sufiforum.com http://sufiforum.com/ |
|
Muhyiddin Şekur'un "Su Üstüne Yazı Yazmak"ı SUFİKİTAP'ta.. http://sufiforum.com/viewtopic.php?f=25&t=1779 |
1. sayfa (Toplam 3 sayfa) |
Yazar: | kurucu [ 04.05.09, 20:11 ] |
Mesaj Başlığı: | Muhyiddin Şekur'un "Su Üstüne Yazı Yazmak"ı SUFİKİTAP'ta.. |
"Su Üstüne Yazı Yazmak" SUFİKİTAP'tan yayınlandı. Prof. Dr. Muhyiddin Şekur'un tasavvufi yolculuğunu anlattığı muhteşem eseri yeni bir baskı ile okurların önünde: Su Üstüne Yazı Yazmak Muhyiddin Şekur SUFİ KİTAP YAYINLARI "İnsanların taş üzerine yazdıkları yüzyıllık yazılar, Allah için su üstüne yazılmış yazı gibidir." Amerika'da doğan, orada İslam'la tanışan ve halen orada yaşayan, çeşitli Amerikan ve Avrupa üniversitelerinde psikolojik danışmanlık dalında akademisyenlik yapan Muhyiddin Şekûr Su Üstüne Yazı Yazmak’ta tasavvufa giriş öyküsünü anlatıyor. Şekûr, bu serüveni tasavvufla karşılamasından başlatıp şeyhinin rehberliğinde eriştiği dervişliğe ve ötesine kadar götürüyor. Şeyhinden aldığı “ders”lerle hayatın her anına dalga dalga yayılan ve hepsi birer hikmete işaret eden, kendisine sunulan lütufları ve bu yolda geçirdiği dönüşümü dile getiriyor. Bölümler arasında ilerledikçe, okur da günlük hayatın içinde insana yapılan ilahi çağrıya tanık oluyor. Lavabonun tıkanması, biriken günahlara karşı bir uyarıdır aslında. Sadece perşembeleri kendisini aramasını söyleyen şeyhine ulaşamadığında yaşadığı hayal kırıklıkları, yazarı Allah’a giden yolda pişiren ateştir. Yolda rastladığı yaralı kuş, şehirde kopması beklenen fırtına ve arabasının bozuluşu hep semadan gelen işaretlerdir görmeyi bilene. Eski bir plakçaların iğnesini ararken aslında kaybettiği inancını aramaktadır. Ve tüm bu olaylarda okur, yazarın samimiyetine, bazen acemiliklerine, tereddütlerine, ama en çok da teslimiyetine şahit olur ve onunla birlikte ruhun ve kalbin bu olağanüstü serüvenine dâhil olur. Su Üstüne Yazı Yazmak, okura karanlıklar içinden bir ışık sunuyor, soluk aldırıyor, umut aşılıyor… Arayış içinde olanlar ve aradığını tasavvufta bulmayı umanlar için kaçırılmayacak bir roman. SİTE: http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=572405 Liste Fiyatı: 14,00 TL. Kitapyurdu Fiyatı: 10,78 TL. Çeviren: Senai Demirci/ Sevin Okyay Yayın Yılı: 2010 Kitap Kağıdı 336 sayfa 13,5x21 cm ISBN:9759161538 Alıntı: Kitaptan Notlar: Marifet nedir? “Kalbin hak ile hayatlanmasıdır” der Hazret, ve ekler: ”Diriyi öldür - yani nefsini” “Ölüyü dirilt – yani kalbini” “Bulduğunu yitir – yani dünyayı” “Yitiğini bul – yani ahireti” “Varı yok et – yani hevanı” “Yoğu var et – yani niyetini” Eğer cehennemden kaçıyorsan niyetine sadık kal. Eğer Mevlanı arzu ediyorsan, yüzünü ona döndür, çünkü onu hemen bulacaksın. Hakiki tevhide ancak şirkin kökleri kazındıktan sonra erişilir. Ona vasıl olmak için her şeyi Allah’ın namıyla yapmalı. Allah için yapmalı. Hal böyle olunca ne gurur, ne nefis, ne heva, ne beğenilme, ne de yenilme korkusu kalır. Nihayet tevhid dünyadan tümüyle vazgeçme makamıdır… Öyle bir makamdır ki bu, Hazretin ifadesiyle: “Orada hak size dahil olur, siz de hakka dahil olursunuz”... Eğer dünyayı istersen, sadece bu dünyayı alırsın..Eğer ahireti istersen hem dünyayı hem Ahireti alırsın. Ruh da beden gibidir. Ya ilerleme yada düşüş durumundadır. Ve manevi yol ancak seyyahın hatalarının ve zaaflarının, uykusunun ve ataletinin üstesinden gelme nisbetinde açılır ve genişler. Ve bunların her biri onu, gayreti ölçüsünde maksuduna ulaştırır..( Şeyh Attar) “Allah’a giden yolda bir rehber gerek, zira rehber olmaksızın ne ene çözülür,ne heva ölür.” *** *** İngilizce Original Baskısı: http://www.amazon.com/Writing-Water-Chr ... roduct_top Paperback: 224 pages Publisher: Element Books (October 1991) Language: English The Writing on the Water: Chronicles of a Seeker on the Islamic Sufi Path (Paperback) by Muhyiddin Shakoor (Author) *** Muhyiddin Şekur SU ÜSTÜNE YAZI YAZMAK Kitabın ingilizce aslını TİMAŞ Yayınevi yayınladı. *** The Writing One The Water Su Üstüne Yazı Yazmak Muhyiddin Şekur TİMAŞ YAYINLARI Amerikan üniversitelerinden birinde psikoloji üzerine dersler veren bir Afro-Amerikan, manevi yolda ilerleyiş öyküsünü kendi kaleminden anlatıyor. “The Writing on the Water”, Muhyiddin Şekur’un, şeyhinin rehberliğinde yaşadığı olağanüstü olayları ve ondan aldığı manevi terbiyeyi anlattığı otobiyografik bir roman. Kitapta modern dünyanın tam ortasında yaşanan mucizevi anları ve sıradan görünenin arkasında gizli sırları samimi ve sade bir dille anlatıyor yazar. *** Yazar, büyük bir özlemle aradığı ve Allah’ın lütfüyle ulaştığı yolda adım adım ilerler ve büyük bir ruhsal eğitimden geçer. Mürşidi en basit bir olayla ona tefekkür ve marifet kapılarını açar. Okur bölümler arasında ilerledikçe, günlük hayatın içinden insana yapılan ilahi çağrıya tanık olur. Lavabonun tıkanması biriken günahlara karşı bir uyarıdır aslında. Sadece perşembeleri kendisini aramasını söyleyen şeyhine ulaşamadığında yaşadığı hayal kırıklıkları, yazarı Allah’a giden yolda pişiren ateştir. Cuma namazına giderken rastladığı yaralı kuş, şehirde olması beklenen fırtına ve arabasının yolda bozuluşu hep semadan gelen işaretlerdir görmeyi bilene. Kitabın yazarı olan mürid, şeyhi tarafından sürekli küçük sınavlara tabi tutulur. Eski bir plakçaların iğnesini ararken aslında kaybettiği imanı aramaktadır. Ve tüm bu olaylarda okur, yazarın samimiyetine, bazen acemiliklerine, tereddütlerine, ama en çok da teslimiyetine şahit olur ve onunla birlikte ruhun ve kalbin bu olağanüstü serüvenine dahil olur. İçinde yaşadığımız çağda, dağdağası, cazibesi ve koşuşturmasıyla yaşayıp gittiğimiz şu dünyada hakiki bir mürşid ve gerçek bir talibin hikayesini anlatıyor “The Writing on the Water”. Okura karanlıklar içinden bir ışık sunuyor, soluk aldırıyor, umut aşılıyor… Arayış içinde olanlar ve aradığını tasavvufta bulmayı umanlar için kaçırılmayacak bir roman. “İnsanların taş üzerine kazdıkları yüzyıllık yazılar, Allah için su üstüne yazılmış yazı gibidir.” Kitapyurdu Fiyatı: 12,32 TL. Yayın Yılı: 2009 368 sayfa ISBN:6051140544 Dili: İNGİLİZCE http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=461063 |
Yazar: | raber [ 05.05.09, 02:37 ] |
Mesaj Başlığı: | Re: Su üstüne yazı yazan alim Türkiye'de |
bu önemli bilgi için çok teşekkürler .. Allah razı olsun |
Yazar: | kurucu [ 05.05.09, 09:51 ] |
Mesaj Başlığı: | Re: Su üstüne yazı yazan alim Türkiye'de |
"Su üstüne yazı yazan" Muhyiddin Şekûr Türkiye'de ve TV5 'de idi Su Üstüne Yazı Yazmak kitabının müellifi Muhyiddin Şekur 1-6 mayıs tarihleri arasında İstanbul'da olacak. Cumartesi, 02 Mayıs 2009 Bu süre içinde 2 Mayıs'da saat 18:00'de BSV Şakir Kocabaş Salonunda Tasavvuf: Modern Dünyada bir Kadîm Yol başlıklı bir konuşma; 4 Mayıs'da saat 17:00-19:00 arasında Beyoğlu İnsankitap'da okurlar ile görüşme ve 5 Mayıs'da saat 19:00'da Fatih Ali Emiri Kültür Merkezinde "Kaderle Yaşamak" başlıklı bir konuşma gerçekleştirecek. Şekur, 4 Mayıs 2009 tarihinde, saat 17.00-19.00 arası, Beyoğlu İnsankitap’ta okuyucularıyla buluşacak. Türkiyeli okuyucuları, bu program vesilesiyle Muhyiddin Şekur’la tanışma ve sohbet etme imkanı bulacak. Şekur ayrıca, Su Üstüne Yazı Yazmak adlı eserini de imzalayacak. 1-14 Mayıs tarihleri arasında Türkiye'de bulunacak olan Şekur, İstanbul'dan Konya'ya geçecek ve bazı görüşmelerde bulunacak. Muhyiddin Şekur, ülkemizde İnsan Yayınları tarafından basılan Su Üstüne Yazı Yazmak kitabında, Sufilik yolunda yaşadığı serüveni akıcı fakat derinlikli bir dille anlatıyor. Yazar serüvenini, bir müslüman olarak Sufilikle ilk karşılaşmasından başlatıp, Şeyhinin rehberliğinde geçirdiği uzun yıllardan sonra eriştiği dervişliğe ve ötesine kadar götürüyor. Muhyiddin Şekur sık sık heyecan verici bir tona ulaşan ve hemen her yerinde Sufi geleneğin hikmetinin yankılandığı eğlenceli bir üslupla okuru da içine çeken bir serüveni anlatıyor. Muhyiddin Şekur, 1973'de ABD Kent Eyalet Üniversitesi'nde Psikolojik Danışmanlık bilim dalından doktora derecesi aldı. Ohio, Cleveland'da doğan Şekûr, çeşitli akademik görevlerde bulundu ve halen New York Eyalet Üniversitesinde Eğitim Danışmanlığı Doçenti olarak çalışmaktadır. Bireysel terapi ve aile terapisi alanlarında bir öğretmen ve uygulamacı olarak, ABD'de ve diğer ülkelerde akıl sağlığı sorunları üzerine makaleler yazdı ve ders verdi. Ayrıntılı bilgi için: http://www.insanyayinlari.com.tr İnsan Yayınları M. Akif Cad. Kastane Sk. No:1 Merter / İstanbul Tel: 0212 642 7484 Faks: 0212 554 6207 Muhyiddin Şekur Türkiye'de 'Su Üstüne Yazı Yazmak' kitabının müellifi Muhyiddin Şekur 1-6 mayıs tarihleri arasında İstanbul'da olacak. Perşembe, 30 Nisan 2009 Dünya Bülteni / Kültür Servisi Muhyiddin Şekur, bu süre içinde 2 Mayıs'da saat 18:00'de BSV Şakir Kocabaş Salonunda Tasavvuf: Modern Dünyada bir Kadîm Yol başlıklı bir konuşma; 4 Mayıs'da saat 17:00-19:00 arasında Beyoğlu İnsankitap'da okurlar ile görüşme ve 5 Mayıs'da saat 19:00'da Fatih Ali Emiri Kültür Merkezi'nde Kaderle Yaşamak başlıklı bir konuşma gerçekleştirecek. 1-14 Mayıs tarihleri arasında Türkiye'de bulunacak olan Şekur, İstanbul'dan Konya'ya geçecek ve bazı görüşmeler gerçekleştirecek. Şekur'un Konya ziyaretinde şu an için bir program düşünülmüyor. Muhyiddin Şekur 'su üstüne yazı yazmak' kitabında şeyhinin kendisini nasıl eğittiğini anlatıyor. Kitabın içindeki her bölüm, şeyhinin kendisine verdiği derslerden bir tanesini içeriyor. Bir müridin eğitiminde ne kadar farklı yöntemler izlendiğini ve tasavvufi eğitimin çok yönlülüğünü çarpıcı ve akıcı bir üslupla anlatan kitap ilk baskısını 1995 yılında yaptı. *** "Su Üstüne Yazı Yazmak" adlı enfes romanın yazarı Muhyiddin Şekûr'un 2009 yılında yaptığı Türkiye ( İstanbul-Konya ) ziyaretinden notlar ve resimler... http://sites.google.com/site/kitabyurdu ... ddin-sekur Şekur; geçen Perşembe günü Şeyh Nazım el-Haqqani -Q-' u ziyaret için Konya'dan Kıbrıs'a gitmiş. *** Duvarda bir hat gördüm bütün hayatım değişti İstanbul'a gelen yazar Muhyiddin Şekur, Su Üstüne Yazı Yazmak adlı eserinin sufilik yolundayken tuttuğu ders notları olduğunu söyledi. HATİCE SAKA Türkiye'de Su Üstüne Yazı Yazmak isimli eseriyle tanınan Muhyiddin Şekur İstanbul'a geldi. İnsankitap tarafından düzenlenen programda okuyucularıyla buluşan Şekur, kitabını yazma serüvenini anlattı. Bir Müslüman olarak sufilikle ilk karşılaşmasını, şeyhinin rehberliğinde geçirdiği uzun yıllardan sonra eriştiği dervişlik makamını anlattığı kitabın ders notları olduğunu söyleyen Şekur, bu yüzden kendini bir yazar olarak görmediğini dile getiriyor. ATALARIMIN DİNİNE DÖNDÜM Şekur Müslüman olma hikayesini ise şöyle anlatıyor: “Afrika'dan Amerika'ya köleleştirilmek için getirilen Afrikalıların yüzde 90'ı Müslüman'dı. Aslında ben atalarımın dinine özüme geri döndüm. Müslümanlıkla karşılaşmam da çocukluk arkadaşlarımın sayesinde oldu. Arkadaşlarım bir gün kafalarında bir çeşit şapka ile geldi. Onlara bu şapkanın ne olduğunu sorduğumda öğrenmek için bizimle gelmelisin dediler ve beni bir camiye götürdüler. Camiye gittiğimde imam tefsir yapıyordu. Dikkatimi duvarda aslı olan bir yazı çekti. Orada oturan bir kadına bu yazının ne olduğunu sordum. Bu hat sensin ve senin derinliklerinde olan duygular dedi. Bu sözlerden çok etkilendim ve camiye sık sık gitmeye başladım.” İlk secdemi unutamam “Kainatın yaratıcısı karşısında alnımı secdeye ilk koyduğumda ise kalbimin derinliklerinde yatan duyguya ulaştım" diyen MuhyiddinŞekur, ruh alemindeki yolculuklarını kitabında ayrıntılarıyla anlattığını söylüyor ve ekliyor: “Amacım yolunu arayanlara yardım etmekti.” 06.05.2009 |
Yazar: | kurucu [ 07.05.09, 20:28 ] |
Mesaj Başlığı: | Re: "Su üstüne yazı" yazan alim Türkiye'de |
Alıntı: Prof. Muhyiddin Şekûr İle Söyleşi Aksiyon Dergisinden ŞEMSİNUR ÖZDEMİR - AYŞE ADLI "Su Üstüne Yazı Yazmak" kitabının yazarı Amerikalı Psikoloji Profesörü Muhyiddin Şekûr İle yaptığı Söyleşinin ayrıntıları: 3 Kasım 2009 ŞEMSİNUR ÖZDEMİR - AYŞE ADLI / AKSİYON DERGİSİ Türkiye’de 15 sene önce yayınlanan Su Üstüne Yazı Yazmak, gönüllere derin bir mesaj yerleştirmişti: Allah hidayetini ihtiyaç duyan herkese ulaştırır. ‘İnsanların taş üzerine kazıdıkları yüzyıllık yazılar, Allah için su üstüne yazılmış yazı gibidir.” Bu cümle ile karşılar okurunu Amerikalı yazar Muhyiddin Şekûr, ‘Su Üstüne Yazı Yazmak’ adlı eserinde. Ve İslam’ı tanıma sürecinden itibaren geçen ilk on yılını anlatır. Amerika’da Rufai dergâhına intisap eden psikolog bir dervişin samimane paylaştığı kendi hikâyesi ülkemizde de çok beğenildi. Türkiye’de ilk baskısı 1994’te yapılan kitabın hatırı sayılır bir okur kitlesi oluştu. Yıllardır defalarca okuduğumuz bir yazarın kapısını röportaj bahanesiyle çaldık biz de. Gizli maksadımız dünyanın her türlü bahanesiyle sarıp sarmaladığı bu gaflet hâlinden, yaşadığımız kaostan, iki dünya arasında kalmış hayatlarımızdan ve hız çağında ayakta kalmak için koşturup durmaktan nasıl kurtulacağımızı, gerçekten aramamız gerekeni nasıl ve nerede arayacağımızı velhasıl insana dair şeyler sormaktı. Nitekim sorduk da. Aldığımız cevap kısa ve netti: “Ne istediğine emin ol. Gerçekten istiyorsan bulacaksın. Buna inan ve sebat et.” Bu, tıpkı kendisinin New York’ta ilk kez gittiği bir camide “Bulmak istiyorsan aramalısın!” sözüne muhatap olması gibiydi. Müslüman toplumların aile yapısı ile başladığımız söyleşi kişisel arayışlara kayarak devam etti. -Amerika da tam olarak ne yapıyorsunuz? Psikoloji profesörüyüm. Aynı zamanda aile terapisti olarak çalışıyorum. Zamanımın çoğu bu alanda geçiyor. Uzmanlık alanım grup terapileri. -Sağlıklı bir toplum için nasıl bir aile yapısı gerekiyor? İyi bir aile olmak için, fazla sevip az problem çıkarmak gerekiyor. Çok sevin, az kavga edin. Çünkü problemlerin çoğu insanlar arasındaki ilişkiden doğuyor. Bu ilişki çok önemli. -Sevgisizlik mi var insanlarda ve toplumda? Televizyona, gazetelere bakın. Her yerde savaş var. Bu yüzden tüm dünyada sevgi problemi var. -Problemlerin sebepleri ne? Aile kurumu çok ciddi kriz yaşıyor. Müslüman aileler bile. Müslümanlarda olmaması gereken, Müslüman’a yakışmayan problemlere sahipler. -Müslümanların meseleleri dine uygun yaşamamaktan mı kaynaklanıyor? Kısmen evet. Bu çok büyük bir soru. Gördüğüm bazı aileler gayr-i Müslim birine gitmek, sorunlarını paylaşmak istemedikleri için bana geliyor. Oruç tutuyor, namaz kılıyorlar; ama hâlâ sorunları var. Bu yüzden konuşmaya başlamadan bu soruya nasıl cevap vermeliyim diye düşündüm. Önemli olan imana bakış açısı. Bazı şeyleri kaçırıyorlar. Oruç tutan, namaz kılan bir insanın ailesine şiddet uygulamasını, kötü davranmasını nasıl açıklayacağız? Kaçırdığımız nokta burası. -Modern Müslüman toplumlarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bir yandan İslami hayat tarzına öte taraftan modern dünyaya uygun yaşamaya çalışan bir toplum var ortada. İşte biz buyuz ve buradayız. Bu zor ve çelişkili olabilir; ama mümkün olduğunu sanıyorum. -Dünyevî olanla İslamî olan arasında çelişki olabilir; fakat denge sağlamak mümkün mü yani? Dünya ile bu kadar yakınlaşmışken nasıl sağlanacak bu denge? Mümkün olduğu hâlde bunun yapılmadığını mı düşünüyorsunuz? O hâlde niyetinizin ne olduğundan, ne istediğinizden emin olmanız lazım. -Emin olduktan sonra eksikliğimizi nasıl kapatacağız? Bunu öğreneceğimiz kâmil insanlar nerede? İmanımızın tam olduğuna ve onun bütün bu ihtiyaca cevap verecek şeyleri barındırdığına inanıyorum. Eğer bir şeye ihtiyacımız varsa, bunu hissediyorsak ona cevap verecek şey de vardır. ‘Ben bu seviyeye nasıl ulaşabilirim?’ diye soruyorsanız diyebilirim ki aradığımız şey sürpriz derecesinde bize yakın. Potansiyelimizi kullanmıyoruz çoğu zaman. -Bizi körleştiren ne, fark etmemizi engelleyen? Çünkü korkuyoruz. Kaybedeceğimizi veya ona ulaşmaya çalıştığımızda hayal kırıklığına uğrayacağımızı sanıyoruz. Allah’a inandığımızı söylüyoruz; ama Allah’ın ne kadar güçlü olduğuna, iç dünyamızı nasıl kuşattığına ve her şeyi Allah’ın yarattığına tam olarak inanmıyoruz. Allah’ın büyük dünyaya hâkim olduğundan şüphe etmiyoruz da bizim küçük dünyamızdaki sorunların da O’nun hâkimiyet alanında olduğundan yeterince emin değiliz. ‘Borçlarımı nasıl öderim, sıkıntılarımı nasıl atlatırım?’ diye düşünürken bunların kâinatın geneli içinde çok küçük olduğunu ve onların sorumluluğunun da Allah’a ait olduğunu unutuyoruz. -Hayatımızdaki imanî eksikliği nasıl tamamlayacağız? Bu çağda mürşid-i kâmil bulmak mümkün mü? Ya da herkesin buna ihtiyacı var mı? Asıl mesele senin ne istediğin. Bu kişisel bir soru ve bunu kendi kendine keşfetmen lazım. Yaratıcınla öyle bir diyalog, kontakt hâlinde olmalısın ki o sana gerekli cevabı ulaştırsın. Çünkü ihtiyacın olanı sana verecek de yaratıcındır. İhtiyaç duyduğumuz her şey vardır ve ulaşılabilir. Ben buna inanıyorum. Allah mürşid’dir ve hidayet kaynağıdır. Mürşid yok demek, Raşid ve Hadi yok demektir. İnsanlık tarihi boyunca mürşidler hep vardı. Tüm peygamberler Allah’ın er Reşid, el Hadi isimlerinin yansımalarıdır. Artık peygamber gelmeyecek fakat her çağda O’nun vârisleri vardır. Bu çağda da. Onlar miras aldıkları şeye dayanırlar. Allah sana istediği şekilde rehberlik edebilir. Annen sana doğru yolu gösteriyorsa Allah sana onun aracılığıyla hidayet ediyordur. Küçük bir çocuk da mürşidin olabilir. Yapmamız gereken tek şey samimi şekilde bu yola kendimizi adamak. Ben buna şahidim. Gerçekten istediğinizde olacaktır. Bana olduysa size olacağına da şüphe yok. -Bugünün insanları olarak bir kırılma noktasındayız ve yeni bir tarif yapmamız gerekiyor. Bundan korktuğumuz için biri bu sorumluluğu üstlensin istiyoruz sanki. Her nesilde yeni bir perspektife ihtiyaç vardır. Bu kriz sadece bizim neslimiz için geçerli değil. Aslında hakikat hep aynı ve orada ama bizim bunu görmemiz için gözlere ihtiyacımız var. Bakış açımızı değiştirmemiz gerekiyor. Allah her an yeniden yaratır. Farklı nebilerin, resullerin gelmesinin sebebi budur. Aslında hakikat özünde hep aynıdır, sadece kabuk değişir. Ona göre kendini ayarlaman gerekiyor. Bu nesil insanı da bunu yapmalı. İnsanlıkla aynı şeyi arıyoruz. Doğru bir bakış açısına sahip olmalıyız, kilit noktası bu. Sorman gereken sorular ‘Kim olmak istiyorum?’ ve ‘Nasıl biri olmak istiyorum?’ olmalı. ‘Ne yapmak istiyorum?’ diye sorarsan dünyada yapacak o kadar çok şey var ki bunun sonu gelmez. Kaybolur gidersin o kalabalıkta. ‘Ben kimim, niye dünyada yaşıyorum?’ diye düşünmen ve sana verilmiş olan kapasiteni kullanman gerekiyor. Biz karar vermezsek dünya bizim adımıza karar verecek zira. Dünya ata benzer. At seni taşımak için vardır. Atı sırtına alıp taşımaya başladıysan bir şeyler yanlış gidiyor demektir. -Hayatınızın gayesi nedir? Ne yapmak istiyorsunuz? Şu an hayatımın önemli bir parçası yazmak. İnsanlarla iletişim kurmak, manevi hayatlarındaki imkânları fark ettirmek için yazıyorum. ‘Kendime ‘Ne olmak istiyorum?’ diye sorduğumda verdiğim cevap şu: ‘Sadece insanlara doğru yolu gösteren bir ışık olmak istiyorum.’ -Sizce bugün bir mürşidin müridine yapabileceği en anlamlı nasihat ne olurdu? Eğer ben mürşid olsaydım, müridime sabretmesini tavsiye ederdim. Vazgeçememesini, bu yolda sabitkadem olmasını ve asla korkmamasını. Gittiğin yere varacaksın, sonunda ümit ettiğinden fazlası olacak, yeter ki kararlı ol. Gerçekten istiyorsan hedefine varırsın. Sabır, sabır, sabır. Ben buna şahidim. Yolun başında hiçbir fikrim yoktu. Benim hikâyem başlayalı 30 yıldan çok oldu. Su Üstüne Yazı Yazmak’ta ilk 10 yılı anlattım. Yazdığım her şey harfi harfine doğrudur. Yeminle söylüyorum bunu. Üstelik bütün bunların olması için hiçbir şey yapmadım. Evet, hacca gitmiştim, sadaka veriyor, namaz kılıyordum. Ama yaşadıklarımı bunların hiçbiriyle ilişkilendiremem. Sadece Allah’ın sonsuz lütfunun neticesiydi her şey. Su üstüne yazılan yazı devam ediyor Muhyiddin Şekûr Su Üstüne Yazı Yazmak adlı eserinin devamını da yazıyor. “İlkini sevenler ikincisiyle de mutlu olacaklardır diye tahmin ediyorum zira hikâye devam ediyor. İlk kitabın nasıl bir etki yaptığı konusunda hiçbir fikrim yoktu. Şimdi duyduğum yorumlar beni çok mutlu etti ve onurlandırdı.” diyor. Eserin İngilizce baskısı da Timaş Yayınları tarafından yapıldı. Muhyiddin Şekur merak edilenleri cevaplandırdı Amerikalı Müslüman düşünür/sûfî Muhyiddin Şekur, Beyoğlu'nda İnsan Yayıncılık'ın konuğuydu. Perşembe, 30 Nisan 2009 Su Üstüne Yazı Yazmak' kitabı ile tanıdığımız Amerikalı Müslüman düşünür/sûfî Muhyiddin Şekur, Beyoğlu'nda İnsan Yayıncılık'ın konuğu olarak gedli.Hoş bir söyleşi gerçekleştirildi. Davetlilerin arzularına binaen gelen suallerle muhabbet şekillendi. Psikoloji/ davranış bilimi tercihinizin sebebi sedir? Çünkü insan hakkında daha çok şey bilmek istiyorum. Bu doğrudur ama tüm doğruyu kapsamaz. Ben; kendimi, nefsimi bilmek istiyorum. Umarım ki psikoloji bana bu alanda yardım edecektir, o yüzden psikoloji çalışmaya başladım. Psikoloji, hem zihnimize hem bedenimize hem ruhumuza hitap etmesi gerekirken, bugün ruh kısmı ihmal ediliyor. 'Su Üstüne Yazı Yazmak' kitabının son hikâyesini okuyucunun tamamlaması için yarım bıraktınız. Peki, siz bu hikâyeyi nasıl tamamlıyorsunuz? Bu hikâye ilişkilerin zorluğu hakkındadır. Aynı zamanda tekâmül umudundan bahseder. İnsanların aşka, sevgiye olan hislerinden, nasıl onu aldıklarından, hayal kırıklıklarından… Hikâyenin sonu yarım, çünkü her bir okuyucu onu kendi hayatıyla tamamlamalıdır. Umarım ki; iyi bir bitiş, tamamlama olmuştur. Uzun bir yolculuktur, nasıl tamamlandığı sizin kendi ilginize, samimiyetinize, sabrınıza bağlıdır. Hepiniz Leyla-Mecnun hikâyesini duymuşsunuzdur. Birbirlerini ilk gördükleri anda bir kıvılcım vardır, aleve dönüşür sonra yangına dönüşür. Çocukluktan itibaren bu iki insan birbirine ilk görüşten son nefese sevmişlerdir. Daima birlikte olmanın yollarını arıyorlardı. Hayatları boyunca aşkı ifade etmek için değil, aşkı anlamak için uğraştılar. Hayat hep böyledir. Eğer o gün hava güneşli ise, harikadır. Rüzgâr, hafif esinti güzeldir. Birlikte olduğunuz insanla vakti geçirmekten mutlusunuzdur. Keşke hep böyle sürse dersiniz. Ama gün batımı muhakkak gelir. Yeni bir gün belki doğar belki doğmaz… Leyla ile Mecnun bir gün ormanda bir ağaç yanında buluşmaya söz verdiler. Mecnun ağacın yanında gitti, bekledi, bekledi, bekledi… Leyla gelmedi… Beklemeyi sürdürdü ama Leyla gelmedi. Ayakta kalacak hâli kalmadı, ağaca yaslandı. O kadar bekledi ki, kuru bir meyveye döndü. O kadar bekledi ki, vücudu eriyip ağaca karıştı. Öyle ki, bakan biri, kim ağaç kim Mecnun bilemezdi. Leyla geldi. Baktı ama onu göremedi. Oralarda çalışan bir adama sordu. Orada olması lazım ama artık göremiyorum, dedi. Leyla dikkatle baktı. Onu gördü, ağaca benzemişti. Onu çağırdı. Ben Leyla'yım, beni görmüyor musun? Mecnun dedi, hayır, hayır, sen Leyla değilsin, Leyla benim… Mü'min ve Heather ( kitaptaki son yarım kalan hikâyenin kahramanları) sorunuza cevap olarak bu hikâye metaneti, sabrı bize gösteriyor. Hikâye umutsuz sonla bitiyor gibi görünebilir. Ama değil umut vaat eden bir hikâye. Hayat hakkında nasıl bir tavır geliştirmeniz için bu bakış açısı gerçekten çok önemli diye düşünüyorum. Kim olursanız olun, dininiz ne olursa olsun; yeterince ilginiz varsa, samimiyetiniz varsa, kendinize 'hayat nedir' sorusunu sorabilirseniz, cevabınızı alırsınız. Benim tecrübem budur. 'Su Üstüne Yazı Yazmak' kitabı nasıl ortaya çıktı? Kitabı çıkardığımda bir şey beklememiştim. Üstadımın söylediği ilginç gelen şeyleri kâğıtlara yazıyordum. Her zaman yanımda taşıyordum. Üstadım sordu bir gün, ne taşıyorsun? Utandım söylemeye, onun söylediklerini not aldığımı. Göstermek zorunda değilsin, zaten ne yaptığını biliyorum, ben seni bir kitap yoluyla yönlendiriyorum, dedi… İnanmıyordum ki ben o anda bir kitap yazıyordum. Bir gün baktım ki, 10 bölüm olmuş. Sonradan fark ettim ki kitap olmuş. Yayıncılara gönderdim, reddettiler hep, yayınlamadılar, çok üzgündüm. Hocam dedi ki bir gün, kitapta 10 değil 12 bölüm var. 1,5 yılımı aldı o 2 bölümü yazmak. Bitti artık dedi Üstadım, her bir bölüm güzel bir gül ve senin bir düzine, bir demet gülün var artık… Böylece ortaya çıkmak oldu. Muhyiddin Şekur nasıl Müslüman oldu? Kalbimin derinliklerinden sanki ben her zaman müslümanmışım gibi hissediyorum. Hissediyorum ki, kalbim ve etrafımda var olan şeyler arasında bir ilişki var. Çocukluktan 2 iyi arkadaşım vardı. Onlar şehirde bir cami bulmuşlar. İmamı ben onunla tanıştığımda 67 yaşında idi. 18 yaşında iken Müslüman olmuş. O camii kendisi yapmıştı. Arkadaşlarım beni bir gün camiye götürdüler. Birkaç kişi vardı camide. İmam bir tefsir dersi yapıyordu. Camide önde duruyordu. Arkasında bir duvarda hat vardı. Çok ilginç geldi, ne olduğunu bilmiyordum. O kadar dikkatimi çekti ki; yanımda bir bayan vardı ona sordum. Sensin duvarda olan, diye cevap verdi bana. İşte kendinsin duvardaki, senin ta derûnundaki şey… Hem batının hem zahirindir. Ondan gözünü ayırmamalısın… İşte bu tecrübe beni tekrar camiye götürdü. Tekrar geldiğimde temel eğitimimi o camide aldım. İlk kez namaz kılacağımda hiç bilmiyordum kılmasını. Alnımı ilk secdeye koyduğumda, kâinatın sahibinin karşısında, çocukken gördüğüm o kocaman dünyanın, bir zemini bile yoktu sanki… Kâinata dâhil oldum… Kimseye bahsetmedim bundan. Size de bir ipucu verdim. Asıl önemli olan sizin hikâyeniz. Eğer içinizde biraz ümit varsa, kendinizin ne olduğunu bulmaya dair, onu bulursunuz. İlgilenirseniz, görürsünüz ki, muazzamdır. Şunu söyleyebilirim ki, düşündüğünüzün çok çok ötesindesiniz insan olarak… Herkesin Tarikat ehli olması gerekir mi? Tavsiye Eder misiniz? Önce senin ne istediğini bilmem lazım. Dünyada herkesin sûfî olması gerekmiyor. Önemli olan ne istediğin… Siz bir Üstatla karşılaştınız, Abdullah Dağıstânî, Kıbrısî. Peki, bizler ne yapalım, bir Üstadın tedrisinden geçmeyenlere, geçemeyenlere ne dersiniz? Önemli olan neyi ümit etmenizde dürüst olmanız. Kendi kalbinizle, kendi hayatınızla bu keşfi yaparsınız. Bitki ışığa doğru büyür. Gölge gelebilir, başka şeyler engel olabilir. Ama ışık geldikçe bitki ışığa doğru büyür. Kaçırdığımız nokta şu ki; ışıkta bitkiye ulaşmak istiyor. Belki şu ana kadar bulmadınız ama devam devam devam… Üstadım 1 sene boyunca Elhamdülillah söylemememi istedi. Bu ne biçim bir hoca, onu terk etmeliyim diye vesveseler geliyordu kulağıma. Ama görmeye çalışıyorum vermeye çalıştığını. Bir baktım ki, hala devam ediyorum söylemeye. Önce söylediğimden daha da fazla. Sanki refleks gibi, otomatik olarak söylüyordum. Bunun farkına varmamı sağladı. Ne kadar da boş bir kullanımdı. 4 yıl boyunca bununla mücadele ettim. Sonunda müteşekkir olmanın ne kadar önemli olduğunu gördüm. Ne kadar otomatik yaşadığımızı… Korkularınızı, endişelerinizi anlatabilirseniz, karşısında 'İnanmıyorum' diyebilirseniz, dürüst bir şekilde, cevabınızı bulabilirsiniz. Çok dikkatli olmalısınız, çünkü en iyi olan şeyi aramalısınız. Bazen kendiniz için iyi olmayan bir şeye de kendinizi davet ediyor olabilirsiniz. Risk aldığınız şeyin değmediğini görebilirsiniz. Vicdanınızın senini dinlemelisiniz. Ama hala içimizdeki o ses 'hayır' dese de bile bile hala yaparız… Hüznün hayatınızdaki yeri nedir? Hüznü gördüğüm zaman acıları, kayıpları, hayal kırıklıklarını düşünürüm. Çok saygı gösteriyorum insanların duygularına, acılarına. İnsanlar büyük acılara rağmen hayatta kalmayı başarıyorlar. Bu insanın acısı diğerinden fazla dememek lazım, dikkat kesilmeli. Meryem suresi doğum tecrübesini anlatır. Kâinatın sahibine yalvarır, der ki, keşke hiç var olmasaydım. Bundan o kadar etkilenirim ki; çünkü annelik/kadınlık acı hakkında pek çok şey söyler. Bunlar benim daha fazla dikkat kesilmeme yardımcı oldu. Hiç kimse annenin acı çekmesini istemez. Herkes bilir ki; anne o çocuğu doğurmak için o acıya mecburdur. Herkes ümit eder ki; anne bu acılara katlansın ki, çocuk doğsun. Bu ne müthiş bir anolojidir. Bende dâhil olmak üzere pek çok erkek bunu anlamıyor. Sadece gerçek bir anne bunu anlayabilir. Acıdaki umutlu taraf şudur ki; Rûmî der ki; ' her birinizin içinde mucizevi bir bebek var ve o bebek doğmak ister. Ama doğum sürecinden geçmek istemezsiniz ve o acılardan… O zaman sizin bebeğiniz doğmayacaktır. Belki geldiği o gizemli yere geri dönecektir. Acının ümit veren tarafı budur. Basite alamayız. Dayan geçecek diyemeyiz. O yüzden acı hakkında , kimin kimden çok acı çektiğine karar veremeyiz… Daha çok soru gelecek olmasına rağmen program nihayete erdi. Şekur, program sonrası okurlarına kitabını imzaladı. Kaynak: E-ilahiyat http://eilahiyat.com/index.php?option=c ... Itemid=274 |
Yazar: | raber [ 14.05.09, 11:50 ] |
Mesaj Başlığı: | Re: "Su üstüne yazı yazmak" ve yazarı M. Şekur hakkında |
Muhyiddin Şekur merak edilenleri cevaplandırdı gidemediğim için çok üzüldüm ama bir nebze de olsa burda faydalanmak beni mutlu etti.. Allah razı olsun.. |
Yazar: | kurucu [ 27.05.09, 12:57 ] |
Mesaj Başlığı: | Re: "Su üstüne yazı yazmak" ve yazarı M. Şekur hakkında |
"Su Üstüne Yazı Yazmak" İçindekiler Sunuş 7 Türkçe çeviriye önsöz 11 Arayış 17 BİRİNCİ BÖLÜM İğne 31 İKİNCİ BÖLÜM Borular 45 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM Boruların ötesi 63 DÖRDÜNCÜ BÖLÜM Çiçek 79 BEŞİNCİ BÖLÜM İki Seyahat 95 ALTINCI BÖLÜM Araba 123 YEDİNCİ BÖLÜM Park 149 SEKİZİNCİ BÖLÜM Kek 159 DOKUZUNCU BÖLÜM Akvaryum üçlemesi 171 ONUNCU BÖLÜM Üçüncü Seyahat 187 ONBİRİNCİ BÖLÜM Ateş 223 ONİKİNCİ BÖLÜM Kılınç 237 Başlangıç 273 Şeyh'in Deyişleri 275 *** Ayşe Şasa'nın "Su üstüne yazı yazmak" için yazdığı SUNUŞ yazısı: *** Sunuş Hazreti Şeyh-i Ekber Muhyiddin İbn Arabi'nin yoluma çıkardığı ince gönüllü derviş: Muhyiddin Şekûr İslâm'a ve İslâm tasavvufuna yönelmemi, bütünüyle, bir tek kaynağa, Hazreti Şeyh-i Ekber Muhyiddin İbn Arabi'ye borçlu olan biriyim. Onun 1981'de okuduğum "Füsûsü’l Hikem"i, geleneğin sırlı kapısından girip şiir dolu bir âleme adım atmama vesile olmuştu. Yine Hazreti Şeyhi Ekber'in eşsiz himmetiyle, derece derece ilerleyen 'Füsûs' okumaları sayesinde, tam onsekiz yıl boyunca pençesinde kıvrandığım ağır bir sinir hastalığından bütünüyle kurtuldum. Hem imâna hem şifâya kavuşmama himmet eden Hazreti Şeyh, birçok başka güzelliklerin yanısıra, NewYork'ta ikamet eden bir Rufaî dervişi, sevgili dost Muhyiddin Şekûr'la ve onun güzel kitabı Su Üstüne Yazı Yazmak ile tanışmama da bizzat vesile oldu... Muhyiddin Şekûr'un "Su Üstüne Yazı Yazmak" adlı kitabının başlığına, onu yayımlayan kitabevinin tanıtım broşüründe rastladım. Broşür, 1989 yılında İngiltere'den getirttiğim Muhyiddin İbn Arabî Hazretlerinin bir eserinin sayfaları arasından kayıp elime düşmüştü. Muhyiddin İbn Arabî -Muhyiddin Şekûr... Tevafuk olaylarına fevkalâde duyarlı olduğum bir dönemde, bu iki isim arasındaki hoş paralellik ilgimi zaptetmiş bir türlü dile getiremediğim gizemli ve saplantılı bir merak neticesinde Su Üstüne Yazı Yazmak'ı İngiltere'den ısmarlayıp getirtmiştim... Su Üstüne Yazı Yazmak'ın ilk satırları şöyle başlar: "Tanrıya, İlk-Son Gerek'e ve Alemlerin Rabbine hamd senalar olsun: Arayıcıların Dostuna ve Kalpler Açıcısına. Beni bu dünyadan; ipnotik-fenomenal zihin çekiciliği ve teknolojik göz kamaştırmaların uzay çağı dünyasından kurtarana hamd-ü senalar olsun..." İlk satırından son satırına kadar sıcak, coşkulu bir şükranla kaleme alınmış bu eser bir kurtuluşun, kademe kademe gerçekleşen bir hidayetin hikâyesidir. NewYork'ta bir Rufaî dergahına intisap eden Muhyiddin Şekûr Şeyhinin himmetiyle apaydınlık, şiir dolu, irfan dolu, lezzet dolu bir âleme dalar... Geleneğin, tasavvuf âleminin tümüyle tarihe karıştığının, evliyaların, tarikatların masaldan ibaret sanıldığı bir çağda, materyalizmin ve modern tüketim zihniyetinin doruğunu temsil eden bir toplumda, akıllara durgunluk veren inanılmaz bir güzelliktir zuhur eden. Gelenek, tüm ihtişamıyla -pirleri, tekkeleri, Şeyhleri, dervişleri, zikir meclisleriyle- gelir, yetişir ve mânâ âleminden bütünüyle kopmuş modern insana, olanca kapsayıcılığıyla el koyar. Gelenek, ezelden ebede değişmez cevheriyle, tüm hakikatiyle, burada, bizimledir. Burada ve her yerde, her yerde ve her zamandadır... Bu vesileyle birkez daha anlarız ki evliyaların çağlar ötesinden bize uzanan ışıklı ve engin himmetleri üzerlerimizde olmasaydı, bugün içinde yaşadığımız dünyanın yüzü, kat kat cehennemlerin dehşetengiz karanlıklarından ibaret olurdu... Bir nefis eseri okuyup bitirdikten bir süre sonra Muhyiddin Şekûr'la yazışmak arzusuna kapıldım. Kaleme sarılarak Muhyiddin Şekûr'a kendi hikâyemi yazdım. Hazreti Şeyh-i Ekber'in hayatımdaki büyük ve derin etkisini, "iki Muhyiddin" arasındaki tevafuk olayının bende yarattığı saplantılı merakı, kitabı getirtişimi... Bu güzel eserin bendeki zengin çağrışımlarını dile getirmekten ise oldukça aciz kalmıştım. Muhyiddin Şekûr'un cevabı çok duygulu ve incelikliydi... Geçirmiş olduğum uzun süreli hastalığın etkisiyle ben o dönemde hâlâ daktilo kullanamadığım için kendi mektubumu elyazımla yazmak durumunda kalmıştım. Ve Muhyiddin Şekûr'un cevaben gönderdiği mektup da, benim durumuma nazire olarak, el yazısıyla kaleme alınmıştı. Harikulade güzel bir el yazısıyla, kurşunkalemle bu alçakgönüllü mektubunda, Muhyiddin Şekûr hidayetime ve şifama vesile olmakla kalmayıp kalbimi bu kitaba açan yüce Zat’a şükranlarını ifade ediyor, dünyanın bir ucundan ötekine, bizleri buluşturan tecelliye duyduğu derin, çok derin bir hayreti dile getiriyordu. Evet, hayret, derin, uçsuz bucaksız bir hayret duygusu... Muhyiddin Şekûr'un daha sonra yazdığı bütün mektuplar, engin bir hayreti, hayat, kader ve kutsal karşısında hep o bitmeyen hayreti dile getiriyordu. Bizatihî Su Üstüne Yazı Yazmak, yazarındaki bu ibadetle eşdeğer, sınırsız hayret duygusunun billurlaşmış, bir şahesere dönüşmüş, şiirsel ifadesi sayılabilir. Onun, tüm yazdıklarında, tüm söylediklerinde hayret makamını bir an terk etmeyen ulu Şeyh Muhyiddin İbn Arabi'ye kurbiyeti de belki bundan. Muhyiddin Şekûr'la yazışmaya başladıktan bir süre sonra ona Muhyiddin İbn Arabî Hazretlerinin Oxford'daki Muhyiddin İbn Arabî Society tarafından bastırılıp ciltlenmiş Devr'ü-l Âlâ adlı duasını gönderdim. İçine,"Şeyh Muhyiddin'den Derviş Muhyiddin'e" diye yazdım. Temennim, İstanbul'dan Oxford'a gidip oradan yine buraya İstanbul'a dönmüş olan bu güzel duanın, uçakla kıtaları aşarak NewYork'a giderken, yükseklerden daha nice cana iman ve şifa dağıtmasıydı. O günden bu yana Muhyiddin, eşi ve çocuklarıyla kısa telefon konuşmaları yaptık. Dünyanın bir ucundan bir ucuna dervişane muhabbet mesajları teati ederek içimizi aydınlattık. 1994 yılının ortalarında Muhyiddin Zagreb'e gitti. Zagreb Üniversitesi'nde geçici bir öğretim görevi almıştı. Oradan Bosna'ya gittiğini, Bosnalılara hizmet ulaştırmak için canı gönülden çırpındığını biliyorum. Varlığını tümüyle başkalarının esenliğine adamış uzay çağının bu ince gönüllü dervişine, halen dünyanın her yerinde anonim bir varlık içinde kendilerini tümüyle Hakk'a-hakikate, ebedî güzelliğe ve hizmete adamış tüm dervişler ordusuna ve Kalplerini Su Üstüne Yazı Yazmak'a açmakla, tasavvuf âleminin zamanötesi lezzetlerine açılacaklarını umduğum bu kitabın tüm okurlarına, kucak dolusu selâm... Temerküz kampları, atomik infilaklar, Çernobil'leriyle, azgın bir bencilliği kışkırtan tüketim toplumunun hasta zihniyetiyle uzay çağı dediğimiz 20. yy. insanoğlu için zahirde şanlı, batında çirkin bir yıkım çağı oldu. 21.yy.'n bir inşâ ve güzellik çağı olmasında yeryüzünü saran dervişler ordusunun ve onların gönüllerinde alev alev yanan tasavvuf nurunun, önde gelen bir işlev yükleneceğine bütün kalbimle inanıyorum. Bu güzel eserin dilimize çevrilmesinde himmetleri geçen Ezel Elverdi ve Mahmud Erol Kılıç’a; çeviriye her biri ayrı ayrı yoğun bir emek veren Sevin Okyay ve Senai Demirci'ye yürekten teşekkürlerimi sunarım. Ayşe Şasa İstanbul Ramazan 1995 *** Su Üstüne Yazı Yazmak Türkçe çeviriye önsöz Nûrun Menbaı, Aşkta En Alâ Makam Sahibi Allah 'a, hamd ü senâlar, medh ü senâlar olsun. O'nun Nûrunun en pâk âyinesi ve âlemlere rahmet Muhammed Mustafa'ya ebedî salât ve selâm olsun. Size, Su Üstüne Yazı Yazmak'ın Türkçesini en derin hayret ve şükran duygularımla sunuyorum. Hakikaten, hergün Rabbi'min esrarlı hikmeti, cömertliği ve hayatımda hak etmeden gördüğüm şefkati ve rahmeti beni yeniden yeniye hayrete düşürüyor. Durup düşünüyorum da, size bu şekilde hitap etmemin pek az sebebi var. Zira, ben manevî bir çölü andıran Amerika kıtasından bir insanım; bu çölde kendime küçük bir vaha bulacak kadar bahtiyardım. Siz ise, muazzam genişlikte bir vaha olduğu halde, çölleşme tehlikesi ile karşı karşıya olan bir ülkenin insanısınız. Belki iki taraf da, bir sürgün hali yaşıyor ve asıl vatanını bulmaya çalışıyor. Hazret-i Mevlânâ'nın deyişiyle: Aşk ülkesi herkesin kendi bildiğincedir Aşıkların milleti de devleti de yoktur Bendeniz, bir gün, ‘asıl vatanım aşk ülkesidir’ diyebilme ümidini taşıyorum. Arayışı sırasında bu kitabı eline alan herkes için de aynı şeyi ümîd ediyordum. Bu kitap, sadece çölün kumlarını aşıp, asıl vatanına varmaya çalışan bir hırpani dervişin öyküsü. Her kelimesinin aşkla yazıldığına sizi temin ederim. Başkaca bir şey için bir vaadde bulunamam zaten. Hikâyeme kalbini açarak, gayretiyle bu çevirinin gerçekleşmesini sağlayan Ayşe Şasa'ya kalbî takdir duygularımı ifade etmek isterim. Ayrıca muhterem Mahmud Erol Kılıç’a ve İnsan Yayınları'nın yayın kuruluna teşekkür borçlu olduğumu bilmenizi isterim. Muhyiddin Şekûr |
Yazar: | kurucu [ 29.05.09, 13:55 ] |
Mesaj Başlığı: | Re: "Su üstüne yazı yazmak" ve yazarı M. Şekur hakkında |
Bu bir garibin öyküsüdür; dinlemek ve duyabilmek için de bir garip kulağı gerek. Mevlânâ C. Rûmî Bil ey oğul, insan sıradan yahut rastgele yaratılmış bir şey değildir, mükemmel bir sanatla yaratılmış ve bir büyük gayeye doğru yürütülmektedir; kendisi ebedî değildir ama ebediyen yaşatılacaktır; ve bu beden süflî ve arızîdir, ancak ruh ulvî ve semavîdir. Riyazet potasında şehevî arzularından tecerrüd edip ulvîyata erşiir, ve şehvet ve gadabın kölesi olmaktan çıkıp melekî sıfatlara, mazhariyet mertebesine yükselir. İnsan, bu mertebede iken, saâdetini, şehevanî hazlarda değil, Cemâl-i Ezelî'yi temaşa ve istihsan etmekte bulur. İnsan ruhundaki bu tebeddülün ikmalinde, adi madenleri altına dönüştürür gibi işleyen bu manevî simyayı keşfetmek kolay değildir ve o her kocakarının evinde bulunmaz. ...İşte O'nun bu simyayı içinde saklıyan hazineleri resullerin kalpleridir ve onu başka yerde arayanlar hesap günü, 'İşte senden perdeyi kaldırdık, bugün artık görüşün keskindir' denildiğinde hayâl kırıklığına düşecek ve hüsrana uğrayacaklardır. Allah, insanlara bu simyayı nasıl kullanacaklarını ve kalplerini riyazetle süflî arzulardan nasıl arındıracaklarını öğretmeleri için yeryüzüne yüz yirmidört bin peygamber göndermiştir. Bu simya, kısaca, yüzünü dünyadan Allah 'a çevirmek olarak tarif edilebilir ve dört rükûnden oluşur: (1)Nefsini bilmek, (2)Rabbi'ni bilmek, (3)Dünyanın hakikatini bilmek ve (4)Ahiretin hakikatini bilmek. İMAM-I GAZÂLÎ "Su üstüne yazı yazmak" İnsan yayınları 1. Baskı s.15 |
Yazar: | kurucu [ 31.05.09, 10:14 ] |
Mesaj Başlığı: | Re: "Su üstüne yazı yazmak" ve yazarı M. Şekur hakkında |
PROLOG/ARAYIŞ Hamd, herşeyin Evveli ve her şeyin Ahiri, âlemlerin Rabbi'ne; hakkı arayanların Dostu ve Kalplerin Keşşâfı Allah 'a mahsustur. Hamd, bana Dost olup, beni bu dünyadan; gafletlere boğucu çılgınlıkların, teknolojik debdebenin hükmettiği bu uzay çağı dünyasından sıyırıp alan Allah 'a mahsustur. Hamd hakkın arayıcısını teslimiyete ulaştıran, yani kendisiyle yüzyüze getiren, diğer bir ifadeyle, gerçekte bir oyun olmayan o büyük oyunun içine sokan O'na mahsustur. Teslimiyet: Hak arayıcısının kendini arayış serüveninde attığı ilk adım: bir dev adım, ama yine de bir bebek adımı- doğrusu, yürümeyi öğrenmek bazen ürkütücüdür. Yıllar önceydi; herşey, serüvenimin içine doğru itildiğim o gün, sonradan camiye çevrilmiş o mütevazi binanın çatısı altında olup bitti. Arkadaşlarımın davetini kıramamış, sadece bir gözlemci olarak gelmiştim. Vardığımda içeride çok sayıda boş yer vardı: hoca sınıfın önünde ayakta duruyordu. Ben de daha önce gelmiş olanlardan birinin, daha sonra Mecid Bacı diye tanıyacağım o yaşlı kadının yanına oturdum sessizce. Gözlerimi hocaya çevirdim; sakallı yaşlı bir adamdı, onların 'imam' dediği bu adam da kendine özgü biri olmalıydı. Odayı şöyle bir gözden geçirdim: yer yer çatlamış bir tavan, eski eşyalar, muşambadan 17 yer döşemesi, evde yapılmış karatahtalar ve hocanın arkasında bir yazı tablosuyla süslenmiş duvar. Duvardaki yazı son derece güzel ve çok inceden inceye yazılmıştı. Duvarı ve tabiî benim dikkatimi de boydan boya kaplıyordu. Bir huzur yankılanıyordu yazıdan ve anlayamadığım bir aşinalık veriyordu bana, fakat yine de anlamını çözmeyi başaramamıştım. Konuşma süresince dikkatim hep onun üzerinde oldu. Şaşkınlık içinde, yanımda oturan yaşlı kadına sordum: "Madam, nedir bu, Allah aşkına?" Bir bilgelik edası okunan yüzünü alabildiğine gençlik dolu yüzüme çevirdi, tanıdık gözlerle bana baktı ve şöyle dedi: "O en dışın dışında, en için deiçindedir. Gözlerini ondan ayırma." İşte o an, onun sözlerinin kulağıma doluştuğu o an, zaman durur gibi oldu. İçimde, tâ derinlerde, bir şey duyar gibiydim. Doğrusu, tamamen anlayabilmiş değildim ama, söylediklerinin doğru olduğunu biliyordum. Dizlerimin bağı çözüldü, kalbim hızlandı. Hem ona, hem bu eşsiz an'a tutunup sarılmak istiyordum, ama ne çare ikisi de güven vermiyordu. Kendi irademi aşan bir durumla karşı karşıya olduğumu anlar anlamaz, dudaklarımı anlamsız sorularla titredi: "Fakat, nedir bu gerçekten... Ne demek bu? Ben nasıl...?" Yüzünden daha kırışık, fakat onun kadar bilgelik dolu elini uzattı. Kolumu kavrayarak, kekelemelerimi ortasından kesti.Tebessüm ederek yaklaştı ve tekrar konuştu: "O sensin. Senin kendi nefsindir o... Nedir, diyorsun yâ, işte cevabı... Ama nasıl anlarım, diyorsan, şu kadarını söyleyeyim ki, bulmak istiyorsan aramalısın. EsSelâmü aleyküm." Ben sormadan kendisi açıkladı: "Selâm üzerine olsun, genç adam. Selâm olan Allah’ın selâmı üzerine olsun." Mimikleriyle yardımımı rica ederek, ayakları üzerine doğruldu ve başıyla duvarı işaret etti: "Bir gün anlayacaksın... Allah senin anlamanı istiyor. Aradığın her şeyi onun içinde, o kelime'de bulacaksın." Mecid Bacı ile geçirdiğim bu dakikalar beni büyük bir başlangıcın eşiğine bırakıvermişti. İçimde şimdiye kadar öğretmenim olarak tanıyageldiğim bütün kadınların aşktan örülü o güzelliklerini görür gibi oldum. Annemden; büyükannemden; ilköğretmenimden; beni bakkala göndermek için küçük hediyeler ikram eden o kadındanve ilk ciddi aşk duygularımı yaşatarak beni kalbimden vuran o komşu kızından bana yansımış olan o anlaşılmaz müşfik kuvveti hissettim, hatırladım, farkettim. Hepsi de orada, o an içinde durulaşmış, o yaşlı kadının yüzünde toplanıvermişti. Büyük bir bölünmüşlüğün yakaları bir araya geliyor ve geçmişimin puslu, anlamsız yılları içinden günler açılıyor ve yeni anlamlar taşıyordu bana. Bu yaşlı kadının tavsiyesini, sevecen varlığından kısmen sersemlemiş ve derinden derine sarıp sarmalanmış halde, derinliğini ya da genişliğini hesap etmeksizin kabul ettim. Tüm duvarı kaplayan bu garip yazıyı bulmak için oraya gelmiştim ve ayrılırken onun sırrının zihnimi yavaş yavaş kapladığını hissediyordum: Lâilaheillâllah. Kendimi arayışımın başlangıcıydı bu. Bu zamanlar –üstü kapalı ifadenin anlamını arayışım gerçekte kendimi arayışımın başlangıcı oldu. Mecid Bacı ile tanışmamı izleyen haftalar, beni çoğu kez yalnız, kendimle sessiz bir hesaplama içinde buldu. Hâlâ anlamını çözemediğim bu karşılaşmayı inkâr etmek için birkaç başarısız teşebbüste bulundum. Ne var ki, zihnim iyiden iyiye olayın kıskacına girmişti ve sonunda daha fazla birşeyler bilmem gerektiğini kabul ettim. Hiç beklenmedik bir tezlikle, hayatımın büyük yol ayrımına varmıştım. Sonu bilinmeyen bir yola adım atmıştım. Ve böylece Cami'ye döndüm ve Mecid Bacı'yı tanımaya başladım. Doğrusu, şu ünlü sözde belirtildiği gibi: "Onu tanımak onu sevmek demekti." Bilgelikle aydınlanmış ruhu öylesine savunmasız birgüzellikteydi ki, insanın elinden başka türlüsü de gelmiyordu.Yaşadıığı teslimiyet halinde, beni kendi derinliğime çağıran, arzumu okşayan ve beni kendime yakınlaştıran sarsıcı bir çekicilik, parıltılı bir sükûnet saklıydı . O gün Cami'de ders verirken gördüğüm sakallı yaşlı adam Mecid Bacı 'dan sonra ciddi anlamdaki ilköğretmenim oldu. Onun da kendine özgü bir güzelliği vardı. Dipdiri bir anlatımı vardı ve cümleleri bilgi, letafet ve derinlik bezeli rengarenk mesellerle doluydu. Kavrayıcı bir konuşma tarzı vardı. İlkin, sözleri geçmişte duyduklarımı andırır gibi geldi: ritüeller, törenler ve birtakım öğreti kuralları. Mensubu olduğum kurumsal dinle ilişkilendirdiğim ve beni nedense derinden kavrayamamış her şey burada da vardı ve doğrusu bunlardan da fazla birşey ummuyordum. Ne var ki, kabul etmeliydim ki, burada farklı birşey, beni belki de heyecan verici yeni bir yolculuğa çağırdığını hissettiğim bir şey vardı. Bu yaşlı adamın huzuruna defalarca daha gittim, bu arada aramızda sade bir selamlaşmadan başka bir konuşma geçmedi. Her defasında bir bloknot ve bir kurşun kalemle geliyor ve duyduğum her şeyi yazıyordum. Notlarımı hiç usanmadan biriktirdim ve sunulan fikirler üzerinde çalıştım, İçim dışım sorularla dolup taştı. Bir süre sonra, kendimi konuşmayı denemek için yeterince hazırlıklı dahası, yeterince donanmış-hissettim. Hiç beklemediğim halde, yaşlı adam sorularımı dinledi. Dahası, hepsini cevaplandırmaya kalktı, sonra beni de aşarak yeni sorular gündeme getirdi. Beni cevaplar bulmaya teşvik etti, okumaya, düşünmeye ve anlamaya sevketti. Din ve inanç konularında daha önce böylesine bir öğretmene rastlamamıştım. İmam ve ben, o eski binada çok uzun saatler geçirdik. Çoğu kez sadece ikimiz kaldık. Binanın arka tarafındaki eski mutfakta oturuyor, kahvelerimizi yudumlarken İslâm hakkında konuşuyorduk. Diğer vakitlerde mesciddeki merdivenlere oturup Allah'tan konuşuyorduk. Teslim olmanın pratik anlamda ne demek olduğunu işte burada anlamaya başladım. Dizlerimin üzerine çöktüm ve alnımı Kâinatın Rabbi karşısında yere koydum. Gözümden yaşlar boşanır ve bedenim bilinmeyen derinliklerden gelen bir haşyetle titrerken, kendimi neredeyse kaybetmiştim. Ağzımdan o zamanlar bana hayli yabancı gelen, fakat artık-evim gibi sıcak hissettiğim bir kelime döküldü: ‘Sübhane Rabbiyel-â’lâ.’ Takip eden birkaç yıl boyunca gerek amelî hayatımda, gerekse, imanî hayatımda bir tür öğrencilik yaşadım. Bu süre içinde hayatımı tümüyle İmam'a adadım ve onun rehberliği ile arayışım daha bir netlik kazandı. Ondan bazı temel ilkeleri öğrendim: Yüce Allah'ın birliği, O'nun bütün semavî kitaplarda gönderdiği mesajların birliği ve peygamberlerin kardeşliği, ölümden sonra diriliş ve melekler hakkında birşeyler. Ayrıca insan ruhunun tabiatı ve Allah’ın kulu olarak vazifeleri ile ilgili şeyler de öğrendim. Böylece namazı, zekâtı, orucu ve haccı da biraz kavramış oldum. Bu zaman zarfında, Rabbi'min, Mecid Bacı'nın, İmam’ın ve hayatıma giren başka birçok kişinin bilgelik ve şefkat dolu yaklaşımlarında tezahür eden hidayetiyle, ilk dervişlik derslerimi de aldım. Yıllar hızla aktı ve derken benim de ayrılmam gerektiğini düşündüğüm gün gelip çattı. Artık amel eğitimimin ilk evresi tamamlanmıştı ve ayrılmam gerekiyordu. Bu zor bir ayrılış oldu. Camiye, İmam'a ve buradaki cemaate çok bağımlı hale gelmiştim. 20 Nihayet ayrıldım ve kendi yoluma koyuldum. Bir başka şehirde iş teklifi almıştım, Buradan uzaklaşıp bir de dışarıdaki dünyayı görmeye karar verdim. Üç yıl boyunca her şey harikaydı. Özellikle iş hayatında prestij sağlama ve tanınma konusunda her türlü başarıya ulaştım. Fakat nedense bir türlü mutlu olamıyordum. Bir tür manevî hayatın özlemini çekiyordum, fakat böylesi bir hayatın birşeylerden vazgeçmeden, bir şeyleri birkenara bırakmadan nasıl yaşanabileceğini bilmiyordum. Sıkılmış ve ürkmüş halde, yeni bir seyahate çıktım. Hiç hesapta yok ve hiç de zamanı değilken, bu kaçış teşebbüsüm çok geçmeden korkunç bir hüsranla noktalandı. Üç ay sonra, kendimi her şeyini kaybetmiş halde sokakta buldum. Ardı arkası kesilmez sorunların kuşatması altında, çektiğim acılar beni hayatımı gözden geçirmeye ve nazarımı yeniden Rabbime, Yaratıcıma çevirmeye sevketti. Sonunda, daha önceki işlerimin ayrıntılarından azade, mütevazi, sade bir iş buldum: İşe başladıktan hemen sonra, bir OrtaDoğu dergisinde bir konferans için tebliğ talebinde bulunan bir ilan gözüme çarptı. Tebliğ özeti istenen konulardan biri üzerinde uzmanlık sahibi olduğumu düşündüm ve dergiye yazdım. Bir süre sonra uluslararası bir telefon aldım. Telefonun öbür ucundaki ses bir iş konuşması tonu içinde devam etti: "Kardeşim, size tebliğinizin kabul edildiğini bildirmem istendi. Tebliğinizi Suudi Arabistan'da sunmak üzere hazırlayabilir misiniz? Uçak biletiniz size postayla gönderilecek ve vize işlemleriniz tarafımızdan yürütülecek." Şaşkın bir halde,teklifi kabul ettim ve telefonu kapattm. Vize ve biletler bir ay içinde elime ulaştı ve derken kendimi uçakta buldum. Konferans çok hoş karşılaşmalara sahne oldu. Tebliğim beğenildi ve büyük ilgi gördü. Kendilerinden çok şeyler öğrendiğim çok sayıda imân ehli düşünürle tanıştım. Onlardan aldığım derslerin en önemli kısmı hayatımın değişik yanlarını -pratik, meslekî ve manevî- nasıl birleştirebileceğimle ilgiliydi. Gerçekte burada aldığım öğütler umduğumdan da yararlı oldu. O güne kadar bunca gergin ayırımlar arasında hayat sürmeye çalışmaktan hayli yorgun düşmüştüm. Konferansta yaşadığım çok çeşitli deneyimler yanında, oldukça kişisel ve mahrem bir başka bağlılığın daha farkına vardım. Bu bağlılık kendi kasabamdaki Cami ve oradaki yaşlı adamla, yani İmam'la ilgiliydi. Nasılsa buradaki küçük cemaate ve bu şehre özel bir bağlılık duyuyordum. Konferans sırasında, tanıştığım yaşlı bir müslümana umutlarımdan ve endişelerimden söz ediyordum. Beni dinledi, sonra çok sâkin bir şekilde gözüme baktı ve dedi ki:"Görmüyor musun kardeşim? Allah seni buraya bu gezegenin bir vatandaşı olduğunu anlayasın diye gönderdi. Her yer senin ailendir." Bu kelimeler kulağıma, sanki sağır bir adam yeniden duymaya başlıyormuş gibi çarptı. Daha önce hayatımı hiç böylesine geniş anlamda düşünmemiştim. Bu cevapla birlikte, öğretmenler ve imamlarla ilgili bir başka soru daha netleşti. Ben İmam'ı bir Şeyh gibi görmüştüm. Bu yüzden olsa gerek, ona olan bağlılığımdan dolayı bir başka hoca aramaktan kaçınmıştım ancak onu sevmekle birlikte, kalbimde boşluğunu hissettiğim şeyin onda olmadığını da biliyordum. Bu yaşlı araştırmacı işin özünü ortaya koymuştu. Bana herhangi bir kişinin de pekâlâ birinin İmam’ı yani, dinî hayatın manevî meseleleri üzerinde rehber olabileceğini ve bunun mutlaka o kişinin Şeyhi ya da enfüsî arınma ve tekemmüldeki manevî lideri ve rehberi olması gerekmediğini izah etti. Mecid Bacı 'dan sonraki ilk formal öğretmenim olduğu için İmam'a çok fazla önem atfetmiştim. Bunu öğrendikten sonra, hayli rahatladım. Bununla birlikte, ona kalbimde özel bir yer ayırmaya da devam ettim. Resulullah (a.s.m) şöyle buyurmuşlardı:"İlim öğrendiğiniz kişilere karşı çok mütevazi ve hürmetkâr olun."Ayrıca onun ashabından Ali (ra) da,"Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum. Beni ister satar, ister azad eder" demişlerdi. İşte böylece konferans sırasında karanlıkta kalmış ve cevaplandırılmamış birçok soru da hiç beklenmedik biçimde günyüzüne çıktı. Orada bulunmamı ve öğrendiğim birçok şeyi düşündükçe Rabbimin rahmetini daha yakından hisseder oldum. O'nun gaybî inayetini, lütfunu gerçekten duyabiliyordum. Dünyanın bir köşesinden birdiğerine, geriye dönüp hayatıma birgöz gezdirdim. Rabbimin beni aptalca yaşadığım günlerde bile sevdiğini ve kalbimi hep diri tuttuğunu gördüm. Kendimi yitirmiştim; doğru. Ama O'nu hiç reddetmemiştim ve enfüsî arayışım hep varolagelmiş ve içten içe yanıp durmuştu. Konferans sırasındaki tanışmalarımda İbrahim adında bir başka rehber insanla daha tanıştım. Hasbelkader bir araya geldik ve hemen konuşmaya başladık. İbrahim konferansa katılan kişilerin çoğunu tanıyordu ve beni gezdirme ve orada bulunan olabildiğince çok insanla beni tanıştırma görevini üzerine aldı. Bu himmet dolu kardeşin gayretleriyle tanıştığım ilginç insanlar başlı başına ayrı bir öykü konusuydu. İlk turlarımız sırasında Türkiye'den gelen bir adamla tanıştık: "Burada konuşman gereken biri var," dedi İbrahim gülümseyerek, "fakat ben seni yalnız bırakır bırakmaz, bu kardeşe çok dikkat et, çünkü sana Sufî diliyle konuşabilir. Fakat, Allah bilir ya, onun görüşlerini de duyman gerek." Bu karmaşık uyarıdan sonra, İbrahim kalkıp gitti. Orada kalıp, bir süre söylediklerinin anlamını çözme çabasıyla kendi içime daldım. Kimi büyük sufîlerin eserlerini okumuş ve bunların güzelliğinden ve derinliğinden hayli etkilenmiştim. En güzel müslümanları hep onlar arasında görmüş ve gizliden gizliye hep onların safına katılabileceğimi ummuştum. Peki, İbrahim'in sözlerinde içimde böylesi bir savunmacılığı uyandıracak ne vardı? Birden yabancının sesi düşüncelerimi böldü, beni tekrar içinde bulunduğum âna döndürdü: “Esselâmaleyküm ve rahmetullahi ve berekâtuhu.” Bu garip adam gözlerini dosdoğru yüzüme dikmişti. Hoş bir siması vardı, gözleri nemli ve ışıl ışıldı. Elbisesinin ve davranışlarının sadeliği derinliğini gizliyor gibiydi. Elini sıkmak üzere elimi uzattım, fakat o sıkmak yerine elimi avuçlarına aldı ve öptü. Daha sonra bir adım yaklaştı ve alnımı öptü. Konuşmasına devam etti: "Gel başka bir yere gidelim; sana çok söyleyeceklerim var." Dar koridordan geçip, lobide baş başa oturabileceğimiz sessiz, aydınlık bir köşeye çekildik. Doğrusu konuşmaya hacet yok gibiydi. Bu adamdaki bir şey beni tâ derinliklerime gelip vuruyordu. Kendi içimde kelimelerle anlatılamayan birşeye duyduğum özleme uzanıp dokunuyordu. Bu adam, hiç tanışmadığım, daha önce hiç görmediğim bu yabancı benim için gerçek bir manevî yoldaş oluvermişti. Onun varlığı onca umutlarımı haklı çıkarmaya yetiyordu. Sözü alarak konuşmaya başladı: "Beni sana manevî Üstadım Şeyh Nun Kıbrısî'nin Şeyhi, Şeyh-i Ekber Abdullah Dağıstanî gönderdi. Şeyh-i Ekber halen ahirette olduğu için, kendisi hakkında daha çok bilgi edinmek istersen Şeyh Nun ile temas kurmanı tavsiye ederim. Şeyh-i Ekber bana aradığınŞeyhi ve ayrıca diğer aradıklarını da bulacağını söyledi." Ağlıyordum. O konuştukça ben ağlıyordum. Bana bir çok şey anlattı. Allah'tan, Resulullah Muhammed aleyhissalâtü vesselâmdan, bütün peygamberlerin (aleyhimüsselâm) kardeş olduğundan, İslâm'ın Allah'a teslimiyet yolu olmasından ve hak aşıklarının arayışça ikiye ayrılışlarından- kendisinin 'Ehl-iZahir' dediği, daha çok ritüeller ve biçimlerde kalıp sadece zahiri olan arayanlar ve ritüellerden ve biçimlerden geçip mânâ okyanusuna varmak isteyenlerden, yani 'Ehl-i Bâtın'dan- sözetti. Ben hâlâ ağlıyordum. İşittiklerim ve hissettiklerim beni kelimelerin ötesine taşımış ve kalbimde derin ve tanmlanamaz bir yere dokunmuştu. Bu yabancıda kıpırdayıp duran hak ve hakikat aklımın tahammülünün ötesindeydi, fakat nasılsa kalbim birşeyler hissediyordu. Yabancı, ziyareti sırasında bana 120 yaşındayken vefat etmiş muhterem Şeyh-i Ekber'in bir fotoğrafını takdim etti. Bana tâ öbür dünyadan ulaşan ve dervişi vasıtasıyla hayatıma giren bu adamın ışıltılı siması ile sarsıldım. Fotoğrafı alıp bir köşeye koydum, fakat kalbimin hissettiklerinin gerçek olduğunu hatırlatan bir anı olarak durdu. Yabancı konferans süresince bana eşlik etti. Toplantılara birlikte katıldık ve tebliğ sunan diğer araştırmacıları ziyaret ettik. Konferanstan birlikte ayrıldık Ve oradan Medine-i Münevvere'ye geçtik. Mescid-i Nebevî'yi, Resulullah'ın (asm) mübarek kabrini ve ayrıca hemen yanındaki sevgili dostları Ebu Bekir Sıddık'ın (ra) ve Ömer bin Hattab'ın (ra) kabirlerini ziyaret ettik. Bu ziyaretin ancak çok zaman sonra gerçekleşecek özel bir anlam ve önemi vardı. Burada Allah’ın en güzide ve en mübarek kullarının oluşturduğu bir topluluğun yaşadığı bir teslimiyet şehri kurulmuştu. Medine Camii'nde Resulullah'ın (asm) namaz kıldığı mihrabda namaz kılma şerefine eriştim –aczimi hatırlatacak ve Rabbime beni kendi Resül'ünün(asm) yanında olanlardan eylemesi için dua edeceğim güzel bir mekân oldu burası. Bu mekân, ayrıca, benliğimin tüm peygamberler gibi bir yol bulup Allah'a teslim oluvermesi ümidimi, kalbimin tıpkı Nurlu şehir 'Medine-i Münevvere' gibi ak ve nurla dolup taşması ümidimi yeniden tazelememe hoş bir beşik oldu. Daha sonra Mekke-i Mükerreme'ye, güzel Rabbimin ilk olarak Âdem (as) ve daha sonra İbrahim (as) tarafından yeniden inşa edilmiş en eski mabedini, Kâbeyi görmeyi gözlerime ihsan ettiği şehre geldik. Mekke'de bir umre ziyareti yaptıktan sonra vedalaşarak ayrıldık. Bu garip arkadaşım hemen her an yanımızda hissettiğim heyecanlı kardeşlik ruhunun cisimleşmiş haliydi. Belki söylemek gereksiz ama, ondan ayrıldıktan sonra öylesine neşe doluydum ki içim içime sığmıyordu. Rabbimin arzı üzerindeki bu mukaddes beldelerde bir rehber ve yoldaş bulduğum için büyük bir lütfa mazhar olduğumu hissediyordum. Mekke'de otobüse bindiğimde evimi düşündüm. Dünya artık daha da küçük görünüyordu. ... |
Yazar: | kurucu [ 02.06.09, 12:17 ] |
Mesaj Başlığı: | Re: "Su üstüne yazı yazmak" ve yazarı M. Şekur hakkında |
Amerika'ya dönüş yolculuğum sırasında uçakta ciddi olarak hastalandım. Bütün dengemi kaybetmiş ve ağzıma lokma koyamaz hale gelmiştim. Yolculuğumun büyük bölümünü jumbojetin iki koltuğuna sırtüstü uzanmış halde geçirdim. Evevardığımda hâlâ çok hastaydım ve kendimi çalışmaya hazır hissedinceye kadar iki hafta yatakta yatmam gerekecekti. Rahatsızlığım sırasında dostça, ama gereksiz bazı jetlag teşhisleri de aldım. Bu teşhislere boş yere direndim, fakat gerçekte bu durumdan pek uzak da sayılmazdım. Şimdi geri dönüp rahatszlığıma göz attığımda kendi kendime bir tür manevî jetlag geçirdiğimi teşhis edebiliyordum. Hastalığım bana eşiğine gelip dayandığım büyük geçişi haber ediyordu. Hastalık bana, aynı zamanda, geçmişte olduğum yere tekrar dönersem başıma nelergeleceğini de açıkça söylüyordu. Seyahat dönüşümü izleyen haftalarda ve iyileştikten sonra, beni daha önce benzerini yaşamadığım bir özlem sardı. Hiçbir şey beni tatmin etmiyordu. Çalışmak, birden dayanlmaz bir hal aldı. Her gün derin bir melankoli geçiriyordum. Çok az konuşuyor ve herkesten giderek uzaklaşıyordum. İşlerden elimi ayağımı çekip inzivaya girdim. Özlem içimde büyüdü de büyüdü. Seyahatimi geri sarıp tekrar tekrar yeni baştan yaşadım. Bu eyalette birkaç hafta daha oyalandıktan sonra, ailemi ziyaret etmeye karar verdim –özellikle de birkaç aydır göremediğim annemi görmek istiyordum. Evde, mutfakta otururken kendisine dinmek bilmeyen o enfüsî arayışımdan söz açtım.Tek sözü şu oldu: "Allah'a güven, O senin ne yapmak istediğini bilir." Duvardaki yazının hayali yıllar boyu uzadıkça, seyahatlerim sırasında biriken sessiz özlemim de içten içe büyüdü. Bu bilinmeyen iç arayışımı noktalama ahdimin iyice pekişmesiyle, hayatımın akışını yenidenAllah 'a doğru çevirmeye çalıştım. Bu dönüşümü yaşarken, aylar sonsuz uzunlukta bir tren gibi geçti. Her bir gün, niçin yaşadığımı düşünerek içinde ileri geri volta attığım yavaş mı yavaş bir vagon gibiydi. Hiç cevapsız, umutla bekleşip oyalanırken, bu gidişle daha yıllarca cevap arayacağımı farkettim. Bir gün çalıştığım işyerinin koridorunda dururken, yanımdan hiç tanışmadığım bir adam geçti. Tam o sırada, kendimi bir başkasına tanıtıyordum ve geçerken ismimi o da duymuştu. Adam adımlarını güçlükle kesti ve sadece benim duyabileceğim bir tonda, hep tanışıyormuşuz gibi teklifsiz bir edayla söze girdi: "İsminiz bir Amerikan ismi değil." Biraz şaşkın, birazda keyiflenmiş halde, kendimi toparlayıp ona döndüm. "Peki sizin adınız ne?" diye sordum muzipçe. "Salâh"diye cevapladı, tebessüm ederek. Her şeyi anladım da neredeyse kahkahalara boğulacaktım. Aynı dünyanın insanlar olarak, karşılıklı selâmlaştık. Yeni tanıdığım bu şehirdeki müslüman cemaati Salâh sayesinde tanıdım. Hayatımda değişime gittiğim bir dönemde tanışmış olmamız hasebiyle, yenilemiş olduğum ahdime uygun bazı teşebbüslere zorladım kendimi. Bu şehirde yaklaşık bir yıldır oturuyordum ve bu arada tek bir müslümanla bile tanışmamıştım. Salâh'ın peşine takılarak, büyük fakat yeni yeni gelişmekte olan bir müslüman cemaatinin içine girdim. Yapılacak daha çok şey vardı ve bu küçük teşebbüs, beklediğimden çok daha erkence, hayatımı hareketlilikle doldurup taşırdı. Hayatımın bu dönemi yoğun bir geçiş ve kişisel eğitim dönemi oldu. Cami'de geçirdiğim ilk günlerimde öğrendiğim şeylerin çoğu yeniden günyüzüne çıktı. Mümkün oldukça, başkalarına hizmet götürmede ben de yardımcı oldum. Ancak, içimdeki büyük özlem bu hareketlilik dönemi boyunca da kesilmedi. Ne zaman hayatım üzerinde düşünmeyi başarıp, kendimle başbaşa kalsam sessizliğe gömülüyordum. Rab- bimden geçmişimi affetmesini istiyor ve geleceğim için de hidayet istiyordum. Dahil olduğum yeni cemaat yoğun bir liderlik eksikliği çekiyordu. Çok kişinin yükü birkaç ihlâslı çalışkanın omuzlarına kalmıştı. Ancak, yakınlarda, hayli nitelikli ve muttaki bir adamın cemaate katıldığını öğrendim. Kimileri arasında, çoktan, onun oradaki müslümanlara şevk verecek yeni bir güç olacağı ümitleri belirmişti. Haberi bana cemaat içindeki aktif ve şuurlu kardeşlerden biri getirdi ve ayrıca, o kişinin adının ve içinde Sufî kelimesi de bulunan özel bir yerin adının yazılı olduğu bir kart da gösterdi. Galiba yeni bir döneme giriyordum. Binlerce ümitli düşüncelere daldım ve sonra hepsini bir kenara bıraktm. Sabredip olacakları beklemenin daha doğru olacağını düşündüm. Bir ramazan gecesi sabaha karşı, sabah namazını eda ettikten hemen sonra, bir Telefon aldım. Daha önce yeni manevî liderin gelişinden haber veren kardeş, beni liderle tanıştırmak üzere iftara davet ediyordu. Telefonda iftardan bir saat önce buluşmaya karar verdik. Ertesi akşam buluşma yerimize vardığımda, gruptan kimseyi bulamadım. Beni davet eden kardeşi aradım, fakat o da ortalıkta yoktu. Sonunda geldi ama, planladığımız bir saatlik süreyi de kaybetmiştik ve cemaatin diğer üyeleri de toplanmaya başlamıştı. Olup biteni soğukkanlılıkla kabul ettim, olay karşışısında beni bile şaşırtan sabrımı görüp 'Elhamdülillah ' dedim. Bu başarısız tanışma teşebbüsü üzerindeki düşüncelerimi toparlarken, biri bana doğru yaklaştı ve dışarı çıkıp içeri yemek taşımaya yardım etmemi istedi. Geri dönüp binaya doğru yürürken, henüz kapıdan yeni girmekte olan bir adam gözüme çarptı. Üzerinde beni çeken bir şey var gibiydi ve içimdeki bir ses tanışacağım kişinin o olduğunu söylüyordu. Toplantı yerine tekrar vardığımda, yeni bazı kişilerin geldiğini ve oraya buraya koşuşturduklarını gördüm. Odanın bir köşesinde kapıda gördüğüm o adam gözüme çarptı hemen. Üzerinde sade beyaz bir elbise, ayağında bir sandalet ve başında alabildiğine sade, kahverenkli puanlı bir sarık vardı. Omuzlarını uzun, siyah şal gibi bir kumaş örtüyordu. Etrafını küçük bir grup çevrelemiş ve o nereye giderse onlar da oraya gidiyorlardı. Hepsinin de onunla birlikte olduğunu ve toplantının genelinden ayrı düştüklerini kolayca kavrayabiliyordum. Bu adamın varlığında, Mecid Bacı 'nın ölümünden bu yana kimsede hissetmediğim bir tür güzellik, bir manevî vakar ve coşkun bir çekicilik soluyordu insan. Onda büyük bir derinlik ve büyük bir aşk hissettim. Hareketlerinde bir denge dışa vuruyor ve edasında bir esrar saklıyordu. Bu ise içimde hem bir ahenk duygusu uyandırıyor, hem de rahatsızlık veriyordu. Etrafındakiler için şüphesiz dünyanın merkezindeydi, fakat toplantının geneli içinde pek umursanmıyordu. Bir ara gözlerini bana çevirdi; o an sanki başka herkes yok olmuş biz ikimiz kaldık gibi geldi bana. Bakışlarında tarif edemediğim bir şey doğruca kalbime sokuldu ve beni kendine doğru çekti. Onun aradığım Şeyhim olduğunu anlamıştım. Selâm vererek kendisine doğru yaklaştığımda ayağa kalktı ve selâmıma usulca karşılık verdi. Soluğum kesilmiş halde yanına çömelirken, kendimi tanıtıp elimi uzattım. "Ben Muhyiddin," dedim. O da elini uzattı, fakat elimi sıkmak yerine, sakalıma uzanıp yumuşakça avuçlayarak, "Kim olduğunuzu biliyorum,' dedi. Sonra kendi adını söyledi. Gözlerimin içine doğru baktı. O an binlerce gün geçtiğini hissettim. O her iki yanağımı öperken, seyahatim sırasında tanıdığım o garip adamın sesi şimşekgibi akıverdi zihnimde. Bu ender insan, olağanüstü bir apansızlıkla hayatıma girmişti işte. İçim dopdolu ve neredeyse tam bir halde, olup bitenlere inanmakta güçlük çekiyordum. Ne yapacağımı bilmeden, etrafındaki küçük halkada sessizce oturdum, daha sonra odanın başka köşelerine geçtim. Gecenin ilerleyen saatlerinde, Şeyh, büyük topluluğa hitaben ramazan ve orucun hikmetlerinden bahseden bir konuşma yaptı. Konuşmasında Kur'an'dan ve hadislerden çok sayıda dersler vardı. Konuşma uyarıcı ve netti, unutması güçtü. Daha sonra, bana telefon eden kardeş bizi yeniden tanıştırdı ve ileride tekrar görüşmemiz planlandı. Herşey bu gece biraraya geliyordu. Bu toplantı daha ileride gelecek olan birçok yeni şeyin başlangıcını işaretliyordu sadece. Gelecek yıllar içinde, hayatımda yalnız kitaplarda okuduğum şeyleri öğrenecektim. Görünen o ki, ayaklarımın camiye sürmesinden ve bakışlarımın Mecid Bacı 'nın o bilgelik dolu yüzünde erimesinden hemen hemen dokuz yıl sonra, şimdi, gözlerimi Şeyhimin hikmet ve aşk dolu yüzünde gezdiriyordum. Onda Mecid Bacı 'nın ve şimdiye kadar tanıdığım bütün öğretmenlerin ışığını görüyordum. O gece ayrılmadan önce, Şeyh, Pazar günü arabamla kendisine gelip gelemeyeceğimi sordu. Oradan bir başka iftara beraber gidecektik. Arabam tamirde olduğu halde, teklifi kabul ettim. Kolaylıkla bir araba ödünç alabilir ve onca bitmez aylar boyu beklediğim bu buluşmaya yetişebilirdim. Allah'ın lütfuyla Şeyhime kavuşmuş olarak, onun buraya bir rehber olarak gelişinin büyük bir rahmet olduğunu anladım. Gerçek Allah erleri kaknüs kuşu kadar ender bulunur ve dünya sahte öğretmenlerle doludur. Yine de Allah 'a giden yolda bir rehber gerek, zira rehber olmaksızın ne ene çözülür, ne hevâ ölür. Geçen yıllarımın karmaşasının çözülüp bugüne getirilişim üzerinde şöyle bir düşündüğümde, bu anın eşsizliği daha bir belirdi. Kalbimden Şeyhin gerçek rehberim olduğunu biliyordum ve onun kendime ve Rabbime daha çok yakınlaşmama vesile olması için dualar ediyordum. "Su üstüne yazı yazmak" İnsan yayınları 1. Baskı s.17-32 |
Yazar: | kurucu [ 02.06.09, 16:39 ] |
Mesaj Başlığı: | Re: "Su üstüne yazı yazmak" ve yazarı M. Şekur hakkında |
OnuncuBölüm ÜÇÜNCÜ SEYAHAT Tarikat yolculuğumun kolay günleri, çocukluğun bal tadındaki günleri gibi, çabucak bitiverdi. Yol boyunca aldığım dersler, mevsimlerin gelip geçişi gibi geldi geçtiler. Birders başlangıçta ne kadar karşımaşık ya da zorlayıcı görünürse görünsün, ders günlerim, eninde sonunda, yerini tek başıma oturup gözlerimi kendi içime çevirdiğim gecelere bırakıyordu. Tekke'nin patika yolunun iki yanında yamacı boydan boya saran leylakların kokusunu emergibi, dersleri de emiyordum. Bir kış boyu süren uzun bekleyişi tatlandıran, ama baharın gelişiyle çabucak uçup giden bir rayihaydı bu emdiğim. Atmosferi ve kalbimi aniden dolduruveren, bir o kadar çabucak yitip giden, öylesine tatlı, öylesine nefis ve leziz bir kokuydu. Gene, eskiden olduğu gibi, Şeyh ile temas kuramadığım haftalar uzadıkça uzuyor, Aylara dönüşüyordu. Geçen kışın başlarında başka bir şehre taşınmıştı. O gittikten sonra derin bir sessizliğe düştüm... Dünyevî işlerimin gürültüsü dışında hiçbir ses duyamadım, alabildiğine suskun günler geçirdim. Şeyhin her gelişiyle, daldığım okyanusların derinliklerinden başımı kaldırıp suyüzüne çıkıyordum. Ondan ayrı olduğum için ne kadar acı çekersem çekeyim, onunla birlikte olmak gene de çok büyük bir haz kaynağımdı, tebessümün sıcaklığı ve o nazik bilgeliği günlük kaygılarımı bir kalemde siliveriyordu. Bu insanın muhabbet dolu kalbi, benim Hakikat'e doğru yönelmiş adımlarımın önünü aydınlatan Muhammed Aleyhissalâtü vesselâmın berrak nurunu yansıtan bir dolunaydı. Şeyh, tanışma yolculuğuna bir Cuma günü, soğuk ama berrak ve diriliş kokan bir Öğle sonrası çıktı. Ocak ayı başlarıydı, kışın en mutedil günlerinden birini yaşıyorduk. O günkü sohbetinde, Peygamber Aleyhissalâtü vesselâm ve ehl-i beyti sevmenin üzerinde durdu. Ayrıca, doğrudan doğruya, Ehad ve Samed olan Allah'a güvenmeksizin, yani tevekkül etmeksizin, mânen ilerleyemeyeceğimizi de söyledi. Yeni bir konu değildi bu, çünkü tevekkülden sık sık söz ederdi zaten, ama o gün biraz farklı konuşuyor gibi geldi. Tarikat'taki ilk günlerimde olduğu gibi, yeni bir kulakla dinledim anlattıklarını. Beni, her şeyden çok, ayrılırken söylediği ve bize öğretmeye çalıştıklarının püf noktasını veren sözler etkiledi. O gece bunları günceme kaydettim: "Şeyh bugün şehirden ayrıldı. Arabayı çalıştırmadan hemen önce, camı indirip şöyle seslendi bize: "Buraya kadar, Allah’ın izniyle sizinle ben ilgilendim. Şimdi sizi O'nun himayesine bırakıyorum. Tevekkülünüz yalnızca O'na olsun, Vekillerin En Güzeline." Bize selâmlar vererek vedalaştı, camın hâlâ açık, uzaklaşıverdi. Acılı bir ayrılıştı. Her müridin kalbi, sanki yeni evlenenlerin arabasının tamponuna takılı tenekeymiş gibi, onun ardısıra sürükölenip gitti. Şurası muhakkak ki, biz de o anda en az o teneke kadar boştuk ve içimizin boşluğunu haykırırcasına teneke gibi tıngırdıyorduk. Onun bize gene de yol göstereceğini ve zaman zaman göreceğimizi biliyorduk ama, bir şey daha biliyorduk ki, birşeyler artık eski bildiğimizden farklı olacaktı. Aylar hızla geçti ve biz nasılsa sabrettik, derken leylakların yeniden açıp solduğunu, Ramazan'ın yaklaştığını görünce kendi sabrıma kendim de şaştım. O yıl müridler büyük bir beklenti içindeydi, çünkü çok özel bir misafirimiz olacaktı. Başka bir ülkeden, aynı zamanda hafız olan muhterem bir Şeyh ve arif, Ramazan boyunca bizimle beraber olacaktı. Bu seçkin ziyaretçimizin benim tevekkül hakikatine erişmemde ne kadar merkezî rol oynayacağından haberim yoktu. Bir keresinde, Şeyh bana onun hakkında bilgi vermiş ve ne kadar yüksek mertebede olduğunu haber vermişti. Hatta, "Ben o insanın ayakkabılarını bağlamaya lâyık değilim," demişti. "Öylesine büyük sırlar taşıyan bir kalbin, Allah'a aşık olmaktan başka çaresi yoktur." Ramazan'dan bir buçuk hafta kadar önce, misafirimiz Şeyh Ahmed 'in geliş vakti gelip çattığında, onu başka iki dervişle birlikte havaalannda karşılama şerefine eriştim. Hâlinde aşikâr bir tevazu okunuyordu, hem alçakgönüllü, hem yapmacıksızdı. Üzerinde sade ama şık bir elbise vardı, gözleri sıcaklık ve şefkat havuzları gibiydi. Sarî bir tebessümü vardı, sakal ve bıyığı son derece düzgün ve ikisi de ağarmıştı. Eli tesbih çekmekle meşgul, kalbi muhabbet doluydu, öylesine ki görmek isteyen herkes bunu görebilirdi. Selâmladım ve getirdiğim gülü eline tutuşturdum. Selâmımı alıp, gülü kibarca kabul etti, sonra gülümseyerek bagajını almaya girişti. Dervişler bagajını aldılar, Tekke'ye gitmek üzere yola koyulduk. Tekke'ye vardığımızda, bütün müridleri misafirimizi karşılamak üzere bir araya toplanmış bulduk. Namaz kıldık, çay içtik, biraz konuştuk, sonra kendisine odasını gösterdik ve gece istirahat etmesi için yalnız bıraktık. Hafta içinde, bir geceliğine halvet etmek üzere Tekke'ye olan ziyaretimi yaptım. Halvet, sessizce dua etme, tefekküre dalma ve Allah’ın Esmasını düşünme vaktidir. O gece, müridlerden biri misafirŞeyhe bir akşam yemeği vermeyi planladığı için biraz erkence yola çıktım. Yemeği kaçırdığımı düşünerek, özür dilemek üzere uğramıştım ki, yemeğin daha ileri bir saate ertelendiğini öğrendim. Bunun üzerine Tekke'de beklemeye karar verdim. Patika yoldan yukarı yürüyüp binanın yanından saptım. Orada bir müridle dolaşan Şeyhi görünce hayretler içinde kaldım. Kendisini yeniden görmenin sevinci içinde, yanına koşup selâm verdim. Yüzümü öptü ve selâmımı aldı. Daha sonra, birlikte yürüdük ve yürürken yazdıklarıma dair bir çok soru sordu. Ramazan boyunca gelişecek olaylara çok dikkat etmemi tavsiye etti. Kendisine yemekten söz ettim ve yemeğe katılmak için Şeyh Ahmed'le birlikte Tekke'den ayrıldık. Hayli güzel bir vakit geçirdik, kalbim iyi dostlar ve iyi yemek sayesinde hafiflemişti. O gece ibadet ve zikir için Tekke'ye döndük. Şeyhlerin sevgi dolu muhabbetinden sonra, bir kısmımız ayrıldı, diğerleri ise tefekkür ve nafile gece ibadetleri için geride kaldı. Ertesi sabah birkaç mürid gene Şeyhimizi görmek için toplandık. Şeyh, misafirimiz Şeyh Ahmed'e karşı büyük bir muhabbet gösteriyordu, ikisinin tam bir ahenk içinde olduklarını anlamak için yüzlerine bir bakmak yeterliydi. O gün Şeyhin bize söylediklerinden hiçbirini hatırlamıyorum. Sadece onu görmekten ne kadar mutlu olduğumu ve vaktin ne kadar dar olduğunu hatırlıyorum. Uçağa yetişmek için telaşla bizden ayrıldı, bir kez daha kalplerimiz ardı sıra sürüklenerek, tepeden aşağı yola indi. Müridlerden biriyle bir arabaya bindi ve çok geçmeden gözden kayboldu. Ertesi geceTekke son derece sessizdi. Bir avuç mürid, yatsı namazı öncesi Şeyh Ahmed'le oturuyordu. Şeyh Ahmed müsaade rica edip kalktı ve bir-iki dakika sonra bir bavulla göründü. Gülümseyerek oturdu ve çevresine toplanmamızı işaret etti. Bavulu açarak içinden birkaç tane güzel hat sanatı örneği, birkaç olağandışı yüzük, güzel eşarplar, tesbihler ve nihayet kapaklarına çok ilginç hatlar basılmış bazı kitaplar çıkardı. Her birimize ve ayrıca hanımlarımıza birer armağan verdi. Bu arada, Şeyh Ahmed 'in İngilizce bilmediğini belirtmem gerek, ama yine de çok iyi bir iletişim kurmuştuk. Kur'an'dan aşina olduğumuz ortak kelimelerle ve ana dili Türkçe'den kaptığımız birkaç kelimeyle konuşuyorduk. Gerçi o gece aramızda iyi Türkçe konuşan kimse yoktu, ama müridlerden bazıları Türkçe'yi çok iyi anlayabiliyordu ve Şeyh Ahmed Efendi orada kaldığı sürece, aramızdaki mesajların Şeyh Ahmed 'in getirdiği kitaplar çok ilgimizi çekti; sufîlik ve tasavvuf üzerine yazılmış İngilizce pratik kitaplardı. Onun ziyareti sırasında bu kitaplardan hayli istifade ettik. Bir araya geldiğimizde, sık sık birimizden kitaptan okumasını isterdi. Kitaplar böylece paylaşıldı ve bizim için bir ders vesilesi oldular. Ancak, kitaplar, benim için bu paylaşmanın ötesinde, derin bir özel anlam da taşıyordu. Şeyh Ahmed, kitapları ilk çıkardığında incelemem için bana vermişti. Kitapların yazarının adını görünce nutkum tutulmuştu, çünkü bu ad, beş yıl önce, ilk OrtaDoğu seyahatim sırasında benimle dervişi vasıtasıyla temasa geçen Büyük Şeyhin adıydı. Üstelik, kitabı açtığımda, hemen de birinci sayfada BüyükŞeyhin ve Haleflerinden birinin, ŞeyhNûn'un koca bir fotoğrafıyla karşılaştım. O gece, misafirimiz dışında, bu zatlar hakkında bir şeyler bilen tek kişi bendim. Bu fotoğraf, yıllar önce tanıştığım GaripAdamın bana emanet ettiği fotoğrafın tıpatıp aynısıydı. Fotoğraf, hem görüşmemizin bir teyidi, hem âdeta gelecekte olacakları haber veren bir uyarı olmuştu. O GaripAdamla yıllarca mektuplaşmıştım ve bu fotoğraf çok yakın olduğum bir mürid dışında kimseye göstermemiştim. Heyecanla kendimden geçtim, kitapta resimlerini gördüğüm adamlar hakkında bildiklerimi anlatabilmek için mırıldandım, kekeledim. Anlayarak, ama hiç şaşırmaksızın, sadece baktı ve tebessüm etti. Ardından, bana Şeyh Nûn'un ertesi yıl Tekke'yi ziyaret edeceğini söyledi. Bunları söylediği sırada, Şeyh Ahmed'in yüzüne bakarken, içimde önemli bir dönüşümün tamamlanmakta olduğunu derin bir katiyyetle biliyordum. Üstelik, BüyükŞeyhin halefiyle karşılaşmanın bütünüyle yeni bir macera dizisinin sadece başlangıcına işaret edeceğini de biliyordum. Kitapların genel başlığı, MercyOceans'ti (RahmetDenizleri). Gerçekten de Rabb-i Rahimim bana her adımda, rahmetinin denizlerden daha engin, ölçülmez derinlikte, ve harikulade sırlarla dolu olduğunu gösteriyordu. BenTarikat gemisine sadece O'nun Rahmeti sayesinde binmiş ve meçhule doğru bir seyahate çıkmıştım. Artık bir tayfa olarak, derinlerden elinde bir inciyle çıkma umudunun terkisine atlamış, dalgalara binmiş gidiyordum, Allah 'a, bütün âlemlerin Rabbine hamdü senâlar olsun. Şeyh Ahmed tâ başından beri kendini evindeymiş gibi hissediyordu. Kendini Allah Yoluna adadığı aşikârdı ve bu adanmışlık her halinden okunuyordu. Allah’ın Mescidinde nasıl davranılması gerektiği konusunda bizden çok daha hassastı. Ayrıca, manevî mertebelerimizin ve müşterek tekâmülümüzün de çok iyi farkndaydı. Bize, Şeyhimizce ve kendisince çok iyi belirlenmiş bir amaçla gelmiş olmalıydı ki, bizi murakabe edebileceği ve yolculuğumuzda elimizden tutabileceği programını hiç vakit kaybetmeden, ama incitmeden yürürlüğe koydu. Kaldığı sürece namazlara ve zikirlere imamlık etti, imamımız olarak oldukça rahattı. Şeyhimiz gibi, onun da çok az uyuduğunu farkettim. Sabah namazı için çok erkenden kalkar ve gecenin hayli geç saatlerinde, şafaktan yaklaşık bir saat önce, camiye gelirdi. Önce bir kaç rekat teheccüd namazı kılar, sonra, gökte ışıma emareleri görünene kadar mihrabın önünde oturur, sessizce zikrederdi. Bana özellikle tatlı gelen bu sabah zikirlerinin hemen peşinden Şeyh Ahmed ilahiler söylemeye başlardı, gün boyunca namazlar arasındaki vakitlere ise, Arapça dersleri koymuştu. Yanında Kura’n'a yeni başlayacaklar için küçük ama zorlu, herkese birer nüsha dağıtılacak şekilde çoğaltılmış ders kitapları getirmişti. Her öğrenci başta bir imtihandan geçirildi ve seviyesine göre ders almağa başladı. Hiç bilmeyenler elifbâ dersiyle, ortada olanlar bildikleri yerden başladı, ve harfleri tanıyan ve temel bir gramer bilgisi olanlar ise doğrudan Kur’an okumaya geçti. Şeyh Ahmed 'le yaptığımız bu dersler, aramızdaki iletişimin belkemiğini oluşturuyordu. O günleri her düşünüşümde, onu gözümde çok kesin bir tablo içine yerleştirerek hatırlarım. Namazda olmadığı zamanlar, genellikle, Tekke'nin muhabbet odasında otururdu. Yanında, ders almak için önüne oturduğumuzda kitaplarımızı koyduğumuz küçük bir rahle bulundururdu, ara sıra yoklama da yapardı. Halkadaki hiçbir derviş ya da mürid, ister mukim olsun ister misafir, bu derslerden kaçamazdı. Türkçe kesin anlamda 'hayır' anlamına gelen 'yok' kelimesi, müridlerin favori kelimesi olup çıkmıştı. Şeyh Ahmed, aramızda olmayıp dersi kaçıran birinin ismi üzerine çarpı işareti (X) koyarken, dil alışkanlığıyla söylerdi bu kelimeyi. Biz de, başka bir kadın ya da erkek müride derse gidip gitmediğini sorarken, şakacıktan aynı kelimeyi kullanırdık. Öyle ki, misafir Şeyhin bizden ayrılmasının üzerinden epey geçtikten sonra bile, ne vakit birisi "Yok!" dese, elimde olmadan gülümsemişimdir. Şeyh Ahmed, Ramazan boyunca, Kura’n derslerini giderek ağırlaştırdı. Arapça derslerine ek olarak, Kura’n okuma dersi kondu ve Ramazan'da âdet olduğu üzere, genellikle sabahları, her gün bir cüz okudu, biz de Kura’n'ı yüzünden okuyarak onu takip ettik. Kıraati çok hoş ve açıktı,ve her sabah bir kısmımız onu dinlemek üzere toplanırdık. Akşamları namazdan az önce, beraberce oturur ve Kur'an'dan kısa sureleri ve diğer temel münacatları okurduk. Günlerimiz hayli dolu ve meşgul ediciydi ve ayın sonlarına doğru, bizi dua ve kısa surelerin okunmasından imtihan edeceğini haber verince, herkesi bir telaştır aldı. Böylesine zorlu bir imtihanla yüzyüze gelen her mürid, zamanı nasıl kullanacağı ve misafirimizden olabildiğince çok şey öğrenmek için önüne çıkan her fırsatı değerlendirme sınavı ile karşı karşıya kalmıştı. |
1. sayfa (Toplam 3 sayfa) | Tüm zamanlar UTC + 2 saat |
Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group http://www.phpbb.com/ |