Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 1 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: Eşrefoğlu Rumi el-İzniki
MesajGönderilme zamanı: 22.01.09, 11:19 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 14.12.08, 12:14
Mesajlar: 1108
Eşrefoğlu Rumi el-İzniki

EŞREFOĞLU ABDULLAH RÛMÎ

[ Kaddesallahu Sırrahulaziz ]


Kendi adı Abdullah olup, Eşref adlı babasının ismi ile belirlenen mahlası olan Eşrefoğlu, Eşrefzade-i Rûmî isimleri ile ünlendi. Babası, Mısır'dan İznik'e göç etmiş olan Eşrefoğlu Rûmî İznik'te doğdu. Doğum târihi belli değildir. Türbesi 1484 (H. 889) tarihinde vefât ettiği İznik'tedir. Anadolu'da yaşayan büyük velîlerden olan Eşrefoğlu Rumi, bestelenen ve zikir meclislerinde okunagelen şiirleri ile halk içerisindeki şöhreti bugün de süren şâir sufilerdendir.
Babasının terbiyesi altında büyüyen Eşrefoğlu Rûmî, önce İznik'te bulunan medreselerde çeşitli âlimlerden ders aldı. Zamânın zâhirî ilimlerinde üstün başarılar elde etti. Sonra Bursa'ya giderek Pâdişâh Çelebi Mehmed'in medresesine girdi. Burada tefsîr, hadîs ve fıkıh ilimleri üzerinde söz sâhibi olan âlimler derecesine yükseldi. Buradan mezun olunca, Bursa'da müderrislik yapan hocası büyük âlim Alâeddîn Ali hazretlerinin yardımcısı oldu. Çelebi Mehmed Han Medresesinde bir müddet ders veren Eşrefoğlu Rûmî bir sabah vakti medrese civârında dolaşırken, zamânın velîlerinden olan Ebdal Mehmed'e rastladı. Kalbinden; "Tasavvuf yolundan bana nasîb var ise bâzı alâmetler görünsün." diye geçirerek ona yaklaştı. Ebdal Mehmed kendisine bakarak; "Ey medreseli! Bize köfteli çorba getir." dedi. Bu söz üzerine çarşıya gidip, köfteli çorba aradı. Fakat bulamadı ve eli boş dönmemek için köftesiz çorba aldı. Ebdal Mehmed'e gelirken yoldaki çamurdan bir parça alarak, birkaç yuvarlak köfte hâline getirip, çorbanın içine attı. Ebdal Mehmed çorbayı karıştırıp köfte bulamayınca Eşrefzâde'ye; "Hani bunun köftesi?" diye sordu. Daha sonra çorbayı iyice karıştırdı ve Eşrefoğlu'na uzatarak; "Ye bunu!" dedi. Eşrefoğlu büyük bir teslimiyet ile tereddüd etmeden çorbayı yedi. Çorbanın içine atılan çamur parçaları köfteye dönmüştü. Bunun üzerine o zât; "Ya sen olmayıp da kim olsa gerek." şeklinde bir söz söyleyip oradan uzaklaştı. Eşrefoğlu bu sözlerden bir mânâ çıkaramamasına rağmen, tasavvuf yoluna girmesi hususunda bir işâret olduğuna inandı.

Nefsini terbiye etmek, kalp aynasını cilâlamak için kendi kendine uğraşmaya başladı. Bu yolda bir hoca bulmanın şart olduğunu düşünerek, kitaplarını dağıttı ve Bursa'da bulunan Emîr Sultan'ın huzûruna gitti. Talebesi olup, hizmetiyle şereflenmek istediğini bildirdi. Emîr Sultan, Abdullah'ın tasavvuf yolunun aşkıyla yandığını görünce, onu evliyânın büyüğü Ankara'daki Hacı Bayrâm-ı Velî'ye gönderdi. Sonra, Ankara'ya gidip, yeni hocasına tam teslim oldu.



Eşrefoğlu Rumi (K.S.)'e irşadının Ankara'daki Hacı Bayram Veli (K.S.) eliyle olacağını işaret eden Osmanlı'nın ilk döneminin en ünlü mutasavvıflarından Emir Sultan Buhari (K.S.)'in Bursa'da adıyla anılan semtte bulunan külliye içinde yer alan türbesindeki sandukası.

Hacı Bayrâm-ı Velî hazretleri, Abdullah'daki kâbiliyeti keşfederek ona nefsini terbiye edecek vazîfeler verdi. Yaşı kırkın üzerinde ve büyük bir âlim olduğu halde, hocasının emîrlerine "Bâşüstüne" diyerek sarıldı. Kendisine verilen helâ temizleme vazîfesini, bütün gayretiyle yapmaya başladı. Nefsinin isteklerini terkedip, istemediklerini yapmak için büyük çaba sarfetti. Bu şekilde riyâzet ve mücâhedeye devâm etti. Hocası Hacı Bayrâm-ı Velî'ye on bir sene hizmet etmekle şereflendi. Bu kadar zaman zarfında hocasının; "Üstâdın huzûrunda lüzumsuz konuşmak edebe aykırıdır." sözü üzerine, yanında bir kelime bile konuşmadı. Sadece sorulan suâllere kısa ve öz olarak cevap verir, edebe, ziyâde dikkat ederdi. Eşrefoğlu Abdullah, on bir sene içinde pekçok imtihandan geçti. Yaptığı güç işlerden hiç şikâyette bulunmadı. Bu sabrı ve hocasına karşı muhabbeti ve hürmeti üzerine, Hacı Bayrâm-ı Velî kızı Hayrünnisâ'yı ona nikâh ederek zevceliğe verdi. Bir müddet daha hizmete devâm eden EşrefoğluAbdullah, hocasından izin alarak Allahü teâlânın emîr ve yasaklarını bildirmek üzere İznik'e gitti. Orada kendi iç âlemiyle başbaşa kaldı. Hocasından ayrılığı onu yaktı, hasretine fazla dayanamadı ve tekrar Ankara'ya döndü. Hacı Bayrâm-ı Velî, dâmâdını, tasavvuf yolunda derecelerinin ilerlemesi için tekrar İznik'e gönderdi. Orada kırk gün nefsini terbiye etmesi için halvete girmesini, sonra Ankara'ya gelmesini emretti. İznik'e gidip geldikten sonra, hocasının; "Hama şehrinde Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin torunlarından Şeyh Hüseyin Hamevî'nin huzûruna gidip, Kâdirî yolunu öğreniniz." buyurdu. Bu emri yerine getirmek üzere hazırlığa başladı. Hanımını ve biricik kızı Züleyhâ'yı bir merkebe bindirerek, Hacı Bayrâm-ı Velî ile vedâlaştı. Günlerce zahmetli ve yorucu yolculuktan sonra, Hama'ya yeni hocasının huzûruna vardı.
O gün hacdan dönen Hüseyin Hamevî, ilâhî bir ilhâm ile Eşrefzâde'nin gelmekte olduğunu anlayarak, talebelerine; "Bugün Anadolu'dan bir er geliyor. Gidip karşılayınız." buyurdu. Karşılamaya çıkan talebeler zahmetli ve zorlu yolculuktan dolayı elbiseleri eskimiş olduğu için Eşrefoğlu Rûmî yanlarından geçtiği halde, hocalarının söylediği zâtın o olduğunu anlayamadılar. Dergâhın kapısına varan Eşrefzâde Rûmî, Hüseyin Hamevî tarafından îtibârla içeri alındı. Hanımı ve çocuğu ise Hüseyin Hamevî'nin hanımı tarafından kendilerine ayrılan odaya götürüldü.

Hüseyin Hamevî, bu yeni talebesinin önce nefsini terbiye etmek üzere kırk gün halvet için bir hücreye koydu. Eşrefoğlu Abdullah, Hama'da da sıkı bir riyâzet ve mücâhedeye tâbi tutuldu. Kırk gün içinde Hüseyin Hamevî, Abdullah'a ziyâde teveccühlerde bulundu. Bir gün bir hizmetçi hücresine yemek götürdü. Eşrefoğlu'nu hareketsiz görünce, öldü zannedip, telaşlandı ve durumu hocasına bildirdi. Fakat kırk gün dolmadığı için Hüseyin Hamevî bu duruma aldırış etmedi. Abdullah kırkıncı günü hücreden çıkartıldığında, büyük bir vecd hâli içinde kendinden geçmiş, gözleri kapalı ve hareketsiz bir halde görüldü. Kendisini melekler âlemini seyretmenin lezzetinden ayırdıklarında; "Sultanım bize kıydınız." diyerek gözlerini açtı. Bu kırk günlük imtihânı başarıyla veren Abdullah, tasavvufta pek yüce mertebelere çıkmış olarak icâzetnâme aldı. Hüseyin Hamevî'nin halîfesi olarak Anadolu'da Kâdirî yolunu yaymak üzere vazîfelendirildi.

"Halk senin zâhirine de bakar. Onun için kıyâfetini biraz düzeltmen lâzımdır. Şu hırkayı ve pabuçları al, giy." buyurunca, Eşrefoğlu hırkayı giydi, pabuçları da başına geçirerek; "Hocamın verdiği pabuç ayağıma değil, başıma olsa gerektir." dedi.

Hocasının emri üzerine yola çıkmak üzere hazırlık yaptığı sırada, Hüseyin Hamevî'nin eski talebeleri aralarında; "Biz bu kadar zamandan beri hocamızın hizmetindeyiz. Bize himmet verilmedi. Bu Rûmî denilen ve Anadolu'dan gelen kimseye kırk günde hem himmet, hem de icâzet verildi. Bu nasıl iştir?" diye konuşuyorlardı. Hüseyin Hamevî, Allahü teâlânın izniyle bu duruma vâkıf oldu. Talebelerini toplayıp bir konuşma sırasında; "Yâ Rûmî! Bu kadar misâfirimiz oldun. Sana bir ziyâfet veremedik. Bir ziyâfette bulunalım. İnşâallah ondan sonra gidersin." dedi. Yemekler hazırlanıp, talebeleri ile yeşillik bir yere gittiler. Hüseyin Hamevî suyu bulunmayan bir yerde oturulmasını emretti. Talebeleri; "Sultanım, burada su yoktur, namaz zamânı abdest almak îcâb ettiğinde sıkıntı çekeriz." demelerine rağmen Hüseyin Hamevî oturulmasını istedi. Talebeler hocalarının emri üzerine oturdular. Namaz vakti girince abdest almak îcâb etti. Hüseyin Hamevî, Eşrefoğlu hâriç bütün talebelerine su aramalarını söyledi. Talebelerin; "Sultanım burada su yoktur." demelerine rağmen; "Hele siz bir arayın belki vardır." buyurdu. Talebeler aramalarına rağmen bulamadılar. Bunun üzerine Hüseyin Hamevî; "Rûmî! Gerçi sen misâfirsin. Misâfire hizmet ettirmek doğru değildir. Bir de sen ara. Belki su bulursun." deyince, Eşrefoğlu; "Emriniz başım üstüne." diyerek hemen aramaya başladı. Bir ağacın yanına gidip, teyemmüm etti ve secdeye varıp Allahü teâlâya şöyle yalvardı: "Yâ Rabbî! Hocam su istiyor. Lutfet, su ihsân eyle." Daha sonra başını secdeden kaldırdı. Secde ettiği yerden bir pınarın kaynadığını gördü. Hemen tası doldurup hocasına götürdü. Hüseyin Hamevî talebelerine dönerek; "Su olmadığını iddiâ ediyordunuz. Bakın Rûmî nasıl bulmuş!" dedi. Talebeler hemen suyun bulunduğu yere gittiler. Suyun daha yeni çıkıp akmaya başladığını görünce, hocalarının Eşrefoğlu'na himmet etmesinin sebebini anladılar.

Hüseyin Hamevî, Abdullah'ı Anadolu'ya uğurladıktan bir müddet sonra, arkasından baktı ve; "Abdullah-ı Rûmî koca bir deniz imiş. Bizde bulunan her şeyi çekip sînesine aldı." buyurdu. Çocukları ile birlikte Ankara'ya giden Abdullah-ı Rûmî, kayınpederi Hacı Bayrâm-ı Velî'nin yanında bir müddet daha kaldıktan sonra İznik'e gitti.

İznik'te önceleri münzevî, yalnız bir hayat yaşayan Eşrefoğlu, şan ve şöhretten hiç hoşlanmazdı. Kimsenin dikkatini çekmeden fakirâne bir hayat yaşadı ve insanlardan uzak kalmaya çalıştı. İznik'e Hama'dan bir zâtın gelmesi ile durum değişti. O zât herkese Eşrefoğlu'nun menkıbelerini anlatmaya başlayınca, İznik halkı kendisine hürmet ve îtibâr göstermeye başladı. Bundan rahatsız olan Eşrefoğlu Rûmî dağlara çekildi, tekrar uzlet hayâtına başladı. Dağlarda dolaşırken bir köylü onu gördü ve suçlu sanarak yakaladı. Gâyesi onu teslim edip mükâfât almaktı. Fakat onun şöhretini duyan köylünün annesi, kendisini tanıyınca mesele anlaşıldı, köylü ve annesi de Eşrefoğlu'na talebe oldu. Bunun üzerine İznik'e dönen Eşrefoğlu asıl vazîfesi olan insanlara doğru yolu anlatmaya başladı. İlk talebesi olan ve kendisini yakalayan köylü onun için Pınarbaşı denilen yerde bir dergâh yaptırdı. Eşrefoğlu Rûmî burada talebelerine ders vermeye, Kâdirî yolunu yaymak için çalışmalara başladı. Talebelerinin nefsini terbiye etmek için, riyâzet ve mücâhedeler yaptırmaya, gurur, kibir, ucb gibi kalp hastalıklarından kurtarmaya büyük gayret gösterdi.

Bir gece Eşrefoğlu Rûmî dergâhında ibâdet ediyordu. Bu sırada bir ışık peydâ oldu. O ışıktan şöyle bir hitap duyuldu: "Ey kul!Dile benden ne dilersen. Bütün haram olan şeyleri sana helâl kıldım." Eşrefoğlu bir anda Allahü teâlânın izni ile sesin sâhibi olan şeytanı yakaladı. Avucunun içinde sıkmaya başladı. O anda şeytan; "Yâ şeyh! Ne yapıyorsun? Allah bana kıyâmete kadar mühlet vermiştir. Sen ise beni öldürmek istiyorsun." deyince, Eşrefoğlu; "Ey mel'ûn! Sen benim talebelerimin ve dostlarımın îmânlarına kasdetmeyeceğine dâir söz verirsen, salarım." dedi. Şeytan da; "Onların îmânlarına kasdetmeyeceğime söz veriyorum." dedi. Bunun üzerine Eşrefoğlu Rûmî; "Ey mel'ûn! Allahü teâlâ ile olan ahdine vefâ etmedin. Benimle olan ahdine mi vefâ edeceksin. Bildiğin şeyden geri kalma." dedi ve saldı. Talebeleri; "Onun şeytan olduğunu nereden anladınız?" diye sorunca; "Bütün haramları sana helâl kıldım, deyince anladım. Çünkü Allahü teâlânın haram ettiği şeyler zâta mahsus değildir. Kıyâmete kadar bâkidir." buyurdu.

Eşrefoğlu'nun gayretli çalışmaları ve büyüklüğü çevreden işitilmeye başlandı. Bursa'dan, İstanbul'dan ve diğer vilâyetlerden akın akın gelip talebesi olmakla şereflenmek isteyenler çoğaldı. Hattâ Sadrâzam Mahmûd Paşa, onun talebesi olmak isteğinde bulundu. Onun yoluna girdi. Abdullah-ı Rûmî hazretleri, talebeleri arasında en ileri olan Abdürrahîm-i Tırsî'yi yerine halîfe, vekil bıraktı ve kızı Züleyhâ ile nikahladı. Abdürrahîm-i Tırsî, hocası ve kayınpederi Abdullah-ı Rûmî'ye çok bağlı idi.

Abdullah-ı Rûmî, Fâtih Sultan Mehmed Hanın İstanbul'u fethinden önce Müzekkin-Nüfûs isimli bir kitap yazdı. Bu kitabını okuyan herkes çok beğendi. Bundan ayrı olarak Tarîkatnâme, Delâlil-ün-Nübüvve, Fütüvvetnâme, İbretnâme, Mâzeretnâme, Elestnâme, Nasîhatnâme, Hayretnâme, Münâcaatnâme, Cinân-ül-Cenân, Tâcnâme, Esrâr-ut-Tâlibîn gibi eserleri vardır. Dîvânında pek güzel şiirler, kasîdeler bulunmaktadır. Yûnus Emre'nin şiirleri tipinde şiirler söylemiştir. Şiirlerinde, "Eşrefoğlu Rûmî" mahlasını kullanan Abdullah-ı Rûmî daha çok öğüt tarafındadır. Halk arasında en çok söylenen ve en meşhur şiiri tövbeye geldir.

Abdullah-ı Rûmî, bir sohbetinde Ebülleys-i Semerkandî'den naklen şöyle anlattı:

Bir târihte Bağdât'ta, zenginler hacca gidiyorlardı. Peygamber efendimizin aşkıyla yanan bir fakîr de, o sene hacca gitmeye niyet etti ve hac kâfilesiyle yola çıktı. Kâfile hareket etmeden önce, herkes eşi-dostu ile helâllaştı. Şehir dışına çıkıldığında, zenginlerden biri bir fakîrin de hacca gittiğini görünce; "Bineğin yok, azığın yok. Sen hacca nasıl gideceksin? Bâri cebinde birkaç bin altının var mıdır?" diye alay etti. Fakîr, bu zenginin alaylı sorusuna çok üzüldü ve; "Allahü teâlâ ne güzel vekîldir. Mahlûkâtın rızkını o vermektedir. Hepimiz O'nun verdiklerini yiyoruz." diyerek, zenginin bulunduğu yerden mahzûn bir şekilde ayrıldı. Hac vazîfelerini yapana kadar da o zengine hiç görünmedi. Herkes Mekke-i mükerremeden, Medîne-i münevvereye yola çıktıkları zaman, o zengin, fakîri sağ sâlim tekrar karşısında görünce hayret etti ve; "Komşu, sen de buraya kadar gelip hac vazîfeni yapabildin mi?" diye sormaktan kendini alamadı. Fakîr de; "Allahü teâlâya sonsuz hamdü senâlar olsun. Yüzümüzün karasına bakmayıp, bu mübârek makâmı ziyâret etmeyi nasîb etti. Geldim, Beyt-i şerîfi tavaf ettim. Sağ sâlim dönüyorum." dedi. Zengin; "Hacı efendi! Acabâ sana da berât verdiler mi?" diye sordu. Fakîr; "Bu ne berâtıdır ki?" dedi. Zengin; "Beyt-i şerîfi ziyâret edenlere, Cehennem'den âzâd olduğuna dâir berât kâğıdı verilir." diyerek, koynundan herhangi bir kağıt çıkarıp fakîri aldattı. Fakîr, berât kâğıdının kendisine verilmediğine çok üzüldü. Derhal geriye dönüp Harem-i şerîfe geldi. İki gözü iki çeşme hâlinde, kanlı yaşlar akıtarak çok inledi. Allahü teâlâya kırık bir gönülle duâlar etmeye, yalvarmaya başladı: "Ey âlemleri yaratan yüce Rabbim! Sen herşeye kâdirsin, ganî bir pâdişâhsın. İhsânların bütün kullarına her ân yağmaktadır. Cehennem'den âzâd olup orada incinmemeleri için kullarının bâzısına berat vermişsin. Bu fakîr kuluna berât verilmedi. Yoksa bu garîb kulun âzâd olmadı mı?" deyip bayıldı. Baygın hâlde iken, mânâ âleminden yanına bir kimse gelip; "Ey fakîr! Başını kaldır ve şu berâtını alıp arkadaşlarına yetiş!" diyerek elindekini ona verdi. O ânda fakîr kendine gelerek ayıldı. Elinde, dünyâ kâğıtlarına hiç benzemeyen, yeşil renkli nûrdan yazıları olan ve misk gibi kokan bir berât kâğıdı vardı. Kâğıdı defâlarca öpüp başına koyan fakîrin sevincinden neredeyse aklı gidecekti. Şükür secdesine kapandı. Ömründe hiç görmediği o berâtı, yüzüne ve gözüne sürdü, bağrına bastı ve koynuna sokarak arkadaşlarına yetişmek için hızlı adımlarla yürümeğe başladı. Arkadaşları, geriden fakîrin geldiğini görünce gülüşmeğe başladılar. Yanlarına soluk soluğa gelen fakîre alayla; "Cehennem'den âzâd olma berâtını alabildin mi?" diye sordular. Fakîr de koynundan berâtını çıkararak; "İşte! Rabbimizin ihsânı olan berâtım!" diyerek, misk kokulu berâtını zengine sunuverdi. Herkes yerinde donakalmıştı. Berâtı alan zengin, nûrdan yazılarla fakîrin Cehennem'den âzâd olduğunu okuyunca, aklı başından gidip, atından düştü. Bir süre yerde baygın yatan zengini zor ayılttılar. Kendine gelen zengin, kâğıdı öpmeye, misk kokusunu koklamağa başladı. Kendi kendine de; "Vâh, vâh benim boşa geçen ömrüme! Keşke ben de bu fakîr gibi sâdık bir fakîr olsa idim. Onun kavuştuğu bu saâdete ben de kavuşsaydım. Bu fakîr, sadâkati sebebiyle bu mertebelere ulaştı. Ben ise zenginliğim sebebiyle gurûra kapıldım ve bundan mahrûm oldum. Bütün malımı versem, bu kâğıttakilerin bir noktasını alamam" diyerek âh eyledi. Gözlerinden kanlı yaşlar döktü. Fakîr; "Hacı efendi! Berâtım sende kalsın. Sakla. Ben öldüğüm zaman kefenimin arasına koyun da kabrimde suâl meleklerine onu göstereyim." dedi. Hacı efendi berâtı büyük bir îtinâ ile koynuna koydu. Uzun yolculuktan sonra evlerine ulaştılar. Zengin olan hacı, berâtı sandığına koydu. Aradan günler geçti. Zengin, ticâret için başka memlekete gittiğinde, fakir vefât etti. Yıkayıp kefenlediler, fakat berâtını bulup kefenin içine koyamadılar. Fakîrin cenâzesini kabre defnettiler. Ancak birkaç ay geçtikten sonra, zengin ticâretinden döndü. Fakîri sorduğunda; "Sizlere ömür! Sen gittikten sonra vefât etti." dediler.

Zenginin sanki dünyâsı başına yıkıldı. Çok ağladı ve; "O zavallının bende pek kıymetli bir emâneti vardı. Onu yerine getiremedim. Böylece vasiyetini yapamamış oldum. O âhirete göçtü, berâtı ise bende kaldı. Berâtını yanına koyamadım." dedi. Hemen sandığın yanına varıp ağzını açtı. Fakat berâtı koyduğu yerde bulamadı. Tekrar tekrar aramasına rağmen yine bulamadı. "Kabrine gidip bakayım. Belki, birisi beratı alıp ona vermiştir." dedi.

Kazma kürek alarak kabre gitti. Mezarını açmak istedi. O anda; "Kabri açma! Biz ona o berâtı verdik, dışarıda bırakmadık!" diyen bir ses işitti. Nereden geldiği belli olmayan bu ses karşısında zengin, düşüp bayıldı. Mânâ âleminde fakîri gördü. Fakîr; "Ey hacı efendi! Allahü teâlâ sana selâmet versin. O berât bana verildi. Hamdolsun. Münker ve Nekîr meleklerine gösterdim. Onu görünce sorgu suâl bile etmediler. Bu berâtı almama hacdan dönerken sen sebeb olmuştun. Cenâb-ı Hak senden râzı olsun." deyip kayboldu. Zengin ayıldığında, doğru evine gidip, fakir için hatimler okuttu. Yemekler pişirtip, yetimleri, fakirleri doyurdu."

TESBİH EDEN MENEKŞELER



Vakit ilk bahar olduğu için çiçekler yeni açmıştı. Abdest alıp namaz kıldıktan bir süre sonra Hüseyin Hamevî talebelerine; "Biraz menekşe toplayıp, getirin." buyurdu. Talebelerin herbiri bir tarafa dağıldı. Demet demet menekşe toplayıp, hocalarına getirdiler, Eşrefoğlu ise hocasının huzûruna elindeki bir menekşe ile vardı. Hüseyin Hamevî; "Rûmî, misâfir olduğun için menekşenin yerini bulamadın herhalde." deyince, o; "Sultanım hangi menekşeyi koparmak istedimse; "Allah rızâsı için beni koparma, zikir ve ibâdetimden ayırma." diye söyledi. Ben de dolaştım. Bir yerde ibâdeti bitmiş bir menekşe gördüm. Onu koparıp getirdim." dedi. Bu sözleri işiten diğer talebeler onun üstünlüğünü bir kere daha anlamış oldular ve düşüncelerinden tövbe ettiler.

DÜNYÂ DEDİKLERİ

Eşrefzâde Rûmî bir vâzında şöyle buyurdu: Ey müslümanlar! Dünyâ dedikleri bir hiçten ibârettir. Hiç olduğu şuradan anlaşılıyor ki, sonucu hiçtir. Hiç olan dünyâya gönül veren, yolunda ömrünü çürüten ve hiç olan şeyi isteyenler de bir hiçten ibâret kalacaklardır. Amma hiçi hiç sayan âriftir.

Azîzim! Sen o sultanları gözünün önüne getir ki, onlar dünyâya geldiler. Lâkin dünyâya îtibâr etmediler. Dünyânın arkasına düşüp hırsla dünyâlık toplamaya çalışmadılar. Âhiret amelleriyle meşgûl oldular. Onlar, bu dünyânın âhiret yolunun üzerinde bir yol uğrağı olduğunu anladılar. Buna aldanmak olur mu? Yol tedârikinde bulunup kâfileden ayrılmadılar. Bu dünyâya gönül verip aldanmadılar.

Azîz kardeşim! Temiz ve pak erler ile aziz canları gör. Onlar bu dünyâya aldanmadılar. Allahü teâlâ kendilerine ne verdi ise nefislerinden kestiler. Kendi nefislerine vermeyip fakirlere dağıttılar. Açları doyurup, çıplakları giydirdiler. Muhtaçları arayıp buldular. Kapılarına gelenleri mahrum etmediler. Darda kalanların gönüllerini ferahlattılar, işlerini gördüler. Şu hadîs-i şerîfi kendilerine düstûr edindiler: "Bir kimse, din kardeşinin bir işine yardım etse, Allahü teâlâ da onun işini kolaylaştırır. Bir kimse, bir müslümanın sıkıntısını giderir, onu sevindirirse, kıyâmet gününün en sıkıntılı zamanlarında Allahü teâlâ onu sıkıntıdan kurtarır."

Akıllılar bu dünyâda şu üç şey ile meşgul olurlar. Böylece onlar herkesin üzüldüğü gün, bayram ederler: 1) Dünyâ seni terk etmeden sen dünyâyı terk edesin. 2) Her şeyden kurtulasın. 3) Rabbinle buluşmadan, Rabbin senden râzı olsun. Bunlara riâyet eden kimse, Allahü teâlâ ile görüşüp kabrine öyle gider.
***


“Eşrefoğlu Abdullah’ı Rûmî’nin doğum tarihi ile ilgili olarak, kaynaklarda verilen değişik tarihlerden en doğrusunun 754/1353 olduğunu söyler.”

“Hacı Bayram-ı Velî’nin damadı olarak da ün kazanan Eşrefoğlu Abdullah Rûmî, XV. Yüzyılın tanınmış mutasavvıf şâirlerindendir . Babasının adı Eşref, onun da babası Mehmed Mısrî’dir. İznik’te doğmuştur.” (S.17)



“Eşrefoğlu, Afyonkarahisarlı Alaaddin Ali Tûsî’ye muîdlik yaparken ilim yolunu tamamen terk ederek, Abdal Mehmed Sultan namındaki bir meczûbun işareti ile Emir Sultan’dan inâbe almıştır.” (S.19)



“Eşrefzâde, Abdal Mehmed’le aralarında geçen hadise ile, tasavvufun ilahî bir mevhibe, sırası gelmeyince va kısmet olmayınca hiç kimse için keşfi mümkün olmayan, ezelden takdir olunmuş bir nasib olduğuna inanmıştır.”

“Bursa’da Yıldırım Bayezid’e “Sultân-ı iklîm-i Rûm” ünvanını almasından sonra, ona resmen kılıç kuşatmış, ayrıca Sultan’ın kızı ile de evlenmiş olan büyük veli Emir Sultan hazretlerinin huzuruna koşar” (S.21)

“Emir Sultan, ihtiyarlığından bahsederek simâsında ve tavrında büyük bir istitad keşfettiği bu zâtı, kendisiyle daha çok alakadar olabilecek Ankara’da bulunan Hacı Bayram-ı Velî’ye gönderir.”



“Ol zamanda şehr-i Bursa’da irşad-ı nas olan gülşen-i hakikatın gül-i bî-hârı Hazret-i es-Seyyid Muhammadü’l Buharî eş-şehir be-Emir Sultan Kuddise sırrehu’l-müste’ân Hazretlerine varup:

Bizi bendeliğe kabul idüp, seyrullah etmeğe bizi irşad idün! Diye niyâz itdükde, Emir Sultan (K.S) hazretleri buyururlarki:

-Kuzu, biz pîr ve intikalimiz dahi karîbdür; varun şehr-i Ankara’ya azimet idüp Hacı Bayram-ı Velî biraderimüze” (S.22)

“Çün Eşrefzâde Hazretleri nutk haklayup, kalkup Ankara şehrine azimet idüp Hacı Bayram-ı Velî Hazretleri nutk haklayup, kalkup Ankara şehrine azimet idüp Hacı Bayram-ı Velî Hazretlerinden tövbe ve inabe ve riyazet iderler.”

“Çün Hacı Bayram-ı Velî’nin âsitâne-i saadetlerine vardukda, tathîr-i beytü’l-helâ ile emir buyururlar” (S.23)

“Eşrefoğlu Abdullah-ı Rûmî’nin, Emir Buharî’nin tavsiyesi ile mürid olmak üzere Ankara’ya gelip Hacı Bayram-ı Velî’ye damad olmasının da bu tarihler arasında cereyan ettiğini varsaymak yanlış olmaz.”

“Hacı Bayram-ı Velî Hazretlerinin zaviyesinde on bir yıl süre imamlık yaptığını bizzat kendisi ifade etmektedir .”

“Eşrefoğlu’nun Havı Bayram-ı Velî’ye intisab tarihi en geç 1421 olup bu zaviyede on bir yıl imamlık yaptığını bizzat kendisinin ifade etmesi, ayrıca caminin altındaki ona ait olan üç çile hücresinin hala varlığını devam ettirmesi, bize zaviyenin yapılış tarihi hakkında ortalama bir bilgi veriyor. Buna göre zaviyenin yapılış tarihi, 1426-1428 tarihleri yerine 1412 ile 1420 tarihleri arası göstermek daha doğru olur kanaatindeyiz.” (S.24)



“Bu caminin kuzeyden aşağıya olan giriş yerinde, zemin altında kalan bölümde, üç küçük çile odası bulunmaktadır. Bu çile odaları Hacı Bayram-ı Velî, Eşrefoğlu Rûmî ve Akşemseddin’e aittir.”



“Dehasına inandığı için, kendisine daha da yakınlaştırmak gayesiyle çok beğendiği bu müridini kızı Hayrü’n-nisa Hatun’la evlendirdi. Hayrü’n-nisa Hatun’la olan evliliklerinden itibaren, Eşrefoğlu Rûmî’nin şeceresi tesbit edilmiştir”

“Hacı Bayram’ın yanında tasavvufî eğitimini tamamlayan Eşrefoğlu, şeyhi Hacı Bayram tarafından Bayramîliği yaymak üzere, doğum yeri olan İznik’e halife olarak gönderilir. Bayramîliğin sembolü olan alem (sancak) ile seccade de kendisine verilir.” (S.25)



“Hacı Bayram-ı Velî’den el alanlar arasında, Akşemseddin ve Eşrefoğlu Rûmî’nin yanısıra Germiyanoğlu Şeyhî, Yazıcı Selahaddin, Yazıcıoğlu Muhammed, Yazıcıoğlu Ahmed-i Bîcân, Molla Zeyrek, Elvan Şirâzî, İnce Bedrettin gibi medrese menşe’l, kültürlü kimselerin bulunması ilginçtir. Tasavvufun ilimle beraber olduğu takdirde müsbet netice verebileceği konusu, tasavvuf tarihinin ilk asırlarından itibaren üzerinde durulan önemli bir meselesidir.”(S.26)

“İznik’te kaldığı bir yıllık süre içerisinde Bayramiyye tarikatının melamî-meşrep havası ve onun içinde bizzat yaşadığı sıkı tarikat disiplini ve riyazet alışkanlığı ile halkı irşad etmek bir yana, henüz kendisinin istenilen mertebeye ulaşmadığını düşünüyor.”

“Hacı Bayram’a anlatarak ona şöyle bir soru sorar:

“Seyr ü sülûkun tamamı şimdiki makamımız mıdır, yoksa daha var mıdır?”

Hacı Bayram Hazretleri, müridinin bu sorusuna şöyle cevap verir:

“Seyrullah’da nihayet vardur; fakat seyfullah (Hakkın varlığında eriyip, O’nun iradesiyle yaşama) da, insan bin yıl yaşasa çeşitli ta’atler ve mücahedelerde bulunsa, velînin başı nebîlerden birisinin ayağının irişdiği yere irişemez.”

“Eşrefoğlu, “Sultanım, bu bendenize kanaat gelmedi” diyerek seyrullahta yükselmek arzusunda olduğunu ifade eder. Eşrefoğlu’nun bu şevkini memnuniyetle karşılayan Hacı Bayram Hazretleri, kendisini Suriye’nin Hama kasabasında oturan Kadirî tarikatının pîri, Gavs-ı Âzam Abdülkadir Geylanî Hazretlerinin beşinci göbekten torunu Şeyh Hüseyin Hamavî’ye göndereceğini, bu makama onun irşad ve ihtimamı ile yükselebileceğini ifade eder. Yalnız Hama’ya yolculuğundan önce, İznik’e giderek kırk gün halvette kalmasını ve bu süre içinde başından geçenleri yazmasını da tavsiye buyurur. Eşrefoğlu bunun üzerine İznik’e döner ve şeyhinin tavsiyelerini yerine getirir.” (S.27)



“Şeyhin manen ilerlemeye müsait müridini, bir başka şeyhe göndermesi âdabdandır. Bu şekilde şeyhi tarafından, Hama’ya gönderilip Şeyh Hüseyin Hamavî’ye intisâb eder. Eşrefoğlu Rûmî, bu ikinci şeyhin yanında kısa zamanda, manevî terakkilere mazhar olarak icâzet almıştır.” (S.28)

“Şeyh, Eşrefzâde’den İznik’te iken kırk gün içinde gördüğü ve yazdığı hadiselerin kağıdını isteyerek, aradan vakit geçmeden, kırk gün daha çile ve riyazetle i’tikafa çekilmeye davet eder. Bunun için, hemen bu yeni müridi bir hücreye kapatır. Şeyh Hüseyin Hamvî, Eşrefoğlu’yla ilk karşılaştığında ona Rûmî diye hitap etmiş ve bu hitap tarzı Eşrefoğlu’nun çok hoşuna gitmiştir. H.Hamavî, bundan sonra ona hep Rûmî diye hitap etmiştir.” (S.29)



“Eşrefoğlu’nu duvara dayanmış, gözleri kapalı hareketsiz bir vaziyette görünce, ölmüş zannederek, telaşlı ve heyecanlı bir şekilde koşarak şeyhine gelir ve durumu anlatır.”

“Müridler, “Şeyh Efendi ölüyü hapsedip defnettirmiyor” şeklinde kendi aralarında durumun kritiğini yaparlar. Şeyh Efendi bütün bu dedikoduları duymamazlıktan gelir. Nihayet kırk gün (erbaîn) tamamlanır.

Bunun üzerine Şeyh Efendi şöyle buyurur:

-Gelin imdi ey dervişân, vâdemiz encâm buldu: Rûmî’yi erbaîînden ihrac idelüm.

Dervişler halvethanenin kapısına gelirler. Şeyh Efendi dervişlere Allah’ı zikretmelerini emir buyrurur. Onlar da bir miktar zikrettikten sonra Şeyh hazretleri dua ederek kapıyı açarlar. Eşrefoğlu, aynı vaziyette; duvara yaslanmış, istiğrak ve vecd içinde sapsarı, gözleri kapalı ve solukları kesilmiş bir görünüşte bulunmaktadır. Şeyh kendisine yaklaşıp kulağına şöyle seslenir:

-Ya Rûmî Hû, veya Rûmî kalk. Birinci ve ikinci çağrışta cevap gelmez. Üçüncü çağırışta ise Eşrefoğlu:

-Lebbeyk (buyrun) sultanım, bize kıydınız! Diyerek kalkar.” (S.30-31)



“Şeyh Hüseyin ona Kadirî tarikatının temsilciliğini verir. Gideceği yerde, kendi tarikatı adına irşada memur edilir. Buna alamet olarak ellerine tarikatın sembolleri olan, Alem (Bayrak), Çırağ (Meşale), Seccade, Asa, Tac verilmiştir. Hamavî, ona bu emanetleri verdikten sonra:

-Rûmî! Bir memlekette iki padişah olmaz. Git seni vatanına istihlaf (vekil tayin) ettim! Diyerek İznik’e gönderir.” (S.31)



“İkinci defa veda edip yola çıkarken Eşrefoğlu’na Şeyh Hüseyin şunları söyler:

-Rûmî, cümle Rûm erenlerinin nihayetine yetişip bize geldin; eğer seyr ü sulûkta bizim nihayetimize yetişmek istersen, var mücahede ve riyazet eyle!

Şeyh Hüseyin, Erefoğlu ayrılırken arkasından hayran hayran bakar. Dervişleri neden bu şekilde nazar ettiklerini sorarlar.

Şeyh Efendi onlara şu cevabı verir:

-Bir bahr-ı mühitmiş; neyim varsa çekip kendine aldı.” (S.32)



“Eşerfoğlu kendisine gösterilen bu teveccühten rahatsız olsa gerektir ki halka izini kaybettirerek, şehirden uzaklaşıp Tirse dağlarına kaçar ve dağlarda yalnız başına dolaşmaya başlar.” (S.34)

“İlk müridi olan bu köylü, şeyhi Eşrefoğlu’na, Pınarbaşı Deresi civarında bir tekke inşa eder.” (S.34-35)

“Eşrefoğlu, tekkesini kurarak halkı irşada başladıktan sonra, önceki halinden çok daha değişik görünür. İlâhîleriyle coşarak, halkı irşada davet eder. Dîvân’ındaki şiirlerinin çoğunu halkı irşat makamında söylemiştir.”

“Müridlerinden Sadrazam Mahmut Paşa hayatının sonuna kadar Pınarbaşı’ndaki tekkesinde yanından ayrılmadı.”

“Eşrefiyye tarikatı, Emir Sultan’ın tarikatı ile Bayramiye ve Kadirî tarikatlarının meczedilmesinden meydana gelmiştir. Bu tarikatların adabına ilave olarak, teberrüken altı sene Davudî Savm’a devam ederek, mümkün mertebe halk ile görüşmemek, evrâda ve sünnete ittiba etmek şart koşulur.”

“Sâlik devamlı oruç tutmayabilir ise de, muhakkak erba’in çıkarmalıdır.” (S.35)



“H.Hamavî, onun bu tacı muhafaza etmesini, yalnız bir gül yerine bir terk (dilim) daha ilave etmesini isteyerek kendisinin de sahib-i sikke olan bir pîr olduğunu müjdelemişti.”

“Böylece tacdaki dilim adedi yedi olmuştu.”

“Kendisinden sonra yerine geçecek olan Abdürrahim Tırsî’yi iyi bir şekilde yetiştirmiştir. Bu zât İznik civarında Tırse Köyü’ne imamlık yaparken Eşrefoğlu’nu tanımıştır. Fıkıh ilmine iyice vakıf olan A.Tırsî, Eşrefoğlu’nun kızı Zeliha ile evlenir. Bundan (Zeliha hatun) tarikatın üçüncü postnişini Pîr Hamdullah doğar.” (S.36)

“Eşrefoğlu’na haber ulaştırılır, o ise, “İzn-i İlâhi yoktur,gidemem!” diye karşılık verir. Padişah’ın ısrarıyla bir kez daha haber gönderilince, yine aynı karşılığı verir. Bu defa Padişah iyice kızar ve “Gidin katl edin!” diye emreder.”

“Padişah tarafından Karamürsel’e bir kadırga gönderilerek büyük velî İstanbul’a getirilir. Saray erkanının ikazlarına rağmen Fatih, tâ Demirkapı’ya Eşrefoğlu’nu karşılamaya çıkar. Buluştuklarında, daha önce yapmış olduğu edepsizliğin bağışlanmasını rica eder, dualar talep eder. Büyük velî, Padişah’ın validesini iyileştirdikten sonra kalkıp tekrar geri, İznik’e gelir.”

“Menâkıb’da, onun İznik’e, yâranlarının yanına dönünce ellerini kaldırıp: “Sultanları bizim kalbimizden, bizi Sultanların kalbinden çıkar!” diye dua ettiği kaydedilir.” (S.37)



“Mervîdir ki şol gazeldeki

Çürümüş tenlere eğer bir kez dirsem bi-iznî kum

Yalın ayak başı açuk kamusı turalar üryan (85/8)

beytini muhâlifler devrin sultanına söylerler. Sultan dahi şeyhi getirdüp beyti göstermiş ve “Bunu seb mi dedin”demiş. Şeyh buyurmuş ki “Belî, ben dedim”. Sultan demiş ki, “Sen bunu dediğin gibi etmeğe kadir misin?” Şeyh demiş ki, “Hâcet düşerse Hak taâlâ kadîrdür ki tasdik eyleye. Emîr demiş ki “Elbetde şimdi seninle kabristâna varup sen bu da’vânı icrâ idersin veyahud ben bu da’vânın ahkâmını sende icrâ iderüm” deyüp mezâristâna cem’-i kesîr ve cemm-i gafir gidüp şeyh bir kere “Eyyühelmevtâ Kum bi izn-i Mevlâ” deyince bunca mevtâ kubûrlarından üryan ve ser-gerdan ol mezâristan ak baş kara baş bostana dönünce pâdişâhın aklı başından gidüp cümle halâık yüzleri üzerine yıkılup kalırlar.” (S. 38-39)

“İznik’te medfun olan Eşrefoğlu türbesinin kapısında “Eşrefzâde ‘azm-i cinân eyledi” mısra’ının ebced hesabıyla açık olarak gösterdiği gibi Eşrefoğlu Rûmî h. 874/m. 1469 tarihinde, yüz yaşının üzerindeyken, İznik’te vefat eder.” (S.39)



“İznik’te Eşrefoğlu câmii, türbe ve tekkesi, Sultan IV. Murad tarafından Irak seferi dönüşünde yeniden bina ettirilmiştir. Bu türbe ve câmi Yunan istilasında harap oldu. İznik’e takriben on beş kilometre uzaklıkta olan dağdaki çilehanesi de yine bu istilada tahrip edilmiştir.”

“Evliyâ Çelebi Seyahatnamsi’nde, Eşrefoğlu Rûmî Cami’i ve tekkesi ile ilgili olarak şu bilgiler vardır: “E’ş-Şeyh Eşrefzâde câmi’î la’l-gûn kiremit ile mestûr, Kâşî-i çîni ile ma’mur bir câmi-i pür-nûrdur ki bizzat Eşrefoğlu derûnunda medfûndur.” (S.41)



“Seyyah Evliya Çelebi daha sonra, şeyhin dergâhı ile ilgili olarak şu bilgileri ifade eder: “Bu âsitânenin cevânib-i erbaasında Kâşî-i çînî üzre celî hat ile Esmâ-ı hüsnâ ve şâir nûkuş âraste Âsitâne-i Şeyh Rûmî, (Şeyh Rûmî’nin dergâhı) diye tarif olunmuştur ve şu beyit dahi orada yazılıdır:

Ey mürîd-i sırrı-i rûhânî olan ehl-i yakîn

Âsitân-ı şeyh-i Rûma gel ki Eşrefzâde dir.

Evliya Çelebinin Seyahatnâme’sinde tasvir ettiği câmî ve tekke bugün mevcut değildir. Bu caminin yerine, 1950 yılından sonra yeni bir câmi yapılmıştır. Eşrefzâde’nin kabri de bu caminin avlusunda bulunmaktadır. Kabrin baş tarafında bulunan kırmızı ve siyah kavuk motifinin üzerinde eski harflerle, “Kutbu’l-ârifin e’ş-şeyh Eşrefzâde Abdullah Rûmî (K.S) yazısı vardır. Eşrefoğlu Rûmî Câmi’înin İznik çinileriyle süslü minaresi hâlâ varlığını sürdürmektedir.”(S. 41-42)



“Eşrefzâde Rûmî hazretlerinin damadı ve talebesi olan Abdürrahim Tırsî, henüz dört yaşında bir çocukken de hocasının yanından ayrılmaz, babası alıp eve götürse, dönüp yine onun evine giderdi. Sonunda Eşrefzâde Rûmî, Abdürrahim’in babası Bâyezid-i Fakîh’e “Bu masumu bize verin, talim-i ilm ü edeb edelim”der. Böylece hocasına öz babası gibi sevgive yakınlık duyan Abdürrahim Tırsî onun tedrisine girer, her yerde yanında olur.” (S.43)

***
“Henüz talebelik yıllarında iken tasavvuf mesleğine karşı bir temayül duyan ve evliya menkıbelerini okumaktan zevk alan Eşrefoğlu Rûmî, tarikata girerek bu yolda önemli bir çığır açmıştır.”



“Halvetî ve Kadirîlerin zikir tarzlarını meczederek yeni bir âyin şekli vücuda getirmesi, bu müessislik ünvanının kendisine izafe edilmesine sebep olmuştur.”

“Kendilerini Abdülkadir Geylânî’nin bir bendesi olarak telâkki etmişler ve bu meşhur mutasavvıfa karşı daima bağlı kalmışlardır.” (S.156)



“Şâir, ilim ile tasavvufu birleştirerek, İslâmiyeti ilmî olarak anlayarak tasavvuf yolunda ilerlemiştir.”

“Eşrefoğlu, Emir Sultan, Hacı Bayram-ı Velî ve Hüseyin Hamevî gibi meşhur mutasavvufların gözetiminde tasavvufî eğitimini tamamlamıştır.”

“Eşrefoğlu Rûmî, manzum ve mensur eserlerinde sâde, samimi, süssüz, özentisiz ve günlük konuşma diline uygun bir üslûb kullanmıştır.”

“Cennet cehennem gibi Arapça kaynaklı kelimeler yerine ısrarla Türkçe uçmak ve tamu kelimelerini kullanır. Devrinde Arapça ve Farsça eser vermek revaçta iken, Yesevî geleneğine uygun olarak halkın anlayabileceği bir Türkçe’yi tercih etmesi, onun sade Türkçecilik akımına verdiği önemi ifade eder.”

“Eşrefoğlu, Mevlâna, Yunus Emre, Hacı Bayram-ı Velî, Süleyman Çelebi, Niyazî-i Mısrî ve Erzurumlu İbrahim Hakkı gibi insan ruhunu yükseltmek, insanlara benliklerindeki manevî kuvvet kaynaklarını açıklamak, hayatın ve kâinatın sırlarını anlatmak gayesiyle eserler yazmıştır.” (S.157)

“Eşrefoğlu Divânı’nda, şeriat ahkamına zıt olan şiirler yoktur. Zahiren şeriata uygun olmayan beyitler cem’makamında söylenilmiş sözler olarak telâkki edilmektedir. Bu telâkkiye göre, herhangi bir mutasavvıfın lisanından o manzumeyi söyleyen Hakk’ın kendisidir. Bu şiirler hiçbir iddia mahsulü değildir. Bu hali iktisab eden zat, tasavvufî tâbirle “Hakk ile hâk” olmuştur. Ve bu nevi şathîyyatı yalnız Eşrefoğlu değil birçok mutasavvıf vücuda getirmişlerdir.” (S.159)

1) Osmanlı Müellifleri; c.1, s.17

2) Müzekkin Nüfûs

3) Menâkıb-il-Eşrefiye

4) Sefînet-ül-Evliyâ; c.1, s.98

5) Tâc-üt-Tevârih; c.5, s.179

6) Güldeste-i Riyâz-i İrfan; s.180, 182, 317


http://anonymouse.ws/cgi-bin/anon-www.c ... efoglu.htm

_________________
" Hayrlar feth olsun ; şerler def olsun !..."


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 1 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 1 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye