sufiforum.com http://sufiforum.com/ |
|
Muhyiddin Şekur'un "Su Üstüne Yazı Yazmak"ı SUFİKİTAP'ta.. http://sufiforum.com/viewtopic.php?f=25&t=1779 |
2. sayfa (Toplam 3 sayfa) |
Yazar: | kurucu [ 03.06.09, 09:46 ] |
Mesaj Başlığı: | Re: "Su üstüne yazı yazmak" ve yazarı M. Şekur hakkında |
Bense, kişisel anlamda, şahsıma şans üstüne şans tanındığını, ders üstüne ders verildiğini biliyordum. Ders için Şeyh Efendi'nin önüne her oturuşumda, bana yol gösteriyordu. Aslında hiçbirşey bilmediğimi çok iyi bildiğim halde, onu etkilemeyi ve bildiklerimi ona arzetmeyi öylesine istiyordum ki. Kendisinin bir hafız olup olmadığı yolundaki şüphelerimi nihayet yendikten sonra, kendi bilgimi terk edip ona teslim oldum. Şeyhimin onun hakkında söylediği onca açık seçik şeye rağmen, bu şüphenin hâlâ devam etmesi şaşırtıcıydı. Ama o şüphe gene de oradaydı işte; nitekim Şeyh Ahmed de beni iyice kendine çekmek için bu şüpheyi vesile yaptı. Çoğu kez ben okumaya başlayınca, o da uyuklamaya başlar, ya da öyle görünürdü, ama bir tek kelimeyi ya da harfi yanlış telaffuz etsem, gözünü hiç açmadan, hemen düzeltirdi. Onunla yaşadığım bu basit tecrübe, çocukken çok sık duyduğum bir deyişteki hikmeti anlamama vesile oldu. "Her kapalı göz uyku değil, her veda ayrılık değildir." Şimdi, bu sözleri, tamamen ayrı bir çerçeve içinde, şaşırtıcı yeni zenginlikleriyle kavrıyordum. İçimde bunca şüpheyle bu noktaya geldikten sonra, ardı ardına gelen tecrübeler teslim olmaktan Başka bir seçeneğim olmadığını öğretiyordu. Sadece, nihayet teslimiyet gösterdiğim bu noktada biraz olsun ilerleme kaydettim ve nihayet birşeyler öğrenmeye başlayabildim. Bu öğrenme, hem içe, hem de dışa doğruydu. Bu defa, derslerin dışa doğru olan yanı, tecvid ve kıraâtti. Bu dersler kıymetliydi şüphesiz, ama Kur'an'ın sadece 'kemiği'ni oluşturuyordu. İçe doğru olan dersim ise, kalbimde büyüyen ve artık beni tamamen yeni ve farklı anlamlara yönelten o duygu sayesinde gerçekleşti. Ancak teslimiyet ve kalbimin keşfi sayesinde, Kitab'ın 'iliği'nin lezzetini ilk kez tattm. Biri Şemseddin-i Tebrizî'ye sordu: 'Marifet nedir?' 'Kalbin Allah'ı tanımakla ihya edilmesidir,' diye cevap verdi.... 'Marifet kalptedir, zikir dildedir' (Eflakî’ninTheWhirling Ecstasy adlı kitabından) Bir gün bir ders sonrası, Tekke'de Şeyh Ahmed'le birlikte oturuyordum. Cebinden küçük bir ilâhi kitabı çıkardı ve en etkileyici, büyüleyici bir makamda söylemeye başladı. Hayretle ve serapa hazla dilsiz kesilmiş halde dinledim. İlâhinin orta yerinde ağlamaya başladı. Gözyaşları, akıl ermez bir aşk ve duyguyla yanıp tutuşan bir volkanik akıntının boşanan selleri gibi akıyordu. Sevincinin boyutları ya da üzüntüsünün derinliği arasında bir ayırımda bulunmaktan âciz, ne edeceğimi bilmeden, önünde sessizce oturdum. İyiden iyiye etkilenmiş, nutkum tutulmuş ve duygularla dolup taşmış olmama rağmen, gözümden tek damla yaş akmadığını farkettim. Daha sonra, bana bu mısraları kendi Şeyhinin yazdığını söyleyince, derin bir üzüntüye kapıldım. Kendi Şeyhime duyduğum sevgiyi düşündüm; sımsıcak sevgi yaşları döken asil kalpli Şeyh Ahmed'inki ile mukayese edince, çok yetersiz ve eksik göründü. Şeyh Ahmed ile bu görüşmemizin üzerinden çok geçmeden, Şeyhimle bir telefon görüşmesi yapma fırsatım oldu. Kendisine, yaşadığım tecrübeyi ve kendimle Şeyh Ahmed arasında ne kadar az ortak yan gördüğümü anlattım. Kendime yönelik şikâyetlerimi dinleyince, kim olduğumu ve ne gibi bir makama geleceğimi asla tam anlamıyla bilmeyeceğimi söyleyerek beni şiddetle uyardı. Sonra da sevgiyle dedi ki: "Şu anda beklediğin şey, sahip olacağın ya da bizzat erişebileceğin bir şey değil. Sen hapşıramıyorum diye kaygılanıyorsun, ama Şeyh Ahmed çoktan grip olmuş." Şeyh Ahmed'den ben nasıl birşeyler öğrendimse, halkamızdaki her mürid de aynı yolla birşeyler öğrendi. Programı, kendisini tek tek her birimizle ve hepimizle düzenli, yakın bir temasa sokuyordu ve birkaç hafta içinde, birbirimizi karşılıklı anlama gayretimiz sayesinde, iletişimimizde tamamen istediğimiz, inandığımız ve güvendiğimiz bir düzey tutturmuştuk. Her birimiz kendi enfüsî mücadelemizin nev'i şahsına münhasır özelliklerine uyan bir ders aldıysa da, bazen bir başka müridin mücadelesi ile özdeşlememiz sayesinde de dersimizi aldığımız oldu. Bu da bizi bir grup olarak, kolektif biçimde daha kapsamlı derslere ya da Tarikat'da bir manevî tekemmüle erişmeye açtı. Şeyh Ahmed ile geçirdiğimiz zaman azaldıkça, çok geçmeden onun da gitmiş olacağı gerçeği kendini yavaş yavaş hissettirmeye başladı. Beni büyük bir nezaketle, ama ısrarla gideceği konusunda uyarıyordu, ama ben hiç oralı değildim. Daha sonra, bir gün namaza durmak üzere olduğumuzda, bu mesajın anlamını nihayet kavradım. Eliyle namazı benim kıldırmamı işaret etti ve gülümseyerek gözlerime bakıp "ene misafir" -ben seferîyim- dedi. Böylece beraberliğimizin ne şimdi, ne de daha sonra kalıcı ya da sabit olamayacağını ima ediyordu. Şeyh Ahmed, tıpkı leylakların çabucak solması gibi aniden geldi ve bizi büyük bir süratle, zamanından önce terketti. Sanki bizimle kısa ve uçucu bir an için birlikte olmuş, sonra da bir uçağa binip maviliklerde kaybolmuş gibiydi. Narin bahar tomurcuklarınınkigibi tatlı rayihası, benimle kaldı; bana bellettiği her duada, bir gülün eşsiz taç yaprağı gibiydi. Şeyh Ahmed'in gidişi, beni sersemlemiş ve yarı yarıya afallamış halde bıraktı, oysa bu, benim için yeni bir duygu değildi. Yıllar içinde öylesine sıkça bu duruma düştüm ki, bu duygu benim normal duygu hali'min bir parçası gibi görünmeye başlamıştı. Bir müridin hayatı değişimlerle ve eşyayı olduğu gibi anlamayı öğrenme yolunda karşılaştığı zorlu imtihanlarla doludur. Kendimi bu âşinâ noktada bulunca, Şeyh Ahmed'le yaşadığım olayları bir bir gözden geçirdim ve onun hayatıma girmesiyle neler kazanmış Olabileceğimi anlamaya çalıştım. Arapça derslerinin, Kura’n üzerinde bukadar yoğunlukla durmanın ve neredeyse iki ay geceler boyunca anlamını pek azımızın kavradığı ve aslında bilmeye de pek meraklı olmadığı dua ve münacatlar okumanın faydası neydi? Bu soruları yaklaşık iki ay boyunca kafamda evirip çevirdikten sonra, aniden bir kapalı devre cevaplar akmaya başladı. Bu arada, Şeyhimiz bizi beklenmedik bir toplantıya çağırdı. Çok geçmeden sonmuş gibi görünen şeyin aslında sadece bir başka başlangıç olduğunu ve Şeyh Ahmed Tekke'den gitmiş olsa da onun hayatımdan çıkmadığını anladım. Şeyhin davet ettiği bu toplantı, kendi arayışçı kalbimin esrarını önümde açan sonraki bir dizi olayın ilki oldu; üstelik olayların akışı içinde Şeyh Ahmed Efendi ile tekrar karşılaşacaktım. Toplantı günü, Şeyhimiz gayet net ve hiçbir muğlaklığa meydan vermeksizin, bizi bir araya toplamaktaki temel amacının, Tevekkül imtihanında büyük bir hezimete uğradığımızı bildirmek olduğunu belirtti. Şeyh Ahmed, bizden ayrılışının hemen ardından, Şeyhe ilerleme kaydedip kaydetmediğimize dair bir rapor iletmişti. Şeyh Ahmed, davranışlarımızın ve hizmetimizin eleştirilecek hiçbir yanı olmadığını, ama Kur'an öğrenmekle ya da bununla ilişkili Arapça temel derslerle hiç mi hiç ilgilenmediğimizi söylemişti. Sözlerine devam eden Şeyh, müslümanların gittikçe ender hale gelen küçük bir insan grubu olduklarını, pandalar misali neslinin giderek azaldığını ve tükenmeğe eşiğine geldiğini, dünyanın cazibesine teslim olduklarını da ekledi. "Dünyayı unutun,"diye uyardı bizi. "Başarılarınızı, başarısızlıklarını da unutun. Hedeflerinizi bir tarafa bırakın! Vaktinizi hikmetli kullanın yeter, her an gemiyi kaçırabilirsiniz, Nuh'un gemisinin kapılarının kapanacağı saat gelip çatabilir. Sizin derdiniz şehid olmak, Allah’ın birliğinin şahidi olmak olmalı." Uçak kapısının aşina fakat ani bir "tıss" sesiyle kapanışını duyduğumda, birden bu uyarıyı hatırladım. Şeyh Ahmed bizden ayrılalı bir yıl olmuştu ve ben şimdi Hacc’a gidiyordum. Mekke yolunda birkaç şehri ziyaret edecektim, bunlar arasında Şeyh Ahmed'in memleketi Konya da vardı. Yola çıkmadan evvel Şeyhimle görüştüm; bana nereye gitmem ve kimleri görmem gerektiği konusunda bir gezi programı sundu. Ayrıca beni umutlandırmak için teşvik edici sözler de söylemiş ve eklemişti: "Senin derviş olmanı istiyorum. Zaten, dönüşünde seni derviş yapacağım ve başına külah koyacağım." Bu sözler de önümde açılan olaylar dizisinin ve daha büyük derslerin önemli bir parçasını oluşturacaktı. Şeyh kalbimdekileri harfiyen biliyordu ve benim kalbimde, yola yeni çıkmış müridlerin çoğu gibi abes şeylerle ve aslında önemi olmayan şeyleri isteyen boş umutlarla doluydu: manevî yolda ilerleme isteği, bir mevki, bir unvan, bir nişan ya da bir cübbe isteği -ki bunların hiçbirinin bir dervişin ya da fakirullah denen, mal mülk açısından yoksul, ama Allah aşkınca zengin insanların kalbindekilerle hiç ilgisi yoktu. Bu yolculuğun ilk bölümünde, Yugoslavya'nın Belgrad şehrine geldim. Havaalanından otobüsle tren garına gittim. Gara girdiğimde tümüyle çaresiz kaldığımı gördüm. Her şey Slavca yazılmıştı ve polisler dahil hiç kimse, hatta enformasyon kulübelerindeki görevliler bile ingilizce bilmiyordu. Allah'a şükür ki, genç bir çocuk elimdeki tesbihi fark etmişti. Birkaç kez önümden geçtikten sonra, sanırım bana bir de alıcı gözüyle bakmak için, kalabalığın içinde gözden kayboldu. Derken birden, yoktan varolmuşcasına, yanında, daha sonra babası olduğunu öğrendiğim bir adamla yeniden belirdi. Önümde saygılı bir niyazla eğilip birazdan "Huuu" diye fısıldayarak, kendilerinin derviş olduğunu belli ettiler. İngilizce bilmiyorlardı, ama gene de bir şekilde iletişim kurmuştuk ve beraberce trene bindik. Güneş yavaş yavaş tipik, ama güzel küçük bir Yugoslav evinin kırmızı kiremitli damının ardında batarken, trende tablo gibi bir dağ yamacında ağır ağır ilerliyordu. Ertesi sabah derviş ve oğlu, trenden indiler. Beni de, memleketlerinden trene binen bir başkasına emanet ettiler, onun yardımıyla, dosdoğru Prizren'deki Tekke'nin kapısına bırakıldım. Eğer seyahatlerin bir kalbi olmuş olsaydı, Prizren'de kalışım herhalde bu seyahatin kalbi olur, orada geçirdiğim her anda, aşk dolu bir kalp vuruşuna dönerdi. Kendimi evimdeymişim gibi, huzur içinde hissediyordum ve ayrıldığımda hayli hüzünlendim. Gelişimin sabahında beni, Şeyh Câmîi'nin karısı Mima Hanım karşıladı. O ve Şeyh Cami, Amerika'da hayli uzun süre bizimle birlikte bulunmuşlardı, onları yeniden görmek beni hayli rahatlatmıştı. Mima Hanım, beni büyük bir samimiyetle karşıladı, ailemi ve isimlerini tek tek sayarak, Tekkemizdeki diğer müridleri sordu. Daha sonra Şeyh Câmi Efendi geldi, birlikte kahvaltıya oturduk –Hatırladığım ilk şeylerden biri, Şeyh Nûn'un benim gelişimden sadece bir gün önce Prizren'de bulunmuş olmasıydı. Bu insanların dolaşma tarzları bana ilginç geliyordu. O sıralarda dikkatimi üstünde özellikle odaklamış olmasam da, yıllar önce, gökten zembille inmiş gibi bana kendi Şeyhinin mesajını getiren Garip Adamın sırrını belki bilir diye de bir umut vardı içimde. Ama Prizren'deki günlerim gayret ve şevkle dolu oldu, o yüzden Şeyh Nûn'u çok fazla düşünemedim. Her gün, bazen bir, bazen daha da sık, Şeyh Cami Efendi'nin evinde beraber yemek yiyorduk. Bazen de, dervişlerin sofrasına oturuyordum. Bir dervişin aslında nasıl bir şey olduğunu öğrenmeye başladığım yer Prizren oldu. Onlar arasında yaşadım, çalışmalarını ve eğlenmelerinigördüm. Allah’a aşklarının ateşinden yükselen sıcaklığı ve zikirlerinin hazzındaki yakıcı sevinci hissettim. Bu insanlar dünyanın tadı tuzu olmalıydılar. Kalpleri aşk ateşiyle yanıp tutuşuyordu, kendilerini tamamen Allah'ta fani etmişlerdi ve Şeyhlerine sarsılmaz bir sadakatle bağlıydılar. Halleri, tavırları lekesizdi; tevazuları öylesine içten ve yapmacıklıktan uzak, hizmetleri öylesine sevgi dolu ve cömertti ki onları sevmemek ve onlar gibi olmayı istememek insanın elinde değildi; hiç olmazsa, benim elimde değildi. Prizren'deyken, Hazreti Pir Seyyid Ahmed Rufai'yi ve Kosova bölgesindeki Rufai Şeyhlerini duydum. Hem Şeyh Cami, hem de benim Şeyhim, Hazreti Pir'in silsilesindeydi. Prizren'de kaldığım süre içinde, Şeyh Cami, her gün, Hazreti Pir'in hayatına dair Güney Slavca belgeleri Arnavutça ve İngilizceye çevirmekle meşgul oldu. Hizmetimin bir bölümü, onun hazırladıklarını gözden geçirip daktiloya çekmekti. Hazreti Pir'in hayat tarihçesini ve son derece mümtaz manevî faziletlerini, işte bu çalışma sayesinde öğrendim. Prizren dervişleri, Şeyh Câmîi'nin sevgi dolu muhabbetleri, olağanüstü zikir meclisleri, Prizren Tekkesi'nin nuru, Hazreti Pir Ahmed Rufai'nin keramet dolu hayatı üzerimde silinmez izler bıraktı. Bir gün Şeyh Cami ile birlikte Tekke'den çıkıyordum ki, bu manevî etkinin bütün ihtişamıyla kalbime indiğini hissettim. O anda tecelliye mazhar toprak misali tekrar tekrar alt üst oldum ve nurun üzerime bir yıldırım misali vurduğunu gördüm. Hazreti Pir'e karşı içimde öyle muazzam bir sevgi doğmuştu ki. İçimde derinlerde bir yerden selgibi aktığını duyuyordum. Kendisini sanki çoktan beri tanıyormuşum gibi geldi. Tekke kapısının eşiğinde, ayaküstü, bu tecrübemi Şeyh Câmîi'ye iletmeye çalıştım. Zaten biliyor gibiydi. Ona Hazreti Pir'e bağlanmayı arzu ettiğimi söyledim, gülümsedi. "Amerika'ya bir daha geldiğimde," dedi, "Sana Rufai Dervişi biati vereceğim. Şimdi de verebilirim ama, halkanda diğer kardeşlerinin huzurunda olursa daha iyi olur diye düşünüyorum, hem böylece Şeyhinin de haberi olur. Ama üzülme, seyahatinde hep koruma altında olacaksın ve hem kendi Şeyhinden, hem de benden alacağın biatlar, Peygamber Aleyhissalâtü vesselâmın iki ağızlı kılıcı Zülfikâr gibi, hayatın boyunca seni hıfzedecek." O gün, hayatımın en güzel ve en önemli günlerinden biri oldu. Öylesine çok yoldan, Öylesine çok sevgi geldi ki. Sevinç ve umutla dolup taştım. Prizren'den ayrılma vaktim yaklaşınca, Şeyh Cami beni daha da yakınına çekti. Sadece ikimiz, bazen de bir iki dervişle birlikte uzun saatler geçirdim. Ziyaretimin sonlarına doğru, Prizren'den sonraki güzergâhım hakkında bana tavsiyelerde bulundu ve ayrılma hazırlıklarıma yardımcı oldu. Yola çıkmadan bir gün önce ciddi derecede rahatsızlandm. Sofrada, biraz da elimde olmayarak, yemeği çok kaçırmıştım. Dervişler, sofradaki yemeklerin hepsinden yemem için ısrar etmişlerdi. Nitekim, Doğu'ya yolculuk yapmış olan herkes, bu insanların samimi ve cömertlik dolu misafirperverliğinden kurtulmaya çalışmanın imkânsızlığını bilir. Nasılsa o gün takatim iyice tükenmişti; çok geçmeden kusmaya başladım, ardından gelen ishalle de adamakıllı bitap düştüm. Şeyh'e görüşmemeye çalıştım, çünkü bilmesini istemiyordum. Tuvalete gidip gelirken, kendi hâlimi düşünmeye başladım. Neden tam da ayrılmaya hazırlanırken hastalanmıştım acaba? Orada kalmayı çok istiyordum gerçi ama, böylesine garip bir tarzda mı yerine gelecekti bu arzum? İkinci defa tuvalete gidince, birden ferahladım. Bütün vücuduma bir ferahlık hali geldi. Kendimi daha iyi hissederek, Şeyh Cami ile başka birilerinin daha bulunduğu muhabbet odasına girdim. Şeyh, beklendiği gibi, ne olduğunu, nerelerde kaldığımı sordu, ben de ona söyledim. Rahatsızlığımın yiyecekten olmadığını söyledi, yoksa başkalarının da hastalanması gerekirdi, "Ama belki de," dedi,"miden bu şekilde yemeye alışkın değil." Şeyh Cami çok müşfik ve kibar bir insandı. Bana rahatsızlığım için elinden gelen her şeyi yapmaya hazır olduğunu söyledi ve ayrıca, bu halde beni yola koyamayacağını belirtti. Ben de, hastalığımda henüz ne olduğunu anlamadığım bir dersin saklı olması gerektiğini söyledim. Bunun üzerine, şu öyküyü anlattı: Bir camide uzun uzadıya oturup ellerini açıp Allah'a dua eden iki adam varmış. Duasını ilk bitiren adam, kulak kabartıp ötekinin nasıl dua ettiğini dinlemeye başlamış, bakmış ki adamın dilinde uzunca bir şikâyet listesi var: "Allah'ım, ayaklarım ağrıyor, n'olur onlara şifa ver; sırtımı ağrıdan hareket ettiremiyorum, ona da bir şifa ihsan et. Sonra başım da çatlayacak gibi, ona da bir deva ihsan eyle. Ha bir de şurda, boynumun yan tarafında bir ağrı var, ve hele omuzum... romatizmadan bir türlü kımıldatamıyorum..." Adam böylece dua ederken dinleyen adam, sonunda ensesine sert bir şaplak indirerek lafını böler: "Sen en iyisi Allah 'tan yeni bir beden iste." "İnsanlar hasta olmasaydı" dedi Şeyh, şefkatle beni süzerek, "Tekke'ye gelmezlerdi.Tekke tıpkı bir hastane gibidir. Biz senden yeni bir insan olma duası etmeni istiyoruz. Sen Prizren'e bir nûr getirdin ve biz de seni hiç unutmayacağız. Aynı şekilde, sen de bizden çok istifade ettin. Hizmet olarak, tercümeleri edite ettin, bu arada sen de kazandın, çünkü bir mürid için Pir'inin hayatını öğrenmek kâfi bir kazançtır. Şimdi git ve dinlen evlâdım. Sabah erken kalkmalıyız." Yeniden odamdaydım; sokağa ve çevredeki tepelere bakan pencereden seyre daldım. Şehirden ayrılma vaktinin gelip çattığını görerek, Şeyh Cami, dervişler ve oradaki insanlarla geçirdiğim günleri bir gözden geçirdim. Buluşmamız ne kadar tatlı olmuştu, ama sanki saniyelerden ibaretmiş gibi uçup giden bugünler ne kadar da kısa sürmüştü. Koyun postu yatağıma uzanıp, bunaltıcı Prizren gecesinin seslerine kulak kabarttım: komşuların evlerinde dostça sohbetleri, ben uykuya daldıkça giderek hafifleyen Türk müziğinin egzotik ahengi. Gün doğmadan gene pencerenin önünde buldum kendimi, yerini şafağa bırakan Prizren gecesine fısıltıyla veda ettim. Uzaklarda bir müezzinin ahenkli daveti, solgunlaşıp aydınladığa dönüşen karanlığın içinde, derin bir tatlılıkla sardı beni. Namaza hazırlanmak için pencereden ayrılırken, Şeyhimizin çok zikrettiği bir Rübaiyat geldi dokundu dudaklarıma: Hem bu güne hazırlananlara Hem de yarınlara dalıp gidenlere Bir müezzin haykırır karanlığın minaresinden "Biçareler: Felahınız ne orda, ne şurda." Yolculuk için veda etmek ve sabah namazını kılmak üzere Şeyh Câmi ile Tekkeye gittim. Tekrar dışarı çıktığımda, herkes oraya toplanmıştı. Mima Hanım, Şeyhin annesi Arife Hanım, kızlar, küçük oğlu ve birkaç derviş, hep birlikte durup resim çektirdik, çok geçmeden sonra Şeyhin arabasına binmiş, yola düşmüştük. Prizren'den ayrıldığım gün, hoş bir gündü. Güneş ışıl ışıl parlıyor, gökyüzü alabildiğine berraktı; oraya buraya, geniş mavi bir halının üstündeki yastıklar gibi bulut kümecikleri serpiştirilmişti. Şeyh direksiyonda, ben yanında, oğlu ve dervişleri Yakup ile Fatmir arkada, dünyevî tek bir kaygımız olmaksızın tehlikeli dağ yollarında hızla ilerledik. Bütün camlar açıktı, bir yelkenlide gibiydik... Meltem yüzlerimize vuruyor, güneş ışınları var gücümüzle söylediğimiz ilâhiler Eşliğinde dansediyordu. Üsküp'e üç saat süren yolculuğumuz, birkaç dakika sürmüş gibiydi. Daha neye uğradığımı anlamadan, otobüse binmiş el sallıyordum. |
Yazar: | kurucu [ 04.06.09, 10:02 ] |
Mesaj Başlığı: | Re: "Su üstüne yazı yazmak" ve yazarı M. Şekur hakkında |
Namazdan az önce insanlar tek tek doluşmaya başladı, mescide ilk gelen Derviş Yakup'tu. Bu kadim hak yolcusu duvardaki saatin altında bir yere geçip dizüstü oturduğunda, gözüme sanki hep orada oturuyormuş gibi geldi, çünkü oda neredeyse Tekkenin kendisi kadar yaşlıydı. Çok geçmeden, yanında birkaç başka dervişle Şeyh de geldi. Aralarında Derviş İrfan adlı bir müezzin de vardı; güleryüzlü, hayat dolu, sıcaklığı ve hele o tatlı makamlı ezanıyla çok cana yakın bir adamdı. Namazdan sonra Şeyhle birlikte evine yürüdük. Şeyh Yahya ile karısı bizim Tekkemizi ziyaret etmiş ve benim Amerika'daki evime misafir olmuşlardı, dolayısıyla buluşmamız bir tür hasret giderme buluşması oldu. Şeyh, en çok kullandığı ulaşım aracı, bisikletini elinde iterek yanım sıra yürürken, ben de seyahatime dair sorularını cevapladım. Evinde karısı, oğlu, damadı ve kızından oluşan ailesiyle tanıştım, hepsi benim geleceğimi şu ya da bu şekilde duymuş ve beni karşılamak için toplanmışlardı. Hoş bir yemek yedik, Türkçe, Franszca ve İngilizce karışımı kelimelerle iletişim kurarak sofrada oturup birbirimize hikâyeler anlattık. Sohbete doyum olacak gibi değildi, derken akşam da çabucak geçti. Ertesi sabah Şeyh ve ben tan yerinin ağarmasına bir saat kala kalktık ve Tekke'ye doğru yola çıktık. O saatte sokaklar bomboştu ve adımlarımızın betonda tempo tutan yankısı, duyduğum tek sesti. Tekkede, Şeyh beni üst kata, bir başka toplanma mahalline çıkardı. Odanın merkezini, bir kukuleta gibi süslenmiş baca çıkıntısının altında, üzerinde ateş yakılabilecek, büyük, yassıca bir taş ocak oluşturuyordu. Odanın her iki yanında uzunca, üzerleri örtülü sıralar uzanıyordu ve ortalarındaki boşluğa parlak turuncu-kahverengi bir halı yayılmıştı. Namazdan sonra kahve içmek ve sabah muhabbeti yapmak için bu odaya döndük. Şeyhin daha önce yaktığı ateşin korları, biz namaz kılarken kaynayıp durmuş eski usûl kahve cezvesinin çevresinde kıpkızıl kor yığınına dönmüştü. ŞeyhYahya, bana kendi yanında bir yer gösterdi, üç derviş de öbür tarafına oturdular. Herbiri, uzun, siyah bir derviş elbisesi ve sivrice, açık kahverengi külahlar giymişti. Şeyh de aynı şekilde giyinmişti, ama onun külahını beyaz bir sarık çevreliyordu. Bağdaş kurmuş otururlarken, sessiz ama somut, samimi ama vakarlı bir güzel tablo oluşturuyorlardı. Sabah güneşinin ışınları pencerelerden içeri süzülüyor ve hürmetkâr hâli ile ortada zarif bir uyum içinde, Şeyhin servis işaretini bekleyen dervişlerden birinin elinde tuttuğu, küçük Türk fincanlarının dizildiği tepside yansıyordu. İşareti alınca, ikisi birlikte odada dönmeye başladılar, biri tepsitutuyor, diğeri de kahveleri fincanlara koyuyordu. Talimli askerler ölçülü hareket ediyorlar, ama onlardan çok daha zarif duruyorlardı, tavırlarda çok daha mütevaziydi. Onları görünce aklıma vecd şarabını dolduran sakiler geldi. Herkese kahve dağıtılınca, bize servis yapan dervişler, bu defa birbirlerine servis yaptılar. Her birisi fincanı hürmetle ve kusursuz, sevecen bir nezaketle doldurdu. Sabahın büyük bölümünü Kur’an üzerine mütalaa ederek geçirdik, Şeyh beni bildiğim âyetlerden imtihan etti, öğrenmem gerekenleri de belirtti. Öğleden az tekrar onun evine döndük. Dışarıda küçük bir masada oturup o ânın keyfini çıkardık, ve komşunun oraya buraya koşuşup duran tavuğuna güldük. Öğle namazından sonra, Şeyh beni Hazreti Pir Hayatî'nin kabrine götürdü. Hoş bir ândı doğrusu. Binada yaklaşık on iki Şeyh, kabirlerinde haşri bekliyordu. Kabirlerin çoğu, Hazreti Pir'in kabrinin bulunduğu ortadaki odacığın etrafında genişçe bir odada yer alıyordu. Bu seyahatimde, yeryüzünde yürüyenlerden çok, ahirete göçmüş olanlarda daha fazla hayatiyet olduğunu farkettim. Mübarek bir Velinin kabrine her gidişimde, sanki sıcacık bir dosta uzun bir ayrılıktan sonra yeniden kavuşuyormuşum duygusuna kapıldım. Fakat, Şeyh Ana müstesna. Çünkü o henüz bu gezegeni terk etmemiş bir Veliydi. Öylesine kusursuz bir tasaffi geçirmişti ki, bana hâlâ burada, yeryüzünde kalması bir mu'cize gibi göründü. Hiç birşeyle bağı yoktu ve burada, yalnızca enaniyetsiz bir beden kafesine bağlı halde, Kadir-i Mutlak'ın emriyle kalıyordu. Benim için Ohri'nin nuru oydu. Onda insana nüfuz eden, nurlu bir huzur, kalp gibi çarpıp duran bir hayat ve akıp giden bir derinlik bulmuştum. Aynı zamanda samimi, rahat ve sevgi doluydu. Henüz karşılaşır karşılaşmaz, gözlerime baktı ve elini yavaşça avucumun içine koyarak, ta ruhuma dokundu. Beni sinesine çeken, öz annem gibiydi. Hem bir Şeyh kızı, hem de bir Şeyhin hanımı olarak, doğrudan doğruya Hazreti Pir Hayatî’nin soyundan geliyordu. Onunla geçirdiğim vakitler benim için çok meyvedâr oldu. Birlikte çay içtik ve konuştuk. Ona, hem dervişi hem evladı saydığı kendi Şeyhimin selâmlarını ilettim. Ayrıca, diğer müridlerin selâmlarını ilettim. O da bana bazı Şeyhlerin ve tarikatın diğer hatıralarının fotoğraflarını gösterdi. Ziyaretimin sonu yaklaşırken, onda çok aşikâr o tevekkül tezahürlerini görerek, ona naif bir umutsuzlukla, bir müridin nasıl olup da "aşk" denen vecd haline şerişebildiğini sordum. Gözleri parıldadı, yüzüme doğru eğilirken, yüzü bir tebessümle ışıklandı. "Bir yıl sonra yine gel, oğlum ve o zaman, Allah nasib ederse, sana bunun cevabını veririm." Şeyh Yahya ile hayli uzun süren bir beraberliğimiz olmuştu. Hazreti Pir'i ziyaret etmiş, Şeyh Ana'yı da görmüştüm. Bunları yaptıktan sonra, Ohri'den ayrılmaya hazır olduğumu hissettim. Ancak Şeyh, gitmemi istemiyordu. Durumumu izah etmek zor olduysa da, sonunda razı oldu. O gün öğle sonrası geç bir saatte, oğlu Hüdai, elinde Ohri-Üsküp otobüsü için bir biletle geldi. Türkiye'ye aktarma yapmak için Üsküp'e gitmem gerekiyordu. O gece, bir mevlid merasimi için, Derviş Haydar isimli Bir zatın evine giderken Şeyhe refakat ettim. Tarikatın sade bir hayat süren bu insanları arasında kardeşçe duygular hüküm sürüyordu, öyle ki kendimi evimde hissettim. Akşam namazından sonra sofrada kuru fasulye ve etten oluşan güzel bir yemek yedik. Makedonyalılar kuru fasulye yemekten hoşlanıyordu anlaşılan. Prizren'de olduğu gibi Ohri'de de önüme fasulye gelmişti. Bu sade, ucuz ama değerli yiyecek bana, şehirde geçen çocukluk günlerimi ve annemin çoğu kez yaptığı koca tencere dolusu kuru fasulyeleri hatırlattı. Bu fakir, yoksul insanlar arasında, bir çocuk olarak ailemle hissettiğim o hiçbir şeyin el uzatamadığı mütevaziliğin aynını hissettim. O gece geç saatlerde Şeyhle ben, yanımızda dervişlerinden biriyle sokaklara düştük. Derviş bir kavşakta bizden ayrıldı, Şeyhle ben yalnız başımıza yola devam ettik. Şeyhin evine vardığımızda, herkesi uyanık bulduk. Şeyhin damadı ve torunları da dahil olmak üzere, herkes evdeydi. Onları masanın çevresine toplanmış, gülümser halde bulunca çok şaşırdım. Hepsi sabah gideceğimi biliyorlardı ve benimle bir süre daha beraber olmak istemişlerdi. Çok güzel bir birliktelikti. Şeyhin damadı Celal, benden çok hoşlanmış gibi görünüyordu ve bana özel bir yakınlık gösteriyordu. Ben de ondan hoşlanıyordum ve bu hoşlanmayı Allah’ın bir lütfu olarak görüyor, layık olmadığım halde Rabbimin benden gene de lütfunu esirgemediğini ve gittiğim her yerde bana bir dost yolladığını görüyordum. Yatmadan önce selâmlaşıp, Allah rahatlık versin dedik. Ertesi gün,sabah erkenden Şeyhle birlikte Tekkeye vardık. Bavulumu, geri dönerim düşüncesiyle Şeyhin evinde bırakmıştım ama sabah namazını bitirdiğimizde, neredeyse otobüs terminalinde olma vaktimiz gelmişti. Şeyhe çantayı bıraktığımı anlatmaya çalıştım, ama O hiç aldırmaz görünüyordu. O eski tevekkül imtihanı gene yüzünü gösteriyordu. Ama, burada mesele benim tevekkülsüzlüğüm müydü, yoksa Şeyh mi beni anlamıyordu? Tam ben otobüse binecekken, Şeyhin kızları ellerinde bavulla çıkageldiler. Belli ki Şeyh onlardan bavulu getirmelerini istemişti. Kızlardan bavulu aldı, ve tek kelime söylemeden bana uzattı. Otobüste yerimi aldığımda, Şeyhin karısı da gelmiş, yanında duruyordu. Onlara kızları, yeni dostum Celal ve Şeyh Ana'da tanıştığım Şeyh Kadri de katıldı. Yan yana durmuş ellerini sallarken, penceremin çerçevesi içinde, güzel bir tablo meydana getiriyorlardı. Şimdilerde, ne zaman Ohri'ye dönsem, aklıma hep o enfes tablo gelir ve oradayken bana gösterdikleri yakınlığı hatırlarım. Otobüs terminalden çıkıp yola koyulurken dualar ettim ve koltukta yanımda duran bavulumun varlığını hissettikçe, kendi kendime gülümsedim. |
Yazar: | kurucu [ 04.06.09, 11:03 ] |
Mesaj Başlığı: | Re: "Su üstüne yazı yazmak" ve yazarı M. Şekur hakkında |
II Yeniden Üsküp'de olmak hoştu, içeriden İstanbul'a bir bilet aldım. Dışarıda otobüs kalkış peronuna yanaşmıştı bile, şoför ve birkaç yolcu otobüsün etrafına toplanmış, bagajlarını yerleştirmeye çalışıyorlardı. Normal bir atmosfer vardı, seyahate çıktıkları için sevinen çocuklar koşup zıplıyor, anneleri çocukların otobüsün içinde koşuşturup durmayacaklarını, hatta belki de semavî bir lütufla, otobüse binip yerlerine oturur oturmaz uyuyakalacaklarını umut ediyorlardı. Bagaj bölümü dolduğu için, insanlar daha küçük eşyalarını otobüse almış, koltukların arasındaki boşluğa yanlamasına yerleştirmişlerdi. Şu her otobüs yolculuğunun başında ortaya çıkan olağandışı kişi burada da eksik değildi; "yanından ayıramadığı" kilitli bir bavulu ya da bond çantasını, sığma ihtimali, hatta imkânı olmayan koltuklar arasındaki boşluğa itip zorlayarak, yerleştirmeye çalışıyordu. İç hoparlörlerden Türk müziği yükseliyor, şoförün ara sıra yaptığı anonslar müziği kesiyordu. Türkiye'ye yaptığım otobüs yolculuğu uzun oldu, neredeyse yirmidört saati buldu; yol üzerinde bu ülkeyi ve halkını görmek hayli ilginçti. Yolculuğun en büyük keyfi de buydu zaten: İnsanlar kendi iç dünyalarında yaşarken ve koşuştururken görmek ve duyumsamak. Otobüsteki Türkler, bana kendi âdetleri hakkında bilgiler verdiler. Sıcak, sevecen, alçak gönüllüydüler, güleryüzlü ve Allah'ı düşünen insanlardı. Bir aile beni kendilerine hemencecik dost edindi ve otobüs, yol üzerinde bir yerde mola verdiğinde, yanımdaki yiyecekleri yememe izin vermeyip, bana kendi yemeklerinden ikram ettiler. Çocuklarına elimi öptürüp, bana "Amca" diye hitap etmesini tembihlediler; bu iltifatın nedeni özel biri olduğum değil, yaşça büyük müslüman biri olmamdı. Bu insanların inceliği beni derinden etkilemişti: davranışları öylesine fıtrî ve kalptendi ki, samimiyetin bundan ötesi düşünülemezdi. Bu hâle muhatap oluşum, kendimi inceden inceye gözden geçirmeme vesile oldu ve içimde kendi özel hâllerimi ıslah etme umutları uyandırdı. Otobüs, yolcuları biraz uyuşukluktan çıksınlar, yol kenarındaki büfede soda ya da serinletici birşeyler içsinler, başka ihtiyaçlarını gidersinler diye yol üzerinde birkaç yerde mola verdi. En uzun molamızı, Bulgaristan sınırında verdik, burada gümrük kontrolü için hepimiz otobüsten indik. Müfettişler kabaydı, işlerini çok yavaştan alıyorlardı, her çantayı ve kutuyu tek tek açtılar, bagajımızı da 'ne haliniz varsa görün' dercesine öylece dağıtıp bıraktılar. Yaban ellerde yol alan yolcular olarak, her zaman geçen usûle riayet ederek, çenemizi tutup, bu tahammül imtihanı sona erene kadar sabrı elden bırakmamaya çalıştık. Ancak, gümrükten geçer geçmez, herkes rahat bir nefes aldı ve yolculuğun geri kalanı çok kolay geçti. Gece yarısını biraz geçe Türkiye sınırına vardık ve nisbeten az bir gecikmeyle gümrükten geçtik. Türk müfettişler, Bulgar meslektaşlarından çok daha naziktiler. Gereğince ciddiydiler ama, zorba değillerdi ve bizi ülkelerine buyur ettiler. Kendimi bir yabancı ülkeye giriyor gibi değil de, evime dönüyor gibi hissediyordum. Otobüs gecenin içine doğru usulca ilerledi, sabaha doğru İstanbul civarındaydık. |
Yazar: | kurucu [ 04.06.09, 15:01 ] |
Mesaj Başlığı: | Re: "Su üstüne yazı yazmak" ve yazarı M. Şekur hakkında |
Sabah güneşi, ufukta, göğün yumuşak, mavi perdesi önünde , turuncu-kırmızı bir portakal gibi güzel ve alımlı yükseliyordu. Biz şehre yakınlaştıkça, havaya bir deniz kokusu sinmeye başladı. Şehrin tâ varoşlarından merkezine kadar yol boyunca deniz bize eşlik etti. Haliç ve Boğaziçi, İstanbul'un güzelliklerinden sadece bir parçaydı. Denizde, yer yer yelkenliler, yüzenler ve balıklar görünüyordu. Her köşede birbirinden güzel camiler yükseliyordu -bayırlarda, tepelerde, sokaklarda ve ara sokaklarda muhteşem camiler boy atıyordu, büyük, meşhuru ve unutulmuşuyla. Terminalden çıkıp sokaklarda yürümeye başladım. Seyyar satıcılar, baklavacılar, lokantalar, arabalar, otobüsler ve dünyanın dört bucağından turistler vardı. Amerika'da tanıdığım Şeyh Muzaffer'i bulmaya çalıyordum. Birkaç dervişi ile birlikte Tekkemizi ziyaret etmiş ve kendi nuruyla bizleri tenvir etmişti. Beyazıt Camii yakınında bir sahaf dükkânı vardı Şeyhin; kendisini bulmakta zorlanmadım. Oraya vardığımda, dükkânda kendisine yardımcı olan Derviş İbrahim'le karşılaştım. Dervişin yardımıyla civarda ucuz bir otel odası tuttuk. Vaktimi, Şeyhi ziyaret ederek ya da sık sık dükkâna gelen dervişleriyle oturarak geçirdim. Aslında Şeyh oradayken dükkân öylesine tıka basa dolduruyorlardı ki, kitap satın almak isteyen birinin içeri adım atması bile zordu. Elinde askılı tepsisi, şıngırtılı bardakları ve çaydanlığıyla, bir çaycı, düzenli aralıklarla dükkânı yoklayıp duruyordu. Çay içtik, gülüştük ve birbirimize tarikate dair kıssalar anlattık. Şeyh Muzaffer'in dükkânında tanıştığım bir adam, bana Şeyh Nûn’un bu yakınlarda İstanbul'da bulunduğunu, buradan da Konya'ya geçtiğini söyledi. Cuma gecesi yapılan Halveti zikrine kadar, İstanbul'da iki gün kaldım. Bu haftalık ibadet için Tekke'de ikiyüzü aşkın derviş toplandı. Bu ruhlar denizinin ortasında bulunmak, haz dolu bir teberrüktü. Öyle etkileyici, öyle neşeli ve coşturucu, öylesine zarif bir kalpler dansıydı ki, gerçekten de bu hali anlatacak tek kelime bulamadım. Ankara'ya doğru kısa bir yolculuk ve Büyük Şeyh Hacı Bayram Veli'nin kabrini Ziyaretten sonra, Konya'ya vardım. Bir dolmuşa atlayıp, Hazreti Celaleddin Rumi'nin muhterem hocası Hazreti Şemsi Tebrizî Camii'nin az ötesindeki küçük meydana vardım. Abdest alıp içeri girdim. Hazreti Pir'in sandukası, özel bir köşede, bir kaide üzerinde yerden hafifçe yükseltilmiş ve parmaklıkla çevrilmişti. Selâm verip, mübarek ruhları için bir dua okumak üzere, kabre yaklaşabildiğim kadar yaklaştım. Kalbime bir dolu tefekkür aktı ve bencileyin değersiz bir müridin, bu mübarek nûranî ruhun ayak izlerini sürmesine izin verdiği için, Kadir-i Rahim'e hamd ettim. Derken ezan sesi duyuldu, namaza durdum. Türbenin türbedarlığını yapan ve aynı zamanda da cami imamı olan Şeyh Ahmed 'i namazdan sonra göreceğimi umuyordum. Ne var ki, orada değildi ve namazdan sonra, kafamda onu nasıl bulacağımı düşüne düşüne camiden çıktım. Camiin hemen dışındaki bir sıraya oturarak, bir an insanları gözledim ve semazen dervişlerin evi olan bu şehirde, Konya'da bulunmaktan alabildiğine memnun, nerelere geldiğimi düşündüm. Kendi ülkemde Tekke'de Şeyh Ahmed'le geçirdiğimiz günleri, onun Kura’n derslerini ve bizim öğrenme isteksizliğimizi Şeyhe bildirdiği raporu hatırladım. Orada düşüncelere dalmış otururken, yanıma iki çocuk yaklaştı. Beni merak ettikleri için, adımı ve nereden geldiğimi sordular. Cevap verdim, sonra da onlara Şeyh Ahmed 'i tanıyıp tanımadıklarını sordum. "Ahmed Hocam?" dediler hep bir ağızdan. Başımla tasdik ettim. "Biliyoruz"diye cevap verdiler."Gel, götürelim." Çantamı alıp, sokaklar boyunca çocukları takip ettim, bir köşeyi dönüp, evlerin sıralandığı sokaktan geçtik ve loş bir merdivene geldik. Üzerinde "Türksoy apt." yazan bir tabela gördüm kapıda. Bu kelimeleri, mektup üzerindeki adresten hatırlıyordum. Aradığım yerdi burası, camiden sadece beş dakika mesafedeydi. Çocuklar kapıyı vuruyorlardı bile ve birkaç saniye sonra, Şeyh Ahmed yüzünde o sıcak, âşina tebessümle, eşikte belirmiş, beni içeri davet ediyordu. Çay içmeye oturduğumuzda Şeyhimin ve müridlerin selâmlarını ilettim. Şeyh Ahmed, fotoğraf albümünü alıp, herkesi tek tek işaret ederek, "Bu nasıl? Ya bu?" diye, her müridi sordu. Ben de hepsinin iyi olduklarını söyledim. Kendisine Prizren ve İstanbul seyahatlerimi anlattım, buradan Şam'a, oradan da Hac için Mekke'ye yolculuk yapacağımı söyledim. Ona Konya'da birkaç gün kalarak, Hazreti Şems Camiini, Hazreti Celaleddin Rumi ile meşhur Şeyh ve aynı zamanda Şeyh-ül Ekber'in müridi Sadreddin Konevî'nin kabirlerini ziyaret etmek niyetinde olduğumu söyledim. Şeyh Ahmed'e Şeyh Nun'un benden önce Prizren'e gelmiş olduğunu söyleyince, Konya'ya da geldiğini, ama İstanbul'a döndüğünü söyledi. "Beni dinlersen," dedi Şeyh Ahmed,"Sen, en iyisi Konya'da bir gün kal ve hemen İstanbul'a dön. Oğlum Mustafa seninle beraber gelir ve seni Şeyh Nûn'a götürür." Ertesi gün Şeyh Ahmed bana büyükçe bir Konya turu yaptırdı. Bana şehrin bir ucundan diğerine yürüdük gibi geldi. Önemli ne kadar tarihî mekân varsa hepsini ziyaret ettik. Camilerden ve tekkeden, dervişlerden ve Hazreti Celaleddin'den konuştuk. Şimdi müze yapılmış bir Tekke'de biraz eğleştik ve görmeyi umduklarımın çoğunu görmüştüm. O akşam geç saatlerde, Mustafa ile birlikte otobüsle İstanbul'a doğru yola çıktık. Ertesi sabah, Mustafa’nın özel işlerinin takibiyle geçirdik. Hattatlığının yanısıra, babası gibi o da çok yetenekli bir hafız ve kâri idi. Dolayısıyla meşguliyetinin büyük kısmını gençler ve cami Kur’an kursları oluşturuyordu. İşi bitince arka arkaya bir dizi otobüse binerek, nihayet şehrin varoşlarında bir yere geldik. Küçük bir dükkânda durup, bir somun ekmek ve biraz beyaz peynir aldık. Oradan, tepeye, Şeyh Nûn'un Tekkesi olarak hizmet veren çok güzel, yeni bir eve doğru, dik bir yamaç tırmandık. Mustafa bana etrafı tanıttı ve kendimi evimde hissetmem için teşvik etti. Bir süre sohbet ettik ve sonra, inşaallah Şeyhin o gece geç saatlerde geleceğini söyleyerek ayrıldı. Öğle sonrası nisbeten sakince, Şeyhi göreceğim ânı düşleyerek, yalnız başıma geçirdim. Öğle sonrası geç bir saatte, beni Şeyhe götürmek üzere gönderildiğini söyleyen bir derviş geldi. Dervişle birlikte gideceğimiz yere vardığımızda, Şeyh henüz gelmemişti. Ancak, bize Şeyhin beni ertesi sabah göreceğini bildiren bir mesaj bırakılmıştı. Akşamın geri kalan saatlerini, dervişin himayesinde geçirdim. Bana yemek ikram etti ve namaz için evinin yakınlarındaki bir camiye götürdü. Ertesi sabah derviş beni sade bir tarzda döşenmiş bir apartman dairesine, bizi kapıda karşılayan Şeyh Nûn'un kardeşinin evine götürdü. Bu kibar beyefendi, beni oturma salonuna buyur etti, oturdum. "Şeyh Hazretleri şu an kuşluk namazını eda ediyorlar," dedi, "birazdan yanımızda olurlar." Çok geçmeden, Şeyh içeri girdi. Onu selâmlamak için ayağa kalktım, niyaz sunup ve elini öpmek üzere ilerledim. Varlığı odayı dolduruvermişti. İnsan hiç zorlanmadan onun bir nûr adamı olduğunu anlayabilirdi. Gözleri sevgiyle, delip yakan bir berraklıkla parıldıyordu ve uzun, gümüş beyazlığındaki sakalları yüzünün çevresine ve aşağı doğru gün ışığı gibi yayılyordu. Başında üzeri toplu, beyaz kubbe biçiminde bir sarık ve üzerinde yere kadar uzanan, yeşil bir cübbe vardı. "Adım Muhyiddin, Şeyh Efendi," dedim: "Şeyh Muhyiddin sensin demek,"dedi, gülümseyerek. "Affedersiniz Şeyh Efendi, ben sadece müridim," dedim, İçimdeki bir kabiliyetten mi haber veriliyor, yoksa bana değil, ama Şeyhe malûm olan bir hâlim mi tasrih ediliyor, bilmeksizin. "Ben senin kim olduğunu biliyorum," dedi Şeyh,"ve sana nasıl hitap edeceğimi de. Ama gel şimdi başka şeyler konuşalım." Bana İstanbul'un çeşitli camilerinde vereceği vaazlar sırasında, kendiyle birlikte olacağımı söyledi. Evliyaların kabrine gidecek ve mahalli bir Tekke'de bir zikir meclisinekatılacaktık. "Özel soruların olduğunu da biliyorum ve bu gece inşaallah onları konuşacağız," dedi. "Şimdi, müsaaden olursa,başka meşguliyetlerim olacak." İstanbul'da kaldığım sürece, vaktimin çoğunu Şeyh Nûn ile beraber geçirdim. Beraberken, Allah’ın inayetiyle, bana planlanması imkânsız gibi gelen bir müfredata göre dolaşmamız sırasında, bir Şeyhin ne kadar inanılmaz bir tempoyla yaşadığını açıkça gördüm. Bu süre içinde, altı yıl önce, ilk Doğu seyahatim sırasında âlem-i gaybden bana Şeyh-i Âzam Dağıstanî tarafından gönderilmiş olan o dervişin esrarını araştırdım. "Bunca yıl," dedi Şeyh Nûn, "Aslında sana ait olan bir emaneti taşıdım. Bu emaneti taşımaktan memnundum memnun olmasına ama, şimdi senin onu teslim almak için burada olman beni rahatlattı." Böyle bir şeyin nasıl olabildiğini sorduğumda, Şeyh bana dönerek konuştu: "Şeyh-i Âzam Dağıstanî, bir ruh avcısıdır. Seni ezelde görmüş ve kendisi için seçmiş." Bu sözlere şaşırmıştım. Öylesine inanılmazdı ki! Zor da olsa, hazmetmeye çalıştım; zaten Şeyh Efendi de, yavaş yavaş , kaşık kaşık verdi bana. Ayrılışımdan bir gün önce, Mustafa'nın beni ilk olarak getirdiği yamaçtaki Tekke'de Şeyh Nûn ile birlikteydim. O gün benimle Nakşibendi tarikatındaki Şeyhler silsilesi üzerine uzun bir sohbet yaptı. Şeyh, bana tarikatın insanın kalbinin tasaffisindeki ve İslâmın bâtınî yanını yaşamaya teşvikteki rolünü izah etti. Bana kendisi ile Peygamber Aleyhissalâtü vesselâm arasındaki bütün evliyaların tek tek adını verdi. Artık, o günden sonra, itimadını hakkettiğimi de söyledi. Anlayarak, ya da anladığımı sanarak, bunun ne mânâya geldiğini sordum. Başka tarıkî bağlılıklarım olduğunu ve kendi Şeyhimin rehberliğinden memnun olduğumu izah ettim. Şeyh Nûn, hiçbir kaygı duymamam gerektiğine beni ikna etti. Ona Şeyhimin fotoğrafını gösterdiğimde, "Kendilerini daha önce görmüştüm," diye karşılık verdi. "Salâhatinde şüphe yok. Şeyh-i Âzam'ın ahfadındandır." Doğrusu, Şeyhimin Şeyh-i Âzam'ın ahfadından olmasının ne anlama geldiğini bilmiyordum. Gene de, iki varsayımda bulundum: Birincisi. Şeyhimin, şu ya da bu şekilde, Şeyh-i Âzam Dağıstanî ile münasebeti vardı; ikincisi de, Nakşibendi biatini kabul etmek bir tekemmül demekti. Böylece, vicdanım alabildiğine müsterih, biati kabul ettim. Ancak, Şeyh elini benimkinden çeker çekmez kafama karanlık, ağır bir şüphe bulutu aktı. Birden asab bozucu bir önseziye kapıldım. Bir hatamı işledim yoksa diye düşünmeye başladım. Şeyhle birgün daha geçirdik. Halkasından ayrılırken, her şeyin yolunda gideceğinden emin olmamı söyledi, ama o bulut gene de dağılmadı. Ne kadar dağıtmaya, altından kurtulmaya ya da unutmaya çalıştıysam da, bir türlü beceremedim. O bulut, sonraki seyahatlerim boyunca peşimi bırakmadı. Şam sokaklarında, Mekke'de, Harem-i Şerif'de, ve Peygamber Aleyhissalâtü vesselâmın bir zamanlar yaşayıp yürüdüğü Mekke sokaklarında peşimden ayrılmadı. Şeyh Nûn, Suriye'ye nasıl gideceğimi anlatmış ve oradaki iki temsilcisinin bana yardım etmesini sağlamıştı. Bu iki iyi kalpli adam Şeyh-i Âzam Dağıstanî'nin kabrini bekliyor ve onun eski evinde, dikçe bir tepenin üstünde, yoksul bir mahallede sade bir evde oturuyorlardı. Şeyh Nûn, beni doğruca Şeyh-i Ekber Muhyiddin-i ibni Arabi'nin türbesine ve onun adıyla anılan Camiye yollamıştı. Kabirden ve Şeyh-i Âzam Dağıstanî camiinden her gün namaz için Şeyh'ül-Ekber Camii'ne yürüyordum. Şam benim için manevî olarak canlı, ama siyasî olarak gergin bir yerdi. İki mihmandarım Abduselâm ile İbrahim'in yardımıyla, Kitab-Mukaddes'te "John the Baptist” diye zikredilen Yahya aleyhisselâmın kabrinin bulunduğu Emeviye Camii'ni de ziyaret edebildim. Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın sahabelerinden bazılarının kabirlerini ziyaret ettim: Aralarında ilk müezzin Hazreti Bilal-i Habeşî (ra), Hazreti Ali'nin (ra) torunu Hazreti Zeynel Abidin (ra) ve daha birkaç sahabe vardı. Bu ziyaretleri tamamladıktan sonra, Şam'dan ayrılmaya hazır olduğumu hissettim. Bir uçakla Cidde'ye gittim, orada kendi halkama dahil iki müridle karşılaştım ve birlikte Hac farizasını eda ettik. Onlar, Hac'dan sonra, kısa bir süre Medine'de kaldılar, ben de uçakla NewYork'a döndüm. Eve döndüğümde, yola çıkışımın üstünden altı hafta geçmişti. Geri dönmüş olmak iyiydi. Hem Şeyh Cami, hem kendi Şeyhim, çok sayıda müridle orada hazırdılar. Dönmeden kısa bir süre sonra dervişlerden birinin evinde toplanmışlardı. Ben içeri girince hepsi ayağa kalkıp ilâhi söylediler. Harikulade bir karşılamaydı. Öylesine sevgi dolu ve sıcaktı ki. Şeyhim ve Tarikat'taki, kadınlı-erkekli mürid kardeşlerim, gülümseyen yüzleriyle oradaydı. Bir an kalbim dolup dolup taştı, ama sonra o bulut yine gelip çöktü. Şeyhe "samimi bir itirafta bulunmak için uygun bir zaman olmadığı ortadaydı, ama er-geç kendisiyle yüzyüze kalacağımı biliyordum. Dehşetle o ânı beklemeye koyuldum. Birkaç gün sonra Şeyh Cami öğle yemeğine evimize geldi. Kendi Şeyhimiz şehirde değildi, Şeyh Cami de, bizi Kerbelâ'da Peygamber Aleyhissalâtü vesselâmın torunu İmam Hüseyin ile ailesi ve arkadaşlarının şehadetlerinin anıldığı on günlük Matem’e hazırlamak için yanımızdaydı. Şeyh Cami kolay konuşulan bir insandı. Yaşadığım ikilemin öyküsünü baştan sona anlattım ve Şeyh Nûn'dan aldığım biati söyledim. Sabırla dinledi, ama büyük bir keder içinde kaldı.Yüzü ciddileşti, odanın havası ağırlaştı ve yoğunlaştı. Tüm bunlar, benim şahsî kederimi ve umutsuzluk ve kaybolmuşluk duygularımı iyice yoğunlaştırdı. Hâlimi fark eden Şeyh Cami kaşlarını çattı ve daha yakından konuşmak için bana doğru eğilerek omuzumdan tuttu: "Şeyh Nûn'un sana bunu yapmasını aklım almıyor. Prizren'e geldiğinde onu asil bir Şeyh diye tanımıştım. Şimdi ise şüphelerim var. Ne yapmamız gerektiği konusunda bir fikrin var mı?" "Belki de Şeyh Nûn'a bir mektup yazabilirim," dedim. "Ondan biati kaldırmasını isteyebilirim." "Ben konuyu Şeyhinle konuşurum," dedi Şeyh Câmî. "Sonra n'olacak bakalım." Birkaç gün sonra Şeyh, Matem için Tekkeye döndü. Tepenin altındaki yolda yanına yaklaştım. Yüreğim ağzıma gelircesine, dehşet içinde, konuşmaya çalıştım: "Şeyh Efendi, ben...ben... sanırım Şeyh Cami ile konuştunuz?" "Konuştuk elbet," dedi, "ve bilesin ki bundan böyle benim müridim değilsin. Senin rehberin artık Şeyh Nûn. Bununla birlikte, tarikatten çıkmış değilsin; bu Tekkenin kapısı sana hep açık olacak, ama bugünden itibaren seninle münasebetim, sadece bir kardeş sıfatıyla olacak." Kelimenin tam anlamıyla, tuz buz olmuş, nutkum tutulmuş halde, garip, donuk bir yığın gibi, karşışısında öylece kalakaldım. Sözleri kalbime yıldırım şavkları gibi vuruyordu. Düşüncelerimi okurcasına sürdürdü sözlerini: "Biatin iadesi için yazma konusunda Şeyh Câmî ile aynı fikirde değilim. Tasavvufla oyun oynanmaz. Tam tersine, Şeyh Nûn'a teşekkür mektubu yazmanı tavsiye ederim. Seni ben derviş yapmak istiyordum ama, o sana sahip çıkıp kendi dervişi yapmış. Yine de, daha önce Türkiye'ye giden beş müridim içinden yalnız senin bu tuzağa düşmeni ilginç buluyorum. Onlar seni sadece kendi Pirin Hazreti Hayatî'den koparmaya çalışıyorlar. Ama Allah’ın bir hikmeti vardır mutlaka. Artık gitmem gerek. Esselâmü aleyküm." Beni yolun kenarında, yıldırım çarpmış gibi yığılı, bırakıp gitti. Söylediği her söz beni büyük bir şokun içine daha da sokmuş ve dünyamda geriye kalan kömür parçalarımı, içten içe yanan bir kül yığınına çevirmişti. Şeyh, Matem'in açılışında bizimle beraber oldu, sonra bizi Şeyh Câmî'ye emanet edip gitti. Şeyh Câmî, ongün Tekkede kaldı. Her öğleden sonrası, Kerbelâ vakasından bir sohbet düzenliyordu. İmam Hüseyin'i (ra) ve yanındaki yetmişiki şehidi, Yezid'in emrindeki yüz acımasız katile gelinceye kadar günbegün izledik. Benimkisinin hiçbir asıl sebebi olmadığı halde, Hazreti İmam Hüseyin'in (ra) çok daha büyük acısını bu vesileyle kalbimde duyacak kadar derin bir acı çekiyordum. Biran, hakikate hizmetkâr olan ruhlardan beklenen her şeyden vazgeçme ve kendini fenâ etme derecesindeki fedakârlığın ne demek olduğunu düşündüm. Bazı yönlerden acım daha da derinleşti, çünkü ben kendi aklımca, bu gezegende beni en çok seven insana, Şeyhime ihanet etmiştim. Kimse beni onun kadar mükemmel anlamamıştı, kimse beni bu kadar kayıtsız şartsız kabul etmemişti. Ben de kendime karşı hiç bu kadar dürüst, ufak da olsa bağlılık duyduğum hiç kimseye karşı bu kadar açık davranmamış ve hiç bu kadar incinmeye duyarlı olmamıştım. Şeyhimin muhabbeti, kendisi için bir şey istemiyordu. Mertebem ya da halim ne olursa olsun, sadece, güneş ışınları gibi cömertçe ve hiç ayırım yapmaksızın, üstümde ışıldıyordu. Manevî anlamda, Şeyhim hem anaydı, hem babaydı; bir taraftan koruyor, yol gösteriyor ve bir taraftan kabiliyetlerimi besliyordu. Benim için hem bir aydı, hem bir güneş: yeryüzü onsuz kıraç bir gezegendi, hiçbir amacım olmaksızın dönüyordu. Ah, nasıl acı çekiyordum. Matem günlerini kişisel bir perişaniyet içinde geçirdim. Acılı halimden kimseye söz açamadım. Bu acıyı nasıl paylaşacağımı bilmiyordum. Ben de Şeyh Ahmed 'in ateş gibi sıcak aşk gözyaşları yoktu, ama artık benim de kendime mahsus bir ızdırap okyanusum vardı. Ağlayarak ona akan suları besliyor, kendi gecelerimin karanlığında gözyaşı döküyor ve buz-mavisi kaybolmuşluk yaşlarıyla onu yeniden doldurup taşırıyordum. |
Yazar: | kurucu [ 05.06.09, 14:21 ] |
Mesaj Başlığı: | Re: "Su üstüne yazı yazmak" ve yazarı M. Şekur hakkında |
Bedeninize ve kalbinize ilişen her kalp ağrısı ve ızdırap, sizi kulağınızdan çekerek VadedilenYer'e götürr. Rabbiniz sizi, yönden ve yandan münezzeh O Yere, gerisin geri çekmek için, her yönden dert yollar. (TheSufi Path of Love: The Spiritiual Teachings of Rumi, William C. Chittick) Şeyh Câmî, Matem'den sonra Tekke'den ayrılıp, başka yörelerdeki Tarikat işleriyle ilgilenmek üzere gitti. Kasım ayı için NewYork'da bir hadra (toplanma) planlanmıştı ki önümüzde daha iki ay vardı. Ne kendi Şeyhimi, ne de Şeyh Câmî'yi o toplantıya kadar göremedim, hiçbir çözüm umudu olmaksızın günlerce bu ağır yükü taşıdım. Ancak bu arada Şeyhime bir mektup yazdım. O güne kadar yazdığım en zor mektup oldu. Mektubumda samimi bir özür ve pişmanlık duygusuyla, kalbimdekileri açıkça ortaya döktüm ve kendisinden beni müridi saymaya devam etmesini istedim. NewYork'taki hadraya kadar bir cevap almadım. Bazı dervişlerin bu toplantıda vekil yapılacağı ilân edilmişti. Toplantıyı Şeyh Câmî yönetecekti. Tören için New York'a giderken, Şeyh Câmî'yi bundan böyle uzun bir süre göremeyeceğimi düşündüm. Kendi Şeyhim de, Şeyh Câmî de Şeyh Nûn konusunda herhangi bir şey demedikleri için, Şeyh Câmî'nin Prizren'de sözünü ettiği Rufai biatinı alamayacağımı düşünüyordum. Kaderimin, şaşkınlık içinde yoluma devam etmek olduğunu düşünüyordum. New York'a geldiğimde, Şeyh Câmî konuşmak için beni yanına çağırdı. "Sana sadece kalbinin nerede olduğunu sormak istiyorum," dedi. "Şeyhinin de, benim de seni çok sevdiğimizi bilmeni istiyorum. Bizim dervişimiz olmanı istiyoruz. Hazreti Pir de öyle istiyor." "Şeyh Efendi,"dedim, "Hazreti Pir'e öylesine büyük bir muhabbet duyuyorum ki. Prizren'de beni çok etkiledi. Sizi ve Şeyhimi seviyorum. Siz olmasanız, ben kaybolmuş biri olurum." "Öyleyse özel bir görevi yerine getirmen gerekiyor,"dedi Şeyh Câmî "Bu gecenin ileri saatlerinde bu görev yerine getirilmiş olduğunda, seni Rufai Dervişi ilân edeceğim." Şaşırtıcı bir toplantıydı. Şeyh Câmî öylesine sevgi doluydu ki. Görevimi bitirince, beni yukarı kata, başka bir odaya yolladı. İçeri girer girmez, karşımda Şeyhimin mübarek yüzünü buldum. Birkaç dervişle bir yemek masasının etrafında toplanmışlardı. Tabağından bir parça kek alarak, bana doğru uzattı. Bir an donup kaldığımı, ama sonra, başıyla da işaret edince keki almaya koştum. Bana masada karşışısındaki boş iskemleyi gösterdi, oturdum. "Mektubunu aldım," dedi, "Özürlerini kabul ediyorum. Ancak konuşmamız gereken çok şey var. Tarikat hakkında bilmen gereken daha çok şey var." Ona, Şeyh Câmî ile daha önceki konuşmamızdan söz edince, bana destur verdi. O gece, Zülfikârımın ikinci ağzını, yani Rufai Derviş biatımı aldım. Beni Türkiye'den beri takip eden o ağır, karanlık bulut nihayet üstümden kalkmaya başlamıştı, ama ıztıraplarım henüz tam anlamıyla bitmemişti. Çok geçmeden, Şeyhimle uzunca ve önemli bir sohbetimiz oldu. Bu sohbette benim için Tarikat’a dair birçok mesele açıklığa kavuştu. Pirlere, Şeyhlere dair ve biatin ne demek olduğu konusunda birçok şey anlattı. Kendi Pirim, Hazreti Hayatî konusunda uyardı beni. "Bu senin ilk icazetindi," dedi. "Bu, seni benim vesilemle Hazreti Pir'e götüren ilk altın silsilen. Bu ilk açılışın hakkını vermeden huzura kavuamazsın. Unutma, bu senin ilk intisabın, ve bundan sonra gelecek her şey bunun üzerine gelecek. Bütün hayatın için ilk sorumluluğun bu. Anlıyorsun ya, sen Şeyh Nûn'a sokaktan çıkıp gelmedin, ona kendi halkasındaki insanlara denk biri olarak geldin. Senin durumun, Dominikan olan Fransisken rahibinin durumuna benziyor. İnanmış birinin, kendi inancını değiştirmesi meselesi bu. Belki de şimdi Şeyh Nûn'a bir mektup yazmalısın. Ona, 'Verdiğiniz sorumluluğu taşımaya hazır değilim, çünkü zaten Pir'imizin bana verdiği sancağı taşıyorum,' diyebilirsin. Seni onun kalbinin rızasına emanet ediyorum. Ona hangi Tarikat'tan ayrılman gerektiğini sorabilirsin, ama unutma ki senin Hazreti Pir Hayatî'ye dayanan altın silsileni kesintiye uğratma sorumluluğunu taşıyamam." Birdenbire, kalbim yeniden ağırlaştı. İkilemim, tam olarak çözülmemişti. Hâlâ her biri koca bir okyanusun iki tarafını tutan iki Şeyh arasında sıkışıp kalmıştım. "Ayrıca şunu da bilmelisin ki," diye devam etti Şeyh, "Şaşkınlığına ben sebep olmadım. Bana gelenler, marifete geçmen için Rabbimizin sana takdir ettiği inayetidir." Marifet'e dair bu sözlerin, çok uzaklarda bir noktaya atıfta bulunduğunu anladım. Kendimi Tarikat'te, yani yolun başında bile hissedemezken, Hakikat'in de ötesindeki bir makamı kendime yakıştıramamıştım. Bereket versin ki, artık şu gerçeğin farkındaydım: Müridler, Tarikatte ilerlerken çok az şeyin farkına varırlar. Zaten, farkına varmak da, bir anlamda müridin meselesi değildi. Onların işi hizmet etmek ve şeksiz-şüphesiz teslimiyet içinde olmaktı. Sonunda, Allah nasib ederse, cevaplar bir-bir gelecek ve her şey âyân olacaktır. Böylece, bir çıkış yolu aramaya başladım, Şeyh Nûn'a ilk mektubumu yazdım. Hürmetle kendisinden, biati geri almasını istedim. Bir ay geçmeden Şeyh Nûn'dan son derece hiddetli ve kesin bir cevap geldi: "Asla! Üstelik, bunun çocuk oyunu olmadığını anlasan iyi edersin!" Umutsuzluğa iyice batmış halde, mektuptan haberdâr etmek için Şeyhime vardığımda, bu açmazla ve onun sonucunda gelen sıkıntı ve çelişkilerle mücadele edeyim diye, beni olabildiğince kendi halime bıraktı. Daha önceki tavsiyelerinden bazılarını hatırlattı: "Sana daha önce de söylediğimgibi," dedi, "seninHazreti Pir'e olan ilk altın silsileni kesme sorumluluğunu taşıyamam. Şeyh Nûn'dan aldığın Nakşibendî biatını gözden geçirmeni istediğimi de düşünmemelisin. Hatta onun seni, bir adım öne geçirdiğini bile söylemiştim. Seni Şeyh Nûn'un kalbinin rızasına emanet etmeye devam ediyorum." Hâlâ umutsuzluk içinde, "Peki, hizmeti ne yapacağım?" diye sordum Şeyhe. "Hepsi bir arada gerçekten çok ağır geliyor. Ne yapmam gerek?" Benim iniltili yardım talebimden hiç etkilenmemiş gibi, "Senin ikilemin, biraz millî mutfaklarınkine benziyor," diye cevap verdi. "İster Fransız, ister İtalyan, ister Alman mutfağı olsun, yemeğe konacak temel bileşenler, tıpkı sorumlu olduğun hizmet gibi, temelde aynıdır, ama gene de farklıdırlar. Hepsi tek başına lezzetlidir, ama hepsini birden yemeye kalkarsan hazımsızlık çekersin. Şimdi senin problemin, bunların hangisinden vazgeçip, hangisini tadacağına, hangi Tarikat'ten vazgeçeceğine Şeyh Nûn karar verecek. Ona yeniden yaz. "Sonra, çok daha ciddi bir tonla, tavsiyelerini tamamladı: "Şimdi çok derin bir tevekkül vadisinden geçiyorsun. Biliyor musun, şu anda tüm halkamızda Tevekkül safhasında bir tek mürid yok?" Böylece oturup yeniden yazdım. Bu kez, Rabbimden inayet istedim. Şeyhler arasında yaşadığım ikilemin bütün yükünü sırtımda taşıyarak, kalbimde ve ruhumda ne varsa yazıya döktüm. Mektubu posta kutusuna atarken Peygamber Aleyhissalâtü vesselâma salât ve selâmlar getirdim ve takdiri Allah'a havale ettim. Bu sefer Şeyh Nûn'dan cevap alana kadar yaklaşık iki ay geçti. Şeyh Nûn ikinci mektubunda daha mutedildi. Bütün Tarikatlardaki zikirlerle kendi Tarikatının zikir usûlünün sessizce kalpten yapılması dışında temelde ortak olduğunu izah ediyordu. İlk mektubundaki sertliği de izah ediyor, ve bana Şeyhlerin, müridlerinin ikilemlerden kaçmalarını görmekten hoşlanmadığını söylüyordu. Şeyhime sevgi dolu selâmlarını yolluyor ve mektubuna bizi kendisini ziyarete davet ederek son veriyordu. Tekke'nin patikasının ikiyanında, yamaç boyunca sıralanan leylaklar çiçek açmaya başlamıştı. İkilemimi kışın durgun günleri boyunca taşımış ve acaba bahar hiç gelmeyecek mi diye meraka kapılmıştım. Birden sanki leylaklar, rayihalarıyla yeniden kalbime dokunarak moralimi yükseltip, umutlarımı tazeler gibi oldu. Şeyhle konuştuğumda, o rayihayı hâlâ yanımda duyuyordum. "Şeyh Nûn'a bir daha yazdığında," dedi,"ona, sana İstanbul'da verdiği güzel hizmeti anlatan mültefit mektubunu aldığımı söyle. Böyle bir hazineyi bizimle paylaşmakta gösterdiği fedakârlık ve cömertliğin beni etkilediğini söyle. Tarikatlar arasındaki kardeşliğin güzelliğini zenginleştirmek niyetiyle, kalbî zikir konusundaki tavsiyelerini can-ı gönülden kabul ettiğimizi söyle." "Onun tavsiyelerine uyma konusunda benden yana izinlisin ve kendisine duyduğumuz sevgi ve hürmetin bir nişanesi olarak, hepimiz sana anlattıklarından yararlanacağız. Sevgili Hacı Şeyh Nûn Efendi'ye bizi davet etmesinin çok nazik bir hareket olduğunu ve bizim de ehl-i beyti ziyaret edip, Sancak-ı şerifi tutup, uzak diyarlara Allah’ın birliğini yayan elini öpmek için ilk fırsattan istifade edeceğimizi söyle. Onun huzurunda oturma ve gölgesinden yayılan nûr-u Nebî (asm) ile tenevvür etme imkânını intizar ediyoruz. Şeyh Efendi'ye, kalpsiz zikrin kokusuz güle benzediğini anladığımızı ve verdiği dersten hikmetler edindiğimizi de söyle." "Ona selâmlarımızı ve aşk-ı niyazlarımızı ilet. Nakşibendî tarikatına ve onun makam-ı şerifine duyduğum sevgi ve derin hürmetin ifadesi olarak, elini öpüp, kalbime ve başıma koymak isterim. Şeyh Efendi'ye tavsiyelerinin, benim hayatımın çoğu anılarını uyandırdığını da söyle. Geçen günlerin kuru yaprakları, bu dünyadaki yolculuğumuzun yollarını örtmüştü. Tavsiyeleri, şimdi bir tatlı meltem gibi o kuru yaprakları havalandırıyor ve büyükannesinin huzurunda oturup hizmet dersleri alan kıvırcık saçlı genç çocuğu, bugün burada oturup Tekkemizdeki şerefi paylaşmaya kadar getiriyor. Ona, Allah aşkıyla, hiç susuz, seyahat ettiği çölden bana sunduğu serin şerbet için teşekkür ettiğimi söyle." "Ülkesinde, Peygamberin (asm) sancağı altında toplanmış bütün cemaat-i fukaraya selâmlarımı ve aşk-ı niyazımı ilet." Tüm bunları, Şeyhimin dediği şekilde, Şeyh Nûn'a naklettim. Bu tecrübenin etkisi, uzunca bir süre üzerimde kaldı. Üzerinden birkaç yıl geçtikten sonra bile, acaba gerçekten bitti mi diye endişelendiğim olmuştur. Kendimi kendi ellerimle büyük bir hayal kırıklığına yuvarlamış ve iki Şeyh arasında sıkışıp kalmanın mahcubiyetini üzerimden atamamıştım. Sona ermiş gibi görünmesine ve üstelik her iki Şeyh de sona erdiğini söylediği halde, içimde bir suçluluk kuruntusu ve silinmez bir şüphe kaldı. Şeyhle yaptığım bir sohbette, bu konu açıldı: "Şeyh Nûn çok hikmetli bir insan," dedi. "Görüyorsun ya, her şey olabilirdi. Ancak talihin varmış, çünkü sadakatinin bizim aramızda parçalandığını düşünmüş olsan bile, Allah'a ve Peygamber Aleyhissalâtü vesselâma olan sadakatin asla parçalanmadı. Senin anlayacağın, tevekkül imtihanı sürekli karşına çıkar. Bu imtihan bir seferde bitmez. Kalpte iyice yerleşene ve samimî bir teslimiyet haline erişinceye kadar, sürekli yoklar durur. Sonra birşeyler olup bitmeye başlar. Şeyh Nûn ve ben seni kasden bir şaşkınlık hâlinde tuttuk. Habire kendini suçlaman gereksiz. Senin sadece bir başka sırrı çözüme ulaştırma peşinde olduğunu biliyordum zaten. Artık emin olmalısın ki, bu mesele daha başında sona ermişti. Pirlerin ikisi de seni reddetmedi. Her ikisi de seni, Ezel'de, zamansızlığın hükmettiği o Kudsî Levha'da görmüştü." Üçüncü Seyahat'in dersleri, böylece yavaş yavaş yerine oturdu. Hiç bitmeyecek bir hikâye gibiydi. Şeyh-i Âzam'ın esrarı, hayatımın yedi yılı aşkın bir süresine hâkim olmuştu. Onun benimle olan temasının esrarını anlamaya çalışırken, neredeyse kendi Şeyh'imi kaybediyordum. Şeyh Ahmed'in ziyareti sırasında, Şeyhimizin son Sohbetlerinden biri konuya tam bir netlik getirdi: "Siz buraya Ezelden gönderildiniz,"dedi. "Şimdi ise,tek derdiniz, Ebed olmalı. Bu dünyayı dert edinen, bu dünyayı alır. Ahreti dert edinen, ahireti alır. Ama, hakikatin bâtınına, sizde gururun zerresi kaldıkça yaklaşamayacağınızı da bilin. Dişiniz ağrıyorsa ya da gözünüzden bir derdiniz varsa ne olmuş yani? Dertlerinizi Allah'la aranıza perde etmekten, onlara O'na kulluğunuza verdiğiniz kıymetten fazlasını vermekten sakının. Hep müteşekkir olun ve bilin ki, bu dünyadaki kederleriniz, Allah’ın size bir lütfudur. Unutmayın ki, Kıyamet, güneşin eriyeceği; ve insanların, onun yok oluşunun dehşetiyle ve kendi yaptıklarının sonuçlarıyla karşı karşıya gelmektense, yerin dibine batmak için dua edecekleri bir gündür; bir masal değil." Manevî yolculuk, ruhun bir Ebediyetten diğer Ebediyete, ya da, Şeyh'in anlattığı gibi, insanın dünyaya gönderildiği Ezeliyet'ten, yeniden beka verildiği Ebediyet'e dönüşüne kadar uzun bir yolu kapsıyordu. Arayışçının bu hakikati derk edebilmesi de, ancak bir seyyah olduğunun farkına varmasıyla mümkündü. Eğer arayışçı kendi hayatını uhrevî bir nazarla görebilseydi, bütün acısı ve kederiyle bu hayatın nasıl rüzgâr hızıyla geçtiğini de kolayca görürdü. Bir keresinde, Şeyh "Zaman, zaman hızıyla uçup gidiyor," demişti. Gerçekten de öyle, çünkü kendimizi yeniden Ebediyet'te bulmamız bir an meselesiydi. Hal böyle olunca, bu dünya üzerindeki şu ânımız da, en değerli sermayemizdi. Şimdi, bir an bile olsa, vaktim vardı ve bunun nasıl kullanılacağını da, yıllar süren bir dersle öğrenecektim. Belki de dersi hâlâ bitirmemiştim. Şeyh-i Âzam'ın esrarı güzel bir tecrübe olmuştu, ama bu sırrı çözmek benim meselem olmamalıydı. Şeyh-i Âzam'ın niyeti, beni kendisine çekmek değildi, mesele, ben anlasam da anlamasam da, Kadir-i Mutlak olan Allah'a gelip dayanıyordu. Bu bağlamda, kendi yolculuğunun hedefine ulaşmış bir arayışçının şu tavsiyelerine tevafuk ettim. Bütün Şeyhlerin gayretlerinin ve Tarikatin maksadının özetlendiği bir tavsiye idi bu. Allah bize duyacak kulaklar ve gayretimizi uyandıracak himmet versin. "Meselenin özüne in," diyordu bu Hak yolcusu, "Zira ömür kısa! Maksadları, vecdleri, vahiy karşışısında iç geçirmeyi, semavî tayeranları, manevî urucları, mu'cizeleri ve kerametleri unut. Hiç durmaksızın, Allah’ın mührünü kalbe ve aklına vurmaya çabala ki, O'nun Celâlli isminden doğan ‘Ebedî Şems’in tecellileriyle dünyevî arzuların kirinden-tozundan, şehevanî, tenperver, şeytanî karanlıkların pasından ruhunu temizle. Zikir her şeyi değiştirir, dönüştürür, gerçek meyveler verir ellerinize ve bir gün her şeyin açıldığını haber veren"klik" sesini duyarsınız." (İrfan, Fakir Nûr Muhammed) Bu tavsiye büyük bulmacanın bütün parçalarını bir araya getirdi: Şeyh Ahmed 'in ziyareti ve Kur’an dersleri; Şeyh Câmî'nin Matem'de İmam Hüseyin'i anlatması; Şeyh-i Âzam Dağıstanî'nin bana Ezeliyyet'in gerçek olduğunu göstermek istemesi; Şeyh Nûn'unTarikatların vahdetini öğretmesi ve içten yapılan hafî zikrin güzelliği; ve kendi Şeyhimin enaniyet, nefsin desiseleri, kendini adama, bir hedefte yoğunlaşma, sadakat, hoşgörü ve aşk üzerine verdiği dersle. Üçüncü seyahatimin dersini sonuca bağlayan yukarıdaki tavsiye, bunu gerçekten söyleyebilen ve hayatına aktarabilen her müride kâfidir. Tâ ki Hak yolcusu, Kadir-i Mutlak'ın tek rehber ve O'nun yolunun Tek Tarik olduğunu anlasın. Büyük seyahatimin bu devresinde Şeyhler tarafından aşılanan bu ikilem, o Şeyhin ya da bu Şeyhin dervişi olmayı arzuladığım sürece, işin özünü elden kaçırdığımı görmeme yardımcı olmakiçindi. Şeyh Nûn ile kendi Şeyhimin verdiği ortak ders, en çok ve sadece Rabb-i Zülcelâl'imin dervişi olmayı maksad edinmem içindi. s.201-243 |
Yazar: | kurucu [ 25.10.09, 21:25 ] |
Mesaj Başlığı: | Re: "Su üstüne yazı yazmak" ve yazarı M. Şekur hakkında |
MUHYİDDİN ŞEKUR 2DOĞU 2BATI`DA. 23 Ekim 2009 BOYUTHABER Genel Yayın Yönetmeni YAVUZ SELİM KURT`un TV5 için hazırlayıp sunduğu İKİ DOĞU İKİ BATI programında bu akşam (23 Ekim 2009) saat 21:30`da, SU ÜSTÜNE YAZI YAZMAK kitabının yazarı ünlü Müslüman Amerikalı düşünür MUHYİDDİN ŞEKUR TV5 ekranlarında canlı yayında. Türkiye`de SU ÜSTÜNE YAZI YAZMAK kitabı ile geniş kitlelere ulaşan fakat bunun dışında ne bir eseri ne de bir konuşması mevcut olan MUHYİDDİN ŞEKUR. Şu anda İstanbul`da bulunan, aynı zamanda Yavuz Selim KURT’un da yakın dostu olan Muhyiddin Şekur bu akşam tasavvuf üzerine düşüncelerini, yeni çıkacak kitaplarını anlatacak. Kimdir Muhyiddin Şekur?!. Kısa hayat hikayesinden başlayacak olursak; ABD`de doğan Muhyiddin Şekur bir Afro-Amerikandır öncelikle ve 24 yaşında kelime-i şehadet getirmiştir. Müslüman olduktan sonra bir tasavvuf koluna bağlanan Muhyiddin Şekur, bu yolda yaşadıklarının bir kısmını "Writings on the Water" (Su Üstüne Yazı Yazmak) kitabında anlatmıştır. Oldukça samimi bir dille yazılmış bu kitap Türkçe dışında Almancaya da çevrilmiştir. Müslüman oluşu ve bir tasavvuf koluna bağlanışı haricinde Kent Üniversitesinde Psikoloji eğiitimi alan Muhyiddin Şekur, uzun bir süre SUNY Brockport College`de öğretim üyeliği yapmış ve 2006 yılında emekli olmuştur. Halen New York eyaletinde, New York`un merkezine 8 saat mesafede bağlı bulunduğu tekkede hizmet vermektedir. Savaş sonrasında Bosna ve Hırvatistan`da bulunan Muhyiddin Şekur burada özellikle ailesini yitirmiş çocukların rehabilitasyonu için çalışmıştır. Halen de bağlı bulunduğu tekke aracılığıyla yetim kalmış çocukların rehabilitasyonu ile ilgilenmektedir. *** Muhyiddin Şekur 2DOĞU2BATI'da merak edilenleri yanıtladı "Su üstüne yazı yazmak" kitabının yazarı ünlü Müslüman Amerikalı düşünür Muhyiddin Şekur 23 Ekim 2009 akşamı 2DOĞU2BATI'da Yavuz Selim Kurt'un konuğu olarak TV5 ekranlarında canlı yayına katıldı. "Su Üstüne Yazı Yazmak" kitabının 10 yıl boyunca tasavvufi tecrübelerini yaşarken tutulan notlardan oluştuğunu anlatan Muhyiddin Şekur, bu notların kitap halinde yayınının da ilk mürşidinin arzusu olduğunu açıkladı. İngilizce yayınlandıktan sonra Türkçe'ye ve daha sonra Almanca'ya da çevrilen otobiyografik romanın İngilizce orijinal metni geçtiğimiz günlerde TİMAŞ yayınları tarafından ülkemizde de yayınlandı. |
Yazar: | kurucu [ 26.10.09, 16:52 ] |
Mesaj Başlığı: | Re: "Su üstüne yazı yazmak" yazarı Muhyiddin Şekur TV5 'de idi |
"ŞEYH NUN", ŞEYH NAZIM`DIR. 26-10-2009 "Su Üstüne Yazı Yazmak" kitabının yazarı ünlü Müslüman Amerikalı düşünür Muhyiddin Şekur 23 Ekim 2009 akşamı TV5`in tiryakilik yapan programı 2DOĞU2BATI`da Yavuz Selim Kurt`un konuğu olarak TV5 ekranlarında canlı yayına katıldı. Program yapımcısı Yavuz Selim Kurt kaliteli soruları ile, bugüne kadar 15 baskı yapacak derecede ilgi gören otobiyografik romanı ülkemizde çok iyi bilinen buna mukabil kendisi hakkında hemen hiçbir şey bilinmeyen Muhyiddin Şekur hakkında bilinmeyen bir çok konuyu da açıklığa kavuşturdu. Psikiatri alanında tanınmış bir akademisyen olan ve 24 yaşında ihtida edip müslüman olduktan sonra, "Su Üstüne Yazı Yazmak" kitabında ayrıntılı olarak anlattığına göre Rufai-Halveti yoluna intisab ile dervişlik macerasına başlayan Muhyiddin Şekur`un yolu daha sonra çok ilginç bir şekilde dünyaca ünlü, tanınmış Nakşbendi mürşidi Şeyh Nazım el-Hakkanî ( Kıbrısi ) ile kesişir ve Nakşbendiye yoluna da intisab eder. "Şeyh Nun" Şeyh Muhammed Nazım Adil el-Hakkani (Kıbrısi) dir..." Şekur TV5 yayınında kendisine yöneltilen "Kitabınızda Şeyh Nun olarak rumuzunu verdiğiniz mürşid kimdir sorusuna "Şeyh Muhammed Nazım Adil el-Hakkani Nakşıbendi " cevabını vererek "Şeyh Nun"un kim olduğunu çok merak eden okurlarını da aydınlattı. Geçtiğimiz Mayıs ayında Kıbrıs`ın Lefke kasabasındaki dergahında ziyaret ettiği Şeyh Nazım el-Hakkani`nin mürşidi olan Abdullah Dağıstani ile de özel bir manevi bağı olan Muhyiddin Şekur bu konuda ilk kez açıklamalarda bulunmuş oldu. Muhyiddin Şekur, "Su Üstüne Yazı Yazmak" kitabında "Şeyh-i Âzam Dağıstani" olarak anlatılan Abdullah Dağıstani`nin vefatından epeyce bir süre sonra bir dervişi vasıtası ile haberdar edilmişti. Muhyiddin Şekûr Mevlana Celaleddin Rumî Türbesi avlusunda Dr. Hayati Bice, Mustafa Büyüksakarya ve Yrd. Doç. Dr. Sefer Solmaz ile birlikte ... (Mayıs-2009) "7007 Nakşi Mürşidden Birisidir..." 2DOĞU2BATI programı yapımcısı Yavuz Selim Kurt canlı yayında bir sürpriz yaparak "Su Üstüne Yazı Yazmak" kitabı hakkında master tezi yapan Selami Erdoğan vasıtası ile edindiği önemli bir haberi de Muhyiddin Şekur`a iletti: Şeyh Nazım el-Hakkani Muhyiddin Şekur`un kıyamete kadar görev yapacak 7007 Nakşbendi mürşidinden birisi olarak irşad yapacağını ve İslam tasavvufu yolu ile Hakk dininin yayılmasında vazife alacağını açıklamıştı. Bu haberi ilk kez 2DOĞU2BATI programında canlı yayında öğrenmek Şekur için gecenin sürprizi olmalıydı. "Nur-i cemali; Hakkın visali Eyler tecelli; Dil olsa hali..." Sürprizler ile devam eden programın ilginç bir anı da çok az Türkçe bilen Muhyiddin Şekur`un canlı yayında Hicaz makamında Türkçe bir ilahiyi başarıyla seslendirmesi oldu. "Su Üstüne Yazı Yazmak" kitabının tanınmasında 1998`de yayınladığı incelemesi ile büyük payı olan Dr. Hayati Bice`nin önerisi ile " Nur-i Cemali" diye başlayan ilahiyi büyük bir vukufiyet ile okuyan Muhyiddin Şekur ilahiyi okuduktan sonra İngilizce şerhini de yaparak tasavvuftaki yetkinliğini de sergilemiş oldu. Güftesi ünlü Türk sufisi Sıdkı Baba`ya ait olan bu önemli nutku Cemal nurunun ve Hakk`ın tecellisi için gönül evinin boşaltılmış olması gereğini dile getirmektedir. Nur-i cemali Hakkın visali Eyler tecelli Dil olsa hâli... Allah hu Allah La ilahe illallah Talib-i Hak`sen Rehber dilersen Hasen ile Huseyn Muhammed Ali... Allah hu Allah La ilahe illallah Kıl şeyhe hizmet Ver kalbe safvet Bulursun elbet Bedr-i kemâli... Allah hu Allah La ilahe illallah Canan gerekse Vuslat dilerse Çal tatlı nefse Seyf-i celâli... Allah hu Allah La ilahe illallah Gönülde Sıdkı Yak nur-ı aşkı Zikreyle Hakk`ı Rûz-i leyâli... Allah hu Allah La ilahe illallah BOYUT HABER -özel- http://www.boyuthaber.com/News/Siyaset/ ... ZIMDIR.php |
Yazar: | raber [ 26.10.09, 19:25 ] |
Mesaj Başlığı: | Re: "Su üstüne yazı yazmak" yazarı Muhyiddin Şekur TV5 'de idi |
programdan haberim olmadı malesef ya da buralarda yazdınız ben farketmedim. tekrar izlemek mümkün mü internetten falan?? Allah razı olsun özet geçtiğiniz için |
Yazar: | kurucu [ 27.10.09, 12:25 ] |
Mesaj Başlığı: | Re: "Su üstüne yazı yazmak" yazarı Muhyiddin Şekur TV5 'de idi |
raber yazdı: programdan haberim olmadı malesef ya da burada yazdınız ben farketmedim. tekrar izlemek mümkün mü ?.. TV5 şu sıralar ekonomik sorunlar yaşadığı için teknik altyapısı ile ilgili bir çalışma yapılamıyormuş. Yayın saatlerini takip edip uydudan veya internetten izlemekten baska çare yok görünüyor. 2Doğu2Batı programı yapımcısı Yavuz Selim Kurt da program arsivi olusturamadığından yakınıyor. |
Yazar: | erbainer [ 28.03.10, 21:34 ] |
Mesaj Başlığı: | Re: "Su üstüne yazı yazmak" yazarı Muhyiddin Şekur TV5 'de idi |
"Su Üstüne Yazı Yazmak" adlı şaheserin yazarı ABD'li sufi psikiatrist Muhyiddin Şekur (Muhyiddin Shakoor) ile kitabı üzerine TV5 2Doğu2Batı programı yapımcısı Yavuz Selim KURT tarafından yapılan sohbet programı. Muhyiddin Şekur sohbetinde kitabının en gizemli kahramanı Seyh Nun'un , Şeyh Nazım Adil Kıbrısi oldugunu açıklıyor. Yavuz Selim KURT ise Seyh Nazım Kıbrısi'nin Muhyiddin Şekur'un 7007 Nakşi mürşidden birisi oldugunu ifade ettiğini; Muhyiddin Şekur'un manevi görevinin Amerika'da İslam'ı ve tasavvufu tebliğ etmek oldugunu söylüyor ve bu manevi misyonunu Muhyiddin Şekur bu canlı yayında ilk kez öğreniyor. Ülkemizde en çok okunan kitaplar arasında yer alan Su Üstüne Yazı Yazmak okurları bu tarihi sohbeti mutlaka dinlemeli. |
2. sayfa (Toplam 3 sayfa) | Tüm zamanlar UTC + 2 saat |
Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group http://www.phpbb.com/ |