Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 2 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: Somuncu Baba'nın oğlu Yusuf Hakiki ve Tasavvuf Risalesi
MesajGönderilme zamanı: 04.07.10, 11:15 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 05.01.10, 16:36
Mesajlar: 44
Somuncu Baba'nın oğlu Yusuf Hakiki ve Tasavvuf Risalesi

Sufi-Şair Yusuf Hakiki Şeyh Hamid-i Veli( Somuncu Baba) nın oğludur.

Aksaray’da doğmuştur. Miladi 1486 yılında Aksaray’da vefat etmiştir.Yusuf Hakiki, din ve dünya ilimlerini iyi öğrenmiş ve yetişmiş ve Türkçe ye kuvvetli manzumeler yazacak kadar hakim ve ergin bilgin kişidir.

Yusuf Hakiki Aksaray ve Konya'da okumuş, babasının mürşidi Hacı Bayram-ı Velinin yanında da bulunmuştur. Hacı Bayram-ı Veli de kendisini bir mürşid olarak kabul etmiştir.

Şair-Şeyh Yusuf Hakiki, Fatih Sultan Mehmet zamanında, Hazreti Baba Yusuf namı ile Aksaray ( o zamanki adı ile Aksaray Hankahı) şeyhi idi. Kendisinden evvelki Aksaray Hankahının şeyhi Babası Şeyh Hamid-i Veli (Sonumcu Baba) idi. Hicri 906 Miladi 1476'da Aksaray Osmanlılar tarafından feth edildiği zaman Yusuf Hakiki Osmanlılara büyük bir memnuniyetle Aksaray Hankahını teslim eden Şeyhdir.

Hicri 906 Miladi 1500-1501 yıllarında II. Beyazıt adına Aksaray vakıflarını tesbit eden defterde de bu hankah vardır. Bu defterde “Hamideddin Zade“ Baba Yusuf'un evlat vakfı yer alır. Ahvadu’d-din ve Şeyh Safiyuddin adlarında iki oğlu olduğu ve evlatlarına vakfettiği yerler tafsilatlı bir şekilde yazılmıştır. Türbesi Aksaray'dadır.

Bir çok yazılı eseri vardır. Bunlardan “Hakikiname” adlı eser ile “ Muhabbetname” adlı eserleri vardır. Muhabbetname eseri 7502 mısralıdır. Bu kitabı Manisa Kütüphanesinde 1296 sayıda kayıtlıdır. Ayrıca bir eseri de Matail’ül İman adlı kitaptır. İstanbul Süleymaniye Yahya Efendi Kütüphanesi 2974 sayılıda kayıtlıdır.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Yusuf Hakiki
MesajGönderilme zamanı: 05.07.10, 09:32 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 05.01.10, 16:36
Mesajlar: 44
YÛSUF-I HAKÎKÎ’NİN TASAVVUF RİSALESİ

Dr. Ali ÇAVUŞOĞLU
cavusoglu@erciyes.edu.tr

Erciyes Üniversitesi, İlâhiyat Fak., Türk-İslâm Edebiyatı Öğr. Gör.

Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Sayı : 13 Yıl : 2002 (125-149 s.)

ÖZET

Meşhur adıyla Somuncu Baba’nın oğlu olan Yûsuf-ı Hakîkî edebiyatımızda
yeterince tanınmamış önemli bir kişidir.
Mahabbet-nâme adlı mesnevisinin, Hakîkî-nâme adlı divanının, Tasavvuf Risalesi
adlı mensur eserinin hem zengin bir kelime hazinesine hem de zengin bir
içeriğe sahip olması, üzerinde önemle durmamızı gerektiriyor.
Hacı Bayram-ı Velî’nin Somuncu Baba’nın öğrencisi ve halifesi olması,
Yûsuf’un da Hacı Bayram-ı Velî tarafından yetiştirilmesi; onun halifelerinden olması,
Türk tasavvuf ve kültür hayatı açısından göz ardı edilmemesi gereken bir
konumda olduğunu gösterir. Burada söz konusu edeceğimiz Tasavvuf Risalesi de
onun, temsil ettiği silsilenin ve dönemin tasavvuf anlayışını ortaya kayabilmemiz
açısından önemlidir. Yûsuf, bu risalede tasavvufu ve tasavvufî hayatı nasıl algıladığını
anlatırken kendi görüşlerinden ziyade meşhur mutasavvıfların görüşlerinden
yararlanır ve onların eserlerinden alıntılar yapar. Söz konusu görüşleri Kur’an ve
hadislerden nakiller yaparak da desteklemeye çalışır.
Eser temelde şeyh-mürit arasındaki ilişki, iyi ve kötü şeyh ile mürit tanımlamaları,
tasavvufun ne olduğu, bir şeyhe bağlanmanın gerekleri, şöhretin ne denli
büyük bir bela olduğu ve müminin nasıl bir insan olduğu konuları üzerinde yoğunlaşmaktadır.
Bu ve benzer konular çerçevesinde tasavvuf hayatıyla ilgili olarak
onun ulaştığı görüşleri şu şekilde ifade edebiliriz: Kişi, iç dünyasını düzenlemek ve
bazı ruhsal üstünlüklere erişmek amacıyla kamil bir şeyhe bağlanmalı; fakat bir kez
bağlanınca da nitelik araştırması yapmadan işine bakmalı, söylenenleri yerine getirmelidir.
Çünkü bilinmeyen bir yola ancak bir rehber eşliğinde girilebilir. Yûsuf’a
göre tasavvuf; bir bilinmezlik içerisinde olmak; addan ve sandan arınmak, yüce
yaratıcıya ulaşmaya çalışmaktır. İyi bir müminin dayanağı Allah, rehberi ise Peygamberdir.
İyi bir mümin bal arısı gibi olmaktır. İyi bir mümin bal arısı gibi sürekli
başkaları için çalışır ve onlara bal verir.

Anahtar Kelimeler: Yûsuf-ı Hakîkî, Tasavvuf, Sofi, Hacı Bayram-ı Velî,

Giriş

Yûsuf-ı Hakîkî, Somuncu Baba adıyla anılan Hâmid-i Aksarâyî1nin
oğludur; dedesi de Mûsâ-yı Kayserî adıyla anılan meşhur bir zattır. Aslen
Türkistanlı oldukları bilinmektedir. Kayseri’ye ne zaman geldikleri kaynaklarda
belirtilmiyor ise de Şeyh Hâmid-i Aksarâyî’nin neslinin Yûsuf’la
devam ettiği ifade edilir. Yûsuf, Hakîkî-nâme adlı eserinde yer alan, “Zikr-i
isnâd-ı Hırka” başlıklı şiirde ailesi ve tarikatı hakkında bilgi verir.
Yûsuf-ı Hakîkî’nin ne zaman doğduğu belli değildir, fakat babasının
815 (m.1412)’te öldüğü ve oğlu Hakîkî’nin eğitimini müridi Hacı Bayram’a
havale ettiği2 düşünülecek olursa o sıralarda henüz bir çocuk olmalıdır. Zira
Mahabbet-nâme’nin Manisa nüshası müstensihinin, eserin sonunda verdiği
tarih de bunu göstermektedir. Mahabbet-nâme’nin Manisa nüshasının müstensihi
eserin sonuna ilave ettiği ve kendisine ait olan on beş beyitlik “Târih”
bölümünde yaşının 86 olduğunu söylerken kitabı temize çektiği tarihin
de müellifin ölümünden bir sene sonra olduğunu ifade eder. Mahabbetnâme’nin
Manisa nüshasının ketebe kaydı ise 894’tür. Milâdî takvime göre
bu da 1488’dir; bir eksiği ise Yûsuf-ı Hakîkî’nin vefat tarihidir. Kabri Aksaray’dadır.
Evliya Çelebi ondan “El-Hac Bayram Velî3 öğrencilerinden olup Ankara’da
ledün ilmini tamamlayıp Aksaray’da Bayramî tarîkatinde öncü olmuştur.
4” diye söz eder. Osmanlı Müellifleri’nde ilim ve irfan sahibi bir zat
olduğu, Hakîkî-nâme isminde iki cilt üzerine tertip edilmiş bir divanının,
Mahabbet-nâme ve Metali’ul-İman adlı eserlerinin de olduğundan söz edilir5.
Yûsuf-ı Hakîkî’nin, Türkiye kütüphanelerinde, hususî kütüphanelerde
ve yurt dışında bulunan, kendisine ait olduğunu tespit ettiğimiz yedi eseri
bulunmaktadır. Bunlar: Hakîkî-nâme adıyla anılan divanı; Mahabbet-nâme
isimli tasavvuf ve ahlâka dair olan mesnevisi; Tasavvuf Risâlesi isimli, tasavvufa
dair mensur eseri; babasının Hadîs-i Erbaîn’ine yazdığı bir şerh;
tercüme bir eser olan Metâli‘u’l-İman; ayrıca et-Tesnîm; ve er-Rahîk el-
Mahtum isimli eserlerdir. Son ikisi Kahire’de Hidiviye Kütüphanesi’nde
bulunmaktadır; ancak bu eserlerin katologda belirtildiği şekilde varlıkları,
içerikleri ve hacimleri henüz tespit edilememiştir.
Burada Tasavvuf Risalesini içerik olarak günümüz Türkçesiyle vermeye
çalışacağım. Hayatı ve Eserleri ile ilgili daha geniş bilgi için Yûsuf-ı
Hakîkî’nin Mahabbet-nâmesi’nin Tenkitli Metni ve İncelenmesi adındaki
doktora çalışmamıza bakılabilir6.

Kaynaklarda Yûsuf-ı Hakîkî’nin Tasavvuf Risalesi’nin varlığından söz
edilmez. Eserin içinde de ismiyle ilgili herhangi bir bilgi bulamayız; ancak
Süleymaniye, Hacı Mahmud, 2974 numarada kayıtlı Metâli‘u’l-Îmân’la bir
arada bulunup 27a-57a varaklar arasındadır. Her iki eser de aynı hatla yazılmıştır
ve eserin başında başka bir hatla “Yusuf Hakîkî’nin Tasavvuf Risâlesi”
kaydı bulunmaktadır.
Tasavvuf Risâlesi’nde andığı isimler ve eserin içeriği de kültür çevresi
bakımından bu eserin ona ait olduğu konusundaki düşüncemizi desteklemektedir.
Ayrıca bu eserdeki şiirlerinin bir kısmı “Hakîkî-nâme” adlı eserinde
daha hacimli olarak yer almaktadır.
Tasavvuf Risalesi, Müellifin eserde andığı meşhur mutasavvıflar, onların
sözlerinden nakiller ve bir takım yorumlar içermesi dolayısıyla tasavvuf
tarihi bakımından önemli bir eserdir. Bu itibarla günümüz Türkçesiyle,
anlaşılır bir hâlde eserin içeriğini yayınlamayı düşündüm.
Eseri içerik olarak vermeye çalışırken aslında olan tekrarlardan burada
kaçınmaya çalıştım. Bir de çok sık yer alan Farsça şiirlerden ve çok az yer
alan müellifin kendisine ait olan Türkçe şiirlerden birer ikişer beyit alabildim.
Metnin hacimli olması dergi ilkelerine göre basma güçlüğü doğurduğundan
Hakîkî’nin naklettiği hikâyelerin bir kısmını da kısaltarak vermek
zorunda kaldık. Bu da hâliyle bazı varakların hacimce daha az görünmesine
sebep oldu.
Risalenin içerik olarak daha anlaşılır bir hâle gelmesi için risaledeki
konuları her bölümün başında konu başlıkları olarak kullandım. Şimdi risaleyi
günümüz Türkçesiyle tanımaya çalışalım.

Yûsuf-ı Hakîkî’nin Tasavvuf Risalesi

1. Giriş; Besmele, Hamdele, Salvele

(27a) Bismillahirrahmânirrahîm
El-hamdu li’llahi Rabbi’l-‘âlemîn. Ve’s-salâtu ‘alâ Resûlihî
seyyidi’l-enbiyâ’i ve’l-mürselîn. Ve ‘alâ âlihî ve eshâbihî ecma‘în.

2. Hakk’ı Talep ve Bir Mürşide Bağlanmak

Amma ba‘d. İyi bil ki Hakk’ı talep edenler bu yolda dünyayı ve nefislerini
terk ederek mesafe almışlardır. Bu yola gösteriş, iki yüzlülük ve
gururla girilmez. Bu yola ancak bir mürşide bağlanılarak girilir; er-refîk
sümme’t-tarîk7. Allah buyurur: Yâ eyyühe’l-lezîne âmenû’t-teku’llâhe
ve’b-tegû ileyhi’l-vesîlete ve câhidû fî sebîlihî le‘alleküm tuflihûn8. Allah
yine Mûsâ’ya: Hel ettebi‘uke âlâ en tu‘allimeni mimmâ ‘ullimte rüşden9,
buyurur.
Necmü Dâye10 şöyle der: Mûsâ ‘aleyhi’s-selâm nübüvvet ve risalete
sahip olduğu hâlde on yıl Şu‘ayb ‘aleyhi’s-selâma hizmet etti (27b). Böylece
Allah’la bizzat konuşma derecesine, Ve kellema’llâhu Mûsâ teklîmen11
ve ve ketebnâ lehu fi’l-elvâhı min külli şey’in illâ12’ ulaştı.
Saadete ulaşan kimseler kâmil şeyhlerin kontrolünde süluka girenlerdir.
Şeyh Evhadü’d-din-i Kirmânî13 rahmetu’l-lâhi ‘aleyh buyurur: Herkes
önce yoldaş arar / O zaman yola düşer (28a)
Er dediğin kişi şeriate tam bağlanır ve kulluk makamında doğru yolu
bularak şeyhine saygı içerisinde hizmet eder.
(28b) Çünkü sâlikin kalbi zikre devam ederek temizlenir; ruh tecellîlerine
kabiliyetli bir hâle gelir; “Ene’l-Hak” ve “Sübhânî” zevki ona yüz gösterir.
Şayet bir şeyhin yardımı olmazsa aklı bunu anlayamaz, hulûl ve ittihâd
belâsına düşer. Bu durumda imanının gitmesinden korkulur. Necmü Dâye
şöyle der:
“Eğer kerametlerini kendinden bilirsen
Sen bir firavunluk ve Tanrılık iddiasında bulunmuş olursun”
Pek çok insan doğruluktan ayrılarak sapıtmışlardır. Bu anlamda Şeyh
‘Attâr14 şöyle buyururur:
“O senin için bir nursa da o ateşten başka bir şey değildir
Sen bu cılız gurur ışığında yürüme”
Hz. Peygamber de şöyle buyurur: Şerrü’l-umûrı muhdesâtühâ ve
küllü muhdesetin bid‘atün ve küllü bid‘atin (29a) dalâletün15.

3. Müritlik ve İcazet

Hazret-i Resul zamanından tâ bu zamâna dek meşâyihden ve
hulefâdan hiç kimse icazet olmaksızın meşâyih elinden diyerek lâ-‘ale’tta‘
yîn16 ya da kendi adını anarak filan elinden diye tevbe vermemiştir.
Mürîdin şeyhten icâzet talep etmesi doğru değildir. Çünkü(29b) mürît
tam teslimiyet içinde olmalıdır. ‘Aleyküm bi’s-sem‘-i ve’t-tâ‘ati velev kâne
‘abden habeşiyyen17.

Necmü Dâye der ki: Mürîdlik Hakk’ın zatıyla sıfatlanmaktır. Hak
Te‘âlâ bu sıfatla kula tecellî etmeyince irâdet nûru ‘aksi kulun gönlünde
zâhir olup mürit olmaz. Şayet mürit kendi varlığını ortadan kaldıramazsa
zillet vadisine düşer ve imanı tehlikeye girer. Hak Te‘âlâ buyurur ki: Velâ
tülkû bi-eydiyeküm ile’t-tehlüketi18 (30a). Bu sebeple icâzet talep etmek
mürit için iflas demektir. İcazet talep etmek küstahlığını ancak kendini beğenenler
yapar.
Şeyh, müride “es-seyrü ila’l-lâhi19”deki nefs menzillerinden ilâhî tecellîlerin
başlangıcı olan kalp makamının sonuna ulaştığında icazet verir.
İstidatları olmadığı hâlde icâzet talep edenlere de icâzet verirler, fakat bu
icazet onlar için doğru yoldan sapma sebebidir. Ancak şeyh icazeti kendi
isteğiyle verirse o başka. (30b.)
Bu durum Yunus Emre’nin bir şiirinde dediği gibidir:
“Bir devlüngeç yuva yapar yürür ilden yavrı kapar
(31a)Dogan ileyinden sapar zîre elinde murdârı var”
Devlügeç’in kaptığı yavru nefsi emrde murdâr degildir temiz yumurtadır.
“Zîre elinde murdârı var”ın manası şudur: Mürit, mürebbî huzûrunda
ve meşâyih tarîkında iç yönünü güçlendirmeden iddia sahiplerinin kışkırtmasıyla
dalalete düşerler; itikatları temizken murdar olur. Şeytanın vesveseleri
zahir azaya sirayet eder. Böylece nefs ne şeriata itaat eder ne şeyhin
emirlerine.

4. Nefsle Cihat, Kâmil Şeyhin Nitelikleri

İmam Cafer-i Sâdık20 buyurur ki: El-mevtü hüve’t-tevbetü, (31b) yani
mevt tevbe getirmektir. Allah buyurur: Fetûbû ilâ bâri’iküm fektulû
enfüseküm21. Femen tâbe katle nefsehu22. Hz. Peygamber buyurur:
Reca‘nâ mine’l-cihâdi’l-asgari ile’l-cihâdi’l-ekberi23. Bir başka hadiste:
El-mücâhidu men câhede nefsehü femen tâbe ‘an hevâhu fekad hayye
bihüdâhu, yani kim nefsin arzularından tevbe etti, yani kâmil bir şeyhin
gözetiminde mücâhedât kılıcıyla nefsini öldürdü, hidayet nuru ile dalâletten
kurtuldu ve marifetle de cehâletten kurtulup ebedî bir hayat kazandı. Allah
buyurur: Ve men kâne meyten feahyeynâhu, yani meyten bi’l-cehli
feahyeynâhu bi’l-‘ilmi24.
Derviş yüce himmetli olmalıdır (32a), masivaya iltifat etmemeli ve ehil
olamayan kişilere elini uzatmamalıdır.

Fakirlik dava edip meşayih giysisi içerisinde köy köy dolaşıp lafla
şöhret kazanmaya çalışmak iş değildir.

Ne yular urılup yidil halka
Ne hımâr arkasında palan ol

Tahallakû bi-ahlâki’l-lâhi25 nurlu emri cana ışık göstermeden ‘âşık
Vallâhu ganiyyün ‘ani’l-‘âlemîne26 sıfatıyla sıfatlanmış ola.
Şöhret din için büyük bir belâdır. Eş-şöhretü âfetü evliyâ’illâhi27. Elhumûlü
râhatü evliyâ’i Hak28. Cilbâb-ı kıbâb-ı evliya’i tahte kıbâbî lâ
ya‘rifühüm gayri29. (32b) Şeyh Safî kardeşi Salahaddin-i Reşîd’i Şiraz pazarında
peşinde yetmiş kadar çavuş ve başka kişilerle birlikte azamet içinde
yürüken gördü. Derhâl yanlarından uzaklaşmak istedi, ancak izdihamdan
dolayı şeyhin elbisesi Selahaddin’in elbisesine değdi. Şeyh derhâl elbisesini
çıkarıp bir su kenarında yıkadı. İşte şöhret afetinden böyle kaçınmak gerekir.

“Senin elbisenin altında yüz putun varken
Nasıl olup da kendini halka sufî gösteriyorsun”

Bayezid30 den nakledilir ki; Bayezid Şâm’a varınca bütün Şamlıların
kendisini karşılamak, izzet ve ikramda bulunmak için beklediklerini gördü.
Bayezid derhâl bir taş üzerine çıktı ve Festekım limâ yûhâ innenî ene’llahu
Lâ-ilâhe illa ene31, ayetine kadar yüksek sesle okudu. Şamlılar bunu duyunca
“Hey bu zındıkmış.” (33a) diyerek yanından uzaklaştılar. O da böylece
şöhret belasından kurtuldu, kendi yoluna gitti.
Zü’n-Nûn32 der ki: Bana marifet ehlinden bir kişiyi anlattılar . Ben de
Likâm dağında onu görmek için yola çıktım ve mahzun bir sesle kulağıma
şu sözler geldi.

Ey kalbimin dostu olan senin hatıranla
Senden başka isteğim yok

Bu sesin sahibine selâm verdim, selâmımı aldı ve şöyle dedi: Kale
Resûlu’llahi sallallahu ‘aleyhi ve sellem, İzâ erâde’llahu bi-‘abdin hayran
a‘mâhu ve esammehu ve ahresehu ve echelehu ‘alâ gayrihî33 sadaka
Resûlu’llahi men lâ-yechelü ‘alâ gayrihî keyfe ya‘rifuhu34 Allah’tan başkasını
bilen Allah’ı nasıl bilir; O’ndan başkasını işiten O’nu nasıl işitir; dilsiz
olmayan O’nunla nasıl söyleşir! (33b)
Şiblî’ye, summun bükmün ‘umyun35’den soruldu; dedi ki summun
‘an istimâ‘i’l-hakkı yani sum’dur Hakk’ı istima’dan; bükm’dür tekellümden;
Hakk’ile ‘umy’dur nazardan âhirete ve Hakk’a; fehüm lâ yerci‘ûne36
ki onlar rücu‘ etmezler, nefislerinin emrinden ve dünyadan ukbaya dönmezler,
ârif ve sıddîk bunların zıddıdır. summun felâ yesme‘u gayre’lhakkı
mine’l-hakkı, bükmün felâ yentiku illâ bi’l-hakkı ‘ani’l-hakkı li’lhakkı37,
heyhât ehli dilin a‘meyte ‘aynî ‘ani’d-dünyâ ve zînetehâ38 dediği
nerede ve İllâ raeytüke beyne’l-cifni ve’l-hadakı39 buyurduğu nerede!

“Ârif ve sofinin nazarında
Tanınmış olmaktan başka büyük bir suç yoktur”

Meşayihten bazıları münacatlarında “Beni halka unutturdun, onları da
bana unuttur, halk içinde gösterilmeye takatim yoktur.” derler.

5. Tasavvuf Nedir?

Biri de der ki: Kime yetiştimse ona tasavvufun ne olduğunu sordum;
biri bir şekilde tanımladı, başka biri başka bir şekilde. Bu tanımlamalar beni
tatmin etmedi. Sonunda Hz. Peygamber’i rüyamda gördüm ve mübarek ayaklarına
yüz sürerek sordum. Halk ile bilişmeyi terk et dedi. Daha dedim;
halk ile bilişliği inkâr et dedi. Daha dedim; elinden gelirse öyle bir hâlde ol
ki ne kimse seni bilsin ne de sen kimseyi bil dedi.

6. Gerçek Sufî Kimdir?

Hadayıku’l-Hakayık’ta şöyle denir: Gerçek sufinin alâmeti, bilinirken
bilinmez olmak; zenginken fakir olmak; izzet içindeyken mezelleti seçmektir;
yalancı sufinin alâmeti ise bunun tam tersidir.
“Tıpkı mert adamlar gibi kendini aşağılamayı tercih et (34b)
Şimdiki sufîlerin tanımı tegayyürü’ş-şekli li-ecli’l-ekl40 dendiği gibidir.
Şimdiki sufîlerin çoğunun tâclarının ve hırkalarının ellerinden alınmasının
sebebi ehil olmayan her küstahı mahrem sanıp onlara kisvet giydirmeleridir.

Mesnevîde der ki bir sufî asılmış bir sofrayı gördü (35a) heyecanlandı,
bağırıp çağırmaya başladı; insanlar onun çevresinde toplandılar. İçlerinden
biri, o gördüğünüz sofra boştur, yiyecek yoktur dedi.

Lokma perest sofiler iç aydınlığı meydana getiremezler. Onların dinleri
paraları, himmetleri mideleri, kıbleleri ise kadınlardır.

7. Dini Dünyaya Âlet Etmek, İrşada Liyakat, Gerçek Şeyhlik ve Mükemmellik

Olgunlaşmamış bir şeyhe mürit olan ehadiyyet cemâlini göremez.
“Eşeğin kıçını öpen o dudak
Mesihin öpüşünün tadını nasıl bulur” (35b)

Hoca ‘Abdu’l-Melik-i Serâvî der ki: Şeyh kaddesa’llahu sırrahu
Kur’ân’ı dünyevî kazançlara vesîle edenlerin durumunu ulaşamadığı bir
yere, Kur’an’ı ayağının altına koyarak ulaşmaya çalışanların durumuna benzetir.
Velâ teşterû bi’âyâtî semenen kâlilâ41
Şeyh Sadreddin42 der ki: (36a) Peygamber miracdan dönerken kadınlardan
bir topluluğun cehennemde, ateşten yapılmış kesici aletlerle kendi
etlerini kesmekte olduklarını gördü ve bunların kimler olduklarını sordu.
Onların zina ile çocuk dünyaya getirip kocalarına “senden” diyen kişiler
oldukları söylendi.
Şeyh buyurdu ki: Nefsin arzu ve istekleriyle dopdolu oldukları hâlde
gönül ve irşat davasında bulunuyorlarsa onların azapları bu kadınların gördüğü
azaptan şiddetlidir.
Cebra’il, Pîr’e “Allah’ın davetçisine cevap verin.” sadası ve irşat sesi
cihana düştü, sıddıklar ve enbiyalar nesline cevap verin “ecîbû dâ‘iyallahi
mesâmi‘ ”i, der.
Şeyh Zahid’in oğlu Cemâleddin ‘Ali şeyhin huzûrına geldi dedi ki:
(36b.) Bir kişiye irşat seccadesine çok uzaklardaki insanların durumlarından
manevî güçleriyle haberdar olabilen ve çok uzaklardaki, ölmek üzere olan
müritlerinin imanlarını kurtarabilen kişiler oturabilir.
Ahî Ferec-i Zengânî’den kâmil velînin kim olduğu soruldu. O da dedi
ki: “Önünden geçen bir kişiden nasıl nesiller dünyaya geleceğini, hangisinin
itaatkâr, hangisinin âsî olacağını bilmeli, bu da yetmez; müritlerinden biri
ölmek üzere olsa onun imdadına yetişir ve şeytanın aldatmasından korur; bu
da yetmez, müritlerinden biri ölse, Münker ve Nekir’in sualleri sırasında
yanında olur ve soruları cevaplamasına yardım eder; ancak yine de
“Şeyhliğn ‘ş’si gönlünden geçerse erlikten nasibi yoktur.” (37b)
Gerçekte gönül sahibinin kim olduğu soruldu; Ahî, “Müridi kıyamet
gününde bütün durumlardan koruyan ve münâdînin Cebrâil, Kadı’nın Allah
olduğu o gün müridi Peygamber’in sancağı altına iletendir.” dedi. (38a)

Üçüncü seferden sonrası “ayn-ı cem’a” ve vilayetin sonu olan
ehadiyyet hazretine çıkmaktır.

Dördüncü sefer ki, Allah’tan Allah’la birlikte yürüyüş olan beka makamıdır.
Mutlak fetih olan fenadan sonradır. Hak Te‘âlâ’nın kullarına İzâcâ’enasrullahi
ve’l-fethu43 ol vahdet kapusı açılır. Mutlak fenâ ve
istigrakla “‘ayn-ı cem‘”de zâtî şühud ve birlik nûrı izâcâ’enasru’llahi verilince
irşat seccadesi helâl olur. Bu da şeyh hazretlerinden icazet ve “hazret-i
‘izzet”ten işaret ile olur. İyi bilinsin ki mutlak fetih denen “es-seyrü bi’llahi
‘ani’llah”ta vahdet kapısı açılmayınca (38b) kimse şeyhlik makamına yetişmez.
Feth-i karîb denen es-seyrü ilallah’ta apaçık ufka ulaşıp feth meydana
gelmeyince, yani nefis makamından yükselip “nasrun minellah” verilmeyince
pek çok ganimetler ve yakın bilgisi meydana gelmeyince, kudsî
gerçek keşifler gerçekleşmeyince, yüce ufuklara ulaşmak kesinleşmeyince;
“es-seyrü fi’llahi”de gönül fethi olan ruh nurlarının ortaya çıkmasıyla oluşan
feth-i mübîn karanlıklardan, nurlardan ve kazançlardan muhakkak olmayınca
kimse hilâfete lâyık olmaz. Ancak burada büyük bir tehlike vardır;
çünkü kalp sırrın kontrolüne yükselince nefs, kalp makamına yükselir. Önceki
sıfatları kalbî nurlarla örtülür. Bil ki nuranî görünüşlerden, renklerle
ortaya çıktığından kalp makamı tamam ve kâmil olmaz; ancak ruh makamına
yükseldikten sonra olur.

(39a)
Es’elüke şevkan ilâ likâ’ike min gayri zarrâ’e muzirretin velâ
fitnetin muzilletin44 bu hatara işaret etmektedir.
“Es-seyrü me‘allah”, “‘ayn-ı cem‘”e ve ehadiyyet hazretine terakkîdir.
İstiğrak ve istihlâk makamıdır. Havas mertebesidir. Orada ne irade ne
hilafet ne de meşîhat vardır. Meşâyih, o makâma “harabet” derler.
Hak Te‘âlâ’nın kula boyun damarından yakın olması ve nahnü
akrebu ileyhi min habli’-verîd45i, “es-seyrü ilallahi” manasına olur. Nefsin
hicapla hazretten uzaklığı hasebiyle kulun hicapta yükselmeye çalışmasına
“es-seyrü ilallahi” derler. Ne zaman bu mesafeyi aşıp kendisinden dışarıya
ayak bastı o zaman “es-seyrü ilallahi”sona erer.
(39b)
Soru; Allah içten, dıştan, yürümekten münezzehtir; es-seyrü fi’llah ne demektir?
Cevap; esseyrü fi’llah yani fî sıfâtillahi46 Allah’ın sıfatlarında ilerlemektir.
Salik bir sıfattan başka sıfata terakkî içindedir ve renkten renge girer.
Hak gerçeğine ulaştığı zaman temkîn makamındadır. Ondan sonra temkîn hâletinde
esseyrü me‘allahi olur.

Soru: Hak Te‘âlâ ile seyirde olmak nasıl olur?
Cevap:Bu birliğin ikilik olması manasında değildir. Nasıl ki bir kimse bir damlayı
denize atsa damla denizde yok olur; fakat ittihat olmaz; damla damladır,deniz denizdir. Eğer derya coşsa dalga vursa bu seçim damlaya değil denize aittir.
(40a)
Eğer meşayih kendisini halka mutasavvıfların sıfatında ve terbiye ehlinin
görünüşüyle gösterir, içi de bunun zıddı olursa koyun suretinde kurt
gibidir. Halk onu koyun gibi bildiği için ondan emin olur, o da hile ve aldatmayla
işini yürütür.
Meşayih, zahirî faziletlerden çok batınî faziletlere de önem verirler; ilim
ve amel kanatlarıyla yüce âlemlerde uçmazlar. Bu şekilde onlar ten tuzağında
kalırlarsa melekût bahçelerinde nasıl dolaşırlar!
(40b)

Aşk bağına hoş ezgiler şakıyan tutî yaraşır
Yoksa kötü sesli karga bülbül sesini nasıl çıkarır

Hoca Sadreddin der ki: Tebriz’de zamanın meşhurlarından Ârif adında
biri vardı. Şeyhin yanına geldi; Şeyh ona adını sordu.; o da “Adım
Muhammed, fakat bana Ârif derler.” diye cevap verdi. Bunun üzerine şeyh,
“Sen kendini tanıyor musun ki sana Ârif diyorlar?” dedi. O da: “Ben şeyhlerin
kitaplarından ve menkabelerinden, tasavvuftan pek çok şey okudum ve
öğrendim.” dedi. Şeyh, “Onların işi senin okuduklarındır, seninki hani?”
dedi. “Bu okumak şuna benzer: Hocanın biri kölesini çeşitli iyi ve ucuz kumaşlar
alması için Mısır’a gönderdi. Neler aldığını da yazıp kendisine göndermesini
istedi. Şimdi bu hoca, arkadaşlarını çağırıp kumaş yerine bu belgeyi
satabilir mi? İşte senin okudukların o insanların yaşadıkları hâllerdir.
Sen de kumaş göstermelisin, kitap ve makale göstermek işe yaramaz.”
Gönül sahiplerinden biri rüyasında hamile bir köpek gördü; eniklerin
ses verdiğini duydu. Köpeğin havlaması ya gözcülük ya yardım ya da süt
talep etmek içindir. Anne karnında da böyle bir şey söz konusu olmaz.
Bu zat kendine gelince şaşırdı. “Bunun tevilini Allah’tan başkası bilmez
diyerek Allah’a niyaz etti. Gaybdan gelen ses şöyle dedi: Bu, henüz
perdelerden kurtulmayan ve batın gözleri açılmayan insanların hâlidir. Öyle
olduğu hâlde basîret davasına kalkışırlar ve makaleler söylerler. Onların bu
söylediklerinden ne kendilerine bir (41b) kuvvet ve yardım erişir ne de onların
söylediklerini kullananlara bir olgunluk ve kurtuluş.” (42a)

8. Gönül ve Kalp

Fakra ulaşanlar sebat edenlerdir. Yoldan çıkarak gözden düşmüş olanlara
uyanlar onlar gibi olur. Allah, Âdem’in hamurunu bizzat hazırladı.
Melekler o kadar düşündüler ve Âdem’in yapısının nasıl olduğunu bilemediler.
İblis, Âdem’in çevresinde dolaşırken ağzını açık görüp girdi. Âdem’in
yaratılışını anlamaya çalıştı. Kalbe kadar ulaştı, ancak gönlüne girmeye yol
bulamadı; çünkü Âdem’in gönlüne girmek için Şeytan’a yol yoktur. Vesvese
mahalli göğüstür, kalp değil. Allah buyurur: Yüvesvisü fî sudûri’n-nâsi
mine’l-cinneti ve’n-nâs47. Bin endişeyle geri döndü. Âdem’in kalbine giremedi
ve herkes tarafından da böylece reddedildi. (42b) Bundan dolayı tarikat
büyükleri demiştir ki, kim bir gönül reddetse bütün gönüllerde reddedilmiş
olur. Kim bir gönül kabul etse bütün gönüller de onu kabul eder. Ancak
halkın çoğu gönlü nefisten ayıramaz. Fukara dilinde “Halkın reddi,
Hakk’ın kabulüdür.” sözündeki halk, nefsi kalpten ayıramayan halktır.

9. Bir Şeyhe Bağlanmak ve Tâlibin Nitelikleri

Necmeddin-i Kübrâ der ki: Kim tarikate girer, sonra ayrılırsa “mürtedi
tarîkat” olur. Tarikatten kovulmak, şeriatten kovulmaktan beterdir. Çünkü
şeriatten çıkan kelimei tevhidi (43a) söylemekle kurtulur. Ancak tarikatten
kovulan “‘amel-i sakaleyn” ile bile işe yaramaz. talebü’l-hâl ez-zevâli
muhâlün48 . Bu zaîf de der ki:
Her kime kim ‘inâyetün olmazise delîl-i râh
Kande varurısa ana zulmet ola fürûg-ı mâh 49

Necmi Dâye der ki: Mürit zahirinde ve batınında şeyhine tam teslim
olmalıdır; onun işlerine ve sözlerine hiç itiraz etmemelidir. Şayet yumurta
kuşun tasarrufundan dışarı düşse batıl olur. Artık ondan bir hayır gelmez; ne
kuş olur ne yumurta. (43b) Yumurta kuşun tasarrufundan çıkıp fasit olunca
cihanın bütün kuşları toplansalar yine o yumurtayı ıslah edemezler. Bunun
gibi şayet mürit, şeyhin vilayetinden reddedilirse artık hiç bir şeyh onu bir
yere ulaştıramaz; bütün şeyhlerce reddedilmiş olur. Ancak bir özür ile, onun
inayeti “delîl-i râh” olanlar için ümit var.

Bayezid’e, “Tâlibe ne gerektir?” diye sordular. “Doğuştan devlet.”
dedi. “O olmazsa?” dediler. “Güçlü bir vücut.” dedi. “O da olmazsa?” diye
sorduklarında ise “O zaman ölmek olmaktan yeğdir.” cevabını verdi.
Meşayihten bazıları Allah’a giden yolda pek çok menzil ve aşamaların
olduğunu, pek çoğunun ilk basamakta kaldığını, “men (44a) yuzlilillâhu
felâ hâdiyeleh ve yezerühüm fî tugyânihim.50” ayeti gereğince Allah’ın
yardımı ulaşanların ise ileri gittiğini söylemişlerdir. “Sümme reşşe ‘aleyhim
min nûrihî51” kime yetişirse sülûkünde ona yol gösterir. “Fe men esâbe
min zâlike’n-nûri ihtedâ52” kime ulaşmazsa karanlıkta, dalalette kalır. Artık
o, mürşit talebiyle nereye gitse ayın ışığı ona zulmet olur. Yani evliyanın
keşif nurları ona şüphe karanlıkları olur. Bir mürşidin hizmetine girdiğinde
de tam bir teslim, saygı ve bağlılıkla hizmet etmeyeceği için inat ve itiraz
karanlıklarında kalır.

Necmü Dâye der ki: Sadık bir mürit başlangıçta “ve’llezîne câhedû
fînâ53” kaziyyesi üzere ayağını talep yoluna koyarsa Rabbanî yardımın cezbesi
onun gönül yüzünü nefsten dönderir ve onun tarafına yöneltir. Allah,
(44b) “Lenehdiyennehüm sübülenâ54” sünneti üzere şeyhin cemalini onun
kalp aynasına arz eder; mürit bu cemale aşık olur. Artık kararı kalmaz. Bütün
saadetlerin kaynağı bu âşıklıktır. Mürit, şeyhin vilayetinin cemaline âşık
olmayınca kendi irade ve ihtiyarından çıkmaz, kendini şeyhe tam teslim
edemez. Kim, “vellezîne câhedû fînâ” kaziyyesi üzere yola girerse inayetin
ona “delîl-i râh”, yardımcı olmasın; yani hangi şeyhin hizmetini seçip ona
mürit olursa ay ışığı ona zulmet ola, yani şeyhin parlak cemali onun kalp
aynasına parlaklık göstermesin, vücut perdesinde kalsın. (45a)

10. Keşf ve Kerâmet

Nasıl ki Peygamber’in cihanı aydınlatan cemalini münafıklar ve kafirler
pek çok mucize ile gördükleri hâlde görmezlerdi. Çünkü onlara nübüvvet
ve risalet aydınlık göstermedi. Bir başka deyişle hangi keşf ve keramete
ulaşırsa gurur ve kibir oluşur, ayın ışığı, yani mükaşefat nurları ona
zulmet olur.
Sultan Hoca ‘Ali, keşfin keşişlerde bile olduğunu söylemiştir. İstitraç
denen keramet şeytanîdir. “Tayy-ı mekan” denen olay cine aittir ki bir anda
çok mesafeler kat edebilir. (45b.) Bu keramete keşişler bile sahip olabilir.
Talip, gönlünü Allah’tan başka her şeyden temizlemelidir. Onların işi keşişler,
cinler ve şeytanların yaptığı gibi keşf ve keramet değildir. Bakınca
suretin bile aksettiği su pis bir kapta olsa içilmez, temiz bir kapta olan durgun
su ise içilir. Bidat ehlinin içleri pislenmiştir. Keşifleri, kerametleri,
himmetleri ve sözleri de murdardır.
Ferîdüddin Muhammed ‘Attâr şöyle der: O kötü ışıkta boğulup gitme
(Tû bedân nûrı necis garre meşev)
Onların sözleri kötü kaptaki durgun su gibi hiçbir işe yaramaz, belki
insanı helake sürükler. (46a)
Derler ki; keşf kendi hata ve eksiklerini bilmektir. “Men ‘arefe
nefsehu bi’l-‘ubudiyyeti fekad ‘arefe Rabbehu bi’r-rubûbiyyeti55” hünerine
ve sırların içine ulaşmaktır. Keramet bütün bağları kesip mücerret olmaktır.
Kadem kendiliğinden dışarıya ayak basmaktır ki sülukte maksada ulaşılsın.
Himmet; iki âleme, Hakk’ın aşağısına baş eğmektir. Bütün bu
keşf, keramet, kadem ve himmet Hak ile meşgul olmaktır. Bunun aksi, başkalarıyla
oyalanmaktır ve perdedir.
Ayrıca demişlerdir ki: Keramet ya havada uçmak ya su üzerinde yürümektir;
oysa havada uçmak erenlerin yanında bir sivrisinek derecesidir.
Deniz üzerinde yürümek ise bir saman çöpü gibi olmaktır. Bunlara itibar
edilmez. (46b) Yine demişlerdir ki: Alışılmışın dışında bu gibi işler bir kimsede
görülse ve o kişi bu kerametlerle halk içinde sevilip sayılsa muhtemelen
ona öbür dünyada “ez hebtüm tayyıbâtiküm fî hayâtikümü’d-dünya
ve’s-temta‘tüm bihâ56” nasip olmaz.
Şimdi bir başka söze geldik; kişi hangi ilim ve fenni elde ederse maksadı
amel değil de şöhret ve makam ise; ayın aydınlığı, yani ilim ve amelin
bir araya gelmesiyle ortaya çıkan yakin nuru ona zulmet olur. Bu bağlamda
Monla da bir mesnevî söylemiştir:

Seciyesi kötü olana ilim ve fen öğretmek
Haydudun eline kılıç vermek gibidir
(47a)

Kişi yaptığı ibadetleri sırf Allah için yapmazsa ibadet nurları ona
yüz göstermez ve yaptığı ibadetler onun için gurur ve bir perde olur.
Yapılan ibadetlerle “ve ehibbuhu” yardımı yol gösterici olmazsa ay ışığı
ona zulmet olur. “Küntü lehü sem‘an ve basaran57.” Bir başkası; kişi
kendisini salik, âbid, zahid, ârif; hangi makamda gösterirse göstersin
“cezebetün min cezebâti’l-Hakk58”ı yardımı ona yol gösterici olmazsa ay
ışığı ona zulmet olur. (47b)

11. Hacı Paşa (Hacı Bayram-ı Velî)’ ve Şeyhi (Somuncu Baba)’nin Büyüklüğü

Şeyhin makbullerinden olan Kösece Ömer der ki: Nice zamandır şeyhin
hizmetinde bulundum, dolayısıyla artık irşat etmeye lâyık hâle geldiğimi
düşündüm. Böylece pek çok kişiyi irşat etmek için halvete soktum. Ansızın
Hacı Paşa’m59 geldi; sırtımdan bastırıp göğsümden sıyırı verdi. Bende dervişlikten
bir eser kalmadı. Bana hâlimi bildirdi, yeniden başa dönüp işe
başladım. (48a)
Künci Sinan, Hacı Paşa’m hazretlerinden rivayetle der ki: Şeyh buyurdu
ki, şeyh hazretlerinin irşattaki kemaline üç kez iman getirdim. Bir
anda beni bir makama ulaştırdı ki “fî mak‘adi sıdkın ‘inde melikin muktedir60”,
ondan ibarettir. Bir kez o olmaksızın müşahede etmek istedim ve
beni geri dönderip şeyhinle gel dediler. Bir keresinde de on sekiz bin âlemi
pamuk torbası gibi koltuğumun altında gördüm. Bu hâlde iken bir el
omuzuma dokundu, şeyh hazretleri idi. “Monla Hacı sakın mağrur olma
hâ!” dedi. Kendime gelince şeyhin kemâline inandım. (48b)
Meşrebimiz Allah’a minnet, yolumuz pak, senedimiz açık, isnadımız
sağlam, önderimiz Nebiyyüllâh (s.a.v.).

Hz. Peygamber’in Mirac’taki gibi olmasının sebebi mübarek cisminin
ruhanî olması idi; gölgesi yoktu. Diğer sıfatları halkın sıfatları gibiydi. Halkın
sıfatlarının seyr ettiği yerde onun sureti seyr ederdi. Halkın manasının
seyr ettiği yerde onun sıfatı seyr ederdi. Halkın sırrının seyr ettiği yerde Resul’ün
manası seyr ederdi. Resul’ün sırrının yetiştiği yeri ise hiç kimse bilememiştir.
(49a) Evliyanın ne kadar kemalâtı varsa Resul’ün şeriatine ve
sünnetine uymakla olur. Bizim için şeriatten çıkmak şeyhimizin yolunu terk
edip, bendini, yolunu, mertebesini bilmeyen, kendini beğenmişlere iltifat
etmek mümkün değildir.

12. Bir Şeyhin Hizmetine Girmenin Şartları

Fîhimâfîh’te der ki: Zamanın güzellerini bir yere topladılar ve Mecnun’a
“Bak, Allah kudretiyle neler yapmıştır.” dediler. Mecnun başını kaldırıp
bakmadı. Bakması için ısrar ettiler. O zaman dedi ki: Leyla’nın sevgisi
başımın üzerinde keskin bir kılıç tutmaktadır; başımı kaldırdığımda boynumu
vurmasından korkarım. Mürit şeyhin cemalinin vilayetine âşık olup siyaset
vilayetinin saltanatı gönlüne iz bırakmayınca manevî ilgi ortaya çıkmaz
ve şeyhin batınından müride bir yardım ulaşmaz.

Necmü Dâye der ki: Şayet şifa dağıtan doktor hasta olsa kendi kendini
tedavi edemez. (49b) Çünkü hastalıktan dolayı artık eski doktor değildir.
Ona sağlıklı, iyi görüşlü bir doktor gerek. Şayet bulunmazsa hasta doktorun
tedavisi pek fayda vermez. Müride bir yardım ulaşmaz.

Seni bilen uyumakta sen uyumaktasın
Uyuyan uyuyanı nasıl uyandırsın

Artık hata ile nefse ve şeytana aldanmamak, kendi ilmine ve aklına
güvenmemek gerektiği iyice anlaşılmış olmalı. İradet tohumu gönle düşünce,
gaybın hizmetçilerine saygı göstermeli, onları bir ganimet olarak görmelidir.
Bir ulunun hizmetine girince onun kâmil olup olmadığını bilmiyorsa
da “‘aleyküm bi’s-sem‘i ve’t-tâ‘ati61” işaretini kendisi için bilmeli. Şöyle
buyrulur: “Velev kâne ‘abden habeşiyyen.62” Meşâyih bu konuda, kendi
tasarrufunda olmaktansa bir kedinin tasarrufunda olmak daha iyidir demişlerdir.
“Velâ tekilnî ilâ nefsî tarfete ‘aynin.63” Ayrıca demişlerdir ki
Kaf’dan Kaf’a uçmaktansa bir sivrisineğin kanadı altında olmak daha iyidir.
(50a) Bu sözlerin hepsi şöhret âfetinden kaçınmak gerektiğine işaret etmektedir.
Ben kendi çalışmamla ne yapabilir ne iş başarabilirim. Senden bir
yardım ulaşmayan o kula yazık. (50b) Halktan ve nefsten, kim talibi şeyhe
hizmetten alıkoyarsa irade gücüyle buna engel olunmalıdır. Böylece fakr
devletinden mahrum kalınmaz: Ondan mahrum olan iki cihan devletinden
mahrumdur.
Şartlardan biri de müridin, şeyhine dost olana dost, düşman olana
düşman olmasıdır. Allah buyurur: “Lâ tecidu kavmen yü’minûne bi’l-lâhi
ve’l-yevmi’l-âhiri yûadûne men hâddellahe ve Resûlehu velev-kâne âbâ’ehüm
ev ebnâehüm ev ihvânehüm ev ‘aşîretehüm.64” Dostluğun belirtisi
dostun dostunu dost, düşmanını düşman tutmaktır. (51a) El-ma‘nâ,
“ennehu lâyectemi‘u’l-îmânü me‘a vidâdı a‘dâ’i’llâhi” yani iman, Allah’ın
düşmanlarına sevgi ile bir arada olmaz. Kim bir kimseyi sevmezse
onun düşmanını da sevmesi şu iki yönden yasaklanmıştır: Kalpte Allah’ın
düşmanına karşı sevgi varsa kişi ya münafık olur ya da büyük bir günah
işlemiş olur. Sahih iman ve halis tevhide ulaşanlar mübtedîlerle bir arada
oturmaz, yiyip içmezler. Hakayık-ı Süllemî’de: “Ve men dâhene
mebtedi‘an selebehu’llâhu halâvete’s-süneni ve men dahike ilâ
mübtedi‘in neze‘allahu nûre’l-îmâni min kalbihi ve in lem yusaddak
felyücerreb.65” denilir.
Daha önce bir şeyhin dostunu dost, düşmanını düşman bilmekten söz
edilmişti. Buna hadiste de işaret vardır: (51b) “Men etâküm ve emereküm
cemî‘un ‘alâ raculin vâhidin yürîdu en yeşukka ‘asâküm ve teferraka
cemâateküm fa’ktulûhu66.” “Men bâye‘a imâmen fe’a‘tâhu safkate
yedîhi ve semerete kalbihî felyutfihu ini’steta‘a fein câ’e âhare yünâzi‘hu
fedribû ‘unuka’l-âhari67.” “Men etâküm” yani, kim ki size geldi
“emereküm” yani din meselelerini gören ya doğruluk ve iradenize ya şeyh
ile kalp bağınıza itikat ve istimdat ile “cemî‘un” yani toplanmış iken, bağlıyken
“‘alâ reculin vâhidin” bir kişinin bağlılığı ile “yürîdu en yeşukka
‘asâküm” yani diler ki igvâ ile yere karıştıra güzel inancınızı boza. İnkâr ile
sıdk ve irâdenizi, nifâk ve karışıklık ile şeyhe ve tarîka teveccühünüzü, yüz
çevirme ile şeyhin emirlerine teslim ve bağlılığınızı, inat ve itiraz ile “ve
teferraka cemâ‘atüküm”, kardeşlik topluluğunuzu dağıda; nefsinizi
mücahadeden alıkoya, (52a) ruhunuzu, murakabeden ve Hakk’ı temaşadan,
sırrınızı ibadete bağlılıktan alıkoya; “faktulûhu ey kezibuhu” yani katilden
murat biatı ortadan kaldırmaktır demişler; (...) “fektulûhu vezribû ‘unuka’lâhiri”
kavliyle beyati sâniye ibtaline işarettir. Hak Te‘âlâ kelâmı kadîminde
buyurur: “Men yuti‘i’r-Resûle fekad etâ’ellâhe ve men tevellâ femâ
erselnâke ‘aleyhim hafîzan68”. Bir ayetde dahi: “Felâ ve Rabbike lâ
yü’minûne hattâ yuhakkimûke fîmâ şecere beynehüm sümme lâyecidû fî
enfüsihim haracen mimmâ kazeyte ve yüsellimû teslîmâ69.” Ve hazret-i
(52b) Resûl buyurur: “Men etâ‘anî fekad etâ‘allâhu ve men ‘asânî fekad
‘asallahe70” bir hadiste dahi buyurur: “Vellahi lâ yü’minü men lem yettebi’
hevâhu bimâ ci’tü71.”

13. Mümin Nasıl Bir İnsandır?

Cemâleddin Ürmevî der ki: Şeyh hazretlerinden, “el-mü’minü ke’nnahleti
lâye’kuluhu illâ tayyiben velâ yeza‘u illâ tayyiben.72”i sordum.
Şeyh dedi ki: İman batınî işlerdendir; imanı kabul eden gönüldür. Dilin yiyeceği
tevhidin aslı olan gönül sahiplerinin gücü “Lâilâheillallah” sözüdür.
Müminin arıya benzetilmesinin sebebi ondur:
Birincisi; : “Ve evhâ Rabbüke ilâ’n-nahli73” nimetini vermiştir. Mümine
de “Ve eyyedehüm birûhin minhu74” keramet buyurmuştur.
İkincisi; Nahl, imamsız ve sultansız hiçbir yerde kalmaz. Mümin de
(53a) Peygamber’e tabi olarak, sahabe ve ümmetin icmasıyla karar eder ve
muhalefeti caiz görmez.
Üçüncüsü; sultanı ile karar tutar; “vechün mine’l-vücûhi75” fermanına
aykırı gitmez. Huzurda ve gaybette onun işaretiyle gider. Mürit de şeyhten
bir işaret gelmeyince herhangi bir işe başlamaz.
Dördüncüsü; Nahl, bitkilerde olan bütün güzellikleri meydana getirir
ve sultana iletir. Mürit de gönül sahibinin telkiniyle zahir ve batında amel
eder ve vakıada kelime-i tevhitten oluşan latîfeleri şeyhin işareti olmadan
pirden başkasına demez.
Beşincisi; Nahl önce kendi evinin içini doldurur, güzelleştirir; ondan
sonra kendisinden fayda isteyenlere fayda sağlar. Kişi de önce kendi içini
güzelleştirmeli ki dışından arkadaşlarına güzellik geçsin.
Altıncısı; (53b) Nahlin kaidesidir ki, karınca ve sinek gibi hiçbir böcek
ona giremez. Girse derhal dışarı atılır. Mürit de Hakk’ın rızasına aykırı
hiçbir düşünceye gönlünde yer vermemelidir. Şayet olursa defetmeye çalışmalı
muhaliflerin sohbetinden de kaçmalıdır.
Yedincisi; Nahl her mevsimi bilir; baharda tohum için su iletir; güller
görünmeye başlayınca evleri güllerle donatırlar. Oğul vermek vakti gelince
o gülleri yer ve böylece boşalmış evleri bal doldurur. “Şarâbun muhtelifün
elvânühu fîhi şifâün linnâsi.76” Mürit de vaktini iyi geçirmeli, ziyan etmemelidir.
İçinin süslenmesi için beklemelidir.
Sekizincisi; Nahl, dört ay boyunca sultan huzurunda müşahadede olur.
(54a)
Ondan başka bir şeyle meşgul olmaz. Mürit de batın huzuru ile
müşahade lezzetinden başka bir şeyle meşgul olmamalıdır.
Dokuzuncusu; Nahl, topladığı bütün gıdayı götürür, onun hesabıyla
meşgul olmaz. Topladıklarını kendinin bilmez. Ve sultanın izni olmadan
kullanmaz. Mürit de işine bakmalı, işin hesabını yapmamalı; ibadetle meşgul
olmalı, göze getirmemelidir.
Onuncusu; Sultan çocuklarından hangisi sultanlığa, nahlin şehzadesi
olmaya layık ise onu sultanlığa kabul eder; ona biat ederler, diğerlerini işe
karıştırmazlar. Eğer onlardan biri hükümranlık dava ederse katline izin verirler.
(55b) Mürit de mürşidin müracaat ettiği biri ile ve her sesle tereddüt
içinde, şaşkınlık içinde olmamalı, kendi meşrebini bilmelidir. Bu menzilde
kendisini bile vermemelidir. “el-mü’minü ke’n-nahli”de bu on makam görünmektedir.
On makam da batını vardır ki “ve evhâ Rabbüke ilâ’n-nahli”
sırrındadır, onu dille anlatmak olmaz. Sarı arılar vardır, bir yere toplanır,
sultanları olur; fakat ne kadar sultanları olursa hepsiyle ittifak edip her saat
onlardan birinin işaretiyle iş yaparlar. Nahl gibi her biri bir yere ev yaparlar,
fakat kimse onların evinden ışık verecek bir mum, şifa ve hoşluk verecek bir
bal alamaz. Meşrebini bilmeyen, her gördüğüne taklit ile uyan müridin işinden
ve kalp evinden de kalp hastalığına, nefs hastalığına şifa verecek, din
hoşluğu verecek bir yakın mumu meydana gelmez. (55a)

Şeyh Zeyneddin-i Hafî der ki: Müritliğin şartlarından biri şeyh ile kalp
bağının devamıdır; ondan yardım isteyecek, teslim olacak, sevgi gösterecek.
Kişiye şeyhinden başka vasıtalarla feyz hasıl olmaz. Dünya şeyhle dolu olsa
da şayet müridin içinde şeyhinden başkasına bir alâka uyanırsa batını
vahdaniyyete açılmaz. Çünkü insanın iki yönü var: Biri ulvî, biri süflî. Hak
Te‘âlâ yönden münezzehtir. Nasıl kıbleye yönelmeden namaz makbul olmazsa
Resul’e bağlanıp teslim olmadan Resul’ün nübüvvetine kalp bağlamadan
Allah’a yönelme hasıl olmaz. Resul bir vasıtadır. Kalp ile
Resulullah’a bağlanmaksızın kula Allah’tan feyz gelmez. (55b) Sonra beden
ve ruh ile bir yöne yönelince insana vahdaniyyetten feyzler ve kabiliyetler
hasıl olur. Bilinmelidir ki, müridin şeyhinden yardım istemesi Hz. Resul’den yardım istemesidir; çünkü şeyhi de şeyhinden, o da tâ Hz. Resul’e kadar gider.

Zeyneddin-i Hafî risâlesinde der ki: Allah’ın feyzinin kesilip müridin
terakkîden geri kalması çok görülen bir şey değildir; bu, ancak kalp bağının
kesilmesiyle olur. Salik daima ona yönelmiş durumda olmalıdır; halka yönelen
Hak’tan dönmüş olur. (56a) Toprak, rüzgar, güneşin sıcaklığı hep
zavallı bir damlacığın düşmanıdır. Oysa (bir çeşmeye bağlı olarak) akmakta
olan su birbirine el, ayak,; güç, kuvvettir. Çeşmeden kesilen su bunca düşman
ortasında; elsiz, ayaksız, başsız, o kadar mesafeyi aşıp hangi yardımla
ve nasıl denize ulaşabilir!

Şeyh Safiyyüddin buyurur ki: Yerin üstü gaflet, altı hasret diyarıdır.
Kişi yeryüzünde nefsinin arzularıyla meşgulken gaflettedir. Ecel ulaşıp yer
altına girince “Fekeşefnâ ‘anke gıtâ’eke febasaruke’l-yevme hadîdün77”.
(56b) denilir. Herkese yaptıkları iş ve hâlleri görünür, o zaman hangi nimetlerden
ve saadetlerden mahrum kaldığını anlar, hasreti artar da artar;
fakat artık bir faydası yoktur. El yumayınca bâtın akılları açılmaz. “Ve men
kâne fî hâzihî a‘mâ fehüve fî’l-âhireti a‘mâ ve ezallü sebîlen78.”
Musa Firavn’ın nimetlerinden elini ve ağzını yıkadığından
Kerem deryası ona bembeyaz el (yed-i beyza) vermiştir
Aynı bunun gibi gönül Musa’sı, bir Firavun gibi olan nefs nimetinden,
yani nefsin hazlarından hırs elini, aç gözlülük dudağını yursa padişahın kereminin
deryası ona da bembeyaz el, doğruluk ve saflık bağışlar. Saliğe Allah’tan
sıdk verildiğinde kayıt ve teslim şartıyla yola girerse doğru rehber
onu hedefine ulaştırır.
Nefsanî hazlardan bütünüyle kurtulursan
O zaman mana âleminde beka bulursun

Sene hicrî 913.

KAYNAKÇA
ABDULBÂKÎ, M. Fuad; el-Mu‘cemu’l-Müfehres li-Elfazi’l-Kur’âni’l-Kerîm, el-
Mektebetü’l-İslâmiyyetü, İstanbul 1982
AKGÜNDÜZ, Ahmet; Somuncu Baba, es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı
Yayını., İstanbul 1992.
ATEŞ, Ahmed; Metin Tenkidi Hakkında, Türkiyat Mecmuası, İstanbul 1942
BAŞER, Şahin; Şeyh Hâmid-i Velî Somuncu Baba, Prestij Matbaacılık, İst. 1995
BURSALI MEHMET TAHİR, Osmanlı Müellifleri, Haz.: A. Fikri Yavuz, İstanbul
1972
CUNBUR, Müjgân; Hacı Bayram’ın Kazandırdığı Manevî Birlik, Hacı Bayram-ı
Velî Sempozyumu Bildirileri, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 2000
ÇAVUŞOĞLU, Ali; Yûsuf-ı Hakîkî’nin Mahabbet-nâmesi’nin Tenkitli Metni ve -
İncelenmesi (Doktora tezi), Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Kayseri 2001
DERLEME SÖZLÜĞÜ, T.D.K., Yay., Ankara 1993
DEVELLİOĞLU, Ferit; Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, Aydın Kitabevi,
Ankara 1982
DOĞAN, Mehmet; Büyük Türkçe Sözlük, Yeni Şafak Yay., İstanbul 1996
ERAYDIN, Selçuk; Tasavvuf ve Tarikatler, Marifet Yayınları, İstanbul 1981
EVLİYA ÇELEBİ, Seyahatname, Haz. Üçdal Neşriyat, İstanbul (Tarihsiz)
FARSÇA-TÜRKÇE LÜGAT, Ziya Şükün, Millı Eğitim Basımevi, İstanbul 1984
GİBB, E.J.W.; Osmanlı Şiir Tarihi, Tercüme: Ali Çavuşoğlu, Akçağ Yayınevi,
Ankara 1998
GÖLPINARLI, Abdulbâkî; Mevlâna Müzesi Yazmalar Kataloğu, Türk Tarih Kurumu
Basımevi, Ankara 1971
GÜZEL, Abdurrahman; Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı, Akçağ Yay., Ankara (tarihsiz)
HÜSEYİN KÂZIM KADRİ, Türk Lügatı, Devlet Matbaası, İstanbul 1928
İMLÂ KILAVUZU, T.D.K., Ankara 2000
İPEKTEN, Haluk vd.; Divan Edebiyatı İsimler Sözlüğü, Kültür Bak., Yay., Ankara
1988
İVGİN, Hayrettin; “Somuncu Baba’nın Yeni Bulunan Bir Eseri ve Diğer Eserleri”,
Erciyes Yöresi 1. Folklor, Halk Edebiyatı ve Etnoğrafya Sempozyumu Bildirileri,
s. 55 Kayseri 1991
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Sayı : 13 Yıl : 2002 (125-149 s.)
144
KARABULUT, Ali Rıza; Kayseri İlmiyye Tarihi’nde Meşhur Mutasavvıflar,
Seyyid Burhaneddin Hazretleri Hizmet Vakfı Yay., Kayseri 1994.
KARTAL, Ahmet; Şeyh Baba Yûsuf-ı Sivrihisari ve Eserleri, Erciyes Ün. Sosyal
Bilimler Enstitüsü Dergisi
KÖPRÜLÜ, M. Fuad; Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Diyanet İşleri
Başkanılığı Yay., Ankara 1981
KUR’AN-I KERİM ve Açıklamalı Meali, İsmail Hakkı İzmirli, Eren Yay., İstanbul
1977
LEVEND, Agâh Sırrı; Türk Edebiyatı Tarihi, T.T.K. Basımevi, 1. cilt, Ankara
1988
MECDÎ MEHMED EFENDİ, Şakâik-ı Nûmaniyye ve Zeyilleri, Haz. Dr.
Abdulkâdir ÖZCAN, Çağrı yay. İstanbul 1989
MEHMET TAHİR, Bursalı; Osmanlı Müellifleri, Meral Yayınevi, İstanbul (Tarihsiz)
MUHAMMED BİN HAMZA, XV. YY. Başlarında Yapılmış Kur’an Tercümesi,
Hazırlayan: Ahmet Topaloğlu, II. Cilt, Sözlük, İstanbul 1978
REDHOUSE, Sir James W., Kitâb-ı Me‘ânî-i Lehçe, Librarie Du Lıban, Beırut,
1974
SARI, Mevlüt; Arapça-Türkçe Lügat, Bahar Yay., İstanbul (tarihsiz)
STEINGASS, Persian-English Dictionary, Librairie du Liban, Beirut 1970
STEINGASS, Arabic-English Dictionary, Librairie du Liban, Beirut 1972
ŞEMSEDDİN SAMİ, Kâmûs-ı Türkî, Enderun Kitabevi, İstanbul 1989
ULUDAĞ, Süleyman; Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1983
ÜNVER, İsmail; Çeviri Yazıda Yazım Birliği Üzerine Öneriler, Türkoloji Dergisi,
Ankara 1993
YURD, A.İhsan; Akşemseddin, Marmara Ün. İlâhiyat Fak. Vakfı Yay., s. 44, Ankara
1994
YUSUF HAKÎKÎ, Tasavvuf Risâlesi, Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Böl., Nr.
2974

***

DİPNOTLAR

1 Hakîkî’nin babası, Somuncu Baba adıyla meşhur, aslen Kayserili Şeyh Hâmid bin Musa’dır.
Somuncu Baba Künhü’l-Ahbar‘da söylendiğine göre zahir ve batın ilimlerinde
şöhret sahibi olmuş, kendisini gizlemek için Bursa’da ekmekçilik yaparak geçimini
sağlamış ve Şemseddin Fenari kendisinin öğrencisi olmuştur. Bayezid’in, yaptırdığı
camide ona vaizlik vermesi ve halkın kendisine teveccühünün artması üzerine burayı
terk etmiş ve Aksaray’a yerleşmiştir. Zahiren Şeyh Alî-i Erdebilî’den tarîk alıp
Veysîlere dahil olmakla birlikte, batınen Bayezid-i Bistâmî hazretlerinin
ruhaniyyetinden istifade etmiş olduğu ve Hazret-i Hızır’la sohbette bulunduğunun ehl-i
keşfin şehadetleriyle sabit olduğu da ifade edilir. Hacı Bayram-ı Velî’nin mürşidi olan
Somuncu Baba h.815’te vefat etmiş ve buna “Tâc-ı Ârifîne” terkibiyle tarih düşülmüştür.
Bu bilgilere ilave olarak Ali Rıza Karabulut, Kayseri İlmiyye Tarihi’nde Meşhur
Mutasavvıflar isimli eserinde Somuncu Baba’nın mezarının Aksaray’da olduğunu ve bu
hususta eski kaynakların hiçbir şüpheye mahal vermeyecek kadar ittifak içerisinde olduklarını
kaydeder (Bak. A.g.e., s. 118, Seyyid Burhaneddin Hazretleri Hizmet Vakfı
Yay., Kayseri 1994); Somuncu Baba’nın eserleri şunlardır: 1. Şerhu Hadis-i Erbain, 2.
Risaletü’z-zikr (Bu eser de Ali Rıza Karabulut tarafından tercüme edilerek adı geçen eserinde
nakledilmiştir.), 3. Silahu’l-Müridîn, 4. Kâşifu’l-Esdâr an-Vechi’l-Esrâr ve ayrıca
şiirleri de bulunmaktadır. (Bak. Ali Rıza Karabulut a.g.e.) (Bak. Hayrettin İvgin,
“Somuncu Baba’nın Yeni Bulunan Bir Eseri ve Diğer Eserleri”, Erciyes Yöresi 1.
Folklor, Halk Edebiyatı ve Etnoğrafya Sempozyumu Bildirileri, s. 55 Kayseri 1991)
Karamanlı Şeyh Şücâ, Sultan Şücâeddin de Hâmid-i Kayserî’nin öğrencilerindendir.
(Bak. Ali Rıza KARABULUT, Kayseri İlmiyye Tarihi’nde Meşhur Mutasavvıflar, s.64,
Kayseri 1994)

2 Ahmet AKGÜNDÜZ, Somuncu Baba, s.138

3 Hacı Bayram-ı Velî: Tarîkat silsilesi için bak. Şakâik-ı Nûmaniyye ve Zeyilleri, I.
Hadâiku’ş-Şakâyık, Haz. Dr. Abdulkâdir ÖZCAN, Çağrı yay., c.1 s.64, İstanbul 1989;
Bak. Selçuk ERAYDIN, Tasavvuf ve Tarikatler, Marifet Yayınları, s.255, İstanbul 1981

4 Evliya Çelebi, Seyahatname, Haz. Üçdal Neşriyat, c.3, s.845, İstanbul (Tarihsiz)
5 Bursalı M. TAHİR, Osmanlı Müellifleri, Meral Yayınevi, c.1, s.224, İstanbul (Tarihsiz)
6 Ali Çavuşoğlu, Yûsuf-ı Hakîkî’nin Mahabbet-nâmesi’nin Tenkitli Metni ve İncelenmesi
(Doktora tezi), Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kayseri 2001

7 Önce yoldaş, sonra yol.
8 El-Mâ’ide,35. “Ey iman edenler! Allah’tan sakının, ona yaklaşmak hususunda vesile
arayın, yolunda cihad edin ki felah bulasınız.”

9 El-Kehf,66. “Musa ona ‘-Sana öğretilen rüşt ve hayır ilminden bana öğretmek üzere
sana tabi olayım, olur mu?’ dedi.”

10 Necmeddin Dâye: 1256’da ölen Necmeddin Dâye Râzî, Anadolu’da yaşıyordu ve o
devirde Kübrevîliğin en büyük temsilcisi idi. Onun Mirsadu’l-İbad adlı eseri Alâeddin
Keykubad adına yazılmıştır. Sadreddin Konevî ve Mevlâna ile sohbetlerde bulunan bu
mutasavvıf Kübrevîliğin Anadolu’da yayılmasında büyük rol oynamıştır. Bu akımın bir
temsilcisi de Mevlâna’nın babası Bahaeddin Veled idi (öl.1230).(Mehmet Bayraktar,
Davudü’l-Kayserî, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay. Ankara 1988, s.4)

11 En-Nisa,164. “... Allah Musa ile söz söylemiştir.”
12 El-A’raf,145. “Biz, Musa için elvahta din ve dünya için muhtaç olan her bir şeyi..
(mev’izeyi ve tafsilî ahkamdan hepsini) yazdık...”

13 Anadolu’da İşrâkîliğin temsilcisi olan Evhadü’d-din-i Kirmânî İran doğumlu olup
(ö.685/1238)’de ölmüş. Muhyiddin İbni Arabî ile Konya’da görüşmüş. Hayatı hakkında
en önemli kaynak kendi adıyla anılan menakıb-namesidir. Malatya, Konya, Sivas’ta ikâmet
etmiş, fakat çoğunlukla Kayseri’de kalmıştır. Mirsâdü’l-İbâd müellifi
Necmeddin Dâye ile muhtemelen Sivas’ta görüşmüş. Horasan ve Maveraünnehir seyahati
sırasında Necmeddin-i Kübrâ ile görüştüğü rivayet edilmektedir. Bir süre
Erdebil’de kaldıktan sonra Şam’da İbni Arabî’nin sohbetlerine katılmıştır. Şehabeddin-i
Sühreverdî’nin (634/1237)’de ölümü üzerine Bağdad’da Merzubâniyye Hankâhı’na
şeyh tayin edildi. 21 Mart 1238’de vefat etti. Evhadüddin, Allah’ın cemâl sıfatının tecellîlerini
varlıkta temaşa etmeyi esas alan “Şâhid-bâzî” denilen tasavvufî meşrebe sahip
bir sufîdir. Gençlerle sema etmekten büyük zevk duyduğu söylenmektedir. Bid’atçi
olduğu gerekçesiyle Sühreverdî, Mevlânâ ve Şems-i Tebrizî tarafından tenkit edilmiştir.
(Daha fazla bilgi için bak. DİA.,c.11, s.519)

14 Feridüddin Attâr(ö.618/1221); Horasan Selçukluları zamanında Nişabur’da doğmuş.
Gençliğinde attarlıkla uğraşmış; tasavvufî bilgiler edinmiş, şeyhlere hizmet etmiş. Kendisi bizzat peygamberler ve velilerle ilgili pek çok kitap okuduğunu, otuz dokuz yıl
müddetle tasavvufla ilgili şiir ve hikayeler topladığını söyler. Pek çok seyahatten sonra
Nişabur’da inzivaya çekildi. Mevlâna, Mahmud-ı Şebüsterî, Sa’dî, Hâfız ve Molla Câmî
onun önderlik ettiği kişilerdir. Özellikle Mevlâna, Attar’ı âşıkların önderi sayar. Eserlerinde Attar, Ehl-i beyte hürmet ve sevgide kusuru bulunmayan, müsamahalı ve taassuba
karşı bir sünnîdir. Yanlış olarak ona şiilik isnad edilmiştir. Gazellerinde özellikle vahdet-i vücud düşüncesini işler. Kasidelerinde dünyanın geçiciliğinden bahsederek insanı
hak yola davet eder. Attar, tasavvufun esası kabul edilen tarikat, marifet ve hakikat
merhalelerini talep, aşk, marifet, istiğna, tevhid, hayret ve fenadan ibaret yedi merhaleye çıkarır. Son makama çok önem verir: İnsan vücudu Hak’kın aynası ve cilvegâhıdır. -Farkına varmadan bazan ittihad, bazan hulul akîdelerine yaklaşmıştır.- Şiirlerinin yüz
bin beyiti aştığı söylenir; en çok hikaye anlatımına yer vermiştir. Eserleri arasında
başlıcaları: 1. İlâhî-nâme, 2. Esrar-nâme, 3. Musîbet-nâme, 4. Hüsrev-nâme, 5. Muhtarnâme
6. Mantıku’t-Tayr, 7. Divan, 8. Tezkiretü’l-Evliya (Daha fazla bilgi için bak. M.
Nazif Şahinoğlu, “Attar”, DİA., c.4,s. 95-98)

15 İşlerin en kötüsü sonradan ihdas edilenlerdir ve her sonradan konan bidattir ve bütün
bidatler dalâlettir.

16 Gelişigüzel.
17 Habeşli bir köle bile olsa size düşen, dinlemek ve itaat etmektir.
18 Bakara/195 “....ellerinizle tehlikeye atmayın, ....”
19 Allah’a yürüyüş.

20 Cafer es-Sâdık (ö.148/765); Şianın altıncı, İsmâiliyyenin beşinci imamı, Ca’ferî Fıkhı’nın kurucusu; baba tarafından Hz. Ali’ye ana tarafından Hz. Ebu Bekir’e ulaşmaktadır. Tasavvuf tarihinde önemli bir yere sahiptir. Attar, Tezkiretü’l Evliya’sına onunla başlar. Nakşibendiyye ve Bektaşiyye, silsilelerinde ona yer verirler. Bayezid-i
Bistâmî’yi onun müridi olarak görürler. Bir ekol olan Aşkıyye mensupları da silsilelerine
Cafer’le başlarlar. Şia ise Cafer’in tasavvufla hiçbir ilgisi bulunmadığını iddia eder.
Pekçok eseri bulunmaktadır. (Daha fazla bilgi için bak. Mustafa Öz, Cafer-i Sadık, DİA,
c.7, s.1-3)

21 Bakara, 54: ...Yaratanınıza tevbe edin, nefislerinizi öldürün...
22 Kim nefsini öldürmeye yönelirse.
23 Küçük cihattan büyük cihada döndük.
24 Cehaletten dolayı ölü iken bilgiyle ilimle dirilttik.
25 Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanınız.
26 Âli İmrân, 97: ... (feinnellahe) Allah âlemlerden müstagnîdir.
27 Şöhret Allah dostlarının âfetidir.
28 Şöhretten bütünüyle uzak durmak Hak dostları için rahatlıktır.
29 Evliyanın örtüsü benim örtümün altındadır, onları benden başkası bilmez.

30 Bayezid-i Bistâmî (ö.234/848(?) İlk büyük mutasavvıflardan; menkıbeleri, sözleri ve
şathıyyelerine dair olup bunlar arasında hayatıyla ilgili pek az bilgi bulunmaktadır. Şiî
kaynaklar Bayezid’in altıncı imam Cafer es-Sâdık’ın talebeleri arasında yer aldığını
kaydederler. Bayezid, tasavvuf tarihinde sekr, fena, melâmet, tevhid, marifet, muhabbet,
mi’rac ve îsâr gibi konulardaki sözleri ve şathıyyeleriyle tanınır. O, sâlikin kendinden
geçip (sekr) benliğini yok ederek (fena) Hakk’a ermesi gerektiği düşüncesindedir. Heme
ust (her şey O’dur) sözünü kullanmıştır. Sühreverdî-i Maktûl onu, İslâm öncesi İran
manevî hayatının bir temsilcisi sayar. Dedesinin mecûsî olması da bu davayı doğrulamak
için delil gösterilmiştir. Üstadı Ebû Ali es-Sindî’nin Hindistanlı olması, Bayezid’in
vedaların ve Budizm’in tesirinde kaldığının bir delili olarak öne sürülmüştür.
Bayezid’in düşünceleri ile şiîlik arasında da kuvvetli ilişkilerin varlığından söz edilir.
İbnü’l-Cevzî Telbîsü İblis’te Bayezid’i şiddetle tenkit eder. (Daha fazla bilgi için bak.
DİA., c.5, s.238)

31 Tâ-Hâ, 13-14: ... Şimdi vahyolunacak şeyleri dinle, Tanrı benim benden başka tapacak
yoktur...

32 Zü’n-Nûn İbn İbrahim el Mısrî, Ebu’l-Fayd (245/859). İsmi’nin Sevban olduğu, Zu’n-
Nun’un lakabı olduğu söylenir. Kureyş’in mevlasıdır. Âlim, müttakî bir zat idi. Onu,
halife Mütevekkile çekiştirdiler. Mütevekkil, Zu’n-Nun’u Mısır’dan celbedip ifadesini
aldı. Zu’n-Nun, Mütevekkil’in huzurunda va’z edince halife ağladı. İkram ve i’zaz ile
tekrar Mısır’a gönderdi. Mütevekkilin huzurunda takva ehlinden bahsedilince ağlar, “Ne
güzel adamdı Zü’n-Nun” derdi. Cize’de öldüğü zaman köprü izdihamdan yıkılır korkusuyla
cenazesi sandal içinde taşınmıştı. Cenaze kabre konuluncaya kadar uçan yeşil
kuşlar görüldüğü rivayet edilir. (Bak. Süleyman Ateş, Sülemî ve Tasavvufî Tefsiri,
Sönmez Neşriyat, İst. 1969, s.95)

33 Allah bir kula iyilik etmek istediğinde onu kendisinden başkasına kör, sağır, dilsiz ve
bilgisiz kılar.

34 Allah’tan başkasına cahil olmayan Allah’ı nasıl tanır.
35 Bakara, 18: ... Sağırlar, dilsizler, körlerdir...
36 Bakara, 18: ... Artık onlar tuttukları yoldan dönmezler.

37 Hak’tan başkasını dinlemez, dilsizdirler; Hak’tan Hak ile ve Hak için almanın dışında
konuşmaz.

38 Gözlerimi dünyadan ve nimetlerinden aldın.
39 Gözümün önünde hep sen varsın.
40 Şekil değişikiği mide (yemek) içindir.
41 Bakara, 41: ...Ayetlerimi az para ile alıp satmayın...

42 Şeyh Sadreddin Muhammed b. İshaku’l-Konevî, Konya’da doğmuştur. Şeyh Ekber,
Konya’ya geldikten sonra, Sadreddin’in babası ölmüş ve validesi dul kalmıştı. Şeyh
Ekber bu dul kadınla evlendiğinden, Sadreddin onun manevi terbiyesi ile inkişaf etmiş
ve Vahdet-i vücud meslekinin Anadolu’da tutunmasına pek çok hizmet etmiştir. Zaten
eserlerinin çoğu, Muhyiddin Arabi’nin fikir ve itikatlarını şerh ve tenkide münhasır gibidir. Sadeddin Hamevî ve Necmeddin Dâye gibi başlıca Necm-i Kübra halifeleriyle
mülakat eden, Mevlana ile aralarında karşılıklı bir samimi muhabbet bulunan Sadreddin
Konevî’nin vefatı, Mevlana’dan sonradır. (Bak. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk
Mutasavvıflar, Diyanet İşleri Başkanlığı Yay., Ankara 1981, s.202)

43 Nasr, 1: Allah’ın yardımı gelip Mekke fethi müyesser olunca...
44 Zarar verici nesneler ve saptırıcı fitneler olmaksızın sana kavuşma şevkini istiyorum.
45 Kaf, 16: ...Biz ona şah damarından daha yakınız.
46 Allah’ın sıfatlarından.

47 Nâs,5-6: Gerek insanlardan olsun gerek cinlerden (o) insanların göğüslerine vesvese
verendir.

48 Geçmiş hâli talep etmek muhaldir.
49 “Beyt” adı altında burada yer alan ve açıklaması yapılan beyitler Hakîkî’nin Divanında
“Der-tazarru ve Arz-ı Niyaz ve Nasîhat” başlığı altında 293b varağında yer alan 9 beyitlik
bir şiirdir ve ilk üç beyti şu şekildedir:
Her kime kim ‘inâyetün olmazise delîl-i râh
Kande varurısa ana zulmet ola fürûg-ı mâh
Câziben irmeyen kişi ne yüz agarda sa‘y idüp
Neyleye nide kaldı ol tâli‘i gibi rû-siyâh
Pertev-i tal‘atün kimün cânına şu‘le salmadı
Vasluna layık olmadı müzdi anun kamu günah

50 Araf, 186: Allah kimi şaşırtırsa onu doğru yola götürecek yoktur, Allah onları şaşkın
birhalde azgınlıkları içinde bırakır.

51 Sonra onların üzerine kendi nurundan setpti.
52 Bu nurdan kim nasipdar olduysa hidayete ermiştir.
53 Ankebut, 69: ... Uğrunuzda mücahede edenleri...

54 Ankebut, 69: ... elbette yolumuza götürürüz. Ayetm tamamı mealen şöyledir: Uğrumuzda
mücahede edenleri elbette yolumuza götürürüz; Allah iyi iş işleyenlerle beraberdir.

55 Kim kendi nefsinin zatının kulluğunu bilirse şüphesiz Rabb’ının da Rabb’lığını bilir.
56 Ahkaf, 20: ...lezzetlerinizi dünya diriliğinde zayi ettiniz, orada safa sürdünüz....
57 Ben onun kulağı ve gözü olurum.
58 Hak cezbelerinden bir cezbe

59 Buradaki Hacı Paşa, Hacı Bayram-ı Velî’dir. Diğer Hacı Paşa ise (ö.827/1424(?)); Anadolu’nun İbni sinası diye anılan hekim, kelâm âlimi, müfessir bir kişi olan Celâleddin
Hızır’dır ve Konyalıdır. Kâhire’de Hanefî fakîhi Ekmeleddin el-Bâbertî’den dinî ve aklî
ilimleri okumuş. Anadolu’dan okumak için Mısır’a gelen Molla fenârî, Ahmedî,
Bedreddin Simâvî ve Müeyyed b. Abdülmü’min gibi kişiler ondan yakınlık görmüşler;
bir ders arkadaşı da Seyyid Şerif Cürcânî’dir. Pek çok eseri arasında Siraceddin el-
Urmevî’nin mantık konusundaki eseri Metâli’u’l-Envâr’ın Kutbiddin et-Tahtânî tarafından
yapılmış şerhi Levâmi’u’l-Esrâr üzerine bir haşiye olan Şerhu Levâmi’u’l-Esrâr fi
Şerhi Metâli’u’l-Envâr isimli eser de bulunmaktadır.

60 Kamer, 55: ..kudert sahibi melikin yanında sıdk meclisindedirler..
61 Size gereken dinlemek ve itaat etmektir.
62 Habeşli bir köle bile olsa.
63 Göz açıp kapayacak bir süre kadar bile beni nefsime bırakma.
64 Mücadile, 22: Allah’a ve âhiret gününe iman edenlerin babaları veya oğulları veya kardeşleri veyahut soyu sopu aşiretleri olsa da yine Allah’ı ve peygamberini düşman tutanlara dostluk ettiğini göremezsin.

65 Kim bir bidatçıya yalakalık ederse Allah ondan sünnetlerin lezzetini kahran alır, kim bir bidatçıya gülerse Allah ondan iman nurunu söküp alır, eğer bunun öyle olmadığı düşünülüyorsa denensin!

66 Kim size gelir ve siz bir adam üzerinde ittifak etmişken topluluğunuzu dağıtmak ve
cemaatınızı ayrılığa düşürmek isteyerek size emrederse onu öldürünüz.

67 Kim bir imama biat ederse ona itaat edin ve ona muhabbet edin. Şayet onunla çekişen
bir diğeri gelirse o diğerinin boynunu vurunuz.

68 Nisa, 80: Kim Peygamber’e itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur. Kim ki ondan yüz
çevirirse kulak asma, çünkü seni onlar üzerine muhafız göndermedik.

69 Nisa, 65: Öyle değil, Rabb’ın hakkı için onlar, aralarındaki karışık işlerde seni hakem
kılmadıkça, hem de verdiğin hükümden dolayı can sıkıntısı duymaksızın sana tamamıyla
münkad olmadıkça iman etmiş olmazlar.

70 Kim bana itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur, kim bana asi olursa Allah’a asi olmuş
olur.

71 Allah’a yemin olsun ki gönlü benim getirdiklerime tabi olmayan iman etmiş olmaz.
72 Mümin arı gibidir; o ancak iyi olanı yer ve sadece iyiyi üretir.
73 Nahl, 68: ... Ve Rabb’ın arıya ilham etti ki...
74 Mücadele, 22: ... Ve onları kendisinden bir ruhla destekledi...
75 Vecihlerden bir vecih.
76 Nahl, 69: ... İnsanlar için kendisinde şifa bulunan renkleri çeşitli bir içecek...
77 Kaf, 22: Biz de senden perdeni kaldırıp açtık; bugün senin gözün keskindir.

78 İsra, 72: Her kim bu dünyada kör davranırsa öbür dünyada da kör olacak, belki daha
ziyade yoldan sapacaktır.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 2 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 1 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye