Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 1 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: Osman Kemâli Efendi
MesajGönderilme zamanı: 21.11.10, 20:08 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 03.01.09, 23:16
Mesajlar: 123
Osman Kemâli (K.S)

Kemâli Efendi, Erzurum'un Pasinler karyesine bağlı «GÜLLÜKÖY» de doğmuştur. 600 sene evvel BUHARA'dan hicret ederek bu havaliye yerleşen bir aileye mensuptur.
Doğum tarihi nüfus cüzdanına nazaran her ne kadar 1881 ise de, bunun yanlış olduğu; kardeşi Halit Efendinin ve kendisinin müteaddit defalar anlatmış olduğu hayat hikâyesinden ve elimizde mevcut vesikalardan anlaşılmaktadır,

Kemâlî Efendi, 28 yaşlarında iken seyahate çıktığı ve bu seyyahatinin 11 sene sürdüğü ve İstanbul'a geliş tarihinin de 1901 olduğu göz önüne alındığı takdirde doğum tarihinin 1862 olması icap etmektedir.

Bizzat kendisinin yazdığı hal tercemesinde: «Henüz tıfıliyet çağı geçmemişti ki, oralarda mecazen tutulduğum aşkın zebunu olarak nevmidane fakat afifâne hem tahsil-i ulûma rağbet, hem de aşkla mücadeleye rağbet etmekte idim. 18 yaşımda Kur'an-ı Kerim'i hıfz ve Seyh-ül Kurra Hafız Mustafa Efendiden dahi «Kıraat-i Asım» üzere icazet aldım. O sıralarda meşayih-i Naksibendiye'den Şeyh Ahmed-i Taşkesanî hazretlerinden «Ulûm-i Ser'iye» tahsiliyle 28 yaşıma doğru icazet aldım Fakat galebe-yi aşk bana diyarımı haram kıldığından, Diyarbakır, Musul, Bağdat, Necef ve Kerbelâ gibi âteş yuvalarında Semender'ler gibi dolaştım. Akıbet maksudum olan İstanbul'a 1901'de geldim.» Hayat hikâyesinin bir kısmını anlatan bu satırlar, doğum tarihinin yukarıda da bulduğumuz gibi 1862 olduğunu teyit etmektedir. Kemâlî Efendi, gürbüz ve sıhhatli bir çocuk olarak dünyaya gelmişken; yine kendi ifadesine göre: «Bir buçuk yaşında iken, henüz âlâyiş-i İlâhiye ve masnuat-ı Subhâniye'yi idrâk etmeden», yâni: Cenâb-ı Hakk'ın yaratmış olduğu ve çeşit çeşit renkler ve şekillerle süsleyip bezedigi bu âlemi tanımaya başlamadan tutulduğu çiçek hastalığından iki gözünü de kaybetti.
Bir hayli zaman annesinin eteğine yapışarak dolaşmaya devam etti.
Nihayet kendi kendine ve kimseye muhtaç olmadan yürümeye alıştı.

Altı yaşına geldiği zaman, aile büyükleri bu çocuğun ileride kimseye yük olmadan yaşaması ve kendi hayatını kimseye muhtaç olmadan yürütebilmesi için ne şekilde yetiştirileceğini görüşmek üzere aralarında toplantı yaptılar.

Aile efradından bazıları; hayatını kazanması için saz çalmayı öğrenmesini, bazıları ise; medreseye verilerek ilim ve irfan yolunda yetişmesini, bir kısmı ise; Kur'ân-ı Kerîm ezberleyerek hafız olmasını ve bu suretle hayatını kazanması fikrini ileri sürdüler. Babası Halil Efendi'nin de kuvvetle desteklediği bu son görüş kabul edildi.

Bir süre köy imamlarından okudu, fakat bir netice alınamadı. Bunun üzerine Erzurum'a götürüldü. Bir şanssızlık eseri olarak hafız yetiştirme usulünü bilmeyen bir hocaya teslim edildi. Burada da boşuna vakit kaybetmekten başka bir şey elde edilemediği gibi, hocanın lüzumsuz titizliği yüzünden bol bol dayak yemekten de kurtulamadı.

Kendi ifadesine göre: «Hıfza çalıştıran hoca, usul bilmediğinden, doğrudan doğruya Sûre-i Bakara'dan başlayarak her gün bir sahife ders verir ve bu dersler birkaç cüz olunca hepsini birden dinler ve her yanlış için 3 sopa vururdu. Hocanın bilgisizliği yüzünden boşuna dört sene vakit kaybettim. Ve bu müddet zarfında ne hafız olabildim, ne de sopadan kurtulabildim.

Hattâ bir gün dersimi dinlettiğim esnada çıkan yanlışlarım yüzünden 60 sopa yedim ve buna dayanamayarak 2 ay hasta yattım. Bunun üzerine akraba ve tanıdıklarım benim hâfiz olamayacağıma kanaat getirdiler. Bir gün beni tanıyan memleket eşrafından bir kaç kişi zekâ ve hafıza kuvvetimi denemek için; Kur'ân-ı Kerîm'den bir hizb, yani 5 sahifeyi yanlarında ezberlediğim takdirde bana mükâfaat vereceklerini vâdettiler. 2 saat içinde onların gösterdiği 5 sahifeyi ezberleyerek dinlettim. Fakat mükâfat ve iltifat göreceğim yerde; hafızam bu ka¬dar kuvvetli olduğu halde, okumuş olduklarımı unutmam sebep gösterilerek nahak yere yine dayak yedim.» der.
Bu asabî hocanın derslerinden bir semere elde edilemediği görülerek o medreseden alınır ve kendisinin dâima lisan-ı şükranla bahsettiği Erzurum ulemasından Yeşil İmam diye anılan, Cafer Ağa Camii imam ve hatibi Seyhülkurra' Seyyid Mustafa Efendi'ye teslim edilir. Bu zâtın himmeti ile bir sene içinde Kur' ân-ı Kerîm'i tamamen hıfzeder ve ayrıca kıraat ilmine de çalışarak icazet alır. İcazet aldığı sıralarda yaşı 18'dir.

Bundan sonra, Şeyh Ahmed-i Taskesâni'den şer'i ilimler tahsiline başlar. Zekâ ve hafızasının fevkalâdeliği sayesinde hem kendi derslerini, hem de arabça ve farsça okuyan arkadaşlarının derslerini dinleyerek onlardan evvel bu dersleri öğrenir boş zamanlarında da onlara ders vermeye başlar. Bu arada Fuzûlî, Hâfız-ı Sirazî dîvânları ile Hz. Mevlâna'nın 6 ciltlik Mesnevî'sini baştan başa ezberler. Nihayet medrese derslerini bitirerek icazetname alır.

Kendisi bunu şöyle anlatır: «O zamanlarda dersler camilerde okutulurdu.
Bazen bir câmi'in 5 yerinde 5 muhtelif hoca ders verirdi. Ben bunların hangisini dinlersem, o dersi noksansız olarak,aynen bir plâk gibi zabtetmekte hiç zahmet çekmez, olduğu gibi hıfzederdim. Medrese hayatında diğer talebe gibi sıkıntı ve mihnet çekmedim. Eziyetsiz, külfetsiz, günün birinde elime icazet verdiler.» der.

Bütün bu öğrendiklerine rağmen, bu genç hoca tatmin olmamıştır, hâlâ bir şey aramaktadır. Aradığını kendi de bilmez. Bunu yine kendisinden dinleyelim:
«Ne çare ki içimde, bilmediğim bir kuvvet beni, yine bilmediğim bir şeylere, bir yerlere çekip götürüyordu.» der. Bunu manzum ömürnâmesînde söyle ifade etmiştir:
«Çocukluğumda bir piyr-i muhterem Bana ders verirdi sanırdım dedem Meğer o aşk imiş görsem de bilmem Ayrılmazdım onun nakîyri idim.»

Yüzünü görmediği bir sevgiliye temiz ve çok kuvvetli bir aşkla bağlandı, O aşk ile yandı. Derdine derman ararken «Tarîk-i Şettâriye» ricalinden Kolağası Ali Rıza efendi ile tanıştı. Bu zâtın sohbetlerine devam etti. O İlâhi sohbetler neticesinde istidadında meknuz irfan tohumlan yeşermeye ve hakikat sırlarının gülgoncaları gönlünde açılmaya başladı.

Derdi büsbütün arttı. Artık bir yerde durup dinlenemez oldu. Gönlündeki yâri'ni, dağ demedi, bayır demedi, köy köy, şehir şehir aramaya çıktı.

Bir masal kahramanı gibi, bir elde asa, bir elde keşkül, tahammülün üstünde meşekkatlara katlanarak, parasız pulsuz, aç susuz, yalnız başına gah yürüdü, gah koştu, gah yattı, gah kalktı, az gitti, uz gitti, köy köy, kasaba kasaba dolaştı, nihayet Diyarbekir, Musul, Bağdat, Necef ve Kerbelâ çöllerine düştü. Bir müddet Necef ve Kerbelâ'da mersiye ve kasideler okuyarak, Hz. Peygamber'in evlâdına ve onları sevenlere reva görülen ve haksızlığı gözlerinden akıttığı kanlı yaslarla yana yaktla dile getirdi. Ve Ehl-i Beyt mehabbetini can u gönülden terennüm etti.
Bunlara kendisinden dinleyelim:

«Ağlıya ağlıya Necef'e vardım
O kân-ı vefa'da çok vefa gördüm
Günlerce yüzümü yerlere sürdüm,
Her müşkülün olur asan dediler

Gözle bakanlara görünür mezar
Meğer kalb-i âlem Hayder-i Kerrâr
Herkes murâd alır gizli aşikâr
Yoktur bu kapıda yalan dediler.

Kerbelâ'ya vardım belâlar arttı
İçimde benliğim en büyük dertti
Şiddetli belâlar gayet de sertti
Âşıka belâdır ihsan dediler.

Bilirim onları sevenler ölmez
Mehabbet bir güldür açılır solmaz
Mahzun giden gönül gamla reddolmaz
Olmaz bu kapıda nâlân dediler.

Yetmiş iki sadık çok mihnet çekti
Dünyaya mehabbet tohmunu ekti
Belâlar çekmekte Ehl-i Beyt tekti
Hadimleri olsun Rıdvan dediler.»

Bir mersiyesinde, de:

«Yirmi bin kişi birden ok attı Şah-ı mazlûm'a
Bizi atman deyüp zâlimlere tir ü keman ağlar.

Ok atmak Kurretül-ayn'e değil mi aslını imha
Sebepsiz mi bu gün hâlâ hakiki müsliman ağlar.

Cihanın sahibinden bir içim su kıskanılmış âh
Fırat ağlar, Murat ağlar, zemin ü asuman ağlar.

Ayak bastı o mel'unlar kalbgâh-ı sırr-ı Kurân'a
Aliyy ü Fâtıma, Peygamber-i âhir-zemân ağlar.

Belâ-yı Ehl-i Beyti yazmağa imkân mı var,asla
Söz ağlar,söyleyen ağlar,kalem ağlar,yazan ağlar.

Ezelden ağlarım, aktı; dü-çeşmim kanlı yaşımla
Ne hâbım var ne rahat var, yanan cismimde can ağlar.

İki göz oldu a'mâ, ağlarım ey kurretül-ayneyn
Kemâli sûz-ı âhımla nihân ağlar, ayan ağlar.

Uzun bir yolculuktan sonra Trablusşam'a geldi. Trablusşam müftüsü ile tanıştı. Dostluklarının ilerlemesi sebebiyle orada on bir ay kaldı. Bilâhare İskenderun ve Antakya'ya gitti.
Bu yerlerde de Ehl-i Beyt sevgisini âteşin bir dille telkin eden gazel ve mersiyeler söylediğinden kendisine Alevî dediler. Daha sonra Halepe gitti, Halep Mevlevi-hânesi'nde bir müddet kaldı ve oradan Konya'ya geldi. O sıralarda Mevlânâ dergâhında post-nişin olarak Abdülvahit Çelebi bulunuyordu, Bu zât müfrit Ehl-i Beyt muhibbi idi. Kemâlî efendi'yi çok sevdiğinden dergâh'da uzun müddet misafir etti. Bu zâtın oğlu Abdülhalim Çelebi İle tanıştı ve pek çok iltifatlarına nail oldu ve bu çelebinin himmeti ile kendisine «Mesnevî-hân»lık tevcih edilerek Sikke-yi Mevlânâ giydirildi. Şapka kanunu çıkana kadar o sikke ile dolaştı.

Kemâlî efendi (1901-1318)'de İstanbul'a geldi. Burada da boş durmadı. Bir aralık Ramî'de bostan bekçiliği ve Beyazıt Camii avlusunda arzuhalcilik yaptı. Arzuhalcilik yaptığı esnada, kendisini Erzurumdan tanıyan Fatih müderrislerinde Hacı Nazmi efendinin ısrarı üzerine Fatih camiinde Mesnevî okutmaya başladı. Ayrıca Hacı Nazmi ve Manastırlı İsmail Hakkı efendinin derslerini takiple onlardan da icazet aldı.

O zamanın âdeti üzere; üç aylarda hocaları, halka vaâz ve nasihat etmek üzere başka şehirlere gönderirlerdi. Kemâlî Efendiyi de Selânik'e gönderdiler. 1903'de Selânik'e gitti. Orada İttihat ve Terakki fırkası ileri gelenlerinden Doktor Şükrü Kâmil, Mehmet Sâdık, Talât Bey (Paşa) ve Manyasi-zade Refik beylerle tanıştı. Vazifesi bittikten sonra İstanbul'a döndü. Ve Seyh-zâde Camii bitişiğindeki «Âmâlar Medresesi» şeyhliğine tayin edildi.

Kanunî Sultan Süleyman zamanında âmâların yatıp kalkması ve bannması için vakfedilmiş olan bu medresede, vakfiye mucibince âmâlar yer ve içerlerdi. Fakat sonradan vakfın şartlarına riayet edilmediğinden, burada barınan bîçareler çok müşkül duruma düşmüşlerdi. Kemâli Efendi, âmâların uğradığı bu haksızlığı görerek, onların vakfiye icabı olan haklarını iadeye çalıştı ve bunun için bir selâmlık resminde Sultan Hamid'e istida verdi. Bir hafta sonra Mabeyn'e davet edildi. Sultan Hamid'in huzuruna çıktı. Kanunî Sultan Süleyman tarafından kurulan bu güzel vakfın gayesinin; âmâların kimseye muhtaç olmayacak bir şekilde yaşamalarını temin olduğunu ve bugün ise bu zavallıların hallerinin pek acınacak bir durutnda bulunduğunu; adıgeçen vakıfnameden misaller vererek padişaha anlattı. Padişah bu görüşmeden memnun kalarak bir ferman ile vakfın tekrar ihyasını ve Kemâlî Efendi'nin âmâlar şeyhliğine tayinini irade etti. Ve bu suretle de Kemâli Efendi âmâlar şeyhi oldu.

Bu arada boş durmadı, Üsküdar'da bir oda kiralayarak orada Mecelle okutmaya başladı.
Tâlât Pasa'nın dâhiliye nazırlığı ve Ürgüplü Hayri Beyin
Şeyhül-îslâmlığı zamanında alınan bir kararla «Amâlar Medresesi» lâğvedildi. Ve bu suretle o güzelim hayır müessesesi tarihe karıştı.

Bu Vak'ayı kendisi şöyle anlattı:
«İstanbul'da kendi kendime dolaştığım günlerdi. Rami köyünde Ahmet efendi isminde birisi ile tanıştım. Bu adamın köye yakın bir tarlası vardı ve kendisi oldukça hayırsever bir kimse idi. Yerim yurdum olmadığını öğrenince, beni tarladaki kulübesinde misafireten yatırdı. Ben de onun bu iyiliğine karşı boş durmadım. Yirmi dönüme yakın tarlayı baştan başa kirizme ettim. İlk zamanlar gündüz çalışırdım. Fakat oradan gelip geçen halkın, «âmâ adama bakın, tarlada nasıl çalışıyor» diye birbirlerine göstermelerinden ve başıma toplanmalarından usandığımdan, geceleri çalışmaya başladım. Gündüzleri de kulübede istirahat ederdim. Nihayet felek onu da çok gördü. Oradan ayrıldım. Şehzadebasında âmâlara mahsus imaret vardı, oraya gittim. Orada «Bâ irade-yi âli» yüz âmâ bulunur, bunlara her öğün fodla ve çorba verilirdi. Bu yüz kişiden geriye kalanlar da mülâzım kaydolunurdu. Yüz kişiden biri vefat edince, mülâzimlardan biri onun yerine alınırdı. Ben de evvelâ mülâzım olarak yazıldım, fakat müessesedeki yolsuzlukları gördükçe duramıyordum. Bir selâmlık resminde Padişaha arzettiğim istida üzerine «Mabeyn» vasıtasiyls saraya davet edildim. Ve Sultan Abdülhamid'in huzuruna çıktım. Âmâların senelerdir nasıl haksızlığa uğradığını ve Cedd-i âlileri Cennet-mekân Sultan Süleyman Han Hz.'Ierinin âmâlara olan şefkat ve merhametleri eseri neticesi kurdurmuş oldukları bu büyük tesis ve vakfın zamanla ihmale uğrayarak perişan ve acınacak bir hale geldiğini anlattım. Verdiğim izahattan memnun ve vakfın bu hale gelişinden müteessir olan padişah, imaretin tamiri ile vakfın tekrar İhya edilerek benim de âmâlar şeyhliğine tayinimi irade buyurdu. Ve böylece âmâlar şeyhi oldum.»

«Şam'da ceza reisi olarak bulunduğu sıralarda tanıdığım Hayri Bey ve Selânik'de bulunduğum sıralarda kâtip diye tanıdığım Tal'at Bey (Paşa) meşrutiyetten sonra biri Şeyhül-İslâm, diğeri dahilîye nâzın olmuşlardı. Her ikisi ile de çok sevişirdik. O kadar ki, Talat Bey bana «baba» diye hitap ederdi. Bunların dahil oldukları hükümet, âmâlara mahsus olan bu müesseseyi lâğvetmeye karar verir, fakat her ikisi de beni çok sevdiklerinden, bu işin ben burada olmadığım bir sırada yapılmasının uygun olacağı hususunda mutabakata vardıklarından, bir bahane ile beni Erzurum'a gönderdiler ve ben orada iken de o vakf-ı azîmi lâğvettiler.»

SEYYİD ABDÜLKADİR-ÜL BELHİ HAZRETLERİ ile mülakatı ve intisabları:

Üsküdar'da «Mecelle» okuttuğu sıralarda (sene: 1904-1320) dostlarından «Gülzâr-ı Hakikat» müellifi Fazlullah-i Rahimi efendi ile bir iş için Eyüpsultan'a gitmeleri icap eder. Birlikte yola çıkarlar. Yolları Eyüp Nişancası'na uğrar. Burada Şah Murad dergâhı vardır.

Bu dergâhın post-nîşin'i Sâdat-ı Hüseynîye'den Seyyid Abdülkadir-ül Belhî hazretleridir.

Rahîmî Efendi, bu zâta mensub olduğundan, ziyaret için hazretin yanına gider ve Kemâli Efendi de dergâh avlusundaki şadırvanın peykesine oturarak arkadaşını beklemeye başlar. Avluyu cennet misâli tezyin eden güllerin, karanfillerin, menekşelerin ve çeşit çeşit ağaçlara mahsus çiçeklerin, hafifi hafif esen rüzgârla etrafa neşrettikleri güzel ve lâtif kokular, diğer taraftan Selsebil-i cinân'ı andıran şadırvandan dökülen rahmet misâli suların çıkardıkları sesler; Sûr-i İsrafil'in ölüleri ihya etmesi gibi, Kemâli Efendi'nin de geçmişe ait hâtıralarını canlandırır, 19 Sene evvel gördüğü rüyayı aynı heyecan ve tazeliği ile yasamaya başlar.

Rüya şudur:
«Kemâlî Efendi'nin, Erzurum'da medreseye ve bu arada fırsat buldukça Kolağası Ali Rıza Efendi'nin sohbetlerine devam ettiği sıralardır.
Bir gece rüyasında: Kendisini, devamlı ve ahenkli su seslerinin geldiği şadırvanlı bir avluda görür. Vücuduna bir ayı yapışmıştır. Bu ayıdan kurtulmak için çok uğraşır, fakat muvaffak olamaz, çünkü bu hayvandan bir kıl çekilse kendi vücudundan çekilmiş gibi acı duyar ve kurtarmak isteyenlere de o acının tesiriyle el sürdürtmek istemez. O esnada Kolağası Ali Rıza Efendi gelir ve elindeki kılıç ile ayıya vurur, fakat bu vuruştan Kemâlî Efendi'nin canı çok yandığından feryat etmeye başlar. Ali Rıza Efendi, çok uğraşır ise de kurtarmaya muvaffak olamavmca«Abdülkadir-ül Belhî» isminde bir zâtın gelerek, kendisini ayıdan kurtaracağını söyleyerek gider. Biraz sonra, şadırvanlı avluya bakan bir kapı gıcırtı ile açılır ve kapıdan yaşlı bir zât çıkarak, yavaş yavaş yanına gelir.
Bu zâtın heybetinden bütün vücudunu titreme kaplar. Kemâlî Efendi'nin yanına gelen Abdülkadir-ül Belhî Hazretleridir. Elini onun alnına koyarak, «Besmele» çekmesiyle ayı tamamen vücudundan sıyrılır ve Kemâlî Efendi de ağlayarak uykudan uyanır.»

İşte, 19 sene evvel gördüğü bu rüyanın yeniden tecelli eden suver-i misâliyesinİ âyine-yî hayâlinde temaşa etmekte iken, bulunduğu yerin karşısındaki kapı gıcırtı İle açılır ve kapıdan çıkan- bir zât, tıpkı rüyada gördüğü gibi yanına gelip elini alnına koyarak «Besmele» çeker çekmez, zâten cezbeye müheyya bir hale gelmiş bulunan Kemâlî Efendi, bir sayha-yı âşıkane ile «Sems-i kemâlât-ı ilâhi ve Varîs-i Ekmel-i Muhammedi» olan o mübarek zâtın ayaklarına kapanır ve enîn-i dilsûz ile ağlar, ağlar... Ağlamaktan takatsiz ve mecalsiz düştüğün¬den kucaklayarak içeri götürürler. Kendine geldiği zarnan Abdülkadir-ül Belhî Hazretleri:

-Oğlum! Bugünden itibaren bizimsin ve burada kalacaksın der.

Kemâlî Efendi, bu emre uyarak tam 2 sene dergâhtan çıkmamak şartiyle O Hazretin Harim-i kudsî'sinde kalır. İkinci senenin sonunda dergâhtan ayrılmamakla beraber, evine gitmesine izin verilir. Mazhar-ı Ekmel-i Muhammedi, Sâhib-i Füyuzât-ı Rabbânî ve Nâfih-i Nefha-yî Rahmânî olan mürşid-i âli'lerinin Âlem-i Cemâl-e intikallerine kadar 18 sene hizmet-i mukaddeselerinde bulunarak, emr-i âlilerinde kusur etmemek için gecesini gündüzüne katıp, teslimiyet-i tâmme ile mahv-ı vücud ederek, mürşitlerinin nazar-ı kimya eserleri ve iksir-i sohbetleri ile gönlünde «Maarif-i İlâhiye ve ulûm-i Ledünniye» kapıları açılıp, kemâlât-ı insaniye'nin en yüksek derecelerine nail olur.
Bu arada, Fatih Sofular semtindeki bir tekkenin şeyhliği «Meclis-i Mesayih» tarafından kendisine tevcih edilmiş ise de, Kemâlî Efendi, mürşid-i ekremî'ne hizmeti tekke şeyhliğine tercih ederek, bu tekke şeyhliğini kabul etmemiştir.

Kendisi bu hususta şunu buyurmuştu:
«Her ne yapıyor, ne okuyorsam bana az geliyordu. Madem ki gözüm görmüyordu, gönlüm görülecek bir yer arıyordu. Bereket versin ki daha Erzurum'da iken Kolağası Ali Rıza Efendi kulağımıza, o bilinmeyen yerlerden bir şeyler söylemişti. Onun hülâsası:(Gayre bakma sen de iste, sen de bul)
Evet, geçirdiğim şu, yetmiş seksen senelik ömrümden ellinde netice olarak bu kaldı. (Gayre bakma, sen de iste, sen de bul.) Sunu da söyleyeyim ki 40 sene medrese âleminde ilim tahsiline çalışmaktan bir İnsân-ı Kâmil'e bir dakika mülâki olmayı daha hayırlı buldum.»

Bunu manzum olarak da şöyle ifade eder:

Eyüp civarında buldum selâmet
Orada parladı nur-i hidayet
İmâm-ı zaman'e ettim inabet
O ulu dergâhın haşiri idim.

Orada verildi cümle mevâhib
Orada kesildi her bir metâlib
Orda temam oldu menzil merâtib
Yâkû'b-i zemanın beşîri idim.

Onsekiz yıl ettim ol pîre hizmet
Ah hizmetten büyük var mıdır devlet
Her bir ahvalime habîrdi hazret
Ben de her halinin habîri idim.

Hayatının muhtelif devrelerinde, bostan bekçiliğinden şeyhliğe, arzuhalcilikten mecelle şârihliğine ve hocalıktan mesnevî-hanlığa kadar çeşitli is ve mesleklerde bulunmuş, Nakşî, Mevlevî ve Hamzavî tarikinin en büyük ve en selâhiyetli mümessillerinden feyiz ve nazar almış olan bu muhterem zât; ömrünün son yirmibes yılını «Eyüp Nişancası'nda Münzevîler semtindeki evinde» münzevîyâne ve mânevi bir refah içinde geçirdi.

Ziyaretine gelenleri dâima güler yüzle karşılar, iltifatkâr sözlerle hâl ve hatırlarını sorar, çocukla çocuk, büyükle büyük olurdu. Onların istidat ve idrakleri derecesine göre sohbet eder, yüksek kabiliyetli olanlara da «Maarif-i Ledünniye»nin en ince ve müskil meselelerini gayet açık ve doyurucu beyanla-riyle şerh ve izah eder, onların gönüllerini «Rahmanî cezbeler»le «İLAH-I HAKİKİ ye cezbederdi.

Mürşid-i âli'leri Abdülkadir-ül Belhî'ye, zamanın arifleri (Hallâl-i müşkilât) derlermiş. Kemâlî Efendi de her hususta vârisi bulunduğu mürşidinin bu mazhariyetine de sahip olmuştu. Maddi ve manevî müşkilât içinde kalan herkesin mercii ve müracaatgâhı idi.

Hülâsa: Derdi olan ona koşar, bir felâkete duçar olan soluğu onda alır, «Seyr-i manevî» de «Berzah» a düşen ondan istimdat ederdi. O Hak kapısını çalan her talep sahibi boş dönmez, niyyetine göre muradına nail olurdu. EHL-İ BEYT SEVGİSİNİ aşılamaya bilhassa gayret eder ve her sohbetinde onların yüksek ve eşsiz meziyetlerini anlatır, bir çok sırlar ifşa ederdi.

En büyük zevki; boş vakitlerinde, İlmî ve faydalı her türlü neşriyatı okutup dinlemek ve gönlüne vârid olan «Sunuhât-ı îlâhiye»yi manzum veya nesir olarak yazdırmaktı.

Şiir söylemeye başladığını kendisi şöyle anlatıyor:
«20 yaşımda şiire başladım. Fakat o zamanlar bu yüzden takdir yerine tekdire uğradım. Çünkü, filânın kızına neden güzel diyormuşum, falanı neden övmüyormuşum. Bunun gibi daha birçok boş sözler yüzünden şiirlerimin çoğunu zayi' ettim. Tasavvufî şiir söylemeye 40 yaşımdan sonra başladım. Ben zâten mecazi şiir söylemeye başlasam bile, ikinci veya üçüncü beyitlerden sonra şiir kendi kendine mecaz mecrasını değiştirir ve hakikate yönelir.
Meselâ:

«Bir sabah uyandım, hüznile matem
Kaplamış gönlümü, kararmış âlem
Belâlar enisim, yerim derd ü gam
Başımda alevli bir duman gördüm.»

Burada bir şikâyet görülürken, bakın gide gide ilerde neler der:

«O insana dedim ey Pir-i Kâmil
Neden insan oğlu zâlim ü câhil
Dedi, sen kendini anla ey gafil
Anlayan, anlatan bir sultan gördüm.

Bunu söylemekten maksadım; bende görülen her ne var ise, hiç biri benim sa'yimle (çalışmamla) olmadı. Ancak ve ancak Tevfik-i İlâhî dir ve bunu böyle gören herkes bizimle beraberdir.

Mensur eserleri:
1- Âmentü şerhi.
2- Hilkat ve insaniyet,
3- Islâmda hac.
4- Esrar-ı Kur'an.
5- Elif, Lam, Mim tefsiri,
6- Biy'at-ı hakikiye,
7- «İnnâ aradnel-emânete» âyetinin tefsiri.
8- İslâm'da vefa.
9- Hekim-i Kâmil.
10- Mürşid-i Kâmil ve sâlikin ahvalini bildirir bir temsil.
11- Namaz, Zekât ve Oruc'un hakikati.


5 Ocak 1954 tarihinde hastalanarak yatağa düştü. Üç gün devam eden hastalığı esnasında kimse ile konuşmadı, yalnız üçüncü gece baş ucunda nöbet bekleyen ihvandan üç zâtı uyandırarak, kendisine mensup olanlara ait bazı müjdeli haberlerde bulunarak tekrar yattı ve aynı gece saat 23.56'da ( 8 Ocak 1954 Cuma gecesi ) câmey-i nâsutdan soyunarak «Envâr-ı bekabillâh» da sırroldu.

Sâdef-i mübarekleri, 10 ocak 1954 pazar günü saat 11'de Nişanca'daki evinden alınarak, evvelâ senelerce hizmet ettiği Sah Murat Dergâhı'na götürüldü, mürşid-i âlileri Abdülkadir-ül Belhî hazretlerinin kabri münevverlerinde bir Fatiha'lık vakfeden sonra Eyüb'e indirilerek Eyüp Câmii'nde kılınan cenaze namazından sonra, sevdiklerinin ve hayranlarının başları üzerinde taşınarak tehlil ve tekbirlerle Edirnekapı mezarlığına götürülerek Rahmet-i İlâhi'ye tevdi kılındı.

(Rahmetullahi aleyh ve kaddesallahu sırrahu)

Allah'ın rahmeti üzerine olsun ve Allah sırrını takdis etsin.

Kabir taşına yazılan ve kendisine ait olan Kitâbe'nin manzum kısmı:

Cismim Rûh'a döndü Elhamdülillah
Her şey fenâ bulur Bâkî'dir Allah
Hak'dır Muhammed'dir,hem Resulûllah
Ben Âl-i âbâ'nın Kıtmîri idim.

Osman Kemali Efendinin Tarikat Silsilesi

Kemâlî Efendi'nin, Hamzavî Melâmiliği bakımından silsilesi Seyyid Abdülkadir-ül Belhi Hazretleri vasıtasiyle «Hamza Bâlî» ve dolayısiyle «Hacı Bayram-ı Velî» hazretlerine şöyle vâsıl olmaktadır.

1-Seyyid Abdulkadir Belhi
2-Seyyid Bekrür Reşad
3-İbrahim Babay-ı Veli
4-Hafız Ali Efendi
5-Şeyh Abbas Efendi
6-Zaim Ali Ağa
7-Dilaverzade Ömer Vahidi
8-Seyyid Halil Ağa
9-Sadrazam Şehid Ali Paşa
10-Şeyhülislam Paşmakçızade Seyyid Ali Efendi
11-Bursalı Seyyid Haşim
12-Sütçü Beşir Ağa
13-Hacı Bayram Kabai
14-İdris-i Muhtefi
15-Hasan-ı Kabaduz
16-Hamza Bali
17-Hüsameddin-i Ankaravi
18-Şeyh Ahmed-i Sarban
20-Pir Ali Aksarayi
21-Bünyamini Ayaşi
22-Emir Sikkîni
23-Hacı Bayram-ı Veli
24-Ebu Hamid Hamidüddin-i Aksarayi

Bundan sonra silsile Alaaddin Erdebil vasıtasıyla Hz. ALİ ve nihayet Hz.MUHAMMED (S.A.S)'e ulaşmaktadır

Resim


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 1 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 1 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye