Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 6 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: İSLAM TASAVVUFUNUN MESELELERİ / Erol GÜNGÖR
MesajGönderilme zamanı: 27.03.10, 22:54 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 05.03.09, 09:49
Mesajlar: 311
İSLAM TASAVVUFUNUN MESELELERİ

Yazar : Prof. Dr. Erol GÜNGÖR

Yayınevi : Ötüken Yayınları

Baskı : İstanbul / 1989 / 272 shf.



Önsöz

- Bütün hareketlerin dini liderleri tasavvufi esaslara ama şeriatın rasyonel sistemine dayanmışlardır. Bütün tasavvufi hareketler toplumdaki olumsuzluklara karşı çözüm olarak içe dönüş hareketidir.

- Batı düşüncesi ve ilmi hakimiyet karşısında, maneviyattan taviz vermeden ilim ve fene adaptasyon yolları aranmış.

- İslam tarihinde Zahiri-Batıni tartışması. İranın siyasi islamı ve neticede tasavvufa karşı İ. Teymiyye ekolü - Tasavvuf = 15.yy



Giriş:

Mistik ile başlangıç. Kendine ilahi bilgiler verilmiş konuşmaması gereken insan. Felsefede mistisizm “ aklın kavrayamayacağı şeylerle bilmek. Dinde “ ferdi tecrübelerin topluma maledilmesi.”

* Tasavvufun tarifi: Zahirden çıkıp, batına yönelip masivayı reddetmek.



1-) Şarktan Haber: Vahdeti vücut - panteizm - Sihir - Hind Felsefesi

- Çeşitli şeyler arası özdeşlik - Manken - iğneleme Çocuk-aslan terbiyesi

- Nirvanaya ulaşma - Reenkarnasyonla temizlenme - Bedeni terkedip trans haline girme.

- Budizm: 1) Elem evrensel 2) Elemin kaynağı 3) Elemin kadırılması 4) Kurtuluş yolu

2-) Batı Rüzgarı: Pitagoras ve ortak matematik tarikatı. Buluşlardan zevk duyan tanrılar ve tanrılarıyla birleşme sarhoşluğu - şarap - Orfus dini - Pitagor - ruh ebedi - dünya ebedi - zihin

Eflatun - fenomenler ve ortak noktaları olan güzellik “ides “ felsefe fenomenlerden tanrıya ulaşmak. Mağara istiaresi - matematik - ölümsüzlükte hep Pitagor tesiri.

Eflatundan sonra Filon - İdeler - Duyular - Ruh - beden ayrımı maddeye şekil veren akıl, dünya ebedi - yaratılış gayesi iyilik. Tanrı herşeydir ve herşeyde Tanrı vardır. Tanrı ebedi ışıktır.

- İyiliğe ulaşmak için zühd ve ilahi lütuf.

- Ruhun gayesi ilahi bir ruh gibi temiz ve saf olmak. Arzulardan sıyrılmak.

-Dünyayı idare eden güç Tanrının koyduğu ilkeler ve melekler (Yeni Eflatunculuk - Pilatinos) Eserlerini öğrencileri yazmış. Enneadlar

-Konusu ruh - oluşumu ve varacağı yer. Başlangıç noktası Eflatun dualizmi

-Südur (emanation) - Akıl - Ruh- Madde Herşey bir öncesi alemin neticesi bir sonrakinin aslıdır. Tanrı ise herşeyin başlangıcıdır.

-Herşey Tanrıdadır ve ona gider. Tanrı - akıl - ruh (Teslis - baba - oğul - ruhul küddüs ) Çocuk aklı önceden ruhu babadan alır vb.

-Ruh dünyadaki herşeyin yaratıcısıdır. Pilatonus- akıl üstü vecdi ve onun kaynağı olarak aklı kabul eder. Vecdin yolu tefekkür - irade

3) İslam Tasavvufunun Yabancı Menşeleri:Oryantalistler çok uğraşır. Araplarda mistik kabiliyet yok dışarıdan tesir var derler.

- Hallac-ı Mansur'un Kuzey Hindistan seyahati.

- El Biruninin 11.yy hint dinlerini anlatması.

- İbrahin Bin Ethem - Buda

- Hindin Yunana tesiri - Pilatinos - Mitra dini

- Brahman Yunan farkı 1) akla yer yok 2) ahlak önemsiz 3) Brahman ve Ati varlıktan kopuk.

-Pilatinos Şark ve Eflatun - Yunan - Doğu arası bir köprüdür.

-Hıristiyan mistizmi St. Clement (Pilatinostan önce) marifet ve zühdü tarif eder.

-Yeni Eflatuncu felsefe Hıristiyanlığa çok tesir eder.

- Eflatunu yaşatan Farabi - İbni Sina olmuştur.

- Muhyiddini Arabi İslama panteizmi soktu derler. Gazalide bile Tanrı - Akıl gibi südür var derler.

- M. Arabinin Kuran yorumları

-Neticede bu tesirler abartılmış her şey birbirine tesir edebilir. Enel Hak v. s. tektük örnekler.

4) İslam Tasavvufunun Tarihi Gelişimi: Tasavvuf hayat tarzı olarak başlamış sonra sistemleşmiştir. Ebu Zer Gifari - Huzeyfetül Yemani.

-Sufi H.2.yy O(sav)’na Allah’a(cc) derin irtibatın eseri çokca ibadettir. Kullukta derinleşmek denirse İslamla aynı manada.

-İlk dönem sufilerde ifrat yok. H. Basri Huruc ale-s Sultan - kitman meseleleriyle devletlede ilgilidir.

h. 9. Yy kadar vecd, aşk, gözyaşı çok fakat sistemsiz. Yaşayışları ile kitleleri cezbetmişler. Söylediğini yaşama.

* 9 yy sonrası mistizm ağır basıyor. H. Muhasibi 781-837

Mistizm - Müsbet bir hedefte birleşmezse tadsız bir hayat olur.

-Çağdaşı Ahmed bin Hanbelle problemi yok.

-zühdün (861) Beyazıt (875) cüneyd (910) Tırmizi (898) panteizm ve şatahat v. b. vecd, sekr, hal, makam, sistemleşir. İ. Halduna göre kendi aralarında kullandıkları terimleri vüzuha çıkarmak için tasavvuf sistemleşir.

*Tarikat şeriat birleşmesi çalışmaları Tüsteri - Harraz yani suflilerden gelir. Ulemanın zındık suçlamalarına karşın, tarikat dini temellerini izah eder.

-Ebu Nasr - Serrac - Kitabu-l Luma fi-t tasavvuf - Kuşeyri - Risaleler ilk yazılan eserlerdir.

-Tasavvufta en önemli dönüm noktası İ. Gazali - Fıkhı bırakmış tasavvufa geçmiş. Onun en büyük yanı ikisini birleştirmesi. Gazaliye göre tasavvuf dinin hareketlerine nüfüz için en iyi yoldur. 11. Yy islam dünyası onunla hamle kazandı.

-Gazaliden önceki ihvanı Safa (ismaili) fitnesi. Hakikat - Zahir - Batındır.

Peygamberler - Veli kıyasları v. b. hangisi üstündü tartışmaları.

Suhreverdi tasavvufu tam sistemleştirmiş. Vecd - sezgi. İşrakiye - Suhreverdi Zerdüşt dinini yaymaya çalışır. - İ. Gazaliden 50 yıl sonra i. Arabi - Zahir- Batın - sembollerle anlatır.

İnsanı kamil, Hatemul evliya - M. Arabi = Gazali zıt.

-M. Arabi felsefik, muğlak fakat realiteye nüfüzü zor olan dar alanda bir sistem Gazali ise hiç elden düşmez, anlaşılabilir bir sistem koyar.

- İ Teymiyye İ. Arabiye hücum eder. Tasavvufu şeri çizgiye çekmeye çalışır. Sezgi- kesif - kabul eder ama kabri şerifi ziyareti bile red eder.

5) Manevi İktidar ve Maddi Teşkilatlar:
Daire misali. Seyyid Hüseyin Nasr

- Veliler bizim bilmediğimiz alemle irtibatlıdırlar. Şeyhsiz hedefe varılamaz, bu da otorite.

- Kutbun - manevi otorite

-Veli - peygamber mukayesesi Keramet mucize

-Evliya menkibeleri H. 8. yy Tekke / Dergah / Hankah / sufi tekkesi Manastırlar gibi değil dünyaya açıktır.

-Allah (cc) murakabesi esastır. Mezarları evlere yakın yaparlar.

* Sufinin farkı, hayatı aşmış ahireti yaşıyor, Allah (cc)la beraber. Harrazın Peygambere (sav)’e şatahatlı sözleri. Bazıları gerek yok demiş.

- İlham- vahiy farkı. Kitabın standartları yerine kalp ilhamları konulunca Kuzey Afrikada din kaymış, yanlış bir din anlayışı oluşmuş.

* Ulema asık yüzlü, şeyhleri baba ve vicdanlara müftü derler.

-Halk tasavvufu, şeyh isyanlarını getirmiş.

-19 yy 2. Yarısındaki tarikatların bozulması toplumun bozulmasıdır. Dilenci ve memur gibi (Üstadın tavrı)

6) Bilgi Meselesi - Zahir bilgi ve sezgi farkı.

Mistizm - Zahir - Batın akıl ve sezgi farkı

-felsefede Kant katıksız empirike sezgi der. Discursive- diskursif - sezgi bilgisi bir ve aynı anda, düşünce bilgisi peşpeşe eylemlerle olur. Duyu sezisini kabul eder akıl sezgisini kabul etmez.

*Mistizm bilgisi Pitagorasa kadar gider. Eflatun diyalektikle idelere ulaşır. Tanrıya varır. Eflatunda sezgici ve kavrayıcı düşünce vardır.

*Yeni Eflatunculuk - Pilatinus

Sudura göre manevi-hayvani- cismani üç bilgi.

1. Manevi- sezgi 2. hayvani - istidlal 3. Cismani - duyularla idrak.

Pilatinos akıl üstü ideler aleminin varlığını kabul eder. Mistisizm ve rasyonalismi birleştirmeye çalışır. - İslam tasavvufu = Uluhiyet içerisinde mistik vahdet var. Sezgi - akıldan üstün

-Akıl üstü sezginin Plotinusa Brahmanizmden geldiği söylenir. Bilgi Tanrıyı bilmektir. Onunla birleşmektir. Plotinus 4 defa vecd hali yaşar.

*İslamda insan - Allah(cc) alakası - Vahdet-ül vücud -(A. Kerim Cili - İnsan-ı Kamil)

- Zühd - mistik felsefe - Ebu Talib mekki - / Akıl ve kıyas sezgili bilgi dışlandı.

-Mekki ve Muhasibi rasyonalistlere ve gevşekliğe tepki gösteriler. Bilgiyi yakini esas alırlar.

1. Kur’an hadis batını manası 2. Davranış 3 İman da toplarlar.

* Mistik bilgi nasıldır. tarifsizdir. Allah(cc) bilinebilir mi?

1.Görüş: O(cc)nu bilmek bilememek 2. Görüş: vahdet-ül vücut şuhut - keşif - keramet

-İ. Gazalide - mistik bilgi müşahhaslaşır. İlham ve vahiy - ilham ve bilgi farkı- yolun ilham olması ruhun derecesine yükselme

-Felsefede mutlak bilgi yok. Onun için vasıtasız sezgi - kavramayı tarifsiz bulup kabul etmezler. / düşünüyorum o halde varım. Sözü

-Bergsonda sezgi insiyaktır. Kesin bir bilgidir. Bazen zekasından üstündür.

-Netice mistisizm ile ilmin birleşmesidir.

7) (Vecd) - Şuursuz özel bir idrak ve zevk hali. Dini olması şart değildir.

-Aşkla kendinden geçme vecd, vasıl olma vücuttur. Tevacüd.

-Vecd vasıtadır. Sarhoş ama başka bir şuur halidir. Mürşidin görevi bütün halleri Kur’an ve sünnete uygunluk yönü ile kontroldür.

-Birliğe varmanın sebebi mükemmel ulaşma iştiyakıdır.

-Vecdin şekli - Hz. İsanında görülmesi - uyuşturucu v. s.

-Sezgi kriterleri W. James: 1 İç aydınlık 2. Mantıki tatmin 3. Pratiklik ve verimlilik

-Vecdin psikolojik mekanizması ve tekabül etmekte olduğu ne?

Kur’an ve hadiste teyit edilmezse şeytanidir.



TARİHİ-SOSYOLOJİK DURUM:

Dünya hayatı çekilmez olunca tasavvufa sığındık.

-Pilatinos devri 204-270 Romada kriz devri herkes kutarıcı arıyor.

*Hasan Basride lüks ve sefahate tepki var. 728 halk ve yüksek tabakada tezadın çok olduğu Şam - Basra - Küfede İ. Sirin. Şakık, Hatem, Bişr, Fudayl Fakrı övmüşler.

-813 El Memun - Rasyonalist Mutezile

- 9-10-11 yy da El Verrak, Cevzi, Raziye tepkiler var. Peygamberlere Razi sihir der. Felsefecileri tutar.

-11yy Gazaliye kadar tasavvuf hep tepki ve şüphe görmüş.

-Gazali sonrası cahil halk dervişler, çok karışık fikirler çıkınca medrese bunlara karşı çıkmış. Genede Anadoluyu İslam yapan Türkmen dervişler.

-Türklerin Anadolu birliği sağlamasında dinin, dervişlerin birleştirmeciliği, Selçukluda medrese-tekke- iken sonra zıtlaşma olur.

-Tasavvufun Sünnilikle birleşmesi Şii siyasetini kırmıştır. 11yy sonrası nüfuzları azalmış. Bunun üzerine Şii-Batını terörü başlamış.

*Sünni müslümanlık olan yerlerde Türk devleti - halk tasavvufu olan yerlerde Şiiler hakim Kızılbaş isyanları - İran tesirleri.

*Tasavvuf 9-11-14 yy çöküşlerin sonucu mu - sebebi midir? İkisinede karşı reaksiyondur.

*Rasyonalizm öne geçerse tasavvuf mistik, siyaset çatışmalarına karşı halveti, hülasa koruyucu homeostasis sistemi gibi. Birlik sarsılınca temin ediyor.

-Tasavvuf tembellik değil birleştirici bir manevi reaksiyondur.

*Mevlana - Yunus - Hacı Bayramı Veli söz ve şiir üstadı. Alim devlet adamı sufi yok. Tasavvuf kaliteli ve parlak zihinleri halvete yollamış. İ. Gazali ve Mevlana gibi.

-Süfli dünyayı pis sayar. İlme itibar etmez. İdareye iltifat etmez.

Makamı şer sayar. Tasavvufun hatarları çoktur.

-İbin Haldun tasnifine göre sufi ifadeler 1.Zevk - vecd 2. Arş, kürsi müşahede ancak vecd ve zevkle anlaşılır. 3. Keramet - tasarruf 4: Şathiye

- Erol Güngör keramet tartışılır diyor. Reddi zarar vermez ?

-Tasavvuf ifrat ve tefritsiz ele alınmalı. Din veya dünya dışlanmamalı. Dünyaya hakim olmama yanlışlığı.(Afganistan)

9) Günümüz ve Tasavvuf: Rasyonalizm - müsbet ilim fitnesi Materyalist müsbet ilim toplum tarafından artık dışlanıyor.

-Aşk ve iman olmayan cemiyet ve sistem yaşayamaz. Rasyonalist zihniyet yetersiz kaldığı için din şimdilerde yerini alıyor.

-Toplumun ihtiyaçlarına din vaatleri ile cevap veren siyasiler.

-Gençler arası sımsıcak sarıcı tasavvufa yönelişler.

1.Tarikatın istilara karşı koysa bile ortaya koyacağı bir sistem yoktur.

2.Objektif din kıstaslar yerine kalbi bağlılık ve şeyhsiz iş yapmamama var.

-Oysa İslam dünyasının ihtiyacı İslami ölçülere uyan liderlerdir.

-Gençler tefrit tasavvufla heder edilmemeli. Perhiz - inziva artık yol değildir. Kerametler yol değildir.

- Tasavvufa içtimai müesseseler kurma ve dünya hakimiyeti elde etme rolü kazandırılmalı. (Tekke- Zaviye - Mektep - Medrese)

-Şeri hükümler aklidir tenkit ve tashih mümkün tasavvufi bilgiler ise ancak müşahade ile ispat edilir. Bu ise mümkün değildir.

*İÇTİHAT potansiyeli heder etmemek için şarttır.

http://www.tasavvufalemi.com/sayfa.php?yaziNo=65


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: İSLAM TASAVVUFUNUN MESELELERİ / Erol GÜNGÖR
MesajGönderilme zamanı: 31.03.10, 09:12 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 05.03.09, 09:49
Mesajlar: 311
Takdim

Bundan bir yıl önce “İslâm'ın Bugünkü Meseleleri” adlı kitabımız yayınlanınca okuyucuların çoğu, özellikle gençler orada ele alınan konular arasında tasavvufun eksik olduğunu söylediler ve kitabın yeni baskısına böyle bir bahis koymamı rica ettiler. Okuyucular bu isteklerinde haklıydı. Esâsen biz o kitapta bugün karşılaştığımız bütün meseleleri ele almış değildik, buna imkânımız da yoktu. Fakat tasavvuf konusunun İslâm dünyasının başka yerlerinde olduğu gibi Türkiye’de de hem aktüalite, hem önemli bir tartışma meselesi olduğu muhakkaktı.

Kitaba böyle bir kısım eklemek üzere önce memleketimizdeki tasavvufla ilgili yayınlara bir göz attık, aynen gençlerle konuşmalarımızda bu meselenin çeşitli yönleri hakkında onların neler bildiklerini öğrenmeye çalıştık. Gerek literatür taraması, gerek şahsi soruşturmalardan edindiğimiz intibâa göre Türkiye’de tasavvuf pek çok konuşulan fakat üzerinde pek az ciddi bilgi bulunan bir konudur. Buna karşılık son yıllarda tasavvufa karşı gitgide gelişen bir ilgi mevcut bulunmaktadır. Bunları gördükten sonra makale çapında umumi bir ek’in isteneni veremeyeceğini düşündük ve müstakil bir kitap yapmaya karar verdik. İşte elinizdeki kitap böylece ortaya çıktı.

Bu kitap tasavvuf hakkında bir bilgi kitabı değildir. Tasavvufun temel bilgilerini öğrenmek isteyenler bu konuda yazılmış yerli ve yabancı kaynaklara başvurabilirler. Bizim yaptığımız iş âdeta imân mevzuu gibi ağızdan ağıza gezen veya kitap, dergi, gazete satırlarında görülen birçok şeyler hakkında bazı sualler sormak ve bu suâllere cevap aramaktır. Kısacası, burada tasavvufun meseleleri tartışılmaktadır. Ümit edilir ki, ilgili ve yetkili kalem sahiplerinin tenkitleriyle bu meseleler daha ileri seviyede bir vuzuh kazansın.

Prof. Dr. Erol GÜNGÖR

(Rh.a.)

İstanbul, Temmuz 1982


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: İSLAM TASAVVUFUNUN MESELELERİ / Erol GÜNGÖR
MesajGönderilme zamanı: 01.04.10, 12:26 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 05.03.09, 09:49
Mesajlar: 311
İSLAM TASAVVUFUNUN MESELELERİ

Önsöz


İslâm’ın yeni dünyada nasıl yorumlanacağı, yani bugün nasıl bir dinî hayâtı yaşamak gerektiği sorulduğunda, çözülmesi beklenen meselelerden biri de tasavvufî düşüncenin ve onunla ilgili uygulamaların yeridir. Aslında bu konudaki tartışmaların tarihi çok eskidir ve bazan şiddetlenerek, bazan durgunlaşarak zamanımıza kadar gelmiştir. Fakat günümüzde bu tartışma özel bir önem kazanmış bulunuyor. Bugün dinî hayatı ve dolayısıyla müslümanların sosyal hayatını yeniden düzenlemek konusunda büyük bir gayret vardır ve bu hareketin içinde bulunanlar kendilerine rehber alacak prensiplerin hangi kaynaklardan çıkarılacağını tâyin etmek zorundadırlar. İşte bu noktada tasavvuf onların işine pek yarar görünmüyor. Gerçekten, bir sosyal reformcu hitab ettiği kitlenin bütünü için mâna ifade eden, herkes tarafından anlaşılan ve kabul edilebilecek mâhiyette olan esaslardan hareket etmek mecbûriyetindedir. Ferdî yaşantıyı (experience) esas tutan ve bir zihinden öbürüne nakli âdeta imkânsız bulunan mânevi hallere dayanan tasavvufi dü¬şünce ona bu hususta yardımcı olamayacaktır. Esas müracaat kaynağı ve değişmez ölçü olarak kullanılan Kurân'ın batıni (esoterique) yorumu ise müslümanların anlaşmazlığını artıran bir temâyül gibi görünmektedir. Nitekim daha önceleri görülen reform hareketlerinin başında bulunan kimseler -hemen hepsinde sufi geleneğinden eserler bulunmakla birlikte- daima şeri¬ata, yani dinin rasyonel sistemine dayanmışlardır. Başka bir ifade ile, reformcunun şeriata sıkı sıkıya bağlı kalması ve bâtıni yorumlara karşı çıkması sadece onun dinî anlayışının eseri değil, aynı zamanda sosyolojik ve psikolojik bir zarûrettir. Bu ikinci noktayı gözden kaçıranlar meseleyi daha ziyade şeriat-tarikat, zahir-bâtın, sûfî-ulemâ kavgası halinde görmekte ve bunlardan biri veya öbürü safında yer alıp karşı tarafı hasım saymaktadır. Bu husûmetin daha ziyâde tasavvuf üzerine yöneltildiğini de kaydetmeliyiz.

Tasavvufa yapılan hücumların dini reform dönemlerin¬de bilhassa artması, onun yukarıda bahsettiğimiz iki özelliği (sübjektif ve batıni) itibariyle dinin esasından kolayca uzaklaşmaya ve uzaklaştırmaya müsâit olmasındandır. Bu yüzden dinin yanlış inançlarla ve uygulamalarla dolduğunu -ve dolayısıyla bunların temizlenmesi gerektiğini- iddia edenler dinden sapmanın daima serbest ferdi yorumlardan ileri geldiğini söylemişler, bu noktada en büyük sorumlu olarak da Kur’an'da batıni mânâ arıyanları bulmuşlardır. Maamafîh, bütün reform hareketleri bir çeşit "öze dönüş" ve “saflaştırma” hareketi olduğu için, İslâmiyet'in Peygamber döneminde bâtına pek az yer vermesi de tasavvufun aleyhinde bir nokta teşkil ediyor. İlerideki bahislerde göreceğimiz gibi, İslâm'ın ilk devirlerinde tasavvufî harekete örnek diye gösterilebilecek haller sonraki yüzyılların doktriner-teşkilatlı tasavvufundan büyük ölçüde farklı idi ve esas itibariyle ferdî zühd vak'alarından ibaretti. Sonraki tasavvuf hareketi İslâmi karakterini muhafaza etmekle birlikte –ki bunun aksini düşünenler de vardır- yabancı tesirlerle karıştığı muhakkaktır. Tasfiyeci reformcuların fıkıh konularında bile taklidi. yani otoriteyi kabul etmediklerini düşünürsek, mutasavvıfların batıni otoritesine hiç itîbar etmeyecekleri ve onu zararlı bulacaklar şimdiden bellidir.

Şurası da muhakkak ki İslâm dünyasının reform ihtiyaç¬ları -dokuzuncu ve onuncu yüzyıllardaki entellektüel kavga dı¬şında- Batı ile mücâdele halinde ortaya çıkmış ve burada Batı’nın rasyonalist-ilimci geleneğinin Müslümanlar üzerinde bü¬yük bir mânevi baskısı olmuştur. Bu baskı irrasyonalist-antientellektüel cereyanlara karşı husûmeti büsbütün artır¬mıştır ve halen arttırmaktadır. Özellikle bu açıdan bakıldığında Türkiye’de bu konulardaki tartışmaların seyri -kalitesi zaman zaman düşüp, zaman zaman çıkmakla birlikte- İslâm dünyasın¬da görülen genel gidişe uymaktadır. İlkin Meşrûtiyet’teki fikir hürriyeti ile birlikte ileri sürülen görüşlerde dinî ilimle uzlaştır¬ma ve İslâm dininin modern medeniyeti iktibas etmede hiçbir engel çıkarmadığını, hattâ buna yardımcı olacağını savunan tezler büyük yer tutmuştur. Bu tezlerin isbatı sadedinde ortaya çıkan din anlayışı ise sünni müslümanlığın akılcı geleneğini iyice belirgin hale getirme yönünde idi. İmparatorluğun Birinci Dünya Savaşı sonunda parçalanması üzerine İslâm ülkelerinin son siyasî birliği de dağılınca, müslümanlar artık arada hiç bir koruyucu kalkan -daha önce Osmanlı devleti idi- bulunmadan doğrudan doğruya Batı dünyası ile karşı karşıya geldiler; tâbir caizse, düşmanı artık kendi evinin içinde bulan İslâm dünyası mutlaka toparlanmak, Batı siyasi blokuna ve medeniyetine karşı İslâm dünyası halinde ortaya çıkabilmek zaruretini her zamankinden fazla hissetti. Pek çok İslâm mütefekkiri İslâm ülke¬lerine yeni bir hamle gücü kazandırmanın ancak İslâmî bir ha¬reketle mümkün olabileceğini ileri sürerken aslında bir önceki nesildekilerden farklı şeyler söylemiyorlardı. Hepsi de modern medeniyetin iktibas edilmesi gerektiğini düşünüyor, bu medeniyetin ilim ve fen esasına dayandığını, ilim ve fennin ise İs¬lâm’a hiç yabancı bulunmadığını, İslâmiyetin Batılılarca zanne¬dildiği veya şu sırada tatbik edildiği şekliyle hurafelere, akıl dışı şeylere hiç cevaz vermediğini bilhassa belirtiyorlardı. Böylece Batı medeniyetinin o çağda âdeta ilâh haline getirdiği “müsbet ilim ve fen” müslüman mütefekkirler için de en büyük değer olmuş, o kadar ki “müsbet düşünce" adına mânevi kültürün ilk bakışta müşahhas bir fayda veya fonksiyonu görülmeyen taraf¬tan derhal fedâ edilmeye hazır olunmuştu1.
Yine de, reformcunun gâyesi Avrupalıya karşı İslâm'ı temize çıkarmaktan ibaret değildir. Bu yüzden o, bir taraftan İslâm’ı yanlış anlayan yabancılara karşı onu doğru tarafıyla tanıtırken diğer taraftan da kendi içinde onu yanlış bilen ve uygulayanlara karşı yoğun bir aydınlatma kampanyası açmak zorunda kalmıştır. İslâm bir hurafe yığını olmadığına göre bu hurafeler nereden geliyordu? İslâm bir akıl dini olduğuna göre dünyanın akıldışı kuvvetlerle idare olunduğunu iddia edenler nereden çıkıyordu? Niçin bazan insanlar olayları "müsbet” ilmin kabul ettiği şekilde, özellikle gizli güçlerle yorumluyorlardı? İşte bu noktada dini akıl sahipleri nazarın¬da hacil duruma düşüren inanışların İslâm-dışı olduğunu isbat başlıca iş olmuştur. Genellikle “İsrâilîyat" adı verilen ve İslâmiyet’e sonradan girmiş bulunan Yahudi menşeli inançların kastedildiği grup içine çok değişik şeylerin sokulduğu görülmektedir; popüler inançlardan felsefi doktrinlere kadar şu veya bu zamanda “İsrâilîyat" damgası yemeyen hiç yok gibidir.2 Bu meseleyi âdeta meslek edinen ve bazı çevrelerde yarı alaylı bir tâbirle “İsrâilîyat mütehassısı'' adı verilen kimselerin hedef tahtalarından biri ve belki en önemlisi tasavvuftur. Bunlar İslâm 'daki İsrâilî unsurların kültür karışması yoluyla değil, fakat doğrudan doğruya kasıt eseri olarak girdiği kanaatindedirler. Esası Yahudiliğe dayanan doktrinleri sokanlar bu dîni ve onun mensuplarını yollarından şaşırtmak için tertipler peşin¬de olan Yahudiler veya Yahudi asıllı dönmelerdir. Bunların en önemlisi ve ilki Abdullah İbni Sebe'dir. Sonraki tarihlerde bütün batıni hareketler ve felsefi doktrinler yine çeşitli yollardan Yahudiler eliyle İslâm’a girmiştir. Böylece Hallac’dan Mevlâ¬na’ya, İbni Arabi'ye kadar İslâm medeniyetinin yetiştirdiği bü¬yük mutasavvıfları ya Yahudi ajanı veya onlara kapılan dalâlet yolcuları halinde gösterenlere rastlamış bulunuyoruz. Maamafih tasavvuf Türk kültüründe çok güçlü, derin bir yer işgal ettiği için, bu hücumlar fazla bir tesir bırakmadan dalga dalga sönüp gitmiş. Yahudilik'ten başka problemler çıktıkça İsrâiliyat münâkaşaları eski hararetini kaybetmiştir.

Hicrî Onbeşinci Yüzyıla girerken İslâm dünyasında yeni bir uyanış hareketinin başlaması bu münâkaşaları yeniden ön plâna çıkardı. Türkiye'de daha önce Batı teknolojisinin ezici gösterici-gücü karşısında “müsbet ilim ve fen” sloganını benimseyen bazı reformcular bu defa Kapitalizm-Üçüncü Dünya çatışması tezinin ve sosyalist cereyanların tesiri altında kaldılar. Yeni oryantasyonda model, emperyalizmle mücâdele halinde olan ve İslâm'ı devlet ideolojisi haline getiren İran'dır. İran'ın durumu İslâmcılarda dünyevî değerlerin ön plâna çıkmasına yol açmış ve tasavvufî doktrinler emperyalistlerin işine yarayan birer tuzak birer miskinlik felsefesi olarak telâkki edilmeye baş¬lanmış bulunuyor. Yakın zamana kadar şiiliği her türlü bâtınî hareketin ya kaynağı veya en yakın müttefiki sayan bir ülkede hem İran davasının hem “İbni Teymiye"ciliğin şampiyonluğunun yapılması dikkati çekicidir.

Fakat Türkiye'de aynı derecede dikkati çeken bir olay daha görülmektedir. İslâm ideolojisini "selefiyye” mesleğine uygun -veya öyle görünen- bir tarzda benimseyen genç İslâmcıların yanı sıra, tasavvufa büyük bir ilgi duyan ve birinciler kadar harâretli İslâm davacısı olan gençler de vardır. Bunların çoğu bir “mürşid-i kâmil" bulup ondan feyz almaya çalışırken, bir kısmı hiç değilse kitaplar yoluyla tasavvufu öğrenme gayreti içindedir. R. Guenon’un tasavvufî açıdan İslâmiyet yorumları, Abdülkaadir Es-Sûfi’nin Muhyiddîn Arabi yolunda tefekkür-keşf arası yazıları en çok okunanlar arasındadır. Bu ilgiyi Türkiye'de eskiden beri çok okuyucusu bulunan klâsik tasavvuf eserlerinin piyasası dışında mütalaa etmek gerekir. İslâm modernizmine gönül vermiş olup dinî-tasavvufî bir hayatın prensiplerini araştıran gençlerin büyük çoğunluğu din tahsili dışında başka meslek sahalarının insanlarıdır ve onların gerek motivleri gerek tavırları dini bir ders konusu olarak öğrenen büyük kitleden oldukça farklıdır. Bu gençler tasavvufu ferdi bir tavır olarak benimsemiş değillerdir; onu bir sosyal hareketin içinde öğreniyorlar ve sosyal bir prensip haline getirmeyi düşünüyor¬lar. Kısacası, tasavvufa duyulan ilgiyi İslâm modernizmi istika¬metindeki umumi hareketin dışında görmek için hiçbir sebep yoktur.
Önümüzdeki günlerde yeni bir şeriat-tarikat münâkaşasının bütün harareti ile ortaya çıkması ve İslâmî uyanışın iki değişik yönde çekişme konusu olması beklenebilir.

Türkiye’nin geleneğinde din hayâtının bu iki biçimi çoğunlukla telif edilmiş ve bir arada gitmiştir. Buna rağmen aradaki uzlaşmanın özellikle bugünkü nesiller bakımından organik bir anlam taşımadığını unutmamalıyız. Başka ifâde ile, bu mesele henüz halledilmiş değildir.

Tasavvufun İslâm'daki yeri nedir? Bu soru ilk bakışta dini bir mesele olarak görünmektedir ki buna din açısından verilecek cevap din âlimlerinin işidir. Diğer taraftan İslâm tasav¬vufu İslâm medeniyeti ve kültürünün özel bir yanı olmak itiba¬riyle incelemeye değer olmalıdır. Tasavvufun dini ve felsefî düşünce tarihindeki kaynakları nelerdir? Gelişmesi ve teşkilât¬lanması nasıl olmuştur? İslâm dünyasındaki fonksiyonu hak¬kında neler söylenebilir? Bunlar ve benzeri sosyolojik soruların yanında bir de felsefi ve psikolojik sorular var: Mistik yaşantının mâhiyeti ve kıymeti nedir? Mistik iddialar ne türlü kriterler¬le tahkik edilebilir? Mistik bilgi ile ilmi bilgi arasındaki fark nedir? İlh.
Memleketimizle tasavvuf konusunda bugüne kadar çı¬kan kitap ve makalelerin bu sorulardan ziyâde hep dinin nasları ile ilgili tarafı üzerinde toplandığını görüyoruz. Bir tarafta klâsik tasavvuf kitapları veya bunlar istikametinde çoğu eskilerin tamâmıyle tekrarından ibaret eserler, diğer tarafta din veya ilim açısından bunları tenkid eden ve -maalesef- birincilere göre kalitesi hayli düşük olan yayınlarla karşılaşıyoruz. Tasavvufun aleyhinde bulunanların hücumlarının pek büyük bir kısmı klasik metinlerin kabataslak yorumlanmasından, yani bilgisizlik ve düşünce kısırlığından ileri gelmektedir Fakat bunların karşısında tasavvufu savunanların da yine klâsik metinlerin gölgesine sığınmaktan başka herhangi bir düşünce canlılığı gösterdiklerine şahit olmuş değiliz. Eski müelliflerin eserlerini tercüme ve şerh eden birkaç kıymetli araştırmacımızın metod ku¬surları onların çalışmalarının değerini önemli ölçüde azaltmaktadır. Bu çağdaş yazarlar metin açıklamalarında bile eski metodunu tıpatıp uyguluyorlar, yani müelliflerin fikirlerini yine onların bakış açılarından genişletmekten ve misallendirmekten başka bir şey yapmıyorlar. O kadar ki, bu kitaplarda müellif ile yorumcuyu birbirinden ayırmak imkânsızdır; bugün yapılan bir şerhin bundan beş-altı yüzyıl önce yapılmış olanlardan sadece tarih farkı vardır.

Biz burada tekrarı tekrar etmemek ve bu konuda sorulan belli başlı sorulara cevap aramak üzere tartışma sâhasını biraz daraltacağız. Yaklaşma noktalarımız şöylece ifade edilebilir: Yirminci yüzyılın son çeyreğinde tasavvuf Türk aydınının zihnini ne bakımlardan meşgul etmektedir? Zamanımızın tarih, felsefe ve sosyoloji-psikoloji bilgileri hesaba katıldığında tasavvuf üzerinde nasıl bir değerlendirme yapılabilir? Tasavvufî düşüncenin geleceği ne olabilir?

Aslında bütün bunları kendi etrafında toplayan merkezi soru şudur: Tasavvufun İslâm'daki yeri nedir? Tasavvufî düşünce İslâm’a yabancı doktrinlerden mi gelmiş, yoksa onun içinde mi teşekkül etmiştir? Tasavvufta dış tesirler varsa bunlar nelerdir ve İslâm doktrini ile ne derece te'lif edilmiştir? İşte biz bu sorulan tarihî sosyolojik açıdan inceleyecek, akaid ve kelâm ile ilgili hükmü o sâhaların mütehassısı olanlara bırakacağız. Fakat muhakkak ki meselenin bu iki tarafı birbirinden müstakil değildir ve her iki yönde yapılan çalışmalar birbirine yardımcı olacaktır.

Prof. Dr. Erol GÜNGÖR

(Rh.a.)


İstanbul, Temmuz 1982


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: İSLAM TASAVVUFUNUN MESELELERİ / Erol GÜNGÖR
MesajGönderilme zamanı: 29.04.10, 16:43 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 05.03.09, 09:49
Mesajlar: 311
İSLAM TASAVVUFUNUN MESELELERİ / Erol GÜNGÖR

Giriş

Tasavvuf İslâm mistisizminin adıdır İslâmî bir kavramı batılı mukabili ile değiştirmemiz bazılarına çok garip gelebilir. Nitekim bazı mutasavvıf mütefekkirler, özellikle Re¬ne Guenon1 tasavvufla mistisizmin tamamen başka şeyler olduğunu, İslâm tasavvufunu bilmeyen batılıların bu iki şeyi birbirine karıştırdığını ısrarla belirtmişlerdir. Bunların Hı¬ristiyan mistisizmi ile İslâm tasavvufu arasında yaptıkları ayırım esas itibariyle doğrudur, ileride bu farklardan biz de bahsedeceğiz. Fakat burada bizim mistisizmden maksadı¬mız Hıristiyan mistisizmi değil, belli bir iç tecrübe ve belli bir bakış tarzına felsefede verilen genel addır. Bu bakımdan Hıristiyan mistisizmi, Yahudi mistisizmi, Hindu mistisizmi ilh. gibi İslâm mistisizmi de vardır ve biz buna tasavvuf diyo¬ruz.
Kelimenin aslı Yunan mister(sır)lerinden gelmekte¬dir Mistik demek, ilâhi şeyler hakkında birtakım batıni bil¬giler verilmiş olup bunlar hususunda kimseye birşey söyle¬memesi gereken insan demektir. Maamafih bu mânâda ge¬rek eski Yunan’da, gerek eski Mısır'da mistiklerin aldığı ilâ¬hi sırlar birtakım gizli tarîkatlerde kendilerine anlatılan şeylerdi, yâni aktarılan doğrudan doğruya ulûhiyetle temas suretiyle öğ¬renilmesi gerekmiyordu. Bugün mistisizm denince daha ziyâde insanın aklî melekeleriyle ulaşamadığı bir yüceliğe ve¬ya “mutlak”a sezgi yoluyla doğrudan doğruya ulaşması, onunla doğrudan (yani araya mantıkî düşünce veya başka herhangi bir vâsıta girmeden) temas kurması anlaşılmaktadır. Buradaki "yüce" ve “mutlak” olan şey ise "evrensel ruh", "ilk akıl” vs. gibi değişik tâbirlerle ifâde edilmekte birlikte kısaca “Tanrı”dır. Gerçi “Tanrı”dan başka şeylerle de mistik temas kurmak sözkonusudur, fakat Tanrı herşeyin aslı ve ilk sebebi olduğu için O’nun dışındakiler basit teferruattır; Tanrı'nın hakikatine ulaşmak bütün hakikate ulaşmak demek¬tir.
Gerçi felsefedeki mistisizm ile dinî mistisizm birbirinin tıpatıp aynı şeyler değildir, fakat aralarındaki farkı bir sistem ve sistemsizlik farkı haline indirmek pekâlâ müm¬kündür. Dinde mistisizmin işin başında da sonunda da akıl¬la fazla alışverişi yoktur, yani aklı tatmin etmek onun dâvası değildir. Felsefede mistisizm "aklın kavrayamayacağı haki¬katleri mistik sezgi ile bilmek” mânâsında onunla ayni iddi¬ayı paylaşır, fakat felsefe bu iddia üzerine rasyonel bir sis¬tem kurar. Maamafih dini mânâda mistisizm de önceleri sâ¬dece ferdi, şahsi bu derûni tecrübe kazanmaktan ibaret bir gaye taşırken sonraları bunu felsefi bir sistem haline getir¬meye başlamıştır. Aslında bunun kaçınılmaz bir sonuç oldu¬ğunu kabul etmeliyiz, zira insan kendi tecrübesine başkala¬rını ortak etmek, hattâ bizzat kendini inandırmak durumun¬da kalınca onu akli bir sistemin gerekleriyle teçhiz etmek zorundadır.2
B. Russell. mistik felsefenin esaslarını şöyle sıralıyor:
1. Dolaylı (discursive, istidlâlî) bilgiye karşı sezgi. Yani ilmin tamamen duyu organlarının verilerine daya¬nan yavaş, hatalı "görüntü” incelemelerine karsı anî, nüfuz edici, kendini kabul ettirici bir hikmet yolunun mevcudiyetine inanmak. Mistik sezgideki kesinlik ve ilham duygusu bu konulardaki muayyen inançlardan önce gelir; mistik önce sezgi kazanır, sonra bu sezgisi ile birtakım inançlara varır.
2. Sezgi veya ânı kavrama yoluyla bilgi kazanılabileceğine olan inançla sık sıkıya bağlı olmak üzere, gö¬rünen dünyanın ötesinde ve ondan tamamen farklı bir realitenin mevcudiyetine inanmak. Bu gerçek dünya duyularımızın ince perdesiyle kapatılmıştır ki nazar sahibi bir zihin bu perdeyi kolayca aralayabi¬lir.
3. Tezad ve tefrikayı reddedip birliğe inanmak.
4. Zamanın gerçekliğini inkâr etmek.
5. Bütün kötülüklerin zahiri olduğuna, kötülüğün analitik yolla düşünen zihindeki tezad ve tefrikalar¬dan doğan bir hayâl olduğuna inanmak. Mistisizm meselâ zulmün iyi olduğunu iddia etmez, sâdece onun gerçekliğine inanmaz. Kötülük dediğimiz şey¬ler aşağı dünyaya, hayaller âlemine aittir.
İşte felsefede (Batı felsefesi) Eflâtun'dan Hegel'e ve onun müridlerine kadar bütün mistik metafizikçilerin düşüncesine hâkim olan fikirler bunlardır. Bunların bir kısmı İslâm tasavvufu üzerinde etkili olmuş, bazılarının onunla hiçbir münâsebeti olmamıştır. Konumuz ilerledikçe görece¬ğiz ki, yukarıda mistisizmin ana özellikleri diye belirtilen hususlar dünyanın çeşitli yerlerinde çeşitli zamanlarda gör¬düğümüz bütün mistik düşünce tiplerinde mevcuttur. İşte bu yüzdendir ki mistisizmi genel bir ad olarak alıyoruz ve tasavvufu bunun İslâm dünyasında görülen örneği diye inceliyoruz. Mistisizm kelimesinin Bati dillerinden alınmış ol¬ması, bu düşüncenin veya hayatın onlara mahsus olduğu mânâsına gelmez.
Hemen belirtelim ki tasavvuf denince Müslümanla¬rın pek çoğunun aklına bu felsefi fikirler değil, belli bir hayal tarzı ve bu hayatı yaşayan bazı insanlar gelir. Onların bu dü¬şüncesi aslında gerçeği aksettirmektedir, çünkü İslâm mistisizminin belirgin özelliği bir felsefî düşünce sisteminin sa¬vunmasını yapmak değil, dünyaya karşı belli bir tavır takın¬mak ve bu tavra uygun bir hayat yaşamak olmuştur. Büyük mutasavvıfları düşündüğümüz zaman hatırımıza gelen şey onların ahlâkı, Allah'a karşı samimi duygu ve bağlılıkları ve sahip oldukları birtakım kerametlerdir. İslâm cemaatı onla¬rı dindarlık ve ahlâkta seçkin kişiler diye bilir. Nitekim mutasavvıfların tasavvuf hakkındaki tarifleri dâima bu noktala¬rı belirgin kılacak şekildedir. Aslında hepsi de birbirine benzeyen bu tariflerden birkaç tanesini verirsek bu nokta daha yeterince anlaşılacaktır.
" Tasavvuf kafanda ne varsa atmak, elinde ne varsa dağıtmak ve önüne ne gelirse yüz çevirmemektir”.
"Tasavvuf iki şeydir: bir istikamete bakmak ve bir isti¬kamette yaşamak.”
“Sûfi Allah'ın her yaptığına rızâ gösterir ki Allah da onun yaptıklarından razı olsun”.
“Sûfilik hiçbir şeye sahip olmamak, hiçbir şey tarafından sâhip olunmamaktır”.
“Sûfilik sefalette ihtişam, yoksullukta zenginlik, kullukta efendilik, açlıkta tokluk, çıplaklıkta giyiniklik, esâret¬te hürriyet, ölümde hayat ve acılıkta tatlılıktır.
“Sûfîlik Tanrı’nın ahlâkı ile ahlâklanmaktır”.

Bunların yanında bir de metafizik târifler vardır ki sûfilere bakanlar onların bu yanına pek az dikkat ederler:
"Sûfilik henüz hiçbir şey yaratılmadan Yaratıcının kendi mahlûkları hakkındaki irâdesidir”.
"Sûfilik sûfideki hallerin sadece Allah tarafından bilinmesi ve mâhiyetini yine sâdece Allah'ın bildiği bir şekil¬de sûfinin dâima O'nunla birlikte olmasıdır".
"Sûfilik nefsi Tanrı’dan başka herşeyden muhafaza et¬mektir ve Tanrı’dan başka hiçbir şey yoktur”.

Bu ikinci tip târif örnekleri de istendiği kadar çoğaltılabilir. Aslında metafizik tariflerin daha önce verilen ahlâkî târiflere temel teşkil etmesi lâzımdır, çünkü eylemlerin haklılığı onların dayandığı teoriye bağlıdır. Fakat tasavvufla ve umûmiyetle mistisizmde bu her zaman böyle olmamıştır. Mistik haller, yani duyu organlarıyla erişilmesi mümkün ol¬mayan gerçeklerle temas halleri, her zaman bir teoriye ihti¬yaç göstermez. Diğer taraftan dinî mistisizmde insanlara bu vâki olan haller, onların mensup bulundukları dinin muhtevâsıyla çok ilgili bulunmakla birlikte burada da nelerin geleceği (vârid) önceden kestirilemez. İleride göreceğimiz gibi, mutasavvıfın gayesi, gördüklerinin hakikatini başkalarına isbât etmek değildir; o buna hiç ihtiyaç duymaz, çünkü onun eriştiği hakikatler hiçbir isbâta ihtiyaç duyulmayacak kadar apaçıktır. Bu yüzden ilk mutasavvıflar daha ziyâde zühd ve takvâlarıyla temayüz etmişler, tasavvufta metafizik devri, sonra gelmiştir. Tasavvufu incelerken onun bu iki cihetine bilhassa dikkat etmek gerekir.
Tasavvufun neden ibaret olduğunu, onu henüz etraf¬lıca görmeden önce söyleyemeyiz. Bu bakımdan böyle bir târif belki kitabın sonunda yapılabilir. Fakat incelediğimiz şeyin ana hatlarıyla neyi ihtiva ettiğini belirtmek bakımın¬dan bazı şeyler söyleyebiliriz.

İslâm tasavvufu İslâm dininin belli bir yorumudur. Bazı müslümanlar Hicret’in ikinci ve üçüncü asırlarından itibaren özellikle fıkıhçıların şekilci yorumu ile mu'tezilenin rasyonalist yorumu karşısında, bunlardan farklı bir din (İs¬lâm) anlayışı ortaya atmışlar, önce kendi hayat tarzlarıyla gerçekleştirdikleri bu anlayış, sonraları teorik bir yapı kazanmış, hatta teşkilatlanmıştır. Tasavvufî din anlayışının belirgin vasıfları Kur'ân ve hadiste zahirden ziyâde bâtına önem vermek; Yaratan ile yaratılan arasında varlık itibarıyla ayrılık bulunmadığını, çünkü Allah'tan başka varlık bulunmadığını kâbul etmek; İnsan’ın Allah'tan geldiği gibi yi¬ne Allah'a gideceğini, ancak bunun için mutlaka ölümü beklemek gerekmediğini, nefsi tertemiz kılmakla ezeldeki birliğe daha hayatta iken dönüleceğini iddia etmektir. Bu temel fikirlerin birtakım mantıkî sonuçları da vardır ki, bun¬ları yeri geldikçe ele alacağız. Maddî şeyleri hor görmek, cemaatın umûmi tutumundan ziyâde kendi ferdi temayülüne ehemmiyet vermek, bilgi yolu olarak mistik sezgiyi kullanıp bunun dışındaki metodları da, onlarla edinilen bilgileri de hiçe saymak, ilh. Hemen söyleyelim ki gerek aslî, gerek ikinci dereceden inanç ve temayüller itibariyle sûfilerin ara¬larında birçok farklar vardır. Esasen sûfilik hiçbir zaman tam bir doktrin hüviyeti kazanmadığı gibi, sûfiler de hiçbir zaman belli bir zümre teşkil etmemişlerdir. Belki de bu dağınıklık veya çeşitlilik onlara ayrı bir hayatiyet kazandırmış bulunuyor.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: İSLAM TASAVVUFUNUN MESELELERİ / Erol GÜNGÖR
MesajGönderilme zamanı: 05.05.10, 09:48 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 05.03.09, 09:49
Mesajlar: 311
Günümüz ve Tasavvuf

Erol GÜNGÖR

Memleketimizde dindar çevreler üzerinde yapılacak en basit bir müşâhede bile çeşitli yönleriyle tasavvufun ne kadar yaygın bir ilgi konusu olduğunu göstermeye yetecek¬tir. Ancak bunun sadece dindar çevrelerin kendi içlerinde bir ilgi kaymasından ibâret olduğu zannedilmemelidir. Türkiye’de İslâmiyet'e karşı bütün kesimlerde bir ilgi vardır ve bu ilgi esas itibariyle tasavvuf kanalıyla olmaktadır. Başka bir ifade ile, İslâm gerek doktrin, gerek ideoloji olarak, git¬gide daha çok sayıda insanın zihnini meşgul etmekledir. Müslüman ülkelerde İslâm etrafında teşekkül eden geniş uyanış hareketinin belli-başlı kaynakları hakkında ileri sürülen görüşlerin tartışmasını bir başka yerde yapmıştık1. Burada konunun geniş mânâda İslâmî uyanışta ilgili taraflarını tekrar etmek istemiyoruz. Ancak bu vesile ile üzerinde du¬rulması gereken bazı önemli noktaları belirtmek ve kendi tezimizi ana hatlarıyla ortaya koymak istiyoruz.

Tasavvuf, geniş mânada bir mistisizm hareketi olarak, bütün mistik cereyanların genel karakterini taşır. Mistik düşünce her zaman var olmakla birlikte bunun bütün cemiyeti saran sosyal bir karakter kazanması, yani bir cere¬yan halini alması tarihin belli zamanlarında görülmekte ve bu belli zamanlar dinin canlanma zamanlarıdır. Dini canlanma tâbirinin ne mâna ifâde ettiğini daha iyi anlayabil¬mek için tasavvuf hakkındaki tarihî-sosyolojik izah bahsinde anlattıklarımızı hatırlamalıyız. Burada sâdece bir dinin herhangi bir zamanda yeniden kuvvet toplaması ve hamle gücü kazanması değil aynı zamanda yeni bir dinin bütün bir cemiyeti sarması sözkonusu olabilir. Her ne şekilde olursa cemiyet¬lerin hayâtında dinin kavrayıcı ve yönlendirici bir rol kazanması için hazır olunan dönemler vardır. Bu dönemlerin süresi veya iki dönem arasındaki süre konusunda birşey söyleyemeyiz; esasen şimdilik bunun önemi olduğunu da sanmıyoruz.

İnsanların dünyaya dinî açısından bir mânâ vermeleri ve hayatlarını dine göre düzenlemeleri, mantık gereği, dinî olmayan bir mânâ sisteminden memnun kalmadıklarını gösterir. Dinin canlanması için bir önceki mânâ sisteminin sâ¬dece dinî olmayışı değil, dinin getireceklerine hemen he¬men zıt bir hayatı temsil etmesi gerekir. İnsanlar ya dinsiz iken dindar olurlar, veya kendi dinlerinin eksik, kusurlu ol¬duğu bazı önemli noktalarda tatmin sağlayan bir başka din anlayışını kabul ederler. Her iki halde de yeni sistemin eski¬siyle bir veya daha çok noktada tezat yaratması, ve bu tezadın belli bir istikamette -dinin derûnîleşmesi- çözülmeye doğru gitmesi esastır. Orfizmden Hıristiyanlığa, Musevilik'ten İslâmiyet'e kadar dinlerin çıkışında olduğu gibi, her dinin kendi hayâtı içinde meydana gelen değişmelerde de ayni şeyi görebiliyoruz. Şimdi dinîyetin artışı ile tezat teşkil eden ön hallerin neler olduğunu, sonra bu hallere karşı dinî canlanmada mistisizmin özel yerini görmeye çalışacağız.

Dinin en belirgin özelliği tabiatüstü bir kuvvetin -veya kuvvetlerin- varlığını kabul etmesi ve bu kuvvetin bizim hayâtımızla ilgilendiğini, ve onunla kurulacak ilişkilerin yol¬larını göstermesidir. Bu mânâda din, insanın dünyadaki yeri ve insan hayâtının mânâsı hakkında vazıh bir anlayış kazan¬dırır. Bu anlayış, insan davranışları için insanın dışında bir kriterin hâkimiyetine yol açar ki günlük hayatta (felsefî mânâda değil) rasyonalizm dediğimiz tavrın getirdiği ölçülere temelde zıttır. Biz rasyonalizm derken, amelî (empirique) bir şekilde isbâtı mümkün olan iddiaları kasdederiz ve haki¬kat ölçüsü olarak “el ile tutulup göz ile görülme”yi alırız. İlim böyle amelî verileri birinci derecede (tamamen değil) kullanan bir sistem olduğu için, ilmin gelişmesiyle rasyona¬list tavrın yayılması arasında kuvvetli bir paralellik görülmektedir. Bir başka vesile ile rasyonalist-pozitivist tavrın Batı dünyasındaki tarihî gelişmesinden ve buna karşı ortaya çıkan reaksiyonlardan etraflıca bahsetmiştik2. Duyu verilerine dayanan düşüncenin ajanı olarak akl'a (intelligence, intellect) verilen önem karşısında Batı dünyasında kuvvetli bir anti-entelektüalist cereyan ortaya çıkmış, Schopenhauer ve Nietzsche'den Bergson'a kadar birçok filozoflar bu reaksiyonun öncülüğünü yapmışlardır. Şimdi Türkiye açısından meseleyi ele alırsak, görüyoruz ki Batı dünyasında daha ön¬ceki tarihlerde yapılan kavga Türkiye'ye oldukça yakın za¬manda intikal etmiş, bulunmaktadır. Memleketimizde yirminci yüzyılın başından itibaren aydın çevrelerde hâkim ol¬maya başlayan avâmi seviyede bir rasyonalizm, o sırada put haline getirilmekte olan ilmin büyük prestijinden faydalana¬rak, hayâtımızın bütün kesimlerine sür'atle sokulmuştur. En tanınmış din âlimlerimizin veya dinî mütefekkirlerimizin bi¬le İslâmiyet ile müsbet ilim arasında hiç bir çatışma olmadığını, İslâm'ın ilm'i başlıca değer saydığını isbat etmek üzere hayli mürekkep harcamış olmaları da gösteriyor ki, Türki¬ye'de yeni zihniyeti tutanlar büyük itibar kazanmaktadırlar. Nitekim daha sonraki yıllarda "müsbet ilim” sloganına karşı çıkmak hem fikrî hem siyasî bir cesaret meselesi olmuş ve bu cesâreti gösterecek kimse çıkmamıştır. “Müsbet ilim" sloganı deyişimizin sebebi bunun gerçekten bir slogan oluşudur. Çünkü İkinci Meşrûtiyet’ten itibaren ilim, müsbet ilim ve fenden bahsedenlerin bunlardan ne anladıklarını araştırdığımız zaman, karşımıza sâdece hayvani iştihâları ile yaşa¬yan ve maddî adaklardan başka hiçbir şey kabul etmeyen bir ilâh imajı çıkmaktadır: İnsanlardan sâdece bedeni kuvvet is¬teyen, onlara yine sâdece bedeni kuvvet veren, kuvveti ol¬mayanlara hiçbir merhamet duymayan bu canavar-ilâh, zayıf kalplere müthiş bir korku salmıştı. “Müsbet ilim” sloganı atanlar sanki başkalarını suçlayarak kendi sadâkatlerini isbat ve imanlarını takviye etme telâşı içindeydiler.

Yetmiş seksen yıl önce -ve daha sonraki tarihlerde- memlekette Batı'daki mânâsıyla hemen hiçbir ilim adamı bulunmadığı halde pek çok kimsenin ilmi dillerinden düşürmeyişi hatta onu sâdece bir özlem değil, aynı zamanda siyasî suçlama vasıtası haline getirmeleri dikkat çekici bir hâdisedir. Bu en azından insanların bilmedikleri, yabancı oldukları, sâdece dedikodusunu işittikleri birşey hakkında kesin -ve dolayısıyla tamamen yanlış- hüküm verdiklerini gösterir. Nitekim ilim kısa zamanda bir bilgi problemi olmaktan çıkararak bir hayat görüşü haline gelmiş, bu görüş si¬yasi kuvvetle de desteklenince Türkiye'de ruhları kirleten bir rasyonalizm atmosferi hâkim olmuştur.

Böyle bir anlayışın ortadan kalkmasında en büyük yardım ilimden beklenebilirdi. Fakat memleketimizde -bu¬rada açıklanamayacak kadar karmaşık birtakım sebeplerle- ilim bunca zaman sonra bile ancak bir "arıza" olarak mevcuttur. Demek ki hayatımızın her kademedeki meseleleri¬nin ''müsbet ilim” sloganıyla görülmesi ve değerlendirilmesi olayı, günümüze kadar dalga dalga devam etmiş bulunuyor. Bütün bu zaman içinde aydın olarak yetişen Türk gençleri “müsbet ilim”in isbat ve tasdik etmediği her şeyi önce şüphe, sonra inkârla karşılamayı öğrendiler. Sokaktaki iman mü¬nasebetlerinden âilelerin içine kadar “müsbet ilim”in girme¬diği yer kalmadı ve girdiği her yerden aşk’ı ve imân’ı çıkardı. İlmin en muazzam eserlerini verdiği ülkelerde bile, aralarında münâsebet bulunmakla birlikte, bilgi sâhası ile değerler sâhası ayrı ayrı kaldığı halde Türkiye'de ilmin yeni bir hayat için değerler yaratması istendi. İlim değer yaratamazdı, ama “müsbet ilim” ideolojisinden, bazı değerler çıkarılabilirdi. Bu değerlerin ilkel bir materyalizm etrafında şekillenmesi ise kaçınılmazdı, nitekim öyle oldu. Kültürümüzdeki dejeneresansı birtakım şahısların fitnelerine bağlayanlar, bu noktayı gözden kaçırmakta ve sosyal bir hastalığı ferdi niyetlerin gerçekleştirilmesi gibi görmektedirler. Hakikatte bizim suçlamaya kalktıklarımız, selin önüne katılmış kütüklerden başka bir şey değildir.

Türk cemiyeti aradan bu kadar zaman geçtikten son¬ra, müsbet ilim adına kaybettiği değerlerin yerine hiçbir şe¬yin gelmediğini, veya gelenlerin hiçbir işe yaramadığını görmüş bulunuyor. Ahlâkın rasyonalist izahı insan münâsebetlerinde menfaatin dışında hiçbir motiv bııakmadı. İnsanlar daha önceleri de şahsî menfaatlarını önde tutan birtakım münasebetlere girişiyorlardı, ama onların bu türlü davranışı normdan sapma olarak görülürdü. “Müsbet ilim”in saltanatı ile eski sapıklıklar norm'a uygun davranış haline geldi; fedâkârlık ve ferâgat budalalık sayılmaya başlandı. Bütün bunların üstüne gelen ve “müsbet ilim” sloganını ikmâl eden “ilmi sosyalizm” ise her türlü ahlâk kaidesinin insanlar arasındaki mülkiyet ilişkilerinin meydana getirdiği bir üst yapı olduğu¬nu bildirerek, ahlâkın “bilimsel” izahını yapmış oldu. Böylece geleneksel ahlâk ile modern veya “bilimsel" ahlak arasın¬daki asıl fark; birincinin menfaatçı otoriteler kuralından za¬yıflara empoze edilmiş olan ve onların körü körüne uyduk¬ları kaideler olmasına karşılık, modern “bilimsel" ahlâkın in¬san hürriyetine dayalı bir "mukavele” ahlâkı olarak ortaya çıkması idi. Ferdi hürriyete dayalı ahlâk sistemi içinde fertlerimiz kendi yurttaşlarını ana-babalarını hunharca öldüre¬cek kadar hürriyet kazandılar, veya hürriyetlerini serbestce kullanarak şahsiyetlerini alabildiğine geliştirme imkânı bul¬dular. Türkiye'de ahlâkın sosyal bir sistem olduğu neredey¬se unutuldu, çünkü "müsbet ilim” veya "rasyonel düşünce" bizim bir cemaat olarak yaşamamıza yarayacak hiçbir şey getirmiş değildi.

Baş tarafta söylediğimiz fikre tekrar dönecek olursak diyebiliriz ki, aşk ve imânın bulunmadığı bir cemiyette, bu ikisinin ihtiyacı şiddetle duyulacak ve dolayısıyla rasyonalist zihniyetin boş bıraktığı yeri en iyi doldurabilecek bir sistem gelecekti. Hakikatte Türkiye bu ihtiyacı dinden başka şey¬lerle gidermeyi de denedi fakat hiçbir dünyevi inanç veya merasim, ne kadar zorlanırsa zorlansın, kendi özünde bulunmayan bir manevîyat ihtiyacına cevap veremezdi. Nite¬kim aynı tip denemeler Türkiye’den başka ülkelerde de bir netice vermemiş, din, kendi yerine bütün haşmetiyle oturmuştur.
Şimdi Türkiye'de dini canlanmanın ikinci şekline ge¬lebiliriz. Yukarıda anlattığımız şartlar umumîyetle din-dışı bir hayattan dini hayata doğru geçiş halinin temel manzara¬sını teşkil ediyor. Bir dinin kendi içinde de buna benzer bir istihaleye rastlayabiliriz. Nitekim bu halin örneklerini tarihte buluyoruz. Rasyonalist kampanyanın yarattığı huzursuzluklar çok defa geleneksel değerler ve semboller üzerine kıvrılma şeklinde bir reaksiyonla karşılanabilir. Bu da esasen dinamizmini önemli ölçüde kaybetmiş -başka tür¬lü rasyonalizmin hâkimiyeti beklenemezdi- olan klâsik mü¬esseselerin büsbütün donmasına ve refleks seviyesinde tep¬kiler yapmasına yol açar. Türkiye'de dinin böyle bir durumu olmuş, bu yüzden kendisine en çok ihtiyaç duyulduğu anlar¬dan birinde ümit verici olmaktan çok uzak kalmıştır. Din, hayâta karşı müsbet bir tavır alacak yerde kendini geri pla¬na atan değişmenin sembollerine karşı hasmâne tutumuyla kendini göstermiş, onların uğraştığı meselelerin (yani onlar¬dan beklenenin) hepsine kendinde çözüm olduğunu, binâenaleyh kendinden başka itibar edilecek hiçbir şeyin bulunmadığını iddia eder hale gelmiştir. Türkiye'de din adını ağ¬zından hiç düşürmeyen, onu günlük siyâset kavgasında vâsı¬ta yapacak kadar kudsiyetini hiçe sayan grupların tavrına dikkat edecek olursak bütün bu özellikleri görürüz.

Türkiye'de İslâm’ın sonu gelmiş olsaydı, din yukarıdaki tipte insanların malı olur ve onların elinde kalırdı. Fakat İslâm’ın sahip olduğu akıl almaz yaşama gücü, onda yeni bir canlanma yarattı. Burda deminkinden biraz farklı ikinci bir reaksiyon ortaya çıkıyor. Birincisi dinsizliğe karşı dinin hâkimiyetini sağlama yönündeydi, bu defaki ise, din'i donuk ve ölü bir gelenek haline getirenlere karşı, onu insanları sıcacık saran, bütün benliklerine nüfuz eden, tıpkı güneş gibi bir hayat kaynağı haline getirmek isteyenlerin reaksiyonu sözkonusudur. Bu yeni hareketin bütünüyle klâsik tasavvuf hareketini devam ettirmesi veya onu dâvet etmesi şart değildir. Nitekim bugünün genç müslüman kitlesi içinde pek çokları “sülûk” sahibi değillerdir, ama hepsinin din anlayışında velîlerin ilhamını görüyoruz.

Tasavvuf denince derhal tarikatler akla geldiği için, bugünkü tasavvufî din anlayışının yaygınlığı ve derinliği ilk bakışta belki fark edilmeyebilir. Gerçekten, şu anda İslâmî hareketin büyük bir mâkes bulduğu genç kitle arasında sü¬lûk geleneğini takip edenler oldukça azdır, esasen bunların girebilecekleri cinsten yerlerin mevcut bulunmadığını farzedebiliriz. Maamafih bu imkânın açık ve müsâit okluğu hallerde kalabalık genç gruplarının irşada âdeta susamış olduklarını gösteren kuvvetli bir temâyül müşahede ediyoruz.

Bu temayülün İslâm’ın tarihî seyri ve bugünkü meseleleri bakımından çok iyi değerlendirilmesi ve üzerinde titizlikle durulması gerektiği inancındayız. Unutmamalıyız ki, İslâmiyet, müslümanların bir cemaat olarak refah ve saadet bulmaları için yol gösteren bir sistemdir. İslâm'da Allah ile kul arasında aracı yoktur, fakat bu demek değildir ki her ferd kendi başına bir din hayâtı yaşayabilir ve Allah'a tek başına yönelmekle kulluk görevini yapmış olur. Meseleye bu açıdan bakıldığı zaman, tasavvuf hareketlerinin geçmişte Müslümanları, sosyal problemlerin çözülmesi için organize olmaya gayret sarfetmekten önemli ölçüde alıkoyduğu görülür. Tasavvuf hareketleri çoklarının zannettiği gibi İslâm cemaatının sefâlete veya ahlâki gevşekliğe düşmesinde se¬bep değildir, daha ziyâde böyle hallere bir tepki olarak doğmuş veya kuvvetlenmiştir. Ancak şurası muhakkak ki, şikâyet konusu olan hallere tasavvuf yoluyla bu çözüm bulmaya imkân yoktur, nitekim olmamıştır. İslâm cemaatını tehdit eden bir durum ortaya çıktığında müslümanların yapacağı iş, meseleyi yok veya önemsiz farzetmek değil onun üzerine gitmek olmalıdır. Üstelik bu gidişin organize bir şekilde yapılması, plânlı olması, ve esas itibariyle sosyal hedefler gütmesi gerekir. Mâzide sûfi tarikatlerin böyle bir fonksiyonu yerine getirecek yerde çok defa müslümanları dünya işleri konusunda atâlete sevk ettiğini itiraf etmeliyiz.

Tarîkatların zaman zaman birlik halinde şiddetli mücâdeleleri beslediğini bilmiş olmamız bu hakikati değiştirmez. Gerçekten, bozulan dünya nizâmı karşısında dervişlerin icâbında silâha sarıldıkları ve önemli bir baskı unsuru teşkil ettikleri haller olmuştur. Fakat bu mücâdelelerin İslâm'ın esprisinden uzak kaldığı gibi sosyolojik manâda çözüm getirici olmadıkları da muhakkaktır. Bunlar her şeyden önce yapıcı olmaktan ziyade reaksiyoner hareketlerdir; hedefleri bir sâhanın nizâma konması değil, nizâmı bozucu görülen müdâhalenin ortadan kaldırılmasıdır. Meselâ bir yerde yabancı istilâsına karşı çok tesirli bir derviş hareketi yaratılabilir, ama yabancılar atıldıktan sonra kurulacak nizâm konusunda tarikatın vereceği bir şey yoktur. Esasen tarikatin böyle bir meselesi de yoktur. İkinci olarak, derviş hareketlerinin asıl itici gücü lider mevkiindeki şahsa olan kalbi bağlılıktır, ve dolayısıyla ondan işaret gelmedikçe yapılacak hiçbir şey olamaz. Hal¬buki İslâmiyet gerek içtimaî nizam, gerekse liderlik konula¬rını dinin objektif kıstaslarına bağlamış olup, şahısların değerleri ve yetkileri de ancak bu kıstaslar dâhilinde aranmalı¬dır. Bu itibarla müslümanlar kendi cemiyetlerinin meselele¬rini dinin herkes için apaçık olan yorumlarına göre ve İs¬lâm'ın verdiği ölçülere uyan liderlerin öncülüğünde halletmek zorundadırlar.

İşte bu yüzden İslâmcı genç kitlelerin sahip bulundukları büyük potansiyeli tasavvuf girdabında hebâ etmeleri tehlikesine karşı uyanık olmak zorundayız. Mamafih, bugünkü gelişmenin eskilere nisbetle bazı önemli farklar taşıdığını da gözden kaçırmamalıyız. Gençler arasındaki tasavvuf temâyülü menşe itibariyle reformcu* motivlere dayanmaktadır. Bunlar İslâmiyeti kendi nefslerini selâmete çıkaracak bir cankurtaran simidi gibi değil, fakat sosyal ideallerini gerçekleştirebilecek olan bir rehber olarak görmektedirler. Nitekim “yol”a girerken daha önce teşekkül etmiş olan gruplarını bozmamaları ve yeni istikametleri için toplu halde hareket etmeleri de bunu gösteriyor. Ayrıca, günümüzde teşkilâtlı tasavvufun eskiden kalma bazı örnekleri devam etmekle birlikte, bugünkü tasavvuf anlayışında eskiye kıyasla önemli farkların doğacağını söyleyebiliriz.

Herhalde mazideki tasavvuf hareketlerinin en göze batan özelliklerinden birçoğu, meselâ, aşırı perhizkârlık, inziva, şeyhe hizmet ilh. Bugün için sözkonusu değildir. Yine mâzide teşkilâtlı tasavvufun önemli taraflarından biri olan birçok bâtıl itikadlar -şeyhlere atfedilen ve hiçbir dini mânâsı olmayan türlü kerâmetler, ve bunların âdeta ayrılmaz parçaları olan çeşitli hurafeler- günümüzün insanları için eski önemini ve inandırıcılığını büyük ölçüde kaybetmiş bulunmaktadır.

Sosyal reformcu için tasavvuftan gelecek bir yardım olmadığına göre, reform gayretiyle hareket edenlerin tasav¬vufa meyil göstermeleri nasıl açıklanabilir? Bizim kanaatimizce bu ilgi, yukarıda açıkladığımız tarzda, dinin fazla formalist görünmesi ve manevî ihtiyaçlara âdeta kapalı bir hâle sokulmuş, olması yüzündendir. Binâenaleyh tasavvufa mey¬leden genç, İslâm dini içinde kendine özel bir yer seçmiş değildir, doğrudan doğruya böyle bir din anlayışı içindedir. İşte bu noktada yeni tasavvuf hareketinin eski kusurlardan uzak kalabileceğine dâir bir başka ümit doğuyor. Bu ümit aynı zamanda İslâm'da yüzlerce yıldır tartışılmış, bir mesele hakkında da bize ışık getirebilir. Bilindiği gibi, tasavvufun dinde mânevi (ruhî) yöne ağırlık vermek ve dini daha derûnî, daha gönülden yaşamak üzere bir yol teşkil ettiği savu¬nulmuştur. Esâsen onun tutunması ve gelişmesi bu fonksiyonuna çok bağlıdır. Fakat aynı zamanda mutasavvıfların en büyük iddiaları, kendilerinin tamamen Kur'ân ve Sünnet’e uygun hareket etmiş olmaları, yani Kur'ân ve Sünnet’te ta¬savvufî unsurların bulunduğudur. O halde pekâlâ diyebiliriz ki, sûfilerin tarikat dışındaki büyük sünni cemaattan ayrı kalmaları için dinin özünde hiçbir sebep mevcut değildir. Geçmişte sünnî müslümanlığın temel müesseselerini ellerinde tutanların bir çeşit manevi kısırlığa yol açmaları yü¬zünden, bunların dışında veya kenarında bir sufî cemaatının teşekkül etmiş olması, sırf tarihi bir olgu olarak kabul edilebilir. Fakat ayrılmanın dinî bir zaruret olmadığını bizzat mutasavvıflar kabul etmektedirler. Şu halde tasavvuftan beklenenler için -İslâm çerçevesinde kalındığı müddetçe- ne ayrı bir teşkilâta, ne ayrı bir zümreye ihtiyaç vardır.

Yine de mânevi rabıta yoluyla bir din hayâtı yaşamak isleyenler çıkabilir; bunlara engel olmaya kalkmanın bir te¬siri olacağını da zannetmiyoruz. Fakat bir yol ayrımında açık-seçik bir tercih yapılması şarttır: Cemiyet halinde İslâmî bir hayat mı yaşayacağız, yoksa bir manevî, bir de maddî hayâtımız mı olacaktır? İnandıklarımızla yaptıklarımızın birbirini tutmasını mı istiyoruz, yoksa sağ elimizle dünyaya, sol elimizle Allah'a uzanabileceğimizi mi düşünüyoruz? İkinci yolu tutarsak, gündüz tefecilik yapıp gece ibâdet etmemiz veya her türlü sefahati işlerken kalbimizin Allah'a dönük ve saf olduğunu iddia etmemiz mümkündür. Iztırâbı ortadan kaldırmak için tedbirler alacak yerde, özümüzü Hakk'a bağ¬ladıkça bunların hiç bir öneminin bulunmadığını da düşüne¬biliriz. Bunu söylemekle geçmişte tasavvuf yolunda olanların böyle yaptıklarını iddia edip onları kötülemek niyetinde değiliz, sâdece din hayâtını Allah'a yönelik bir şahsî ferdî nefis muhasebesi halinde anlamanın insanı bu yola kolayca düşürebileceğini, en azından bu yolu ona açık tutacağını belirtmek istiyoruz. Birinci yolun tercih edilmesi ise, İslâm’ın imân ile amel arasındaki beraberliğini kurmak mânâsına ge¬lir. İnsanın iki hayâtı yoktur; bir hayâtı vardır ve bu hayatta inandıkları ile işlediklerinin bu bütün teşkil etmesi gerekir. Kalbimiz temizdir diye evimizin pisliğine göz yumamayız. Meselâ sûfi tarikatlarının mazide birer terbiye müessesesi olarak önemli rol oynadığını kimse inkâr edemez; fakat İslâm için önemli olan, herkesin içtimâi terbiye kazanabilmesi için gerekli müesseselerin kurulmasıdır; keza bu terbiyeyi bozabilecek durumlara karşı yine sosyal plânda tedbirler alınmasıdır. Sokağı temizlemediğimiz takdirde evde verdiği¬miz terbiye tesirsiz kaldığı gibi, cemiyet bırakıp fertleri -üstelik kendi ihtiyarlarına bırakarak- düzeltmeye kalkmanın da pek az tesiri olabilir

Şu halde sonuç olarak ne söyleyebiliriz? Baştan beri yaptığımız araştırmalar gösterdi ki, İslâm tasavvufu, kaynağında ve seyri esnâsında yabancı tesirler almış olsa bile esas itibariyle İslâm karakteri taşımaktadır. Bu haliyle tasavvuf bizim medeniyetimizin çok kıymetli bir parçasını teşkil eder. Fakat tasavvuf İslâm'ın genel doktrini içinde ayrı bir başlık teşkil etmişse bunun geçmişin tarihî şartlarına bağlı olduğunu ve kaynakta ayrılmanın bulunmadığını kabul etmeliyiz. Müslümanlar bir mesele ile karşılaştıkları zaman dinin kaynağı itibariyle irrasyonel olan hükümlerinden hareket ederler, ama bunlardan yeni hükümler çıkarırken dâima aklî (rasyonel) metodlar kullanırlar. İslâm'da belli usûllerle –rey,kıyas,istidL3al ilh.- çıkarılan hükümler netice itiba¬riyle şahsi görüşleri aksettirdiği, yani doğrudan doğruya Kitab ve Sünnet'i aksettirmediği için, bunların da tıpkı mutasavvıfânın keşfi gibi sübjektif olduğu söylenebilir. Fakat bu ikisi arasında çok önemli bir farkın bulunduğunu unutma¬malıyız. Şer'i ilimlerin metodu aklî olduğu için onlara ait hükümlerin münâkaşası ve kusurlarından arındırılması mümkündür; aklın kaideleri herkes için -mutasavvıflar da¬hil- aynıdır, bu yüzden akıl yoluyla çıkarılan hükümlerde in¬sanların çoğu hareket noktaları aynı olanlar- birleşebilir. Mutasavvıfânın keşfi için delil istendiğinde verilen cevap bunu ancak ayni hali yaşayanın bilebileceğidir. Bir benzetme yapacak olursak, şer’i ilimlerin yolu ile tasavvufun yolu ilim ile sanat arasındaki farka benzer. Gerçi ilim ile sanatın her ikisi de hakikati araştırmada birbirini tamamlayan, yani aynı realiteye değişik açılardan bakan yollardır, fakat bunlardan biri gerek metodu gerek neticeleri bakımından umû¬mî ve objektif esaslara dayanırken, diğeri hissi tecrübeyi kullanır. Bu yüzden iki sanat eserinden hangisinin güzel olduğu hakkında herkesin ittifak ettiği bir kriter bulmaya âde¬ta imkan yoktur; buna karşılık iki ilim teorisinden hangisinin daha açıklayıcı değeri olduğu kolayca anlaşılır. Kaldı ki sûfiler hissî tecrübe yanında otoriyeti -şeyhin veya tarikat pîrinin- de kullanmaktadırlar. Şer’i ilimlerde taklide akıl yo¬luyla karşı çıkmak mümkündür, nitekim bunun pek çok örnekleri görülmüştür. Lâkin sûfi yolunda nihâi hakem kalptir.

Hakikatte bu söylediklerimiz konuya âşinâ olanların bilmedikleri şeyler değildir. Benim bu vesile ile dikkatleri çekmek istediğim nokta, İslâm’a karşı gelişen ilgi ve bağlılığın verdiği muazzam potansiyeli hebâ etmemek için onu en çok ihtiyaç duyulan istikamete çevirmektir. Bu istikamet “içtihad”dır. İçtihadı kimlerin, nasıl yapacakları meselesi ise benim ihtisasımın dışında, doğrudan doğruya din ilimleriyle uğraşanların işi olacaktır.

İSLAM TASAVVUFUNUN MESELELERİ

Prof. Dr. Erol GÜNGÖR

s.172-182

Ötüken Yay.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: İSLAM TASAVVUFUNUN MESELELERİ / Erol GÜNGÖR
MesajGönderilme zamanı: 05.05.10, 13:50 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 05.01.10, 21:01
Mesajlar: 488
Erol Güngör

MÜMTAZ'ER TÜRKÖNE
m.turkone@zaman.com.tr

Kültür Bakanlığı, "Anma ve Armağan Kitapları Dizisi"nin son kitabını Erol Güngör'e ayırdı. Fikir adına yapılan her "resmî" iş düşük kaliteli olmuyor. Editör Murat Yılmaz'ın titizliği ortaya gerçekten kalıcı ve iddialı bir kitap çıkmasını sağlamış. 23 yıl önce tam 45 yaşında iken hayata gözlerini yuman Erol Güngör, bugün çok ihtiyaç duyduğumuz fikirlerin sahibi, dolayısıyla yazdıklarıyla yaşamaya devam eden bir entelektüel idi.
İlmiye silkine "Erol Güngör'ün asistanı" sıfatıyla başlayan biri olarak, bu kitaba ve katkıda bulunanlara şükran borçluyum. Geçmişe duyulan bir özlem, kaybettiklerimizin hatırasına saygı, bir kadirşinaslık görevinin ifası değil mesele. Çok geniş bir yelpazede, bugün karşı karşıya olduğumuz ve ihatalı bir fikir cehdi gerektiren problemlerin tamamında, Erol Güngör'ün açtığı iz, mutlaka dikkate alınması gereken bir başlangıcı temsil ediyor.

Eskinin toprak yolları gibi, geçip gidenlerin bıraktığı iz, derin bir yatak açmıştır. Yükselen suyun, yani karşılaştığımız problemlere getirdiğimiz çözümlerin bu yatağın dışına çıkması zordur. Çatışan veya uzlaşan medeniyetler. İki zıt kutba yerleştirdiğimiz bu sorunu çözmeden önce anlamak isteyenlerin başvuracağı ilk kaynak Erol Güngör'dür. Bilim şüphedir. Benim Erol Güngör'den öğrendiğim bilim anlayışının özü budur. Bir laboratuarda, bir fildişi kulede, felsefeye gömülmüş vaziyette, kuramlarla boğuşan bir bilim değil. Hayatın içinde yaşadıklarımızdan, alışkanlıklarımızdan, inançlarımızdan, hatta iman ettiklerimizden şüphe duyarak bakmak etrafa, sorgulamak, sorgulamak; sonra, bütünün parçaları arasında sağlam sebep sonuç ilişkileri geliştirerek hakikate yaklaşmak.

Erol Güngör'ün "İslam Tasavvufunun Meseleleri" tarihin, sosyolojinin, psikolojinin verdiği ışığın Tasavvuf kültürünü anlamak ve yorumlamak için seferber edilmesidir.

Anlaşılan ve anlatılan aslında Tasavvuf değil, Tasavvuf üzerinden yeni bir medeniyetin inşası imkanıdır. Erol Güngör, Tasavvufta capcanlı bir şekilde yaşayan kesintisiz bir tarihi ve geleneği keşfetmekte ve bize nakletmektedir. Bu gelenek içinde sağlam bir kimlik ve kişilik edinmek ve sonra başımızı yukarı kaldırarak, içinde batmadan dünyaya bakabilmek mümkündür. Gelenek devam etmelidir. Elimizde hiç eğilmeden, bükülmeden bugünlere intikal etmiş geleneğin ana taşıyıcı unsuru Tasavvuftur. Tasavvuf gibi, ilhamı bilgi kaynağı kabul eden bir geleneğin sebep-sonuç ilişkileri ile, özellikle sosyal arka planı ile aydınlatılması, derinlerdeki anlam dünyasının kucaklanması, üstesinden gelinmesi zor bir teşebbüstür. Bu teşebbüs, Erol Güngör'ün kaleminden Pitagoras'tan başlayarak modern dünyaya, İslam Tasavvufunun çetrefil tartışmalarından günümüz tarikatlarına ve cemaatlerine ulaşan bir çizgide kesintiye uğramadan ve okuyucuyu ikna ederek sürdürülür.

Tasavvufî düşüncede keramete tanınan olağanüstü anlama getirdiği açıklama, tasavvuf ile bilim arasında kurulan sağlam köprüye güzide bir örnektir. Keramet aslında olağanüstü, mucizevî bir iş değil, aktarılan kıssayı taşıyan elemandır. Kısaca aktarılan şey kerametin kendisi değil, bir ahlâk umdesidir.

Erol Güngör, bu topraklarda yeşeren kültürün anahtarını bulmuştur. Aleviliğe ve Sufîliğe getirdiği bakış, önümüze bir nitelik sıçraması şeklinde çıkacak tarihî birikimin, dolayısıyla geçmişin değil geleceğin habercisidir.


Hocamın aramızdan ayrılmasının üzerinden tam 23 yıl geçti. Bu süre içinde çok şey değişti. 1989 yılında sessiz bir devrim oldu, Sovyetler tarihe karıştı. Sağ-sol çatışmasının açtığı yaralar unutuldu. İki kutuplu dünya yerini uzun süren bir kargaşaya ve nihayetinde tek kutuplu bir dünyaya bıraktı. Liberal kapitalizmin zaferi her yerde hükmünü sürdürüyor.

Bize bugün düşen ise, ister çatıştırmak, ister uzlaştırmak için olsun bir medeniyeti yeniden inşa etmeye girişmekten ibaret. Başlayacağımız yer ise Erol Güngör'ün bıraktığı yer.

Erol Güngör'ün fikir mirası bir medeniyetin nasıl ihya edileceğine dair bize tam da ihtiyaç duyduğumuz aydınlığı sunuyor.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 6 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 4 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye