Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 3 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: Bir Ülkücünün Romanı: "Kendini Unutan Adam"
MesajGönderilme zamanı: 29.06.11, 09:59 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 20.05.09, 11:50
Mesajlar: 69
Bir Ülkücünün Romanı: "Kendini Unutan Adam"

Aydil Erol


15 Nisan 2011

Resim

“Kendi gönlümün derdi billâh gelmez yâdıma” sözü onun için söylenmiş sanılır. Serden, anadan, atadan, yârdan geçip kendini unutan; biraz kırık, biraz buruk, lâkin dolu, dopdolu olan…
Zor adam yetiştiren, kolay harcayan camiada kendisi için yaşamayan, hiçbir zaman kendisini düşünmeyen, hayatı baştan sona gerçek olan, fakat “romanlaşan” bir hayat, gerçekleşen bir roman olan insan…
Yalnız Allah’tan korkar. Gönlündeki millet sevgisinden başka bir zenginliği yoktur. Kimseden hiçbir şey istemez ve beklemez; yaşamakla ölmek arasında fark görmez.
Onun için: “Bekletilmeye alışık değildir; hayattaki en büyük lükslerinden biri siyasette ve bürokraside hiçbir kapıda bekletilmemiş olmasıdır.”denir.

Ömrü boyunca feragatin, fedakârlığın, hasbîliğin, dâvâ arkadaşlarına karşı tevazu; din ve millet düşmanlarına karşı vakarın timsali olarak yaşamıştır. İnandığı kutsal değerler ve Türklük için yapmayacağı fedakârlık yoktur. O, sessiz ve şöhretsiz bir kahramandır. Onun bu hâli Akif’in: “Sessiz yaşadım kim beni nerden bilecektir” mısrasını hatırlatır. Herkesten alacaklıdır ama kimseye borcu yoktur. Hepsinden de önemlisi: Dâvâsından kazanmamış, dâvâsına kazandırmıştır… “Kendini Mamak’a adayan adam” olarak nitelendirilmiş, ‘Dışarıda’, içerdekilerden daha fazla çile çekmiştir…
İnandığı gibi yaşamış ve inandıklarından hiç mi hiç taviz vermemiştir. Altmış yedi yılda beş yüz yıl yaşamış, altmış yedi yılda beş yüz yılın yükünü çekmiştir. Milletinin tarifini “Hakka tapan” diye bilendir; varlığını Türk varlığına armağan edendir. Çocukluğunda kucaksız, oyuncaksız; delikanlılığında atsız, pusatsız kalabilmiştir ama, bayraksız olamamıştır… Bütün çareler tükenince onun gölgesine sığınmış, üşüyünce aydınlığında ısınmış, yan gözle bakanların gözlerini oymakla, selâmlamadan uçan kuşların yuvasını bozmakla suçlanmıştır.

Kuranlı yaşamış olan bu insan, Kuransız ölemezdi.
Nazik olmasına nazik, kibar olmasına kibardır; lâkin her zaman on ikiden vurduğu eleştiri oklarını atarken de hatır gönül dinlemez. “Dış Türklere rağmen Turancı olan” ona göre: “Türk milliyetçiliğinin bir tek meselesi vardır: O da Türk milliyetçileridir!..”

O koskoca Galip Erdem’i, o küçücük vücuda nasıl sığdırdığını akıllara sığdırmak mümkün değildir. Zor yazdığı söylenilen “Mektuplar”ıyla her şeyi söyler, hem de hiç kimseye zarar vermeden. Bazen “Mektuplar” yazar, bazen de “Mektuplar” alır; yazmasının da zevki başkadır, almasının da. “Mektuplar”ını gözü gibi kollar, bir ananın yavrusunun üzerine titreyişi gibi titrer. Yeni başladığı gazetedeki ilk “Mektup”unun ilk cümlesi şu olur: “Burada inandığım her şeyi yazamayacağım, ama inanmadığım hiç bir şeyi de yazmayacağım.” (Bu sözleri, dışardan güdümlü, AB’ye, ABD’ye bağlı yazar-bozar taifesine ders olur mu, bilinmez!..)

Osman Oktay’ın “Bir Ülkücünün Romanı – KENDİNİ UNUTAN ADAM” (2004)’ı, M. Emin Erişirgil’in “Bir Fikir Adamının Romanı, Ziya Gökalp, 1951), “İslâmcı Bir Şairin Romanı, Mehmet Akif, 1966); Tahir Alangu’nun “Bir Ülkücünün Romanı, Ömer Seyfettin, 1968), (Bir çoklarının gözünden kaçan bu eserin ikinci baskısı bakalım ne zaman yapılacak?..), Ergun Balcı’nın “Nevzad Atlığ” (Nevzat değil!..), (2005) adlı eserleri türünden bir kitap.

Son derece rahat ve zevkle okunan bir eser. Diğerkâmlığın (özgecilik, altruism) sözlük sayfalarında kalan ölü bir kelime değil, 67 yıllık bir ömrün her dakikasıyla, her saniyesiyle, her salisesiyle şaheser örneklerinin yaşandığının canlı belgesi…

“İkinci Peyami Safa” diye anılan Galip Erdem’in yaşayışından, kısacası: Pervasızlığından, malı şöyle dursun dünyayı bile umursamayışından, nâmerde değil, merde bile eyvallah demeyişinden, keskin kaleminden, kıvrak zekâsından, güzel Türkçesinden, çocuklara sevgisinden, hanımlara saygısından, kimseye küsmeyişinden capcanlı örnekler… (Marifet, “İkinci Peyami Safa” dedirtmektir; yoksa onun “Objektif”ini aparıp Çekiç Güce, bilmem neye yalakalık yapmak değildir!!!) “Erdem her zaman ‘Galip’tir!..” diye yazan Suphi Saatçi haksız mıdır?..

Bu çalışmasından ötürü Oktay’ı kutlularken, bu tür eserlerin örneklerinin (Nihâl Atsız, Arif Nihat Asya, Basri Gocul, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, A. N. Tarlan, Saadettin Arel, Hulusi Behçet, Zeki Velidi Togan vb.) çoğalmasını diliyoruz.

“Galip Erdem” bu!.. “Galip Abi” bu!.. Öyle, 342 sayfalık bir eserde anlatabilmek ne mümkün!.. Osman Oktay’ın okyanusu fincana sığdırma gayretini alkışlarla karşılamamak elde mi?.. Kalemine nur yağsın, demekten kendimizi alamıyoruz. “Ecdâd”a lâyık yayınlarıyla tanınan Ahmet (Hoca) Doğan’ı da koordinatörlüğünden dolayı kutluluyoruz. Bu arada yeri gelmişken bir hatıramızı anlatmamızın hoş görülmesini isteriz: İstanbul-Beyazıt’ta bir nişandaydık. Nişan başlayacağı sıra elektrikler kesilmesin mi!.. Biz, hayıflanırken, homurdanırken bir de baktık ki Çayda-Çıra ekibi… Homurdanmalarımız, hayıflanmalarımız hayranlığa dönüştü. Evet, Galip ağabeyimizin nişanı kalipsoyla, malipsoyla değil, “Çayda çıra/Islandı çayda çıra/Elâzığ’ın oyunu/Güzelim Çayda-Çıra” diye horyat yazılan o güzelim oyunla başlamıştı… Devr-i dilârâ-yı Tayyiiib’de nişanlanacak, evlenecek cesareti gösterebilenlerin dikkatlerine sunulur.

Genç yaşta yitirdiğimiz (1956-2002) inşaat mühendisi, tekstilci, hikâyeci, can kardeşim Nahit Yücel için yazdığım yazının (Bamteli, Ufuk Ötesi yay. 2005) son paragrafının ilk iki kelimesini değiştirip tekrar etmek isterim: (Galip Abi) gibi bir güzel insanın benim rahmet dilememe ihtiyacı olduğunu sanmıyorum… Zira onun Uçmağa çoktan vardığını, nurlar içinde yattığına inanıyorum…

*Yeni Avrasya Yayınları,(YAYINEVİ KAPANMIŞTIR)

KAYNAK: http://www.haberhareket.com/kultursanat ... n-adam.htm
-------------------------------------------

İsteme Adresi: osmanoktaytr@gmail.com


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Bir Ülkücünün Romanı: "Kendini Unutan Adam"
MesajGönderilme zamanı: 30.06.11, 16:36 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 28.09.10, 13:01
Mesajlar: 166
Galip Erdem

(10 Mart 1930 - 12 Mart 1997)


Galip Erdem, 10 Mart 1930'da Rize'nin Fındıklı ilçesinde doğar Fındıklı 1954 yılına kadar Artvin iline bağlı, eski adı "Viçe olan, onbin nüfuslu şirin bir ilçedir.

Galip Erdem, Fındıklı'da "Ofluoğlu,, adı ile bilinen bir ailedendir. Babası, nahiye müdürlüklerinde bulunmuş Rasim Bey, annesi Pehlivanoğullarından Zekiye Hanımdır. Galip Erdem, ailenin tek çocuğudur.
İlkokulu Fındıklı 11 mart ilkokulunda bitiren Galip Erdem, babasının memuriyeti dolayısıyla, ortaokulu Bitlis ve Siirt gibi İllerde tamamlar. Babası Erzurum Narman nahiye müdürlüğüne tâyin edilince, Galip Erdem de Erzurum da lise tahsiline başlar ve 1949 yılında LİSEYİ pekiyi derece İle bitirir.

8 Kasım 1951 de başlayan yedek subaylık görevi, 31 Ekim 1952 de teğmen rütbesiyle biter. Ve 27 Nisan 1953'te PTT Genel Müdürlüğü Ankara Yenişehir Merkezinde ilk olarak memuriyete adımını atar. 7 Temmuz 1954 tarihinde memuriyetten istifa eden Galip Erdem , Maliye Bakanlığı Milli Emlâk Genel Müdürlüğünde tekrar memuriyete başlar. 6 Ocak 1955 yılında bu görevinden ayrılır. Paha sonra İETT idaresinde takip memuru olarak işe başlar. (7.7.1956) Ertesi yıl bu görevinden de ayrılır ve GlMA TAŞ' ye girer. Burada sigortalı olarak 476 gün çalışır. (3.8.1959) Bu arada Ankara Hukuk Fakültesinden mezun olur.
23 Kasım 1959 da Bayındırlık Bakanlığında Tevfik İleri'nin müşavirliği görevine başlar. Bu görevi uzun sürmez. "Tercüman" imzasıyla fıkralar yazar.(1 Ağustos 1961) Yeni İstanbul Gazetesinde fıkra yazarlığına devam eder. (1.1.1962) ve İzmir'de avukat İhsan Koloğlu'nun yanında avukatlık stajını tamamlar.(1963)

10 Mart 1965'te Zafer Gazetesinde fıkra yazarlığını sürdürür. Aynı çalışmaya Sabah Gazetesinde devam eder. 1.7.1966 tarihinde Millî Eğitim Bakanlığı Devlet Kitapları Müdürlüğüne müşavir olur, 2.4.1969 da tekrar fıkra yazarlığına başlar ve "Bizim Anadolu" Gazetesindeki bu çalışması, 31 aralık 1969 a kadar devam eder.

Galip Erdem, daha sonra Başbakanlık Plân ve Prensipler Dairesinde danışman olarak görev alır. 31 aralık 1969 dan, istifaen ayrıldığı 30.06.1973 tarihine kadar, danışmanlık görevini sürdürür.
1.2.1974 te Ortadoğu Gazetesinde tekrar fıkra yazarlığına başlar. 10.9.1975 te Başbakanlık Müşaviri olur. 22.7.1981 tarihinde Turizm ve Tanıtma Bakanlığında Genel Müdürlük Müşavirliğine nakledilir ve 24.2.1982 de yirmi yıl üzerinden emekli olur. Avukatlığa başlar. Bu süre altı yıl devam eder. Mamak ta görülen ünlü MHP ve ülkücü Kuruluşlar Dâvasının avukatlığını üstlenir, insan üstü gayretlerle fedakârane bir şekilde çalışır.

1987 de Meray'da (Merzifon Yağlı Tohumlar A.Ş) yönetim kurulu üyeliği, Konya Şeker Fabrikasında denetçilik görevinde bulunur. 1987 yılında Sosyal Güvenlik Eğitim Vakfı Başkanlığı vazifesini üstlenir. Daha sonra bu görevinden ayrılmak zorunda bırakılır.

15.8.1989 da Namık Kemal Zeybek'in bakanlığı döneminde Kültür Bakanlığı APK Başkanlığında APK uzmanı olarak tâyin edilir. Daha sonra üçlü kararname ile Bakanlık Müşavirliğine getirilir. (17.9.1990) Bilâhare, Türk kültürüne antipatisi olan Fikri Sağlar tarafından müşavirlikten alınıp 7.5.1992 de aynı bakanlıkta tekrar APK uzmanlığına tâyin edilir.

Bu görevde iken 10.3,1995 tarihinde yaş haddinden emekli olur. Böylece 26 yıl beş ay hizmeti dolayısıyla birinci derecenin dördüncü kademesinden emekliliğe hak kazanır.

1966 da evlenen ve 1974 de boşanan Galip Erdem'in 1969 doğumlu Bilge Erdem adında bir kızı vardır.
12 Mart 1997 de Çarşamba gecesi saat 2210 da Ankara Gazi Hastahanesinde vefat eder. Cenazesi 14 mart 1997 Cuma günü öğleyin Kocatepe Camiinde kılınan cenaze namazından sonra Cebeci Asri Mezarlığına defnedilir.

Galip Erdem, Karakedi (1950). Tercüman (1960). Ölçü (1960) Sonhavadis (1961), Yeni istanbul (1962-1963). Düşünen Adam (1962) Sabah (1965), Zafer (1966), Oevfef (1969), Töre (1971), Bozkurt (1974), Ortadoğu/(1974), Ocak (1978), Yeni Sözcü (1981), Bakış (1981), gazete ve dergilerinde köşe yazılan, fıkralar ve makaleler yazar.

1958-1960 yıllarındaki Türk Ocakları Merkez Heyetinin yayın organı Türk Yurdu Dergisinin Genel Yayın Müdürlüğü görevinde bulunur.

Tercüman gazetesinde "Tercüman" imzasıyla ilk yazısını 1 Ağustos 1961 de yayınlar.
6-7 Eylül 1955te, hâdiseler dolayısıyla, Topkapı - Çapa dolmuşunda iken gereksiz ve sebepsiz yere içindekilerle birlikte Emniyet Müdürlüğüne getirilir. 45 gün Selimiye Kışlasında gözaltında tutulur ve daha, sonra suçsuz olduğu anlaşılarak serbest bırakılır. 54 kilodan 39 kiloya düşer.

Galip Erdem'in 1948 de yayınlanan ilk şiirinin adı "Bayrak" tır.

Galip Erdem'in yayınlanmış eserleri:
Ülkücünün Çilesi (1975)
Sosyalizm ve Milliyetçilik Üzerine Mektuplar (1975)
Suçlamalar (iki cilt) (1975-1976) Mektuplar (1984)

Galip Erdem'in kitap haline gelmemiş yüzlerce yazısı bulunmaktadır.
Ayrıca yayınlanmamış elliye yakın şiiri mevcuttur.
Galip Erdem, yazılarında pek çok takma ad da kullanmıştır.
Bunlardan Bilge Erdem, Elif Bilge, Murat Bilge, İlteriş Metin, Mehmet Rasim bazılarıdır.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Bir Ülkücünün Romanı: "Kendini Unutan Adam"
MesajGönderilme zamanı: 03.07.11, 14:21 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 06.01.10, 09:39
Mesajlar: 92
Genç Bir Ülkücü İle Sohbetler

“Ülkücülük imtihanını kazanamamış, sınıfta kalmışızdır; kaydımız silinmiştir! Pek azımızın adaylığı hâlâ devam ediyor... „

ÜLKÜCÜ OLABİLMEK ÜLKÜSÜ .....

Galip Erdem


Ülkü son hedeftir. Son hedefe varılmasını kolaylaştıracak ara hedeflerin seçilmesi şarttır. Ara hedefler gibi , ara ülkücüler de olacaktır. Sohbetimize, ara ülkücülerin en önemlisini anlatmağa çalışarak başlıyorum:
Ara ülkücülerin en önemlisi, gerçek bir ülkücü olabilmek ülküsüdür. Kırılma ve üzülme. “anlayamadım gerçek bir ülkücü değil miyim sanki!” diye de şaşırma.

Bilirsin: Seni çok severim. Bir insanın çok sevdikleri üzerinde çok hakkı vardır. Evet, henüz gerçek bir ülkücü değilsin. Ruhunun zenginliği, yüreğinin büyüklüğü, ülkü yolunda verdiğin mücadeledeki yiğitliğin sonucunu değiştirmez. Gençsin. İnsanoğlu, gençlik çağında, her şeye olduğu gibi, ülkücülüğe de adaydır.....

Hiç unutma: Bugün, tamamen haklı olarak, ülkücülüğe aykırı davranışlarından ötürü kınadığın ağabeylerin, senin yaşında iken, ülkücülüklerine asla toz kondurmak istemezlerdi. Ama hayat adını verdiğimiz düşmana yenildiler. Şimdi sapmalarını bağışlatmak için, münasip bir bahane aramanın peşine düşmüşlerdir. Sana, kendi neslimin durumunu anlatayım:
Çoğumuz ülkücülük imtihanını kazanamamış, sınıfta kalmışızdır; kaydımız silinmiştir! Pek azımızın adaylığı hâlâ devam ediyor. Dikkat etmelisin: Adaylık kelimesini kullandım. Çünkü hiçbirimiz, bütün gayretlerimize rağmen, tam bir ülkücü olamamışızdır. Daha bir kısmımız yarı yolda tükeneceğiz. Gerçek ülkücülüğe ne kadar yaklaşabildiğimizin hesabı son nefeslerimizi verdikten sonra çıkarılacaktır.

Neden böyle oluyor? Sorunun cevabını daha önce de vermiştim: Hayat dediğimiz en büyük düşmana yenilmemiz yüzünden böyle oluyor. Yapımız çıkarlarımızdan vazgeçebilmeye müsait değildir. Hele çağımıza hükmeden maddecilik, belki de hiç kavuşulmayacak bir sevgili uğruna zahmet çekmemize , acılara katlanmamıza imkân vermiyor. Ancak bir müddet, özellikle hiçbir sorumluluğu yüklenmediğimiz gençlik yıllarında her türlü baskıya dayanabiliyor, biraz yaşlanıp çoluk çocuğa karışınca dökülüyoruz.

Senden istediğim, gerçek bir ülkücü olmağa çalışmanın, aynı zamanda bir ülkü değeri taşıdığını bilmendir. En büyük düşmanını şimdiden tanımalısın. Hayatın boyunca, ülküsüne ihanet etmen için sayısız tuzaklar kurulacağını daima hatırında tutmalı , yenik düşmemeğe hazırlanmalısın.

Gerçek ülkücülüğü ülkü edinecek, çağımız şartları içinde , adaylığı korumanın bile büyük bir şeref sayılması gerektiğini öğreneceksin. Yenik düşmemenin ülkü kavgasını bir ömür boyu yürütebilmenin sırrı nedir? Yenilmemenin tek sırrı vardır: Nefsini yenmek! Ama nefsini yenmek, söylendiği kadar kolay bir iş değildir. Nefsini yenebilen bir yiğit, bütün dünyayı yenmiş sayılır. Bu konuyu gelecek sohbetimizde konuşacağız.

Galip Erdem
BOZKURT Dergisi 1974/ Şubat / sayı 17

***

Genç Bir Ülkücü İle Sohbetler2

MİLLİYETÇİLİK VE ÜLKÜCÜLÜK ....

Kendi varlığımıza duyduğumuz sevgi nefsimize karşı vereceğimiz mücadelede de en çetin engel ve ülkücülüğün en kuvvetli düşmanıdır. Doğru , güzel ve haklı fikirlere bağlanmak kolay, ama inandığımız fikirlerin şartlarına uymak çok zordur.
İşte bundan ötürü herkes milliyetçi olabilir, fakat ülkücü olamaz. Oysa sen, çok defa, milliyetçilikle ülkücülüğü birbirine karıştırıyorsun. Yazacaklarımı daha iyi anlayabilmen için önce bu yanlış değerlendirmeyi düzeltmem gerekecek:

Tek insandan itibaren gittikçe genişleyen ve insanlık adını verdiğimiz en büyük toplulukla sona eren iç içe daireler düşün. Milletten tek insana doğru gidildikçe dairelerin küçüldüğünü, buna karşılık, milletten insanlığın bütününe doğru gidildikçe dairelerin büyüdüklerini göreceksin. ....

Tek insanla millet arasındaki başlıca daireleri biliyorsun: Aile, akrabalar, hemşehriler, aynı köy (aşiret) ve aynı bölgenin mensupları. Değişik bir açıdan bakarsan zümre, sınıf ve meslek birliklerini de saydıklarımıza katabilirsin. Milleti aşan dairelere gelince: İktisat, siyaset; medeniyet ve inanç açısından çeşitli tasnifler yapılabilir.

İktisat açısından insanları çalışanlar ve çalıştıranlar diye, iki sınıfa ayırabilirsin. Çalışanlardan meydana gelecek bir topluluk milletten daha geniştir. Hür dünya, demirperde ve tarafsız ülkeler adını verdiğimiz siyasi birlikler de milleti aşan dairelerdir. Medeniyet bakımından geçmişte yerleşik, göçebe, bugün de Batı-Doğu ve başka isimlerle tanıdığımız yaşama tarzlarına bağlı topluluklar, tek bir milletten daha büyük birliklerdir.

Nihayet aynı dine inananların meydana getirdiği “ümmet” adını verdiğimiz din birlikleri de milleti aşar. Böyle bir açıdan bakıldığı zaman milliyetçilik, milletin çıkarları ile milleti aşan birliklerin çıkarları çatışınca millet çıkarlarının tercih edilmesi demektir. Tarihi tarafsız bir gözle incelersen, kitaplar ne yazarsa yazsın, bahis konusu tercihin, mutlak çoğunluk tarafından daima uygulandığını göreceksin.

Marksçı-Leninci ideolojinin bütün gayretlerine rağmen hiçbir milletin işçileri, dünya işçilerinin ortak çıkarları uğruna, milletlerine henüz ihanet etmemişlerdir. Siyaset , medeniyet ve inanç birlikleri için de aynı gerçeğin varlığını ispatlayacak yüzlerce misâl verilebilir.

Milliyetçilik insanın yapısına ve çıkarlarına uygundur. Kolay bir yol olması, herkesçe benimsenmesinin tabii sayılması da bu özelliği yüzündendir. Milleti aşan birliklerin çıkarları, milletinin çıkarları ile çeliştiği vakit, birliğine hizmet etmek hiç kimseye bir şey kazandırmaz, fakat çok şey kaybettirir.

İnsanlıkla millet arasındaki dairelere göre yapılacak bir değerlendirme tek insanın çıkarlarının millet çıkarları ile çelişmediğini ortaya koyacaktır.. Milletinin yükselmesi için çalışan bir insan, aynı zamanda kendini de yükseltir.

Milletten daha küçük dairelerin, nihayet insanın çıkarları ile milletin ortak çıkarları çatışınca durum değişiyor. Ülkücülük; milletimizin maddi ve mânevi çıkarlarını, milletten daha küçük ve bize daha yakın birliklerin, nihayet nefsimizin çıkarlarına üstün tutabilmektir.

Ülkücülük, kendimize, ailemize, şehrimize, bölgemize , sınıfımıza ve mesleğimize fayda sağlasa bile milletimize zarar verecek her türlü tutum ve davranıştan kaçınmaktır.

“Milletimizin çıkarlarını, milleti aşan birliklerin çıkarlarına tercih etmek özümüzün ve yakınlarımızın çıkarları ile çelişmez” demiştim. Ama yakınlarımızın ve nefsimizin çıkarları ile milletimizin çıkarları çok zaman çelişir. Bundan ötürü, bir insanın milliyetçi olması tabii bir haldir ve ülkücülükle birleşmediği takdirde fazla bir değer taşımaz. Fakat ülkücülük devamlı bir fedakârlığı emrettiğinden, pek az insanın ulaşabileceği bir üstünlüktür.

Nefsimizin ve yakınlarımızın çıkarları ile milletimizin çıkarları nasıl ve niçin çelişir? Gelecek sohbetimizde bu konuyu işleyeceğiz.

Galip Erdem
BOZKURT Dergisi 1974/ Mart/ sayı 18

***

Genç Bir Ülkücü İle Sohbetler3
ÜLKÜCÜLÜĞÜN GÜÇLÜKLERİ ....

Önceki sohbetlerimizde, tam bir ülkücü olabilmeğe çalışmanın güçlüklerini anlatmak istemiştim. İnsanoğlu, zaman içinde gelişen eğitim imkânlarına rağmen, temel yapısı bakımından çok zayıf bir varlıktır. Hayatın vazgeçilemez sandığı hazlarına; diğer bir söyleyişle, “Dünya nimetleri”nin çekiciliğine öylesine kapılmıştır ki;
Büyük hedeflere yönelmiş bir yolculuğu göze alamaz; yüce bir ülküye bağlanmaktan duyacağı heyecanı yeryüzündeki zevk kaynaklarından alamayacağını bilemez; yüreğinin nasıl temizleneceğinden, ölüm korkusunu nasıl bir kolaylıkla yeneceğinden haberi yoktur.

Ülkücülüğe varmanın yalnız bir irade konusu değil, aynı zamanda bir nasip işi sayılması gerektiğini hiç unutmamalısın ama, son nefesini verinceye kadar da , seçkinlerden biri olduğun düşüncesinden hiç ayrılmamalısın. ....

Bütün insanlar gibi senin hayatında da yıldızının parladığı saat çalacaktır. Ömrün boyunca uyanık kalmalı, fırsatı kaçırmamağa bakmalısın.

Ulaşacağımız beden hazlarından her birinin tarifsiz bir yorgunlukla sona ereceğini, en uzun süren ve hiç bitmeyecekmiş gibi görünenlerin bile, ölümlü dünyadaki misafirliğinle birlikte biteceğini öğrenecek, öz varlığını aşan üstün bir gaye için mücadele edeceksin.

Belki yanlış anlaşılacak, belki de budala yerine konacaksın. Yine de , kalabalığın hükümlerine aldırmayacak, ruhunun zenginliğinden fakirlerin payını ayıracak, yiğitliğine yaraşır bir cömertlikle nasiplere acıyacaksın. . Kısa bir deyişle, sevgili dostum, katlandığın fedakârlıkların bedelini hiç kimseye ödetmeyeceksin. Verenlerden kaçacak, almağa muhtaç düşenleri arayacaksın.

Dünya nimetlerinin sunacağı biri diğerinden değişik ve sarhoş edici hazlardan uzaklaşmanın geçici acılarını elbette inkâr edemem. Ama sen de, eğer nasibinde varsa ve geçireceğin çetin denemeyi başarı ile sonuçlandırırsan, “ayrılık derdine doyamamanın” mânâsını anlayacak, bir başka âlemin sırlarına açılan kapıdan girmene izin verilince sahici mutluluğa ereceksin.

İşte o vakit, sokakları temizleyen bir çöpçü bile olsan, ülküsüz kalabalıklardan ayrı ve daha üstün olduğunu görecek, alçak gönüllü davranmağa alıştığından, hiç şüphesiz gururlanmayacaksın. İnsan yapısındaki bütün kusurlardan arınmanın imkânsızlığını, hiç hatâ yapmamanın yalnız meleklere tanınmış bir imtiyaz olduğunu aklından çıkarmayacaksın.

Ülkü yolunda harcadığın emeklerin, yüksünmeden çekeceğin zahmetlerin yanlışlarının azalmasına yaradığını görecek, dünyaya gelişinin asıl mânasını kesinlikle anlayamasan bile, mutlaka sezeceksin.

Bana göre, yeryüzünün tanıdığı en büyük şâirlerden biri olduğuna hiç şüphe etmediğim Karacaoğlan’ımız; hani nerede ve ne zaman doğduğu bilinmeyen, hayatını hâlâ öğrenemediğimiz, “okuyup yazması yoktu !” denerek küçümsenmek istenen, Âşık Ömer gibilerinin hor baktığı emsalsiz usta var ya, işte O, bir şiirinin ilk dörtlüğünde şöyle diyor: “Nedendir de kömür gözlüm nedendir,/ Şu benim geceler uyumadığım,/ Çetin derler ayrılığın derdini,/ Ayrılık derdine doyamadığım!”

Ayrılık derdine doyamamanın zevkine varamıyorsan, sakın gücenme, ülkücülük merdiveninin daha ilk basamağındasın. Okuduğunu bir söz oyunundan ibaret sanıyorsan, senin adına çok üzüleceğim. Karacaoğlan’ın şiiri belki yaşayan bir “Kömür gözlü” için yazılmıştır; belki de herkesin açıklayamayacağı bir sırrın anahtarıdır, yüce bir varlığa sesleniştir. Öyle veya böyle, sonuç değişmez. Ayrılık derdinin doyulmaz tadını yüreğinde taşıyacak, yaşadığın müddetçe, hiç ara vermeden, peşinde koşacaksın.

Ülkü adını verdiğimiz sevgili, dünya güzellerinin hiçbirine benzemez. Kavuşmayı hep özleyeceksin. Sen yaklaştıkça o uzaklaşacaktır. Yine de , yalnız O’na doğru yürüyeceksin. Belki hiç varamayacaksın ama, kavuşmak için çalışacaksın, yorulacaksın, dövüşeceksin, hattâ öleceksin.

Karıncanın hikâyesini dinledin mi, okudun mu? Kocaman bir dağı, minicik toprak kırıntılarını taşıyarak, ortadan kaldırmağa çalışırmış! Yolcunun biri, şaşkınlıkla sormuş: “Karınca kardeş, ne yapıyorsun?” öteki işini bırakmadan cevap vermiş: “Şu dağın ardında bir sevgilim var.

Kavuşmamız için aramızdaki engeli yıkmamız gerekiyor da!” yolcu: “Sen aklını mı kaçırdın?” demiş. “Yüce bir dağı nasıl kaldırırsın, gücün ne, ömrün ne? Vazgeç bu işten!” karıncanın cevabını hiç unutma, duymamış ülkücü arkadaşların varsa, anlat: “Ey insanoğlu, belki de haklısın. Dağı ovaya indiremem, sevgilimi göremem belki, ama yolunda ölmesini bilirim ya , sen ona bak!..”

Galip Erdem
BOZKURT Dergisi 1974/ Nisan/ sayı 19

***

Genç Bir Ülkücü İle Sohbetler4
ATALARIMIZIN ÜLKÜCÜLÜĞÜ .....

Ülkücüler, bilinen tarihin, hiçbir döneminde, sayıca çok olmamışlardır. İnsanoğlunun zayıflığı böyle bir sonuca imkân vermemiştir. Yine de bir cemiyetteki ülkücü sayısının milletlere ve zamana göre değiştiği gerçeğini inkâr edemeyiz.
Bazı milletler, tarihleri boyunca ülkücü çıkaramamış ve belli bir ülküye bağlanmanın yüceliğini yaşayamamışlardır. Diğer taraftan bazı milletler de, sık sık büyük ülkücüler yetiştirmiş; yeryüzünün çehresine yenilik getirmişlerdir.

Türk milleti, örnek ülkücüler yetiştiren ve tarihinin büyük bir bölümünde ülkücülüğe bağlanan bir millettir. Milletimiz , birkaç yüz yıl öncesine kadar “Cihan hakimiyeti ülküsüne” inanmıştı. Cihan hakimiyeti ülküsünün ilk belirtilerini en eski destanlarımızda bile görmekteyiz. ...

Oğuzname, bu destanların en önemlisidir. Destana göre ilk cihan hakimiyeti OĞUZ KAĞAN tarafından kurulmuştur. Cihan hakimiyetini hedef alan Oğuz Kağan: İlâhi bir kaynaktan gelmiş, olağanüstü vasıflara sahip olarak doğmuştu.

Çin, Hindistan, İran, Azerbaycan, Irak, Suriye, Mısır, Rum, Rus ve Frenk ülkelerini fethetmiştir. Ancak OĞUZ KAĞAN’ın yaptıkları kendine göre şöhret ve çıkar sağlamak için değil, belki bir vazifeyi yerine getirmek, cihan hakimiyeti ülküsünü gerçekleştirmek içindir.

Nitekim yeryüzünün dörtbir tarafındaki bütün milletlere elçiler göndermiş “BEN ARTIK DÜNYANIN KAĞANIYIM” diyerek hepsini itaata çağırmıştır. Böyle davranmasının sebebi vardı: Kağan’ın çok akıllı ve keramet sahibi veziri Uluğ-Türk, cihan hakimiyetinin ulu Tanrı tarafından OĞUZ HAN’a verileceğini müjdelemiş; “Ey kağanım, Gök Tanrı, bütün dünyayı sana bağışlasın” demiştir.

Oğuz Kağan, hakimiyetini kabul etmeyen milletler üzerine seferler açtı, dünyayı fethetti. Bugün, birtakım cahillerin, aptalların ve millet düşmanlarının köpekçe saldırdıkları BOZKURT’un da Oğuz Kağan destanında yüce bir yeri olduğunu bilmelisin. Gökten inan bir Bozkurt; “Ey Oğuz, sen urum (Rum) üzerine gitmek istiyorsun; ben senin önünde yürüyeceğim” der.

Oğuz, kurdu takiple sefere çıkar; Urum ve Urus (Rus) hükümdarlarını yener, Çin, Hind, Suriye ve Mısır ülkelerine fetheder. “Ben sizlere oldum kağan/ Aldım yay ile kalkan/ Nişan olsun bize beyan/ Bozkurt olsun bize uran.”

Prof.Osman Turan, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkûresi Tarihi adındaki eserinde şöyle yazıyor: “Selçuklularla birlikte yakın şarka ve Anadolu’ya gelen Oğuzlar, destanla birlikte Bozkurt hikâyelerini de getirmişlerdir.

Nitekim XII asır Süryanı tarihçisi Mihael’e göre: (Yeryüzü Türkleri taşımağa kâfi gelmiyordu. Garba doğru ilerlerken önlerinde köpeğe benzer bir hayvan -kurt- bulunuyor ve onlar da ona yetişemiyorlardı.

Bozkurt hareket etmek istediği zaman “Göç” yani “kalkınız” diye bağırıyor, Türkler de durduğu yere kadar onu takip ediyor ve orada çadırlarını kuruyorlardı. Uzun zaman rehberlik eden kurt nihayet kaybolunca, Türkler de artık geldikleri yerlerde oturup kaldılar.)…

Çin kaynakları, Gök-Türkler’i Kunlar’ın (Hunlar), torunu gösterir. Tatarlar’ın (Cücen veya Avar) hücumuna uğrayan asil bir Hun çocuğu Bozkurt tarafından kurtarılmış Göktürkler’de onunla kurdun nesli olarak türemişlerdir. Burada tarih ve destan birbirine karışmış; Göktürkler’in bayraklarında kurt başı bulunmuştur. Esasen Türk efsane ve an’anelerinde mühim bir mevkii olan kurt hikâyeleri Hunlar’a kadar çıkar.

Bu sebepledir ki, kurt Türkler’e at gibi uğurlu ve hatta mübarek sayılmış; Kaşgarlı Mahmut ve Dede Korkut kitabının kaydettiği üzere bu telâkki İslâm devrine kadar gelmiştir.” (Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, s.76-78).

Destanlar, milletlerin yaşayış, düşünüş ve inanışlarını gösterir; ruhlardaki ülkü ve hedeflerin işaretini verirler. Oğuzname’de ve milletimizin diğer bütün destanlarında atalarının ülkücülüğünü göreceksin.

Yalnız destanlar mı? Hayır! Tarihinin her çağında ülkücü ataların yaşamış , insanlığa yön vermişlerdir.

Galip Erdem
BOZKURT Dergisi 1974/ Mayıs/ sayı 20

***

Genç Bir Ülkücü İle Sohbetler5
DÜNDAR TAŞER'İN ÜLKÜCÜLÜĞÜ .......

Rahmetli Dündar Taşer ağabeyimiz, yalnız şuurlu bir milliyetçi değil, aynı zamanda çağımız Türkiye’sinin en seçkin ülkücülerinden biri idi. Kaybından duyduğumuz acıyı aslâ unutamadığımız ve arkasında bıraktığı boşluğa gittikçe büyüyen bir hüzünle baktığımız Taşer, hiş şüphe yok ki, yaşamanın mânâsını tanıdığı günden itibaren milliyetçiliğin en yüksek bir fikir ve memleketimiz için biricik kurtuluş yolu olduğuna inanmıştı.
Ama mesleğinin özelliklerinden ötürü, Türk milliyetçilerinin fikir ve siyaset sahasındaki çalışmalarına ancak l960 yıllarından sonra katıldı. Böyle olmasına rağmen, çok kısa bir süre içinde en ön saflara geçmesinin, nice şöhretleri geride bırakarak o kadar sevilen ve sayılan bir “ağabey” durumuna gelmesinin bize göre asıl kaynağı, en ufak bir dünya hesabının hiçbir zaman lekelemediği ülkücülüğüdür......

Ülkücülüğün başlıca şartı, kendisi için hiçbirşey istememek, ama millet dostlarına ve ülkü ortaklarına sahip olduklarının hepsini hiç düşünmeden vermektir. Rahmetli Taşer, hiç isteyiciliğin küçüklüğüne düşmemiş, mütemadiyen vermiş, hep öyle yaşamıştır.
Zekâsının ışıklı zenginliğini, gönlünün tükenmez sevgisini, muhteşem tarihimizden alınan emsalsiz derslerle beslenmiş engin bilgisini cömertçe dağıtmanın hazzını tatmıştı. Büyük hedeflere yönelmenin seçkin kişiler elinde gerçekleşeceğini, yüce bir ülküye inananların birbirini sevmesi, sayması ve küçüklerin büyükleri dinlemesi şartını hiç unutmamış, herkese öğretmeğe çalışmıştır.

Gereksiz lâf ebeliklerinden, haklılık üstüne uzun nutuklar çekilmesinden hiç hoşlanmazdı. her birini öz yavrusu gibi sevdiği ve esirgediği gençlere: “Belki yanlış düşünüyorum. Ama, madem ki ben istiyorum, böyle yapacaksınız!..” dediğini çok duymuşumdur. Gayesi elbette ders vermekti; Türk töresine göre son kararın nasıl alınacağını öğretmekti. Nitekim kendisi, “Alparslan Türkeş’in yanlışı, benim doğrumdan üstündür!...” diyebilecek bir faziletin temsilciliğini yapmıştır.

Rahmetli Dündar Ağabeyimiz, milletine ve ülküsüne zarar vereceğinden şüphelendiği hiçbir işe başlamadı; ama yaptığı her işin doğru olduğunu da hiçbir zaman öne sürmedi. 27 Mayıs’la ilgili bir hâtırasını, daha doğrusu hiç unutamadığı bir hayâl kırıklığını birkaç defa dinledim; “Dündar Taşer’in Büyük Türkiyesi” adındaki değerli eserin sahibi Z.N. dostumuz da kitabına almış. Siyaset dünyasındaki ilk uyanışını şöyle anlatmıştır :

“l960 hareketinde biz, on seneden beri propagandası yapılan Anayasa değişikliği ile bir şeyler yapılacağını, bir ilerici hamleye vücut vereceğimizi sanıyorduk. İtiraf edeyim ki, ben de bu telâkkide idim. Herhalde iyi bir Anayasa yapılırsa, ileri memleketlerin seviyesine gidilebilecek bir yola gireriz sanıyordum. Bu telâkkiyi kınamayın. Çünkü, bizim münevverimizin umumi kanaati budur.

Bir ileri Anayasa’ya sahip olursak, büyük devletlerin seviyesine geliriz zannı, hâlâ aydınlarımızın ekserisinin düşüncesidir. Bu garip oyuncakla oynayıp duruyoruz. Bunun içindir ki, l960 hareketinin ertesi günü İstanbul’dan bir profesörler heyetini davet ettik. Onları hürmetle ve ayakta karşıladık. Gelir gelmez; “Aç olduklarını söylediler” Biz de açtık. Ama yemeği düşünmemiştik. Hemen yemek getirttik. Yediler. Hattâ o sırada Cemal Paşa, “Ben de açım çocuklar!” dedi ve onların en büyüğünün önünden artan yemeği yedi.

Onlara karşı böyle bir hürmetle dolu idik. Bu, ne de olsa an’anelerimizden gelen bir şeydi. Ümeranın ülemaya hürmeti gibi idi. Türkiye’de çok şey değişmişti ama, değişmeyen böyle şeyler de vardı. Yemeklerini yedikten sonra “Bize bir Anayasa yapın” teklifinde bulunduk. Onlar: “Nasıl bir Anayasa istiyorsunuz?” diye sordular. İşte bu sual beni intihaba getirici cümle oldu. “Nasıl bir Anayasa istiyorsunuz?” Allah Allah benim istediğim gibi mi Anayasa olacak? Öyleyse size ne lüzum var? Osman Gazi’nin kurduğu devlette böyle olmamıştı.

O zamanın hukukçuları ve uleması “Kanun senin istediğindir!” dememişlerdi. Aksine, “Sen şunu yapabilirsin, şunu yapamazsın; şu senin selâhiyetin dahilindedir, şu değildir; şu senin yapmakla mükellef olduğun şeydir ve vazifendir. Şuna ise hakkın ve selâhiyetin yoktur!” demişlerdi.

“Devleti hukuka tâbi, hukukla mukayyed’in, sonları arzularıyla değişmeyen hukuk prensiplerine bağlamışlardı” gibi düşünceler bir anda kafamdan geçti ve artık o defteri kapadım. Sonra, “Efendim, Guatemala Anayasası yok; efendim, Kostarika Anayasası elimizde değil; efendim Uruguay’ınki de mevcut değil (!)” dediler.

Suallerine bir de “Şimdiye kadar ne ile meşguldünüz? Madem ki meşgul değildiniz , ne için ve neye göre Anayasa tadili ve tebdili istediniz? Neden çarşaf gibi beyanatlar verdiniz? Niye ümitleri bu noktaya bağladınız?” istihfamı eklendi.

İtiraf edilen hatâ, gösterilen büyüklüğün yanında nasıl da cüce kalıyor! İşte bir “Türkmen Ağası” nın mert seciyesi ve işte sahici ÜLKÜCÜLÜK.

Nûr içinde yatsın.

Galip Erdem
BOZKURT Dergisi 1974/ Haziran/ sayı 21


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 3 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 2 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye