Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 5 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: Mahmud Sami Ramazanoğlu Efendi (k.s.)
MesajGönderilme zamanı: 12.03.09, 20:54 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Moderator
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 26.12.08, 08:19
Mesajlar: 583
Resim
Merhum Ramazanoğlu Mahmûd Sâmi Efendi, 1892 yılında Adana’da dünyaya geldi. Babası tarihte Ramazanoğulları diye bilinen âileden Müctebâ Bey, annesi ise Ümmügülsüm Hanım'dır. Sâmi Efendi'nin büyük ceddi Abdülhâdi Bey'in tesbit ettiği âile şeceresine göre, Ramazanoğullarının aslen Türklerin Oğuz boyunun Üçoklar kabilesinden olduğu ve Hz. Halid b. Velid (r. A.) nesliyle münâsebettar bulunduğu anlaşılmaktadır.

İlk, orta ve lise tahsilini Adana'da tamamlayan Sâmi Efendi, yüksek tahsil için İstanbul'a geldi Darûl-fünun Hukuk Mektebine girdi. Hukuk Fakültesini birincilikle bitirdikten sonra askerlik hizmetini zâbit vekili (yedek subay) olarak yine İstanbul'da yaptı.


Zahiri ilimleri devrin ulema ve müderrislerinden aldıktan sonra, sıra manevi ilimlere ve batının imarına gelmişti. Suluk ettiği tasavvuf yoluna, Nakşi tekkesi Gümüşhaneli dergahında erbein ve rizayatla meşgul olarak devam etti. Daha sonra Kelami dergahında Erbilli Esat Efendi’ye intisap etti. Kısa sürede kemalat makamına ulaşarak irşatla görevlendirildi. Bir müddet daha mürşidi Es’ad Efendi’nin yanında kaldıktan sonra memleketi Adana’ya irşadla görevli olarak gitti. Tekkelerin kapatılmasından sonra Adana’da Cami-i Kebir’de vaaz ve hususi sohbetlerine devam etti.


Babasından ve ailesinden kendisine intikal eden büyük servete hiç dokunmamış, geçimini sağlamak için bir ticarethanenin muhasebesini tutmuştu. Sûfiler içinde baba mîrasını almayanlar içinde ilk olarak Hâris Muhâsibi'yi görüyoruz. O da Kaderiye mezhebine bağlı bulunan babasının mirasını almamıştı. Hac yolunun açılması ile, ilk defa 1946 yılında hacca gitti. 1951 yılında İstanbul’a geldi. 1953 yılı hac dönüşü Şam’a yerleşti. 9 ay sonra tekrar İstanbul’a geldi. Erenköy Zihnipaşa Camii’ndeki vaaz ve hususi sohbetlerine devam ederken, eşi Valide Hanıma “İstanbul’a tekrar geldik ama gönlümüz Medine’de atıyor. Ahir ömrümüzde oraya hicret etmeyi arzu ederiz.” diyordu. İstanbul’daki vaaz, irşad ve sohbetlerinden feyz alan fakir-zengin, tahsilli-tahsilsiz, esnaf-işçi, memur, amir, tüccar-fabrikatör binlerce insan istikamet bulmuş, adeta yeni bir nesil yetişmişti.


Erenköy Zihni Paşa camiinde vaaz ve özel sohbetleri ile meşgulken, diğer yandan Tahtakale’de bir ticarethanenin muhasebesini tutmakla geçimini sürdürdü. Ömrünün son yıllarında şöhretinin artması ve dışarıdan kendisine iltifatın nazar-ı dikkati celbedecek seviyeye ulaşması üzerine kuşe-i uzlete çekildi.

1957 senesinde Eyüp Sultan’dan kabir yeri almayı teklif ettiklerinde, “Herkesi arzusuna bıraksalar biz Medine’yi, Cennetü’l Baki’yi arzu ederiz.” demişlerdi. Nihayet 1979 yılında kalbindeki Muhammedi aşk O’nu Medine’ye hicrete mecbur etti.


Ömrünün son günlerinde yaşadığı acılı, sancılı hastalık, yüzündeki tebessümü hiç kaybettirmedi. Nitekim 12 Şubat 1984 Pazar günü saat 04.30’da Medine’de rahmet-i Rahman’a kavuştu. Medine’de Cennetü’l Baki’ye defnolunan Ramazanoğlu Mahmut Sami rahmetullahi aleyh, yaşarken mücavir olduğu Rasulullah’a, vefatında da mücavir oldu. Cenab-ı Hak, bizleri ahirete göçen kutup yıldızı mesabesindeki mürşid mükemmillerin dünyada istikametinden ahirette şefaatinden, mahrum etmesin.


RAMAZANOĞLU SAMİ EFENDİ, uzuna yakın orta boylu, buğday tenli, seyrek sakallı, kıvırcık saçlı, ela gözlü, nahif bedenli "mücessem bir nur heykeli" diye tarif olunuyor. Bütün hâl ve hareketleri sünnet-i seniyyeye tam riayetin yansımalarıyla bezenmiş.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Mahmud Sami Ramazanoğlu Efendi (k.s.)
MesajGönderilme zamanı: 12.03.09, 20:56 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Moderator
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 26.12.08, 08:19
Mesajlar: 583
Resim
Sami Efendi'nin öne çıkan özelliği İslam hukuku ile Batı hukukunu çok iyi bilmesiydi. İstanbul Hukuk Fakültesini Birincilikle bitirmiştir. Arapça, Farsça ve Fransızca’yı çok iyi derecede bilirdi. O, babasından ve ailesinden kendisine intikal eden büyük serveti almamış ve "Hiçbir kimse kendi kazancından daha hayırlı bir yiyecek asla yememiştir" hadisi şerifi gereğince kendi el emeğiyle geçinmeyi tercih etmiştir.

''Bir insanın muttaki olduğu yaptığı nafile ibadetlerde değil, muamelatının temiz, kazancının helal olup olmadığından anlaşılır." Ramazanoğlu Mahmud Sami (Kuddise Sirruh) (1892-1984
SEVENLERİNİN DİLİNDEN MAHMUT SAMİ EFENDİ

• Gönenli Mehmed Efendi’nin Sami Efendinin bağlılarından Lütfi Eraslan’a söylediği sözler bu özel konumu aydınlatıcı mahiyette:

"Öyle bir zata sahipsiniz ki bütün kafirler bir araya gelse, gökyüzünden onu yere atsalar, yine ayakları üstüne düşer. Hiçbir kafir ona bir şey yapamaz. Zira Cenab-ı Hak tarafından teyid edilen bir vazifesi vardır… Sami Efendi bu ümmetin en büyüğü idi başka ne söylense boştur."

• Esad Erbilli Hazretleri

"Yeryüzünde melek görmek isteyen Sami evladımızın yüzüne baksın. Sami evladımın edebine melekler gıpta ederler. Mahviyeti benden fazladır.''


• Bediüzzaman Hazretleri de gençliğinde Esad Erbilli Hazretlerinden Kadiri dersi alırdı. Bir defasında Bediüzzaman gittikten sonra, Esad efendi “Bu genç, gençlere hizmetle görevli. İstikbalde gençlere iman davasında çok büyük hizmetler yapacak. Ama hala kendisi bunu bilmiyor, kendisine söylenmedi” dedi.

• Abdülvehhab es-Selâhi (Şam’da Halbuni camii imam-hatibi, Nakşibendi meşayihinden)

“Şam ehlüllah diyarıdır. Ben bu mübarek zatı daima derin bir hayranlıkla temaşa ederim. Sebebi ise bütün güzel sıfatları üzerinde toplayan bu zât kadar Ebu Bekir es Sıddık meşrebinde bir insan görmedim.”

• Muharrem Harrânî

Şam’da 1965 senesinde hacca giden bir topluluğa şunları söylüyordu: “Siz Mahmut Sami Efendi’yi bilirsiniz. Ben arzı tanırım. Şarka, garba, kuzeye ve güneye bakıyorum. Bu üstaz gibi Muhammediyyü’l meşreb bir veli kimseyi göremiyorum. Bu zat asırlar içinde ender görülen bir yüce zâttır. Kadir ve kıymetini biliniz.”

• Seyyid Şefik Arvasi(Sultanahmed camii İmam hatiplerinden,Bediüzzaman’ın talebesi):

“Ben yüzlerce meşayih gördüm. Fakat bu zata karşı sevgim başka.”

• Konya’daki bir konferansı sonrası Necip Fazıl:

“Sami Efendiyi tanırım.İki kere elini öpme şerefine erdim. Sami Efendi gökten inen taze yağmur gibidir,idrofilli pamuk gibidir, yaralara konur, tedavi edilir.”

• Altınoluk dergisi yazarlarından Taha Kılınç, iki Allah dostunun münasebetine bir örnekle farklı bir açı getirdi: " Rahmetli Bediüzzaman Hazretleri Sami Efendi ile pirdeş idi.

Merhum, doğudan gelen hemşerilerinin tasavvuf yoluna intisap etme arzularını izhar ettiklerinde, onlara adres olarak sadece Sami Efendi Hazretleri'ni gösterir ve eklerdi: 'İrşadla görevli kişi Sami Efendi'dir ona gidiniz, biz sadece iman hakikatlerini yazmak ve yaymakla memuruz'."

Allâh rahmet eylesin. Şefaatinden bizleri de hissedâr eylesin.
Ruhuna bir Fatiha-i şerife, üç ihlas-ı şerif okuyalım...


• Doksan dört yıllık ömrü boyunca bir kere ayağını uzatmamış, bağdaş kurup oturmamış olan O gül yüzlü melek, sırtını bir yere dayayarak bir lokma yemek yemediği gibi, vefatından sonra da bacaklarını uzatmamış, cenazesi bu halde yıkanmış, kefenlenmiştir. Namazı Ravza'da kılınıp Cennetü'l-Baki'ye gelinceye kadar yine ayaklarını uzatmayan bu mübarek zat, kabre yerleştirenlerin şehadetiyle, ancak kabre konulurken ayaklarını uzatmışlardır.


Günlük Hayatı:

Kuran’a çok düşkün, anlayarak okunmasını tenbih ediyor, telkin ediyor. Değerlerine düşkün.. Çok iyi lisan bilmesine rağmen Latince ilaçlara bile "kırmızı hap, pembe şurup" diye kendi lisanınca anıyor.

Kendisi sünnet üzere günde iki öğünden fazla yemezdi. Yediği zaman da yarım dilim ekmek ve birkaç lokma katıkla kifaf-ı nefs ederlerdi.

İnsana çok düşkün, kimse kapısından ağırlığınca ağırlanmadan gitmiyor. Torunu yaşındakilere bile hitap ederken isimlerinin sonuna “efendi” “bey” sıfatlarını ekleyerek konuşurdu.

• Pek az yerler, pek az uyurlar, az konuşurlardı. Konuştukları zaman ya hikmet söylerler veya nasihat ederlerdi. Değilse sukûtu ihtiyar ederlerdi. Zaruret halinde pek kısa kelimelerle muhatabın seviyesine göre konuşurlardı, mühim olanları üç kez tekrar ederlerdi. Daima kıbleye karşı iki dizi üzerine otururlardı.

Geceleri muhakkak ihya ederlerdi. Evinde misafir kalanlar ve kendileriyle bir yolculuğa çıkanlar, gecenin hangi saatinde kalksalar onu ayakta bulurlardı. Seher vakitlerinde ibadete çok ehemmiyet verir, “Bir insan seher vakti kalkmazsa, seher vakti dışında bütün gün seccadeden başını kaldırmasa, yine de o vaktin ecrine ulaşamaz.” buyururlardı. Yine “Seher vakti öyle kıymetli bir vakittir ki, bir kıvılcım gelir, letaifleri parlatıverir” demişlerdi.

Edebi:

SAMİ EFENDİ’nin en önde vasfı ihlâsı ve mahviyetkârlığı. Dergâhta ihvanın hizmetini görürken hizmetine içinlik izi taşıyacak hiçbir fiil karıştırmıyor.


• Cide müftüsü Hacı Hüseyin Efendinin hastalığının şiddeti her geçen gün artar. Ve nihayet Müftü Efendi yatağından kalkamaz olur; Müftü Efendi'ye ben baksam ve âilesine telgraf çekilmese, der. Es'ad Efendi de bu teklifi memnûniyetle kabûl eder. Sami Efendi bundan sonra tam on sekiz ay Müftü Efendi'ye en güzel şekilde hizmet ederler. Görenler onun bu hizmetine imrenirler. Müftü Efendi de yaşlı gözlerle: , "Allâhım! Bana ne ihsanda bulunmuşsan Sami Efendi’ye bağışlıyorum." yakarışında bulunur ve Es’ad Efendi’ye, "Sami Efendi evladımız bize hizmetle inşallah Hakkın rızasına erdi." diye müjde veriyor.

“Edeb bir tâc imiş nur-i hüdadan,

Giy ol tâcı emin ol her beladan.” beytini okuyarak kendi yaşadığı edebi anlatırdı.

Tevazuu, tarife sığmazdı. Herkesi kendinden üstün görürdü. Herkesin horladığı, küçük ve hakir gördüğü miskinlerin ziyaretine gider, kendilerinden dua talebinde bulunurdu.


• Musa Topbaş beyefendi, şöyle anlatıyor:

“Vermek, vermek, gaye vermek. Kendilerine hediye edilen en kıymetli halı, seccade, tesbih, kalem, kumaş ve emsali en nadide paha biçilmez eşyayı günü gününe ehlini bulup vermek, en büyük zevklerinden birini teşkil ederdi. Hülasa güneşler gibi, ummanlar gibi sehavet merkezi idi.

Bir kişi kendilerine müracaat etsin de eli boş dönsün imkansızdı.”

• Nefislerin Tehlikesinden Korunabilmek için şu tavsiyelerde bulunurdu: Sohbetlerinde nefs düşmanının insana kurduğu tuzaklardan bahseder,

1• Açlık ve az yemek yiyerek oruca devam etmek.

2• Az uyuyarak, teheccüde devam etmek.

3• Huşu ibadete, manasını düşünerek Kur’an okumaya devan etmek.

4• Zikri daim içinde bulunmak.

5• Salih ve sadıklarla beraber olmak.


Sami Efendi Hazretleri, her nefesinin son nefesi olabileceği düşüncesiyle daima abdestli bulunmaya ve abdest üstüne abdest almaya büyük itina gösterirdi. Nitekim muhasebesini tuttuğu bir zatın tesbitine göre Efendi defterleri abdestli yazardı. Yazma işi bitince defterleri kaldırır, abdest alır, biraz Kur'ân okurdu. Az sonra ezan okununca bu sefer namaz için tekrar abdest alırlardı.

Mahmûd Sâmi Efendi hiç kimseye; "Bizden ders al, bizim sohbetimize katıl, sakal bırak, sarık sar, cübbe ve şalvar giy." gibi emirler vermezdi. Dikkat çekecek, fitne uyandıracak hareketlerden kaçınırdı. " • Bizim kapımız, hak kapısıdır. Nasîbi olan gelir. Hiç kimseyi zorlamayınız." derdi.

İnsanların kusurlarını yüzüne vurmaz, hatalarından dolayı onları azarlamaz ve hele nefsi için hiç kızmazdı. Kimseye kırılmaz, kimseden karşılık beklemezdi.Onlara örnek olmak suretiyle irşad etmeyi tercih ederlerdi.


Yakınlarından Ali Hüsrevoğlu diyor ki: “Sohbetleri kısa tutar ve sohbet edenleri de zaman zaman şu şekilde ikaz ederdi: “Bir insanın bir defada dinleme takati kırk beş dakika olarak tespit edilmiştir. Sözün bundan fazlasının faydası yoktur”

“İncinmemek incitmemekten daha zordur. Çünkü incitmemek eldedir. Ama incinmemek elde değildir.”derlerdi.

Hiç kimseye; "Şunu niye yaptınız veya şunu niye yapmadınız." demez, yeme, içme ve giyinme husûsunda; "Şunu alın yiyelim, bunu alın içelim, şöyle olsun veya böyle olmasın." demezdi.


Kendisi ile bir konuda istişare edenlere:
- Büyükler şöyle yaparlarmış, veya biz sizin yerinizde olsak şöyle yaparız diyerekten emir vermekten kaçınırlardı.

Hayatı belli bir düzen, nizam ve intizam içerisinde idi. Nitekim Erenköy'deki evlerinden Tahtakale'deki iş yerine gidişlerinde vapur ve trene aynı saate biner, gişe memurlarını meşgul etmemek, yolcuları bekletmemek için bilet ve jeton paralarını devamlı surette bozuk olarak verirlerdi.

Rüya ve kerametlere ehemmiyet vermezler ve “En büyük keramet Cenab-ı Hakkı görürcesine ubudiyet vazifemizi kemaliyle ifa edebilmektir” derlerdi.


Bizim çocukluğumuzda Adana’da biz bir bukalemun yakaladık, getirdik, kaçmasın diye onu bir fesin altına kapattık. Fes kırmızı idi. Açtığımız zaman baktık ki, bukalemun da kıpkırmızı olmuş. Bir müddet sonra eski rengine dönmüş. Sonra siyah bir kadın çarşafı ile örttük. Açtığımız zaman da simsiyah bir renge girmişti. Sonra da eski rengine dönmüştü. Bukalemun hangi rengin yanında olursa o renge girdi.

İşte kalp de böyledir.Yanındakilerden renk alma kabiliyeti vardır. Huzurlunun yanında huzur alır, gafilin yanında gaflet alır.


SEVENLERİNİN DİLİNDEN MAHMUT SAMİ EFENDİ (2):

• Ali Yakup Cenkçiler Hoca efendi:

“Takva babında bütün evsafıyla selef-i salihinin zahid ve abidlerini andıran bu zatın kemalat-ı maneviyesi hakkında söz söylemek bizim gibi naçiz bir abd-i acizin kârı değildir.”

• Mahir İz (v.1974)

“O Hazret-i Sami’dir. Biz devr-i padişahiden beri neler gördük, fakat böylesine tesadüf etmedik.


• Ali Yekta Efendi (Esad Erbili'nin halifelerinden):

"Evliyâullah'ın tasarrufları ya kavlen ya da hal ile olur. Sâmi Efendi'nin tasarrufu hal iledir. Kelâmi dergâhının en feyizli günlerinde oraya devam eden pek çok ulemâ ve fuzalâ vardı. Fakat Sâmi Efendi o zaman pek genç olmasına rağmen bugünkü gibi kâmil ve hâl sâhibi idi."

Ali Yektâ Efendi, müftülüğünün yanısıra Kelâmî dergâhında seyr u sülûkunu Es'ad Efendi'den tamamlayarak hilâfet icâzetnâmesi almış bir zattır. O, bu icâzetnâmesini ömrü boyunca saklamış ve bir gün tesâdüfen o icâzetnâmeye muttali olan yakınlarına "Onu sakın kimseye söylemeyin. O vazifenin ehli ve salâhiyetlisi Sâmi Efendi'dir." Demişti.

• Süleyman Hilmi Tunahan:

Süleyman Efendi kendisini ziyarete gelen Sami efendi’yi gülümseyerek karşılar ve “Şeyh baba hoş geldin. Ben senin ziyaretine gelemedim ama”dermiş.


• Mahmud Ustaosmanoğlu Efendinin Şeyhi Ahiskalı Ali Haydar Efendi:

Sami Efendinin kendisini mükerrer ziyaretlerinin birinde oradakilere şöyle demişler: “Bu zatın bizi sekizinci ziyaretidir. Biz henüz bir defa bile gidemedik. İşte Allah için ziyaret budur, kemalat da budur"

• Abdülvahid Mutkan Bey anlattı:

“Sami Efendi Hazretleri benim tespit ettiğime göre Üstad Bediüzzaman Said Nursi'yi birkaç kez ziyaret etmiş. Birisinde Draman’da, birisinde zannedersem Akşehir palas otelinde...

Orada Üstadımız daha önceden ağabeylere tembihte bulunuyor ki: “Hocaefendi geldiğinde elini öpün” diye”

• Lütfi Eraslan anlatıyor;

“Yunak müftüsü Süleyman efendi bir gün M. Sami Üstadımıza sormuş: “Efendim, Said Nursi hazretleri o karanlık günlerde nasıl korkusuzca cihada devam etti?


Mahmud Sami Üstadımız cevaben buyurmuşlar ki: “Bir insanın Allah korkusu her tarafını ihata ederse,sair korkular onun bedenine girmeye yer bulamaz.”

• Sâdık Dânâ hazretleri:

“Muhterem üstad hazretlerinin hiçbir fert ile çekiştiklerini; münakaşa ettiklerini, gıybetini yaptıklarını gören, işiten yoktu. O büyük Allah vesilesinin her an kader bahsine hakkıyla vukufları olduğu için hiçbir kimse hakkında su-i zanda bulunmazlardı.

Sevenlerini katiyyen ümitsizliğe düşürmezdi. Huzur-ı âlîlerine gelenler (her ne kadar ihmalci ve hatalı halleri var ise de) büyük bir huzur ve ümit içinde yanlarından ayrılırlardı. Sükût ve edeb ehlini çok severler, yanlarından yer ayırır, iltifatta bulunurlardı. Hülasa o, asırların yetiştirdiği ististani bir şahsiyetti.”


Mehabetinden yüzüne bakmak, hele göz göze gelmek kâbil olmazdı. Etrafa ziyâlar saçan gözlerinin isabet ettiği vücûd, tir tir titrerdi. Hatta O' nun nazarlarından müteessir olup cezbeyle düşüp bayılanlar bile olurdu.

Sohbetlerinde sıkça az yemenin faziletinden çok yemenin zararlarından bahseder bunu âyet, hadis ve hikmetli sözlerle anlatırdı.İhvanla birlikte yenildiğinde "ihvanla yenilende bereket vardır ve bundan suâl olunmayacaktır" buyurarak fazlaca yenilmesine müsâade, hatta teşvik ederlerdi.


En ciddi insanların, en otoriter simaların bile bir zaaf ve hafiflikleri bulunabilir. Fakat onun hayatında böyle bir zaaf ve hafiflik hiçbir zaman görülmemiştir. İstikamet ve edebi her yerde ve her an muhafaza edebilmek keskin kılıcın üzerinde yürümeye benzer. Bu ancak kemâl ehli, tevfik-ı ilâhiye mazhar kimselerin kârıdır.

Allah Rasûlü (s.a.) Efendimiz'in "Emrolunduğun gibi istikamet üzre ol!" (Hûd, 112) ayeti beni ihtiyarlattı" buyurması, bu işin güçlüğüne en güzel delildir.


Şöhretten ve aşırı hürmetten çok rahatsız olurlardı. Nitekim İstanbul Tahtakale'de çalıştığı yıllarda önceleri öğle ve ikindi namazlarında Rüstempaşa ve Marpuççular camilerine cemaata devam ederlerdi. Camide kendisini tanıyanların aşırı tâzim ve hürmeti onu rahatsız etmiş, bilâhare bu namazları yazıhanede kılmaya başlamışlardır. Yalnız, ihvâna;

- Siz cemaata devam edin, o şeref ve faziletten mahrum kalmayın, buyurmuşlardır.


Kanser olan Gürses'e ilginç müjde

Merhum Reisülkurra Abdurrahman Gürses, Sami Efendi'nin hayatında müstesna bir yere sahipti. 1970'li yıllarda prostat kanseriyle doktorlar hayatından ümit keser gibi olduğunda, hastanede ziyaret eden Sami Efendi, manevî bir işaretle yeniden sağlığına kavuşup uzun yıllar Kur'an–ı Kerim'e hizmet edeceği müjdesini verdi.

Sami Efendi hafızdı ve Kur'an–ı Kerim'e aşk derecesinde bağlıydı. Hamele–i Kur'an'a çok saygılıydı. Kur'an–ı Kerim dinlemeyi severdi. Huzurlarında bir hafızın Kur'an okuması gerektiğinde onu yanına çağırır, mutlaka yüksek bir yere oturturdu. Kur'an'ı en iyi anlama yolunun onu yaşamaktan geçtiğini sık sık ifade ederdi.


Sami Efendi, İslam hukukuna ve fıkhî malumata vâkıf olmasına rağmen fetva istemek üzere kendisine gelenleri İstanbul müftüsüne havale ederdi. Meseleyi ehline havale etmenin ve akademik ihtisasa hürmetin önemini bu hareketiyle gösteriyordu. Madde ve mânâ dengesine dikkat eder ve zahirin desteklemediği batına önem atfetmezdi.


Nakşibendiyye’de “Silsile-i Âliye”nin otuz üçüncüsüdür. Sahibü’z-Zaman’dır. Muttakiler imamı, veliler başbuğu, arifler sultanı, bâb-ı Ebâ Bekirü’s-Sıddîk (r.a.)’ın son dönem postnişinlerindendir. Zü’l-cenaheyndir. Haya, edeb, takva, vera’, hikmet, irfan, nezaket timsâlidir.

Cenâb-ı Hak Teala’nın ümmet-i Muhammed’e asrımızda bahşettiği Hak dostu, Hak rahmeti ve Hak nurudur. Gününün yirmi dört saatini Rasûlullah Hazretlerinin (s.a.v.) “Sünnet-i Seniyye”lerine ve “Her biri birer hidayet yıldızı” olan Ashâb-ı Kiram (r.anhüm) hazeratına uyduran ahlak-ı hamide sahibi bir veli-yi âli-i kadir’dir. Yetmiş yılı aşan irşad dönemlerinde ümmet-i Muhammed’den binlerce kimse kendilerinden, sohbet ve telifatlarından feyz almışlardır.


Sade, mütevazı ve muntazam bir hayatları vardı. Ahlakları, dillerinden düşürmedikleri Sahabe (r. anhüm)’nin ahlakına benzerdi. Emanete riayet ederler ve verdikleri söze titizlikle sadakat gösterirlerdi.

Bu uzun ve mübarek ömrü Hakk Teala’nın emrinde ve taatinde geçirmişlerdi. Allah u Teala’nın zikriyle, fikriyle ve şükrüyle dopdoluydular. Öyle ki en çetin ızdırapları çektikleri günlerde bile zikir, fikir ve şükürden bir lahza ayrılmamışlardır.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Mahmud Sami Ramazanoğlu Efendi (k.s.)
MesajGönderilme zamanı: 12.03.09, 20:57 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Moderator
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 26.12.08, 08:19
Mesajlar: 583
Vefatına yakın zamanlarda validemiz odaya girdiklerinde çok güzel kokular hissetmiş ve mübarek yüzleri pür-neşe, şöyle buyurmuşlar:
"-Halil İbrahim -aleyhisselam- ve Cebrail -aleyhisselam- tebşîrât için geldiler." Bu sözden yaklaşık 20 gün sonra dar-ı bekaya irtihal etmişler.


Cide müftüsü Hüseyin Efendi anlatıyor::

Aslında hayli zamandan beri dergahtaki hizmetlerin ekserisi bu genç ilmiyeli derviş tarafından görülmekte imiş meğer. Gece herkes yatağına yattığında o, gizlice kalkar, yapılacak hizmetleri ifâ eder, her tarafı temizler, suları ısıtır ve öyle yatağına yatarmış. Nitekim Cide müftüsü Hüseyin Efendi, sağlıklı zamanlarında erken kalkmaya çalışıp bu hizmetlerin kimin tarafından yapıldığını öğrenmek istermiş. Fakat ne mümkün. Bir sefer akşamdan yatmamağa karar vererek bir kenara gizlenmiş. Yatağından kalkıp bu hizmetleri gören Sami Efendi tam çöp tenekesini alacağı sırada Hüseyin Efendi tenekeyi kapar ve:

- Evladım bu hizmeti de fakîre müsaade buyur, der.

Sami Efendi nezaketle almak isterse de Hüseyin Efendi:

- Allah aşkına bırak deyince Sami Efendi de bu hizmeti ona bırakır.


27 yıla yakın hizmetinde bulunmuş olan Musa Efendi şöyle anlatırlar:

Efendi baba, yaşayarak örnek olurlardı. "Niye böyle yaptın? Neden öyle?" demezlerdi. Ağızları sanki kilitliydi. Kendileri de hizmet eder, dikkat çekmek istemezlerdi. Affetmede, hoşgörüde emsali yoktu. Tren ve vapur gişelerinde bekletmezler, daima bozuk para bulundururlardı. Zira oradaki kısa bir geciktirmenin de "kul hakkı"na girmek olacağından korkarlardı. Ayrıca Karaköy'den Eminönü'ne kadar olan mesafeyi zaman zaman yürürler, o meblağı da sıhhatinin şükrü olarak tasadduk ederlerdi.


Merhum Musa Topbaş Efendi şöyle anlatıyor: Üstadını: “25 sene huzur-u âlilerinde bulundum. Bir defa en ufak bir abes şeyi Cenab-ı Hakk göstermedi. Demek ki yok ki görmedik. Elhamdülillah her işi sünnet-i seniyyeye muvafıktı.”

Yine Musa efendinin beyanına göre “25 sene içinde imâlı dahi olsa hiç kimseyle münakaşası,mücadelesi olmamıştır.”


Efendi Hazretleri, bizleri televizyon konusunda aydınlatır mısınız? diye sormuş.

Efendi Hazretleri (k.s.)’nin damadı Ömer Kirazoğlu sual sahibine:
- Bu soru müfti işidir kardeşim! Müftiye sormalı! diye celallenince, insanların bu şekilde ihtar edilmesini doğru bulmayan Sami Efendi (k.s.), damadının celalini kendi cemaliyle örterek çok veciz bir cevap vermiş:

“Kalbi meşgul eder, huzura manidir.”

Baha bey isminde bir doktor vardı. Bir sohbet esnasında ayağa fırlamış ve:
"-Siz zamanın Abdulkadir Geylanisi'siniz." diye bağırmıştı.
Hazret, yanlış söylememek ve tevazuyu korumak üzere, cevap vermemişler ve "bir aşr-ı şerif okuyun" buyurarak mevzuyu değiştirmişlerdir.


Sami Efendi'nin Doğumu

Kapıyı evin hizmetlisi açar. Kapıda bir kimsenin beklediğini görür ve ne istediğini sorar.

Ziyaretçi:
- Evin hanımı ile görüşmek istiyorum der.
Hizmetçi hanım, Ümmügülsüm validemize durumu bildirir. Ümmügülsüm validemiz:
- Kızım ne isterse kendilerine ver
diye tembihte bulunur. Hizmetçi ziyaretçinin isteğini sorar ise de


- Muhakkak kendileri ile görüşmem lazım
diye ısrar eder. Bu ısrar karşısında Ümmügülsüm validemiz kapıya gelir ve kapının arkasından konuşur. Ziyaretçi:
- Kızım hamile olduğunu biliyor musun? Senin vasıtanla büyük bir insan dünyaya gelecek, sol eğe kemiği üzerinde büyük bir ben bulunacak ve uzun müddet İslamiyet’e hizmet edecek. Bu müddet zarfında haram ve şüpheli şeylerden sakın. İsmini de Mahmut Sami koy der ve bir gömlek ister. Validemiz gömleği getirene kadar ziyaretçi ortadan kaybolur. Ziyaretçinin aslında Hızır aleyhisselam olduğu sonradan anlaşılır.


Bir gün dergahtaki Ali Baba vasıtası ile Adana'daki ebeveynini ziyaret etmek için, vapurla gitmek üzere Üstadından izin istedi ve eşyalarını toplayıp bavuluna yerleştirdi. Haberi beklerken Efendimiz:
- Gitmesin dedi, deyince eşyalarını çıkarıp yerlerine yerleştirmiş ve “niçin?” diye hikmetini sormaya lüzum görmeden yerine oturmuştu. Sonradan duyuldu ki, o gideceği vapur denizde batmış. O zaman üstadımızın gitmesin sözünün hikmeti anlaşılmıştır.


Ekinler biçildikten ve hasat yapıldıktan sonra tarlalarına gider, yerlere dökülen başakları toplar, samanından tanelerini mübarek elleri ile ayırır, onları bulgur yapıp İstanbul'a gönderirdi. Onun bu halinin işiten babası:
- Oğlum, benim ambarlarım buğday ile dolu, niçin Hocana onlardan göndermiyorsun, kendine eziyet ediyorsun? deyince. Üstadımız:
- O kapıya layık olan el emeği göz nurudur. diyerek cevap vermişlerdi.





Peygamberimizin manevi emaneti devir almasını Üveysi veli Ladikli Hacı Ahmet Ağa (k.s.) anlatıyor:
"Veraseti Nebeviyye makamına ait emaneti devir almak için Mahmud Sami Efendimiz Medine-i Münevvere'ye davet edilmişti. Haberi kendilerine tebliğ etmiştim. Birlikte Adana'dan Ravza'yı Mudahhara'ya dört dakikada yetişmiştik. Bütün ricaller, kutublar orada toplanmışlardı... Hocamda orada idi.
Makam'ı Rasulullah’dan...
'Evladımız Mahmut Sami Efendiyi varisimiz olarak makamımıza tayin ettik!'
emri peygamberiyyesi mühürlü olarak, icazetnamesi kendisine verilir.
Toplanan ricaller ve kutuplar kendilerine hemen orada biat ederler...
Hac dönüşü, Gavs-el Azam Abdülkadir Geylani (k.s.) Hazretleri ile görüşmüş ve kendilerine:
- Sami Efendi; evlatlarına benim Kadiri dersimi de tarif et ve yolumu ihya et!' diye tavsiye etmiş ve mübarek Sultanım memleketlerine dönünce ihvana Kadiri dersini tarif etmişlerdir.


1953 senesinde İstanbul’a hicret eder. Bir müessese sahibi kardeşimiz muhasebe işlerine bakması için rica ederler. Muhterem üstadım evvela, o kardeşimizin defterlerini tetkik etmişler. Alış veriş nasıl, meşru mu, yoksa karışık mı, faizle alakası var mı? Bu hususları iyice tetkik ve tespit ettikten sonra, tam arzularına uygun görünce, muhasebe işlerine başlamışlar ve
" Bir insanın muttaki olduğu yaptığı nafile ibadetlerde değil, muamelatının temiz, kazancının helal olup olmadığından anlaşılır." buyurmuşlardır.


Efendimizin damadı Ömer Bey anlatıyor:
"İstanbul’da iken bir gün, Fransa’dan Müslüman olan bir genç evimize geldi, izin isteyerek huzura girdi. Lisanı Fransızca olup Türkçe bilmiyordu. Benim tercümanlık yapmam gerekiyordu. Lakin ana lisanım gibi konuşamamam, mahcup olurum diye korkuyordum. Bir şey için dışarı çıktım, tekrar içeri girdiğimde ne göreyim. Muhterem Pederim, o genç ile ana dili gibi Fransızca konuşuyordu.
Yine bir gün, Rumca konuşan Türkçe bilmeyen bir kimse geldi. Muhterem pederimle ana dili gibi Rumca konuşarak görüşüp gittiler."


Efendimizin damadı Ömer Bey anlatıyor:
Bir gün Muhterem Pederimle evimizin önünde bahçede idik. Bir köpek topallayarak yanımıza geldi. Ayağı kırılmış, Muhterem Pederimin yüzüne bakarak kırılmış ayağını gösteriyordu. Pederim buyurdular ki:
- Ömer; ufak tahta parçası, bez, ip ve merhem getir
Hemen koşup evden, efendimizin istediklerini getirdim. Pederim mübarek elleri ile hayvanın ayağını yıkayıp güzelce sardılar. Bahçede bir gölgelik yapıp, hayvanı oraya yerleştirdi. Efendimiz:
- Şu kadar gün dursun, sonra ayağını çözün buyurdular.
Her gün bakıma devam ediyorduk. Söylediği gün gelince hayvanın ayağını çözdük. Ayağı iyi olmuş, yere basıyor ve aksaması kalmamıştı. Nihayet bir gün hayvan kaybolmuş bırakıp gitmişti.


Aradan bir zaman geçtikten sonra, yine Peder'i alimle bahçede idik. Birde baktık ki, hayvan yine bahçemize gelmiş, yanında da ayağı kırılmış bir köpek daha getirmişti. O hayvan da kırılan ayağını üstadımıza gösteriyordu. Yine üstadım onunda ayağını mübarek elleri ile sarmıştı. Yaptığımız gölgelikte, onun da bakımını yaptık. Ayağı iyi olunca o da bırakıp gitmişti. Görülüyor ki hayvanat bile Allah dostlarını tanıyor...


Adana'da bulundukları zamanda babaları Mücteba efendi, Adana'nın eşrafından çiftlik sahibi, çok zengin idiler. Böyle iken Üstadımız babalarının malına el sürmemişler, babalarının vefatlarından sonra şer'i hakları olan miras hisselerini kardeşlerine hediye edip mirastan pay almamışlardır. Alın teri ile kazancının temin için, bir kereste mağazasının muhasebe işlerini yaparlardı. Bir gün müessese sahibi aylık maaşlarını bir zarf içerisinde kendilerine takdim ederler. Tam bu sırada bir fakir gelip Allah rızası için bir sadaka ister. Mahmut Sami Efendimiz , zarf içerisindeki maaşlarını olduğu gibi fakire verirler.





Sami Ramazanoğlu (k.s.), Kayseri’yi ahbabıyla teşrif ederler. Hacı Hasan Efendi, Üstadımız (k.s.)’ın hemen yanıbaşına oturtulur. Pek genç olan Hacı Hasan Efendi (k.s.)’nin bu hâline,

Konya’dan gelen bir misafir kalben itiraz ederek, “Bizim Konya’lılar olsa, böyle bir genci Üstadımızın yakınına oturtma saygısızlığını göstermezlerdi.” der.

Sami Ramazanoğlu (k.s.), müdahale ederek şöyle buyururlar: “Hasan Efendi, Esad-ı Erbili (k.s.)’nin halifesi Şeyh Mustafa Hulusi Efendinin evladı; bizim de, sevdiğimiz hâlifelerimizdendir ve tâbilerimize hizmetle meşgul olan sadık bir evladımızdır.” Üstadımız (k.s.) , dostunun kalben bile gıybetine razı olmazlar.


Bağlılarından Ali Hüsrevoğlu şöyle diyor: “Ahlak, şemail ve mizaç olarak Hz Ebubekir(RA)’e çok benzerdi."

Bir gün Halep meşayihinden Muhammed en Nebhani İstanbul’a gelir. Sami Efendi hazretlerini ziyaret eder. Nebhani ve ihvanı gayet rahat ve serbest otururken, Sami Efendi ve ihvanı diz üstü otururlar. Onların bu halini gören Nebhani: “rahat oturun” der. Sami efendi ise: “Biz böyle daha rahatız” derler. Bu durum karşısında Nebhani: “Edeb Türklerdedir”demekten kendini alamaz.


"1963 Temmuzunda Üsküdar’da bir dostumuzun evinde nişan cemiyetindeydik.

Nadide bir tepsi üzerinde altın bir yüzük getirildi. Kendilerine yüzüğü takmak hususunda istirham da bulunuldu ise de, o anda konu ile ilgili hiçbir şey söylemeyerek, yüzüğün bir başkası tarafından takılmasına uygun gördüler. İkindi namazı yaklaşmıştı. Abdestleri olduğu halde her zamanki adetleri üzere abdest üzerine abdest aldılar ve damadını özel olarak yanlarına çağırdılar. Tatlı ve anlamlı bir tebessümle ve yumuşak bir eda ile: “Evlat biz bu altın yüzüklerimizi hanımlarımıza hediye ettik. Siz de hanımınıza hediye edersiniz inşallah.” dediler ve manen eşsiz değerdeki gümüş yüzüğünü mübarek parmağından çıkarak: “Bunu da size nişan yüzüğünüz olarak hediye ediyorum” buyurdular ve büyük bir nezaketle kendi yüzüklerini taktılar. Hayır duada bulundular.”


Musa Topbaş beyefendi, şöyle anlatıyor:

“Muhterem Üstaz hazretleri bir çok yolculuklarında otomobilleri ile seyahatleri esnasında bir fakiri gördüklerinde “durunuz” buyururlardı. Fren tesirini gösterinceye kadar bazen yüz-yüz elli metre uzaklaşılmış olurdu. Arabanın geri alınmasına da razı olmazlar. Arabadan inerler, o mesafeyi yürürler. Ve büyük bir şevk içinde ellerinde hazır bulundurdukları parayı ihtiyaç sahibine güleryüzle verirler ve büyük bir sürur içinde arabaya dönerlerdi.''


Bağdat’ta bir gün Şiiler Kerbela ayında zincirlerle kendilerini dövüyorlar. Bütün ihvan taaccüble bakarken O; “Bunlar da ehl-i beyt hürmetine inşallah kurtulurlar” temennisinde bulunur.

Bir Hac yolculuğu hazırlığı yapılıyor. Adetleri hilafına buyuruyor: “Çay, ekmek, helva, peynir alınsın. Şam’da lazım olur.” İhvanı ise, bu gıda malzemelerinin Şam’da temin edilmesinin daha uygun olacağını düşünerek tedarik etmiyorlar. Şam’a vardıklarında sabah namazı vakti ihtilal oluyor ve üç gün dışarı çıkmak yasaklanıyor. Tabii gıda maddelerinden mahrum kalınıyor. Valizlerdeki çörek ve bisküvi kırıntıları ile idare ediliyor. Muhammediyyül meşreb olan bu kerim zat en ufak bir işaretle olsun arkadaşlarını mahcup etmiyor.


Albay Şefik Can anlatıyor:

Suphi Bey. Seni Hacı Sami Bey’e götüreyim, dedi. Hacı Sami Efendi, Esad Efendi’nin halifesidir. Sirkeci’de, bir tüccarın katipliğini yapıyordu. Girdik içeriye. Efendim bu albay sizinle görüşmek istedi, getirdim, dedi. O zât benim üzerimde çok etki bıraktı. Bazı sıkıntılarım vardı. Çocuklarımın annesinden ayrılmak üzere olduğum senelerdi. Çok perişandım. Onları keşfen bildi. Beni teselli etti; heyecanlandım, ağlamaya başladım. Bana Mevlânâ’dan şiirler okudu:

“Dünya nedir, dünya Allah’tan gafil olmaktır.” diyordu okuduğu bir şiirde. Zengin olmuşsun, kadınların, çocukların, servetin var. Bu değil dünya. Dünya Allah’tan gafil olmaktır. Beni çok tesir altına aldı. Orada bir saat kadar sohbetini dinledim, içime bir ateşi düştü Hazretin. Nasıl göreceğim diye düşünür oldum.


Patronu olan tüccar, Alemdar Amca isminde Kayserili birisi idi, ona, haftaya gelsem dedim. Yok Efendim, dedi. Zaten Nakşî şeyhlerinden olduğu için takipte. O zamanlar Halk partisinin takipli zamanları. Toplantıları izliyorlar. Ben size tâ aylar evvel izin aldım, gördünüz, dedi. Benim bu heyecanlı görüşme arzumu, özlemimi görünce, O’nunla görüşmenin sana bir kolaylığını söyleyeyim, dedi. Sen, cuma günleri bana telefon et, hangi camiye gittiğini öğrenirsem sana söylerim, sen o camiye gidip, camide görürsün onu, dedi. Ben artık Cuma günlerini iple çeker oldum. Cuma günü geliyor, Alaaddin Bey’e telefon ediyorum. Yeni Cami’ye gidecekler, diyor. Ben kalkıp Yeni Cami’ye gidiyorum. Arkasından Arpacı Camii’ne gidecek diyor. Başka gün Arpacı Camii’ne gidiyorum. Uzaktan görüyorum. O da beni görüyor. Tebessüm ediyor. Çok mütevazı biri. Onu görünce babamı görmüş gibi seviniyorum.


Bana bir vazife verdi, kısa bir vazife. O vazifeyi yaptıktan sonra bende namaza karşı bir şevk uyandı. O zamana kadar namazım alaca idi. Sabah namazını kılarım, subayım, bazen hiç kılmam. Bazen cumadan cumaya giderim. O Hazretten vazifeyi alınca adeta namaza âşık oldum. Aç kalayım namaz kılayım istiyorum.

Beni Kuleli’den Konya’ya tayin ettiler. 1964 senesi. Gittim, Hacı Sami Efendi’ye Allah’a ısmarladık dedim, Konya’ya gideceğimi söyledim. Harcırah işim uzadı. İki üç gün sonra gidecekken 15 gün sonraya kaldım. O zaman da bir dostun evindeydim. Çünkü kiralık evimi boşaltmıştım. Kanlıca’da belli bir zaman için bu dostun evinde oturuyordum. İçime Hz. Sami’nin hayali düştü. Görme isteği içimde çoğaldıkça çoğaldı. 15 gün evvel gittim, veda ettim artık. Kendi kendime, ne göreceksin yahu; sıraya girmiş bekleyenleri var, diyorum. Ama içimde bir ateş, git Hacı Sami’yi gör diyor.


Dükkana gittim, kimse yoktu. Patron beni tanıdı. Albay rütbeliyim. Kapıyı çaldım, gel, dedi içeriden, seni bekliyordum, dedi. Burada, Konya’da Dişçi Mehmet Efendi’ye yazılmış bir mektup var. Sana ev bulsunlar, dedi. Bakın keramete. Sana ev bulsunlar, dedi. Şaşırdım kaldım.


Prof.Dr.Osman ÖZTÜRK anlatıyor:

Kalbi insanlarla gönlü Allah’la olan bir mübarek zat idi. Mesela sohbet esnasında çay ikram edilir, şekeri yoksa ses çıkarmadan içer, sormaksızın limon koyarlarsa ona da sesini çıkarmaz, bazen Üstaz sohbete dalmışken birisi şeker koyar ve karıştırır biraz sonra diğeri de şeker atılmamış zannederek tekrar şeker atar ve karıştırırdı, daha sonra merhum o şeker küpü çayı hiçbir reaksiyon göstermeksizin içerdi. Ne bir gün şeker nerede dediler, ne de bir defa olsun şekerli olmuş bunu değiştirin buyurdular.

Meşru herşeyi mütalaasız benimsemiş veya gönlü Sahibine o derecede rabtetmiş ki olan bitenler kendisini ilgilendirmiyordu. Bir Hacc yolculuğunda havaalanında saatlerce bekleniyor, merhum bir defa olsun; “Niçin bekliyoruz?“ veya “Daha ne kadar bekleyeceğiz?” diye sormuyor, sadece namaz vakitlerinin gelip gelmediği ile ilgileniyordu.


Üstazın bulunduğu mecliste; dünya kelamı konuşulmazdı . “İşler nasıl?”, “Havalar soğudu.”, “Siyasette ne var ne yok?” ve benzeri kelamı hiçbir kimse işitmemiştir. Sohbet konuları; Kur’an-ı Kerim’den, Hadis-i Şerif’lerden ve Ashab-ı Kiram’ın menkıbelerinden meydana gelirdi. Evliya kerametleri, uçanlar, kaçanlar sohbet gündeminde yer almazdı.

Âlimlere ve meşâyiha yaşlarına bakmazsızın itibar ederlerdi. Bayramlarda onlardan iâde-i ziyarete gelmeyenlerin de muntazaman ziyaretlerine gider, sohbet meclislerinde bulunan ilim erbâbını mutlaka yanı başlarına oturturlardı. Bunlar arasında; merhum Ali Haydar Efendi, Ömer Nasuhi Bilmen, Bekir Haki Yener ve Ali Yekta Sundu Hocaefendiler, Reisülkurra Mustafa ve Zahid Efendiler, Seyyid Şefik ve Sarıyerli Nuri Efendiler, Cemal Öğüt ve Ali Yakup, Mehmet Zahid Kotku ve Mahir İz Hocalar; ilk anda hatırıma gelenlerdir.


Ayrılmadan evvel ev sahibinden müsaade alarak hazırûndan birisinin bir aşr-ı şerif okumasını isterlerdi. Her gittiği yere bir hediye götürmesi vazgeçilmez adetlerindendi. Bu ziyaretlerde şahit olduğumuz edeb manzaraları unutulacak cinsten değildi.

Camiye herkesten önce girerler ve herkesten sonra çıkarlardı.

Ramazanoğulları sülalesinden intikal eden muazzam serveti haram karışmış olabilir endişesiyle vakfettikten sonra, Efendi Hazretleri maişetini bir süre imamlık ve bir müddet de muhasebecilik yaparak temin etmiş ve kimseye yük olmadığı gibi, herkesten çok tasadduk ve infakta bulunmuştur. Çok dikkatimi çekmiştir; sadaka verirken elini cebine sokar ve çıkanı saymadan verirlerdi


Sohbetlerinde: “Kıllet-i kelam” (az konuşma), “Kıllet-i taâm” (az yeme) ve “Kıllet-i menâm”(az uyuma) üzerinde çok dururlar, kendileri bunları harfiyyen tatbik ederlerdi. “Mâlâyaninin” (boş söz) hiçbir zaman sadır olduğuna şahit olmadığımız gibi, kelamı O’ndan daha muhtasar kullananı da pek görmedik.

Birlikte pek çok ziyafette bulunduk, çeşit ne kadar çok olursa olsun Hazretin yediğinin tamamı bir kap yemek kadar ancak olurdu. Zaten günde iki öğün yemek yerlerdi.

Hayatı muntazam çalışan bir saat gibiydi. Teheccüde kalkıştan, yatak istirahatına geçişe kadarki 24 saatte yapılacak işlerin hepsi bir plan dairesinde ve aksatmaksızın dakik olarak uygulanırdı.


Sohbete veya Cuma namazına götürmek üzere hangi saatte mutabık kalındı ise, o saatte hanelerine vardığımızda, kendilerini dış kapıda hazır bulmuşuzdur.

Banliyö gişe memuru olan zattan sonraları öğrendiğimize göre bu meblağı hergün bozuk olarak, kuruşu kuruşuna verir böylece Allah’ın kullarına kolaylık sağlamanın da ecrini zayi etmezlerdi.

Konuşmalarında; “ben”, “biz” yerine “fakir” kelimesini kullanırlardı. Varlık kokusu taşıyan herşeyden uzak dururlardı. Soyundan-sopundan, babasının servetinden, hukuk fakültesi mezunu olduğundan ve yabancı lisan bildiğinden asla bahsetmezlerdi. “Şöyle yaptım”, ”böyle dedim” veya “söyledim” gibi nefsine ait sayılacak hiçbir kelime ve cümleyi hayat boyu telaffuz etmemişlerdir. Hele bazılarının yaptığı gibi kerametlerinden bahsetmek veya bir müridin rüyada gördüğü keramete sahip çıkmak, hatta memnuniyetini yüz hatlarıyla olsun belli etmek; Hazretin hiç semtine uğramadığı şeylerdi.


Merhum Mahir İz ve Ali Yakub Cenkciler Hocalarımın ilerlemiş yaşlarına kadar kimseyi beğenmeyip Efendi Hazretlerine intisab etmeleri; O’nun sîretine hayranlıklarının bir sonucu idi. Her iki merhum hocamız da mürşidde; salah ve takva ile beraber ilim ve gayretin de bulunmasını isterlerdi. Mahir Bey Hocamız müthiş bir rüyanın tesiriyle, Ali Yakub Hocam da; Üstazın sohbetlerinde şahid olduğu Arapça’ya hakimiyetine ve ilmi iktidarına kail olduktan sonra, büyük bir heyecan ve iştiyakla intisab etmişlerdi.

Ehlüllahın tek arzusu, Mevlâyı Mütâl’in aşkından, şevkinden, zevkinden, zikrinden ve fikrinden uzak kalmamaktır. Prostattan rahatsız olduklarında, Sami Ramazanoğlu (k.s.)’nu muayene eden doktor, onda gördüğü sabır ve güzel hallerin neticesinde ıslah ve irşat olarak, "Ben böyle bir insan görmedim." der. Böğür kısmından sondayı takan damadı bilmeden incittiğinde "vah" der. Daha sonra ağlamaklı bir sesle "sabırsızlık mı gösterdim" diye istiğfar okurlar.


Hayvanat, hayırlı kullara, bu dünyadan göçtükleri halde bile hizmet ediyor. Mevlana Celaleddin (k.s.)’in türbedarlarını, göreve geç kaldıklarında, köpekler gelip kaldırıyordu. Hiç unutamam, Sami Ramazanoğlu (k.s.)’nun kabrini bulamadığımızda, bir kuş, kabir taşının üzerine defalarca konup ayrılmıştı.

AİLE - Yazar: ALEMDAR
İlkokulu yeni bitirmiştim. Üstazımız, elimden tutup Sami Ramazanoğlu (k.s.)’na, İstanbul’a götürdü bizi. “Efendim! Zamanın fitnesinden, kötü şartlarından korkuyorum evladımı bozar diye. Manevi bir ders verir misiniz yavruya?” deyince, Üstadımız (k.s.) bize on birer aded İstiğfar, Tevhit ve Salât ü Selâm vs. verdi. Ne zaman bir yanlış tavrım olsa, Sami Ramazanoğlu (k.s.) hoşnutsuzluğunu ima eder vaziyette görünürdü rüyamda.


Musa Muslu Bey anlatıyor:

Birgün ihvandan birinin mağazasında sohbet edilirken, içeriye bir kadın müşteri girmiş:

Kadıncağız biraz açık saçık olduğu için mağaza sahibi yüzünü ekşitince, bu tatsız sahnenin farkına varan Efendi Hazretleri (k.s.):
- Müşteriye iyi muamele etmek lazım! Müşteride Allah hatırı var!... diyerek, ihvanı her hâlükârda nezakete ve nezahete davet etmiş.

Kayseri’de bir bağ sohbetinde ihvandan biri, içinden, kendi kendine:
- Ya Rabbi! Bu ne güzel cemaat! Ben bu cemaate layık mıyım? Tam takır, ham bakır, bomboş bir adamım ben, diye içlendiği sırada, tam o anda karşıdan bir tren geçiyormuş. Kayserili ihvanın halinden kalini anlayan Efendi Hazretleri (k.s.):
- Şu treni görüyor musunuz? demiş, treni çeken bir lokomotif var. Bu lokomotife bağlı bir çok vagon var. Bu vagonların bazısı boş, bazıları doludur. Vagonlar lokomotife bağlı oldukları müddetçe, dolusu da, boşu da menzil-i maksuda varacaktır.


İlk Ziyaretim:

İçeri girince beni bir divana oturmak için buyur ettiler. Ben edeben Kendileriyle aynı hizada oturmak istemedim. Yere oturdum ancak bu kez ben yere oturunca kendileri de yere oturdular. Buna gönlüm razı gelmedi ve divana oturmaları için kalktım, divana oturdum.

Kendilerinin takdimi ile kahve içmek nasip oldu elhamdülillah. Kendilerinden hafızlığımı unutmamam için dua talep ettim. Sen de yaz buyurdular. Hem kendileri yazdı hem de ben yazdım. Yalnız ben yeni Türkçeyle yazıyorum, Kendileri ise eski Türkçe ile yazıyorlar. Ben çıkarken bir hediye paketi hazırlatmışlar. İçinde tesbih, misk, parker kalem bir de silgili bir kalem var. Tabii silgili kalemi ilk planda pek anlayamadım.

Sonraları eski Türkçeyi öğrenmem için verildiğini anladım. İleriki günlerde rüyamda dahi beni kontrol ettiğini gördüm. Bir defasında gözümün önünden hat yazıları geçiyor Sami Efendimiz (k.s.) bana: “Oku yavrum!” buyuruyorlar.


Sami Ramazanoğlu (k.s), huzuruna gelen altmış yaşında biri de olsa, eğer Kur’an okumayı bilmiyorsa: "Bir elif cüzü alalım, öğrenelim Kur’an-ı Azimü’ş-şan’ı." buyururlardı.

Yeşilhisar içmecesinde Sami Ramazanoğlu (k.s)’na, bir kadın meyvelerden ikram eder ayrılır. Meyveye el sürmek isteyenlere Üstazımız engel olurlar. Bir müddet sonra tapu memuru gelerek “efendim meyveleri getiren hanım, mirası bölünmeyen maldan getirdi.” der.

Haram lokma şöyle dursun, gafletle pişen taamdan da yemez ârifler.


Az uyurlardı Seher vaktini ihyâ etmek en büyük zevkleriydi. Hatta onun anlayışına göre yatıp uyumanın adı bile istirahattı. Nitekim bir defasında bağlılarından birinin evinde misafir bulunduklarında gecenin ilerleyen saatlerinde hâne sahibi kendilerine:

-Efendim artık yatarsanız yatak hazırlayalım, der. O:

-Yatmanın adı istirahattır, buyururlar. Bir müddet sonra ev sâhibi tekrar:

-Yatar mısınız? deyince O yine:

-Yatmanın adı istirahattır. Fakir istirahat edeyim, sizi de eksik kalan dersinizi tamamlayın, buyurur. Hâdiseyi anlatan zât diyor ki, "gerçekten o sabah dersim yarıda kalmış ve akşama kadar da tamamlamaya fırsat bulamamıştım."


Ali Hüsrevoğlu'nun belirttiğine göre hayatının son demlerinde kendisine yapılan yoğun ziyaretlerden dolayı zaman zaman hüzünlenir, derin bir mahcubiyetle ellerini yüzüne kapatarak, "Yarabbi ben bu kullarına bana gelin demiyorum. Bunlar fakire hüsn–ü zanda bulunuyorlar, bunları reddetmek elimde değil." diye arzı hal ederdi.


Tarih 1930... Sami Efendimiz, Yeşilhisar’ın içmece denilen, şifâlı suların bulunduğu mahalle gelmişler. Oradan da babam Mustafa Hulusî Efendi ile görüşmek için Yahyalı’ya gitmeyi arzu ediyorlar....

- Efendim, diyor, böyle yolculuklarda merkepli önde gider ki, atın çıkardığı tozdan rahatsız olmasın.

Sami Efendimiz:

- Yaâ öyle mi Ali Efendi, ben bilmiyordum, buyurun öne geçin.

- Hayır Efendim, sizin gibi insanların ayak tozu bizim için şereftir. Deminden beri hiç konuşmadınız da, sesinizi duymak, sizi konuşturmak için böyle söyledim.

Bir süre sonra bir mezarlığın kenarından geçerken, Ali Amca düşünüyor:

- Böyle insanlar kabir ahvalini bilirmiş derler. Acaba bu zât da bilir mi?

Sami Efendimiz yavaşça dönüyorlar:

- Ali Efendi, bu bir velinin en küçük hâli.


Mendeme denilen yerle Dereköy arasındaki yarım saatlik yolu himmetleriyle bir kaç dadikada almışım.

Köyde hazırlıklar yapıldı. Herkesi dayanılmaz bir sevinç ve heyecan kapladı. Allah dostunu, Allah için seven insanların gönüllerinde muhabbet rüzgarları esti. Saatler süren, hiç kimsenin bitmesini istemediği feyizli sohbetler oldu.

Bir sohbetin akabinde, Efendimizi annemin mezarına götürmek niyetiyle, ayakkabılarını hazırladım.

- Hayrola Hasan Efendi, annenizin kabrine mi gideceğiz? buyurdular.

Efendimiz önde, ben arkada, köyün dolambaçlı yollarından yürüyerek gidiyoruz. Mübârek lisanları boş durmuyor, bana öğüt veriyorlar:


- Hasan evlâdım, ölüm insana gözün akıyla karası gibi yakın. Dünya hayatı da insanın suya kafasını sokunca geçirdiği süre gibi. Ne kadar durabilir insan? Biraz sonra bunalır ve kafasını çıkarır. Kafamızı suya soktuğumuz dünya. Dışarı çıkardığımızda ahirettir.

Mezarlığa vardık, eliyle koymuş gibi annemin kabrinin başında durdu, okudu, duâ buyurdu. Aynı zamanda keşif ehli olan babam daha sonra haber veriyor:

- Vallahi Hasan, Sami Efendimizin okuyarak geçtiği hiçbir mezarda kabir azabı kalmadı....

Annemin de bu ziyâretten son derece memnun olduğunu mânen haber alıyoruz. Sohbet, muhabbet, füyûzât... Âdetâ mânevî bir bahar yaşadık o günlerde.


O günün imkânlarıyla Postalı Osman, katırla götürecekti Efendimizi. Hep beraber uğurladık ve ayrılık yaşları döktük. Yeşilhisar-Niğde yolundaki Höyük tren istasyonuna gidinceye kadar katıra bir saat Efendimiz biniyor, vakti gelince hemen inip;

- Haydi Osman Efendi, bir saat de siz binin, buyuruyorlarmış.

Sami Efendimiz yaya yürürken binmek ne mümkün? Tabiî, edebinden binemiyormuş. Bunun üzerine katır boş gidiyor, dinleniyor,


Mûsâ Topbaş Efendi’nin hayatında en büyük değişiklik Ramazanoğlu M. Sami Efendi’yi tanıdıktan sonra gerçekleşmiştir. Kendisi ile ilk defa 1950 yılında Bursa’da tanıştı. Bu tanışmadan sonra zaman zaman Sami Efendi’nin ziyaretine gitse de esas intisabı 1956 yılındadır.

Kendisi manevi tecrübesini ve intisabını şöyle anlatır: “Muhterem Üstâdımızın huzûr-i âlîlerine girdiğimizde tasavvufa dair hiçbir malumatım yoktu. Bize evrad verecekler yapacağız, o kadar sanıyordum. Manevi terakkî gibi şeyleri bilmiyordum. Maneviyatı zâhirî ders gibi telakki ediyordum… Oysa kalbe kuvvetli bir aşk aşısı yapılıyor. Sâlik zeki ve anlayışlı ise onun farkına varıyor, kıymetini biliyor ve o hali muhâfaza ile terakkî ediyormuş”.


1974 yılı hac mevsiminde Efendi Hazretleri (k.s.), Mekke-i Mükerreme’de bulunuyorlardı. Adetleri üzere ikindi namazını müteakiben Altınoluk’un karşısında oturup tefekküre dalarlardı. Oradaki bir mücavir zat da gelip Efendi Hazretleri (k.s.)’nin dizinin dibine sokulur, kara gözlerini o mübarek yüze diker ve hep mübarek yüzden gözünü ayırmazdı.

Herkes Beytullah’ı zikrederken o yüreğine aşk kıvılcımı düşmüş, Mahmud Sami (k.s.) Hazretlerinin yüzlerine bakmaya doyamayan zata niçin böyle yaptığı sorulunca (tatlı bir tebessümle): “Can meclisinde istek kumaşları dokunuyor, halbuki sizin hiçbir şeyden haberiniz yok.” diye cevap verir.


Zemzem taşıyan sakalar, Efendi Hazretleri (k.s.)’nin gelişini beklerlerdi. Ne zaman bu Ulu Pir, Altınoluk’un karşısında yerini alır, onlar da o zaman sıraya girerler. Efendi Hazretleri de onlarına avuçlarına para koyarlardı. Bu hal, hep böyle devam eder ve hiçbirini de boş çevirmezlerdi. İşte, Mahmud Sami Hazretleri, infak ve ikramı bu kadar çok severlerdi. Çok defa içtikleri çaydan bir yudum alırları, sonra o bardağı teberrüken ihvana ikram ederlerdi.


1979 Hac mevsiminde Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri tarafından mücavir olarak Medine-yi Münevvere’ye kabul buyrulup hicret ederler. 94 senelik ömr-i muazzezlerinde bütün efal ve ahvallerini “Sünnet-i Seniyye”ye uydururlar. “Medine benim evimdir.” diye buyuran Nebi (s.a.v.) Hazretlerinin evlerinde, 12 Şubat 1984’te saat 4:30’da üç defa şehadet parmaklarını kaldırarak, “Allah! Allah! Allah!” diye rûh-ı tayyibelerini Allah u Teala’ya teslim ederler. Cennütü’l-Baki’de Said el-Hudri (r.a.), Fatma binti Es’ed (r.s.) ve Sa’ad b. Muaz (r.a.)’a dünyada olduğu gibi ahirette de komşu olurlar. Cenâbı Hakk Teala bizleri isr-i paklerinden ayırmasın ve şefaatlerine nail eyleyip vasıtalarıyla cennet ve Cemâlullah’la müşerref eylesin. (Amin.)


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Son Nefeste İman
MesajGönderilme zamanı: 20.03.09, 17:57 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Moderator
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 26.12.08, 08:19
Mesajlar: 583
Son Nefeste İman
Dr. İbrahim Es
2000 - Mart, Sayı: 169, Sayfa: 040
Sami Efendi'de (k.s.) İstikamet - Keramet Hassaslığını Anarken!..

Bir seneden daha fazla bir zamandı. Kasım başlarıydı sanırım. Çiçekçi İbrahim Efendi, vefat edeceği hastalığın üstesinden gelmeye çalışıyordu. Gönlü "lâ taknetü mir-rahmeti'llah" Allah'tan ümidinizi kesmeyiniz ilâhî hitabının sırrına ayna olmuş, bizlere hep sevimli yüzüyle ümit saçıyordu. Kendisi, o sırada muhterem Adnan Bey'in hanelerinde, ikamet ve istirahat ediyordu. Fakiri, lâyık olmadığımız halde severdi. Tabii biz de onu... Ziyaretine vardık, elini öptük, hal-hâtır soruşturması derken, her zaman ki âdeti üzere "hadi bakalım Kur'ân'dan bir sayfa açalım, bize Allah'ın sözlerini anlat" sözleriyle sohbeti başlatmış oldu. Bazan o, bazan biz, tevafukla açılan sayfada Bedir Ashabı'nın, savaş çilesinden kazandığı iman gücünü (ve li-yumahhısallâhü'llezine âmenû..) konuşa konuşa sohbeti sürdürdük. Sonunda "Ve'l-asri" okundu, sohbet noktalandı. Biraz tefekkür ve murakabe sessizliğinden sonra, fakire, "Hocam balkona çıkalım, size bir şey göstereceğim, ardından da üstadım Sami Efendiyle aramızda vuku bulan bir hatıramı yâdedeceğim" dedi. Balkona çıktık, tevâfuk o ya, hava güneşliydi. Hemen sandalyelere oturduk. Biraz soluklandı.

Çok geçmeden çay servisi yapıldı. Şekerler atıldı, çaylar karıştırıldı. Çaylarımızı yudumlamaya başlarken, parmağıyla, çok aşağılarda Ulus'tan gelen yolun sağ tarafında kavaklık küçük bir yeri işaret ederek, "Bak hocam, bak; görüyormusunuz şurayı. Kaç gündür orası dikkatimi çekiyor. Manen, oradan kara kara dumanların çıktığını görüyorum. Orası galiba gayr-i müslim mezarlığı" dedi. Dikkatle baktık, ama gösterdiği yerin mezarlığa benzer bir yanı yoktu. Kendisi, o bölgenin mâhiyetini, civarda sordurtmuş, ve orada eskiden gerçekten bir gayri müslim kabristanı olduğunu öğrenmişti. "Çiçekçi Baba" dedim, o siyah bulutların gayr-i müslimlerin ruhları olduğunu nasıl anladınız?" O da "Bak hocam size anlatayım nasıl anladığımı" karşılığını vererek, bir süre dur-gunlaştı. Ufuklara doğru sâbitlenen gözlerinde nemler gözüktü. Belli ki, sadık dostu ve muhterem efendisi Sami Efendi'yi düşünüyordu.

Çok geçmeden konuşmasını sürdürdü: "Hocam sülukumun bir döneminde, tayy-ı zamana ve tayy-ı mekan olayı yaşadım. Bedenimin maddiliği gitmiş, göklerde Kabe'ye doğru yolculuk yapıyordum. Çok zevkli bir şeydi bu! Yolda, bazan beyaz, bazan da siyah bulutlarla karşılaşıyordum. İçlerine dalıp dalıp gittim. Ama bu maneviyat âleminde siyah bulutlar neyin nesiydi, iyice merakımı çekmişti. Ertesi gün baktım, bir telefon geldi, 'Hadi Çiçekçi, Sami Efendi seni acele istiyor, hemen devlethaneye gel!' dediler. Apar topar atladık arabaya gittik, devlethaneye!..

Hemen huzura alındık. Baktım Efendimin yüzü oldukça endişeli... Bir iş var yine galiba dedim, vardım, saygıyla nur saçan ellerinden öptüm. Yer gösterdi, oturdum. Hemen sadede gelerek "İbrahim Efendi Evladım! Bizim yolumuzda, keramet değil, istikâmet esastır. Kur'an-ı Kerim'de Allah, Hud Suresinde (Festekım kemâ umirte..) buyuruyor. Yani, emirolunduğumuz gibi dosdoğru olacağız. Kerametler, kulu gurura sevkeder, yolda alıkor. Siz, kerameti değil istikameti tercih ediniz. Dün gece yaşadığınız olaydan haberimiz var. Öyle şeylere sakın rağbet etmeyiniz. Ve o hâl sizden, sizin üzerinizden alındı, bir daha olmayacak" dedi. Sevgili Efendim bana, olmayacak, deyince, ben olacak der miydim? Evet Efendim, diyerek kendisine can ü gönülden arz-ı inkıyâd eyledim. Ancak istifsar için, "Efendim, yolculukta önüme çıkan, o siyah bulutlar neyin nesiydi", diye sorduğumda, "Evladım onlar, kâfirlerin ruhlarıydı, beyaz bulutlar da mü'minlerin" cevabını verdi. Çiçekçi Baba konuşmasının bu yerinde "İşte hocam, o yolculukta gördüğüm siyah bulutların, aynısı, aşağıda aynen zuhur ediyor. Ondan anladım" dedi.

Rahmetli Sami Efendimiz Hazretleri (k.s.) Anadolu'dan bu tür keramet yönünde olaylarla karşılaşıp gelen her talebesine, "Kerameti gizlemek en büyük keramettir" veya "İstikamette olmak, kerametin en büyüğüdür" der ve bu tür halleri, onların üzerlerinden alırdı.

Yine bir defasında kendisini ziyarete gelen biri, "Acaba ne keramet zuhur edecek Sami Efendi'den (k.s.)" diyerek, o yönde bir beklenti içinde sohbeti dinlemiş, ancak hiç bir keramet bulamamıştı. Sohbet bittiğinde Sami Efendi'nin (k.s.) şu yöndeki bir sözü ile ziyaretçinin yüzü kıpkırmızı olmuş, hayli utanmıştı: "Bir sâlikin keramet peşinde koşması, onun derecesinin düşük olduğunu, hatta yolda kaldığını gösterir. Aslolan istikameti taleb etmektir. Peygamber Efendimizin (s.a.) ümmetinin en büyüğü Hz. Ebû Bekir'di (r.a.). Bu büyük zattan hiç keramet zuhur ettiğini duydunuz mu?"

Sami Efendi Hazretlerinin (k.s.) üstadı da, tam bir asır önce, benzeri bir konuda, buna yakın bir cevap verir ve karşısındaki bir Hadis müderrisini tam kalbinden etkileyerek ayağının yere basmasını sağlar. Süleymâni-ye Medresesi'nden emekli Hadis müderrisi Salih Efendi, ömrünün son demlerinde tasavvuftan da nasib almak ister. Allah'ın kaderde tayin ettiği mürşidini aramaya koyulur. İstanbul'daki tüm sûfi simalarla görüşür, sonunda Kelâmî Dergâhı post-nişîni Muhammed Esâd Er-bilî Hazterlerinde (k.s.) karar kılar. Yanına varıp elini öper ve ona "Araştırdım ve gördüm ki devrimizin en büyük, kutbu, en büyük gavsi sizsiniz" der. Şeyh Es'ad Erbîlî (k.s) ona: "Hocaefendi, bize kutubluk verilirken yanımızda değildiniz. Dolayısıyla bilmiyorsunuz. Biz, aslında kutub falan değiliz. Sizin hüsn-i zannınıza göre şeyhiz ve kutubuz" cevabını vererek, müderrise şu soruyu yöneltir: "Hocaefendi! söyleyin bu ümmetin en büyüğü kim, Peygamber Efendimiz (s.a.)'den sonra?" Cevap hemen gelir: "Hz. Ebû Bekir (r.a.)!"

"Peki hocaefendi" der Esad Erbîlî Hazretleri (k.s.); "Hz. Ebû Bekir'e (r.a.) son nefeste imanla ölme garantisi, hayatta iken verildi mi?"

Cevap yine hemen gelir: "Hayır, zira Peygamberlerin dışında hiç bir ferde, son nefesde imanla ölme garantisi verilmemiştir."

Ve Es'ad Efendi Hazretleri (k.s.) son cümlesini söyler "Bu ümmetin en büyüğüne bile imanla ölme garantisi verilmemiş iken, bu âcizin son nefeste durumu ne ola ki? Bizim sonumuz ne olacak? Yıllardır bu havf ile yaşıyoruz. Acaba imanla ölebilecek miyiz? Nerde kaldı şeyhlik, nerde kaldı kutubluk, son nefesde iman, son nefesde iman"

Ve Şeyh Es'ad Efendi Hazretleri ağlar, müderris ağlar, yazan ağlar, okuyan ağlar, Allah (c.c.) onların hürmetine, bizlere son nefesde iman nasib eylesin!

Allah (c.c.) bizleri şefaatlerinden mahrum etmesin efendim! Amin bi hürmetil Seyyidil'l-mürselîn.



Fatihalarla... / H. Avni DURUSOY Ağabey'in Ardından

Muhterem Mahmud Sami Ramazanoğlu Hazretlerinin yadigârlarından Hatay Kırık-hanlı H. Avni Durusoy Ağabey dar-ı bekaya irtihal etti. Bir ömrü Allah, Rasulullah ve Hak dostlarına bağlılıkla geçiren Avni Ağabey muhabbeti, hizmeti ve kul hakkına hassasiyetiyle temayüz etmiş bir güzel insandı.

Kırıkhan'a hac yolculuğuna gidenlere veya yolculuktan dönenlere hizmet etmek en büyük zevkiydi. Evlerinden birini bu hizmete tahsis etmişti. Ömrünün son anına kadar bu hizmeti zevkle yaptı. Ama bundan bir şeyler ummak bir yana karşılıklı ilişkilerin kendisine müteallik bir kul hakkı doğurup doğurmadığı hususunda endişeleri vardı. Ölümünden üç gün önce sanki ölümünü haber verircesine vasiyetini yaparken bu hususu da mahdumlarına açmıştı: "Acaba tüm kardeşlerimle nasıl helalleşebilirim." diye sormuş ve bu konudaki hassasiyetini göstermişti.

Güzel insanlar güzel insanların yanında yöresinde yetişiyorlar. Aramızdan ayrılan her güzel insan, sadece yakınlarının değil, kendisi gibi güzelleşmelerine vesile olacağı insanların da yetim kaldığı bir boşluğa sebep oluyor. Bu şekilde geride yetim kalanlar ancak güzellikleri devam ettirme azmi içerisinde oldukları ve bu güzel insanların hassasiyetlerini sahiplenebildikleri ölçüde boşlukları doldurabiliyorlar. Geliniz aramızdan yeni ayrılan bu güzel insanın hassasiyetini anlamaya gayret edelim. Üzerinde kul hakkıyla gitme ihtimali yüzünden tir tir titreyen Avni Ağabey'in inceliğine hüsn-ü şehadetle mukabele edelim. Ruhuna bir Fatiha ve üç ihlas okuyarak haklarımızı helal edelim ve Rabbimizden, bu güzel insanda numunelerini gördüğümüz muhabbet, hizmet ve hassasiyetten hisseler niyaz edelim.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Mahmud Sami Ramazanoğlu Efendi (k.s.)
MesajGönderilme zamanı: 26.03.09, 00:37 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Moderator

Kayıt: 01.01.09, 18:04
Mesajlar: 145
Konum: http://askinsonhecesi.com
Allah razı olsun


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 5 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 3 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye