sufiforum.com
http://sufiforum.com/

Hz. Pîr Ramazanoğlu Mahmud Sami Efendi (Kuddise Sirruh)
http://sufiforum.com/viewtopic.php?f=41&t=110
1. sayfa (Toplam 3 sayfa)

Yazar:  wera [ 24.12.08, 13:20 ]
Mesaj Başlığı:  Hz. Pîr Ramazanoğlu Mahmud Sami Efendi (Kuddise Sirruh)

Ramazanoğlu Mahmud Sami (Kuddise Sirruh)

Vefâtının 18. Sene-i Devriyesinde bir Allâh Dostundan Hâtıralar

Ahlâk-ı hamîdeleri

Çok hassas, merhametli, afv edici ve saymakla bitmeyecek, daha pek çok ahlâkî vasıflara sahiptiler. Her hâlleri ile evlatlarına örnek olmaya çalışarak yaşarlardı. Rabia annemiz, şöyle anlatırlardı:
"-Mahmud Sami Efendi, daha fakülte yıllarındayken Es'ad Efendi'yle tanışmış ve çok muhabbetle bağlanmış. Akşamları dergaha gelir, talebelerin topladıkları çalı çırpı ile ateş yakar, onların çamaşırlarını yıkar, çöplerini döker, hizmetlerini görürdü. Geceleri en geç yatıp, sabah en erken kalkarak yine hizmete başlardı.
Sami Efendimiz günlerini, dakikalarını hesap edip, hiç boşa geçirmezlerdi. Söz verdikleri zaman tam vaktinde hazır olurlardı. 27 yıla yakın hizmetinde bulunmuş olan Musa Efendi şöyle anlatırlar:
"-Uzun yıllar yakın hizmetinde bulunmak nasib oldu. Onun vakte hassasiyetine pek çok kereler şahid olduk. Hatta bir defasında saatimizin ayarı bozulduğundan birkaç dakika gecikmiştik. O sırada kendisi arabaya oturmuş, bizi bekliyorlardı. Bize manalı manalı baktılar, o da fakire bir ömür boyu yetti."
Efendi baba, yaşayarak örnek olurlardı. "Niye böyle yaptın? Neden öyle?" demezlerdi. Ağızları sanki kilitliydi. Kendileri de hizmet eder, dikkat çekmek istemezlerdi. Afv etmede, hoşgörüde emsali yoktu.
Tren ve vapur gişelerinde bekletmezler, daima bozuk para bulundururlardı. Zira oradaki kısa bir geciktirmenin de "kul hakkı"na girmek olacağından korkarlardı.
Ayrıca Karaköy'den Eminönü'ne kadar olan mesafeyi zaman zaman yürürler, o meblağı da sıhhatinin şükrü olarak tasadduk ederlerdi.
Yolculuğa çıkarken iğne, iplik, çakı, kibrit, sabun, çengelli iğne, kağıt, kalem gibi eşyaları yanına alırlardı. Daima huzur-i ilahide olduğunu tefekkür eder, her nefesinin son nefesi olabileceği dikkatiyle yaşardı.
Her zaman abdestli bulunmaya çalışır, bazen abdest üstüne abdest alır ve "nûrun ala nûr: nur üstüne nur" derlerdi. Ellerini normal zamanlarda ağır ağır yıkarken, bekleyenler varsa acele ederlerdi. Namazı yalnızken uzun kılarlar, cemaatle kılarken veya bekleyenler varsa kısa tutarlardı.
O zamanlar teravih namazları evlerde kılınırmış. Sami Efendi, hafızlara çok hürmet gösterir, bildikleriyle amel edip, Kur'an-ı Kerim'in haysiyetini koruyan hafızların ellerinden öpmeye çalışırlarmış. Evlatlarının dini seviyelerine göre onlara muâmele ederlermiş.

Manevi evladlarıyla

Bir seferinde evlatlarından birisi gelmiş, ve vazifelerini yapamadığını haber vermişti. Bu vazifeyi kendisinden almasını rica etmişti. Bunun üzerine evladının vazifesini de kendi üzerine alıp, o evladını da bırakmamıştı. Çok kısa bir süre sonra vefat eden evladının, bu zor ve sıkıntılı halinde de manen yardımcı olmaya çalışmışlardı.

Bir gün, damatları merhum Ömer Kirazoğlu Bey'e:
"-Çoban sürüsünü güzel gütmelidir. Hasta ve cılız koyunları gerekirse sırtlanmalı ve sürüye yetiştirmelidir. Bizler de sürünün koçu olup, öne çıkanlardan, yol açanlardan olmalıyız." buyurmuşlardı.

Bir gün kardeşlerden bir tanesi, kendi kendine "ne kadar boşum!" diye içinden geçiriyor. Mevzuyu bir anda oraya getiren Mahmud Sami Efendi:
"-Bir tren düşünün. Bir yerden bir yere giderken vagonlarının bir kısmı boş, bir ksımı doludur. Ama o trenden kopmayan vagonlar er-geç maksuda erişir." buyururlar.
Bu yolda "terakki" etmenin lüzumuna işaret ederek:
"-Bu yolun basamakları var, biraz ilerleyelim. Elifba'da kalmayalım, Kur'an'ın hakikatine erelim." buyurmuşlardı.

"Kalbin saflaşması" hakkında şöyle misal verirlerdi:
"-Bir sanat eseri, düz zeminde belli olur. Karma karışık bir duvara asılan bir tablo yeteri kadar takdir edilmez. İşte kalb de böyledir. Gillu guştan, fuzuli şeylerden arındırmadıkça onda zikrin nuru görülmez."
"Bir bahçe, ayrık otlarından, dikenlerden temizlenmeden, gübrelenip, çapalanmadan bir şey vermeyeceği gibi kalb de fanilerden, masiyet, maddiyat ve dünya muhabbetinden temizlenmedikçe semere alınmaz."

Bu yolun rehbersiz geçilemeyeceği ile ilgili de:
"-Önünü görmeyen bir ama, buna rağmen bir asa veya kılavuzun yardımına da müracaat etmiyor ve yalnız gitmek için inat ediyorsa, nihayetinde bir merdivenden yuvarlanması, bir çukura düşmesi mukadderdir." buyururlardı.

Nasihat dinlemek istemeyen evlatlarına şu beyitleri okurlarmış:

Sen bu gaflet uykusundan ne acep uyanmadın
Serseri gezdin cihanda, ey deli, uslanmadın
Bunca yıldır ömrünün sermayesini ettin talan
Bir kez olsun bu aşkın şarabına parmağını banmadın


Bazı günler, ellerini açar:
"-Ya Rabbi! Bilmiyorlar da yapmıyorlar, hiçbir evladımdan geçmem! Onları afv et." diye göz yaşı döker, niyazda bulunurlarmış. İşte nebevi ahlak!..

Ailesiyle

Rabia annemiz bu yolda çok hizmet etmişler, Mahmud Sami Efendimize ömrünce "Hayır!.." kelimesini kullanmamışlardır. Sami Efendi, evlatlarını evinde ağırlar, onlara çeşit çeşit ikramlarda bulunurmuş. Bunları zevk ve hizmet aşkıyla hazırlayan Rabia annemizden zaman zaman helallik ister ve:
"-Evlatlarıma çok hizmet ettin. Hakkını helal et!" derlermiş.
Kendisine yardımcı olacak bir hizmetçi tutulmasına razı olmayan Rabia anne de:
"-Ben de buradan kazanayım." dermiş.

Bir defasında Rabia annemiz, Sami Efendimize:
"-Evlatların karşına geliyorlar. Hallerini de biliyorsun. Arada sırada tembih et de, gevşeklik göstermesin ve vazifelerine riayet etsinler." demiş. Sami Efendimiz:
"-Hatun, bilmezsin, bu zamanın insanını okşayarak durduruyoruz, yoksa elimizden kaçırırız." buyurmuşlar.

Sohbetleri

Sohbetlerinde sık sık "kalb" hakkında konuşurlarmış. Kalb mevzuunda çok durur, "küpte ne varsa, dışarıya o sızar." derlerdi. "Kalp sağlam olursa bütün azalar sağlam, o fâsid olursa bütün beden bozulur" buyururlardı.

Kalp tasfiyesi için,
1. Daimi zikrullâh hali,
2. İlim meclislerinde bulunmak,
3. Ölümü çokça anmak,
4. Salihlerle, sadıklarla beraber olmayı tavsiye ederlermiş.

Nefis tezkiyesine ulaşmak için de:
-Helale dikkat etmenin,
-Az yemenin,
-Az uyumanın,
-Az konuşmanın,
-Az gezmenin gerekli olduğunu anlatırlarmış.

Bir kişi televizyon hakkında soru sormuş, Sami Efendi ise kısa ve açık olarak şöyle buyurmuşlardır:
"-Kalbi meşgul eder, huzura manidir!"

Baha bey isminde bir doktor vardı. Bir sohbet esnasında ayağa fırlamış ve:
"-Siz zamanın Abdulkadir Geylanisi'siniz." diye bağırmıştı.
Hazret, yanlış söylememek ve tevazuyu korumak üzere, cevap vermemişler ve "bir aşr-ı şerif okuyun" buyurarak mevzuyu değiştirmişlerdir.

Vefatına yakın zamanlarda validemiz odaya girdiklerinde çok güzel kokular hissetmiş ve mübarek yüzleri pür-neşe, şöyle buyurmuşlar:
"-Halil İbrahim -aleyhisselam- ve Cebrail -aleyhisselam- tebşîrât için geldiler." Bu sözden yaklaşık 20 gün sonra dar-ı bekaya irtihal etmişler.

10 Cemaziyelevvel 1404 (12 Şubat 1984) yılında, sabaha karşı 04:30'da Rabbini zikrederek O'na kavuşmuştur.

Ömrünce ayağını uzatarak oturmadığı ve sırtını bir yere dayayarak bir lokma yemek yemediği gibi, vefatından sonra bacaklarını uzatmamış, cenazesi bu halde yıkanmış, kefenlenmiştir. Namazı Ravza'da kılınıp Cennetü'l-Baki'ye gelinceye kadar yine ayaklarını uzatmayan bu mübarek zat, kabre yerleştirenlerin şehadetiyle, ancak kabre konulurken ayaklarını uzatmışlardır.

Allâh rahmet eylesin.
Şefaatinden bizleri de hissedâr eylesin.
Ruhuna bir Fatiha-i şerife, üç ihlas-ı şerif okuyalım...

Zahide Topcu

Yazar:  wera [ 24.12.08, 13:21 ]
Mesaj Başlığı:  Re: Ramazanoğlu Mahmud Sami (Kuddise Sirruh)

Bekir Haki Efendi Sâmi Efendi'yi sevip takdir edenlerdendi ve Sâmi Efendinin bir sohbetinden dönerken şunları söylüyordu.

"Bu zenginleri saatlerce diz üstü sessizce oturtmak. Boğazdan gelen bir gemiyi Sarayburnu'nda bağlamaktan daha zordur. Bizler bu işi yapamayız. Bunu ancak Sâmi Efendi yapabilir."

Bekir Haki Efendi belki bunları söylerken Es'ad Efendi'nin Sâmi Efendi'ye verdiği icazetnamede çizdiği irşad stratejisinden habersizdi. Es'ad Efendi şöyle diyordu:

İcazetnamede "Ne ticaret, ne de alışverişin Allah'ın zikrinden alıkoyamadığı kimseler vardır." (Nur, 37) ayeti celîlesinin ilan hükümlerine vakıf olan muhterem ihvanımıza arz edebilirim ki, bâtınını tasfiye ve nefsim tezkiyeye talib olanların... Sâmi Efendi'nin sohbetlerine devam ve açıklayacağı usûl ve adaba gösterecekleri gayret ve ihtimam sayesinde bu isteklerine kavuşacaklarda şüphe yoktur. " (Mektubat, 134 Mektup sh. 361)

Sami efendi,oldukça varlıklı olan ailesinden kalan mirası kabul etmemiş,ömrünün sonuna kadar bir kereste atölyesinin muhasebesini tutarak elinin emeğiyle geçinmişti.onun halindeki bu dünyalığa karşı istiğna hali,böyle insanlar üzerinde tesir edebilmesine neden olmuştur diye düşünüyorum.

***

Şam Günleri

Osman Şevket Yardımedici Hoca anlatıyor...

Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.)nun hayatındaki önemli bir dönem

Altınoluk: Muhterem hocam merhum Mahmud Sami Ramazanoğlu Efendi Hazretleri ile ilgili hatıralarınızı dinlemeye geçmeden evvel isterseniz sizleri kısaca tanıyarak başlayım sohbetimize.

Osman Şevket Yardımedici: 1933 Kahramanmaraş doğumluyum. Tahsilimin ilk yıllarını yine Kahramanmaraş’ta yaptım. O yıllar K.Maraş'ın ileri gelen hoca efendilerinden Güllü Hoca ismiyle maruf Çarşıbaşı Camii'nin imamı ve müezzini aynı zamanda hafız yetiştirme okulu da diyebileceğim Hafız İbrahim Efendi'de Kur'an-Kerim dersleri almaya başladım. Hafızlığımı ise âmâ Kilepçi Hafız Mustafa'da devam ettirdim. 12 yaşlarında hafızlığımı bitirdikten sonra yapacak bir şey gidecek bir yer olmayınca dört sene kadar Mehmet Efendi diye maruf pek muhterem bir üstadın yanında terzilik yaptım. Mehmet Efendi’nin yanında sözde terzilik yaptım ama özde kendisinden çok şeyler öğrendim. Ruhen bizi yetiştirdi. Meslek-i ilmiyeye intisap etmemize sebep oldu...

1949 yılının Kasım ayında İstanbul'a geldim. İstanbul'da Nuru Osmaniye Kur'an Kursu hocalarından Hafız Hasan Akkuş hoca efendinin yanında ilim tahsilime kaldığımız yerden devam etmeye başladım. Bir taraftan tecvit üzerine hafızlığımı kuvvetlendiriyor bir taraftan da İstanbul'un önde gelen hoca efendilerinden Arapça dersler alıyordum. Hatta bir ara Hattat Halim hocadan hüsnü hat dersleri aldım. 1950'nin sonlarına doğru Nuru Osmaniye'deki talebelik dönemimi tamamladım. Hafızlık diplomamızı düzenlenen büyük bir merasimle aldıktan sonra tahsilimi yurt dışında devam ettirmek istediğimi Bekir Haki hocamıza açtım çok memnun oldu. Kendisi merhum Hacı Musa Topbaş beyefendi ile çok yakın arkadaştılar. Bana “Musa Topbaş beyefendi ile bir görüşeyim senin yol paranı kendilerinden alalım” demişti. Nitekim de öyle oldu ve 1951'in Ağustos ayında Haydarpaşa'dan trenle Halep'e oradan da Şam'a geçerek Suriye maceramız başlamış oldu.

Mahmud Sami Hazretleri ile Tanışma

Şam’daki günlerimize geçmeden önce çocukluk dönemimize ilişkin olarak merhum Mahmud Sami Ramazanoğlu ile tanışma serüvenimizden de bahsedeyim.

Merhum pederim Hacı Mustafa Yardımedici ayakkabı imalatı ile uğraşırdı. Fakat tam bir Kur’an aşığı idi. Rahmetli, memlekette imal ettiği ayakkabıları Adana, Tarsus, Mersin ve Ceyhan gibi civar şehirlere götürür satardı. Yine bu tür seyahatlerinin birinde Adana'ya gidiyor. Kendisi Maraş milli mücadelesinin kahramanlarından ve öncüsü bir zat olan Maraşlı Şeyh Ali Sezai Kurtaran efendiye intisaplı idi. Kadiri ve Rufai yolları’nın derslerini yapardı.

Bu gezisinde, bir zatın delâletiyle Sâmi Efendi Hazretlerini ziyaret ediyor ve ondan da ders alıyor. Üstelik Sâmi Efendi Hazretleri babamı, Maraş’ta ders almak isteyenlere yardımcı olmakla vazifelendiriyor.

Bundan sonra babam Adana'ya her geldiklerinde merhum Mahmud Sami hazretlerini ziyaret ediyor. Bir ziyaretlerinde bizlerden söz açılınca “hafız efendileri bu Ramazan Adana'ya getirseniz de bizim Ulu Cami de mukabele okusalar, onlar açısından da iyi olur” diyor.

Üstadın o sözü üzerine babam bizleri o sene Adana'ya götürdü. O zamanlar Sami Efendi 50-53 yaşlarında fakat oldukça genç görünümlü, enerjik bir yapıdaydı. Fakat yine de o bilinen zayıflığındaydı. Bizler mukabele okurken gelir, kendisini görüp de utanmayalım diye bizlerin göremeyeceği bir şekilde cami içindeki herhangi bir sütunun dibine oturur ve mukabeleyi dinlerlerdi. Mukabele bittikten sonra namaza kalkıldığında ancak kendisini görür elini öperdik. “Aferin hafız efendiler” deyip başımızı okşardı. 1943 veya 44 senesinin Ramazan ayında da Adana'da idik. 1945 senesinde de manevi dersimizi aldık.

Şam’a Gitmek için Mahmud Sami Hazretlerinden İzin

Eğitim için Şam'a gitmeye karar verdiğim 1951 yılında Mahmud Sami hazretleri Tuzla'daki içmelere gitmek için İstanbul'a gelmişlerdi. İstanbul’da bulunduğum sıralarda kendileriyle Eminönü’ndeki Yeni Cami’de bir öğlen namazında beraber olma imkanı buldum. Şam’a gitmek istediğimi bu görüşmemizde kendilerine anlattım. Onlar da muvafık buldular ve dua ettiler. Ellerini öpüp Şam yolculuğuna çıktım.

Şam'da bizdeki İmam Hatip Liseleri benzeri iki tane okul vardı. Küçük bir mülakattan sonra bu iki okuldan biri olan “Mahed-il Ulum-u diniyye” lilcemiyyetul Garda’ya kaydımı yaptırdım. Hem orta okulu hem de liseyi burada tamamladım. Bu arada sadece okul dersleri ile yetinmeyip dışarıdan Şam'ın ileri gelen büyük alimlerinden sürekli ders almaya devam ettim. Altı sene bu şekilde eğitimimi sürdürdüm.

Şam Günleri

Sene 1953’de hacıların dönüş yaptığı aylardı. Derslerimizi tamamlamış, yemeğimizi yemiş, istirahata çekilmiştik. Okulun camisinin müezzini Yusuf Ferid,(“Şeyh Osman, şeyh Osman eyne ente”) “nerelerdesin” diye bağırıyordu. Çıkıp baktım. “Buyur Yusuf Efendi” dedim. “Hacdan gelen ve muhtemelen Türk olan bir zat seni görmek istiyor” diyordu. “Kim ola ki” diye düşünürken Yusuf Efendi adının “Şeyh Sami” olduğunu söyleyince heyecanla yerimden nasıl fırladığımı bilemiyorum. Yusuf efendiye misafirin nerede olduğunu sorunca “üstat Abdulvahab Selahi’nin evindeler” dedi. Abdulvahap Selahi, Halbun Camii’nin imamıydı. Kendisi aynı zamanda orada cehri zikirler yaptırırdı.

Hemencecik abdest aldım. Güzelce giyinip kuşanıp Abdulvahap Efendi’nin evine doğru yola çıktım. Eve gelince kapıyı vurdum. İçeriden tok sesle birisi “Faddal” (buyur) diyince içeri girdim. Sofra kurulmuş, Sami Efendi de baş tarafta oturuyordu. Hac dönüşü olduğu için yorgun gözüküyorlardı. Yanı başlarında da Konyalı halıcı Mehmet Saraç beyefendi vardı. Üstadımızı karşımda görünce ne kadar sevindiğimi anlatamam. Babam gelse o kadar sevinirdim herhalde. Vardım ellerini öptüm ve yanlarına oturuverdim. Sofraya oturdum ama bir taraftan da üstadın Şam’da kalıp kalmayacağını öğrenme telaşına düştüm. Heyecanla eğilerek kendilerine “efendim ne kadar kalmayı düşünüyorsunuz” diye sordum. “Dönmeyeceğiz buraya hicret ettik” deyince bu benim için büyük bir bayram müjdesi oldu.

Abdulvahap Efendi “yarın Sami Efendi’yi Şam’ın bir köyüne götüreceğiz sen de gel” dedi. Efendi hazretlerine “Ben de geleyim mi efendim?” dedim. “Tabii” dedi. Bu arada yanlarına ilk vardığımda beni iki defa gözleriyle baştan aşağıya süzüşünü hiç unutamam. Tabi kıyafetlerim dikkat çekici idi. O sıralarda Mısır’dan gelme güzel bir cüppem ve sarığım vardı onları giymiştim. Türkiye’ye döndükten sonra askere gideceğim zaman yedek subay kıyafetiyle kendilerini ziyaret ettiğim zaman da fakiri aynı şekilde baştan aşağıya süzmüştü. Kendilerine şaka yollu “Efendim fakiri, evladınızı unuttunuz mu?” deyince “İnsan hiç Şam arkadaşını unutur mu?” demişti.

Ertesin gün Abdulvahap Efendinin bahsettiği köye gittik. Bu arada Konyalı Mehmet Saraç bey Emevi Camii’nin yanında eski bir Şam evi satın almış. Harabe şeklinde bir evdi. Üstadımızla oraya yerleşmişlerdi. Bir gün Sami Efendi “Oğlum sizin hiç boş zamanınız oluyor mu?” dedi. “Evet efendim” dedim. “Öğleden sonra bir dersimiz var ondan sonra akşama kadar boş bir vaktimiz var” dedim. “Haftanın iki-üç gününde boş vakitlerinizi bize tahsis eder misiniz?” deyince “memnuniyetle efendim” dedim. “Sizinle beraber bütün hocalarınızı, meşayıhı, ulemayı ziyaret etmek istiyorum. Evvela senin hocalarından başlayalım” dedi. Başta da söylediğim gibi fakir okul haricinde de pek çok hoca efendiden ders alıyordum.Dolayısıyla okul haricinde pek çok hoca efendi ile yakinen tanışıyordum.

Eli Boş Gitmezdi

Haftada bir gece meşhur muhaddis Nasuriddin Elbani’nin babası Hacı Nuh Elbani (Arnavuti) ile fıkıh dersleri yapıyorduk. Hacı Nuh Efendi koyu Hanefi ekolündendi. Nasuriddin ise Selefi idi. Yani babasıyla tamamen zıt giderlerdi. Babasıyla hiç araları yoktu. Babası İmamı Azam derdi başka bir şey demezdi.

Üstadımızın güzel hasletlerinden bir tanesi de gittiği hiç bir yere eli boş gitmezdi. Mutlaka bir şeyler götürürdü. Ziyarete gitmeden evvel yine bir şeyler hazırlandı ve hep beraber Hacı Nuh Efendi’ye gittik. Efendi hazretlerinin iştirakiyle yine mutat dersimizi yaptık. Ders Efendi hazretlerinin çok hoşuna gitti. Fakire,“Bu kitaptan bize de temin etseniz biz de derslere devam etsek bir mahsuru var mı” diye sorunca ben de “Ne demek efendim şeref duyarız” dedim. Hacı Nuh Efendi'nin de salih kimselere çok hürmet gösterdiğini hatta “Bulsak esaslı bir Nakşi tarikatı şeyhi de intisap etsek” dediklerini kendilerine ilettim. Bir müddet gündüzleri fıkıh derslerini beraberce yapmayı sürdürdük. Efendimiz tevazuen gelirlerdi. Daha sonraları bu ders halkamız bir hayli genişledi. Diğer Türk talebeler de katılmaya başladı. Efendi hazretleri bir gün bana “Hafız efendi sizin bu derslerden sonra tasavvufi bir sohbet yapsak olur mu?” dedi. “Çok yerinde olur efendim zaten bizim ve buradaki arkadaşların bu tarz bir sohbette ihtiyaçları var” dedim. “Arkadaşlar bir şey demezler mi?” diye sorunca “ne diyecekler efendim bilakis teşekkür ederler” dedim.

Kendisinde Ruhul Beyan Tefsiri bulunuyordu. Bendeniz de İmamı Rabbani'nin Mektubatı'nı buldum. Üstadımız bu iki eserden sohbetler hazırlar, fıkıh dersimizi bitirdikten sonra yarım saat kadar tasavvufi bir sohbeti yaparlardı.

Altınoluk: Sohbeti Türkçe mi Arapça mı yaparlardı?

Yardımedici: Sohbete katılanların hemen hemen tamamı Türkçe biliyorlardı. Dolayısıyla sohbet de Türkçe olurdu. Bu şekilde uzun bir süre devam etti. Bu arada Mahmud Sami hazretlerinin damadı Ömer Kirazoğlu, refikaları, iki mahdumu ve validemiz bir de İzmir'den hacı Tayfur Efendi isminde zatı muhterem Şam'a geldiler.

Şam’da Ziyaretler

Bizim okul her sene mevlit kandilinde okul camiinde bir anma merasimi düzenlerdi. Fakat bu merasim Türkiye'de olduğu gibi sadece mevlit okumakla geçmezdi. Oranın ileri gelen mevlithan guruplarının ilahileriyle merasime başlanır daha sonra kısa bir mola verilirdi. Bu moladan sonra okul tarafından seçilmiş hatiplerden birisi kürsüye çıkarak vaazu nasihatte bulunurdu. O sene de fakir, Türkleri temsilen vaaz vermek için seçilmişti. Üstadımız, Hacı Tayfur efendi, Selahaddin Geylanî, hacı Mehmet Efendi, Şam'ın bütün eleri gelenleri anma merasimine katılmışlardı. Hocamız Hasan Habenneki Suriye'nin en kıymetli alimlerindendi çok saygınlığı vardı. Bu yüzden merasime büyük bir kalabalık iştirak etmişti. İlk önce şu anda Şam'ın Reissul Kurrası Muhammed Kireyim konuştu. Ondan sonra Araplardan bir talebeyi konuşturdular. En son olarak da fakiri takdim ettiler. Güzel bir anma merasimi oldu hamdolsun üstadımız da pek memnun olmuştu. Merasim öncesi Şam'ın ileri gelen ulemasına muhterem üstadımızdan bahsetmiştim. Kendisinin Osmanlı medreselerinde yetiştiğini, Hukuk okuduğunu hatta fakülteden birincilikle mezun olduğunu aynı zaman da manevi önderi olduğu şeklinde bir bilgilendirmeydi bu. Takdimci Hüseyin Hattap bey merasimin sonunda “İçimizde Türkiye'den pek kıymetli bir misafirimiz var” diye üstadımızı orada bulunan ulemaya takdim edince hepsi tazim ve hürmette bulundu. Üstadımız da onlara çok samimi davrandı. Elhasıl sıcak bir kaynaşma oldu. Bu kaynaşmadan sonra üstadımız orada bulunan hocaları bizzat evlerinde ziyaret etmeyi arzuladıklarını belirtti. Ramazan ayında bir Cuma günü Hasan Habenneki Efendi çok güzel etkili bir vaaz vermişti. Üstadımız, “bu güzel konuşmasından dolayı hem kendilerini tebrik ederiz hem de ziyaret etmiş oluruz” diyerek tanışma ziyaretlerine Habanneki Efendi ile başlamamızı arzu ettiler. Randevu aldık ve hoca efendiye gittik. Habanneki hazretleri üstadımızı görünce çok duygulandı. Türklerin ileri gelenlerinden birini evlerinde ağırlamaktan son derece memnun olduğunu belirttiler. Uzun uzun görüştüler.

Hasan Habenneki’nin ardından Şeyh Hüseyin Hattap hocamızdan ziyaret için randevu isteyince çok memnun oldu, “şeref bahşedersiniz aslında bizim onun ayağına gitmemiz lazım” demişti. Randevu günü kendilerini ziyaret ettik. Çok güzel hazırlanmıştı. Bol bol ikramda bulundular. Uzun uzun sohbet ettiler.

Ardından bugünkü Reisul Kurra Muhammed Kireyim hoca efendiyi listeye aldık. Onunla da randevulaşıp ziyaretlerine gittik. O da üstadımızı güzelce ağırladı. Çok ikram ve hürmet etti. Tatlı ayrıldılar. Ertesi gün okulda görüştüğümüzde bana “Ya Şeyh Osman ben aslında meşayıhı pek sevmem pek çoğu cahil olur. Fakat Sami üstat gibi şeyhleri bul getir ben onların abdest sularını içeyim. Bana tasavvufu sevdirdi. Her şeyi ile beni feth etti” dedi. Kendisini üstadımızla tanıştırdığım için de bana teşekkür etti.

Molla Ramazan Buti’yi ziyaret ettik. Bendeniz kendisiyle Kadi Beydavi, mantık gibi ağır dersler okuyordum. Kendisi de Nakşiydi. Üstadımızla çok tatlı sohbet ettiler. Bugün hayattaki Said Ramazan Buti, Molla Ramazan Buti’nin oğludur.

Halil Yasin isminde tasavvufu çok seven bir hocamız vardı onu da ziyarete gittik. İlimden ne öğrendiysem ona borçluyum diyebileceğim bir zatı muhteremdir kendisi. Hocalarımız içinde tek derviş de oydu. Şeyhi Şazeli tarikatından Faslı Muhammed Tilmisani isminde bir zattı. Üstadımız gibi zayıftı. Elini öpmeye eğildiğinizde o sizin elinizi sizden önce öperdi hep.

Dönelim Şazeli Tarikatı’nın şeyhi Muhammed Tilmisani’ye. Randevu aldık oraya gideceğiz. Gideceğimiz yer Cebel-i Vasiun’un ortasında dik bir yokuş. Beraber gittiğimiz hocaefendi oldukça kilolu birisi. Üstadımız zayıf. Kuş gibi uçup gidiyor. Ben de yetişmek için arkasından koşturuyorum. O hoca efendi yetişemediği gibi ayağı kayıp düşecek, her tarafından terler akıyor. Bu şartlarda eve vardık. Muhammed Tilmisani, aynı üstadımızın misafir beklediği gibi merdivenin başında bekliyor. Bu iki mübarek Hak dostunun birbirleriyle bir kucaklaşmaları var, görseniz hüngür hüngür ağlarsınız. Sanki elli senedir birbirlerine hasretmiş gibi o onun elini öpüyor, o onun elini öpüyor. Birbirlerine yeniden yeniden sarılıyorlar. Nihayet baş köşeye oturdular. Orada uzun süre oturdular. Ziyarete gittiğimiz şahıslar içinde en çok onun yanında kaldık. Muhammed Tilmisani tevazu timsali bir insandı. Ayrıca müritlerinin neredeyse tamamı hoca efendilerden. Avam tabakasından çok az müridi vardı.

O sırada Şam’da güzel bir adet meydana geldi. İleri gelen salih insanlar her çarşamba günü kendi aralarında sabah namazını kıldıktan sonra merkezi bir camide kuşluk vaktine kadar “Meclis-i salat’ alennebiyyi sallallahu aleyhi vesellem” (Peygambere Salatü selam okuma meclisi) diye bir toplantı ihdas ettiler. Şam’ın komünizm belasından ve bir takım gayri islâmî cereyanlardan kurtulması için. En az 100 bin salavatı şerife olmak üzere salavatlar okunuyor. İnsanlar kendi bulundukları camide sabah namazını kılıyor ve elinde tespihiyle salavat çekerek toplantının yapılacağı camiye kadar öyle yürüyerek gidiyor. Kaç salavat çektiyse katiplere kaydettiriyor. Yüz bin oldu mu dua ediyorlar. Ondan sonra ayakta zikir yapıyorlar.O mecliste bulunan en saygın şeyh kim ise onun elinden tutuyorlar onu hadraya çıkarıyorlar. O da eliyle işaret ederek zikri yönetiyor. Üstadımızla oraya gittiğimizde üstadımızı hadraya çıkardılar. Üstadımız bir devir döndükten sonra çekildi.

Ondan sonra Selahaddin Geylani’nin evinde bir sohbet tertip edildi. Şam’ın meşayihten, hocalardan, zenginlerden, salih insanlardan ileri gelenleri oraya toplandı. Üstadımız Ruhul Beyan tefsirinden Arapça olarak sohbet yaptı. Kısa zamanda üstadımızın ismi Şam’da, "Eş Şeyh Sami et-Türki" olarak yayılmaya başladı. "Eş Şeyh Sami el-Adanavî" diye de anıyorlardı. Onların en saygı duymuş olduğu Şeyh Bedreddin vardı. Biz Şam’a vardığımızda bütün insanlar ondan bahsediyorlardı. Üstadımız Sami Efendi geldikten sonra Şamlılar; “Şeyh Bedreddin’den sonra Şam’ı bu kadar manevi etkisi altına alan hiçbir kimse olmadı.” dediler. Oysa üstadımızın Şam’da o kadar büyük bir faaliyeti de yoktu.

Bediüzzaman’dan Bir Hatıra

Bediüzzaman hoca efendinin eski talebelerinden Abdülmecid Efendi vardı Şam’da. Çok mübarek bir zat. Eski Kürt alimlerinden. Her zaman da Şam’a inmiyor. Ben bunu anlattım. “Ziyaretine gidelim” dediler. Haber verdik. Gitmek için otobüs durağına gittik. Otobüs beklerken bana ‘bir dakika bekle’ dedi. Nereye gidiyor diye baktım. Vitrinine dizi dizi peksimet dizmiş bir ekmek bayiine girdi. Peksimet alarak geri döndü. “Bunlara, büyük insanlara hürmet etmek lazım” dedi. Otobüse bindik oraya vardık. Abdülmecid Efendi ile sohbete başladılar. Abdulmecid Efendi, Bediüzzaman’dan, okuduğu derslerden anlatıyor. Üstadımız da Bediüzzaman’ın sık sık Esad Erbili Efendi Hazretlerini ziyarete gelmesini anlatıyor. Efendimiz; “Bendeniz Kelami Dergahında hizmet ederken Bediüzzaman hazretleri başında poşusu, belinde silahıyla efevari bir kıyafetle ziyarete gelirdi. Bediuzzaman hazretleri o zaman gençti. Esad Efendimize sorular sorardı. Cevabını alınca ‘Allahü ekber’ der hemen ayağa kalkardı. Esad Efendi’den Kadiri tarikatından ders aldı. Bir defasında Bediüzzaman gittikten sonra, Esad Efendi ‘bu genç, gençlere hizmetle görevli. İstikbalde gençlere iman davasında çok büyük hizmetler yapacak. Ama hala kendisi bunu bilmiyor, kendisine söylenmedi’ dedi.”

Bu hoca efendileri ziyaret ve toplantılar tanışma toplantılarıydı ve çok verimli oluyordu. Selahaddin Geylani hazretleri de üstadımız nereye giderse beraber geliyorlardı. Tabii bu ziyaretleri tertip etme görevi fakire verildi. Şeyh Mekki Kittani Faslı bir alimdi. Şam’a hicret etmiş. 55 yaşlarında muhaddis olan bir zattı. Üstadımızı çok sevdi ve çok hürmet gösterdi. Şam’da tanıdığımız büyük alimlerin hepsinin üstadımıza özel bir hürmet ve sevgileri vardı. Üstadımız onları ziyarete gider onlar da ziyarete gelirlerdi.

Bir Mevlid Kandili

1954 senesinde Mevlid Kandili geldi. Üstadımız hala Şam’da. Yeri gelmişken söyleyeyim Şam’da dokuz ay kaldılar. Yine bendenize hutbe vazifesi verildi. Üstadımız Camii Mansur’da namaz kılar, hane-i saadete geri dönerdi. Hane-i saadetten Camii Mansur’a ya da ziyaretlere gitmek için çıkardı. Lüzumsuz şekilde sağa sola gitmek için çıkmazdı. Mevlid Kandili yaklaşınca üstadımızı bizim okulun camiinde yapılacak olan mevlid-i nebevi tilavetine davet ettim. ‘O zaman sen akşam namazına Camii Mansur’a gel. Akşam namazını kılalım beraber gideriz’ dedi. Olur efendim dedim. Bu arada bizim hitabet hocamız Muhammed Tuleym hoca efendi apar topar geldi ve ‘Şeyh Osman! Akşam namazından sonra bana gel. Senin hutbeyi dinleyeceğim. Başka vaktim yok’ dedi. Ben de üstadımıza söz vermiştim. Nasıl olacak. Emin Zemergani’nin torunu, Yasin Zemergani var. Benim sınıf arkadaşım. Onun yanında sık sık Sami Efendimizden bahsederdim. O da ‘Allah’ım bana bir ziyaretlerini nasip eyle’ diye dua ederdi. Ona ‘bu gün sana ziyaret nasip olacak’ dedim. Durumu ona anlattım. ‘Bana vekaleten Camii Mansur’a gidip Mahmud Sami Efendi hazretlerini buraya getirebilir misin?’ dedim. ‘Başım üstüne. Ancak ben onu tanımıyorum ki’ dedi. “Peygamber Efendimiz; ‘mü’minin ferasetinden sakının. Çünkü o Allah’ın nuruyla bakar.’ buyuruyor. Sen camiye git namazı orada kıl. Cemaatin içinde başında mütevazı bir sarık, zayıf, zarif, yüzünde Allah’ın bir dostu olduğundan şüphe olmayan yabancı bir cemaat göreceksin. İşte o Hacı Sami Efendi hazretleridir,” dedim. Abdestini alınca o oraya gitti. Muhammed Tuleym geldi ve ben hutbeyi okudum. Okuma bitince doğru odama koştum. Kapıyı bir açtım, baktım ki Sami Efendimizle Yasin Zemergani gelmişler. Durumu anlattım ve özür diledim. ‘Biz birbirimizi kolaylıkla bulduk. Bir zorluk olmadı’ buyurdular. Yatsıyı kıldık, merasim devam etti.

Şeyh Nazım Kıbrısi, Abdullah Dagıstani’nin yanında ona hizmet ederdi. Ona çok hizmet etti. Bir müridin mürşide yapması gereken neyse o hizmeti yapardı. Şeyh Nazım Selimiye Tekkesinde Türk talebelerine avamil, sarf- nahiv okuturdu. Bir gün bana ‘Sami Efendiye söylesen de bana tefsir dersleri okutsa’ dedi. Efendimize söyledim, o da ‘Tamam, Ruhul Beyan Tefsirinden okuyalım’ dedi. Nazım Kıbrısi, üstadımız Şam’da kaldığı müddetçe üstadımızın evine geldi, tefsir dersleri aldı.

Üstadımız da Hacı Ömer Efendi’nin fıkıh sohbeti dışında, Hacı Hamdi Bahtiyar Efendi’nin evine haftada bir iki defa gelir, onunla Ruhul Beyan Tefsiri müzakere ederlerdi. Bahtiyar Efendi ahlakıyla, takvasıyla güzel bir insandı. Munis bir insandı.

Bu arada yavaş yavaş 54 senesinin bahar mevsimi geldi. Üstadımız, Türkiye’ye dönmeye karar verdi. Kendisi uçakla dönecekti. Benden trenle gelmemi ve zati eşyalarının da bendeniz tarafından getirilmesini istedi. Getirdim, Tahtakale’de Mustafa Alemdar Ağabey’in dükkanına teslim ettim. Üstadımız da birkaç gün sonra teşrif ettiler. Böylece hayatımızın müstesna bir dönemi tamamlanmış oldu.

Osman Şevket Yardımedici

Yazar:  wera [ 24.12.08, 13:24 ]
Mesaj Başlığı:  Re: Ramazanoğlu Mahmud Sami (Kuddise Sirruh)

Efendim, yine biliyoruz ki Sami Efendi’ye (Mahmud Sami Ramazanoğlu) karşı ayrı bir muhabbetiniz var. Sami Efendi ile tanışmanızda Esat Erbilî hazretlerinin etkisi var mı? Bize Sami Efendi’den bahseder misiniz?

—Esat Erbilî hazretleri mektuplarından birisinde galiba 13. mektubunda der ki: “Ben Adanalı Hacı Sami Efendi… -Sami Efendi hazretlerini işaret ediyor- O zaman tanışıyor Sami Efendi’yle. Onu kendisine halife tayin ediyor. Tabi kendisi şehit edildikten sonra çok zaman geçti, o endişe korku içerisindeki zamanlar arasında ben de gençliğimde Tâhirül-Mevlevî’den, Mevlevî hilafeti aldım. Ama nerede bir şeyh, hangi tarikatta olursa olsun, ismini duydum mu onu ziyarete giderdim. Suphi Bey isminde bir dostum Kastamonu’da İhsan Bey diye bir Nakşî büyüğünün evladı olduğu halde, Hacı Sami Efendi’yi tanıyordu. Ona muhabbeti vardı. Ben de Sami Efendi Hazretlerinin medh u senâsını duydum, o zâtı görmek elini öpmek istedim. Ona rica ettim, beni aldı ve Sami Efendi’ye götürdü. O sıralarda Hacı Sami Efendi Kayserili bir tüccarın muhasebeciliğini yapıyordu. Kendisine küçük bir oda ayırmışlar işte orada onun hesaplarını tutuyor, ücretli çalışıyor. Alemdaroğlu isminde bir zat. Ondan randevu aldı Suphi Bey, beni ona götürdü. İlk defa onunla karşılaşınca şaşırıp kaldım. Çünkü Hacı Sami Efendi’yi ilk defa görüyorum benim içimi okudu. Benim o zaman sıkıntılarım vardı. Mevlânâ’dan beyitler okumaya başladı. Okuduğu beyitlerden birisi şu idi: “Dünya nedir? Dünya Allah’tan gafil olmamaktır. Yoksa zengin olmak, kadın, para, mal, mülk bunlar dünya değildir.” Bir kimse Allah’tan gafil oldu mu, işte dünya budur. Böyle zengin olup da Allah’tan gafil oldu mu yaşamıyor demektir. Sokak süpürücüdür. Allah’ı bulur, dünya budur. Onun için böyle ağlamaya başladım ona karşı içimde bir sevgi uyandı. Ertesi hafta geldim görmek görüşmek için, olmaz dedi Alemdar Bey. O zamanlar hep korkuluyor, tek parti zamanı, herkes bu gibi şeylerden çekiniyor. Gizli olarak oluyor. Onun için bana dedi ki; “Hangi camiye Cuma namazına gideceğini öğren, o camide görürsen uzaktan selamlaşırsın veyahut gider elini öpersin” dedi. O şekilde ben de onu kolluyordum, telefon ediyordum falan camiye gidecek diyorlardı, ben de o camiye gidiyordum, o büyük zatı göreyim diye. Onu görüyordum bazen tebessüm ediyordu, bazen görüşemiyorduk. Öyle geçti. Sonra kendileriyle görüşmek için Allah Teâlâ bir fırsat halketti. Kendilerine Güney Afrika’dan ve Pakistan’dan mektuplar gelirdi. İngilizce yazılmış mektuplar… Efendiye bağlı kişiler tarafından yazılmış mektuplar… O mektupları bana verirdi, ben Türkçe’ye tercüme eder götürürdüm. Bu sayede bir yakınlık başladı. Erenköy’de istasyondan çıktıktan sonra demiryolu kenarında beş numaralı mütevazî evlerine gider orada tercümeleri yapardım. Efendi hazretleri o zaman, “İstediğin vakit gelebilirsin” diye bir izin de vermişti bana. Ama Ömer Kirazoğlu bey rahatsız edeceğimi düşünerek sık sık ziyaret etmeme müsaade etmezdi. Ama ben yine de Ömer beye, Efendi hazretlerinin ziyaret hususunda izin verdiğinden bahsetmedim.
Bir gün bana; “Sen hangi tarikattansın?” dedi. Ben de cebimden Evrâd-ı Mevlânâ’yı çıkardım ona verdim. Aldı karıştırdı. “Sen yine bu tarikatta kal” dedi. “Fakat sana teberruken bir ders vereyim, o derse de devam et” dedi. Sonra tutu, “İşte şu kadar Estağfirullah, bu kadar lâ ilâhe illallah tesbihâtı yap, şu sûreleri oku” dedi. Beş on dakikalık bir iş için bana vazife verdi. Ben o vazifeyi yapmaya başladım. Bende ibadete karşı, namaza karşı bir sevgi uyandı. Oturayım namazımı kılayım, aç kalayım amam namazım kazaya kalmasın demeye başladım. Eskiden sabah namazlarını kaçırmaz ama vazifemin ağırlığı sebebiyle bazen öğle namazlarını edâ edemezdim. Ama Efendi hazretlerinin vazifesini yerine getirmeye başladıktan sonra onun himmetiyle namazlarıma büyük bir şevkle sarılmaya başladım.
***
Eyvallah efendim. Şimdi Sami Efendi ile ilgili hatıralarınıza devam edebilir miyiz?
-Şuradan devam edeyim o zaman. 1964 senesinde Konya’ya tayinim çıktı. Üstadımızın yanına giderek durumu arzettim, elini öperek izin istedim. “Sizin için hayırlı olur, Konya’da bizim dostlarımız çoktur.” dediler. Dişçi Mehmet Efendi, Yorgancı Salih efendi gibi bazı isimler saydılar. Bir de; “Okumak için hangi kitapları götürüyorsun?” diye sordu. “Efendim, Mesnevî ve Abdülkadir Geylanî hazretlerinin Sohbetler’ini” dedim. “İyi, iyi birde Kuşeyrî Risâlesi’ni al” dedi. Vedalaşarak yanlarından ayrıldım. Fakat harcırahı alamadığım için Konya’ya gidişim beş-on gün gecikti. Bu süre zarfında Sami Efendi’yi görmek istiyordum, fakat kendisiyle vedalaştığım için de yanına gidemiyordum. Ziyaretine niyetlendiğim zaman kendi kendime; “Konya’ya gitmek için vedalaştın, on beş gün oldu hala İstanbul’dasın” diye söyleniyordum. O zaman oturduğum evi boşaltmışım, nasıl olsa yolcuyum diye yatağımı yorganımı toplamışım. Muvakkat bir zaman için Kanlıca’daki bir dostumun evinde kalıyorum. Bir gün bir iş dolayısıyla dolmuşla Kadıköy’e gidiyordum. İçime yine Sami Efendi hazretlerinin ateşi düştü. Kendime hakim değilmişim gibi bir gizli kuvvet beni çekti ve Üsküdar’da dolmuştan indim kendimi vapurda buldum. Kadıköy’e gidecektim, vapura bindim. Sirkeci’ye köprüye gittik. Sirkeci’de Hacı Sami Efendi’ye gidiyorum, artık tereddüt kalmadı. “Efendim, harcırahım gecikti, onun için gidemedim. Tekrar size Allah’a ısmarladık demeye, bir görmeye geldim.” diyeceğim diye içimden böyle karar verdim. Doğruca üstadımızın çalıştığı dükkanın yoluna koyuldum. Gittim dükkana, kimse yoktu. Patron beni tanıdı. Albay elbiseliyim, efendi hazretleri geldiğimi anladı. Kendisi içeride idi. Kapıyı çaldım, “Gel” dedi içeriden. İçeri girdim, ayakta idiler. “Ben de seni bekliyordum. Şu mektubu Dişçi Mehmet efendiye ver sana ev bulmada yardımcı olsunlar” dedi. Keramete bakın, şaşırdım kaldım. Konya’ya gittiğimde bana ev buldular, çok yakın alaka gösterdiler. Ladikli Ahmet Ağa ile görüştürdüler…
***
—Efendim teşekkür ediyoruz. Tekrar Sami Efendi ile ilgili mevzuumuza devam edebilir miyiz?

—Evet. Sami efendi ile ilgili bir başka hatıramı da unutmadan arzedeyim. Kendilerinin ahbaplarından Necmi bey isminde bir Albay vardı. General olacakken emekliye ayırmışlardı. Bir gün devlethânede otururken Necmi beyi kastederek: “O arkadaşa söyle hacca gitsin” dedi. Ben de Necmi beye telefon ettim ve üstadımızın söylediklerini aynen kendisine naklettim. Necmi bey, “Sami Efendi beni Hicaz’da görmüyor mu, ben hep oradayım” diye karşılık verdi. Kendileri tayy-ı mekan sahibi olduklarına inanırlardı. Bir hafta sonra efendi hazretlerini ziyaret ettiğim sırada Necmi beyin söylediklerini olduğu gibi aktardım. Efendi hazretleri beni dinledikten sonra gülümseyerek; “Necmi beye söyle ben onu maddeten de Hicaz’da görmek istiyorum” dedi. Necmi beye tekrar geldim ve kendisi içini söylenenleri aktardım. O da fazla vakit geçirmeden hacca gitti.
Hacla ilgili bendenizin de bir hatırasını burada zikredeyim. Emekli oldum hacca gideceğim. Daha evvel benim şeyhim Mithat Baharî hazretleri idi. Allah rahmet eylesin, kusur olarak söylemiyorum. Mithat Baharî hazretleri, meşrep itibariyle biraz Bektaşîleşmiş. Kendisine; “Arkadaşlarım hacca gidiyor, pasaportumu aldım, ben de hacca gideceğim.” dedim. “Hacca gidemezsin” dedi. Benim şeyhim “hacca gidemezsin” dedi ve ben de o zaman daha Hacı Sami Efendi hazretleriyle tanışmamıştım. O şeyhimin engeline uydum. Çünkü aklıma Hafız’ın şu beyti geldi. “…Eğer sana şeyhin seccadeni şarap küpüne daldır derse, tereddüt etmeden daldır. Onun bir bildiği vardır ki sana bu emri veriyor.”
Arkadaşlarım hacca gitti. Ben içim yanarak kaldım, hacca gidemedim. O büyük bir hata idi. Ben o zaman ona diyecektim ki: “Efendim siz böyle diyorsunuz ama, benim dinim, Müslüman olan herkesin, durumu müsait olanın… Emekli de olmuşum elime para geçmiş, hacca gideceğim” diyemedim. Yani yine şeyhlik töresine uyarak, peki dedim. Ama Hacı Sami efendiyle tanıştıktan sonra bana ne dedi biliyor musunuz? “Senin hacca gitmen lazım” dedi. “Baş üstüne” dedim. Pasaportumu çıkarttım hazırlandım. Yanıma da bir müezzin arkadaşı verdi, hacca gönderdi. Ben onun sayesinde 1975 senesinde hacca gittim. O zaman bana hacda bir de seccade hediye etmişti. Bu kadar yakın olduk birbirimize. Şimdi aradan seneler geçti. Hacı Sami Efendi hicaz da kaldı. Vefat etti. Medine’de baki mezarlığına defnedildi.
***
Efendim, Sami Efendi’den başka hangi Allah dostlarıyla tanıştınız?

—Hemen aklıma gelenlerden biri Muhammed Raşid Erol hazretleridir. O zatı tanımam da şöyle olmuştu. Bir arkadaşım vardı, Şinâsi Bey isminde. Fevkalade bir dostluğumuz vardı kendisiyle, çok iyiydik. O Kâdirî idi, ben ise Mevlevî idim. Bir gün bana dedi ki; “Efendim, Adıyaman’ın Menzil köyünde Muhammed Raşit Efendi isminde bir şeyh varmış. Ona dünyanın her tarafından ziyaretçiler geliyormuş, benim bir akrabam ona bağlı, ticaretle meşgul, arabasıyla gidiyor, arabada yer var, seni de götürelim.” Çok sevindim. “Ben öteden beri hangi yerde bir Allah dostu ismi duyarsam, onu ziyarete gitmek isterim” dedim.
Kalktım onlarla beraber Adıyaman’ın Menzil köyüne gittim. Köye vardık, bize bir oda verdiler, beş kişiyiz. Aman, oraya Anadolu’nun her yerinden ziyaretçiler geliyor. Orası adeta benzetmesi hata olmasın, kutsal yer haline gelmiş. Böyle onlarca battaniye yığılı, herkese battaniye veriyorlar. Yaz mevsimi, sonra çorba da veriyorlar, yiyecek veriyorlar. Orada misafir ediyorlar. O akşam kaldık. Namazları Raşit Efendi kendisi kıldırıyor, büyük bir zevk ü manevî içerisinde. Şimdi bizi götüren adam Raşit Efendi’ye; “Ben, İstanbul’dan üç kişi getirdim onlar sizden el alacaklar” demiş. Bana, “Şeyh efendiden el alacağız” dediler. Ben “Olmaz” dedim. “Ben bir şeyhe bağlıyım, kendisi hayattadır ve irtibatım devam ediyor.” dedim. O zaman benim şeyhim sağdı ve Medine’de idi. “Ben ona saygısızlık yapamam” dedim. “Ben Mevlevîyim ama, onun emriyle Mevlevîyim. O benim rehberim, ben onu darıltamam” dedim. Orada biraz münakaşa ettik. Ben yine olmaz falan dedim. Onlar gittiler el aldılar.
O gece gözüme bir türlü uyku girmedi. Kendi kendime sürekli düşünüyorum; “Neden, o büyük zatı reddettim. Onlar gitti el aldılar, bir tanesi aksilik yapıyor, gelmedi, derlerse. Ya o bana darılırsa, ben ne olurum? O büyük bir veli, darıltırsam ben ne olurum vs.” Ama bir taraftan da Hacı Sami Efendi gözümün önüne geliyor. Uyuyamadım, gecenin üçünde yavaşça kalktım. Madem uyuyamıyorum, camiye gideyim, biraz tespih çekeyim, oyalanayım, dedim. Aşağıya indim, saat üç, bir de baktım ki orada sıra olmuşlar, kuyruk olmuşlar, ben de kuyruğa girdim, abdest aldım, caminin içine girdim, ezan okundu, bekledim arkadaşlar geldiler. Namazı kıldık. Ben kendi kendime; “Ben bunlarla gitmeyeceğim. Burada kalacağım, onlar gittikten sonra nasıl olsa İstanbul’a giden otobüsler var, ben onlarla giderim” diye karar verdim. Onlara da bir şey söyleyemiyorum ve Raşit Efendi hazretleriyle görüşüp: “Efendim benim Medine’de şeyhim var, Hacı Sami Efendi. Onu darıltırım diye sizden el almadım, beni affet” diyeceğim. Buna karar verdim. Uykusuzum, perişanım, onlardan ayrılacağım. Sonra vasıta bulabilir miyim, bulamaz mıyım ondan da korkuyorum.
Biz kahvaltı yapmaya odamıza gidiyoruz. Bir de baktık ki Raşit Efendi çıkmış evinden erkenden. Zaten biz camide epey kalmıştık, güneş de yükselmişti. Baktık bahçede bir şey yaptırıyor, ameleye bir şeyler tarif ediyor. Arkadaşlarım bana; “Sen şöyle kenarda dur, biz gidelim şeyh efendiye Allah’a ısmarladık diyelim. Çünkü sen el almadın ondan, ayıp olur” dediler. Beni bir kenara ittiler. Tabi ben zaten kendi kendime üzüntülüyüm. Arkadaşların bu davranışları beni iyice üzdü. Tam o esnada Raşit Efendi şöyle uzaktan bir baktı bize, arkadaşlarım ona doğru yürürken, oradaki işini bıraktı, benim yanıma geldi, elini omzuma koydu ve bana; “Sen üzülme, çünkü haklısın, Medine’de şeyhin var senin, o sebepten gelmedin” dedi. Bakın bakın, gönülden aşina, benim iç dünyamı nasıl anladı. Kurban olduğum Allah’ım. Ben hemen eline sarıldım, bana tekrar; “Yok yok için rahat olsun, haklısın, çok iyi yaptın” dedi. İçim ferahlamış bir şekilde döndüm.
İşte bir velinin kerameti. Ben şimdi sabahları ders yaparken Hacı Sami Efendiyle beraber onun adını da zikrediyorum. Raşit Efendi diyorum, onu da zikrediyorum. Babamı ve diğer büyüklerimi zikrederken onun adını da zikrediyorum. İşte bunu da bir hatıra olarak size arz ediyorum. Yani büyük velilerden bir şey gizlenmiyor. Onlar gönle aşina, anlıyorlar, görüyorlar.


( Şefik Can ile yapılmış olan bir ropörtajdan alıntıdır.)

Yazar:  talib [ 24.12.08, 14:57 ]
Mesaj Başlığı:  Re: Ramazanoğlu Mahmud Sami (Kuddise Sirruh)

Ramazanoğlu Mahmud Sami (Kuddise Sirruh)

Bir asra yaklaşan ömrünü istikamet, takvâ ve verâ ölçülen içinde, kullarını Allah'ın yoluna irşâdla ikmal eden Sâmi Efendi Hazretlerini nebiler nebisinin âğûşunda sevgilisi Allah'a uğurlayışımızın ardından 10 yıl geçti (1994 yılı itibariyle). O'nu, vefâtının sene-i devriyesinde söz kalıpları içine sokmak ve lâfızlarla anlatmak bizim kârımız değil. Lâkin "Sâlihlerden bahsetmenin rahmet nüzûlüne medâr" olacağı düşüncesiyle kısa çizgilerle merhûmu anlatmaya çalışacağız.

Mahmûd Sâmi Ramazanoğlu, nüfus kayıtlarına göre 1892 yılında Adana'da dünyaya geldi. Babası tarihte Ramazanoğulları diye bilinen âileden Müctebâ Bey, annesi ise Ümmügülsüm Hanım'dır. Sâmi Efendi'nin büyük ceddi Abdülhâdi Bey'in tesbit ettiği âile şeceresine göre, Ramazanoğullarının aslen Türklerin Oğuz boyunun Üçoklar kabilesinden olduğu ve Hz. Halid b. Velid (r. A.) nesliyle münâsebettar bulunduğu anlaşılmaktadır.

İlk, orta ve lise tahsilini Adana'da tamamlayan Sâmi Efendi, yüksek tahsil için İstanbul'a geldi Darûl-fünun Hukuk Mektebine girdi. Hukuk Fakültesini birincilikle bitirdikten sonra askerlik hizmetini zâbit vekili (yedek subay) olarak yine İstanbul'da yaptı.

Zâhir ilimlerini devrin ulemâ ve müderrislerinden tamamlayan Sâmi Efendi için sıra manevi ilimlere ve bâtın imârına gelmişti. Fıtrat-ı necîbesinin şiddet-i meyli sebebiyle tasavvuf yoluna sülûk etti. Devrin meşhur Nakşi tekkesi Gümüşhâneli dergâhında bir müddet erbaîn ve riyâzatla meşgul olduktan sonra arkadaşı eski Beşiktaş Müftüsü Fuad Efendi'nin babası Rüşdü Efendi'nin delâletiyle Kelâmî dergâhı şeyhi ve meclis-i meşayıh reisi Erbilli Es'ad Efendi'ye intisab etti. Kısa zamanda kesb-i kemâlât eyleyip seyr u sülûkunu ikmalden sonra hilâfetle irşâda mezun oldu. Bir müddet daha mürşidinin yanında kaldı ve bilâhere memleketi Adana'ya irşâda muvazzaf olarak gönderildi.

Mahmûd Sâmi Efendi Hazretleri tekkelerin kapatılmasından sonra memleketi Adana'da bir yandan Câmi-i Kebir'de vaaz ve husûsi sohbetleriyle irşâd hizmetini yürütürken, bir yandan da maişetini temin için bir kereste ticârethanesinin muhasebesini tutuyordu. O, babasından ve âilesinden kendisine intikal eden büyük serveti almamış ve "Hiçbir kimse kendi kazancından daha hayırlı bir yiyecek asla yememiştir" (Buharî) hadîsi şerîfi gereğince kendi el emeğiyle geçinmeyi tercih etmiştir. Sûfiler içinde baba mîrasını almayanlar içinde ilk olarak Hâris Muhâsibi'yi görüyoruz. O da Kaderiye mezhebine bağlı bulunan babasının mirasını almamıştı.

Adana'da uzun yıllar müştâk gönüllere aşk-ı ilâhî şerbeti sunarak hizmet etti. Yazları Adana'nın Namrun ve Kızıldağ yaylası ile bazan da Kayseri'nin Talas'ında geçirirdi. Hac yolunun açıldığı 1946 yılında ilk defa hacca gitti.

1951 yılında İstanbul'a geldi. İki yıl kadar İstanbul'da kaldıktan sonra 1953 yılında hac mevsiminde önce hacca, dönüşte de arkadaşı Konyalı Saraç Mehmed Efendi'yle Şam'a geldi ve oraya yerleşti. Bilâhere âilesi, damadı ile birlikte yanına gitti. Ancak bu Şam hicreti dokuz ay kadar sürdü. Dokuz ay sonra tekrar İstanbul'a geldi. İstanbul'a bu gelişlerinde önce Bayezid-Lâleli'ye, sonra da Erenköy'üne yerleşti. Şamdan İstanbul'a bu gelişlerinde zevceleri Valide Hanım'a "İstanbul'a tekrar geldik. Gönlümüz Medine'de atıyor. Ahîr ömrümüzde oraya hicret etmeyi arzu ederiz" buyurmuşlar

İstanbul'da bulunduğu yıllarda da Adana'daki gibi bir yandan Erenköy Zihnipaşa Camiindeki vaazları ve husûsi sohbetleriyle irşâd hizmetini yürütürken diğer yandan da Tahtakale'de bir ticârethanenin muhasebesini tedvirle maîşetini temin etmekteydi. O' nun bu vaaz, irşâd ve sohbetlerinden cemiyetin her sınıfından, fakir, zengin, okumuş, okumamış, esnâf, işçi, memûr, tüccâr ve fabrikatör binlerce insan istifâde ederek feyz almış, istikamet bulmuş ve böylece etrafında yepyeni bir nesil teşekkül etmiştir. İhvanını mânevi himâye kanatları altında toplayarak onları cemiyetin her türlü kötü cereyanından korumaya çalışmıştır.

Ömrünün son yıllarında şöhretinin artması ve dışarıda kendisine iltifatın nazar-ı dikkati celbedecek seviyeye ulaşması sebebiyle kûşe-i uzlete çekildi. İhvanı ile gerek devlethanesinde ve gerekse Ramazan'da hatimle kılınan teravih namazlarında görüşüyordu. Bu vesile ile onlara İslâmî düsturları Muhammedi hakikatları ve Nebevî ahlâkı anlatarak hâliyle, kaliyle irşâd ediyordu.

1979 yılında gönlündeki muhabbeti-i Resûlullah ateşi onu Belde-i Tâhire'ye hicrete mecbûr etti. Çünkü onun son arzusu Peygamber şehrinde Hakk'a varmaktı. Nitekim 1957 senesinde yakınları kendilerine Eyüp Sultan'dan kabir yeri almayı teklif ettiklerinde:

- Herkesi arzusuna bıraksalar biz Cennetü'l-Baki'yi arzu ederiz, buyurmuşlardır. Cenab-ı Hak sevdiği kulunun arzusunu kabul buyurdu. Nitekim İstanbul'da bulunduğu yıllarda mübtelâ oldukları amansız hastalık, orada da yakasını bırakmadı. Fakat en acılı, ağrılı zamanlarında bile o, hiçbir şikayette bulunmamış, yüzünden tebessümü eksik olmamıştır. Vefatı 10 Cemaziyelevvel 1404 /12 Şubat 1984 Pazar günü saat: 4.30'da vâkî olmuş ve Cennetü'l-Baki'ye defnolunmuştur. Rahmetullahi aleyh.

Vefatına şu ifadelerle tarih düşüldü. Kutb-i vâsılîn ü gavs-ı şuyûh-ı ızâmı Nûr-i hüdâ mürşid-i merdüm-ı ihtirâmi Belde-i Tahire'de tevhidle deyüp Allah Vasl-ı cinan eyledi Şeyh Mahmûd Sâmi (1404 H.)


Şemail ve Ahlâkı

Merhum Ramazanoğlu Sâmi Efendi, uzuna yakın orta boylu, nahif bedenli, buğday tenli, seyrek sakallı, kıvırcık saçlı, ela gözlü mücessem bir nûr heykeliydi. Mehabetinden yüzüne bakmak, hele göz göze gelmek kâbil olmazdı. Etrafa ziyâlar saçan gözlerinin isabet ettiği vücûd, tir tir titrerdi. Hatta O' nun nazarlarından müteessir olup cezbeyle düşüp bayılanlar bile olurdu. Temiz ve düzgün giyinirdi. Sakalı bir tutamı geçmezdi. Saçlarını ya tamamen kestirir veya kulak memesine kadar uzatırdı. Bütün bunlar sünnet-i seniyyeye imtisâllerindendi.

Sâmi Efendi, çok az yer, içerdi. Sohbetlerinde sıkça az yemenin faziletinden çok yemenin zararlarından bahseder bunu âyet, hadis ve hikmetli sözlerle anlatırdı. Kendisi sünnet üzere günde iki öğünden fazla yemezdi. Yediği zaman da yarım dilim ekmek ve bir kaç lokma katıkla kifâf-ı nefs ederdi. İhvanla birlikte yenildiğinde "ihvanla yenilende bereket vardır ve bundan suâl olunmayacaktır" buyurarak fazlaca yenilmesine müsâade, hatta teşvik ederlerdi.

Az uyurlardı Seher vaktini ihyâ etmek en büyük zevkleriydi. Evinde misafir kalanlar veya kendileriyle bir yolculuğa çıkanlar, gecenin hangi saatinde kalksalar onu ayakta bulurlardı. Hatta onun anlayışına göre yatıp uyumanın adı bile istirahattı. Nitekim bir defasında bağlılarından birinin evinde misafir bulunduklarında gecenin ilerleyen saatlerinde hâne sahibi kendilerine:

-Efendim artık yatarsanız yatak hazırlayalım, der. O:

-Yatmanın adı istirahattır, buyururlar. Bir müddet sonra ev sâhibi tekrar:

-Yatar mısınız? deyince O yine:

-Yatmanın adı istirahattır. Fakir istirahat edeyim, sizi de eksik kalan dersinizi tamamlayın, buyurur. Hâdiseyi anlatan zât diyor ki, "gerçekten o sabah dersim yarıda kalmış ve akşama kadar da tamamlamaya fırsat bulamamıştım."

Az konuşurlardı. Konuştukları zaman ya hikmet söylerler veya nasihat ederlerdi. Değilse sukûtu ihtiyar ederlerdi. Nitekim Merhûm Ali Yektâ Efendi şöyle diyor: "Evliyâullah'ın tasarrufları ya kavlen ya da hal ile olur. Sâmi Efendi'nin tarassufu hal iledir. Kelâmi dergâhının en feyizli günlerinde oraya devam eden pek çok ulemâ ve fuzalâ vardı. Fakat Sâmi Efendi o zaman pek genç olmasına rağmen bugünkü gibi kâmil ve hâl sâhibi idi."

Ali Yektâ Efendi, müftülüğünün yanısıra Kelâmî dergâhında seyr u sülûkunu Es'ad Efendi'den tamamlayarak hilâfet icâzetnâmesi almış bir zattır. O, bu icâzetnâmesini ömrü boyunca saklamış ve bir gün tesâdüfen o icâzetnâmeye muttali olan yakınlarına "Onu sakın kimseye söylemeyin. O vazifenin ehli ve salâhiyetlisi Sâmi Efendi'dir." Demişti.


Edeb

Sâmi Efendi'nin bütün hayatı edeb çizgisi içinde geçmiş, her an hadis-i şerifde ifade buyrulan "Allah'ı görüyormuşçasına ibadet etmek ve O' nun muşâhedesi altında bulunduğu duygusuna sâhib olmak" (Buhârı, Tefsir Sûre, 31) mânâsına gelen ihsan duygusu içinde yaşamıştır. En ciddi insanların, en otoriter simaların bile bir zaaf ve hafiflikleri bulunabilir. Fakat onun hayatında böyle bir zaaf ve hafiflik hiçbir zaman görülmemiştir. İstikamet ve edebi her yerde ve her an muhafaza edebilmek keskin kılıcın üzerinde yürümeye benzer. Bu ancak kemâl ehli, tevfik-ı ilâhiye mazhar kimselerin kârıdır. Allah Rasûlü (s.a.) Efendimiz'in "Emrolunduğun gibi istikamet üzre ol!" (Hûd, 112) ayeti beni ihtiyarlattı"

buyurması, bu işin güçlüğüne en güzel delildir.

O' nun sohbetlerine devam edenler bilirler ki, O hiçbir zaman ayak ayak üstüne atarak, ayak uzatarak veya bağdaş kurarak oturmamıştır. Daima dizüstü oturmayı tercih etmiştir. Sohbetlerinde sık sık:

Edeb bir tâc imiş nûr-i Hudâ'dan Giy o tâcı emîn ol her belâdan

beytini okuyarak edebden bahsederlerdi. Sohbetlerde Kur'ân tilaveti esnasında kendileri koltuk kanepede bile olsa hemen dizüstü oturur Kur'ân okuyacak kimse yerde ise hemen koltuk ve sandalyeye oturtulurdu.

Bir gün Halep meşâyıhından Muhammed en-Nebhânî İstanbul'a gelir. Sâmi Efendi Hazretleri bazı ihvânıyla kendilerini ziyarete giderler. Nebhânî ve arkadaşları gayet rahat ve serbest otururken Sâmi Efendi ve ihvanı dizüstü otururlar. Onların bu halini gören Muhammed Nebhanî:

Rahat oturun, der Efendi Hazretleri ve ihvânı oturuşlarını değiştirmeden:

Biz böyle daha rahatız, derler, Nebhânî de bu edeb karşısında:

Edeb, Türklerde dir, demekten kendini alamaz.


Kalb-i Selîm

Sohbetlerinde sık sık "O gün kalb-i selîm'den başka ne evlâd, ne mal; hiçbir şey fayda vermez." (Şuarâ Süresi: 88-89) ayetini okuyarak kalb-i selîmi îzah ederlerdi. O'nun tefsirine göre kalb-i selîm, ne incinen, ne de inciten kalbdi. "İncinmemek incitmemekten daha zordur. Çünkü incitmemek eldedir amma incinmemek elde değildir," derlerdi. Ve ilâve ederlerdi: Fakir hiç kimseden incinmem ve kimseyi incitmemeye çalışırım." Gerçekten de bir asra yaklaşan ömrü boyunca O'nun hiç kimseyi incittiği görülmemiştir.

Kapısına gelen herkesi kabul edip onlarla görüşmek onlara iltifat ve ikramlarda bulunmak adetleriydi. Bir defasında ziyaretine gelenlere bir yakîninin: "Efendi'nin istirahata ihtiyacı var" diye geri çevirmesine muttali olunca:

- Burası Hak kapısıdır. Kimse geri çevrilmez. Hem de ihvanın kötüsü olmaz, buyururlar. Bu tavır, onun insana ve müslümana verdiği değerin en güzel ifadesidir. Torunu yaşındakilere bile hitab ederken isimlerinin sonuna Efendi, Bey sıfatlarını ekleyerek konuşması aynı anlayıştan kaynaklanmaktadır. H. Sâmi Efendi, kendini Allah'a ve Allah'ın kullarına hizmete adamış bir Hakk dostu idi. Daha sülûkünün ilk yıllarında "Yaratılanı Yaratan'ından ötürü sevmek" esasına bağlı kalarak, hizmeti sohbete, gayreti de himmete vesile bilerek şevkle çalışırdı.

Nitekim Kelâmî dergâhı bağlılarından Cide müftüsü H. Hüseyin Efendi'ye yaptığı hizmetler her türlü takdirin fevkindedir. Kelamî dergahında bulunan H. Hüseyin Efendi son zamanlarında hastalanır. Hastalığının şiddeti her geçen gün artar. Ve nihayet Müftü Efendi yatağından kalkamaz olur. Müridân birer hafta nöbetleşe bakmaya başlarlar. Hastalığın şiddeti daha da artırınca acele ailesine bir telgraf çekilmesi kararlaştırılır. Bu haberi duyan o zamanlar dergahın en genç müridi bulunan Sami Efendi mürşidi Es'ad Efendi'ye:

- Efendim, müsaade buyurursanız da Müftü Efendi'ye ben baksam ve âilesine telgraf çekilmese, der. Es'ad Efendi de bu teklifi memnûniyetle kabûl eder. H. Sami Efendi bundan sonra tam on sekiz ay Müftü Efendi'ye en güzel şekilde hizmet ederler. Görenler onun bu hizmetine imrenirler. Müftü Efendi de yaşlı gözlerle:

- Allah'ım! Bana ne ihsanda bulunmuşsan hepsini Sami Efendi'ye bağışlıyorum, diye münacâtta bulunur. Ve Es'ad Efendi ile görüştüklerinde de:

Sami Efendi evladımız, bize hizmette inşallah Hakk'ın rızasına erdi, diye tebşiratta bulunur.

Aslında hayli zamandan beri dergahtaki hizmetlerin ekserisi bu genç ilmiyeli derviş tarafından görülmekte imiş meğer. Gece herkes yatağına yattığında o, gizlice kalkar, yapılacak hizmetleri ifâ eder, her tarafı temizler, suları ısıtır ve öyle yatağına yatarmış. Nitekim Cide müftüsü Hüseyin Efendi, sağlıklı zamanlarında erken kalkmaya çalışıp bu hizmetlerin kimin tarafından yapıldığını öğrenmek istermiş. Fakat ne mümkün. Bir sefer akşamdan yatmamağa karar vererek bir kenara gizlenmiş. Yatağından kalkıp bu hizmetleri gören Sami Efendi tam çöp tenekesini alacağı sırada Hüseyin Efendi tenekeyi kapar ve:

- Evladım bu hizmeti de fakîre müsaade buyur, der.

Sami Efendi nezaketle almak isterse de Hüseyin Efendi:

- Allah aşkına bırak deyince Sami Efendi de bu hizmeti ona bırakır.

İrşad vazifesiyle memleketi Adana'ya gönderildiğinde oradan İstanbul'a mürşidine hediyeler göndermek adetiydi. Fakat o, hediyelerinin bizzat kendi elinin emeği olmasına büyük itina gösterirdi. Rivayete göre ekinler biçildikten hasad toplandıktan sonra tarlalara gider, yerlere dökülen başakları toplar, onları güzelce bulgur yapar ve İstanbul'a gönderirdi. O'nun bu hâline muttali olan babası:

- Oğlum, benim ambarlarım buğday oldu. Niçin Efendi'ne onlardan göndermiyorsun? dedi. O da:

- O kapıya lâyık olan el emeği, göz nurudur, buyururlar.

H. Sami Efendi Hazretleri kendisini sevenleri ve bağlılarını eski kültürümüze ve bâ-husûs eski harflerle okuyup yazmayı öğrenmeye sevk ederlerdi. Hatta bu yüzden son yıllara kadar eserlerini yeni harflerle neşre müsaade etmemişti.

Ayrıca kendileri iyi derecede Fransızca bildikleri halde Batı kökenli kelimelerin Türkçe'de kullanılmasından hoşlanmazlar, böyle Fransızca veya Latince asıllı kelimeleri asla kullanmazlardı. Mesela ilaçların isimlerini bile Latince adıyla değil, kendilerinin ona taktıkları bir ad veya sıfatla zikrederlerdi. Kırmızı hap, pembe şurup gibi. Bu davranış lisanda özenti merakıyla Batı kökenli veya uydurma kelime kullanmayı itiyad edinenlere bir ibrettir.

Sohbetlerinde bir ara Rûhûl-beyan Tefsirinden naklen köpeğin on hasletinden ısrarla bahsetmişlerdi de (bk Musahabe VI) hal sahibi bir ihvan "Biz henüz köpeğin mertebesine gelemedik" demekten kendini alamamıştı. Sohbetlerinde nefs düşmanının insana kurduğu tuzaklardan bahseden ve insana nefislerinin tehlikesinden korunabilmek için şunları tavsiye buyururlardı:

1-Açlık ve az yemek, oruca devam,

2-Az uyumak ve teheccüde devam,

3-Huşû ile ibadet, mânâsını düşünerek Kur'an okumak,

4-Zikr-i daim içinde bulunmak,

5-Salih ve sadıklarla beraber olmak.

Sâmi Efendi, daima huzûr-i ilahîde bulunduğu ve her nefesinin son nefesi olabileceği düşüncesiyle daima abdestli bulunmaya ve abdest üstüne abdest almaya büyük itina gösterirdi. Nitekim onun muhasebesini tuttuğu bir zatın tesbitine göre Efendi defterleri abdestli yazardı. Yazma işi bitince defterleri kaldırır, abdest alır, biraz Kur'ân okurdu. Az sonra ezan okununca bu sefer namaz için tekrar abdest alırlardı.

Onun irşaddaki usûlü Nebevî üslûpta idi. insanların kusurlarını yüzlerine vurmaz, hatalarından dolayı onları azarlamaz ve hele nefsi için hiç kızmazdı. Onlara örnek olmak sûretiyle irşad etmeyi tercih ederdi. İrşadda en geçerli yol da budur. Çünkü irşad halkaları merkezden muhite doğru yayılır. "Önce nefsinden başlamak' esastır. Hiç kimseye açıkça "şunu yap, şunu yapma" demez, dolayısıyla bunu ihsas ettirmeye çalışırdı. Hiç kimseye "Bizden ders al, bizim sohbetimize katıl gibi emirler vermezdi. Hatta kendileri dikkat çekecek, fitne uyandıracak ve riyâya dâvetiye çıkaracak şekle müteallik şeylerden husûsiyle sakınırdı.

Ancak yakınlarını helal kazanca, faize bulaşmamaya teşvik ederler, bazan bunu samimi bulduklarına açıkça söylerlerdi. Değilse dolaylı olarak ifade buyururlardı.

Şöhretten ve aşırı hürmetten çok rahatsız olurlardı. Nitekim İstanbul Tahtakale'de çalıştığı yıllarda önceleri öğle ve ikindi namazlarında Rüstempaşa ve Marpuççular camilerine cemaata devam ederlerdi. Camide kendisini tanıyanların aşırı tâzim ve hürmeti onu rahatsız etmiş, bilâhare bu namazları yazıhanede kılmaya başlamışlardır. Yalnız, ihvâna;

- Siz cemaata devam edin, o şeref ve faziletten mahrum kalmayın, buyurmuşlardır.

Reisü'l-kurra ve hâdimu'l-Kur'ân Gönenli Mehmed Efendi onun hakkında "Sâmi Efendi bu ümmetin en büyüğü idi. Başka ne söylense boştur " demişti.

Ali Yakub Hoca Efendi de:"Takva bâbında bütün evsâfıyla selef-i salihin zâhid ve âbidlerini andıran bu zatın kemâlât-ı mâneviyesi hakkında söz söylemek bizim gibi naçîz bir abdı acizin kârı değildir." der.

Mâhir İz Hoca Efendi, gördüğü bir rüya üzerine muhıbb ve bağlıları arasına katıldığı H. Sâmi Efendi Hazretleri hakkında "O Hazreti Sami'dir. Biz devri pâdışâhîden beri neler gördük, fakat böylesine tesadüf etmedik" diyordu.

Bekir Haki Efendi de Sâmi Efendi'yi sevip takdir edenlerdendi ve Sâmi Efendinin bir sohbetinden dönerken şunları söylüyordu.

"Bu zenginleri saatlerce diz üstü sessizce oturtmak. Boğazdan gelen bir gemiyi Sarayburnu'nda bağlamaktan daha zordur. Bizler bu işi yapamayız. Bunu ancak Sâmi Efendi yapabilir."

Bekir Haki Efendi belki bunları söylerken Es'ad Efendi'nin Sâmi Efendi'ye verdiği icazetnamede çizdiği irşad stratejisinden habersizdi. Es'ad Efendi şöyle diyordu:

İcazetnamede "Ne ticaret, ne de alışverişin Allah'ın zikrinden alıkoyamadığı kimseler vardır." (Nur, 37) ayeti celîlesinin ilan hükümlerine vakıf olan muhterem ihvanımıza arz edebilirim ki, bâtınını tasfiye ve nefsim tezkiyeye talib olanların... Sâmi Efendi'nin sohbetlerine devam ve açıklayacağı usûl ve adaba gösterecekleri gayret ve ihtimam sayesinde bu isteklerine kavuşacaklarda şüphe yoktur. " (Mektubat, 134 Mektup sh. 361)


HATIRALAR

TEBLİĞDE EŞSİZ NEZÂKET

1963'ün Temmuzunda Üsküdar da bir dostumuzun evinde nişan cemiyetindeydik. Merhum Üstadımız Sâmi Efendi (k.s.) Hazretleri de teşrif etmişlerdi.

Aşr-i şerif ve sohbetten sonra sıra nişan yüzüğünün takılmasına gelmişti. Nadide bir tepsi üzerinde altın bir yüzük getirildi. Kendilerine yüzüğü takmak hususunda istirham da bulunuldu ise de o anda konu ile ilgili hiçbir şey söylemeyerek yüzüğün bir başkası tarafından takılmasını uygun gördüler.

İkindi namazı yaklaşmıştı. Abdestleri olduğu halde her zamanki adetleri üzere abdest üzerine abdest aldılar ve abdestten sonra, damadı özel olarak yanlarına çağırdılar. Tatlı ve anlamlı bir tebessümle ve yumuşak bir edâ ile:

- Evlat! Biz, bu altın yüzüklerimizi hanımlarımıza hediye ettik. Siz de bunu hanımınıza hediye edersiniz, inşaallah buyurdular ve manen eşsiz değerdeki gümüş yüzüğünü mübarek parmağından çıkararak,

- "Bunu da size nişan yüzüğünüz olarak hediye ediyorum." buyurdular. Kendisine uzatılan parmaktaki altın yüzüğün yerine büyük bir nezaketle kendi yüzüklerini taktılar. Hayır duada bulundular.

Muhterem Üstaz Hazretlerinin irşad ve tebliğdeki bu incelik, nezaket ve hassasiyetten ne kadar ibret vericidir.

Kaynak: http://altinsilsile.altinoluk.com/

Yazar:  talib [ 10.02.09, 14:08 ]
Mesaj Başlığı:  Re: Ramazanoğlu Mahmud Sami (Kuddise Sirruh)

Nakşibendiyye’de “Silsile-i Âliye”nin otuz üçüncüsüdür. Sahibü’z-Zaman’dır. Muttakiler imamı, veliler başbuğu, arifler sultanı, bâb-ı Ebâ Bekirü’s-Sıddîk (r.a.)’ın son dönem postnişinlerindendir. Zü’l-cenaheyndir. Haya, edeb, takva, vera’, hikmet, irfan, nezaket timsâlidir.

Cenâb-ı Hak Teala’nın ümmet-i Muhammed’e asrımızda bahşettiği Hak dostu, Hak rahmeti ve Hak nurudur. Gününün yirmi dört saatini Rasûlullah Hazretlerinin (s.a.v.) “Sünnet-i Seniyye”lerine ve “Her biri birer hidayet yıldızı” olan Ashâb-ı Kiram (r.anhüm) hazeratına uyduran ahlak-ı hamide sahibi bir veli-yi âli-i kadir’dir. Yetmiş yılı aşan irşad dönemlerinde ümmet-i Muhammed’den binlerce kimse kendilerinden, sohbet ve telifatlarından feyz almışlardır.

Sade, mütevazı ve muntazam bir hayatları vardı. Ahlakları, dillerinden düşürmedikleri Sahabe (r. anhüm)’nin ahlakına benzerdi. Emanete riayet ederler ve verdikleri söze titizlikle sadakat gösterirlerdi.

Bu uzun ve mübarek ömrü Hakk Teala’nın emrinde ve taatinde geçirmişlerdi. Allah u Teala’nın zikriyle, fikriyle ve şükrüyle dopdoluydular. Öyle ki en çetin ızdırapları çektikleri günlerde bile zikir, fikir ve şükürden bir lahza ayrılmamışlardır.

Sâdık Dânâ hazretleri (k.s)

http://www.cemalnar.com/index.php?option=com_content&task=view&id=376

Yazar:  kurucu [ 11.02.09, 17:47 ]
Mesaj Başlığı:  Re: Ramazanoğlu Mahmud Sami (Kuddise Sirruh)

Alıntı:
Ramazanoğlu Mahmud Sami (Kuddise Sirruh)
Vefatı 10 Cemaziyelevvel 1404 /12 Şubat 1984 Pazar günü saat: 4.30'da
vâkî olmuş ve Cennetü'l-Baki'ye defnolunmuştur.
Rahmetullahi aleyh.

Vefatına şu ifadelerle tarih düşüldü:

Kutb-i vâsılîn ü gavs-ı şuyûh-ı ızâmı
Nûr-i hüdâ mürşid-i merdüm-ı ihtirâmi
Belde-i Tahire'de tevhidle deyüp Allah
Vasl-ı cinan eyledi Şeyh Mahmûd Sâmi


(1404 H.)


Bu hafta Ramazanoğlu Mahmud Sami (Kuddise Sirruh)'u analım inşaallah...

Yazar:  talib [ 12.02.09, 16:30 ]
Mesaj Başlığı:  Re: Ramazanoğlu Mahmud Sami (Kuddise Sirruh)

Sami Efendi Hz.leri hakkında en doyurucu eser, hayrü'l halefi Sâdık Dânâ (Musa Topbaş) Hz.lerinin kaleme aldıkları "Sultânü'l-Ârifîn eş-Şeyh Mahmud Sami Ramazanoğlu" adlı eserdir.

Resim

Muhterem Sâdık Dânâ Efendi'nin kalemindenden merhum üstadı M. Sami Ramazanoğlu'nun hayatı ve hizmeti inci danesi gibi kıymetli bir kitabın adı; Sultânü'l-Ârifîn eş-Şeyh Mahmud Sami Ramazanoğlu olmuş. Bir Sâdık Dostun gönlüne düşmüş ki; O Arifler Sultanı'nın hayatından ibret damlalarını kaleme almalı. Sevenleri sevdikleriyle buluşturmalı. Hayatı, çok sevdiği Peygamberi'nin hayatına benzeyen Güzeller Güzeli'ni gelecek kuşaklara tanıtmalı. Onun yaşayış tarzından, hayat anlayışından gönüllere izler düşmeli. Ayrılık acısıyla kavrulan sinelere, sevenlerinin tarih düştüğü şiirlerle tesellî vermeli. Sultânü'l-Ârifîn eş-Şeyh Mahmud Sami Ramazanoğlu adlı kitap onun edeble dokuduğu hayatından ibret levhaları takdim ediyor. Yaratılana karşı şefkatlerini, sohbet âdâbını, ziyaretlerini, kabullerini bir sevgi yumağı içinde önümüze getiriyor. İstikamet üzere bir hayat sürmenin yaşanmış örneğini veriyor.

Kitabın arka kapağından:

Hakikatte Allah dostlarının insanlar tarafından övülmeye sena edilmeye ihtiyaçları yoktur. Çünkü ulu Mevlamız Rabbü'l-alemin Hazretleri onları sevmiş derecelerini ali eylemiş; onları seveni de kendisini seviyor saymış. Bu sevilenlerden birisi de Sultanü 'l-arifin Adana'lı Mahmud sami Ramazanoğlu -kuddise sirruh- hazretleridir.

Her türlü fezail ve kemalatı üzerinde cem 'eden bu zat 'ta Allah ve Peygamber aşkı o kadar kuvvetli tecelli etmiş idi ki Rabbımız Teala hazretlerinin izni ile her hal ü hareketleri Kur 'an-ı Kerim ahkamına ve şefiü 'l-müznibin olan Fahri Kainat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hazretlerinin adabına ve sünneti seniyyesine uygundu.

Temin edebileceğiniz adresler:

http://www.erkamalisveris.com/mahmud-sami-ramazanoglu-p-33.html

http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=9644&sa=39656463

Yazar:  talib [ 12.02.09, 16:33 ]
Mesaj Başlığı:  Re: Ramazanoğlu Mahmud Sami (Kuddise Sirruh)

Sami Efendi Hz.lerinin silsilesi:

Silsile-i Şerif

Hâlık-ı arz u semâya eyleriz hamd ü senâ
Ahmed-i Muhtâr'ı kıldı âleme nûr-ı hüda

Hazret-i Sıddîk u Selmân, Kâsım u Ca'fer gibi
Eylemiş neşr-i hakîkat Bâyezîd-i reh-nümâ

Bü'l-Hasen zât-ı mükerrem Bû Ali kân-ı kerem
Yûsuf-i vâlâ-şiyem sâlâr-ı ceyş-i asfiyâ

Hâce Abdü'l-hâlik oldu Ârif ü Mahmûd'a pîr
Şeyh Alî, Baba, Külâl etti cihânı rûşenâ

Vâris-i taht-ı tarîkat şâh-ı âlem Nakşbend
Eyledi Hâce Alâu'd-din'i halka pîşuvâ

Oldu Ya'kûb'e Ubeydullâh-ı Ahrârî halef
Hazret-i Zâhid'le geldi âleme zevk u safâ

Nûr-i ceşm-i ma'rifet Dervîş Muhammed, Hâcegî
Feyz-i Bâkî'le cihân-ı ma'nevî buldu bakâ

Hazret-i Ahmed müceddid Urvetü'l-vüskâ olup
Şeyh Seyfü'd-dîn ü Seyyîd Nûr'a nûr-ı i'tilâ

Şâh-ı Mazhar şâh-ı Abdullâh-ı pîr-i Dehlevî
Hazret-i Hâlid'le oldu kalb-i sâlik pür-zıyâ

Seyyid-i âlî-neseb Tâha'l-Hakkarî'den sonra
Pîrimiz Tâha'l-Harîrî oldu kutbi evliyâ

Eyleriz arz-ı dehâlet dergeh-i sâdâta biz
Es'ad u ihvân-ı dîne mağfiret kıl ey Hudâ

Sâmî dostun hürmetine ey Cenâb-ı Kibriyâ
Cümle ihvânı cemâlinle Cinânda kıl beka

Feyz-i Carî Hazret-i Musâ ki, ol sahib vefâ
Pek sahî Hayrü'l-Halef Osman Nuriyy-î pür hayâ

Ve sallellahu alâ Seyyidina Muhammedin Nûr'in Nûr
Sübhânel Meliki'l-Azizi'l-Kadir'il-Gafûr

http://altinsilsile.altinoluk.com/index.php?pId=36

Yazar:  talib [ 12.02.09, 16:43 ]
Mesaj Başlığı:  Re: Ramazanoğlu Mahmud Sami (Kuddise Sirruh)

Sami Efendi hz.lerine yazılmış şiirlerden bazıları:

Hazreti Sâmi

Kainat bahçesinde açtı dergahı Hami,
Bin vecd ile zikreder Yüce Allah’ı Sami.
İç gözüne Hak nurun sürmesi çekilmiştir,
İşte Kutb-ul Arifin, erenler şahı Sami!…

Her lütfü, her keremi O’na etmiş Erbili,
Kalb-i şerifine aşk, bina etmiş Erbili.
Cennet bağında öten can bülbülüdür Sami,
Mektubatında nice sena etmiş Erbili!…

Can kurban, cihan kurban, Hak Nura ermişlere,
Kalbi, gönlü, ve dili, Allah’a vermişlere..
Peygamber kucak açar, Melekler alkış tutar,
Ömür seccadesini dergaha sermişlere!.

(Mustafa Necati Bursalı)

---

Neden?

Dün yemyeşil baharken, solmuş neden bu bağlar?
Bilmem niçin siyahlar, giymiş dumanlı dağlar?
Sönmüş mü tüm emeller, matemler ufku sarmış?
Batmış mı hep güneşler, gökler neden kararmış?

Bülbüller ötmez olmuş, solmuş o gonca güller?
Hasretle yad ederken, ağlar yanar gönüller.
Zira o ünlü sultan, gülzarı yakdı gitti
Dünyada doldurulmaz, bir yer bırakdı gitti…

Hak kabrini nur etsin, kılsın cinan makamın;
Kurbundadır o zaten, ol Seyyid-i Cihanın!…
Örnekdi hal u kaali, maksud olan kemale
Hayrandı hep gönüller, hazretdeki bu hale

Bir bestedir ki ahım, ahengi şi’re sığmaz…
Kabrinde diz çöküp ben, yıllarca ağlasam az…
Tarihe devir açarken, Fatih’lerin hayatı
Arş-ı cihanı sarsdı, üstadımın vefatı…

(Ali Kemal Belviranlı)

---

Can Gazeli

Canım öksüz bıraktı göğümden aktı cânım
Ölümsüzlük tacını başına taktı cânım
Şimdi sevdanın tahtı neylesin böyle bomboş
Aşkın zorlu yolunda son bir duraktı cânım

Seni böyle apansız gayrı gel’e koşturan
Bir ömür kavrulduğun sonsuz firaktı cânım
Biricik bakışınla yeşerdi kaç kerbela
Ki sen nazar etmeden içim kuraktı canım

Ölüm senin olmadan sevmemiştim bu kadar
Bir kez sığazlamışsın yüzü ap aktı cânım
Et kemiği bir hoş yele mi savurdun oy
Dost gelmiş diye toprak kınalar yaktı cânım

Bakışınla yıkanmak bir hayal oldu şimdi
Gönüle saplansa da gözden ıraktı cânım
Ateşin bir hükmünün kalmadığı dünyada
Gidişin yeryüzünün külünü yaktı cânım

Yaralı kuşlar artık uçmayı unutacak
Bunca yetim serçeyi kime bıraktı cânım

(Mustafa İslamoğlu)

---

Kemal Edip Kürkçüoğlu’nun Sami Efendiye yazdığı mükemmel şiir:

Düstûr-i zaman mefhar-i âl-i Ramazan’dır
Didâr-ı Muhammed ruh-ı pâkinde ayandır
Simâsı bir âyine-i envâr-ı nihandır.
Ey can kulak aç, onda beyan özge beyandır.

Hayru’l-halef-i Es’ad-i dergâh-ı Kelâmî
Fahru’l-urefâ bedr-i hafâ Hazret-i Samî

Devletlü Velî Hazret-i Halîd’den el almış
İrşadını mânend-i zıyâ her yana salmış
Efrâd-ı vatan berzah-ı fetrette bunalmış
Ümmid-i rehâ bir nazar-ı feyzine kalmış

Hayru’l-halef-i Es’ad-i dergâh-ı Kelâmî
Fahru’l-urefâ bedr-i hafâ Hazret-i Samî

Elbet bırakır öyle bir er, böyle halife
Ashab kadar hâdim olur şer’-i şerîfe
Her sohbeti bir zübde-i ahkâm-ı münîfe
Sorsan kime mazhardır O, der ism-i Lâtife

Hayru’l-halef-i Es’ad-i dergâh-ı Kelâmî
Fahru’l-urefâ bedr-i hafâ Hazret-i Samî

Etmiş ona Hakk pâye-i irfânı emânet
Sermâye-i pür kıymet imânı emânet
Ahmed Ağa etmiş ona yârânı emânet
Kılmaz mı erenler güher-kânı emânet

Hayru’l-halef-i Es’ad-i dergâh-ı Kelâmî
Fahru’l-urefâ bedr-i hafâ Hazret-i Samî

Teminine millî zaferin Es'ad Efendi
Hak aşkına Allah deyüp himmet edendi
Zulmün O'na bir halka-i nûr oldu kemendi
Cennetti deriz menzili, şeklen Menemen'di

Hayru’l-halef-i Es’ad-i dergâh-ı Kelâmî
Fahru’l-urefâ bedr-i hafâ Hazret-i Samî

http://www.islamvetasavvuf.org/?q=content/mahmud-sami-efendi%E2%80%99ye-%C5%9Fiirler%E2%80%A6

Yazar:  talib [ 12.02.09, 16:52 ]
Mesaj Başlığı:  Re: Ramazanoğlu Mahmud Sami (Kuddise Sirruh)

Sami Efendi’den sonra irşad

Sami Efendi’nin vefatından sonra irşad vazifesini merhum Musa Topbaş Efendi (ölümü: 16 Temmuz 1999, Cuma) devam ettirmiştir. Tanzim edilen silsile-i şerifin Es’ad Efendi’den başlayan, Sami Efendi’yi ve sonra Musa Efendi’yi halkaya dahil eden kısmı şöyledir:

“Eyleriz arz-ı dehâlet dergeh-i sâdâta biz / Es'ad’ı ihvân-ı dîne mağfiret kıl ey Hudâ // Sami dostun hürmetine ey Cenâb-ı Kibriyâ / Cümle ihvânı cemâlinle cinânda kıl bekâ // Feyz-i carî Hazret-i Musa ki, ol sahib vefâ / Pek sahî hayrü'l-halef Osman Nuri’yi pür hayâ.”

Mahmud Sami Efendi’nin Erkam yayınları tarafından basılan eserleri şunlardır: Hz. İbrahim; Hz. Yusuf; Yunus ve Hud Sureleri Tefsiri; Bedir Gazvesi ve Enfal Suresi Tefsiri; Uhud Gazvesi; Tebük Seferi; Hz. Ebubekir; Hz. Ömer; Hz. Osman; Hz. Ali; Hz. Halid bin Velid; Ashab-ı Kiram(1-2); Musahabe(1-6); Fatiha Suresi Tefsiri; Bakara Suresi Tefsiri; Mükerrem İnsan ile Dualar ve Zikirler

Osman TOPRAK (19.08.2008, Milli Gazete)

1. sayfa (Toplam 3 sayfa) Tüm zamanlar UTC + 2 saat
Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group
http://www.phpbb.com/