Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 14 mesaj ]  Sayfaya git Önceki  1, 2
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: Re: Hz. Pir HÂCE YA’KÛB ÇERHÎ - Quddise Sırruhul-azîz -
MesajGönderilme zamanı: 29.04.10, 12:23 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 05.01.10, 21:01
Mesajlar: 488
C. SÂLİKİ KEMÂLE ERDİRİCİ YOLLAR

Bir önceki başlık altında Çerhî’nin tasavvufu kişinin kemâle ermesinde bir vesîle olarak gördüğünü belirtmiştik. Buna göre seyr ü sülûk, sûfinin kendini gerçekleştirmesinde uygulanan sistemin genel adı olup sülûkun bireyi olgunlaştırmada uyguladığı bir takım yöntemler vardır. Tarikatın, dinin hükümlerine yaptığı vurgu dolayısıyla bu yöntemleri, şeriat ve tarikat başlığı sonrası ele alacağız. Bu meyanda zikir, sohbet, râbıta, murakabe, mücahede ve üveysîlik gibi konulara ve usûllerine Çerhî’nin yaklaşımını ortaya koymaya çalışacağız.

1. Şeriat ve Tarikat
İnsanın hayatı anlamlandırması ve bu husustaki çözüm arayışında din dahil hemen bütün sistemlerin bir hareket noktası vardır. Hıristiyanlık için İncil, Yahudî mistisizmi için daha ziyade Kabbala, Hinduizm için Vedalar, Brahmanlar ve Upanişadlar; Budizm için ise Buddha ve Gautama’nın öğretileri, bireyin içe yönelmek suretiyle kendini keşfetmesine, hayata anlam arayışına yol gösterici olmuşlardır.638 İslamiyet’te bu yönü daha ziyade tasavvuf temsil etmektedir. Dinin bünyesinde yer alan bu sistemler, uzun bir süreç içerisinde teşekkül etmiş olup tasavvufun temeli de Kur’an ve Hz. Peygamber’in yaşantısına dayandırılmaktadır. Marifete giden yolda dinin hükümleri, tarikatın hareket noktasını teşkil etmiştir.639 Şeriat, Arapça yol, su kanalı anlamına gelmekte olup640 Hz. Peygamber vasıtasıyla tebliğ olunan dinin zâhirî yönüne ait kaidelerdir.641
Tarikat ise, Arapça yol, sîret, bir şeyin sınırı gibi anlamlara gelir.642 Tasavvuf ıstılahında kâmil bir mürşidin gözetiminde, kişiye her an Allah tefekkür ve bilincini kazandırma konusunda takip edilen usûldür.643

Nakşbendîliğin, ilk dönemlerden itibaren önem verdiği hususlardan birisi, şeriata ve sünnete sıkı bağlılık olup644 tarikattaki bu hassasiyet sonraki devirlere de intikal etmiştir.645 Alâeddin Attâr’ın; “Tâlibin, cismi ile şeriatta, aklı ve ruhu ile tarikat ve hakikatte, sırrı ile de keyfiyetsiz bir şekilde vuslat halinde olması gerek” ifadesi646 tarikattaki temel eğilimi göstermektedir. Nakşbendîliğin şeriata yaptığı vurgu Buhara alimleri nezdinde tarikatın itibarını artırmıştır.647 Çerhî’nin bu konudaki hassasiyetini göstermesi açısından naklettiği şu hadise önemlidir:
“Ruhani âlemde Bahâeddin Nakşbend’i gördüm. Hangi ameli yapayım ki ahirette sizinle olabileyim diye sordum. ‘Şeriat-ı Muhammediyye’ye tâbî olmakla!’ dediler. Hayatımda her ne ile karşılaştımsa, Kuran ayetlerine ve hadislere göre hareket etmek suretiyle felah bulduk.”648
Buna göre tarikatın, şer’î hükümlerin hayata tatbiki ve bid’atlardan sakınılması hususunda kişiyi yönlendirip motive edici bir unsur olması yanında649 duygu, düşünce ve amaç birliği sağladığı ve müridler için bir kontrol mekanizması olduğu görülmektedir.650 Nitekim Bahâeddin Nakşbend, Çerhî’ye icazet verirken bu hususa vurgu yapmıştır.651 Bu kontrol mekanizması, bireyi dînî hükümleri uygulamaya teşvik ederken sosyal açıdan da dışarıdan gelen müdahalelere karşı durma imkanı sağlamaktadır.652

Çerhî, şeriata uymayı Allah’ın sıfatlarının kişideki tezahürü noktasında da değerlendirir. Kişi kalbini beşerî bağlardan temizlemeli, nefsin heva ve hevesinden, şeytanın vesvesesinden uzak durmalıdır. Bunun temel şartı ise, her hâl ü kârda dinin emirlerine uymaktır. Böylece kul, Allah’ın Kuddûs sıfatını kendinde gerçekleştirecektir.653
Çerhî’nin düşünce yapısında, şeriat ve tarikatın iç içe olduğu görülmektedir. Şeriat, dinin uygulamaya dönük prensiplerini ihtiva ederken, tarikat da bu hükümlerin uygulanması noktasında müridi motive eden önemli bir unsurdur.

Sâliki motive edici bir diğer önemli uygulama ise sohbettir.

2. Sohbet
Sohbet, ülfet edip dost olmak anlamında Arapça bir kelimedir.654 Tasavvuf ıstılahında müridin, mürşidi ile görüşmesi, mürşid-i kâmilin ruhundaki kabiliyetlerin müride yansımasıdır.655

Sohbetin Nakşbendîlik’teki konumuyla ilgili olarak Bahâeddin Nakşbend’in “Tarîkımız sohbetledir”656 ifadesi, Çerhî’nin, Hakk dostlarının sohbetine devam etmenin zorunluluğuna yaptığı vurgu,657 tarikatta ve Yakub-ı Çerhî’de bu konuya verilen önemin bir göstergesidir.

Sohbetlerin gayesi, katılanları ilmî donanıma sahip kılmaktan ziyade maneviyatı kuvvetlendirmektir. Bu sebeple Çerhî, âlimlerin de evliyanın sohbetlerine devam etmesi gerektiğini belirtir. Birçok âlim, evliyanın sohbetinden uzak kalmakta, bu sebeple ibadetleri kusurlu olmaktadır. 658

Tekke v.b. yerlerde bir araya gelinerek yapılan sohbetlerin, kişiler arası etkileşimi ve toplumu kaynaştırma özelliği konusundaki önemi de göz ardı edilmemelidir.659 Zira sohbette yaşanan hal, bir başka şahsın duygu, düşünce ve davranışlarının örnek alınması olarak bilinen özdeşleşmenin bir tezahürüdür. Kişi kendisini şeyhi, sohbet arkadaşları ve içinde bulunduğu grupla özdeşleştirmek sûretiyle, aynı zamanda sosyalleşme sürecinin bir unsuruyla karşı karşıyadır.660

Bu noktada Çerhî, tâlibin her zaman için sohbet talebinde bulunması gerektiğini belirtir. Sohbet, ilk planda anne babasıyla sonra şeyhiyle sonra da ilhâmât-ı ulûhiyye ile olmalıdır.661 Çerhî’nin sohbet edilecek kişilerdeki bu seçiciliği, insanın karakter ve fizyolojik gelişimi boyunca etkilendiği kişilere işaret etmesi açısından da önem arz eder. Zira bir kimse hangi topluluğun arasına girerse, onların fiillerini
kendine örnek alır ve ister hak ister bâtıl olsun bütün irade, arzu ve tavır insanda mevcuttur. Gördüğü bütün uygulama, arzu ve meyiller tercihini yaptığı topluluk bağlamında iyi veya kötü yönde değişecektir.662

Çerhî, bu düşüncesini açıklayıcı mahiyette Yusuf-ı Hemedânî’nin “Allah’la sohbet edin. Buna güç yetiremiyorsanız Allah’la sohbet edenlerle sohbet edin” ifadesine yer verir. Allah’la sohbet, Hakk’ta fânî olduktan sonra gerçekleşmektedir.663 Fenâ mertebesine eren kişide “… bir zaman gelir ki Ben kulumun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli olurum”664 hadisi tahakkuk eder ve Hakk’dan konuşur. Bu sebeple Allah’la sohbet edenlerle sohbet, Hakk’la sohbet gibidir.

Çerhî, Allah’la sohbet noktasında Hz. Peygamber’in; “İşlerinizin hayırlı olup olmadığı hususunda şüpheye düşerseniz kabir ehlinden yardım isteyiniz”665 rivayetine yer verir. Burada kabir ehlinden maksat, fenâya erenlerdir.666 Hz. Peygamber’in “kabir ehli” diye nitelediği insanlar, dünya ile ilgili bağlantılardan sıyrılmış, kalplerini tasfiye etmiş kimselerdir. Bu gibi insanların rehberlikleri de Hakk’a yönelik olacaktır.
Sohbetten azamî fayda sağlamak için dikkat edilmesi gereken bir takım hususlar vardır. Bunların başında kişinin uyanık olması gelir. Uyanıklıktan kasıt, bedenle birlikte kalbe de hakimiyettir. Zira kâmil ve mükemmil şeyhin tek bir bâtinî iltifatı, kalbin tasfiyesi hususunda birçok riyazetten daha fazla etkilidir. “Sadıklarla beraber iken, sıdk içinde bulununuz. Zira onlar kalp câsusudurlar ve kalbinize girip himmetinize ve niyetlerinize bakarlar” prensibi bu durumu açıklar mahiyettedir.667 Şayet mürid, sohbet esnasında kalben uyanık, yani manevî iltifata hazırsa, mürşid ona teveccühte bulunacaktır.
Sohbetlere iştirakin alâmetlerine gelince… Bu tür toplantılardan fayda sağlamanın alameti, kulun gönlünde “feyz-i hakkânî”nin oluşması, kalbi mâsivâdan kurtulmasıdır. Zira insan kiminle oturursa kalbin onunladır. Sohbetlerden uzak kalmak ise mürid açısından bir kayıptır.668

Gülecin ateşi (gönül) bahçesini de güleç yapar
İnsanlarla sohbetin seni insan yapar

beyti bu gerçeğe işaret etmektedir. Sahabenin birbirine “Gelin oturalım, bir saat iman edelim” demesi, sohbetin asr-ı saadette nasıl anlaşıldığını da göstermektedir.669
Beyitte geçen insandan kasıt, nefsindeki hayvânî unsurları terbiye ederek insan-ı kâmil haline gelmiş kişidir. Böyle birisiyle yapılacak sohbet ise etki-tepki prensibinden hareketle sohbete katılanları da gerçek manada birer insan haline getirme yanında kolektif şuur sağlayacaktır.670

Mürit, sohbetin muhtevası açısından da seçici olmalıdır. Birkaç kişinin bir araya gelip konuşması da bir nevî sohbettir. Bu sebeple kınama, hamâset, dünya malı gibi konular ele alınıyor ve ehl-i dünyaya meylediliyorsa bu tür sohbetlerden kaçınılmalıdır. Hattâ tasavvufî sohbetlere devam eden insanlar, gündelik yaşantılarında da malaya’nîden uzak durmaya özen göstermelidir.671

Netice itibariyle mürid, verilen bütün manevî vazifelerin ötesinde sohbete de devam etmek sûretiyle ruhânî açıdan kemale erecektir. Sohbet ettiği kimseyle manevî bağ tesis olunduğu için, sohbetin ve sohbet edilen kimsenin kalitesine dikkat edilmelidir. Ayrıca insan-ı kâmilin sohbetlerine katılmak, bir anlamda formasyon özelliği de taşımaktadır. Bu yüzden sohbet, manevî terbiye anlamında da kullanılmaktadır. Mürşidin teveccühüne nail olmak, manevî açıdan hazır olmaya, başka bir ifadeyle kalbî uyanıklığa da bağlıdır. Mürid sohbetlere devam ettikçe, hal ve tavırlarında da kemalât gerçekleşecektir.

Seyr ü sülûkta sohbet kadar önemli bir diğer uygulama zikirdir.

3. Zikir, Letâif ve Prensipler
Kur’an-ı Kerim’de altmış üç yerde geçen zikir kelimesi672 dua, niyaz, Kur’an anlamında kullanıldığı gibi673 zihinde saklamak, bir şeyi dille ifade etmek, unutmanın zıddı olarak hatırlamak, Allah’ı anmak manasına da gelir.674
Çerhî, kalbin parlatıcısı olarak değerlendirdiği zikri,675 zikr-i lisânî, zikr-i kalbî, zikr-i rûhî, zikr-i sırrî676 şeklinde sıralar. Burada zikr-i lisânîden kasıt cehrî zikir olmayıp letâif zikri öncesi tevbe, tefekkür vb. uygulamalardır. Zikr-i kalbî, rûhî ve sırrîden kastı ise, tasavvufta ruhun yoğunlaştığı677 ve letâif adı verilen kısımlara vurdurularak yapılan hafî zikirdir.678
Zikirdeki kalbî, rûhî, sırrî şeklindeki derecelendirme, zikrin birey tarafından çaba harcanarak yapılan bir uygulama oluşuna işaret etmektedir. Kalp safâya erdikçe zikir, zâkir ve mezkûr bir hale gelmektedir.
Çerhî, Gücduvânî’nin hocasına sorduğu; “Rabbini içinden, yalvararak ve korkarak yüksek olmayan bir sesle sabah akşam an”679 âyetini “zikrini açığa çıkarma ve zikrine karşılık, bir bedel isteme. Zikrin en efdali, kendisinde Hakk’dan başka bir şey bulunmayanıdır” şeklinde tefsir ederek hafî zikre delil sayar. Buradan hareketle
kemâlâtta ileri seviyede olanlar için dilin zikri hezeyan, kalbin zikri ise vesvesedir.680 Zira zikr-i lisânî, insanda her an Allah şuurunun oluşturulmasına yönelik çabanın tezahürü iken, kemâlâta ulaşmış kişi sürekli O’nun huzurunda olduğunun bilincindedir.
Bu meyanda Çerhî;
Kalbe, O’nu yâd et ki şâd olayım, dedim
Kalp, O’nda kaybolduysam kimi yâd edeyim (dedi). 681

Beytini aktarır. Hakk’ta fânî olmuş bir kişiye zikr-i lisânî telkininde bulunmak, suda yaşayan balığa suyu hatırlatmak gibi bir durumdur. Zikretmenin meleke haline geldiği bir kalbin böyle bir hitaba cevabı beyitte geçtiği üzere “kimi zikredeyim?” Şeklindedir.
Çerhî’nin yaklaşımı, halvet der encümen prensibiyle de bağlantılı olup bireyin bâtinî oluşumu yanında sosyal ilişkilere yansıyan yönü de bulunmaktadır. İnsanlar arası ilişkiler boyutunu tespitte, günümüzdeki çalışmalar, konunun daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacak niteliktedir. Örneğin doğu dinlerinde ağırlık verilen meditasyon uygulamalarında önemli hususlardan birisi, kişinin anlık bilinç halini muhafaza etmesidir.682 Böylece birey insanlarla olan ilişkilerinde rahatlık ve kolay iletişim imkanı da bulmaktadır.683
Kelimât-ı Kudsiyye arasında yer alıp, Çerhî’nin üzerinde durduğu bir diğer prensip vukûf-ı adedîdir. Zihne havatırın gelmesini önlemek için zikirde sayıya riayet anlamına gelen vukûf-ı adedî’ye684 dikkat etmek, zikredenin sadrını genişletmektedir.685

Konuyla ilgili Çerhî, Bahâeddin Nakşbend’in:
Kalp balığa, zikir suya benzer
Diri kalpler Vehhâb’ı zikreder686
beytini nakleder.

Bahâeddin Nakşbend’in, Yakub-ı Çerhî’ye zikir telkininde bulunurken vukuf-ı adedî çerçevesinde, zikirde tek sayıya riayeti, ledünnî ilmin ilk basamağı olarak nitelendirmesi dikkat çekicidir.687 Buna göre zikr-i hafîde vukûf-ı adedî ile kalp zâkir hale gelince alâmetleri de zuhur eder. Vukûf-ı adedî’nin en büyük alâmeti ise vukûf-ı kalbîdir.688
Kalpte huzur halini gerçekleştirip her an Allah’ın huzurunda bulunduğu şuuruna sahip olmak anlamındaki689 vukûf-ı kalbî, kalpten gafletin giderilmesidir. Kalbe vukûfiyet sağlandığında kişi sussa bile zâkirdir.690 Kalp bile zikirle meşgul olduğunun farkına varmaz. Kalbin zikrettiğinin farkına varması aslında gafletin işaretidir.691
Her ânını zikir haline getiren kişi, uykudayken de bu durumunu muhafaza eder. Zira zikir bünyeye de sirayet etmiştir.692 Uykudayken zikre devam anlayışı, zikrin ahirette devamı düşüncesini de beraberinde getirir. Konuyla ilgili Çerhî, şu kıssayı anlatır. Büyüklerden birisine; “Cennette zikir istenmekte midir?” Diye sorulmuş, o da şu cevabı vermiştir. “Zikrin hakikati, kendisinde gafletin bulunmamasıdır. Cennette gaflet olmadığından her an zikirdir.”693 Bu düşünceden hareketle dâimî zikir halini dünyada gerçekleştiren kişinin, bedenen ölmese bile cennete imiş gibi olacağı sonucu çıkarılabilir.
Vukûf-ı kalbînin varoluş alanına çıkması, kişide basiret gözünün açılmasını, gönül sarayının, ağyârın dikenlerinden temizlenmesini ve zâkirin fenâ denizinde kaybolmasını beraberinde getirir. Sûfî böylece “…^ Jj'JM ” 694 âyetinin muktezasıyla müşerref olacaktır. Dolayısıyla “Ben yerlere ve göklere sığmadım, mü’min kulumun kalbine sığdım”695 va’diyle Hakk’ın cemalinin tecellî ettiği bir makama ulaşacaktır. Buna ulaşamayıp da kuru kuruya müsemmâ ile meşguliyet ise gaflet işaretidir.696 Daimi zikri kendinde gerçekleştiren bir insanın zikre konsantre olması, insanın dikkatli bir şekilde zikretmesi yerine, her an zikir yapma olgusuna yoğunlaşmasıdır. Dikkati toplayarak zikretmek, mübtedîlerde daimî zikri temin için önemli iken her an zikredene nispetle gaflettir.
Zikir, sadece mürşidin müride verdiği manevî bir ders olarak düşünülmemelidir. Bütün ibadetlerin gayesi zikirdir. O’nun makamından gafil olunursa, bu ibadetten hiçbir fayda hasıl olmayacaktır.697 Bu sebeple esas rüsvâylık, zikirle iştigal etmeyip Hakk’tan tamamen uzak kalmaktır.698

Konuyla ilgili Çerhî, şu beyti nakleder:
Yolunu görene değin ey zinet mumu
Ne hayır yapmış, ne oruç tutmuş, ne de namaz kılmışım
Seninle mecaz makamında tamamen namaz,
Sensiz namaz makamında ise bir mecaz olmuşum.699

Seyr ü sülûku bir gaye değil vasıta olarak kabul eden Çerhî, bu yola yönelişinin öncesi ve sonrasını kıyas etmekte, seyr ü sülûkun kazandırdığı ruhla kıldığı namazın kendisine yaşattığı tecrübeyi dile getirmektedir. Her ne kadar ibadetlerine devam etse de bunları şuurla yerine getirmediğinin farkına varmıştır. Bu farkındalığı sağlayan ise, bağlı bulunduğu yolun kendisine öğütlediği zikir ve usûllerdir. Kıbleye yöneldiğinde namaz, namaz kılan ve namaz kılınan bir hale gelmekte, fenâ halini yaşamaktadır.
Burada bir diğer dikkat çekici yön, kişinin zikre konsantre olmayı bir meleke haline getirerek bunu ibadetlerde de uygulamasıdır. Böylesi bir tutum, ibadette aranan huşû hâlini tabîî olarak beraberinde getirecektir.700

a. Zikr-i Hafî
Zikir, yapılış şekline göre cehrî (açık) ve hafî (gizli) şeklinde ikiye
ayrılabilir.701 Nakşbendîlik’te hafî zikrin tercih edilmesi tarikatın ayırt edici
özelliklerindendir.702
Tarikatın tarihine bakıldığında Yusuf-ı Hemedânî’nin hafî ya da cehrî zikir üzerine yoğunlaşmak sûretiyle standart bir zikir çeşidi uygulamadığı, hafî zikrin yanında703 cehrî zikre ve halvete yer verdiği görülmektedir.704

Cehrî zikir Yusuf-ı Hemedanî’nin halifelerinden, Ahmet Yesevî ile birlikte Türkistan’da yaygınlaşırken705 Abdulhâlık-ı Gücduvânî, hafî zikri uygulamıştır.706

Gücduvânî, Hocası Şeyh Sadreddin’in yanında tefsir okurken; “Rabbinize yalvara yakara ve gizlice dua ediniz”707 mealindeki âyetin yorumu esnasında, hafî zikrin mahiyetini sormuştur. Zira insan cehri zikir yaparken uzuvlarını hareket
ettirmekte, bundan da başkaları haberdar olmaktadır. Gizlice zikrettiğinde ise Peygamberimiz (s.a.)’in; “Şeytan insanın bâtınında, kanın damarlarda dolaşması gibi dolaşmaktadır”708 buyurduğu üzere, şeytan bundan haberdar olmaktadır. Bu durum karşısında âyetteki duayı gizlice yapma emrinin nasıl yerine getirileceğine dair bir soru sorunca, hocası ona; “Bu ilm-i ledün kapsamına girer, Allah sana yardım edecektir” cevabını vermiştir. Nitekim kısa bir süre sonra Gücduvânî, Hızır (a.s.)’la buluşmuş ve ona vukuf-ı adedî telkinini suyun altında öğretmiştir.709
Gücduvânî, ruhâniyat âleminde Hâce Bahâeddin Nakşbend’e zikr-i hafîyi telkin etmiş,710 Bahâeddin Nakşbend de bu zikir çeşidine yönelmiştir.711

Çerhî’ye göre zikrin fazileti hususunda söylenen sözlerin özü Kelimât-ı Kudsiyye712 deki yâd kerd prensibindedir.713 Kelime olarak zikretme, hatırlama, anlamına gelen bu terim, sâlikin murakabeye ulaştıktan sonra uyguladığı nefy u isbat zikridir. Her gün belli sayıda yapılır. Zâkir, gözlerini yumar, ağzını kapatır, dişlerini birbirine kenetleyip, dilini damağına yapıştırır. Nefesini tutup, dili hareket etmeksizin kalbiyle zikredecek şekilde illallah lafzını kalbine vurdurur. Hararet, bütün vücuduna başını hareket ettirerek yayılır. Kalbinden bütün fânîleri çıkarıp, onlara fenâ nazarıyla; Bâkî olana da bekâ nazarıyla bakar. Bu şekilde yirmi bir veya yirmi üç kez söyledikten sonra714 “Muhammedun Rasulullah” der. Bu esnada maksudundan başkasını düşünmez.715 Burada dikkat çekici bir diğer yön, vukûf-ı adedînin, ledün ilminin kapısı olmasıdır.716 Zira nefy ü isbatta mürid zahiren nefes verirken batındaki hatarâtı da nefyetmektedir.717

Bahâeddin Nakşbend’in ilm-i ledünnün kapısı olarak nitelendirdiği yâd kerd ile Yoga’daki718 bu nefes egzersizinin neticeleri arasındaki benzerlik dikkat çekicidir. Soluk alıp verme, kişinin istemli ya da istem dışı gerçekleştirdiği yegâne işlemdir.
Soluk alıp vermeyi kontrol altında tutmak, Yoga’da zihni denetlemenin ön hazırlığı olup, bu da prana enerjisine ulaşmanın ilk adımıdır.719

Kişi, arzu ettiği gibi nefes alabilir ya da nefesini bilmezden gelebilir. Bu durumda beden, nefesi kendi başına almaya başlar. Nefes alma işlemi, refleks halinde gerçekleşir. Beden, nefes almadan işlevini yapamayacağı için nefesi bilinçli olarak denetlemeyi bıraktığımızda zihnin bilinçsiz bir kısmı çalışmaya başlayarak bizim için nefes alır. Bu görevi beynin alt bölümleri yerine getirmektedir. Kişi, nefesini denetlemeyi bıraktığında nefes alma işlemi beynin ilkel kısımlarının denetimine girecek, ardından fazla farkında olmadığımız bu duygu, düşünce ve hislerin bulunduğu bilinçsiz zihin devreye girecek, başka bir ifadeyle nefes denetlenmediğinde nefes rast gele ve düzensiz hale gelecektir.720 Dolayısıyla yâd kerd deki uygulama, sâlikin vukûf-ı kalbîyi gerçekleştirmesinde önemli bir adımdır.

Nefesin tutularak yapıldığı bu zikir usûlünün meditasyon uygulamalarına benzemesi,721 tarikata bir takım eleştirileri de beraberinde getirmiştir.722 Habs-i nefes uygulaması yapan Nakşbendîler’e karşı Kübrevî şeyhlerinden Bahâeddin Ömer (öl. 857/1453) bunun Yoga uygulamalarından olduğunu ve hiçbir tarikat şeyhinin bunu tavsiye etmediğini söyleyerek itirazda bulunmuştur. Alâeddin-i Attâr’ın torunu Yusûf-ı Attâr ise ona, Bahâeddin Nakşbend ile halifelerinin müridlerine bu usûlü tavsiye ettiklerini belirtmiştir.723 Bu nokada Şah Veliyullah Dihlevî (öl. 1167/1762)’nin yaklaşımı kanaatimizce dikkate değer niteliktedir. Dihlevî, Yogadaki habs-i nefesin dünyevî gayelerle yapıldığını,724 oysa sûfîlerin nefsi tezkiye için bu usûlü kullandıklarını söyleyerek aradaki farkı belirtmiştir.725
Hafî zikri uygulamada hassasiyet gösteren Bahâeddin Nakşbend, cehrî zikir konusunda haleflerine bir sınırlama getirmemiştir.726 Ancak hafî zikrin söz konusu dönemde Buhara ve civarında yaygınlık arz etmesi,727 Bahâeddin Nakşbend’in bu hareketinin toplumda da kabul gördüğünün bir işaretidir.

Çerhî, en etkili zikir çeşidi olarak kabul ettiği hafî zikirle728 ilgili olarak “Rabbini içinden, yalvararak ve korkarak, yüksek olmayan bir sesle sabah akşam an, gafillerden olma729 âyetinden hareketle, kişinin kalbinde meskenet, tazarru ve korku ile Rabbini anması gerektiğini belirtir. Müfessirlerden bazıları }}}}}}}}} den kastın, gece ve gündüz olduğunu ileri sürer. Çerhî buradan, her zaman için zikr-i hafî ile meşgul olunması, Allah’tan gafil halde bulunulmaması gerektiği sonucunu çıkarır.730

Çerhî’ye göre “Rabbinize yalvararak ve gizlice dua edin731 âyetinde de hafî zikre işaret vardır. Aynı âyetin devamında gelen “Allah Teâlâ hududu aşanları ve yüksek sesle çağrışanları dost edinmez”732 kısmı da hafî zikir bağlamında değerlendirilebilir. Çerhî’nin bu düşüncesindeki hareket noktası, âyetin sebeb-i nüzûlüdür. Sahabe (r.a.) Rasûlullah (s.) ile bir seferde iken yüksek sesle tekbir ve tehlil getirince Hz. Peygamber (s.); “Ey insanlar, kendiniz adına korkun. Sizler sağır ve gaib birisine değil, işiten ve yakın olan Allah’a dua ediyorsunuz”733 buyurmuştur. Sebeb-i nüzûlden hareketle, hafî zikir çeşidi daha evlâdır.734

Çerhî’nin, âyet ve hadislerden hareketle hafî zikri temellendirme gayreti, cehrî zikri reddettiği şeklinde anlaşılmamalıdır. Nitekim onun döneminde aynı ekole mensup olup da cehrî zikir ve halvet uygulamalarına yer verenler de vardır.735 Çerhî’nin burada üzerinde durduğu konu, tarikatın temel uygulamalarından olan hafî zikrin, diğer zikir çeşitlerinden daha üstün oluşudur ki, bu tarz bir savunma, onun cehrî zikir uygulamalarına yer vermediğini göstermektedir.

Çerhî’nin hafî zikir konusunda hareket noktalarından biri de; “Kendilerini ne ticaretin, ne de alışverişin Allah’ı anmaktan, namaz kılmaktan alıkoymadığı insanlar…” 736 âyetidir.737 Bireyin gündelik hayatını sürdürürken Allah’ı kalbinde anması, hafî zikir usûlüyle mümkün olup cehrî zikir gibi özel bir mekan ve zaman ayırmaya ihtiyaç yoktur.

Çerhî’nin bu temellendirmesi, kendinden sonraki ve günümüz bir kısım müellifler tarafından da kabul görmüştür. Tarikatın sessiz zikir ve halvet der encümen prensiplerinin, modern hayat için daha uygun olduğu ileri sürülmüştür. Zira kişi, bir yandan dünyevî işlerini yaparken, diğer yandan kalbindeki ilâhî varlığa tam anlamıyla konsantre olabilmektedir. Böylece modern dünya toplumunun kişiye yüklediği zor ve farklı görevlerin üstesinden gelmesine yardımcı olabilecek niteliktedir.738 Bu noktada halvet der encümen prensibi “dünyada ol, dünyadan olma” şeklinde de formüle edilebilir.

b. Cehrî Zikir ve Semâ
Mutasavvıfların, seyr ü sülukta uyguladıkları yöntemlerden bir diğeri de cehrî zikirdir. Nakşbendîlik tarihinde Abdulhâlık-ı Gücduvânî ve Bahâeddin Nakşbend’le birlikte hafî zikre önem verilse de Hâcegân döneminde Mahmut Encirfagnevî’den Emir Külâl’e kadar hafî ve cehrî zikir birlikte uygulanagelmiştir.739

Bunun yanında, kelime olarak işitme anlamına gelen740 ve müridlerin dönerek yaptıkları bir zikir çeşidi olan semâ ile ilgili Yusuf-ı Hemedânî, semâ’ın faydalarına değinerek bunun Hakk’a sefer olduğunu, gayb âleminden faydalar sağlandığını fethin başlangıcı olduğunu belirtir. Semâ, ruhlara kuvvet, kalıplara gıda, kalplere hayattır. Onunla perdeler yırtılır, sırlar açılır.741 Semâ vb. cehrî zikir metotlarıyla vücudun çeşitli bölgelerinde yoğunlaşan enerji fazlası dağılırken, psikolojik olarak ortaya çıkan korku, endişe, düşünce bulanıklığı gibi engellemelere olumlu yönde etki edebilmektedir.742

Azîzân lakabıyla da tanınan Ali Ramitenî, cehrî zikri uygulamasına sebep olarak Rasulullah (s.)’ın ölüm döşeğindekilere kelime-i tevhid zikrini telkin etmesini gösterir.743 Ancak Bahâeddin Nakşbend’le birlikte bu durum değişmiştir. Kendisi, Herat emiri Muizzuddin Hüseyin’in misafiri olduğunda tarikatın mahiyetiyle ilgili sorulan sorulara halvet der encümen prensibi çerçevesinde semâ ve cehrî zikir uygulamasına yer vermediğini belirtmiştir.744

Ancak böylesi kesin bir tavırdan, tarikatta cehrî zikrin tamamen devre dışı bırakıldığı ya da Bahâeddin Nakşbend’in cehrî zikre karşı olduğu şeklinde bir sonucuna varılmamalıdır. Konuyla ilgili Ubeydullah Ahrâr’ın naklettiği şu hadise önemlidir.

Ahrâr, Buhara’dan Herat’a gelişinde Bahâeddin Nakşbend’in müridlerinden Hâce Misafir’le görüştüğünde Hâce Misafir Bahâeddin Nakşbend’le başından geçen şu hadiseyi aktarır: “Hâce Bahâeddin’in sohbetlerine devam ediyordum ve bende semâ’a, raksa karşı meyil vardı. Bir gün topluca karar aldık ve semâ ekibini hazırlayıp Hâce’nin meclisinde semâ etmeye başladık. Hazret-i Hâce’nin ne yapacağını merak ediyordum. Meclisten ayrılmadı ve bizi de bu işten men etmeyerek; ‘Biz bu işi yapmayız, ama inkar da etmeyiz’ dedi.”745

Bahâeddin Nakşbend, semâ’a karşı çıkmadığı gibi semâ’ın faydalarıyla ilgili şunları söyler; “Riyazet ve mücahede ehlinin kalbinde zaman zaman kesret-i melâmet zuhur eder. Feyz ve ye’s, fiillerde taşkınlığa, hallerde kusura neden olur. Bu sebeple meşayıh, bu arıza ve hallerden kurtulmak için meşrû sınırlar içinde güzel ses ve nağmeler dinleyerek, vaktin hâcetine göre melâmetin kaybolduğunu anlayıncaya kadar semâ ederler.746 Bir diğer faydası, sâlikânda seyr ü sülûk esnasında zahirî ve nefsânî yönlerinin istîlası ile çok defa fakt ve hicâb oluşur. Tarikatta ahvâl-i terakkî ve kurb derecelerinde gerileme dolayısıyla ayrılık acısından kaynaklanan kavuşma iştiyakında noksanlık zuhur edebilir. Sâlikin güzel nağmeler dinlemesiyle halinde bir arınma meydana gelir, kalbinde muhabbet artar. Zamanın lezzetiyle ruh kuşu yücelip benlik ızdırabından kurtulur. Ayrıca semâ, nefisteki kötü vasıflardan kurtulmaya, rikkat-i kalbe vesiledir. Böylece kalpte Allah’tan başkasına yer kalmaz.747

Çerhî’nin semâ’ı, izahı zor haller kategorisinde değerlendirmesi,748 semâ’ı belli bir amaç ve faydaya yönelik uygulamalardan kabul ettiğini göstermektedir. Ancak semâ’ın faydalarına işaret ederken neden bu uygulamaya yer vermediği üzerinde durulması gereken bir husustur. Buna Nakşbendî ekolü ileri gelenlerinin verdiği cevap genelde, tekâmülde semâ’ın, hafî zikir kadar etkili olmadığı şeklindedir. Meseleye, gösterişe önem verilmemesi noktasından da yaklaşılmaktadır. Nitekim sohbetin inzivaya tercih edilmesi, müridi diğer insanlardan fark ettirecek giysi şekillerinden uzak durulması da bu kaygının bir tezahürüdür.749
Sülûkun evrelerine göre zikrin çeşitlilik arz edebileceğini ileri sürenler de bulunmaktadır. Örneğin Râmîtenî, sülûkun başında mürid için cehrî zikri, sülûkta merhale kat eden içinse hafî zikri tavsiye eder. Zira müptedi sâlike ağır gelmekte, belli bir mesafe kat edeninse her uzvu zaten zikretmektedir.750 Râmitenî’nin bu görüşü, sonraki bir kısım müelliflerce de kabul görmüştür. Böylece zikir çeşitlerinden biri zahir, diğeri bâtın ism-i şerîfinin muktezâsı kabul edilmiştir. “Amel-i kesîr itibariyle cehrî zikir, riya ihtimalinden uzak olması hasebiyle de hafî zikir efdaldır”751 denilmiştir.
Çerhî’nin konuya yaklaşımı ise söz konusu zikir çeşitlerinin ruha etkisi
noktasındadır. Hafî zikirle kıyaslandığında semâ ve cehrî zikirde huzur ve zevk hali
devamlı değildir. Cehrî zikir uygulamasından kısa bir süre sonra yaşanan o yüce hâl
kaybolmaktadır. Halbuki vukûf-ı kalbîye müdavemet cezbeyi, cezbe ise vusûlü getirmektedir.752

Çerhî, Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî753 ve Bahâeddin Nakşbend’in, müridlerin sohbet veya zikrin tesiriyle nara atmalarını hoş karşılamadıklarını ve bu tür davranışları gaflet olarak değerlendirdiklerini de ekler.754 Ancak Çerhî’nin buradaki hareket noktası, kanaatimizce cehrî zikrin eleştirisi olmayıp, şuursuz ve âdâbına uygun olmayan tarzdaki zikirdir ki bu noktada cehrî veya hafî arasında bir fark yoktur.

4. Murakabe ve Teveccüh
Çerhî’nin seyr ü sülûkta önem verdiği hususlardan biri de murakabe ve teveccühtür. Bir şeyi korumak anlamında Arapça bir kelime olan murakabe,755 ıstılahta Allah’ın her şeye kadir ve her şeyden haberdar olduğunu bilmesi, kalbin maksûdunu her an mülâhaza etmesi anlamına gelir.756

Murakabe ve nefy ü isbât arasında kıyaslama yapan Attâr, murakabenin daha üstün ve maksada daha yakın olduğunu belirtir. Zira mülk ve melekûtta tasarruf sahibi olmak, havâtırı def edip bâtını aydınlatmak murakabe ile mümkündür.757 Bu kavram, kalbi korumak anlamındaki vukûf-ı kalbî prensibiyle de bağlantılıdır.

Çerhî murakabeye, kötü şeylerden kaçınıp insanın kendi durumunu, söz ve davranışlarını sürekli kontrol etmesi anlamı verir.758 Murakabe, bâtını aydınlatmaya yönelik bir çaba olmakla birlikte, dışa yansıyan yönleri de vardır. Bireyde vakar, temkin, birçok ilme vukûfiyet gibi hususları gerçekleştirme yanında 759 bâtının zahire aksedişidir.
Kişinin kendini her an gözetip kontrol etmesi anlamında kullandığı murakabenin, yalnız doğu düşüncesinde değil modern psikolojide de farklı adlarla uygulanması, insanın kendisini anlaması yönünde atılmış adımlar olarak değerlendirilebilir. Kişi bu tarz bir konsantrasyonla gerçekten bir çaba içine girdiğinde, kendi kendisini müşahede etmesi, savunma halini hafifletmesi, hırsını azaltması ve kendi başına hareket etme cesaretinin artması gibi durumların ortaya çıktığı tespit edilmiştir.760

Sâliki kemâle erdirmede bir diğer uygulama ise teveccühtür. Bir şeye yönelmek anlamındaki teveccüh,761 tasavvuf ıstılahında şeyhin müridine, müridin şeyhine konsantre olması, böylece müridin rûhî kabiliyetinin artırılmasıdır.762 Ancak Çerhî bu kavramı daha ziyade mürşidin müride yönelmesi anlamında kullanmaktadır.763

Nakşbendîlik’te şeyh ile mürid arasındaki güçlü ilişki, rabıta ve teveccühle sağlanmış olup zikrin tam yerine getirilebilmesi için gerekli bir husustur.764 Teveccüh ve rabıta gibi teknikler diğer tarikatlarda da kullanılmakla birlikte Nakşbendîliğin buna daha fazla önem verdiği görülmektedir.765 Bahâeddin Nakşbend’in, zikir gibi önemli bir hususu vefat etmiş bir kimsenin ruhâniyetine teveccüh üzerine binâ etmesi, tarikatta bu kavrama verilen önemin bir göstergesidir.

Çerhî, Hakk dostu, meczûb-ı mutlak olan kâmil ü mükemmil şeyhin, tek bir nazarıyla müridini eğitebileceğini belirtir.766

Konuyla ilgili Mevlânâ’dan naklettiği bir beyit şöyledir;
Tebrizî’yi görüp de tek bir nazarıyla müşerref olan
Çilede harcadığı zamana ta’n eder. 767

Şayet mürid, mürşidin teveccühünün değerini bilse, çile ve riyazete ayıracağı vakti, şeyhin teveccühünü kazanma yolunda gayret sarf edecektir.

Çerhî, yine Mevlânâ’nın;
Ney, yârdan ayrılanın yoldaşıdır
Onun perdeleri bizim perdelerimizi yırttı.768
Beytini de teveccühle ilişkilendirir. Ulu kimselerin bir kişiye tesiri söz konusu olduğunda, tesir olunan şahıs, mâsivâullahtan bağını koparır ve hakiki sevgiye ulaşarak O’nun sıfatları ile sıfatlanır.769

Teveccüh anında yaşanan haller, kişinin kemâlâtının da bir göstergesidir. Ahrâr, Muhammed Pârsâ’nın teveccüh esnasında gaybete daldığını, Alaeddin Attâr’ın ise kendine hakim olduğunu belirterek her iki durumu kıyasladığında ikincisinin daha üstün olduğunu belirtir.770

Ancak teveccüh, müridin yetişmesi açısından tek başına yeterli değildir. Attâr, müridin, şeyhin teveccühünü geliştirme yolunda çaba göstermediğinde zamanla teveccühün etkisinin kaybolacağına dikkat çerer.771

5. Rabıta
Murakabe ve teveccühle bağlantılı bir diğer konu rabıtadır. Kelime olarak r-b-t kökünden gelir. İki şeyi birbirine bağlayan, rapteden anlamındaki rabıta Allah’ın kişinin kalbini kuvvetlendirmesi manasında kullanılır.772 Nefsini dünyadan men eden rahip, zahid ve filozoflara râbıt denmektedir.773 Tasavvuf ıstılahında rabıta, müridin kalbini ilâhî sıfatlarla muttasıf kâmil bir mürşide bağlamasını, tefekkür ve muhayyile gücünü kullanarak mürşidiyle birlik halinde olmasını ifade eder.774

Tasavvur-ı şeyh kavramı Nakşbendîlik'te yaygın olup,775 manevî derecelere ulaşmada rabıtanın önemi Bahâeddin Nakşbend tarafından da dile getirilmiştir.776 Ona göre, sülûk esnasında mürid, kendisine verilen zikir telkinini tam manasıyla yerine getiremese bile, rabıtaya devam ettiği sürece kemâle ermesi umulur.777 Ancak bu ifadeden, zikrin gerekli olmadığı sonucuna varılmamalıdır. Zira rabıta ve zikir telkini, aralarında kıyas yapılacak bir husus değil birbirlerini tamamlayan unsurlardır.

Yakub-ı Çerhî tahsilini tamamlayıp Buhara’dan ayrılırken, Bahâeddin Nakşbend, kendisini hatırlaması amacıyla külahını vermiş ve “sizin yanınızda bize verecek bir şey yok. Bu sebeple külahımı al götür. Bunu gördüğünde bizi hatırlayasın. Bizi hatırladığında da bizi bulursun.” Demiştir.778 Burada rabıtanın, tasavvufta müridi eğitmeye yönelik bir uygulamanın yanında, aradaki muhabbet ve alâkayı korunmaya yönelik insânî bir durum oluşu da söz konusudur. Zira bu görüşme gerçekleştiğinde Yakub-ı Çerhî henüz Bahâeddin Nakşbend’e intisap etmemiştir.

Rabıtanın insanda fıtrî bir unsur oluşuna dikkat çeken Çerhî779 insan ruhunun sürekli bir yükseliş ve alçalış içerisinde olduğunu belirtir. Yükseliş halini devam ettirebilmenin önemli şartlarından biri “sadıklarla beraber olunuz”780 âyetinde de buyrulduğu üzere enbiya, evliya ve diğer salihlerle yoldaşlık etmektir.781 Hz. Peygamber’in “Kişi sevdiğiyle beraberdir”782 hadisi de bu çerçevede değerlendirilebilir.
Günümüz psikolojisi, insan bünyesinde kudretli ve her şeyle ilgilenen bir figüre inanma şeklinde derin bir istek bulunduğuna dikkat çekmektedir. Yetişkin insanlar da bir çocuk gibi yanında huzur duyabileceği, örnek alabileceği, genellikle pasif, umut verici ve güven dolu birisinin özlemini duymaktadır. Bu ilgi, genellikle saygı veya sevgi ile tasvir edilir.783

Çerhî, rabıta hakkındaki görüşlerini şu mısralarla dile getirir.
Mânâdan ibaret mücevher peşinde koşup da
Dirilik kokusunu içine çekerek canlar cânına kavuşana dek
Kendini bilme yolunda her şeye ulaşmak için
Velhasıl sözün özünü benden dinle.784

Buna göre gerçek hazineye yani vuslata ermenin yolu, salihleri dinleyip kalpte onlara yer vermekledir. Abdurrahman Câmî’nin dilinden dökülen “men seg-i eshâb-ı kehfem”785 ifadesi de bu gerçeğe işaret etmektedir. Ashâb-ı Kehf’i takip eden bir köpek bile, sadıkların peşinden gitmesi neticesinde nice mükafatlara ulaşabilmektedir.786 Rabıtaya devam eden mürid, zamanla şeyhinin hal ve vasıflarını yansıtmaya başlayacaktır.787
Salihlerle dost olmak nasıl rûhî yüceliş sağlıyorsa, mefhûmu muhalifinden hareketle kesret âleminde isyankara dost olan kimse de, gerek bu dünyada gerekse ahirette ilâhî feyzden mahrum kalacaktır.788

Bu yaklaşım tarzı, Hz. Peygamber’in;
“Kişi dostunun dini üzeredir. O halde arkadaşlık ettiğiniz kimse hakkında dikkatli olun”789 hadisinin de açılımıdır.

Çerhî, Ubeydullah-ı Ahrâr’a tarikatın eğitim usûllerini anlatırken sıra rabıtaya gelince, bu usûlü müridlerine aktarırken onları hayrete düşürmemesini ve sadece kabiliyetli müridlere anlatmasını tavsiye etmiştir.790 Çerhî’nin bu yöndeki telkinlerinden, rabıtanın insânî bir olgu olması yanında, Nakşbendîlik’te bir sistem halinde geliştirildiği ve rabıta telkîninin her müride değil, istîdatlı olanlara yönelik bir uygulama olduğu sonucuna varılabilir.

Çerhî’nin zaman zaman Fethâbad’daki evinde Şeyh Seyfuddin Bâherzî (öl. 696/1297)’nin mezarına yönelmesi, vefat etmiş kişiye de rabıta yapılması konusuna olumlu yaklaştığını göstermektedir.791 Bahâeddin Nakşbend bu konuda Veysel Karânî’yi örnek verir ve onun ruhaniyetine yönelmenin, dünyalık kaygı ve bağlardan tamamen kopmada çok etkili olduğunu belirtir. Muhammed b. Ali el-Hakim et-Tirmizî (öl. 295/908)’ye yönelindiğinde ise varlıkta herhangi bir sıfat kalmamaktadır.792

Vefat etmiş bir şeyhe yönelmek, yaşayan bir şeyhin rehberliğini devre dışı bırakmadığı gibi birbirlerini tamamlayıcıdırlar. Zira her iki durumda da mürşidin ruhaniyeti, vücuduna hasredilmemektedir.793 Önemli olan şeyhin sûreti değil, kendisini o makama taşıyan maneviyatıdır. Ölüm ten kafesinden kurtulma ise, ruh özgürlüğüne kavuşmuştur ve ontolojik mânâda hayatta olan birisine telkinde bulunmaya engel değildir. Vefat etmiş bir zattan zikir telkîninin söz konusu olması, tasavvuf literatüründe Üveysîlik kapsamında değerlendirilmektedir.

6. Üveysîlik
Üveysî, Üveys’e mensup, Üveys gidişli demek olup, tasavvuf literatüründe istifade ve feyzi, daha önce yaşamış ya da hayatta olduğu halde görüşmediği bir şeyhin rûhâniyetinden olan kimselere denilir.794

Mürşidin, bütün tasavvufi ekollerde önemli rolü olmakla birlikte Nakşbendîlik’te bu tema daha ayrıntılı bir şekilde ele alınmıştır. Üveysîliğe ve Nakşbendîlik’te Üveysîlik konusuna Birinci Bölüm’de değinilmişti. Burada tekrara düşmemek için, Çerhî’nin bu kavrama yaklaşımını ele almakla yetineceğiz.
Çerhî, Şeyh Seyfuddin Bâherzî’nin kabrine yöneldiğinde şeyhin
}}}}}}}}}}}}}}}}}}}}}}}
duasını kendisine telkin ettiğini belirterek795 bizzat yaşadığı Üveysî tecrübeye işaret etmektedir.

Yaşanan hâl, Bahâeddin Nakşbend’in, zikr-i hafî konusunda Gücduvânî’den gördüğü manevî eğitime benzemekle birlikte, arada farklılıklar da vardır. Bahâeddin Nakşbend, Gücduvânî’nin bu telkini doğrultusunda Külâl’in cehrî zikir halkasına katılmadığı gibi hafî zikir, Nakşbend’den sonra da tarikatın temel uygulamalarından biri haline gelmiştir. Ancak Çerhî’nin, kendisine telkin edilen bu duayı, Ahrâr’a tasavvuf dersi olarak aktardığı şeklinde bir kayda rastlanmamaktadır.

Vefat etmiş kişilerden etkilenme, eski Yunan’dan beri bilinmektedir. Şahsî güçlüklerin giderilmesinde en etkili yardımı eski kahramanların örnek yaşamlarında bulmuşlardır.796 Ancak Üveysî tarzda eğitim, söz konusu etkileşimin daha teknik bir boyutta olduğunu göstermektedir. Kişinin kendine örnek aldığı şahsa zamanla benzemesi, genel bir kaide olmakla birlikte, tarikattaki uygulamada bir kabiliyet aktarımı ve bilgilendirmeden bahsedilebilir.797

Çerhî’nin bu konuda yaşadığı bir diğer hadise Bahâeddin Nakşbend’e intisap edip-etmeme noktasında yaşadığı tereddüt anında meydana gelmiştir. Yine Fethâbad’daki evinde, Şeyh Seyfuddin Bâherzî (öl. 696/1297)’nin mezarına yönelmiş bir halde otururken Bahâeddin Nakşbend’e intisap hususunda kalbindeki kararsızlığın ansızın kaybolduğunu belirtir.798
Çerhî’nin bizzat yaşadığı Üveysî tecrübeler, onun bu tarz eğitime olumlu yaklaşmasında önemli bir etkendir.

7. Mücahede ve Riyazet
İnsanın oluşa katılma faaliyeti olarak değerlendirilebilen seyr ü sülûkun unsurları arasında mücahede ve riyazet de bulunmaktadır. Türevleri Kur’an-ı Kerim’de kırk bir yerde geçen ve c-h-d kökünden gelen mücahede,799 kelime olarak vuruşmak, harb etmek anlamına gelirken800 mutasavvıflar bunu Hakk’ın rızasını kazanma yolunda nefsin arzularına karşı durmak anlamında kullanırlar.801 Mücahedeyi çeşitli kısımlara ayıran İbn Haldun, istikamet üzere olmak anlamındaki mücahedenin, her mükellef için farz-ı ayn hükmünde olduğunu belirtirken, tasavvufî anlamdaki mücahede için mürşidin zorunluluğuna vurgu yapar.802
Mücahede edenleri “salihler” olarak nitelendiren Çerhî’ye göre mücahede, talepte bulunmak ve bu talep doğrultusunda hareket etmektir. Bu noktada “Bana dua edin, duanızı kabul edeyim”803 âyeti, Hakk’a ulaşma mücahedesinin kişide kazandıracağı ihsan duygusuna işaret etmektedir.804

Ruhsat ve azimet konularına da değinen Çerhî, mücahedeyi azîmet bağlamında değerlendirir. Kalbe uygun gelmeyen bir hususta kişi, başkalarının vermiş olduğu fetva ile hareket etmemeli, kalbinin sesini dinlemelidir. 805

Çerhî, nefsine karşı verdiği mücahedede şu hadisi düstur edindiğini belirtir; “Seni terk edene iyilikte bulun. Sana mani olana ver. Sana zulmedeni affet.”806 Bu davranışların hepsi, nefsin hilafına harekettir. Nefisle mücadelenin neticesi ise, “sabırlı fakirler, kıyamet günü Allah Teâlâ’nın misafirleridir”807 hadisinin muktezasından yani mukarrebûndan olmaktır.808 Dolayısıyla mücahede, hayatın her anını kapsamalıdır.809 Çerhî’nin dikkat çektiği bu mücadele, psikolojide kendini gerçekleştirme olgusuyla benzerlik arz eder. Zira kendini gerçekleştirme, kısa zamanda ve kolayca ortaya çıkacak bir gelişme veya değişme ile tamamlanmaz. Bu süreçte birey, üstesinden gelmek zorunda olduğu ve büyük ölçüde mücadeleyi gerekli kılan engellemelerle karşılaşabilir.810

Yakub-ı Çerhî, Mesnevî’den konuyla ilgili şu beyitleri nakleder.
Kâbe her ne kadar O’nun evi ise de benim yaratılışım da O’nun sır hanesidir.
O evi yaptı ama ona hiç gitmedi. Halbuki bu haneye Hayy’dan başkası girmedi.
Beni gördüğünde Hüdâ’yı görür, sıdk Kâbesi’nin etrafında dönersin.
Bana hizmet, Hüdâ’ya itaat ve hamddır. Sanma ki Hakk, benden uzaktır.
Gözünü iyi açıp bakarsan beşerde Hakk’ın nurunu görürsün.
Bayezid bu nükteleri kulağına küpe edindi. Sonrası olmayan bir makama yüceldi.811

Çerhî bu beyitlerden hareketle mücahedenin beşerî ilişkiler noktasına da dikkat çeker ve hiçbir kula hakarette bulunulmaması gerektiğini belirtir. Kişilere, sırf insan olmalarından dolayı bile saygı gösterilmelidir. Çerhî’nin bu yaklaşımı, günümüzde insan değerinin ihmaline tepki olarak doğan hümanist düşünceye de referans niteliğindedir. Kalp, nazargâh-ı ilâhî olması hasebiyle onu kırmamaya dikkat etmelidir. Kâbe’nin taştan duvarları yıkıldığında tamiri mümkündür. Ancak bir insanın incinmesi, üstelik de bunun zahirî görünüşünden hareketle yapılması insana yakışan bir tavır değildir. Durum böyleyken, ilâhî âlemle gönlü aydınlanmış bir kalbi kıran kişi için bu, bir mahrumiyet ve nasipsizliktir.812 Buna göre mücahede, kişinin sadece bâtinî oluşumunu değil zâhirini ve hareketlerini de kuşatmalıdır.

Mutasavvıfların önem verdiği bir diğer nefsi ıslah yönetimi de riyazettir. Hizmet, mücahedede insanın zahirine yönelik bir uygulama şeklinde nitelendirirsek riyazeti de insanın bâtınını inşaya odaklanmış bir uygulama olarak kabul edebiliriz. Tasavvuf literatüründe riyazetin, ahlâkın güzelleştirilip eğitilmesi amacıyla nefisle mücadele813 şeklinde tanımlanması, bu tespitimizi destekler niteliktedir. Tarikatlarda riyazet usûlleri arasında uzlet, az yemek, az uyumak, az konuşmak vb. uygulamalar sayılabilir.

Ancak Çerhî, bu tür riyazet uygulamalarına, hizmet ve mürşidin teveccühü derecesinde önem vermediğini Mevlânâ’nın şu beyitleriyle ortaya koyar.
Tebriz’i görüp de tek bir nazarıyla şereflenen kişi
Çilede harcadığı zamana ta’n eder. 814

Nakşbendîlik’te halvet der encümen prensibinden hareketle, riyâzâtın bir çeşidi olan halvet vb. uygulamalara genelde yer verilmemesi815 Çerhî’nin bu düşüncesinde etkili olabilir. Kâmil ve mükemmil şeyhin tek bir bâtinî iltifatının, kalbin tasfiyesi hususunda birçok riyâzâttan daha etkili olacağının belirtilmesi de816 bu çerçevede değerlendirilebilir.

Çerhî’nin riyâzât konusundaki tavrı, Bahâeddin Nakşbend’in “mâ nâ în kâr mî-konîm ve nâ inkâr mî-konîm”817 ifadesini hatırlatmaktadır. Riyâzâtı reddetmese de bu tarz bir uygulamaya da gitmez. Mücahedeye ya da riyazete ağırlık verenler, ihlâsları neticesinde aradıkları şeye ulaşacaklardır.818 Dolayısıyla burada riyâzâta eleştirel bir tavırdan ziyade, insanlara hizmeti temel alan mücahede ile kıyasa gidilmekte ve müridin eğitiminde hizmetin, mürşidin teveccühünün, riyâzât uygulamalarına göre daha etkili bir yöntem olduğu kabul edilmektedir.

8. Nafile İbadet
Mutasavvıfların, varoluşu gerçekleştirmede önem verdikleri hususlardan biri de ibadetlerdir. İbadet, en ilkel dinlerden en yüksek semâvî dinlere kadar toplulukların bünye ve yaşayış şekillerinde kendini göstermektedir.819
Kelime olarak mükellefin, nefsinin hilafına yapmakla yükümlü olduğu fiil anlamındaki ibadete,820 tasavvuf ıstılahında avam ve havas için farklı kullanım ve anlamlar verilmiştir. İbadet, Allah’a karşı boynu bükük olmaktır ki, avam için tezellülün son noktasıdır. Kelime olarak aynı kökten türeyen ubudiyet ise sıdk ile yürüdükleri tarikatta, Allah’a bağlılıkları samimi olan havas içindir.821

Çerhî’nin, ibadeti; “Kalbin marifetle, ruhun müşahedeyle, nefsin hizmetle, lisanın da Allah’ı anmakla meşgul olması” şeklinde tanımı, oluşa katılmada ruh ve beden ilişkisine ve görevlerine işaret etmektedir.822 Buna göre ibadet, zâhiri ve bâtınıyla insanın her an Allah’la olmasıdır.823

İbadetin gayesi Allah’ı zikirdir. İbadet, sevgilinin rızası için yapılmakta, böylece kulluk, bir seven sevilen ilişkisine dönüşmektedir. Bu durumdaki bir kişi ubudiyet makamına ulaşacaktır ki, Çerhî ubudiyeti “visal” (Allah’a kavuşma) olarak da nitelendirmektedir.824 Günümüz düşünürlerinden Martin Buber bunu, insanın Tanrı’yla konuşması şeklinde tanımlar.825 Zira bu durumda ibadet, Tanrı’nın emri olan bir fiili, mükellefin borcunu ödemesi tarzındaki anlayıştan farklıdır. Hz. Aişe’nin, Peygamber (s.)’e, cennete gideceği halde neden bu kadar çok ibadet ettiğini sorması üzerine Hz. Peygamber’in; “Allah’a şükreden bir kul olmayayım mı?”826 şeklindeki cevabı da bu çerçevede değerlendirilebilir.

Çerhî, insanın yaratıcısıyla baş başa olduğu anı naklederken bâtinî yönler kadar zahirî unsurları da göz önünde bulundurur. Buna göre nafile ibadete mekruh ve men edilen vakitlerde başlamamalı,827 öncelikle zihinden havatır kovulmalı, bedenen ve rûhen namaza hazır hale gelinmelidir.828 O’nun makamından gafil halde yapılan ibadetten hiçbir fayda hasıl olmayacaktır.829

Abdest, ibadete başlamadan önceki zahirî hazırlık aşamalarından biridir. Çerhî, Hz. Peygamber’in; “Mü’min kul abdest alırken yüzünü yıkadığında, gözü ile işlediği hatalar silinir. Su ile ellerini yıkadığında, eliyle yaptığı hatalar temizlenir. Ayaklarını yıkadığında, yürümek suretiyle işlemiş olduğu hatalar silinir. Sonunda günahlardan arınmış hale gelir”830 hadisini naklederek831 zahirî temizliğin, batinî temizliği beraberinde getirdiğini belirtir.832 Konuyla ilgili naklettiği bir diğer hadis şudur; “Hiçbir mü’min yoktur ki, abdest aldığında abdesti ona ihsanda bulunmasın. Sonra kalkıp zahiri ve bâtinî olarak O’na yönelmiş halde iki rekat namaz kılarsa cennet kendisine vacip olur.”833
Abdest esnasında her uzuv yıkanırken kelime-i şehadet getirilmeli, zaruret dışında misvak terk edilmemelidir. Abdest sonrasında yapılan duanın ardından iki rekat namaz kılınmalıdır.834 Bu yönü ile abdest, kişinin bütün pisliklerden arınıp hayata tekrar hazır hale gelmesi, zâhir ve bâtın yönünden kendisini dengelemesi için önemli bir araçtır.
Hz. Peygamber’in; “Hiçbir mü’min yoktur ki, abdestli olarak ve temiz bir şekilde gecelediğinde, uyanmadan önce melek; ‘Ey Allah’ım! Filan kuluna mağfiret et. Şüphesiz o abdestli ve temiz olarak sabahladı’ demesin”835 hadisi, takvâ yolunda zahirî ve bâtinî temizliğe gündüz olduğu gibi gece de dikkat edilmesi gerektiğinin bir işaretidir.836
Her namaz vaktinde abdest alınmasının yerinde bir davranış olacağını da belirten837 Çerhî, Hz. Peygamber’in; “Abdestinizi toplayın ki Allah da sizin dağınıklığınızı toplasın”838 hadisinde geçen toplamaktan maksadın, insanın zahirî ve bâtinî açıdan cimrilik, haset, kin, halka düşmanlık gibi kötü sıfatlardan ve Hakk’a muhabbetin dışında bağlanılan her şeyden temizlenip kalpte Hakk Teâlâ sevgisini gerçekleştirmek olduğunu belirtir. Kalp, kötü sıfatlardan temizlendiğinde güzel vasıflarla bezenir ve selamete erer. Kalp selamete ermedikçe de öteki âlemin belalarından kurtulamaz.839

İbadete hazırlık ve abdest yanında nafile ibadetler, özellikle de teheccüd seyr ü sülûkta ayrı bir ehemmiyete sahiptir.840 Teheccüde kalkmak841 velayet ve irşâdın gerçekleşmesine vesiledir ve gündüz kılınan nafilelerden daha efdaldır. İnsanlar gece dinginliğe ererek kalp huzuru ile herhangi bir şeyle meşgul olmadan ifa edebilirler. Bu ise Kur’an’ın esrarına vâkıf olmayı beraberinde getirir. Kur’an-ı Kerim’deki “gerçekten gece kalkmak daha dingin ve dua daha etkilidir”842 âyeti de bu çerçevede değerlendirilebilir.843 Böylesi bir ibadet bireye zirve deneyimler yaşatırken onun rûhî yaşantısında ortaya çıkan köklü değişmeler, kişiliğinde güçlü bir enerji transferine yol açmaktadır.844

Çerhî’nin Ebû Said Ebu’l-Hayr’ın rubâîsine yaptığı şerhte hûrîlerin gece inişinin sembolik bir anlamı vardır. Kişinin Allah’a en yakın olduğu an, gece herkes uyurken; “Yanları(nı) yataktan uzaklaş(tıra)rak”845 Allah için teheccüd kıldığı zamandır.846 Bu esnada Allah’ın cemâl sıfatları kişiye akmakta, ikilik ortadan kalkmaktadır.

Kur’an-ı Kerim’deki “gecenin bir kısmında sana mahsus bir fazlalık olmak üzere namaz kıl, umulur ki Rabbin seni Makam-ı Mahmud’a ulaştırır”847 âyeti teheccüd namazının Peygamberimiz (s.)’e farziyetini gösterirken,848 aynı yerde geçen “Makâm-ı Mahmûd ” zat tecellîsinin makamıdır.849

Teheccüde kalkışla ilgili Çerhî’nin dikkat çektiği âyetler şöyledir: }}}}, “Doğru ve Allah’a karşı gelmekten sakınanlar, öteki âlemde bahçeler ve akan kaynaklar içerisinde olacaklar”850 }}}}}} “Rablerinin kendilerine verdiklerini alırlar.”851 }}}}}}}}}“Dünyada da Allah’a kulluk ederlerdi.”852 }}}}}}}}} “Gecenin az bir kısmında uyurlar”853 }}}}}}}}}} “ve seherlerde günahlarından bağışlanma dilerler.”854

Peygamberimiz (s.)’in sahabeyi de teheccüde yönlendirdiğini belirten Çerhî, konuyla ilgili; “Gece kalkmanızı tavsiye ederim. Bu, sizden öncekilerin yapa geldiği bir işti. Gece namazı sizi Rabbinize yakınlaştırır, yapmış olduğunuz günahlara kefaret olur ve günahtan alıkoyar” 855 “Rabbinin kuluna en yakın olduğu an, geceyi biraz geçtikten sonraki zamandır. Bu saatte Allah’ı zikretmeye gücü yetenlerden iseniz, bunu hemen yapınız.”856 hadislerini naklederken enbiyâ, rusûl ve evliyânın geceleri uyanık kaldığını, dolayısıyla teheccüde kalkmanın Hakk’ın rahmetine vesîle olacağını belirtir.857

Hz. Peygamber’in bu kuvvetli sünnetini günlük hayatında tatbik eden Çerhî,858 tefsirini teheccüd vakitlerinde kaleme aldığını belirtir.859 Ona göre sadık mürid de geceleri uyanık bir halde Kur’an okuyup zikirle meşgul olmalıdır.860

Çerhî’nin, ibadetle ilgili yönlendirmeleri, bir seven-sevilen ilişkisini anımsatmaktadır. Kişi ibadet öncesi zahir ve bâtın olarak ibadete hazır hale gelmekte, sevgilinin en çok razı olacağı şekilde hareket etmeye çalışmaktadır. Böylesi bir ibadet dünyevî ya da uhrevî bir kaygının ötesinde sevgiliye, sevgili olduğu için tapmaktır.861 Neticede müşahede makamına, ibadetten de öte ubûdiyete ulaşacak, cemâl tecellîsi kula yansıyacaktır.
Sonuç itibariyle seyr ü sülûk, sohbet, zikir, rabıta vb. yollarla kişide kemale erme yolunda tutum değişikliği sağlamaya yönelik bilinçli bir uygulama olarak değerlendirilebilir. Tutum değişikliği kendi kendine gerekleşen bir süreç değildir.

Kişiler arası ilişkiler, çevrenin etkileri bile tutum değişikliğinde önemli rol oynamakla birlikte bu değişimde esas faktör, güdü ve tutumların belirlediği seçiciliktir.862 Mürid kavramının, irade kelimesinden türemesi bu noktada önemlidir. Öncelikli olarak mürid bu seçiciliği ve güdülenmesiyle, ardından sohbet vb. etkileşimle Kur’an okuma, ibadet, riyazet vb. uygulamalarla tahallukta olumlu bir karakter yapılanmasına doğru seyr eder.

KAYNAK:
Dr. Ahmet Cahid Haksever, 15. YÜZYIL BİR TÜRK SUFİSİ: YAKUB-I ÇERHÎ (Doktora Tezi)
(Ankara-2005)


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Hz. Pir HÂCE YA’KÛB ÇERHÎ - Quddise Sırruhul-azîz -
MesajGönderilme zamanı: 29.04.10, 16:28 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Moderator
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 26.12.08, 08:19
Mesajlar: 583
Ahmet Cahit Haksever kardeşimizden Allah razı olsun.
İlmini ve irfanını,feyzini artırsın Mevla.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Hz. Pir HÂCE YA’KÛB ÇERHÎ - Quddise Sırruhul-azîz -
MesajGönderilme zamanı: 30.04.10, 08:21 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 05.01.10, 21:01
Mesajlar: 488
dua yazdı:
Nakşi silsilesi ile mevlananın alakası olduğunu hiç bilmiyordum.
Şefik Can efendide,Sami efendi k.s. ile ilgili hatıratının bir bölümünde;"Ben mevleviyim ama onun emri ile mevleviyim buyuruyor."Ayrıca,Namaz konusunda Sami efendimiz sayesinde namaz aşığı olduğundan bahsediyor.Demekki Sami efendimizin,Mevleviliğin devamı konusunda himmetleri olmuştur.Gel nakşi ol dese belki Şefik Can efendi olacaktı."Dersine devam et, şunlarda teberrüken çek" diye ilave bir dersle,Mevlevi yolunu devam ettirmesini istemiş,bir meşrep olarak devam etmesini ,ihya edilmesini istemiş belkide.Ayrıca namaz konusundaki hassasiyeti aşılayarak günümüzdeki bazı tasavvuf akımları gibi şeriatin zahirinin önemsizmiş gibi görülmesininde önünü almıştır diye düşünüyorum.



Pîr-i Tarikat-ı aliyye Şah-ı Nakşbend eli ile terbiye edilen Hz. Pir HÂCE YA’KÛB ÇERHÎ - Quddise Sırruhul-azîz - Dr. Ahmed Cahid Haksever eli ile fukârâ-yı Nakşbendiyyeyi terbiye etmeğe devam ediyor.

Alıntı:
Nakşi silsilesi ile Mevlana Celâleddin Rumî ilişkisini çözümlemek isteyen, şu nakledilen önemli belgede "en çok atıf yapılan eser"in Mesnevi-i Manevi-i Celâleddin olduğuna dikkat etmelidir.


Dr. Ahmed Cahid Haksever'in Hz. Pir HÂCE YA’KÛB ÇERHÎ - Quddise Sırruhul-azîz - ile ilgili kitaplarını bütün Nakşbendî sufileri okumalı ; hatta hıfzetmeli.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Hz. Pir HÂCE YA’KÛB ÇERHÎ - Quddise Sırruhul-azîz -
MesajGönderilme zamanı: 03.05.10, 08:52 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 05.01.10, 21:01
Mesajlar: 488
D. SÂLİKİN VASIFLARI

1. Tahalluka Dair Vasıflar


Tasavvuf literatüründe tahalluka dair vasıflar, Çerhî’nin seyr ü sülûka niyet eden sâlikte asgarî düzeyde bulunmasını şart koştuğu ve müridin intisabı sonrası hayatı boyunca geliştirmeye çalışacağı özelliklerdir. Sülûkun ilk adımı, sâlikin geçmiş hata ve günahlardan tevbe etmesidir.

a. Tevbe
Tasavvuf literatüründe önem verilen kavramlardan biri olan tevbe, kelime olarak itiraf, pişmanlık, dönmek, insanın işlemiş olduğu kötü fiilden pişmanlık duyarak, imkanı olsa bile bir daha yapmamaya azmetmektir.863
Çerhî’nin seyr ü sülûkta ilk makam olarak kabul ettiği tevbe,864 kulun nefsindeki zulmani unsurları giderip, ahiret azabından kurtulmasına vesiledir. Kişi, kendisine verilen sınırlı ömürde ölüm gelmeden önce tevbe etmelidir.865 "Kim güneş batıdan doğmazdan evvel tevbe ederse Allah onun tevbesini kabul eder.”866 hadisini nakleden Çerhî’ye göre bu hal, zahirî ve bâtinî kirlerden sıyrılıp varoluşa yeniden katılmadır.
Tevbe, kişinin kendini gerçekleştirme şuuruna ermesinde ilk adım olması açısından da önem arz etmektedir. Bu konumuyla seyr ü sülûk kapısını açan bir anahtar konumundadır. Kişinin yaptığı menfiyattan ötürü içinde duyduğu suçluluk duygusu ve beraberinde gelen tevbe, ondaki zulmanî unsurları giderip hidayete ermesine vesile olacaktır.867
Bireyi tevbeye yönelten iç âmiller kadar zahirî oluşumlar da önemlidir. Hz. Nuh’un gönderildiği ümmetin başına gelen belalar, o topluluğun yaptıklarının bir neticesidir.868 Benzer musibetler, diğer insanların da başına gelebilir. Bu gibi hadiseler musibet olarak değerlendirilebileceği gibi bireyin şuuraltını harekete geçirip ânî bir uyanma ile dînî yaşantıya yönelişe sebep de olabilmektedir. 869
Çerhî, tevbeyi ilk makam, sülûkun başlangıcında önemli bir merhale olarak kabul etmekle birlikte tevbeye devam, bireyin ömrü boyunca gereklidir. Zira insanın, fenâ ve bekâ mertebelerine ulaşması günah işlemeyeceği anlamına gelmez. Önemli olan, kişinin bilerek veya bilmeyerek işlediği hatalardan tevbe etmesidir.870 Bunun yanında Çerhî, sırf Allah rızası için yapılan tevbeye de atıfta bulunur ki, buna “evbe” adı verilmektedir.871 Hz. Peygamber’in; “Ben günde yüz kez tevbe ederim”872 hadisini bu çerçevede değerlendirmek mümkündür.
Sonuç olarak Çerhî’nin, tevbeyi üç farklı bağlamda ele aldığı görülmektedir. İlki, kişinin işlediği günahlardan pişmanlık duyup bir daha işlememeye azmederek tevbe etmesidir ki, ölmeden evvel bunu yerine getirmesi gerekir. İkinci basamak; kullukta derinleşmeye karar vermiş bir kimsenin atması gereken ilk adımdır. Bu, bir anlamda kişinin güzel hasletler kazanmaya gayret edeceğine de söz vermesidir. En üst derecesi ise, Hz. Peygamber’in uyguladığı tarzda olup, sırf Allah rızası için tevbe etmektir. Söz konusu derecelendirme, rûhî tekâmülün de bir tezahürü olsa gerektir.

b. Niyette ve Amelde İhlâs
Niyet, kelime olarak temâyül, amellerin dayandığı temel manasındadır. İhlâs ise, gösterişi bırakmak, ibadette riyayı terk edip samimi olmak anlamında Arapça bir kelimedir.873 Kur’an-ı Kerim’de farklı kalıplarda otuzun üzerinde kullanımı vardır.874
Tasavvuf terminolojisinde ihlâsa, Kur’an-ı Kerim’deki kullanımından hareketle, amel ve taatta Allah’tan başkasından bir şey beklememek, kalbi şüpheden arındırmak anlamı verilmiştir.875
Çerhî, Hz. Peygamber’in; “Şüphesiz ameller niyetlere göredir”876 hadisi gereğince fiillerde işlenen neticeden ziyade niyet üzerinde durur. Bu durumda kötü niyetle başlanan bir iş, iyi sonuçlansa da onun nazarında bir kıymet ifade etmez.877
Hz. Peygamber’in; “Kim ihlâslı bir şekilde lâ ilâhe illallah derse cennete girer” 878 hadisinden hareketle ihlâsın, kulun haramlardan uzak durması demek olduğunu belirtir.879 Zira “Hz. Peygamber’e (hadiste geçen) ihlâsın mânası sorulmuş, o da (s.); ‘İhlâs, kişinin kendisini haramlardan korumasıdır”880 cevabını vermiştir.881
İhlâsın zahirî yönü bulunmakla birlikte esas boyutu kişinin kalbini ıslah etmesi ve bâtını inşâdır. İhlâs olmadan fenâ makamına ulaşılamayacaktır.882 Zahirî ve bâtinî
açıdan böylesi bir şekillenmeyle ibadete yönelmenin, kişideki psikolojik etkilerine günümüzde de değinilmiş, kişide karakter gelişmesi, kötü eğilimlerden sıyrılarak kalbin ıslahı açısından önemi vurgulanmıştır.883
Bu çerçevede ihlâsla yapılmayan zikirden fayda sağlanamayacağı gibi zararı da vardır. Zira kim Allah der ve kalbi de Allah’tan gafil olursa, her iki cihanda da hasmı Allah’tır.884
Sonuç olarak iyi niyet, ihlâsı da beraberinde getirmektedir. İhlâsın bâtın ve zâhir şeklinde iki yönü olup ilki, kişinin kalbindeki kötü vasıfları düzeltmesidir. Diğeri ise amele tekabül eden menhiyattan uzak durma ve Hakk rızasını gözetmedir. İyi niyet ve ihlâs, kişide bir düşünce ve davranış kalıbı olarak teşekkül ettiğinde benlikteki kötü vasıflar giderilecek ve kulluk mertebesine ulaşılabilecektir ki neticelerinden biri istikamettir.

c. İstikamet
İstikamet, Arapça düzeltmek, bir şeyi bütün cüzleriyle birlikte doğrultmak manasındadır.885 Tasavvuf ıstılahında, taatta bulunup Allah’a isyandan kaçınmak anlamında kullanılmaktadır.886 Çerhî istikameti, zahirde şeriat hükümlerine riayet, bâtında ise mâsivanın kalpten nefyi887 olarak tanımlar. Mevlânâ’nın; “Ya olduğun gibi
görün ya da göründüğün gibi ol” ifadesi de, zahir ve bâtın dengesine işaret etmektedir.888
Zahirî ve bâtinî istikametin mahiyetine de değinen Çerhî, zahirin istikamette olmasını, dinin hükümlerine yani emir ve yasaklara büyüğü ve küçüğü ile riayet etmek şeklinde tanımlar. Bâtınî istikamet ise, hakikî imandır. Hakîkî iman Bahâeddin Nakşbend’in ifadesiyle; “Kalbi Allah’tan alıkoyan bütün fayda ve zararlardan temizlemektir”.889 Başka bir ifadeyle, kulun her anında Allah’a yönelmesidir. Kalbi diri tutmak buna bağlı olup, fuyûzât-ı ilâhî kişinin kalbine akar890 ve insan marifete erer.891
Çerhî Kur’an-ı Kerim’de geçen; “Rabbimiz Allah’tır deyip sonra istikamet üzere olanlar”892 âyetini, istikamet bağlamında, “Lâ ilâhe illallah” diyerek iman ile zahirî ve batinî açıdan dinin emirlerine riayet etmektir”893 şeklinde tefsir eder. Kul bu sözü söylediğinde kalbi düzelir, söyleyenin söz ve fiillerinde istikamet meydana gelir. Zahirinde ve bâtınında bunu gerçekleştirince de ebedî mutluluğa kavuşur.894 Buna göre kelime-i tevhid tahalluk yani dinin emirleri doğrultusunda hareket ederek zahiri ve bâtinî anlamda bir oluşumu da ifade etmektedir.
Çerhi’nin zahirî ve bâtinî istikamet şeklindeki yaklaşımı Kur’an-ı Kerim’de geçen; “İnsanlar yalnız “inandık” demekle hiç imtihana çekilmeden bırakılıverileceklerini mi sandılar”895 âyeti çerçevesinde de değerlendirilebilir. Buna göre Çerhî’nin işaret ettiği zahirî ve bâtinî istikamet aslında birbirlerinden ayrı şeyler olmayıp konunun anlaşılmasını sağlamada yapılmış bir sınıflandırmadır.
İstikameti gerçekleştirenlerin mükafatı ise, “…Onların üzerine melekler iner…”896 âyeti gereğince bu âlemden ayrıldıklarında rahmet meleklerinin inmesidir. Rahmet melekleri onlara; “…Korkmayın, üzülmeyin…”,897 dünya hayatının rahatından uzak durmanın neticesinde “…Size söz verilen cennetle müjdelendiniz...”898 derler. Bir sonraki âyetle açıklamasına devam eden Çerhî; “Biz dünya hayatında da, ahirette de sizin dostlarınızız. Orada size canlarınızın çektiği her şey var. (Bütün bunlar) çok bağışlayan, çok esirgeyen Allah’ın size lütfudur”899 âyetleriyle hasıl olacak neticeyi bildirir.
Çerhî, istikamet ile kerameti de kıyaslayarak Cüneyd-i Bağdâdî’nin “istikamet olmaya yönel, keramete değil”900 sözünü nakleder. “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol”901 ayeti de Müslümanların istikamet üzere olmalarına işaret etmekte ve Allah bizden keramet değil istikamet istemektedir. 902
Sonuç olarak; Çerhî’nin istikameti zahirî ve bâtinî istikamet şeklinde iki kategoride ele aldığını görmekteyiz. Kulun belli vakitlerde edâ etmesi gereken namaz, oruç, hac, zekat vb. ibadetler, dinin hükümlerine uyup nehiylerinden kaçınmak, istikametin zahirî yönünü teşkil etmektedir. Bâtınî istikâmet ise kulun kalbinde her an Allah’ın huzurunda olduğu şuurunun oluşmasıdır ki buna hakîkî iman demektedir. Çerhî’nin bu anlayışı çerçevesinde istikametin, kişinin her ânını kapsadığı, dolayısıyla yerine getirmesi gereken en önemli kulluk vecibelerinden biri olduğu anlaşılmaktadır.

d. Fakr ve Zühd
Tasavvufta önem verilen kavramlardan olan fakr ve zühd, aynı zamanda tasavvuf tarihinin ilk dönemlerine verilen bir isimdir.903
Dünyaya bağlanmamanın beraberinde getirdiği maddeye ve eşyaya bir tavır alış ve ruhu, mânâ âlemine hazırlama faaliyeti olarak nitelendirilebilecek zühdî hareket,904 tasavvuf literatüründe Allah’ın dışında dünya ve ahirete meyli terk etmek, helal olandan ihtiyaç miktarınca alıp şüpheli şeylerden kaçınmak anlamındadır.905 Bu kelimeye dünyaya sabır,906 dünyalığa buğzetmek, dünyanın rahatını, ahiretteki rahat için terk etmek gibi anlamlar da yüklenmiştir.907
Fakr ise fakirlik, yoksulluk anlamlarına gelen Arapça bir kelimedir.908 Tasavvuf terminolojisinde mâsivâdan hiçbir şeye gönül vermeyerek Hakk’ta fani olmak, Allah’tan başka hiçbir şeye ihtiyaç duymamaktır.909
Yakub-ı Çerhî, fakr ve zühd kavramlarını, yakın mânâlar ihtiva etmeleri
sebebiyle birlikte ele almıştır. Konuyla ilgili “sabırlı fakirler kıyamet günü Allah
Teâlâ’nın misafirleridir”910 rivayetini naklederek; “Allah’ın misafiri”nden kastın,
“mukarrebûn” olduğunu belirtir. Buna göre fakr iki kısımdır. Biri zühd de
denilebilecek ihtiyârî fakr, diğeri ise zorunlu fakrdır. Çerhî genel teâmülün aksine,
zorunlu fakrın, ihtiyârî fakrdan yani zühdden daha faziletli olduğunu belirtir. Onun
düşüncesindeki hareket noktası ise bu tür fakrın kula nispetle Hakk’ın seçimi olmasıdır.911
Çerhî’nin bu yaklaşımında, kişinin iradesini Hakk’ın iradesinde eritme anlayışının bir tezahürü görülmektedir. Kişinin varlıklı olduğu halde kendi isteğiyle zühde yönelmesi, ahlâkî kemâlât açısından güzel karşılanabilecek bir davranış olmakla birlikte, bireyin içinde bulunduğu maddî yokluğu kabullenip haline şükretmesi ile kıyaslandığında bunun kadar faziletli değildir.
Çerhî, fakrla ilgili Alâeddin Attâr’ın; “Kur’an’ın tamamı vücudu nefyetmeye işaret ediyor. Sünnete uymanın hakikati, mizaca muhalefettir” ifadelerine de yer vererek fakr olmaksızın zahir ve bâtının kemale eremeyeceğini belirtir.912 Vücudun nefyi ve mizaca muhalefetten maksat, kişideki nefsî temayüllerin terbiye edilmesidir.
Çerhî, fakra ağırlık verme sebepleri arasında Allah Teâlâ’nın fakir ve taliplere likâsının çokluğunu gösterir. Zahirde fakir ve zelîl birçok insan, aslında Allah’ın sevgili bir kulu olabilir.913 Abese Sûresi’nin sebeb-i nüzûlünden hareketle914 bu yorumda bulunan Çerhî, Allah indinde fakir ve âmâ biri de olsa, Hakk’ı talep eden kişinin, dünyalık itibar ve zenginliğe sahip birçok kişiden daha efdal olduğunu belirtir.
Benliğin inşasında dünyaya ve dünyalığa meyletmemenin önemi, tasavvuf yanında Hint mistisizmi, Hıristiyanlık gibi düşünce ve dinlerin üzerinde durduğu bir konu olmakla birlikte915 Çerhî, Allah’a vuslatta fakrı, zühde nispetle daha fazla önemser. Zahidle arif arasında kıyaslama yaparak “zahid her dem yüz hal ile karşılaşır, arifse her dem Şah’ın tahtı altındadır” ifadelerine yer verir. Zira zahid havf ve recâ ile arif ise aşk ve muhabbetle yol almaktadır.916
Netice itibariyle, Çerhî’nin fakr anlayışında kendine has bir orijinalite bulunduğunu söyleyebiliriz. Fakrı temelde ikiye ayırmıştır. İlki, maddî açıdan yoksulluktur. Çerhî, bunu da, kişinin isteğine bağlı fakr ve irade dışında zorunlu fakr şeklinde kategorize ederek, insanın iradesini Allah’ın iradesinde teslim etmenin tezahürü noktasında bilincine erilmiş ikinci tür fakrın daha üstün olduğunu belirtir.
İşaret ettiği diğer fakr ise, tasavvuf ıstılahında da genel kabul gören, kişinin sadece Allah’a muhtaç, gayrından müstağnî olup, nefsânî temayüllere kapılmamak anlamındaki fakrdır. Bu, seyr ü sülûkta ilerlemenin temel şartlarından biri olup amel yönü öne çıkan bir husustur.

e. Tevekkül
İslam düşüncesinde üzerinde çokça tartışılan kimi zaman yanlış anlaşılan konulardan biri de tevekküldür. Kelime olarak vekil edinmek, işinde Allah’a güvenip O’na itiraz etmemek anlamına gelmekt te olup917 sebeplerden uzaklaşarak918 işleri Allah’a havale etmektir. 919
Çerhî’nin bu kavrama yaklaşımı genelde diğer sûfîlerinkine benzer. Ona göre tevekkül iki kısımdır. İlki, niyetle bağlantılıdır. İyi niyetle hareket edip tedbir aldıktan sonra işlerin sonucu hususunda Allah’a tevekkül etmektir.920
İkinci tür tevekkül ise Allah’ın her şeyden haberdar olduğu düşüncesinden hareketle, nefsin tedbirini bırakıp her türlü korku ve endişeden sıyrılarak bütün işlerin O’na havale edilmesidir.921
Çerhî tevekkül düşüncesini; “De ki O çok merhametlidir. O’na inanmış, O’na tevekkül etmişizdir”922 âyeti çerçevesinde dile getirir. Bir önceki âyette; “De ki: Baksanıza, Allah beni ve benimle beraber olanları öldürse de yahut bize acısa da kafirleri elim bir azaptan kim kurtarabilir.”923 Buyrulmaktadır. Çerhî’nin burada işaret ettiği, bir anlamda Peygamberlerin ve havassın tevekkülüdür. Nitekim Hz. İbrahim ateşe atılırken Cebrâil (a.s.) gelmiş ve “bir ihtiyacın var mı?” diye sorunca o; “Senden gelecekse hayır” demişti.924 Söz konusu tevekkülün, Kur’an bütünlüğü içerisinde, iman bilinci ile anlaşılması zorunludur. Yoksa insan üzerindeki gerekli tesirlerden soyutlanır ve zararlı bir savunma mekanizması haline gelir.925 Çerhî, böylesi bir tevekküle, uzun çabalar sonrasında ulaşabileceğini belirtirken de bu duruma işaret etmektedir.

f. Sabır
Tasavvufî serüveninde, sâlikin kendinde gerçekleştirmesi gereken vasıflardan biri de sabırdır. Sabır, karşılık vermede acele etmemek, başına gelen belalara, sıkıntılara dayanmak anlamlarına gelir.926 Kur’an’da yüzden fazla yerde geçen sabır kelimesi,927 tasavvuf düşüncesinde takvânın alametlerinden kabul edilir.928
Çerhî bu kelimeye, kazaya şikayet etmeksizin razı olmak,929 münkirlerden gelen cefalara, Allah’ın yardımı gelinceye kadar katlanmak anlamını verir. Münkirlerden gelecek eziyetlere tahammülden maksat, onlara dini tebliğ ederken karşılaşılacak zorluklara sabırdır.930 Bu sebeple tahkikî ya da en azından taklidî imana erinceye kadar, onlardan ümidi kesmemek gerekir ki bu noktada Çerhî’nin “Rabbinin yolunda sabret”931 âyetini de referans aldığı görülmektedir.932
Çerhî’nin, aynı dine mensup kişilerin birbirleriyle yaşadıkları sıkıntılara atıfta bulunmaması dikkat çekicidir. Sabrı, dinin tebliği hususunda karşılaşılan zorluklar şeklinde tanımlamada Hz. Peygamber’i referans aldığı görülmektedir. Buna göre bir müslümana eziyet etmek söz konusu değildir ki sabredilsin.
Sabrı irşada hamleden Çerhî, irşad faaliyeti esnasında inkarcıların eziyetleri
karşısında bedduada bulunmamayı da sabrın bir tezahürü olarak kabul eder. Fasık da
olsalar, hiç faydalanmasalar da insanları doğru yola teşvikten, nasihatten geri durulmamalıdır.933
Nitekim Hz. Yûnus (a.s.), kavminin yola gelmesinde ümidini kesip onlardan ayrılınca934 balık onu yutmuş ve Yunus (a.s.) hatasını anlayarak “Senden başka tanrı
yoktur. Şanın ne yücedir, ben zalimlerden oldum”935 diyerek Allah’a yalvarmıştır. Bu sebeple marifet ehli kişiler Hz. Peygamber’in uyguladığı gibi, zor durumda kaldıklarında “Allah’ım! Kavmimi hidayete erdir, şüphesiz onlar bilmiyorlar”936 şeklinde niyazda bulunmalıdır.
Ancak, insanın böyle bir erdeme ulaşması eziyetlere iyilikle karşılık verme gibi hususlar kolay kolay gerçekleşmez. Kişi, geceleri yalnız başına kalmalı, ardından Kur’an kıraati ve zikirle meşgul olmalı, nefy-i mâsivâullah, Allah’a tevekkül ve kâinâtın yaratılış sebepleri üzerinde düşünmelidir. Bu uygulamaların neticesinde yüce bir makam olan sabra ulaşılabilecektir.937
Netice itibariyle sabır, insanlara dinin tebliğinde karşılaşılabilecek sıkıntılara tahammüldür. Bu, rahmetin bir tezahürüdür. Zira insana rağmen insanın iyiliği için hareket etmek, ulvî bir gayeye matuftur. Böylesi bir ulvî gayeye ise peygamberler ve onların vârisleri konumundaki marifet ehliyle ulaşılabilecektir. Peygamberler dışındaki insanların irfan sahibi olması ise nefse ağır gelecek uygulamalarla mümkündür.

g. Rıza
Kişinin ibadet ve ahlâkla ilgili kendine huy edinmesi gereken vasıflardan biri de rızadır. Rıza, kelime anlamı itibariyle hoşnut olmak,938 başa gelen kazaya karşı kalbin sürûru anlamında olup939 tasavvuf ıstılahında ihtiyarı terk,940 eline geçene sevinmeyip elinden gidene üzülmemek941 şeklinde değerlendirilmiştir.
Kemale ulaşmamın temel şartlarından olan kazaya rıza, neden ve niçini terk etmektir. Böylece kişi, Mevlânâ’nın; “Bende şevem”942 ifadesindeki gibi hakîkî manada kulluk şerefine erecektir. Keramet tacına ve insana verilen bu ten emanetine
riayet, kazaya rıza ile mümkündür.943 Burada kastedilen keramet tâcı, tasavvuf literatüründeki kerametten ziyade insana ikram edilen, bahşedilen yaşamdır.944
Çerhî’nin kazaya rıza konusunu, Hz. Musa’nın Firavun’a gitmesiyle ilişkilendirdiği görülmektedir.945 Allah insanı yaratmış ve ona birtakım sorumluluklar yüklemiştir. Bunların başında da Allah’ın dînini insanlara tebliğdir. Hz. Musa, kendisine verilen emir gereğince, her türlü tehlikeyi göze alarak Firavun’a gitmiş ve kendisine emredilen vazifeyi yerine getirmiştir. Buna göre Çerhî’nin, rıza halini bir amaç değil, gerçek mânâda kulluğun bir neticesi olarak gördüğü anlaşılmaktadır.

h. Şükür
Kelime anlamı ve tasavvuf ıstılahındaki kullanımı hemen hemen aynı olan şükür, nimet vereni itiraf, rububiyyetini ikrar ve senâ anlamlarına gelmektedir.946 Çerhî’ye göre kişi, O’nun verdiklerine şükrettiğinde Hakk’ın dostluğunu kazanır, sevgili kulları arasına girerek her iki cihanda da ebediyete ulaşır.947
Şükrün psikolojik yönü de bulunmaktadır. Birçok biyolojik yetersizliklerle doğan insan, yaşı ilerledikçe öğrenme kabiliyeti sayesinde bunların üstesinden gelirken, bâtinî cephesini teşkil eden ruhsal alandaki acizliği daha da fazla hissetmektedir. Sonluluk, ölümlülük, belirsizlik gibi eksiklikler, kişiye acziyetini hatırlatan unsurlardır. İşte kutsal varlığa şükür ve minnettarlık, insanın kendindeki bu eksikliği telafi için başvurduğu yollardan biridir.948
Kur’an-ı Kerim’de besmeleden sonraki ilk kelime olan “hamd”949 dan hareketle şükür ile dostluğu ilişkilendiren Çerhî’nin, hamd ve şükrü aynı anlamda kullandığı görülmektedir. Rızkın Allah’tan geldiğini şuur halinde kavramak da bu kapsamda değerlendirilebilir. Dolayısıyla şükür, her şeyi yaratan ve yaratıldığı şuurunu insana veren Hakk Teâlâ’ya bir kulluk borcu ve bu bilincin göstergesidir.950
Hakk’dan gelen nimetler, bâtinî ve zahirî şeklinde ikiye ayrılabilir. Mun’im’i bilip ikrar etmek, bu nimetlerin zevalini de önler. Aksi durumda zahiri nimet kıtlığa, bâtinî nimet olarak nitelendirilen rahmet ise zahmete dönüşecektir. 951 “Andolsun şükrederseniz elbette size (nimetimi) daha fazla veririm ve eğer nankörlük ederseniz azabım pek çetindir”952 âyeti de bu gerçeğe işaret etmektedir.
Sonuç olarak şükrün; kalp, dil ve amel şeklinde üç boyutundan söz edilebilir. Kalbin şükrü, yaratılmışlığın, acizliğin idrakidir. Dilin şükrü, bu idraki söylemektir. Şükrün amel boyutuna dökülmesi ise hayatın her anında dinin hükümleri doğrultusunda hareket etmektir. Bu tarz bir yaklaşım şükrün, insanın inşasında sahip olduğu önemli konumun da bir göstergesidir.

ı. Dua
Kutsallık atfedilen bir varlığa inanma, dua ve ibadet etme veya herhangi bir varoluşu saygıyla yüceltme gibi bir takım eğilimler, insanın doğuştan getirdiği nitelikler arasında yer almaktadır. Bu sebeple varoluşla ilgili sorgulamalar, insanı kutsal olanla ilişkiye, dolayısıyla duaya yönelten başlıca nedenlerdendir.953 Bu konumuyla ilkel insan için duanın anlamı, medenî insandan çok farklı olmayıp dua, insanın fıtrî ve vazgeçilmez bir eğilimidir.954
Kur’an-ı Kerim’de yirmi kez geçen955 ve Arapça isteme, çağırmak, seslenmek, yalvarma, Allah’ın yüceliği karşısında kulun aczini itiraf etmesi manasına gelen dua kelimesine956 Çerhî, kulun, acziyetinin farkındalığıyla Hakk’a niyaz etmesi anlamını verir.957
Duanın, olmazsa olmazlarından biri ihlâstır. Çerhî, dualarındaki hâlisâne niyeti dolayısıyla, ilâhî yardımı bizzat müşahede ettiğini belirtir.958
Her namazda tekrar edilen; “Bizi doğru yola ilet”959 âyetinde belirtilen hal arzulandığında Allah, kulunun bu duasına icabet edecektir. Çerhî, mutasavvıflardan naklen “kemal talepte ve talep kemaldedir”960 ifadelerine yer vererek, bunu velâyet kavramıyla ilişkilendirir. Ona göre talepte kemale ve kemalde talebe erenler, Allah’a dost olmayı arzulayanlardır.961 Kanaatimizce, “talep” kelimesiyle ilk kastedilen genel anlamdaki duadır. Allah’a dost olmak gibi bir arzu, yapılabilecek duaların en güzeli olduğu için kemale ermenin yolu onu talep etmekten geçmektedir. Bu talebinin tezahürü olarak kişi, kendisini böyle bir yola yönlendirip çaba harcadığında, yani kemalât yolunda ilerlediğinde talebine ermiş olacaktır. Böylece “taleple kemale erenler” kategorisine girecektir. Çerhî’nin bu yaklaşımı, tasavvufta ilâhî aşkın ağırlık kazanarak sevgiliye yönelmenin bir neticesidir.962
Çerhî’nin bu yaklaşımın, günümüz Din Psikolojisininde meseleye dikkati çektiği güdülenme kavramını çağrıştırmaktadır ki963 buna samimiyet de diyebiliriz. Bu şekilde ifa edilen dua ile ilâhî enerjinin etkisi, ruhun ihtiyaçlarını karşılamaya, korkularını yatıştırarak bir tür sinerjik desteğe ve bu yolla dış dünyayı değiştirmeye koyulmaktadır.
Bu açıdan bakıldığında, kişinin Allah’la iletişimi günün her ânına yayılmaktadır. Kul, gece teheccüde kalkmasından, akşam yatıncaya değin gündelik bütün işlerinde dua halinde bulunmalıdır. Okunacak dualar, bireydeki kulluk bilincini geliştirecektir.964 “De ki: Duanız olmazsa Rabbim sizi ne yapsın”965 âyeti ve Hz. Peygamber’in; “Dua, ibadetlerin özüdür”966 hadisi, kişinin Allah’a kurbiyeti ile dua arasındaki paralelliğe işaret etmektedir. Ayrıca, devamlı abdestli bulunmak ve abdest esnasında okunan dualar bu noktada önemli bir fonksiyona sahiptir. Zira Hz. Peygamber’in de buyurduğu üzere kişi yıkadığı uzuvlarıyla işlediği günahlardan arınmaktadır.967
Çerhî’nin bu yaklaşımı, duanın insanın karakterini yansıtan yönüne de işaret etmektedir. Yukarıda geçen âyet, insanların Hakk katında duaları nispetinde değeri oluşuna da işaret etmektedir. Ancak dualarda bir de kalite unsuru vardır. Çerhî’nin bu anlayışına göre en güzel dua, Hakk’ın dostluğunu istemektir. Duadaki ihlası doğrultusunda kişi amelde bulunarak kemale erer.
Çerhî, Mesnevî’de geçen Şeyh Dekûkî’nin kimliğine kısaca değindikten sonra968 tevekkül ve dua ilişkisine de işaret ederek; “İşleri Hakk’a havale edip ilâhî hükümlere, ezeldeki kaza ve kadere teslim olmak azimettir” der.969 Bu düşüncesindeki hareket noktası ise Hz. İbrahim’dir. Hz. İbrahim mancınıkta iken Cebrail ona “Bir isteğin var mı?” demiş, Hz. İbrahim de, “Senden gelecekse hayır” cevabını vermiştir.970 Çerhî’ye göre bu teslimiyet makamıdır. Bu tarz bir tevekkülü azîmet olarak değerlendirirken, duada bulunmayı “ruhsat” kapsamında ele alır.971 Kur’an-ı Kerim’deki “Rabbiniz buyurdu ki, bana dua edin duanızı kabul edeyim”972 âyeti de duada bulunma ruhsatına işaret etmektedir.973
Buna göre Çerhî’nin, duayı çaresizlik ve mahrumiyet gibi durumlarda Hakk’a yönelişten ziyade,974 minnettarlık ve şükrün ifade biçimi975 olarak kabul ettiği görülmektedir.976
Sonuç olarak, Çerhî’nin duayı iki kategoriye ayırdığı anlaşılmaktadır. İlki, müridin, ahlâkının güzelleşmesi yolunda yaptığı ve daha ziyade kendini ilgilendiren duadır. Diğeri ise belli bir manevî hal içerisinde bulunan kişinin, bırakın kendisi için dua etmesini, halkın maslahatı noktasında Hakk’tan bir talepte bulunmasını bile ruhsat kapsamında değerlendirdiği duadır. Ancak buradan, duanın terki gibi bir sonuç çıkarılmamalıdır. Zira insanın içinde bulunduğu manevî hale bağlı olarak sadece niyazın mahiyeti değişmekte, dua Allah’ı övmeye hasredilmektedir.

i. Edeb ve Tevâzû
Tasavvufta üzerinde en çok durulan kavramlardandır. Tasavvufun edep merkezli tanımları da bu kavrama verilen önemin bir tezahürüdür. Arapça her söz ve fiilde güzel muamelede bulunmak anlamındaku edep,977 kişinin haddini bilmesi olarak da yorumlanır.978
Tevâzû ise, sözlükte alçak gönüllük mânasına gelmekte olup979 tasavvuf ıstılahında, müşahede halindeyken Allah’ı zikrin ve O’na rızanın kemali, O’nun huzurunda kalbin itirazı terk etmesidir.980
Dervişin Allah’a yönelişinde uyması gereken âdâbın en önemlisi, başına gelen harikulade hallerle mağrur olmamasıdır. Aksi durum, tâatin kabul edilmediğinin alâmetidir. Bu sebeple derviş, himmetini âlî tutmalı ve Hakk’ın iltifatını beklemelidir. Çerhî, bu konuda; “Biz her ne bulduysak himmetimizi âlî tutmakla bulduk” der.981 Tezellülün ifadesi olan ibadet ve sonrasında meydana gelen vakıata gururlanmak tezattır. Çerhî bu duruma işaretle, kişinin yaşadığı haller sebebiyle mağrur olmasını, tâatın kabul edilmemesinin alâmetlerinden saymaktadır.
Tevâzû, belli bir ölçü içinde olmalıdır. Zira Çerhî’ye göre “hakim olmakla yükselme, başını eğmekle olgunlaşma olmaz.” Diğer insanlar arasında tevazu sahibi imiş gibi görünüp onların saygı ve hürmetini kazanmaya çalışmak hoş bir tavır değildir. Nitekim Hz. Ömer, bir gün başını eğip hiç kimseye iltifat etmeyen bir adam görünce ona; “Ey adam boynunu kaldır!” der. Çerhî bunu, “meclistekilerden hiç kimsenin onun halini bilmesi gerekmez” 982 şeklinde açıklar.
Böylesi yapmacık bir tevazu, kişideki rûhî olgunluğun bir tezahürü olmadığı gibi, Allah’tan ziyade insanların saygısını kazanmaya yönelik bir tavırdır. Her ne kadar ahlâk, büyük ölçüde çocukluktan itibaren anne-baba ve çevrenin olumlu ya da olumsuz tavrına yönelik olarak geliştiriliyorsa da insanın ömrü boyunca hep başkalarının bekleyiş ve tepkilerine göre davranışlarda bulunması, zihnî açıdan da pek gelişmediğinin göstergesi olarak kabul edilebilir. Zirâ rûhî ve zihnî olgunluğa eriştikçe, vicdan denilen iç kontrol mekanizması devreye girmekte ve bireyi başkalarının tepki ve beğenisi yönündeki çabaya göre hareketten ziyade, ahlâkî tutarsızlıktan kurtarmaya yöneltmektedir.983 Kaldı ki aksi bir tutum, insanların saygısından ziyade tepkisini çekmektedir. Bu noktada tasavvufun içinden bir zümre giyim-kuşam, tekke vb. hususlarda halktan ayrılmayı bile hoş görmemiş hattâ daha da ileri giderek, yaptıkları hayrı gizleyip kötülükleri açıklamak, kendilerini halka kınatacak tarzda hareketler de bulunmak gibi uygulamalara gitmişler, bu görüşe mensup kimseler zamanla Melâmetiyye984 diye adlandırılmışlardır.
Tevâzûu bu şekilde sınırlandıran Çerhî, diğer bir ölçü olarak, “sufî kâin ve bâindir” prensibini ileri sürer. Yani sûfî hem gizli hem de âşikardır. Bâtınında Hakk, zahirinde halk iledir.985 Çerhî’nin yaklaşımı, Kelimât-ı Kudsiyye arasında geçen ve tarikatın temel prensiplerden halvet der encümenle bağlantılı olup söz konusu prensibe tevâzû boyutunu da katmaktadır.

Çerhî, aşağıdaki beyti bu çerçevede terennüm etmiştir;
Melekût âlemine âşinâ, zâhire bigâne ol
Bu türlü hoş aydınlık cihanda zor bulunur. 986

Beytin yorumuyla ilgili Çerhî; “Bu yolun erleri, himmet ve nazarla ilerlediler. Bu sebeple geçtikleri yolda hiçbir iz yoktur” der. Melekût âlemine âşinâlık, kalpte rikkat ve inceliği beraberinde getirir. Bu sebeple onlarda görülen edeb ve tevâzû, zorlama bir tavrın değil yaşadıkları halin tabîî bir sonucudur. Çerhî, bunu kendi yaşamında da uygulamış, ilmî toplantılarda o kurallar çerçevesinde hareket etmiş ve tasavvufî yönünü ön plana çıkarma çabasına girişmemiştir. Konuyla ilgili “kul sıfatsızlığa erdiğinde, özellikle zahir ehlinin, onu tanıması zordur” sözü dikkate değerdir.987
Bireyin kendine atfettiği sıfatlar, aslında onu kendinden ve toplumdan uzaklaştırabilmekte, yapay bir tevazuya büründürebilmektedir. Nietzsche’nin hiçliği arzulamasındaki nedenlerden biri de budur. Nietzsche, sonuçta ateizm gibi bir uç noktaya gitmektedir. Tasavvufta ve Çerhî’de kastedilen sıfatsızlık ise kulun Yaratıcısı ile arasında perde olan benlik duygusundan fenâ ve Hakk’ın sıfatlarıyla vasıflanmaktır. Bu sebeple kişi, içinde bulunduğu anda yaptığı işle meşgul olmalıdır. İlim adamıyla ilmin kuralları çerçevesinde münasebet içinde alışverişte ise dürüst bir tüccar olmalıdır.

j. Takvâ
Kelime olarak sakınmak, korunmak manalarına gelen takvâ,988 tasavvufun olduğu kadar din psikolojisi ve bir şekilde felsefenin de ilgi alanına girmektedir. Takvâ insanın, nefsini mağlup etmesi, kör iştah ve arzularına gem vurarak onları ilâhî iradenin kanunlarına itaat etmeye zorlamasıdır. Eski Yunan’da bile Stoacılar “Askisis” adı altında bir ahlâkî metodu, manevî idman olarak kullanmışlar ve bunu insanın kendi içgüdülerine hakimiyet sağlayıp ihtiraslarını öldürme yolu olarak anlamışlardır.989
Kur’an-ı Kerim’de bu kalıpta on yedi, türevleriyle iki yüz elli yerde geçen takvâ kelimesi,990 tasavvuf ıstılahında şer’an yasaklanan şeylerden uzak durmak,
kalbinde Allah’tan başkasına yer vermemektir ki bu, sülûkun da gayesidir.991 Söz konusu kavramın uygulamaya dönük yönlerinden olan kalbin takvâsı, Allah’a tâatta gayret ve nefsin arzularına muhalefet; ibadette takvâ ise ihlâslı olup Allah’a isyandan uzak durmaktır.992
Çerhî, takvâyı, hükümler konusunda kalbe rücû etmek şeklinde tanımlar. Başka bir ifadeyle kalbe uygun gelmeyen bir hususta başkalarının vermiş olduğu fetvalarla bile amel etmeyip vicdanın sesini dinlemektir. 993 Çerhî burada, insanı ahlâklı kılan temel vasıf konumundaki vicdan ile takva arasındaki ilişkiye vurgu yapmaktadır. Freud’un ileri sürdüğü suçluluk duygusu ile kötü davranış arasındaki ters orantı, Çerhî’nin yaklaşımından pek farklı değildir. Zira Freud’a göre insan ne kadar dürüst ve namuslu ise vicdanı da o kadar kuvvetli olur. Dolayısıyla en muttakî insanlar, en kuvvetli vicdan sahipleridir.994
Bu tarz bir takvâ, kişinin gündelik hayatından, bâtınını inşâya kadar geniş bir yelpazeyi kapsamaktadır. Hz. Peygamber (s.)’in; “Sen yine de kalbine danış”995 hadisi, Çerhî’nin yaklaşımındaki hareket noktalarındandır. Hz. Peygamber (s.)’in bu hadisi çerçevesinde takvâ sahibi olmak kişinin çoğu zaman farkında varmasa da fıtratında vardır. Kendini aşma olarak da nitelendirilen bu güdünün nedeni, insanın anlam kazanma arzusudur.996 Böylece takvâ, kişinin yüce hedeflere ulaştıran bir köprü vazifesi görmektedir.
Çerhî’nin, kalbe uygun gelmeyen bir hususta vicdanın sesine kulak verilmesini savunduğunu belirtmiştik. Burada Çerhî, iyi bir davranışın sebebini kuvvetli vicdana dayandırma yanında, takvâyı oluşturan zahirî unsurlara da değinir. Bu zahirî unsurların en önemlilerinden biri abdest ve sürekli abdestli bulunmaktır.997 Çerhî’nin düşüncesindeki hareket noktası yine Hz. Peygamber (s.)’in; “Ancak mü’min abdestte daimdir”998 hadisidir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de geçen “orada temizlenmeyi seven insanlar vardır. Allah da temizlenenleri sever”999 âyeti, abdestli bulunmaya işaret etmektedir. Aynı âyet içerisinde geçen, “takvâ üzere kurulan mescit”1000 ifadesi de abdest ile takvâ arasındaki ilişkiyi göstermektedir. Sahabe, bu âyet gereğince Rasûlullah’ın Medine ve Kuba Mescidi’ne temizlenerek gelmişlerdir. Allah Teâlâ, bu şekilde kendilerini pislikten temizleyenleri dost edinir. Allah’ın dostluğunu kazanmak ise en yüce saadettir.1001
Takvânın, kişinin davranışlarıyla gelişen bir vasıf olması hasebiyle abdest, takvâ hânesine giren bir anahtar niteliğindedir.1002 Kişiyi zahiren temizlemenin yanında bâtındaki kötü hasletleri de gidermektedir. Böylece zahir ve bâtın bütünlüğü sağlanmaktadır.

k. Sâlikin Uyması ve Kaçınması Gereken Diğer Vasıflar
Çerhî bireyin sınırlı ömründe kötü yönlerini temizleme yolunda çaba sarf etmeyip1003 fıtratındaki iyilik ve doğruluğu körelttiğinde, kendisine yabancılaşacağını belirtir. Zira Allah’tan gafil halde geçirilen en küçükâna bile kişi, bir daha ömrü boyunca ulaşamayacaktır.1004 Günümüzde kişisel gelişim alanındaki çalışmalar da bu duruma dikkat çekerek, anın farkındalığına ulaşmanın neticesinde, kişinin duygularına dikkat etmek suretiyle kendine yönelik sınıflandırma ve sınırlamalarının farkına varacağını, böylece kendisini keşfederek tepki ve hoşnutsuzluğunun kökenine ineceğini ileri sürer.1005
Çerhî, ahlâkî olgunlaşmaya bireysel bazda yaklaşmanın yanında bu tekamülün topluma yansımalarına değinirken bir anlamda ahlâk felsefesi de yapar. Kur’an ve hadisler çerçevesinde sâlikte bulunması gerektiğini ileri sürdüğü ahlâkî vasıflar ferdî,
sosyal ve dînî ahlâk çerçevesinde uyulması ve kaçınılması gereken vasıflar şeklinde değerlendirilebilir.
Sâlikin gözetmesi gereken temel husus kalp tasfiyesidir. Aksi takdirde kalp, Allah’ın sıfatlarını yansıtan bir ayna olamaz. Çerhî’nin “beşeriyete ait paslar” olarak nitelendirdiği insanlara ait kederler, geçici meşguliyetler, bedene ait engeller kalpten temizlenmesi gereken hususlardır.1006 Bunun yanında kişi, va’z ve nasihatte bulunduğu ahlâkî davranışları bizzat kendisi de yerine getirmelidir.1007
Kalp tasfiyesinin temelinde ferdî ahlâk bulunmaktadır. Sâlikte bulunması gereken, aksi halde imanda noksanlığa delâlet eden vasıflar arasında sadakat,1008 feraset sahibi olmak,1009 azı isteyip azla yetinmek ve hiçliği arzulamak,1010 bâtıl ve malaya’nîden uzak durmak gibi hususlar yer alır.1011 Fert olarak sâlikin kaçınması gereken noktalar ise haksızlık, yalan, zina, kin, cimrilik,1012 hiç kimseyi hakir görmemektir. Zira Allah Teâlâ’nın fakir ve tâliplere likâsı çoktur. Zahirde fakir ve zelîl birçok insan, aslında Allah’ın sevgili kulu olabilir.1013 Hz. Peygamber’in; “Ben kalbi kırıkların yanındayım”1014 hadisi de bu gerçeğe işaret etmektedir.
Ayrıca birey, şeytanın ve nefsin vesvesesine kanmamalı, mağrur olmamalıdır.1015 Hasetten,1016 dünyaya bağlanmaktan, makam ve saltanat sevgisinden1017 kaçınmalıdır. Dünya lezzetlerinden haram yoldan faydalanma,kibirlenip böbürlenme de ahlâk-ı zemîme arasındadır.1018 Kişinin, bırakın fiiliyata geçmeyi, zihninde bile birinin malına, ailesine hıyanet düşüncesi bulunmamalıdır.1019
Çerhî, ahlâk-ı zemîme arasında saydığı cimriliğe özellikle değinir. Bütün
uzuvları verilmesine, kendisine kerem ve lütufta bulunulmasına rağmen kulun cimrilik
etmesini Allah’a kullukla bağdaştıramadığını söyler. Zira fakiri gönderen Allah’tır.1020
Fakir, Allah’ın cömertliğine güvendiği için karşısındaki şahıstan bir şey istemeye gelmektedir.1021
Sosyal ahlâk kapsamında değerlendirilebilecek emir ve yasaklar arasında emanet, 1022 başkasının kusurunu araştırmak, söz taşımak, halka düşmanlık sayılabilir.1023 Çerhî’nin sakınılmasını gerektiğini belirttiği bir diğer husus, her şeyi mubah gören bid’at ehli ve ehl-i dünya ile ülfet peyda edilmesidir. Bu durum, inkar ve dinin hükümlerine muhalefetin önüne geçmeye engel teşkil edebilir.1024 Ayrıca, “ey inananlar, size fâsık bir adan bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın”1025 âyeti gereğince bid’at ve dalâlet ehlinin getirdiği haberlere itimat edilmemeli,1026 haram yiyenlerden uzak durulmalı,1027 ibadetlerde riyadan kaçınılmalıdır. Ayrıca laf taşıma, haksızlıkta bulunma, zalim sultan ve ümeraya yardımcı olma, bireyin sosyal ahlâkta kaçınması gereken hususlar arasındadır.
Dînî ahlâk çerçevesinde değerlendirilebilecek konular arasında; müridin, seyr ü sülûkta ne kadar ilerlerse ilerlesin, yine de peygamberlerdeki ismet sıfatı kendisinde bulunmadığının şuurunda olması zikredilebilir. Bununla birlikte kul, her ne günah işlerse işlesin, pişman olduğunda affolunacağı ümidini de içinde taşımalıdır.1028 Kur’an-ı Kerim’de zemmedilen bu vasıflara sahip kimseler, dünya ve ahirette rusvây olacaklarını bilmeli ve hareketlerini ona göre düzenlemelidir.1029 “Kim ahireti ister ve inanarak ona yaraşır biçimde çalışırsa, öylelerinin çalışmalarının karşılığı verilir”1030 âyeti gereğince bu visali arzulamayıp istek derdinden mahrum ve pis dünya ile meşgul olanlar, karar ve itmi’nan bulamazlar gerçek Sevgiliye visali ve ebedî saflığı istemezler.1031
“Andolsun, cehennem için de birçok cin ve insan yarattık ki kalpleri var, fakat anlamazlar; gözleri var, fakat görmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir, hattâ daha da sapıktırlar. İşte gafiller onlardır.”1032 Bu tarz insanların dalâlette olmalarının sebebi, akıl ve idrak kabiliyetleri olduğu halde O’na kavuşmayı arzulamamaları, O’ndan başkasına yönelmeleridir.1033 Her ne isteniyorsa Hakk’tan istenmelidir. Hiçbir zaman taattan geri kalınmamalıdır. Ameli değil, ameli mülâhazayı terk etmelidir.1034
Netice itibariyle, insan sosyal bir çevrede yaşamaktadır. Bu konumuyla, içinde bulunduğu çevreyi etkiler ve ondan etkilenir. Beşerî ilişkiler ise güven temeli üzerine oturmaktadır. Dolayısıyla ahlâkın ferdî, dînî ve sosyal yönü, bireyin kendisi ve toplum açısından üzerinde önemle durulan hususlardır. Bu noktada yalan, iftira gıybet, cimrilik, kibir, gösteriş haset gibi davranışlar, insanların sağlıklı ilişkiler kurabilmesinin de önünde bir engeldir.
Bu durumda kalp, seyr ü sülûkla kötü sıfatlardan temizlenip, güzel vasıflarla bezenmektedir. Kalb-i selîme ulaşan sâlik her iki cihanda da kurtuluşa erecektir.1035 Zira Kur’an-ı Kerim’de, “o gün ne mal, ne de oğullar fayda verir. Ancak Allah’a sağlam ve temiz kalp getiren (fayda görür)”1036 buyrulmaktadır.1037

Çerhî bu noktada;
Gönül hanesini korumak üzere, gayrından hâlî ettim
Ki senin gayrın bu sarayda halvete layık değildir.1038
beytine yer verir.

KAYNAK:
Dr. Ahmet Cahid Haksever, 15. YÜZYIL BİR TÜRK SUFİSİ: YAKUB-I ÇERHÎ (Doktora Tezi)
(Ankara-2005)


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 14 mesaj ]  Sayfaya git Önceki  1, 2

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 3 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye