sufiforum.com
http://sufiforum.com/

Ömer bin Abdülazîz -rh-
http://sufiforum.com/viewtopic.php?f=40&t=785
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

Yazar:  arsiv [ 03.02.09, 14:39 ]
Mesaj Başlığı:  Ömer bin Abdülazîz -rh-

ÖMER BİN ABDÜLAZÎZ

Hazret-i Ömer’in oğlunun torunu olan Ömer bin Abdülazîz, adâleti, insâfı ve güzel ahlâkı ile meşhur sekizinci Emevî halîfesi olup tâbiîndendir. İsmi Ömer bin Abdülazîz, künyesi Ebû Hafs’tır.

679 (H.60) târihinde Medîne’de doğdu. 720 (H.101) târihinde kölesi tarafından zehirlenerek şehîd edildi. Cenâzesi Şam yakınlarındaki Hunasi’den alınıp Humus yakınlarındaki ( şimdi Maarratün-Numan ) Deyres-Sim’an denilen yere defnedildi. Ziyâret mahalli olan kabr-i şerîfi yanında eşi ile Mağrib bölgesinden 300 yıl önce gelerek türbedarlık yapan bir sufi de medfundur.

Hazret-i Ömer, halîfeliği zamânında bir gece Medîne’de kol gezerken sabaha karşı bir evden, bir kadının kızına; “Süte su koy!” dediğini işitti. Kızın da; “Emîr-ül-Müminîn hazret-i Ömer süte su katmayı yasak etti.” cevâbını verdiğini ve annesinin; “Emîr-ül-Müminîn nereden bilecek.” demesi üzerine de; “O görmüyorsa Allahü teâlâ görüyor.” dediğini işitti. Hazret-i Ömer bu hâdise üzerine o kızı araştırıp, oğlu Âsım’a nikâh etti. Âsım’ın bundan bir kızı oldu, bundan da Ömer bin Abdülazîz hazretleri dünyâya geldi.

Babası Abdülazîz bin Mervân, adâlet, insâf ve diyânet sâhibi biriydi. Mısır vâliliğine tâyin edilince, oğlunu da berâberinde götürdü. Ömer bin Abdülazîz, orada mükemmel bir İslâm terbiyesi ile büyütülüp, yetiştirildi. İlim tahsîli için Medîne’ye gönderildi. Enes bin Mâlik, Abdullah bin Câfer-i Tayyâr, Saîd bin Müseyyib ile devrin başka âlim ve büyüklerinden ders aldı. Onların sohbetinde bulunup, kendilerinden hadîs-i şerîf dinledi.

Babası Abdülazîz bin Mervân 705 târihinde vefât edince amcası halife Abdülmelik onu Şam’a getirdi ve kızı Fâtıma’yı ona nikâhladı. Ömer bin Abdülazîz çok nîmet ve servete sâhipti. Yaratılışındaki cömertlik ve mürüvvetini bütün insanlara saçıyordu. Gâyet fazîletli, âlim, âdil ve eşine pek az rastlanan bir insandı. Halife Velîd bin Abdülmelik devrinde 706 Rebîulevvel ayında Haremeyn, Mekke ve Medîne vâliliğine tâyin edildi. Bu vazifesini yürütmek üzere Medîne’ye gidip, oranın büyük âlimlerinden on kişi topladı. Meclisteki âlimlere; “Ey kardeşlerim. Ben Haremeyn’in vâliliğine değil, hizmetçiliğine tâyin olundum. Asıl mesleğimin adâlet yolundan ayrılmamak olduğunu bilmenizi isterim. Bunun için söz veririm. Gerek zorbalık yapanın, gerekse buna sebep olanın, yolsuzluk yapanın ve doğru yoldan ayrılanın yaptıklarını bana haber vermezseniz bunun mesûliyyeti size âittir. Sizi ancak bana müşâvir ve muâvin olmak üzere çağırdım. Kendi reyimle bir iş görmek istemem. Her hususta sizinle müşâvere yapacağım. Ayrıca memurlarımın da ahâliye iyi hizmet etmeleri için onları teftiş ederek, bana yardımcı olacaksınız.” dedi. Bu âlimler de onun bu isteklerinden memnun olup, dâimâ yardımcı oldular. Hicazlılar; idâresinden, adâletinden çok memnundular.

Enes bin Mâlik hazretleri onun hakkında: “İmâmlık yapmakta Resûlullah efendimize, Ömer bin Abdülazîz’den daha çok benzeyen kimse görmedim.” buyurdu.

Ünü her tarafa yayıldı. Pek çok kimse, kendi memleketini terk edip, Hicaz’a geldi. Mescid-i Nebî’yi genişletmeye ve esaslı bir tâmiratını yaptırmaya başladı. Genişletmede Mescid-i Nebî'nin dört duvarı da yıkılıp, doğu tarafındaki zevcât-ı tâhirât odaları mescide katıldı. Hücre-i saâdetin dört duvarı yıkılıp, temelden yontma taşlarla yeniden yapıldı. Temel açılırken hazreti Ömer’in bir ayağı görüldü. Hiç çürümemişti. Hücrenin etrafına ikinci bir duvar daha yapıldı. Hiç kapısı olmayan bu duvar beş köşeliydi. Duvarlar, direkler ve tavan altın ile süslendi. İlk olarak mihrâb ve dört minâre yaptırdı. Bu iş üç sene sürdü. Ömer bin Abdülazîz 711 senesine kadar Haremeyn vâliliği yaptı. Halîfe Süleyman bin Abdülmelik iki oğlu olmasına rağmen ahidnâme yazıp, mühürleterek Ömer bin Abdülazîz’i kendisine halef gösterdi. Bunu veziri Recâ’ya verdi.

Halîfe Abdülmelik’in 717 târihinde vefâtı ile vezîri Recâ emirleri toplayıp mühürlü ahidnâmeyi açarak okudu. Ömer bin Abdülazîz hazretleri ahidnâmede kendi ismi okunduğu zaman şaşırıp kaldı. İstifâ isteğinde bulunduysa da kabûl edilmedi. Emirler, Ömer bin Abdülazîz’in İslâm halîfeliğine bîat ettiler. Vezir Recâ, halîfenin koluna girip, mimbere çıkardı. Ömer bin Abdülazîz cenâb-ı Hakk’a hamd ve senâdan sonra; “Ey insanlar! Bizimle berâber olacak kimsede şu beş şartı istiyorum. Bunlar: Bize hâlini bildiremeyecek olan halkımın hâlini anlatmak, hayırlı işlerde bize yardım ve hayra delâlet eylemek, kimse hakkında gıybet etmemek ve boş şeyler ile meşgûl olmamak. Bunlar yoksa bize yaklaşmasın.” dedi. Böylece ikinci halîfe hazret-i Ömer bin Hattâb’ın yolunda olarak işe başladı. Ömer bin Abdülazîz’in hâllerini anlatmak için şâirler ve hatîbler hutbeler okudular. Onun medh ve senâsını dillerde dolaştırdılar. Zâhidler ve fakihler dahi; “Biz bu zâtın sözüne aykırı fiilini görmedikçe ondan ayrılmayız.” dediler.

Reyyâh bin Ubeyde anlatır: “Ömer bin Abdülazîz hazretleri Medîne’de vâli iken bir gün koluna girdiği zayıf bir ihtiyarla birlikte gördüm. Bu ihtiyarın onun yanında böyle durmasına hayret ettim. Sonra Ömer bin Abdülazîz’in yanına gidip ona; “Allah sana iyilikler versin. Yanınızdaki elinizden tutan ihtiyar kimdi?” dedim. Bunun üzerine bana; “Ey Reyyâh! Bu kardeşim Hızır aleyhisselâmdır. Bana ileride âdil bir idâreci olacağımı haber vermeye gelmiş.” diye cevap verdi.”

Ömer bin Abdülazîz halîfe olduktan sonra hilâfet konağına götürülmek üzere alay atları getirdiklerinde; “Bunlar ne?” dedi. “Hilâfete mahsus bineklerdir.” cevâbını işitince; “Kendi atım, benim hâlime daha muvâfıktır.” diyerek saltanat bineklerini geri çevirip, kendi hayvanına bindi. Hilâfet otağına gitmeyip; “Hilâfet otağında Süleyman’ın âilesi var. Ben onların rahatsız olmalarını uygun görmem. Onlar yerleşinceye kadar, benim kıl çadırım bana yeter!” buyurdu. Bu sözleri, insafı ve ahlâkî büyüklüğünü ne güzel ifâde etmektedir. Evine gitti. Âzâdlı kölesi, onun pek kederli ve düşünceli olduğunu görünce: Bu hâlinizin sebebi nedir? diye sordu. Cevâbında buyurdu ki: “Doğudan batıya kadar olan Ümmet-i Muhammed’in hukukunu yerine getirme vazifesi bana verildi. Bundan büyük endişe edecek şey olur mu?” Daha sonra hanımı ve amcasının kızı olan Fâtıma binti Abdülmelik’i yanına çağırıp, buyurdu ki: “Eğer benimle birlikte yaşamak istersen ziynet ve mücevherlerini beytülmâle bırak. Zirâ onlar senin yanında iken ben seninle berâber olamam.” Fâtıma, bütün ziynet ve mücevherlerini beytülmale verdi. Fâtıma’nın bu davranışı, Peygamber efendimizin kızı hazreti Fâtıma gibi mânevî süsler ve rûhî meziyetler ile yaşamaya karar verdiğini göstermekteydi. Ömer bin Abdülazîz’in elli bin altını vardı, hepsini dağıttı. Bir elbisesi kaldı. Câriyelerine de; “Serbestsiniz. İsteyeniniz olursa, âzâd ederim. Benden bir talepte bulunmamak şartı ile kalmak isteyen varsa kalabilir. Çünkü verilen vazife beni sizinle meşgûl olmaktan alıkoyuyor.” buyurdu. Hepsi ağladılar, üzüldüler. Hanımı Fâtıma’yı dahi serbest bıraktı. O da üzülüp ağladı. Efendisinden ayrılmadı.

Ömer bin Abdülazîz halîfe olduğu sene Medîne-i münevverede bulunan, oğlu Abdülmelik’e şöyle yazdı: "Şahsımdan sonra kendisine nasîhatte bulunup, gözetip, muhafaza etmek mecbûriyetinde olduğum, ilk insan sensin. Hamd, Allahü teâlâya mahsustur. Allahü teâlâ bize çok lütuf ve ihsânda bulundu. O’ndan, ihsân ettiği nîmetlere karşı şükür yapabilme kuvveti vermesini dileriz. Allahü teâlânın babana ve sana olan lütfunu hatırla. Kendine, gençliğine ve sıhhatine dikkat et. Eğer hamd (Elhamdülillah), tesbîh (Sübhânallah), tehlil (Lâ ilâhe illallah) diyerek, dilini zikirle meşgûl edebilirsen bunu yap."

Ömer bin Abdülazîz hazretleri hilâfet makâmına geçtiği gün, zamanının tanınmış fıkıh âlimlerinden Sâlim bin Abdullah, Recâ bin Hayve ve Muhammed bin Ka’b Kurazî’yi dâvet edip, onlara; “Halk her ne kadar bir nîmet olarak görüyorsa da ben bu halîfelik makâmını; taşıyamayacağım bir yük ve çok ağır bir mesûliyet olarak görüyorum. Bu yükün altına girdim. Benim için çâre ve tedbir olarak nasîhatleriniz nedir?” diye sordu. Onlardan biri dedi ki: “Yârın kıyâmet günü kurtulmak istersen müslümanların ihtiyarlarını baban, gençlerini kardeşin ve küçüklerini evlâdın bil. O zaman bütün müslümanlara, kendi evindeki, ana-baba, kardeş ve evlâdın gibi muâmele etmiş olursun.” Ömer bin Abdülazîz, halîfe olunca, üzerine aldığı mesûliyetin ağırlığından dolayı iki ay müddetle üzüntü ve keder içinde kaldı. Millet ve memleket işlerini adâletle idâre etmekte ve hak sâhiplerine haklarını iâde etmekte çok hassas davranıyor, kendisini hiç düşünmüyordu.

Ömer bin Abdülazîz, yakın dostu hazret-i Sâlim’e; “Kardeşim Sâlim! Allahü teâlâ beni halîfelik ile imtihan ediyor. Yemin ederim ki, kurtulamıyacağımdan korkuyorum. Bana, dedem hazret-i Ömer’in mektuplarını, hayâtı hakkında bilinenleri, müslümanlara ve gayr-i müslimlere olan hükümlerini bildir. Hazret-i Ömer’i kendime örnek kabûl ettim. Ona göre hareket edeceğim.” dedi.

Halîfeliği zamanında yaptığı bütün işlerde gözleri önüne kıyâmet gününü getirirdi; halkının haklarını lâyıkıyla yerine getirememekten çok korkuyordu. Halîfeliğini adâlet ile yürütüp, Hulefâ-i Râşidîn’in (Dört büyük halîfe) yolundan ayrılmadı. Önemli memuriyetlere dirâyetli ve âdil bildiklerini tâyin etti.

Müslim ve gayr-i müslim tebaasına çok âdil davranıp, yaptığı işlerde adâleti yaygınlaştırdı. Ehl-i Beyte dil uzatanların çirkin hareket ve sözlerine mâni olup, son verdi. Ehl-i Beyte çok saygı gösterir ve yardım ederdi. Hazret-i Muâviye’nin vefâtından sonra, hutbelerde Ehl-i Beyte lânet okumak âdet olmuştu. Halîfe olunca, ilk iş olarak bu âdeti kaldırdı. Ehl-i Beyte karşı çok saygılıydı. Onlara devamlı yardım ederdi. Peygamberimizin vakıf ettiklerinden, Fedek bahçesini tekrar Ehl-i Beytten Muhammed Bâkır’a iâde etti. Toprak hukûku ve mâliye alanlarında Peygamber efendimizin emirlerini yerine getirdi. Müslüman olan gayr-i müslimlerden cizye vergisini kaldırdı. Her tarafta müslüman olanların sayısı arttı. Doğuda ve batıda milyonlarca gayr-i müslim, müslüman oldu. İslâm orduları doğu ve batıda fetihlere girişti.

Malatya şehri, Rumlar’dan yüz bin esir karşılığı satın alındı. Pireneler aşılıp Fransa’ya girildi. Narbonne ele geçirildi. Burada güçlü üsler kuruldu. Afrika’da bütün Berberîler onun zamanında müslüman oldu. Mûsevî, hıristiyan ve ateşperestlere gösterdiği yapıcı siyâset karşısında, onların arasında İslâmiyet geniş ölçüde yayıldı.

Devrinin âlim ve velîlerinden Mâlik bin Dinâr hazretleri anlatır: “Ömer bin Abdülazîz halîfe olduğunda bir çobanın şöyle dediği işitildi: “Acaba bu temiz, âdil halîfe kimdir?” Çobana; “Böyle olduğunu nereden anladın?” diye sorulduğunda; vazîfesi dağ bayır demeyip koyun otlatan, çeşitli yırtıcı hayvanların tehlikesini pek iyi bilen çoban, sâfiyetle bulduğu teşhisiyle şu cevâbı verdi: “Âdil bir halîfe başa geçince, kurtlar kuzulara saldırmaz. Oradan anladım.”

Halîfe Ömer bin Abdülazîz hazretleri her gün âlimleri çağırır, onlarla ölüm ve kıyâmet hâllerinden konuşurlardı. Konuşmalar onlara o kadar tesir ederdi ki, sanki içlerinden biri vefât etmiş gibi ağlarlardı.

Ömer bin Abdülazîz hazretleri Allah'ın emir ve yasaklarını yerine getirmede ve halka bildirmede çok dikkatliydi. Onun devrinde halk dahi ibâdet ve tâat yoluna girdi. Meclislerinde: Bu gece ne okudun? Kur’ân-ı kerîmden kaç âyet ezberledin? Bu ay kaç gün oruç tuttun? gibi sözler söylenmeye başlandı.

Ömer bin Abdülazîz hazretleri dîne sokulan bid'atleri ortadan kaldırıp, unutulmuş sünnetleri meydana çıkarmaya çalıştı.

Hadîs-i şerîfleri toplatıp, kitap hâline getirdi. Mezhepler hakkında; “Ashâb-ı kirâmın ictihadları farklı olmasaydı, dinde ruhsat, kolaylık olmazdı.” buyurdu. Hazret-i Ali ile ictihad ayrılığından muharebe edenler için buyurdu ki: “Allah, ellerimizi bu kanlara bulaşmaktan koruduğu gibi, biz de dilimizi tutup, bulaştırmayalım!” İmâm-ı Şâfiî hazretleri de böyle söylemiştir.

Ömer bin Abdülazîz hazretleri Evzâî’ye yazdığı bir mektubunda; “Biliniz ki, ölümü çok hatırlayan kimse, az bir dünyâlık ile iktifâ eder, konuştuğu kelimelerin hesâbını vereceğini düşünen çok az konuşur, ancak lüzumlu sözleri söyler.” buyurdu. Yine buyurdu ki: “Kendimi överim korkusu ile bir çok sözleri söylemekten kaçınırım.”

Meymûn bin Mihran anlatır: “Ömer bin Abdülazîz ile berâber bir kabristana uğradık. O, kabirleri görünce ağladı. “Ey Meymûn! Şu gördüğün kabristanda yatanlar, babalarım Emevîlerdir. Bunların hepsi gelip geçtiler. Lâkin şimdi sanki dünyâya hiç gelmemişler, dünyâ lezzetlerini hiç tatmamışlardır. Şu anda toprak altında yatıyorlar ve cesetlerini kurtlar yemektedir...” Hem böyle söylüyor, hem de ağlamaya devam ediyordu. Sonra buyurdu ki: “Vallahi burada, kimin azâbda olduğunu, kimin Allah'ın azâbından emin olduğunu bilemiyorum.”

Ömer bin Abdülazîz hazretleri yine buyurdu ki: “Geçen gece ölüleri düşündüm. En samîmi bir dostun ölse, onu üç gün sonra mezarında görsen, oradan kaçarsın. Orada dolaşan kurt ve böcekleri, akan irinleri, pis kokular arasında kurtların kendisini nasıl parçaladığını, kefeninin bozulduğunu, vücûdunun pis hâle geldiğini görüp kendisinden nefret ederdin.” Bunları söyledikten sonra bayılıp düştü.

Âlimlerden birisi Ömer bin Abdülazîz’i ziyâret etti. Çok ibâdet etmekten yüzünde ve rengindeki değişikliği görerek; “Bu ne hâldir?” dedi. Ömer bin Abdülazîz “Sen beni ölümümden bir kaç gün sonra mezarımda ziyâret etsen, gözlerimin çıkıp, yanaklarımın üzerine akdığını, dudaklarımın dişlerimi kapayamadığını, ağzımın açık kalıp oradan irin ve cerahatin akmakta olduğunu, karnımın şişip göğsümün üzerine geldiğini, bağırsaklarımın döküldüğünü, burun deliklerinden irin ve kurtların çıktığını görmekle şimdi gördüğünden çok daha feci bir manzara ile karşılaşırdın.” dedi.

Halîfeliğinde, yanına bir heyet gelmişti. Heyetten bir genç nutuk söylemeye başladı. Bunun üzerine; “Sen dur, yaşlınız konuşsun.” diyerek genci uyarmak istedi. Genç: “Ey Emir-ül-müminîn! İş yaşa göre ise, müslümanların içinde senden daha yaşlı olanlar yok mu?” deyince; “Konuş bakalım.” diyerek gence söz verdi. Genç; “Biz senden bir şey isteyen ve senden korkan bir heyet değiliz. Bir şey istemiyoruz. Çünkü lütuf ve ihsânınız o kadar çok ki, bu bize kadar ulaşmıştır. Senden korkmuyoruz. Çünkü adâletin bizi korkmaktan emin kılmıştır.” dedi. “Siz kimsiniz?” deyince, “Teşekkür heyetiyiz. Teşekkür edip geri dönmek için geldik.” dedi.

Yezîd-i Rakkâşî, Ömer bin Abdülazîz’in huzûruna geldi. Ömer bin Abdülazîz, Rakkâşi'ye; “Bana nasîhat et.” dedi. O da “Ey müslümanların emîri! Senden önceki halîfeler öldüğü gibi sen de öleceksin.” dedi. Ömer bin Abdülazîz bunu duyunca ağladı ve “Devam et.” dedi. Yezîd-i Rakkâşî: “Âdem aleyhisselâmdan sana gelinceye kadar hiç bir baban hayatta değildir. Hepsi vefât ettiler.” dedi. Ömer bin Abdülazîz ağlıyarak, yine “Devam et” dedi. Yezîd-i Rakkaşî; “Öldükten sonra Cennet ile Cehennem’den başka gidilecek yer yoktur.” dedi. Halîfe Ömer, bunu duyunca düşüp bayıldı.

Ömer bin Abdülazîz hazretlerinin yanına birisi gelerek; “Falanca kimse, sizin için şöyle, şöyle söylüyor.” dedi. Ömer bin Abdülazîz; “İstersen bu işi araştıralım. Eğer yalancı isen, Hucurât sûresinin altıncı âyet-i kerîmesinin hükmüne göre; söylediğin yanlış ise, Kalem sûresi on birinci âyet-i kerîmesinin hükmüne göre mesûl olursun. Her iki hâlde de mesûl olursun. İstersen üçüncü hâli tercih edip, seni affedelim ve bu meseleyi kapatalım.” dedi. Bunun üzerine o kimse tövbe edip, bir daha böyle bir şey yapmam dedi.

Bir kimse, Ömer bin Abdülazîz hazretlerine gelip, birinin kendisine zulmettiğini söyledi. Gelen kimseye; “O kimseden hakkını almış olarak, Allah'ın huzûruna gitmektense, o kimsede hakkın olarak Allah'ın huzûruna gitmen daha iyidir.” buyurdu.

Bir Cuma namazını kıldırdıktan sonra, insanların arasında oturdu. Sırtındaki elbisenin iki tarafı da yamalı idi. Birisi kendisine; “Ey müminlerin emîri! İmkânlarınız var. Daha kıymetli elbise giyseniz olmaz mı?” dedi. Ömer bin Abdülazîz hazretleri bir müddet düşündü ve başını kaldırıp; “Varlıklı halde iken iktisad etmek ve hakkını almaya gücü yettiği halde affetmek, hakkını helâl etmek çok makbûl ve çok fazîletlidir” buyurdu.

Ömer bin Abdülazîz hazretleri bir sarhoşu gördü. Onu yakalayıp cezâlandırmak istedi. Ama sarhoş, ona hakâret etti. O da sarhoşu bıraktı. Cezâlandırmaktan vaz geçti. “Niçin, size hakâret edince bıraktınız?” dediler. Buna cevâben; “O hakâret etmekle beni öfkelendirdi. Eğer ona cezâ verseydim, kendim için cezâ vermiş olurdum, kendi şahsım için bir müslümanı cezâlandıramam.” buyurdu.

Kendisine Allahü teâlâ kimleri çok sever diye sordukta o; “Allah şu üç kimseyi çok sever: 1) Gücü yettiği halde affedeni, 2) Hiddetli ânında öfkesine hâkim olanı, 3) Allahü teâlânın kullarına şefkatli olanı.” buyurdu.

İnsanlara olduğu gibi hayvanlara da merhametliydi. Bir katırı vardı. Bunu pazarda çalıştırır, gelen parayla da ihtiyaçlarını temin ederdi. Katırı çalıştıran işçisi, bir gün normalden fazla para getirince: “Neden böyle fazla para geldi?” dedi. “Pazar kalabalık ve bereketliydi.” cevâbına karşılık; “Hayır, böyle değil. Sen katırı çok çalıştırıp, yordun. Katırı, üç gün dinlendir.” emrini verdi.

Bir gün hanımına; “Bir dirhemin var mı? Biraz üzüm alalım.” dedi. Hanımı; “Senin gibi bir Sultanın bir dirhemi olmazsa, benim olur mu.” deyince, hanımına; “Doğru söylüyorsun ey Fâtıma! Fakat böyle olması, Cehennem'de kızgın zincirleri boğazımda taşımaktan iyidir.” dedi.

Ömer bin Abdülazîz hazretleri, oğlunun bin dirheme bir yüzük taşı satın aldığını haber aldı. Hemen bir mektup yazarak, o yüzük taşını satmasını ve bin kişinin karnını doyurmasını emretti. Ayrıca iki dirhemlik bir yüzük kullanmasını ve yüzüğün üzerine; “Allah haddini bilene merhamet eylesin.” diye yazmasını istedi.

Bir gün etrafındakiler Ömer bin Abdülazîz’e; “İnsanların en ahmağı kimdir.” diye sorunca; “Âhiretini dünyâ için satan, ahmaktır, âhiretini başkasının dünyâsı için satan daha da ahmaktır.” buyurdu.

Ömer bin Abdülazîz hazretleri, hutbe okurken kalbine ucb (kendini beğenmek) hâli gelirse hutbeyi yarıda keser, yazı yazarken olursa o kâğıdı yırtardı ve; “Allah’ım nefsimin şerrinden sana sığınırım.” derdi.

Ömer bin Abdülazîz hazretleri bir gece namaz kıldı. Namazda; “Boyunlarında demirden halkalar ve zincirler bulunduğu zaman, bu vaziyette sıcak suyun içinde sürüklenecekler, sonra ateşte yakılacaklar." meâlindeki (Mü’min sûresi: 71-72) âyet-i kerîmelerini okudu. Namazdan sonra bu âyet-i kerîmeyi tekrar tekrar okudu ve çok ağladı.

Yer altında bir mahzeni vardı. Gece olunca oraya iner, boynuna demir bağlardı. Sabaha kadar böylece, Allahü teâlânın korkusuyla göz yaşı döker ve O’na yalvarırdı.

Ömer bin Abdülazîz hazretleri akrabâlarından birisine gönderdiği bir mektupta şunları yazdı: “Eğer gece ve gündüzünde ölümü hatırlamağı şiâr edinmek istersen fânî ve geçici olana rağbet etmeyip, bâkî ve devamlı olana yönel. Vesselâm.”

Ömer bin Abdülazîz, Şam’da, bir minber üzerinde hutbe okudu. Allah'a hamd ve senâdan sonra üç şey söyledi. “Ey insanlar! İçinizi, kalblerinizi düzeltirseniz, zâhiriniz, dışınız da iyi olur. Âzâlarınız, gözünüz, kulağınız, elleriniz, ayaklarınız, hayır işler, Allah'ın beğendiği şeylerle meşgûl olur. Âhiretiniz için sâlih ameller işleyiniz. Böylece dünyânızı da korumuş olursunuz. Hazret-i Âdem’den îtibâren, kendisine kadar bütün dedeleri ölüp gitmiş olan kimse de bir gün ölecektir.”

Ömer bin Abdülazîz başka birisine yazdığı mektubunda; “İmdi, sana Allah'dan korkmayı, Allah'ın sana ihsân ettiği şeylerle, âhirete hazırlanmayı tavsiye ederim. Sen sanki ölümü tatmış, ölümden sonra olan şeyleri görür gibi amel yap. Günler ve geceler, süratle gidiyorlar. Ömür her gün noksanlaşıyor. Ecel ise yaklaşıyor. Kötü amellerimizden dolayı Allah'dan af ve magfiret dileriz. Günahlarımızdan ve bu yüzden bize gazab etmesinden O’na sığınırız.”

Ömer bin Abdülazîz hazretleri, veliahd Yezîd bin Abdülmelik’e şöyle yazdı: “Bismillâhirrahmânirrahîm. Müminlerin emîri Ömer bin Abdülazîz’den, Yezîd bin Abdülmelik’e. Sana selâm eder ve sana kendisinden başka ilâh olmayan Allah'a hamdimi bildiririm. Ben hastayım. Ağrı ve sızıya tutuldum. Buna rağmen üzerime aldığım işlerden mesûlüm. Allah yarın beni bunlardan hesâba çekecek, orada yaptıklarımı gizleyemeyeceğim. Eğer Rabbim, benden râzı olursa, ancak orada zelîl ve hakîr olmaktan kurtulurum. Bir de râzı olmazsa, yazık bana. O zaman benim hâlim nasıl olur. Allah bizi, yüce rahmetiyle Cehennem’den muhafaza buyurup, rızâsına kavuştursun. Bu bakımdan sana Allahü teâlâdan korkmanı, haram kıldığı şeylerden sakınmayı tavsiye ederim. İnsanlar hakkında Allahü teâlâdan kork, zulüm ve haksızlıktan uzak dur.

En güzel söz, Allahü teâlâya hamdetmek (Elhamdülillah demek) ve O’nu anmaktır. Kim Cennet’i seviyorsa, Cehennem’den kaçar. Şimdi ecel gelmeden, ameller sona ermeden, Allahü teâlâ insanları ve cinleri hesâba çekmek için huzûruna getirmeden önce, tövbeyi fırsat bilmeli ve af ve magfirete kavuşmayı kazanç bilmelidir. Kıyâmette, hesap gününde, mâzeret kabûl edilmez. O zaman bütün gizli şeyler ortaya çıkarılır. Herkes kendi başının çâresini arar. İnsanlar, amelleriyle gelirler. Herkesin amellerine göre durumu ayrı ayrıdır. O gün, dünyâda Allahü teâlâ ve Resûlünün emirlerine uyup, yasaklarından uzak kalmış olanlara ne mutlu! Dünyâda Allahü teâlâya isyân ederek âhirete göçenlere o gün çok yazık! Onların o gün çok acınacak hâlleri var. Allahü teâlâ seni, zenginliklerle imtihan ederse, onda orta yolu tut. Onu Allah'ın rızâsına uygun yerlere sarfet, ondan fakirleri de faydalandır. Allahü teâlânın emri olan zekâtını ver. Sakın övünme! Kendini beğenme! Kendini başkalarından üstün görme!” dedi.

Bir vâlisine şöyle yazdı: “Ellerini müslümanların kanından, mideni malından, dilini ırzından uzak tut! Böyle yaparsan sana zeval yoktur.”

“Namaz, seni yolun yarısına getirir, oruç, tam Melik’in kapısına iletir. Sadaka da, Melik’in huzûruna çıkarır.”

“Allah bir kuluna verdiği nîmeti alıp da karşılığında sabrı nasîb ederse, nîmete mukabil verdiği (sabır), o nîmetten daha efdaldir (kıymetlidir).”

“Ölümü çok hatırla. Eğer geçim rahatlığı içindeysen bu sana darlık, ürperti getirecek; geçim darlığı içindeysen genişlik, ferahlık kazandıracak.”

“Siz seferdesiniz. Yüklerinizin bağlarını bu diyârın dışında bir yerde çözeceksiniz. Siz, üzerinden çağlar geçmiş bir kökün dallarısınız. Kökleri yok olup gitmiş bir dalın hayâtından ne çıkar?”

“Ey insanlar! Allah mahlûkları yarattı ve onları uyuttu. Sonra onları uykularından uyandırıp, diriltecek. Her biri ya Cennet’e, ya Cehennem’e sevk edilecek. Allah’a yemîn ederim ki, biz eğer bu hakîkati tasdik etmiş isek, buna uygun yaşamadığımız için ahmağız. Eğer bu gerçeği inkâr ediyor isek, o takdirde hepimiz helâkteyiz.”

“Her yolculuğun kendine has bir azığı, hazırlığı vardır. Âhiret yolculuğu için de takvâyı azık edinin. Allah'ın vereceği nîmetleri görmüş gibi sevinin ve vereceği cezâyı, azâbı da görmüş gibi korkunuz. Tûl-i emele kapılmayın, zîrâ tûl-i emel, bitmeyen istek, hiç ölmeyecekmiş gibi dünyâya dalmak kalbinizi katılaştırır, düşmanınız olan şeytanın eline düşersiniz... Dünyâya aldanmış nice insanlar gördük. Huzur ve saâdet, ancak Allah’ın azâbından emin olanlar içindir. Neşe ve sevinç de kıyâmetin zorluğunu anlatanlar içindir. Kıyâmet günü zengin, fakir herkesin ameli meydana çıkar ve hesap verirken öyle bir müşkilât ile karşılaşırsınız ki, eğer yıldızlar bununla karşılaşsa kararıp dökülür, dağlar, dayanmaz erirdi. Cennet ve Cehennem’den başka bir yer bulunmadığını ve bunlardan birine mutlâka gideceğinizi de biliyorsunuz. O halde ona göre hazırlanın...”

“Allah’tan korkun ve aşırı şakadan kaçının; zîrâ aşırı şaka, kin tutmağa, kin de kötülüklere sebeb olur.”

Ömer bin Abdülazîz yanındaki toplulukla berâber bir cenâzeyi defnetmişlerdi. Herkes gitmiş, fakat Ömer bin Abdülazîz bâzı yakınları ile berâber orada kalmıştı. Yanındakiler ona: “Ey müminlerin emîri! Sen bu cenâzenin sâhibi misin de, burada kaldın. Halbuki falanca cenâzeleri için böyle beklememiştin” dediler. Ömer bin Abdülazîz onlara şöyle cevap verdi: “Kabir bana arkamdan şöyle seslendi: “Ey Ömer bin Abdülazîz! Dostlarını ne yaptığımı hiç sormuyorsun.” dedi. Ben de; “Söyle ne yaptın.” dedim. Bana; “Onların kefenlerini yırttım, vücutlarını parçaladım. Kanlarını emdim. Etlerini yedim.” dedi. Tekrâr şöyle seslendi: “Ey Ömer bin Abdülazîz! Bana o dostlarının mafsallarını ne yaptığımı hiç sormuyorsun.” deyince, ona, “Ne yaptın?” diye sordum. Bana, “Onların ellerini kollarından ayırdım. Kollarını, pazularından, pazularını omuzlarından, kalçalarını uyluklarından, uyluklarını dizlerinden, dizlerini ökçelerinden, ökçelerini ayaklarından ayırdım.” dedi. Kabirden bu sözleri naklettikten sonra, Ömer bin Abdülazîz ağlamaya başladı ve şöyle buyurdu: “Dünyâ ne kadar aldatıcı. Dünyâda üstün ve kıymetli, makam ve mevki sâhibi olmak, hiç fayda vermiyor. Genç olan ihtiyarlıyor. Her canlı sonunda ölüyor. Geçici ve aldatıcı olduğunu bildiğiniz halde sakın dünyâ lezzetleri ve zevkleri sizi aldatmasın. Birkaç günlük dünyâ hayatındaki geçici lezzetlere sarılıp, âhireti unutan, aldanmıştır. Hani, nerede bizden önce bu dünyâda yaşıyanlar. Hani onlar, büyük ve modern şehirler kurmuşlardı. Büyük ve derin kanallar kazmışlar ve barajlar yapmışlardı. Onlar, bir göz açıp kapama denecek kadar, az bir müddet dünyâda kaldılar. Burada, sıhhatlerine güç ve kuvvetlerine aldandılar. Bu yüzden günahlar işlediler. Halbuki, herkes onlara mallarının çokluğundan dolayı, keşke, onun serveti gibi bizim de olsa diyorlardı. Şimdi onların hâli ne oldu. Toprak onların bedenlerini yedi. Kemikleri kurtlara azık oldu. Fakat onlar, dünyâda iken, kuvvetli bir âile içerisinde idi. Evleri, güzel eşyâlarla döşeli ve hizmetçileri vardı. Herkes kendisine ikrâmda bulunuyor, âciz kaldığı işlerde kendisine yardımcı oluyorlardı.”

Kabir yine Ömer bin Abdülazîz’e şöyle dedi: “Sen, kabirlere uğradığın zaman, dünyâda iken zengin olanlara, zenginliğinizden ne kaldı, fakirlere de fakirliğinizden ne kaldı diye sor. Yine onlara, dünyâda kendileriyle güzel güzel konuştukları dillerini sor. Ne oldu o konuşan dillere? Niçin susuyorlar? O dünyâ güzelliklerini kendileriyle seyrettikleri gözlerine de sor. Niçin şimdi bakmıyorlar? Hani nerede o nâzik tenleri, nerede o güzel yüzleri. Bu çukurun kurtları onlara ne yaptı. Hani burada yatanların o güzelim renkleri. Etlerine ne oldu. Niçin o yüzler toprak olmuş. Nerede o güzellikler. İşte onların uzuvları tamamen ortaya çıkmış, paramparça olmuş. Halbuki dünyâda güzel bir hayatları vardı. Dünyâya dalıp, sâlih amel yapmadılar. Âhireti unuttular. Onun için hazırlık yapmadılar. Fakat, ölüm kendilerini yakalayıverdi. Dostlarından ayrıldılar. Buraya şu sessiz sedâsız, yere geldiler. Vücûdları çürüdü. Başları boyunlarından ayrıldı, âzâları parça parça oldu. Gözbebekleri yanaklarına akıp gitti. Ağızları kan ve irinle doldu. Haşereler, kurtlar, böcekler, bedenleri üzerinde gezer oldu. Bir müddet sonra, kemikleri de çürüdü. Onlar, dünyâdaki rahatlıklarını bırakıp, bu dar yere geldiler. Arkalarında bıraktıkları hanımları başkalarıyla evlendi. Çocukları yetim kaldı. Yollarda, şurada burada kimsesiz, sâhipsiz dolaşır oldu.

Öyleyse, ey yarın bu kabirlerin sâkini olacak insan! Seni şu fânî dünyâda aldatan nedir? Sen dünyâda devamlı kalacağını mı sanıyorsun? Elinde bir senedin var mı? Görmüyor musun, ölüm her gün birisine geliyor! Yoksa susuzluktan, terlere boğan o korkudan sana rahatlık ve teselli veren bir şey mi var? Keşke sen o sert toprak üzerindeki hâlini bilseydin!

Ey insan! Rüyâda çeşit çeşit lezzetlere ve zevklere kavuşan bir insan gibi, dünyânın şu geçici faydalarıyla seviniyor, küçük ve basit işlerle uğraşıyorsun. Ey aldanma içerisinde bulunan insan! Gündüzün yanılma ve gaflet, gecen uyku içinde geçiyor. Sonunda pişman olacağın işleri yapıyorsun. Hayvanlar da dünyâda böyle yaşar.”

Ömer bin Abdülazîz hazretleri oradan ayrılıp gitti. Aradan bir Cumâ geçti ve vefât etti.

Ömer bin Abdülazîz’in sulh, sükûn idâresini çekemeyenler vardı. Bunlar, ehl-i bid'atten Hâricîler ve menfaatı zedelenenlerdi. Halîfenin hayâtına kıymak için çâreler aradılar.

Nihâyet hizmetçi kölesini bin altınla kandırarak, bu mübârek zâtı zehirlettiler.

Ömer bin Abdülazîz zehirlendiğini anlayınca kölesini çağırdı. “Ben sana bir fenâlık yapmadığım hâlde bu ihâneti bana niçin yaptın. Doğru söyle, seni affedeyim.” deyince; köle, yaptığı bu çirkin harekete pek pişman olup, üzüldü. Ağlayarak yerlere kapandı, yalvararak: “Yâ Emir-el-müminîn! Bana bin altın vermek sûretiyle bu ihâneti yaptırdılar.” dedi. Halîfe altınları getirterek, devlet hazînesine gönderdi. Köleyi affetti. Hasta hâlindeyken, kayın birâderi Mesleme ibni Abdülmelik ziyâretine geldi. Ömer bin Abdülazîz’in üzerinde bir gömlek vardı. Kızkardeşi Fâtıma’ya; “Emir-ül-müminînin elbisesini yıkayınız.” dedi. Tekrar geldiğinde gömleğin yıkanmamış olduğunu görüp kardeşi Fâtıma’ya; “Ben size gömleği yıkayınız, demedim mi?” deyince, bütün tebeasının hayat seviyesini yükseltip, iki buçuk yıl bile sürmeyen hilâfetinin sonunda yirmi beş yıl zekât verilecek kimse bulunamamış olmasına rağmen, aldığı cevap hayret vericidir: O zaman kendisine; “Vallahi başka gömleği yok ki, onu giydirelim de, bunu yıkayalım.” cevâbı verildi.

Yine yakınları; “Beytülmâldan âilene bir şeyler vasiyet et, senden sonra onlar sıkıntıya düşmemeli.” dediler. Cevâbı akıllara durgunluk verecek ve tüyleri ürpertecek kadar müthiş oldu: “Çocuklarım şu iki tip insanlardan birisi olacaktır: İyi, sâlih insan veya kötü şerîr insan. Sâlih insan olurlarsa, Kur’ân-ı kerîmin A’raf sûresi, yüz doksan altıncı âyet-i kerîmesinde meâlen; “Ey Resûlüm! Müşriklere de ki; size karşı benim yardımcım, Kur’ân-ı kerîmi indiren Allah’tır ve O bütün sâlihlere de yardımcıdır.” buyurulan âyeti yetişir. Kötü insan olurlarsa, o takdirde ben onları, günah işlemeleri için güçlendiremem. Çocuklarına dönerek: “Evlatlarım! İki ihtimâl var. Ya sizi zengin edeceğim; o takdirde babanız Cehennem’i boylayacak. Yâhut da fakir kalacaksınız; babanız Cennet’e gidecek. Babanızın Cennet’e girmesi şartıyla fakir kalmayı yâhud da, onun Cehennem’i boylaması şartıyla zengin olmayı tercih edin. Şimdi yanımdan ayrılın ve benden sonra sakın beytülmâl mesûllerini tâciz etmeyin. Şunu iyi bilin ki, size verilmesini vasiyet ettiğim para mikdârı sadece yirmi bir dinârdır.”

Ömer bin Abdülazîz hazretlerinin hastalığı ağırlaşınca tabib çağırdılar. Tabib; “Bu zehir içmiştir. Hayâtı hakkında teminât veremem.” dedi. Halîfe; “Sâde bana değil, zehir içmemiş olanların hayatı hakkında da teminat verme!” buyurdu. Tabib; “Zehir içtiğinin farkında mısın?” dedi. Halîfe; “Evet, mîdeme inince anladım.” buyurdu. Tabib; “Tedâviye hemen başlıyalım.” dedi. Ömer bin Abdülazîz; “Hayır. İlacı, kulağımın arkasında olsa uzanıp onu almam. Rabbime kavuşmam, benim için daha güzeldir.” buyurdu. Ölüm döşeğinde, bir ara ağlamaya başladı. “Niçin ağlıyorsun. Allahü teâlânın yardımı ile nice sünnetleri ihyâ ettin. Adâletin ise çok yüksekti.” dediler. Bunlara cevâben buyurdu ki: “Ben, Allahü teâlânın huzûruna bütün milletin hesâbını vermek üzere çıkacak değil miyim? Herkese âdil olarak davranabildiğimden emin değilim. Yaptığım kusurlar da ayrı. Tabiî ki ben bundan dolayı korkuyorum ve ağlıyorum.” Bir ara; “Beni oturtun.” buyurdu. Oturttular. “Allah’ım, ben o kimseyim ki, bana emirlik verdin. Ben kusur ettim. Yanlış işleri yapmaktan beni nehyettin. Ben ise isyân ettim.” diye üç defa söyledi. Sonra da:

“Lâ ilâhe illallah. İbâdete lâyık olan ancak Allah'dır” dedi ve başını göklere çevirip dikkatle baktı ve; “Ben öyle kimseleri görüyorum ki onlar ne insan ne de cindir.” dedi ve biraz sonra rûhunu teslim etti.

Yazar:  arsiv [ 03.02.09, 14:43 ]
Mesaj Başlığı:  Ömer bin Abdülazîz'in son Cumâ hutbesi

Ömer bin Abdülazîz'in son Cumâ hutbesi:

“Ey muhterem müslümanlar!

Şunu iyi biliniz ki, lüzumsuz bir hiç olarak yaratılmadığınız gibi, yaptığınız işlerden de sorgu ve sorumsuz kalacak değilsiniz. Gelmiş ve nihâyete kadar gelecek insanların toplanacağı bir mahşer ve orada adâlet terâzilerinin kurulacağı bir mahkeme vardır. Onun tek hâkimi, azamet ve kibriyâ sâhibi yüce Allah'tır. Âhiret korkunç bir gündür. Yürekleri parçalayan, çocukları ihtiyar yapan, kişiyi kardeş, evlâd ve iyâlinden kaçıran, peygamberleri, melekleri titreten bir gündür. Cenâb-ı Hakk'ın celâl ve azametiyle tecellî edeceği o günde, kimde kuvvet ve tahammül kalır! Bununla berâber Allah’ın rahmetinden de ümid keserek hüsrâna düşmeyiniz.

Ey muhterem cemâat!

Muhakkak biliniz ki; mahşer gününde emniyet ve korkusuzluk, bugünden o günü düşünüp de Allah’tan korkan, küfür ve günahtan sakınan ve bu fânî âlemi bekâ âlemi olan âhirete üstün tutarak, şehvânî hislerinin esiri olmayanlar içindir. Bunun aksi harekette bulunanlar muhakkak aldanır. Hayat ve ömür sermâyesini haksızlık ve yolsuzluk arkasında tüketen eli boş ve nedâmet, pişmanlık içinde kalır. Bugün; siz, sizden öncekilerin yerini tutuyorsunuz. Fakat elbette sizin de yerinizi tutacaklar var. Görüyorsunuz ki, gelenler durmuyor, gidenler geri dönmüyor. İster istemez gideceğimiz bu mahal, her şeye sâhib olan cenâb-ı Hakk’ın huzûrudur.

Âhiret âlemine gidenleri her gün uğurluyor ve götürdüğünüz kabirlerde kara toprak altında yataksız, yastıksız, tek ve tenha bırakıp dönüyorsunuz. Ölümün acısını duyan o fânîlerin hâli ne kadar merhameti çeker ve ibrete değer. Tanımadıkları bir âleme sefer etmişler, sevdiklerinden ayrılmışlar. Gelip geçici emânet bir hayatın gaflet uykusundan uyanmışlar, ama iş işten geçmiş, telâfi imkânı elden çıkmış, naz ve nîmet içinde beslenmişlerken yatak ve yastıkları kuru toprak olmuş, terkettikleri dünyâ malından istifâdeleri yok. Yaptıkları incir çekirdeği kadar da olsa, bir hayrın imdâdını bekliyorlar. Düşünmeğe değer bu hâllerden ibret almaz mısınız?

Ey muhterem cemâat!

Zannetmeyin ki, kendimde bir büyüklük gördüğüm için size böyle nasîhat ediyorum. İçinizde belki benden daha ziyâde Allahü teâlânın rahmet ve magfiretine muhtaç kimse yoktur. Ben hem kendim, hem de sizin için rahmet ve magfiret diliyorum. Yüce Allah’ın kitabını, Peygamberinin güzel ahlâkını kendinize örnek yapınız, ancak selâmet bundadır.” buyurduktan sonra gözyaşlarını tutamadı.

Bu onun son hutbesiydi.
Aynı zamanda evine de son gidişiydi.

1. sayfa (Toplam 1 sayfa) Tüm zamanlar UTC + 2 saat
Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group
http://www.phpbb.com/