olur, ne olmaz diye, Viyana'da kalmadı; başka yollardan, geri döndü, diyor Ali Ulvi Kurucu.

İnsanların iki türlü hayat hikâyesi vardır. Birisi resmi ifadelerden meydana gelir ve herkes tarafından bilinir. Doğum-ölüm tarihleri, tahsili, varsa devlet görevi vesaire ile anlatılır. Bir de bilinmeyen veya sadece özel kişiler tarafından bilinen, günlük hayata, inançlara, değerlerine ait hayat bilgisidir. Buna göre Musa Topbaş Efendi'nin kayıtlara geçen hayatı şöyledir:

Musa Topbaş 1917 (1333) yılında Konya'nın Kadınhanı ilçesinde dünyaya geldi. Babası ticaret ehli Ahmed Hamdi Efendi'dir. Büyük dedesi Topbaşzâde Ahmed Kudsî Efendi, Mevlânâ Halid-i Bağdâdî'nin halifelerindendi. Babasının işi sebebi ile İstanbul'a yerleştikleri için Musa Efendi'nin çocukluğu ve hayatı İstanbul'da geçti.

İlk eğitimine Erenköy'deki Fransız mektebinde başladı, daha sonra Nuruosmaniye'deki İnkılap Lisesinde devam etti. Ailesinin dînî bir eğitim almasını istemesi sebebiyle, Elmalılı M. Hamdi Yazır'dan Kur'an ve din dersleri okudu. Bir ara Âyân Meclisi âzâsı Mustafa Âsım Yörük Hoca'dan eski usülde Arapça ve dînî bilgiler aldı. Prof. Angel isimli bir Mûsevî'den dört beş yıl kadar özel Fransızca dersleri gördü. Fransızcasını bu dilden tercüme yapacak seviyeye getirdi.

Küçük yaşlardan itibaren güzel sanatlara özellikle hüsn-i hatta meraklıydı. Hattat Hâmid Aytaç'dan hatt dersleri aldı. İlim ve hizmet özellikleri ile tanınan Topbaş ailesi, ailenin İstanbul'daki ilk büyüğü Ahmed Hamdi Efendi'den itibaren dinî ve ilmî çevrelerin destekçisi oldu. İlim Yayma Cemiyeti'nin kuruluşunda ve hizmetlerinde katkısı oldu. Bekir Hâkî Efendi, Ali Yektâ Efendi ve Ömer Nasûhî Bilmen Bediuzzaman Said Nursî gibi devrin önemli âlimleri ile görüşür, ziyâretlerine giderdi. Tekstil sanayine yönelmiş, 1970 yılına kadar fiilen ticaret hayatında bulunmuştur.

1950'de Ramazanoğlu M. Sami Efendi'yi tanımış ve tasavvuf yoluna süluk etmiştir.

Kendisi manevi tecrübesini ve intisabını şöyle anlatır: "Muhterem Üstâdımızın huzûr-i âlîlerine girdiğimizde tasavvufa dair hiçbir malumatım yoktu. Bize evrad verecekler yapacağız, o kadar sanıyordum. Manevi terakkî gibi şeyleri bilmiyordum. Maneviyatı zâhirî ders gibi telakki ediyordum. Oysa kalbe kuvvetli bir aşk aşısı yapılıyor.
Sâlik zeki ve anlayışlı ise onun farkına varıyor, kıymetini biliyor ve o hali muhâfaza ile terakkî ediyormuş".

0, bir vakıf insandı Musa Efendi. Hem ömrünü hem malını vakfetmişti İslam'a ve İslami hizmetlere. 16 Temmuz 1999 Cuma günü Hakk'ın rahmetine kavuştu.

Tasavvuf tarihi hocası Prof. Dr. Mustafa Kara, Musa Efendi'nin vefatına şöyle tarih düşmüştür.

Gönül bu, iki hece
Esrarlı bir bilmece
Tarihin üçler dedi
Vâh "ŞAM-I HATM-İ HÂCE"


Hayatın mânâsını bilir sahib-i iz'an
Kalblerin esrarını çözer sahib-i ihsan
Bir ney çıkıp söylesin vefatın tarihini
İki anahtar lâfız, işte "HUZUR VE İRFAN"

-alıntı-
Milli Gazete


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Ol Sahibi Vefa Musa Topbaş Efendi K.S
MesajGönderilme zamanı: 07.12.09, 21:16 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Moderator
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 26.12.08, 08:19
Mesajlar: 583
Resim
Amin.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Ol Sahibi Vefa Musa Topbaş Efendi K.S
MesajGönderilme zamanı: 08.12.09, 12:25 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 03.01.09, 22:40
Mesajlar: 926
Rahmetullahi aleyh...

Yazının linki Allah Dostları Fihristi'nde "Günümüz Mürşid-i Kamilleri" başlığına eklendi.

_________________
" Hayrlar Feth Olsun ; Şerler Def Olsun !.."


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: "Ol Sahib-i Vefa" Musa Topbaş Efendi -Q-
MesajGönderilme zamanı: 08.12.09, 13:14 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Moderator
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 24.12.08, 14:54
Mesajlar: 417
"Muhterem pederimiz ve üstazımız Mûsâ Efendi'nin seksen üç yıllık nezih, zarif ve asîlâne hayatı, bizler için hiç eskimeyecek ve terâvetini kaybetmeyecek örneklerle doludur. Hakkında söyleyebileceğimiz yegâne söz;

'O ne güzel kuldu!' demekten ibârettir."

Osman Nûri Topbaş Hocaefendi


Resim


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: "Ol Sahib-i Vefa" Musa Topbaş Efendi -Q-
MesajGönderilme zamanı: 08.12.09, 13:16 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Moderator
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 24.12.08, 14:54
Mesajlar: 417
Sultânu'l-ârifin Mahmud Sâmi -kuddise sirruh- Hazretlerinin Mûsâ Efendiye takdim ettikleri irşad vesikası şudur:

Resim

"Bismillâhirrahmânirrahîm

Elhamdü lillâhi Rabbi'l-âlemîn, ve'ssalâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ Muhammedin ve âlihî sahbihî ecmaîn. Emmâ bâ'd:

İhvân-ı kîram ve ehl-i yakîne arzedebilirim ki, târikat-ı âliye-yi Nakşibendiyye'ye hizmet, gayret ve samimiyetinden dolayı siz evlâd-ı mânevimiz "Mûsâ Efendi"yi tebrik eder ve tâlib-i rüşd ü reşâd olan ıbâd-ı sâlihîne ta'lim-i tarîkat ve ilkâ-i nispet-i feyz ü bereket için, Azizim Efendimden hâiz olduğum ruhsat icâbınca zâtınızı me'zun eyledim. Cenâb-ı Hak ve Feyyâz-ı Mutlak Hazretleri, kalbinizi menba'-ı îmân ve lisânınızı mecrâ-yı irfân eylesin. Zât-ı âlinizle sohbet eden ihvân-ı dîni, şeref-i sohbetinizden müstefîd buyursun! Âmîn!

Ve sallallâhu alâ seyyidinâ ve hâdînâ Muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmâîn. Ve âhiru da'vânâ eni'l-hamdü lillâhi Rabbi'l-âlemîn.

Hicrî Tarih: 12 Ramazan 1396/7 Eylül 1976

Rûmî Tarih: 1392"


---

İcâzetnâme’yi şöyle sadeleştirebiliriz:


“Bismillâhirrahmânirrahîm

Hamd âlemlerin Rabbine mahsustur. Salât u selâm, Efendimiz Muhammed’e, O’nun ehl-i beytine ve ashâbının üzerine olsun.

Muhterem kardeşlerimize ve erbâb-ı yakîne, şu hususu açıkça bildirmek isterim ki; Yüce Nakşibendiyye yoluna hizmet, gayret ve samimiyetinden dolayı manevî evlâdımız siz Mûsâ Efendiyi tebrik eder, irşad edilmeyi arzu eden Allâh’ın sâlih kullarına tarikatın esaslarını öğretmeniz ve onlara yüce tarikatın feyz ve bereketini ulaştırmanız için, Muhterem ve pek kıymetli Efendimden aldığım izin ve ruhsat icabınca, zatınızı me’zun eyledim. Cenâb-ı Hak ve Feyyâz-ı Mutlak Hazretleri, kalbinizi iman kaynağı, dilinizi irfan ırmağı eylesin; zât-ı âlinizle sohbet eden din kardeşlerimizi sohbetinizin şerefinden istifâde ettirsin! Âmîn!

Salât u selâm, Efendimiz ve hidayet rehberimiz Muhammed’e, O’nun ehl-i beytine ve ashâbının üzerine olsun. Son duamız: ‘Alemlerin Rabbine hamdolsun’ niyazıdır”.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: "Ol Sahib-i Vefa" Musa Topbaş Efendi -Q-
MesajGönderilme zamanı: 08.12.09, 13:19 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Moderator
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 24.12.08, 14:54
Mesajlar: 417
Altın SilSile

Hâlık-ı arz u semâya eyleriz hamd ü senâ
Ahmed-i Muhtâr'ı kıldı âleme nûr-ı hüda

Hazret-i Sıddîk u Selmân, Kâsım u Ca'fer gibi
Eylemiş neşr-i hakîkat Bâyezîd-i reh-nümâ

Bü'l-Hasen zât-ı mükerrem Bû Ali kân-ı kerem
Yûsuf-i vâlâ-şiyem sâlâr-ı ceyş-i asfiyâ

Hâce Abdü'l-hâlik oldu Ârif ü Mahmûd'a pîr
Şeyh Alî, Baba, Külâl etti cihânı rûşenâ

Vâris-i taht-ı tarîkat şâh-ı âlem Nakşbend
Eyledi Hâce Alâu'd-din'i halka pîşuvâ

Oldu Ya'kûb'e Ubeydullâh-ı Ahrârî halef
Hazret-i Zâhid'le geldi âleme zevk u safâ

Nûr-i ceşm-i ma'rifet Dervîş Muhammed, Hâcegî
Feyz-i Bâkî'le cihân-ı ma'nevî buldu bakâ

Hazret-i Ahmed müceddid Urvetü'l-vüskâ olup
Şeyh Seyfü'd-dîn ü Seyyîd Nûr'a nûr-ı i'tilâ

Şâh-ı Mazhar şâh-ı Abdullâh-ı pîr-i Dehlevî
Hazret-i Hâlid'le oldu kalb-i sâlik pür-zıyâ

Seyyid-i âlî-neseb Tâha'l-Hakkarî'den sonra
Pîrimiz Tâha'l-Harîrî oldu kutbi evliyâ

Eyleriz arz-ı dehâlet dergeh-i sâdâta biz
Es'ad u ihvân-ı dîne mağfiret kıl ey Hudâ

Sâmî dostun hürmetine ey Cenâb-ı Kibriyâ
Cümle ihvânı cemâlinle Cinânda kıl beka

Feyz-i Carî Hazret-i Musâ ki, ol sahib vefâ
Pek sahî Hayrü'l-Halef Osman Nuriyy-î pür hayâ

Ve sallellahu alâ Seyyidina Muhammedin Nûr'in Nûr
Sübhânel Meliki'l-Azizi'l-Kadir'il-Gafûr


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: "Ol Sahib-i Vefa" Musa Topbaş Efendi -Q-
MesajGönderilme zamanı: 08.12.09, 13:21 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Moderator
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 24.12.08, 14:54
Mesajlar: 417
Hâdimlerinden Abdullah Sert Bey şöyle bir hatırasını nakleder:

“1970’li yıllarda vakıflarda memur olarak çalışıyordum. Birlikte çalıştığımız arşiv uzmanı Ekrem Ocaklı Bey, fakirden kendisini Mûsâ Efendi’yi ziyarete götürmemi talep ettiler. Ekrem Ocaklı Bey, Bayburt Nakşi geleneği büyüklerinden Dede Paşa Efendinin yakınlarından ve eski milletvekillerindendi. Randevu alındı ve belirlenen gün ve saatte ziyarette bulunuldu. Mağazadaki odalarında bir müddet baş başa görüştüler. Ekrem Bey son derece nezâketli bir insandı. Ziyaretten çok memnun kaldı. Daha ziyaret odasından çıkmıştı ki, fakirin elinden tutup:

Azizim, Sâmi Efendi Hazretleri nasıl bir ‘Mürşid-i mükemmil’ bir zatmış ki, böyle kâmil bir evlâdı yetiştirebilmiş. Böyle bir zâtı ancak Mürşid-i mükemmiller yetiştirebilir. Yetiştirmek için bazen “Mürşid-i kâmil” olmak bile yetmez”. Böyle manevî evlâda sahip olmak, her mürşide de nasip olmamıştır. Sâmi Efendi Hazretleri son yıllarında tüm sevenlerini artık Mûsâ Efendiye yönlendiriyordu. Nitekim Medine-i Münevvere’de mücâvir olan kıymetli insan Fadlullah Nemengâni Efendi, Sâmi Efendinin kendisine “Fadlullah Efendi, gelen ihvana söyleyin, Mûsa Efendiye müracaat etsinler; bundan sonra müşkilatlarını o çözecek” buyurduklarını ifade etmişlerdir.

İşte böylece, üzerinde her türlü kemâlât açıkça görülmeye başlayan Mûsâ Efendiye, Muhterem Mürşidi Mahmud Sâmi –kuddise sirruh- Hazretleri, büyük bir emânetin manevî sorumluluğunu yüklüyordu. Bunun zâhiri şartı olarak da “irşad icazeti”ni 1396/1976 yılında kendilerine tevdi etmişlerdi.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: "Ol Sahib-i Vefa" Musa Topbaş Efendi -Q-
MesajGönderilme zamanı: 08.12.09, 15:15 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Moderator
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 26.12.08, 08:19
Mesajlar: 583
Resim
Musa Efendi –k.s- hazretlerini rahmetle yâd ediyoruz. İnsanın ihyâ ve inşâsı için Herkese bir yerden ulaşmak lâzım
Dr. Adem Ergül
2009 - Temmuz, Sayı: 281, Sayfa: 004
Sâhibu’l-vefâ Mûsâ Efendinin şu fâni âlemden Mevlâ’sına vuslatının onuncu yılını geride bırakmış bulunuyoruz. Sevenlerinin gönlünde her gün yaşamaya devam eden bu Hak dostunun yine bir Temmuz ayında dergimizin sayfalarında daha özel bir şekilde okuyucularımızla buluşmasını bir rahmet vesilesi olarak değerlendiriyoruz. Bu yazımızda onun insana yaklaşımındaki sıcaklığından, kucaklayıcılığından ve diriltici üslûbundan bahisle kendilerini hatırlayacağız.

İman, İslam ve ihsanla gönülleri deryalaşmış ve şerh-i sadra1 erişmiş Hak dostları, bir taraftan Hak adına bütün varlıkla dost olmanın zevkine ererlerken, diğer taraftan da onların mesuliyetini yüreklerinde derinden hissederler. Bu engin duygunun tabii bir sonucu olarak da muhabbet ve şefkat kanatlarını sonuna kadar açmak suretiyle, herkesi bir yerinden tutup Hak ve hakikat iklimine doğru çekmeye say ü gayret ederler.

Kendisiyle yapılan bir röportajda, ibâdet ve amel yönü zayıf bazı sanatkâr, şâir ve yazarlardan bahis açılınca Mûsâ Efendi -kuddise sirruh- Hazretleri buyuruyorlar ki:

“Herkesi bir yerinden tutmak lazım.”

İşte insanı ihyâ ve irşad hareketi, ancak böyle bir yaklaşımla gerçekleşebilir. Ortak bir nokta bulmak ve oradan yola çıkıp gönle ulaşmak. Mûsâ Efendi birçok konuda olduğu gibi bu konuda da son derece mâhir ve örnek bir mürşitti. Muhterem mahdumları Osman Nûri Topbaş Hoca Efendi onun bu yönüne şöyle işaret eder:

“Babamız Mûsâ Efendi, sürekli muhabbetin artmasına sebep olacak vesileler arardı. İnsanı hem gönlünün içine alır, hem de muhatabın gönlüne girmenin vesilelerini bulurdu. Meselâ kendileri yemeklerde acı biber kullanmazlardı; fakat bazen «Hacı Osman yemeklerde biber seviyor, o zaman biz de atalım» buyurarak muhabbetini izhar ederlerdi.”

Söz ve davranışlarında muhatabı dışlayıcı değil, kucaklayıcı ve kurtarıcı bir üslup gözetirlerdi. Samimiyet, muhabbet ve şefkat temelli bu yaklaşım, dönüştürücü ve ıslah edici etkisini kısa sürede gösterirdi. Bursa’lı dostlarından Muzaffer Işıkveren Beyin anlattığı şu hâdise, Mûsâ Efendinin günaha düşmüş mü’min bir kardeşine olan kucaklayıcı üslubunu ne güzel bir şekilde ortaya koyar:

“Muhterem Üstadımız Bursa’yı çok severler ve zaman zaman bir hafta-on günlük sürelerle Uludağ yolu üzerinde bulunan devlethanelerinde ikâmet ederlerdi. Tenha bir bölge olması ve o dönemde bazı anarşik hadiseler yaşanması sebebiyle de tedbir olsun için bazı kardeşlerle birlikte evin avlu kısmında geceleri nöbet tutuyorduk. Bir gece saat 03. 00 sıralarında evin avlusuna duvardan bir kişi atladı. Kapıya yöneldi, açmaya zorladı; açamayınca pencereyi yokladı. Anlaşılan niyeti kötüydü. Hemen müdahale edip yakaladım ve yere yatırıp etkisiz hale getirdim.

Üstadımız mutâdı olduğu üzere o saatlerde teheccüd ve evrâd ü ezkârını îfâ için genelde ayakta olurdu. Durumu kendilerine bildirmek istedim. Zile bastım ve az sonra kapıda göründü. Yerde yatan kişiyi görünce de durumu fark etti ve içeri geçip üzerine bir şeyler aldıktan sonra avluya teşrif etti. Yaz mevsimi olduğu için bahçedeki kamelyaya geçti ve yakaladığımız zatı da yanlarına oturtarak, onun neden böyle bir işe tevessül ettiğini sordu. O kişi de işsiz olduğunu, çocuklarının maişetini teminde zor duruma düştüğünü ifade ederek, meşrû olmayan böyle bir işe girişmek durumunda kaldığını itiraf edip özür diledi. Muhterem Üstadımız karşılaştığı bu manzara karşısında hayli üzüldü. Sonra eve girip, elinde bir tepsi yiyecekle tekrar kamelyaya geldi ve:

«– Sizin karnınız da açtır; önce karnımızı bir doyuralım» buyurdu. Sonra tatlı tatlı nasihat etti. Arkasından da bir zarf uzatarak hatırı sayılır bir miktar nakit yardımında bulundu ve:

«– Şimdilik bununla zaruri ihtiyaçlarınızı giderirsiniz. (Fakire de işâret ederek) Bu arkadaşımız da en kısa zamanda sizi bir işe yerleştirir inşallah. Bir mâniniz olmazsa her hafta bu kardeşlerin göstereceği sohbetlere de düzenli olarak devam edersiniz” diye yol gösterdi. Bununla da kalmadı, âdetâ ihsân, şefkat ve ikrâmını taçlandırırcasına:

«– Buradan evinize kadar yürüyerek gitmeniz zor olur; kardeşimiz sizi arabayla eve kadar bırakıversin» buyurdu. Bize de dönerek:

«– Kardeş! Bu arkadaşımızın durumunu ifşâ etmeyelim. Kıyâmete kadar aramızda sır olarak kalsın» tenbihatında bulundu.

İsmi bizde kıyâmete kadar mahfuz kalacak bu arkadaşımız, daha sonra bir işe yerleştirildi, haftalık sohbetlere düzenli bir şekilde devam etti ve nihâyet huzurlu bir âile hayatına kavuştu. Şimdi mânevî hal sahibi, gözü yaşlı bir kardeşimiz olarak, dostlarımız arasına katıldı elhamdülillah”.

Sadece bu hâdise bile, ondaki diriltici ve kucaklayıcı üslûbu ortaya koyması bakımından yeterlidir. Bu irşad tablosu doğru okunacak olursa, onda teenni, muhatabın problemini çözme, empatik yaklaşımda bulunma, mahçup etmeme, ayıplamama ve kurtuluş yolu gösterme gibi daha birçok zarâfet ve letâfet dolu üslup güzellikleri tespit etmek mümkündür.

Muhterem Üstaz, mü’minlerin birbirlerine karşı “Emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker”, yani “iyiliği emretme ve kötülükten vazgeçirme” vazifesine ehemmiyet verirler, ancak bu konuda da üslûba daha çok dikkat edilmesi gerektiğini bir hatırasını naklederek şöyle ifade ederlerdi:

“Takriben yirmi sene kadar evvel2 Eyüp Sultan Camii’nde namazımızı edâ ettikten sonra, çıkarken kapı önünde bir kadın bekliyordu. Gayet saygılı ve samimi bir şekilde yanımıza yaklaştı. Bilmediği bir şeyi öğrenmek istiyordu. Kadıncağız sualini sormadan yanımdaki yaşlı şahıs onu öyle hakaretâmiz bir şekilde azarladı ve kovdu ki, o sualini soramadan yanımızdan hemen uzaklaştı. Hürmet ve saygısının yerini kin almıştı muhakkak.

Herkesin bilgisi görüşü aynı olmadığına göre, o kadıncağızın saygı ve samimiyetinden istifâde ederek onu tenvir etmek gerekirdi. Onun soracağını iyice dinledikten sonra, önümüze bakarak tatlı bir eda ile:

«– Hemşire! Bundan sonra başını örtmeyi ihmâl etme! Bu Cenâb-ı Hakk’ın emridir ve hemşirelerimizin haysiyet ve şerefidir» denilse idi, Allahü a´lem çok tesirli olurdu. Çünkü kadın saygılı ve samimi idi.

Bu hususta çok dikkatli ve bilgili olmak gerekir. Bu vazifeyi yapan kimse, evvelâ kendi nefsini ıslâh etmeli, sonra da başkası ile meşgul olmalı. Yerinde yapılmayan müdahale, bazen zararlı bile olabilir, kaş yaparken göz çıkarılmış olur, hatta ikaz edilen muhâtabın küfrüne dahi sebep olunabilir”.

Tebliğ ve irşad adına kin dolu bakışlarla, gönüllere diken batıra batıra, Hak ve hakikati tebliğ ettiğini zanneden ham ve kaba softalara, şu Allah adamlarının nezâket ve zarâfet dolu halleri ne güzel bir numûne-i imtisaldir.

Mûsâ Efendi Hazretlerinin manevî kardeşlerine yönelik şu bakışı da, gönül iklimine kabul dairesinin enginliğine, herkesi bulunduğu hal üzere kabul etme erdemine, hem de onları merkeze doğru bir adım daha yaklaştırmanın derdinde olduğuna işaret eder:

“İhvan denince onun da hiç günahsız, her bakımdan tamamen mazbut birisi olduğu sanılmaması lazımdır. Her türlüsü var. İhvanın yüzde beş ihvan olanı da var, yüzde doksan ihvan olanı da; ama o da ihvan o da. Birisi verimlidir, kemâle ermiştir, diğeri de kemâle erememiştir. Hatta muamelelerinde bile zayıf olanlar oluyor. İhvan denilince hepsi dört başı mamur bir insan tasavvur edilemez. Gönül ister; ama öyleleri de kolay kolay ele geçemiyor”.

Allah Rasülünden verâset almış Hak dostları, işte böyle geniş bir bakış açısına ve davranış güzelliğine erişebiliyor ve nice hidâyetlere vesile olabiliyorlar. Ancak ibâdullahı istihkâr illetinden kurtulmuş gönüller, insana saygı denilen yüksek bir duyguya ve nezakete erişebiliyorlar. Muhammed İkbal’in: “İnsanın makâmı semâdan yüksektir. Eğitimin temeli ise insana saygı göstermektir” tespiti, esasen Hak dostlarının en önemli terbiye sırlarından birine işaret ediyor.

Mûsâ Efendi Hazretlerinin nazarında da her insanın ayrı bir değeri vardı. Onun değeri, şöhretinden, makamından, malından ya da nesebinden kaynaklanmıyordu; sadece Allâh’ın kulu olmak yetiyordu. Böyle bir saygıya muhatap olan sevenleri de, Üstazın gözünde ve gönlündeki yerlerini âdetâ görürler ve onun tarafından kuşatılmış olmanın sıcaklığını sürekli hissederlerdi. Mahdumları Ebûbekir Beyin muhterem refikaları Melek Hanımın anlattığı şu hâdise, onun insana verdiği değeri gösterir:

“Babamız Mûsâ Efendi, hediye vermeyi çok severlerdi. Bazen öyle olurdu ki, günde ortalama elli paket hazırlardık. Paketlerin de son derece itinâ ile yapılmasını arzu ederlerdi. Hatta paket yapmaktan yorulduğumuz zamanlar bile olurdu. Bu gibi durumlarda «Babacığım, müstahdemlere ve âile şöförümüze paket yapmadan poşetle versek olmaz mı?» diye izin istediğimizde, “Olmaz kızım, onlara da güzelce paket yapıp verelim» buyururlardı.

Yaralanmış, hastalanmış, solmuş ve hayattan ümidi kesilmiş günümüz insanının yorgun gönüllerine bir tedavi ve şevk aşısı uygulanacaksa, işte bu aşı ancak bu nevi hazık tabipler eliyle olmalıdır.

Vefatının onbirinci yılına girdiğimiz şu günlerde Rabbimizden niyazımız, Muhterem Üstazımıza ukbâ izzetini de ihsan buyurması, onu ve sevdiklerini Habib-i edibine komşu kılmasıdır…

Dipnotlar:

1) Şerh-i sadr: Göğsün genişlemesi demektir ki, küfür, şirk, nifak gibi itikadi dalâletten, kibir, haset ve kin gibi menfî duygulardan arınıp, muhabbet, şefkat ve diğerkamlık gibi güzel vasıflarla gönlün darlıktan kurtulması anlamındadır. 2) 1980’li yıllar.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: "Ol Sahib-i Vefa" Musa Topbaş Efendi -Q-
MesajGönderilme zamanı: 08.12.09, 15:19 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Moderator
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 26.12.08, 08:19
Mesajlar: 583
Mûsâ Efendi –kuddise sirruh-‘un İnfak Edebi
Osman Nûri Topbaş
2007 - Temmuz, Sayı: 257, Sayfa: 005
Merhum pederim Mûsâ Efendi -kuddise sirruh-, her vesîleyle bizlere çok kıymetli nasihatlerde bulunurdu. Bu nasihatlerde en çok üzerinde durduğu husus, infaktı, yani Allâh’ın ihsân ettiği nîmetleri, O’nun rızâsı istikâmetinde cömertçe sarf edebilmekti.

Derdi ki:

“Evlâdım, mutlaka riyâzat1 hâlinde yaşayın ve Allâh’ın verdiklerini yine Allâh için infak edin!”

“Riyâzat hâliniz sadece üç aylara mahsus olmasın. Riyâzâtı, yalnızca Ramazanlara da hasretmeyin. Onu, hayatınızın her safhasına yayın. Yani her zaman riyâzatla yaşayın ve ihtiyaç fazlasını Allah yolunda infak edin!”

“Şunu iyi bilin ki, Dolmabahçe Sarayı’nda da Topkapı Sarayı’nda da yaşasanız, yine riyâzatla yaşamaya mecbursunuz. Onun için malı da mülkü de ancak kalbinizin dışında taşıyın. Eğer ihtiyaç fazlasını Allah yolunda infak etmezseniz, Allâh’ın verdiği nîmetlere karşı nankörlük etmiş olursunuz. Unutmayın ki, infak edilmeyen nîmetler ziyan edilmiş demektir. Ziyan edilen nîmetler de hesabı çok ağır birer âhiret vebâlidir.”

Bu ölçü ve tavsiyeler etrafında bizleri yetiştiren Mûsâ Efendi, bunları uygulamamız hususunda da titizlik gösterir ve henüz çocuk yaşlarımızda iken aldığımız portakal veya elmayı kaça aldığımızı sorar ve:

“Çarşıdaki bütün fiyatları dolaştınız mı?” derdi.

İki liraya alınabilecek aynı kalitede bir şeyi üç liraya almayı israf sayar ve bizlere iktisatlı olmamız hususunda tenbihte bulunurdu. Kısacası kendine harcarken kılı kırk yarardı. Ancak Allah yolunda alabildiğine vermekten haz duyardı.

Bende kendisinden kalan bir defter mevcut. Orada zekât, hayır ve hasenat notları var. Muhterem pederim, ara sıra onu -riyâ olmasın diye- yalnız bana gösterir ve açıklardı:

“–Bak oğlum, zekâtım bu kadar, hayır ve hasenâtım da şu kadar…”

Her zaman hayır ve hasenâtı, zekâtına göre kat kat fazlaydı. Bunu benimle paylaşmasındaki maksat ise, aynı şekilde infaka teşvik edici bir edepti.

Onun infâkı da zaten bambaşka edep ölçüleri içerisindeydi. O, riyâzat içinde yaşayıp da yapmış olduğu infakları o kadar güzel bir İslâmî üslûp, nezaket ve zarâfet içinde yapardı ki, kime ne kadar verecekse onu güzel bir zarfın içine koyar ve üzerine de uygun bir hitaptan sonra şöyle yazardı:

“İkramımızı kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz.”

Yani o:

“Sadakaları Allah alır.” (et-Tevbe, 104) âyeti mûcibince verdiğini doğrudan doğruya Allâh’a verebilme gayretindeydi.

Çünkü o, infakta Hazret-i Ebûbekir’i örnek almıştı.

Bu ahlâk ve edep, bize şunu telkin etmeli:

Bugün hangi güzel ameli yaparsak yapalım veya nasıl bir infakta bulunursak bulunalım, kendimizi toplumdaki noksan örneklerle değil, sahâbe-i kirâm ile mîzan etmeliyiz. Yani yaptığımız küçük hayırlar dolayısıyla topluma bakarak kendimizi cömert görmeyelim. Çünkü bugünün pek çok insanı, nefsânî hayatın sultası altında olduğu için yaptığı küçük bir hayrı, büyük zannetmektedir. Şu kıyası her zaman yapmalıyız:

“Kendimize ne kadar, kendimizin dışındakilere ne kadar?”

Hâsılı Allâh’ın rızasını kazanmak istiyorsak Mûsâ Efendi Hazretleri’nin yaptığı gibi sahâbe-i kirâmın ardınca koşmalıyız. Zîrâ Allâh’ın rızâsı ancak bundadır. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“(İslâm dînine girme hususunda) öne geçen ilk muhâcirler ve ensâr ile onlara güzellikle tâbî olanlar var ya, işte Allah onlardan râzı olmuştur, onlar da Allah’tan râzı olmuşlardır. Allah onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük kurtuluştur.” (et-Tevbe, 100)

Dipnot: 1) Riyâzat: Nîmetleri kendi nefsi adına kullanırken kifâyet miktarıyla yetinmek.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: "Ol Sahib-i Vefa" Musa Topbaş Efendi -Q-
MesajGönderilme zamanı: 08.12.09, 15:21 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Moderator
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 26.12.08, 08:19
Mesajlar: 583
Resim
Muhterem Mûsâ Efendi Üstâdımız
Osman Ersan
2007 - Temmuz, Sayı: 257, Sayfa: 016
Merhum Mûsâ Efendi Üstâdımız, fazîlet ve kemâlâtı üzerinde toplamış büyük bir mürşîd-i kâmil idi. Her hâli ve kâli Kur’ân-ı Kerîm ahkâmına ve sünnet-i seniyyeye tam uygundu.

Dâima mârifetullâh hâli ve lezzeti içinde yaşarlardı. Hiçbir meşgûliyet, onu Hakk ile beraber olmaktan alıkoymazdı. Âhiret amelini, hep dünya amelinin önüne geçirirlerdi.

Hak Teâlâ Hazretlerine karşı kulluk vazîfelerini büyük bir ihlâs, şevk, aşk ve mahviyyetle îfâ ederler, kulluk vazîfesinin yerine getirilmesinde sadece bedenî ibâdetin kâfî gelmediğini, gönül âlemine yönelmek gerektiğini îkaz ederlerdi.

Dünya hayatının, âhirete hazırlık ve kulluk yeri, âhiret hayatının ise hesâb yeri olduğunu ve bu sebepten dünyayı sevip ona aldanmamayı hatırlatırlar ve şu tavsiyede bulunurlardı: “Bir kalbden dünyanın ve haramların sevgisini çıkarmanın en tesirli yolu ölümü hatırlamaktır. İnsanın ölümü anması, bu dünyadan soğumasına sebep olur. Ne zaman ki insanda, herhangi bir dünya nîmetine kavuşmak ihtirâs hâlini alırsa, işte o zaman ölümü göz önüne getirmelidir. Dünyaya evvelce gelenlerin, topladıkları maldan istifâde edemeden göçüp gittiklerini tefekkür edip de intibâha gelelim. İş işden geçtikten sonra üzülmenin ve tasalanmanın fayda vermeyeceğini teemmül edelim.”

Tasavvufî hayata büyük önem verirler; tasavvufun, nihâyeti olmayan bir ummân, hudûdu bulunmayan bir ilm-i ilâhî olduğunu söylerlerdi. “İnsan, ancak seyr-i sülûk yoluyla, ihlâsı ve gayreti ölçüsünde kemâle erer ve o zaman Kur’ân ahkâmını lâyıkı vechiyle yerine getirebilir.” buyururlardı.

Sohbetleri çok feyizli ve istifâdeli olurdu. Dinliyenleri, âdetâ dünya ikliminden çıkararak âhiret iklimine götürürdü. “Yolumuz, sohbet yoludur. Sohbetler, feyz-i ilâhînin nüzûl ettiği mânevî sofralardır.” buyururlar ve sık sık sohbetin ehemmiyetinden bahsederlerdi. Sohbetlerin, diğer yapılan zikir ve evrâdın mütemmimi yani tamamlayıcısı olduğunu; sohbetlerle dünya kiri ve muhabbetinin gönülden çıktığını ve onun yerini, Allah ve peygamber sevgisinin doldurduğunu anlatırlardı. Sohbetlerinde bulunanlar ise; ihlâs, nasîb ve kabiliyetleri nisbetinde istifâde ederlerdi.

Her iyiliği ve güzelliği Cenâb-ı Hakk’dan bilirler ve dâimâ şükür hâlinde olurlardı. Maddî-mânevî hiçbir nîmeti kendilerine izâfe etmezlerdi.

Helâl ve harâm mevzûunda çok titiz davranırlar, harâm lokmalardan sakınmak konusunda her zaman nasîhatta bulunurlar ve Abdülkadir Geylânî Hazretleri’nin şu sözünü hatırlatırlardı:

“Ey Oğul! Haram yemek kalbini öldürür. Helâl yemek ise onu ihyâ eder. Lokma vardır, nurlandırır. Lokma vardır, karartır. Lokma vardır, seni dünya ile meşgûl olur hâle getirir. Lokma vardır, âhiretle meşgûleder. Lokma vardır; sana dünyayı da, âhireti de terk ettirir. Seni dünya ile âhiretin yaratanına rağbet ettirir.”

Çocuk terbiyesine çok büyük önem verirlerdi. Çocuklara dâima dînî, millî ve ictimâî telkînât yapılmasını ve onların dindâr, güzel ahlâklı, dürüst, hayalı ve saygılı olarak yetiştirilmelerini isterlerdi.

Osmanlıyı çok severler ve onlara olan hayranlıklarını her fırsatta dile getirirlerdi. İslâm’a, Kur’ân’a, Hazret-i Peygamber’e ve mukaddes beldelere olan hizmetlerini, sevgilerini ve saygılarını büyük bir takdîr ve iftahar ile anlatırlardı. Osmanlı pâdişâhlarının, üzerinde Mekke-i mükerreme veya Medîne-i münevvere yazılı mektupları, hürmeten tâ sarayın kapısına kadar giderek karşılamak sûretiyle aldıklarını sitâyişle anlatırlardı.

Misafirleri ağırlamayı ve onlara her türlü ikrâmda bulunmayı çok severlerdi.

Cömertlikte zirve bir hayat yaşamışlardı. İhtiyâç sâhiplerini bilir ve bulurlar; tenha bir yerde, zarf içinde, büyük bir tevâzû, nezâket, tebessüm ve sürûrla, emâneti muhâtabına tevdî ederlerdi.

Her türlü nîmetin ve fazîletin zirvesinde olmalarına rağmen son derece tevâzû sâhibi idiler.

Mübârek yüzlerinde tebessüm, güleryüz hiç eksik olmazdı. Bu hâl, muhâtaplarının gönüllerine büyük bir sürûr ve feyiz verirdi.

Az yerler ve az yemeği tavsiye ederlerdi. Sohbetlerinde, az yemenin kalbi nurlandırdığını, çok yemenin de kalbi öldürdüğünü anlatırlardı.

Temiz, tertipli ve düzenli olmak husûsunda son derece dikkatli ve titiz idiler. Temizlik, tertip ve düzenin hep îmândan ve rûhî temizlikten geldiğini söylerlerdi.

Güzel koku kullanmayı tavsiye ederler; “Rûh, güzel kokuyu sever.” buyururlardı. Bilhassa gül kokusunu çok severler; gül suyunun cildi tâze ve yumuşak tuttuğunu, tatlılara ise ayrı bir lezzet ve ferahlatıcı bir koku verdiğini söylerlerdi.

İsrâftan şiddetle sakınırlar, her zaman iktisâda riâyet etmeyi ve birikenlerle de; fakîrlere, dullara, yetîmlere ve evlenemeyen geçlere, evlenme husûsunda yardımcı olmayı teşvîk ederlerdi.

Az konuşmayı severler, dili boş ve lüzumsuz sözlerden muhâfaza etmeyi isterlerdi. İnsanın başına gelen musîbetlerin çoğunun, dili yüzünden olduğunu hatırlatırlardı. Hep hayırlı, tatlı ve rûhu teskîn edici sözler söylemeği öğütlerlerdi.

Anlayışı yüksek ve ferâsetli olanları çok severlerdi. Eşref-i Rûmî Hazretlerinin; “Dil dudak deprenmeden, sözü işiten gelsin!” sözünü hatırlatırlardı.

İlim ve fazîlet erbâbına, hürmete şâyân zevât-ı kirâma her zaman hürmet ve iltifât eder, ikrâm ve ihsânda gereğini yaparlardı.

Son derece vefâ sâhibi idiler. Başkasından gördükleri en ufak bir iyiliği aslâ unutmazlar, karşılığında çok daha büyük ihsân ve ikrâmlarda bulunurlardı.

Hakk Teâlâ’ya kulluk ve sevgide vefâ ve sadâkat timsâliydiler. Samîmiyet ve ihlâsının nûru yüzlerinde parlardı. Birlikte olunan anlar Rabbani iklimin yaşandığı anlardı. Âhirete irtihâlinin sene-i devriyelerinde Muhterem Üstâdımız’ı hürmet, hasret ve muhabbetle yâd eder; Cenâb-ı Hakk’dan, şefâatlerine nâiliyetler niyâz ederiz.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 15 mesaj ]  Sayfaya git 1, 2  Sonraki

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 4 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye