sufiforum.com http://sufiforum.com/ |
|
Hatemen-Nebiyyîn : Muhammed Mustafa (HAYATI) http://sufiforum.com/viewtopic.php?f=24&t=5136 |
1. sayfa (Toplam 8 sayfa) |
Yazar: | muhammedi [ 14.12.10, 17:08 ] |
Mesaj Başlığı: | Hatemen-Nebiyyîn : Muhammed Mustafa (HAYATI) |
Hatemen-Nebiyyîn : Muhammed Mustafa (HAYAT) Ebubekir Siraceddin rh.a (Martin Lings) *** İçindekiler 1. Allah'ın Evi Büyük Bîr Kayıp Vadideki Kureyş Bir Kaybın Tekrar Bulunuşu Bir Oğul Kurban Etmeye İçilen And Bir Peygambere Duyulan İhtiyaç Fîl Yılı Çöl İkî Kayıp Rahip Bahira Hılfül-Füdul Evlilik Önerileri Yuva Ka’be’nin Yeniden İnşası İlk Vahiy Namaz Aileni Uyarıp Korkut Kureyş Karşı Çıkıyor Evs Ve Hazreç Ebu Cehil Ve Hamza Kureyş'in Teklifleri Ve İsteklebî Kureyşin Îleri Gelenleri Korku Ve Ümit Ailelerde Bölünmeler Es-Saa (Kıyamet) Üç Soru Habeşistan Ömer Boykot Ve Kaldırılışı Cennet Ve Ebedîyyet Hüzün Yılı Senin Yüzünün Nuru Hüzün Yılından Sonra Yesrib’in Cevabî Göçler Bîr Suikast Hicret Medine'ye Giriş Ahenk Ve Uyuşmazlık Yenî Yuva Savaşa Başlangıç Bedîr'e Doğru Bedîr Savaşı Yenilenlerin Geri Dönüşü Esirler Beni Kaynuka Ölümler Ve Evlilikler Düzensiz Saldırılar Savaş Hazırlıkları Uhud'a Yürüyüş Uhud Savaşı Întîkam Şehitlerin Gömülmesi Uhud'dan Sonra İntikam Kurbanları Benî Nadir Savaş Ve Barış Hendek Kuşatma Benî Kurayza Kuşatmadan Sonra Münafıklar Gerdanlık Îftîra Kureyşin Yaşadığı İkilem Apaçık Bir Zafer Hudeybîye'den Sonra Hayber En Çok Sevdiğin Kim? Hayber'den Sonra Umre Ve Sonrası Ölümler Ve Bîr Doğum Va'dî Anlaşmanın Bozulması Mekke'nin Fethî Huneyn Savaşı Ve Taîf Kuşatması Uzlaşmalar Zaferden Sonra Tebük Tebük'ten Sonra Dereceler Gelecek Veda Haccı Seçim Cenazenin Gömülmesi Ve Hilafet |
Yazar: | muhammedi [ 14.12.10, 17:10 ] |
Mesaj Başlığı: | Re: Hatemen-Nebiyyîn : Muhammed Mustafa (HAYATI) |
HZ. MUHAMMED’İN HAYATI 1. ALLAH'IN EVİ Yaratılış kitabı (Tekvin) bize ibrahim'in çocuksuz olduğunu, çocuk sahibi olmaktan ümit kestiğini ve Tanrı'nın, çadırındaki İbrahim'e şöyle seslendiğini söyler: "Şimdi göklere bak ve sayabilirsen gökteki yıldızları say." İbrahim gözlerini yıldızlara çevirdi ve şöyle bir ses duydu: «Senin soyun da aynı şekilde çoğalacak» (Tekvin: 15:S). Karısı Sara yetmişaltı, İbrahim ise seksenbeş yaşında idi; karısı İbrahim'e Hacer adında Mısır'a bir cariyeyi ikinci karısı olması için verdi. Fakat hanımla cariye arasında geçimsizlik ortaya çıktı. Hacer, Sara'nın kızgınlığından kaçtı ve üzüntü içinde Allah'a yalvardı. Allah ona Melek'le bir mesaj gönderdi: "Senin soyunu o kadar çoğaltacağım ki onu saymak mümkün olmayacak." Melek ona şunları söyledi: «İşte, bir çocuğun olacak, bir erkek çocuğu dünyaya getireceksin ve adını İsmail koyacaksın; çünkü Allah senin kederini işitti.» (Tekvin: 16: 10-11). Sonra Hacer, İbrahim ve Sara'nın yanına döndü ve onlara Meleğin söylediklerini haber verdi; çocuk doğduğunda, İbrahim ona «Tanrı işitir» anlamındaki İsmail adını koydu. Çocuk onüç yaşına geldiğinde, İbrahim yüz, Sara ise doksan yaşındaydı; Tanrı tekrar İbrahim'e seslendi ve Sara'nın bir erkek çocuğu dünyaya getireceğini, adını İshak koymasını söyledi. Büyük oğlunun Allah katında gözden düşeceğinden korkan İbrahim Allah'a yalvardı: "İsmail senin katında yaşamaya devam etsin" Allah ona şöyle cevap verdi: "İsmail'le ilgili söylediklerini duydum. Üzülme, selâmım onun üzerine olsun... Ben onu büyük bir millet yapacağım. Fakat benim ahdim (sözüm), Sara'nın gelecek yıl bu vakitte dünyaya getireceği İshak ile yerine gelecek."(Tekvin: 17:20-1). Sara, İshak'ı dünyaya getirdi ve onu kendisi emzirdi. İshak sütten kesildiğinde, İbrahim'e artık Hacer ve İsmail'in kendi evlerinde kalmasına gerek kalmadığını söyledi. İbrahim, İsmail'i çok sevdiği için buna üzüldü. Fakat Tanrı tekrar İbrahim'e seslendi ve Sara'nın teklifine uymasını ve üzûlmemesini söyledi; ve İsmail'in korunanlardan olacağını tekrarladı. İbrahim bir değil, iki büyük milletin atası olacaktı -iki büyük millet, yani, iki rehber güç, yeryüzünde Tanrı'nın emirlerini yerine getirecek olan iki araç, çünkü Allah sözünden dönmez ve Allah katında Ruh ululuğundan başka büyüktük yoktur. İbrahim, beraber akmaması gereken, herbirinin kendi yolunda gitmesi gereken iki ruhsal akarsunun kaynağı olacaktı; O, İsmail ve Hacer'i güvenliklerinden emin olarak Allah'a ve Onun meleklerine emanet etti. İki ruhsal akarsu, iki din, Tann'nın yarattığı iki farklı alem; iki daire, yani iki merkez. Bir yer insanlar seçtiği için değil, Sema'da seçildiği için kutsal olur. İbrahim'in çevresinde ise iki kutsal yer vardı: Birisi yakında idi, diğerinden ise İbrahim'in henüz haberi yoktu. İşte Hacer ve İsmail, Arabistan çöllerinde, Kenan illerinin kırk günlük deve yolu güneyinde yer alacak olan bu ikinci kutsal yere yönlendirilmişlerdi. Vadinin ismi Bekke idi. Bazıları bu adın vadinin darlığı nedeniyle verildiğini söyler: her tarafı tepelerle kaplıdır, sadece üç çıkışı vardır, biri kuzeye, biri güneye, diğeri ise batıda Kızıl Deniz'e açılır ve kıyıya elli mil uzaklıktadır. Kitaplar, Hacer ve İsmail'in Bekke'ye nasıl ulaştığı hakkında bilgi vermiyor, kervan yolcularının yardımıyla ulaşmış olmalılar, çünkü vadi büyük kervan yollarından birinin üzerindedir. Bu yol, Güney Arabistan'dan Akdeniz'e götürülen güzel kokular ve parfümlerin taşındığı yol olduğu için bazen «misk yolu» diye de adlandırılır. Hacer'le İsmail vadiye vardıklarında, herhalde, kervandan ayrılmışlardır. Ana-oğul susuzluktan kavrulmaya başladıklarında, Hacer oğlunun ölmesinden korktu. Atalarının geleneklerine göre, İsmail yattığı yerden Tanrı'ya yalvardı ve annesi biraz ötedeki taşın üstüne çıkıp, yardım gelip gelmediğini araştırdı. Kimseyi göremeyince karşıdaki yüksek tepeye kadar koştu, fakat yine kimseyi göremedi. Yarı çılgın bir halde iki nokta arasından yedi kez geçti, yedincisinde dinlenmek İçin kayanın üstüne oturduğu sırada melek geldi. Tekvin'e göre Melek şöyle dedi:. «Tanrı çocuğun sesini duydu" ve Tanrı'nın Meleği gökten Hacer'e seslendi ve şöyle dedi: "Hacer, seni üzen ne? Korkma, çünkü Tanrı, yatan çocuğun sesini duydu. Kalk ve çocuğu kaldır, kucağına al. çünkü onu büyük bir millet yapacağım. Tanrı onun gözlerini açtı ve o kaynayan bir su gördü.» (Tekvin, 21: 17-20). Allah, İsmail'in, topuğunun olduğu yerden bir su kaynağı fışkırttı. Bundan sonra vadi, suyunun bolluğu ve güzelliği nedeniyle kervanların konak yeri oldu ve kaynak "Zemzem" adını aldı. Tekvin, İbrahim'in diğer kolunun kitabı değil, İshak ve soyundan gelenlerin kitabıdır. İsmail'le ilgili şunları yazar: «Ve Tanrı çocukla beraberdi, çocuk vahşi doğanın içinde büyüdü, yaşadı ve bir okçu oldu.» (Tekvin). Bundan sonra İsmail'den çok az bahseder, sadece İsmail ve İshak'ın babalarını Hebran'da beraber gömdüklerini ve birkaç yıl sonra Esau'nun kuzeniyle, yeni İsmail'in kızıyla evlendiğini yazarken İsmail'in adı geçer. Fakat Mezmur'da, «Ey Mihmandarların Rabbi, senin barınakların: (tapınakların) ne güzeldir» adlı bölümü açarken İsmail ve annesinden ve Zemzem'in onların vadiden geçmesi nedeniyle çıktığından bahsedilir: «Mübarek olanlar, gücünü senden alan, Bekke vadisinden geçip, orayı bir su kaynağı yapanların yoluna olan ve onları kalbinde taşıyanlardır.» (Mezmur; 84-5-6). İsmail ve Hacer gittikleri yere ulaştıklarında, İbrahim'in daha yetmişbeş yıllık ömrü vardı ve oğlunu o kutsal yerde ziyaret etti. Kur'an bize, Allah'ın İbrahim'e İsmail'le birlikte Zemzem kuyusunun yakınına inşa edecekleri mabedin yerini gösterdiğini söyler (Hacc: 26); nasıl yapacakları da onlara bildirilmişti. Bu mabede, şekil olarak «küp» e benzediği için Kâ'be adı verilir; dört köşesi, pusulanın dört yönüne göredir. Fakat bu kutsal yerdeki en kutsal nesne, yeryüzüne indiğinden beri Ebu Kubeys tepesinde bulunduğu ve oradan bir Melek tarafından İbrahim'e getirildiği söylenen semavi bir taştır. "O, Cennet'ten yeryüzüne sütten beyaz bir halde indi, fakat Ademoğlunun günahları onu kararttı." [1] Bu karataşı, Kâ'be'nin doğu köşesine yerleştirdiler; mabedin yapımı bittiğinde Allah tekrar İbrahim'e seslendi ve ona Bekke'ye, veya daha sonra adlandırıldığı gibi Mekke'ye Hac geleneğini kurmasını emretti: «Bana hiçbir şeyi ortak koşma, tavaf edenler, kıyam edenler, rükua ve sücuda varanlar için Evimi tertemiz tut. İnsanlar içinde Haccı duyur; gerek yaya, gerekse uzak yollardan (derin vadilerden) gelen yorgun düşmüş develer üstünde sana gelsinler.» (Hacc: 26-27). Hacer, İbrahim'e Bekke'ye ilk geldiği günkü yardım arama çabalarından bahsetti. O da Hacer'in geçtiği iki nokta olan Safa ile Merve tepeleri arasından Hacıların yedi defa geçmelerini Haccın gereklerinden birisi yaptı. Daha sonra İbrahim, büyük bir olasılıkla Kenan'da, etrafındaki geniş otlaklara, buğday ve arpa tarlalarına bakarak şöyle dua etti: «Rabbimiz, gerçekten ben, çocuklarımdan bir kısmını Beyt-i Haram(kutlu ve korunmuş ev)'da ekini olmayan bir vadiye yerleştirdim; Rabbimiz, dosdoğru namazı kılsınlar diye (öyle yaptım). Böyle Sen, insanların bir kısmının kalblerini onlara ilgi duyar kıl ve onları birtakım ürünlerden rızıklandır. Umulur ki şükrederler.» (İbrahim. 37)[2]. -------------------------------------------------------------------------------- [1] Hadis: Tir. VII, 49. [2] Kitapta kullanılan ayet meallerinde Ali Bulaç, Kur'an-ı Kerim'in Türkçe Anlamı (Meal ve Sözlük) Pınar Yayınları, İst. 1983 meali esas alınmıştır. (çeviren) |
Yazar: | muhammedi [ 15.12.10, 14:48 ] |
Mesaj Başlığı: | Re: Hatemen-Nebiyyîn : Muhammed Mustafa (HAYATI) |
2. BÜYÜK BİR KAYIP İbrahim'in duası kabul oldu. Arabistan'dan ve daha uzaklardan gelen hacılar tarafından getirilen zenginlikler Mekke'yi doldurdu. Büyük Hac yılda bir kez yapılıyordu; fakat: Kâ'be, Umre yapılarak yılın istenilen zamanında ziyaret edilebilirdi; bu ib? d etler, ibrahim ve İsmail'in koyduğu kurallara göre şevk ve bağlılık içinde yapılmaya devam ediyordu. İshak'ın soyundan gelenler de, Kâ'be'yi İbrahim tarafından yapılan kutsal bir tapınak olarak ziyaret ediyorlardı. Bu onlar için Tanrı'nın var olan mabed-lerinden sadece biri idi. Fakat yüzyıllar geçtikçe tek Tanrı'ya olan ibadetin saflığı bozulmaya ve kirlenmeye başladı. İsmail'in soyundan gelenler, Mekke vadisine sığmayacak kadar çoğaldılar; uzaklara göç edenler bu kutsal tapınaktan taşlar alıp, Kâ'be adına onlara saygı göster* diler. Daha sonraları, komşu putperest toplulukların etkisiyle bu taşlara putlar da eklendi; ve sonunda hacılar bu putları Mekke'ye de taşımaya başladılar. Bu putlar Kâ'be'-nin içine kondu, işte o zaman yahudiler İbrahim'in tapmağını ziyaret etmeye başladılar1. Putperestler, putlarının Tanrı ile insan arasında aracılık yaptığını savunuyorlardı. Bu nedenle, Tanrı ile olan ilişkileri günden güne azaldı ve Tanrı onların hayatından uzaklaştıkça, Ahiret'e olan inançları zayıfladı, sonunda çocuğu ölümden sonraki yaşama inanmamaya başladılar. Fakat gerçeği görebilenler için, onların Hak yoldan saptığını gösterir birçok delil vardı: artık Zemzem kuyusuna önem vermiyorlardı, nerede olduğunu bile unutmuşlardı. Bunun asıl sorumlusu Yemen'den gelen Cürhümilerdi. Onlar Mekke'nin yöneticiliği görevini üstlenmiş, İbrahim'in soyundan gelenler de bunu kabullenmişlerdi, çünkü ismail'in ikinci karısı bir Cürhümi idi. Fakat Cürhümiler her türlü adaletsizliği uygulamaya başladığında diğer kabileler onları Mekke'den kovdular. Cürhümiler ayrılmadan önce Zemzem kuyusunu doldurdular ve üstünü örttüler. Şüphesiz bunu intikam almak için kinlerinden yaptılar, fakat yıllardan beri hacıların Kâ'be'ye getirdiği mücevherleri, geri dönüp zengin olmak için kuyuya gömdükleri ve üstünü kumla kapladıkları da olasıdır. Onların görevini, yanı Mekke'nin yöneticiliğini Huzaa kabilesi üstlendi. Bu kabile İsmail'in soyundan gelen, Ye-men'A göç eden, daha sonra tekrar kuzeye dönen bir Arap kabilesidir. Fakat Huzaa da, atalarına verilen bu harika suyun kaynağını araştırmadı. Çünkü o günlerde, Mekke'de başka kuyular kazılmış ve Tanrı'nın bu hediyesi bir ihtiyaç olmaktan çıkmış, Kutsal Kuyu yarı unutulmuş bir hatıra olarak kalmıştı. O halde Cürhürmlerin suçuna Huzaa'lar da ortak olmuşlardır. Onlar diğer yönlerden de suçludurlar onların bir şefi, Suriye'den dönerken Moabi'lerden, putlarından birini vermelerini istedi. Ona Hubel'i verdiler. Beraberinde Mekke'ye getirdiği Hubel, Kâ'be'ye kondu ve Mekke'nin baş putu oldu. |
Yazar: | muhammedi [ 15.12.10, 14:48 ] |
Mesaj Başlığı: | Re: Hatemen-Nebiyyîn : Muhammed Mustafa (HAYATI) |
3. VADİDEKÎ KUREYŞ İbrahim'in soyundan gelen en güçlü arap kavimlerinden biri de Kureyş idi; ve İsa'dan yaklaşık dört yüz yıl sonra, Kureyş'ten Kusayy, Huzaa'nın lideri Huleyl'in kızı ile evlendi. Huleyl, damadını kendi oğullarma tercih etti; çünkü Kusayy ammanmın araplan arasında sivrilmiş bir şahsiyetti. Huleyl'in ölümünden sonra, şiddetli bir çarpış-ma oldu ve sonunda Mekke'nin yöneticiliği ve Kabe'nin koruyuculuğu Kusayy'a verildi. Bunun üzerine Kusayy yalan akrabaları olan Kureyşlileri –kardeşi Zühre, amcası Teym, diğer bir amcasının oğlu olan Mahzum ve daha uzak olan bir kaç kuzenini- vadiye getirdi ve Mabed'in yakınma yerleştirdi. Bunlar ve yakınları Vadi Kureyşleri, Kusay'ın daha uzak akrabaları olan ve çevredeki tepelerde yerleşmiş olanlar İse civar Kureyşleri olarak tanınır. Kusayy bu iki kabileyi de kral gibi yönetiyor ve vergi alıyordu, bu parayla da kendilerini besleyemeyecek kadar fakır olan hacıları doyururdu. Bu zamana kadar Mabed'in koruyucuları onun çevresinde çadırlarda kalıyorlardı. Fakat Kusayy onlara, kendilerine evler yapmalarını söyledi, kendisi de Daru'n-Nedve adıyla tanınan geniş bir ev yaptı. Herşey ahenkliydi, fakat karışıklıklar çıkmak Üzere idi. Kusayy soyunun belirgin özelliklerinden biri de her nesilde bir tek seçkin kişinin tüm kavme hükmetmesi idi Kusayy'ın dört oğlundan en şerefli ve tanınmış olanı Abdu'1-Menaf ti. Fakat Kusay, en büyük oğlu Abdu'd-Dar'ı. içlerinde en az yetenekli olmasına rağmen diğerlerine tercih etti ve ölümünden kısa bir süre önce ona şunları söyledi: «Oğlum, insanlar, onları senden daha şerefli kabul etseler de, seni onların seviyesine çıkaracağım. Sen açmadıkça Ka'be'ye kimse giremeyecek. Kureyş'in savaş sancağı senin ellerinde olacak, sen izin vermedikçe hiçbir hacı Mekke'de içecek su bulamayacak, sen vermedikçe hiçbir yiyecek bulamayacak, Kureyş senin evinden başka yerde bir meselede anlatamayacak.[1]Kendi hak ve güçlerinin tümüyle birlikte Darün-Nedve'nin sahipliğini de ona verdi. Evlada yakışır bir şekilde Abdu'l-Menaf, babasının dileklerini tartışmasız kabul etti; fakat bir sonraki nesilde Kureyş'in yansı, gününün en ileri gelen adamı olan Ab-du'L-Menafın oğlu Hagim'in etrafında toplandılar ve hakların Abdu'd-Dar sülalesinden Hasim'in kendi sülalesine aktarılmasını istediler. Haşim ve kardeşlerini destekleyenler Zühre ve Teymin torunları ve en yaşlı grup hariç tüm Kusayy soyundan gelenlerdi. Mahzum'un soyundan gelenler ve diğer uzak kuzenler hakların Abdu'd-Dar'-da kalmam gerektiğini savundular. Duygular o kadar şiddetlendi ki Abdu'l-Menaf soyundan bir grup kadın bir kâse güzel koku getirip, Ka'be'nin yanına koydular; Haşim, kardeşleri ve diğer taraftarları ellerini bu kaseye daldırıp, birbirlerini bırakmayacaklarına dair and içtiler ve bu anlaşmayı teyid etmek için kokulu ellerini Kabe'nin taşlarına sürttüler. İşte bu grup güzel kokanlar diye anıldı. Abdu'd-Dar'ın taraftarları da birleşme andı içtiler ve onlara da Müttefikler adı verildi. Şiddet ve savaş sadece Mabed'İn içinde değil Mekke'yi çevreleyen büyük bir daire içinde de yasaktı. İki grup, bir anlaşmazlık çıktığın savaş etmek için bu kutsal yerden milierce uzağa gitmek zorundaydılar. Sonunda Abdu'LMenaf oğullarının vergi toplama ve hacılara yiyecek ve su sağlama haklarını almasına, Abdu'd-Dar oğullarının ise Ka'be'nin anahtarlarına ve diğer haklara sahip olmasına ve onların evinin yine toplanma yeri (Darü'n-Nedve) olarak devam etmesine karar verildi. Haşim'in kardeşleri, hacılara hizmet görevini Haşim'e verdiler. Hac zamanı yaklaştığında Haşim mecliste kalkar ve şöyle derdi: «Ey Kureyşliler, siz Allah'ın komşularısınız, O'nun evinin yakınlarısınız, işte bu bayramda Tanrı'-ran ziyaretçileri, hacılar O'nun evine geliyor. Onlar Allah'ın misafirleridir ve hiçbir* misafir O'nun misafirleri kadar cömertlik beklemez. Eğer benim kendi zenginliğim yetse idi, bu yükü size yüklemezdim.» Haşim hem Arabistan içinde, hem de dışında şeref kazandı. Mekke'den kalkan iki büyük kervanı, Yemen'e giden kış kervanını ve kuzey-baü Arabistan'a, oradan Roma İmparatorluğunun bir bölümü olarak Bizans yönetiminde olan Suriye ve Filistin'e giden Yaz kervanını o düzenlemiştir. İki kervan da eski «misk yolu» üzerinden geçerdi ve yaz kervanının en önemli duraklarından biri ve ilk durağı, kuzeytte Mekke'den onblr günlük deve yolu uzaklıktaki Yesrid vahası İdi. Bu vahada bir zamanlar sadece yahudiler hüküm sürüyordu, fakat daha sonra Güney Arabistan'dan bir kavim onları yönetmeye başladı. Yahudiler, toplumun genel yaşamında rol almaya ve kendi dinlerini koruyarak zenginlik içinde yaşamaya devam ettiler. Yes-rib'deki Araplara gelince, onlar ana-erkil gelenekleri devam ettiriyorlardı. Atalarından bir kadının ölümünden sonra Kayle'nin çocukları adını aldılar, fakat Kayle'den sonra kabile, oğullan Evs ve Hazreç arasında ikiye ayrıldı. Hazreç'in en etkili kadınlarından biri. Neccar sülalesinden Amr'ın kızı Selma idi. Haşim onunla evlenmek istedi. Selma, kendisiyle ilgili İslerin kontrolünün kendisinde olmasını şart koşarak teklifi kabul etti ve ayrıca bir erkek çocuk dünyaya getirdiğinde en azından on dört yaşına dek Yesrib'de büyütmeyi şart koştu. Haşim bu şartları kabul etti, çünkü /eni gelenler için daha tehlikeli olan vaha humması sayılmazsa, Yesrib'in iklimi Mekke'den daha sağlıklıydı. Bundan başka Haşim sık sık Suriye'ye gidiyordu. Gerek oraya giderken, gerekse dönüşte Selma ve oğlunun yanında kalabilirdi. Fakat Haşîm'in yaşamı uzun sürmedi, seferlerinden birinde Filistin'de, Gazze'de hastalandı ve öldü. Haşim'in Abdu'ş-Şems ve Muttalib adında iki öz kardeşi ve Nevfel adında bir üvey kardeşi vardı. Abdu'ş-Şems Yemen'de ve Suriye'de ticaretle meşguldü, Nevfel ise Irak'ta ticaret yapıyordu. Bu nedenle ikisi de çoğu zaman Mekke'den uzakta bulunuyorlardı. Bu ve daha başka sebepler yüzünden, hacılara su verme ve onları beslemek için vergi toplama haklarını Haşim'in küçük kardeşi Muttalib aldı ve kendisinden sonra bu görevleri yüklenebilecek bir kişi düşünmeye başladı. Haşim'in Selma dışındaki diğer eşlerinden üç oğlu vardı. Fakat söylenenlerin tümü doğru ise, bunların hiçbiri -ve Muttalib'in kendi oğullarından hiçbiri- Sehna'nın oğluyla karşılaştırılamazdı. Çok genç olmasına rağmen Şeybe -annesinin verdiği isim- liderlik için özgün vasıfları göstermeye başlamıştı. Vaha'dan gecen yolcular onunla ilgili çok mükemmel haberler getiriyorlardı. Sonunda Muttalib onu görmeye gitti; gördükleri onu, Selma'dan yeğenini kendisine emanet etmesini istemeye yöneltti. Selma oğlunu bırakmak istemiyordu. Şeybe de annesinin rızası olmadan onu bırakmayacağını söyledi. Fakat Muttalib'in ümidi kırılmamıştı. Mekke'nin anne ve oğu-la Yesrib'in sağlayamayacağı olanaklar sağlayacağını vur-guladı. Kutsal Ev'in bekçileri ve tüm Arabistan'daki Hacc'-în merkezi olan Kureyşliler şerefçe diğer Arap kabilelerinden üstündüler; büyük bir ihtimalle Şeybe, bir gün babasının görevini üstlenecek ve Kureyş'in liderlerinden biri olacaktı. Fakat bunun için Önce kendi halkıyla bütünleşmeliydi. Dışarıdan gelen bir göçmen böyle bir şerefe tabii ki hak kazanamazdı. Selma onun öne sürdüğü düşüncelerden çok etkilendi. Eğer oğlu Mekke'ye giderse onu Mekke'de ziyaret etmesi veya oğlunun onu ziyaret etmesi kolay olacaktı, bu nedenle onun gitmesine izin verdi. Mut-talib yeğenini devesinin arkasına aldı ve yola koyuldu. Mekke'ye giderken yolda onlara rastlayanların, bu yabancı genci gördüklerinde «Abdü'l-Muttalib- yani «Muttalib1-in kalesi» dediklerini duydu. O da «bu benim kardeşim Haşîm'in oğludur» diye cevap verdi. Sözlerine karşılık ola-rak verilen selamla birlikteki gülümseme, şehirde ağızdan agıza dolaşacak olan genç adamla ilgili haberlerin başlangıcıydı; o günden sonra genç, Abdu'l-Muttalib olarak anıldı. Mekke'ye vardıktan kısa bir süre sonra,, babasının hakları üzerinde amcası Nevfel'le aralarında anlaşmazlık çıktı : fakat koruyucu amcasının ve Yesrib'den gelen desteğin yardımıyla Abdu'l-Muttalib haklarını kazanabildi. Mutta-lib'in Yesrib'de verdiği sözlerden de ümit kesmedi. Yıllar sonra Muttalib öldüğünde hiç kimse yeğeninin hacılara yiyecek ve su sağlama hektarını almasına karşı çıkmadı. Onun bu işi becermekte .mcasını ve babasını bile geçtiği söylenirdi. -------------------------------------------------------------------------------- [1] «el» takısının kaldırıldığı hitaplar dışında isim el-Muttalıbdir. Fakat bu belirlilik takısı transkripsiyonda zorluk yarattığı için, bu ve bunun gibi «el- takısı taşıyan isimlerde hitap halini kullanmayı tercih ettik. |
Yazar: | muhammedi [ 15.12.10, 14:51 ] |
Mesaj Başlığı: | Re: Hatemen-Nebiyyîn : Muhammed Mustafa (HAYATI) |
4. BİR KAYBIN TEKRAR BULUNUŞU Kabe'nin kuzey-baü yönüne bitişik, alçak, yarı dairesel bir duvarla çevrilmiş bir bölüm vardır. Duvarın iki ucu Ka'be'nin kuzey ve batı köşelerine birleşemeyecek kadar kısadır ve bu da hacılara geçiş sağlar. Fakat hacıların çoğu tavaflarını bu noktada geniş alırlar ve duvarın dışından tavaf ederler. Bu duvarın bulunduğu yer Hicr-i İsmail adını alır, çünkü İsmail ve Hacer'in mezarları onu kaplayan kayaların altındadır. Abdul-Muttalib, Ka'be'ye yakın olmayı o denli seviyordu ki bazen Hicr*e bir şilte serilmesini emrediyordu. Bir gece orada uyurken bir gölge geldi, ona: «Tatlı berraklığı kazıp çıkar» dedi. -Tatlı berraklık nedir?» diye sordu, fakat o sırada gölge kayboldu. Buna rağmen uyandığında ruhunda bir hafiflik ve mutluluk duydu, bu nedenle ertesi geceyi de orada geçirmeye karar verdi. Ziyaretçi tekrar geldi ve: «Hayrı kaz» dedi. Fakat Abdu'l-Muttalib yine sorusuna cevap alamadı. Üçüncü gece ona şöyle söylendi: «Saklanmış hazineleri kaz». Abdu'l-Muttalib'in onların ne olduğunu sorması üzerine yine konuşan yok oldu. Fakat dördüncü gece emir; «Zemzemi kaz» idi; ve bu kez «Zemzem nedir?» sorusuna konuşan şu cevâbı verdi: «Onu kaz, pişman olmayacaksın,Çünkü o mirastır Senin büyük atalarından O hiçbir zaman kurumaz. Ve tüm Hacıları sulamana yeter.» Daha sonra konuşan ona kan, gübre, karınca yuvası ve gagalı kuzgûnî kuşların bulunduğu bir yer aramasını söyledi. Ona «Allah'ın hacılarını tüm hac boyunca sulayacak temiz akan su için- dua etmesi söylendi.1 Güneş doğarken, Abdu'l-Muttalib kalktı ve Irakî köşe adı verilen Kâ'be'nin kuzey köşesinden Hicri terketti. Ku-zey-batı duvarı boyunca diğer köşedeki Kâ'be'nin kapısına doğru yürüdü; bir kaç adım gittikten sonra durdu, doğu köşesindeki Hacerü'l-Esved*i (Kara Taş) öptü. Oradan tavafa başladı, tekrar Iraki Köşe'den Hicr'e, oradan batı köşesine -Suriye Köşesi- oradan da güneydeki Yemen köşesine gitti. İbrahim'in soyundan gelenler, tshakoğuilari olsun, îsmailoğuliarı olsun mabedi güneşin tersi yönünde tavaf ederler. Yemen köşesinden Hacerü'l-Esved'e doğru yürüdüğünde, Ebu Kubays tepesini ve sarı ışıkta kesin çizgileriyle belli olan diğer tepeleri görebiliyordu. Mabed'in etrafında yedi kez döndü. Her dönüşünde ışık daha par-laklaşıyordu, çünkü Arabi? -an'da alacakaranlık ile şafağın arası çok kısadır. Tavafı tamamladıktan sonra Hacerü'1-Es-ved'den Kâ'be'nin kapısına gitti, kilide asılı olan metal halkayı tutarak, kendisine öğretilen duayı okudu. Yakınında, kumun üstünde kanat ve kuş sesleri duydu. Bir başka kuş daha göründü. Abdu'l-Muttalib ibadetini bitirip, kuşların kapının karşısında yaklaşık yüzyıldan beri duran kayalara doğru ilerleyişlerini seyretti. Bu 'kayalar put olarak kabul edilmişti ve Kureyşliler kurbanlarını bu iki kaya arasında kesiyorlardı. Kuşlar gibi Abdu'l-Muttalib de kayaların arasında kan olduğunu biliyordu. Gübre de vardı. Oraya yaklaştığında bir karınca yuvasının da varolduğunu gördü. Eve gitti ve biri oğhı Haşim, biri de kendisi için iki kazma aldj. Kazma sesleri ve garib görüntü -çünkü burası her taraftan rahatlıkla görülebilirdi- kalabalığı onların yanına çekti; Abdu'l-Muttalib'e duyulan büyük saygıya rağmen, kurbanların kesildiği bu putların dibini kazmanın (D I.I., 93. hürmetsizlik olduğunu ve Abdu'l-MuttaÜb'in kazmayı bırakmasını söyleyenler çıktı. O durmayacağını, Haris'e arkasında bekleyip kimsenin müdahale etmesine izin vermemesini söyledi. Bu heyecanlı ve sihirli bir andı. Sonuç güzel çıkmayabilirdi. Fakat iki Haşimî kararlı ve birlik içindeydiler, seyredenler ise şaşkınlık içindeydi, isaf ve Naile adındaki bu iki put Mekke putları arasında yüksek bir yere sahip değildi, hatta onların Kâ'be'yi pislettikleri için taşa çevrilmiş Cürhümi bir kadınla bir erkek olduğu bile söyleniyordu. Bu nedenle Abdul-Muttalib'i durdurmak için hiç bir aktif hareket meydana gelmedi; o kuyuyu kaplayan kayayla karşılaşıp, Tann'ya şükrettiği sırada, kalabalığın bir kısmı oradan ayrılmak üzereydi. Kalabalık tekrar toplandı ve çoğaldı; o, Cürhümilerin gömdüğü hazineleri çıkarırken herkes bunlar üzerinde kendine bir pay çıkarmaya çalışıyordu. Abdu'l-Muttalib, bu hazinelerin kendisine mi, topluluğa mı, yoksa Kâ'be'ye mi kalacağı konusunda kur'a çekilmesine karar verdi. Bu şüpheli bir şeye karaı vermekte kullanılan usul, kabul edilmiş bir gelenekti. Bu gelenek Kâ'be'de Moabi putu Hut al Önünde ok çekerek uygulanıyordu. Bu çekilişte hazinenin bir kısmı Kâ'be'ye, bir kısmı da Abdul-Muttalib'e çıkb ve Kureyş'e hiçbir çey çıkmadı. Aynı zamanda Zemzem Üzerindeki kontrolün Haşi-milerde obuasına karar verildi, çünkü hacılara su sağlamak onların göreviydi. 5. BİR OĞUL KURBAN ETMEYE İÇİLEN AND Abdul-Muttalib, cömertliği ve akıllılığı ile Kureyş-ten saygı görüyordu. O çok yakışıklı bir adamdı, etkili bir görünüşü vardı. Zengin oluşu da kendini şanslı saymasının nedenlerinden biriydi; bütün bunların üstüne Zem-zem'in tekrar inşa edilmesine alet olan seçilmiş kişi olması da ekleniyordu. Bu lütuflan için Allah'a çok minnettardı; fakat, Zemzem kuyusunu kazmayı durdurması söylendiğinde, ruhu bir takım düşüncelerle sıkılmıştı. Her-şey iyi gitmişti, Allah'a şükür! Fakat daha önce bir oğul sahibi olmanın eksikliğini hiç bu kadar hissetmemişti. Örneğin, AbdÜ'ş-Şems kabilesinin başı, kuzeni Umeyye'ye bir çok erkek evlat lutfedilmlşti ve eğer kuyuyu kazan Mah-zum'un reisi Muğire olsaydı, oğullan onun etrafında büyük ve güçlü bir daire oluşturabilirlerdi. Oysa kendisi, birden fazla karısı olmasına rağmen onu destekleyecek bir tek erkek çocuğa sahipti. Buna alışmıştı; fakat kendisine Zem-zem'i veren Allah onu başka yönlerde de yüceltebilirdi; bu yeni lütfün verdiği şevkle Tanrıya daha fazla erkek çocuk vermesi için dua etti. Duasına, eğer O, on evlat verirse ve hepsi de büyüyüp, buluğ çağına gelirse, onlardan birini Kâ'be'de kurban edeceğini de ekledi. Duası kabul olmuştu; yıllar geçmiş ve dokuz oğlu daha olmuştu. O andı içtiğinde, bu, ona çok uzak bir olasılık gibi görünmüştü. Fakat, Abdullah dışındaki tüm oğullan büyüdüğünde, içtiği ant düşüncelerinde yer etmeye başladı. Bütün oğullarıyla iftihar ediyordu, fakat içlerinde en çok Abdullah'ı sevdiği açıktı. Belki Tanrı da bu çocuğu seçmiş ve ona bu belirgin güzellik ve iyilikleri vermişti. Belki de onun kurban edilmesini istiyordu. Ne olursa olsun, Abdu'l-Muttalib sözünün eri bir İnsandı, sözünden dönmeyi hiç bir zaman düşünmemişti. O aynı zamanda çok adaletli bir insandı ve sorumluluklarının farkındaydı. Han gi oğlunu kurban edeceğini seçme yükünü kendi üstüne alamazdı^ Bu nedenle Abdullah büyüdüğünde, on oğlunu da çevresine topladı ve onlara Tanrı'ya verdiği sözden bahsetti, sözünü yerine getirebilmesi için onlardan yardım istedi Ona boyun eğmekten başka seçenekleri yoktu; babalarının sözü kendi sözleriydi; ve ona ne yapmaları gerektiğini sordular. Babaları onlara her birinin bir ok üzerine kendi işaretlerini koymalarını söyledi. O sırada Kureyşln oklara bakan falcısına Kâ'be'de bulunması için haber göfiderdi. Oğulannı Kutsal Ev'e soktu ve falcıya verdiği sözden bahsetti. Her oğul kendi okunu hazırladı ve Abdu'l-Muttalib, Hubal'ın yanında yerini aldı. Yanında getirdiği büyük bıçağı .çıkardı ve Allah'a dua etmeye haşladı. Oklar çekildi, çakan Abdullah'ın okuydu. Babası bir eliyle onu, diğer eliyle de bıçağı tutarak onu kapıya doğru sürükledi, kendisine düşünme payı bırakmak istemezcesine kurban ede-^ uygun bir yer arıyordu. Fakat o evindeki kadınları, özellikle de Abdullah'ın annesi Fatıma'yı hesaba katmamıştı. Diğer karıları Mekke dışındaki kabilelerdendi, bu nedenle Mekke üzerinde etkileri çok azdı. Fakat Fatıma, en güçlü kabilelerden biri olan Mahzum lrabilesindendi, yani bir Kureyş'liydi. Bunun ya-nısıra anne tarafından Kusayy'ın oğullarından Abd'a bağlıydı. Fatuna'nın tüm ailesi bir yardım gerektiğinde müdahale edebilecek kadar yakındaydılar. On oğlundan üçü Fa-tıma'dandı: Zübeyr, Ebu Talib ve Abdullah. O aynı zamanda, kardeşlerine çok bağlı olan Abdu'l-Muttalib'in beş kızının da annesi idi. Bu kadınlar boş durmuyordu ve şüphesiz kendi oğullarının başına da gelebilecek olan bu tehlike nedeniyle diğer| karıları da Fatıma'nm yanında yer alıyorlardı. ı- Oklara bakıldıktan sonra büyük bir topluluk fal oklarının bulunduğu yeri doldurdu. Muttalib ve Abdullah, Kâ'be'nin kapısında ölü gibi renksiz bir halde belirince, Mahzumiler arasından bir mırıltı yükseldi, çünkü kendi kardeşlerinin oğullarından birinin kurban edileceğini anladılar. «O bıçakla nereye? diye bir ses yükseldi, halbuki hepsi bu sorunun cevabını biliyordu. Abdu'l-Muttalib ettiği yeminden bahsetmeye başladı, fakat Mahzum'un şefi Muğire onun sözünü kesti: «Onu kurban etmeyeceksin, onun yerine başka bir şey feda et, Onun bedeli ne kadar çok olursa olsun, tüm Mahzumoğulları kendi mallarını feda etmeye hazırdırlar-. Bu zamana kadar Abdullah'ın diğer kardeşleri de Ka'be'nin dışına çıkmışlardı. Hiçbiri konuşmamıştı, fakat şimdi babalarına dönüp, kardeşlerini kefaret karşılığında kurtarması için yalvanyorlardı. Herkes aynı şeyi söylüyor ve Abdu'l-Muttalib de ikna olmak istiyordu, fakat aklı şüphelerle doluydu. Sonunda Yesrib'de yaşayan akıllı bir kadına, bu durumda kefaretin mümkün olup olmadığını sormaya ve mümkünse nasıl olacağını öğrenmeye karar verdi. Abdullah'ı ve bir veya iki oğlunu daha yanma alarak, Abdu'l-Muttalib doğduğu şehre gitti. Orada kadının Yes-rib'in yüz mil güneyinde, yahudilerin yerleştiği Heyber'e gittiğini öğrendi. Bu nedenle yollarına devam ettiler ve kadını buldular. Kadına olayları anlattıklarında, onlara ruhla konuşması gerektiğini ve ertesi günü gelmelerini söyledi. Abdu'l-Muttalib Allah'a dua etti, ertesi gün kadın şunları söyledi: «Bana ilham geldi. Sizde kan bedeli ne-dir?» Ona on deve olduğunu söylediler. «Memleketinize dönün ve kurban edeceğiniz adamı bir tarafa, on deveyi bir tarafa koyun ve aralarında kura çekin. Ok adamın aleyhine çıkarsa, on deve daha ekleyin ve tekrar kura çekin. Fal develere çıkıncaya kadar develeri arttırın. Develeri kurban edip adamı salıverin- dedi. Mekke'ye döndüler, Abdullah'ı ve on deveyi Râ*be*nin avlusuna koydular. Abdu'l-Muttalib, Kâbenin içine girdi ve Hubel'in yanında durarak, yaptıklarını kabul etmesi için Allah'a yalvardı. Okları çektiler ve ok Abdullah'ın aleyhine çaktı. On deve dana eklediler, fakat oklar yine develerin yaşaması, Abdullah'ın kurban edilmesi gerektiğini söylüyordu. Her seferinde on deve ekleyerek develerin sayısını artırmaya devam ettiler, develerin sayısı yüzü buluncaya dek falın sonucu aynı çıktı. Sonunda fal develerin aleyhine döndü. Fakat Abdu'l-Muttalib çok titiz bir insandı: bu kadar büyük karara varmak için bir okun sonucunu yeterli görmedi. Üç kez fal oku çekilmesi üzerinde durdu ve İki kez daha ok çektiler. Her seferinde fal develerin aleyhine çıktı. Sonunda Abdu'l-Muttalib Tann'nın kefareti kabul ettiğinden emin oldu ve develer kurban edildi. 6. BİR PEYGAMBERE DUYULAN İHTİYAÇ Abdu'l-Muttalib hiç bir zaman Hubal'a ibadet etmedi; o hep Tanrı'ya-Allah'a ibadet ederdi- Fakat Moabi putu nesillerden beri Ka'be'nln içindeydi ve tüm mabedlerin en büyüğü olan bu mabedi kaplayan lütuf ve ruhsal etkinin, yani bereket'in cisimleşmiş şeklini temsil ediyordu. Arabistan'da başka küçük mabedler de vardı. Bunların en önem. İlleri Hicaz bölgesindeki AH<* kızları» olarak kabul edilen Lat, Uzza ve Menat İdi. Diğer Yesrlb Arapları gibi Abdul-Muttalib de küçüklüğünden beri, vahanın kuzeyinde, Kızıl Deniz'deki Kudayd'da bulunan Menafin tapınağına götürülmüştü. Kureyş için bunların en önemlisi, Mekke'nin bir günlük deve yolu güneyinde, Nahle ovasın-dakl Uzza putu idi Bir günlük yol daha gidilirse, Havazin kabilesinden Takıf tarafından yönetilen ve Yeşil Cennet denilen Taife vanlır. Lat «Taiflİ bir kadın» di ve onun putu gösterişli bir tapınağa konmuştu. Bu putun koruyucuları oldukları için Takıf ular kendilerini Kureyş'le bir tutarlardı; Kureyş de Mekke ve Taif i kasdettiklerinde, -iki şehir» diyecek kadar Taif i yüceltmisti. -Hicaz'ın Bostanı» denilen Taif1 in verimliliği ve ikliminin güzelliğine rağmen, halkı yine de kuzeydeki boş vadiyi kıskanıyordu Çünkü kendi mabetlerinin, ne kadar yükseltseler de, Allah'ın Evi ile boy ölçüşemeyeceğini biliyorlardı. Tamamen tersi ol-masını, yani kendi tapınaklarının tercih edilmesini de istemiyorlardı, çünkü onlar da İsmail'in soyundandılar ve Mekke'yle bir çok bağları vardı. Bu konudaki duyguları çoğunlukla karmaşık ve birbirine karşıt oluyordu. Diğer tarafta Kureyş hiç kimseyi kıskanmıyordu. Dünyanın merkezinde yaşadıklarından haberdardılar ve pusulanın her yönünden hacı çekebilecek derecede büyük bir tapınağın sahibi olduklarını biliyorlardı. Onların yapması gereken tek şey kendileriyle diğer kabileler arasında kurulan iyi ilişkiyi bozmamaya çalışmaktı. Abdu'l-Muttalib'in hacıları Mekke'de ağırlamayla ilgili görevleri, onun tüm bunlardan haberdar olmasını sağladı. Onun işlevi kabilelerarası bir işlevdi ve bir noktaya kadar tüm Kureyş tarafından paylaşılıyordu. Hacılara Mekke'nin bir ev olduğu hissettirilmeliydi. Onları hoş karşılamak, onların ibadet ettikleri şeyleri hoş karşılamak ve beraberlerinde getirdikleri putlara saygıda kusur etmemek anlamına geliyordu. Putları kabul etmenin ve onların etkili olduğuna inanmanın tek delili ve meşruiyeti gelenekti: babaları, babalarının babaları ve daha büyük ataları hep öyle yapmıştı. Bununla birlikte, Allah, Abdu'LMuttaUb için büyük bir gerçeklik ifade ediyordu. Şüphesiz O, Kureyş. Huzaa, Havazin ve diğer arap kabilelerindeki çağdaşlarından daha çok İbrahim'in dinine yakındı. Fakat İbrahim dinini tam anlamıyla sürdüren bir kaç kişi vardı ve daima olmuştu. Onlar putlara ibadetin geleneksel olmaktan çok, sonradan ortaya çıkmış bir tehlike (bid'at) olduğu kanaatindeydiler. Hu bel'in, İsrail oğullarının altın buzağısından pek farklı olmadığını görebilmek için tarihe bir göz atmak yeterliydi. Kendilerine Hanifler[1] adını veren bu şahısların putlarla hiç ilgisi yoktu ve putları Mekke'yi pisleten ve alçaltan varlıklar olarak görüyorlardı. Taviz vermekten uzak oluşları ve çoğu şeye karşı çıkışları onları Mekke toplumunun dışında kalmaya zorluyordu. Onlara karşı takınılan, tavır, tolerans, saygı veya kötü davranma bir bakıma kişilikleri, bir bakıma da kendilerini korumaya hazır olan kabileler tarafından belirleniyordu. Abdu'l-Muttalib dört tane Hanif tanıyordu ve onların en saygını olan Varaka, Esad kabilesinden ikinci kuzeni Nevfel'in [2]oğlu idi. Varaka Hristiyan olmuştu. O bölgedeki Hristiyanlar arasında bir peygamberin gelişinin yakın olduğu fikrî yaygındı. Bu inancın bu kadar yayılmasının sebebi ise Doğudaki kiliselerden bazılarının bu inancı desteklemesi ve astrologlarla, kahinlerin de bu inancı paylaşmasıydı. Yahudilere gelince, onlar da son gelen peygamberin İsa olduğunu bildikleri için yeni bir peygamberin geleceği konusunda hemfikirdiler. Yahudi alimleri onlara peygamberin çok yakında geleceğini, onun geleceğine delalet eden birçok işaretin görüldüğünü ve muhakkak onun seçilmiş kavim olan yahudilerden çıkacağını söylüyorlardı. Varaka'nm da içlerinde olduğu bir grup Hristiyan ise bu konuda şüphedeydiler; onlara göre peygamberin Arap olmaması için hiç bir sebep yoktu. Arapların, yahudilerden daha çok peygambere ihtiyaçları vardı, çünkü en azından yahudiler tek Tanrı'ya tapma bakımından İbrahim'in dinini takip ediyor ve putlara tapmıyorlardı. Arapların bu yalancı tanrılara tapmalarını ise sadece bir peygamber önleyebilirdi. Kâ'be'nin içinde ve çevresinde toplam 360 put vardı; bunun yanısıra Mekke'de her evde, evin merkezini oluşturan bir put bulunurdu. Yolculuğa çıkarken ve dönüşte yapılan ilk iş, putu okşamak ve ondan yardım dilemek olurdu. Bu uygulamalar sadece Mekke'ye özgü değildi, tüm Arabistan'a yayılmıştı. Bazı yerleşik Hristiyan Arap topluluklarının varolduğu da bir gerçekti: Güney'de, Nec-ran ve Yemen'de, Kuzey'de ise Suriye kıyılarında bulunuyorlardı. Fakat, tüm Akdeniz'i ve Avrupa'yı değiştiren Tan-n'nın son vahyi (İsa), altı yüzyıldan beri Mekke vadisindeki putperest topluluk üzerinde hiçbir önemli etkiye sahip olamamıştı. Hicaz Arapları ve doğusundaki geniş Necd ovasındaki Araplar încillerin mesajına kapalı gibi görünüyordu. Kureyş ve diğer putperest kabileler Hristiyanlara düşman değildiler. Hristiyanlar bazen ibrahim'in Mabed'ini ziyarete gelirler ve Araplar tarafından diğer hacılar gibi ağırlanırlardı. Hatta bir Hristiyan'ın Ka'be'nin içinde Meryem ve İsa portresi boyamasına izin verilmiş, teşvik bile edilmiştir. Fakat bu resim ve diğerleri bir karşıtlık teşkil ediyorlardı, Kureyşliler ise bu karşıtlığa aldırmaz görünüyorlardı onlar için bu, sadece putlarına iki yeni putun eklenmesinden ibaretti. Kabileslndeki çoğu kişinin aksine Varaka eski kutsal kaynakları okuyabiliyordu. Onlar üzerinde bir araştırma bile yapmıştı. Bu nedenle O, hristiyanlann çoğunlukla Hamsin yortusunda kutladıkları mucizeye (Pentecost) delalet ettiğini söyledikleri İsa'nın sözlerinden bir kısmının bu anlamı aştığını ve henüz ortaya çıkmamış bir şeyi kasdettı-ğtoi farkedebiliyordu. Fakat'bu cümlelerin anlamı gizli idi. neye delalet ettiği anlaşılmıyordu: «O hiç bir zaman kendiliğinden konuşmaz, onun söyledikleri duyduklarından ibarettir.»[3] Varaka'nın kendine çok yakın olan Kuteyle adında bir kızkardeşi vardı. Çoğunlukla bütün bunları ona. anlatırdı. Onun söyledikleri Kuteyle üzerinde o denli etkili olmuştu ki beklenen peygamber sürekli düşüncelerinde yer ediyordu. O gerçekten aralarında olabilir miydi? Develer kurban edilir edilmez, Abdu'l-Muttalib kurtulan oğlunu evlendirmeye karar verdi. Biraz araştırdıktan sonra, Kusayy'm kardeşi Zühre'nin torunu olan Vehb'in kızı Amine'yi uygun bir eş olarak seçtiler. Vehb, Zühre kabilesinin şefiydi, fakat birkaç yıl önce ölmüştü. Amine, babasından sonra kabilenin şefi olan erte) erkek kardeşi Vuheyb'in velayeti altındaydı. Vuheyb'in de evlenecek yaşta Hale adında bir kızı vardı. Abdu'l-Muttalib evlilik kararını onaylatırken Amine[4]yi oğluna, Hale'yi de kendine istedi. Vuheyb de bu anlaşmayı kabul etti ve aynı zamanda yapılacak olan bu çifte düğün için tüm hazırlıklar yapıldı. Karar verilen gün Abdul-Muttalİb oğlunun elinden tutup Beni Zühre'nin[5] yerleştiği evlere doğru yürümeye başladı. Beni Esad'ın evleri de yol üzerindeydi. O sırada Varaka'mn kardeşi Kuteyle de, bu meşhur düğünü görebilmek için evinin kapısı önünde oturuyordu. Abdu'l-Muttalib o sıra yetmiş yaşlanndaydı, fakat yaşma görft her bakımdan hâlâ genç görünüyordu. Bu çifte damatların yavaş yavaş yaklaşması, onların zaten var olan etkileyiciliklerini artırıyordu. Daha da yaklaştıklarında Kuteyle gözlerini genç adama dikti. Abdullah güzellikte zamanının Yusuf u gibiydi. Hatta Kureyş'in en yaşlı erkek ve kadınları o zamana dek böyle güzel kimse görmediklerini söylüyorlardı. O şimdi gençliğinin baharında, yirmi beş yaşında idi. Fakat Kuteyle bu kez onun yüzünde başka bir şeylerin varolduğunu ve ahunda dünyanın ötelerinden gelen bir nur (ışık) parladıgını farkederek şaşırdı. B. Alenen peygamber Abdullah olabilir miydi? Yoksa o beklenen peygamberin babası mı olacaktı? Baba-oğul tam onun yanından geçmişlerdi ki «Ey Abdullah,» diye bir ses duydular. Babası, sanki onun gidip kuzeniyle konuşmasını İstermiş gibi elini bıraktı. Abdullah, yüzünü Kuteyle'ye çevirdi, kadın ona nereye gittiğini sordu. Abdullah bir şeyler sakladığı için değil, fakat onun düğüne gittiğini bilmesi gerektiğini düşünerek sadece «Babamla gidiyorum» diye cevap verdi. Kuteyle: «Beni şimdi ve burada al ve benimle evlen, sana yerine kurban edilen develer kadar deve vereceğim.» dedi. Abdullah ise «Babamla beraberim, onun isteklerinin dışına çıkamam ve onu bırakamam» diye cevap verdi."[6]. Evlilikler planlandığı gibi yapıldı ve iki çift birkaç gün Vuheyb'in evinde kaldılar. Bu sırada Abdullah, kendi evinden birşeyler almak üzere yola çıkmıştı, yine Varaka'mn kardeşi Kuteyle'ye rastladı. Kadının gözleri yüzünü öyle araştırır bakışlarla tarıyordu ki, konuşmasını bekler bir şekilde yanında durdu. Kadın bir şey söylemeyince, bir gün önce söylediklerini neden tekrarlamadığını sordu. Kuteyle şu cevabı verdi: «Dün yüzünde varolan ışık bugün yok. Bugün benim senden istediklerimi bana veremezsin.» . Evlenmelerin meydana geldiği yıl MS. 569 idi. Bunu takip eden yıl Fil yılı olarak bilinir ve birden fazla sebep nedeniyle önem taşır. -------------------------------------------------------------------------------- [1] Hanif kelimesi (çoğulu hunefa) «Ortodoks» anlamım taşır. Bak. K. VI, 161. Yazar M. Ungs, Hanif terimini her ne kadar Ortodoks'tuk olarak tarif ediyorsa da, gerçekte asıl anlamı Hak dine eğilim, tevhid dini, muvahhid olmak veya Allah'ı birleyen, bir tanıyan demektir. (İnsan [2] Haşim'in kardeşi Nevfel'le karıştırılmamalı dır. [3] St John, 16: 13. [4] Zühre oğulları onun soyundan gelenler). Bent,' İbn'in çoğuludur. [5] M., 101. 30 [6] IX, 100 |
Yazar: | muhammedi [ 16.12.10, 16:17 ] |
Mesaj Başlığı: | Re: Hatemen-Nebiyyîn : Muhammed Mustafa (HAYATI) |
7. FÎL YILI O yıllarda Yemen, Habeşistan'ın yönetimindeydi. Ve Ebrehe admda bir Habeş'lî tarafından yönetiliyordu. Ebre-he, San'a'da bütün Arabistan'ın hac yeri olarak Mekke'den daha ileri olmasını istediği büyük bir katedral yaptırdı. Bu katedral için Saba melikesinin terkedilmiş saraylarından mermerler getirtti, altından haçlar, fildişi ve abanozdan minberler yaptırttı ve Necaşiye şunları yazdı: «Kralım, sîzden önce hiç bir krala nasip olmayan bir kilise yaptırdım sizi ve tüm Arapları bu kiliseye haccetmeye razı edene kadar uğraşacağım.» Bu dileğini gizli de tutmuyordu, bu nedenle Hicaz ve Necd Arapları arasında büyük bir gerginlik ortaya çıkmıştı. Sonunda Kureyş'e yakın kabilelerden biri olan Kinane'li bir adam San'a'ya kiliseyi pisletmek için gitti. Bir gece gizlice gidip, sağsalim geri döndü. Ebrehe bunu duyunca, Ka'be'yi yerle bir etmeye and içti. Hazırlıklarını tamamlayıp büyük bir ordu ile Mekke'ye doğru yola çıktı. Ordunun önünde ise bir fil gidiyordu. San'a'nın kuzeyindeki bir takım Arap kabileleri onu durdurmaya çalıştılar, fakat Habeşistanlılar onları yendi ve Kes'am kabilesinin lideri Nufeyl'i esir aldılar. Nufeyl hayatına karşılık onlara rehberlik etmeyi kabul etti. Ordu Taife vardığında Nufeyl'in adamları, Ebrehe'nin Kâ'be yerine kendi tapmakları Lafı yıkmasından korkarak onu karşılamaya çıktılar. Varmak istediği yere henüz ulaşmadiğim söyleyip, geri kalan yolda onlara rehberlik etmesi İçin beraberine bir adam verdiler. Ebrehe yanında Nufeyl olmasına rağmen teklifi kabul etti. Fakat yanına verdikleri adam Mekke'ye iki mil kala, Muğammis'te öldü, onu oraya gömdüler Araplar bu mezarı bugüne dek hep taslaya gelmişlerdir. Ebrehe Muğammis'te mola verdi ve Mekke tepelerine atlı bir grup gönderdi: Yolda ne bulurlarsa aldılar ve Eb-rehe'ye Abdu'l-Muttalib'in ikiyüz devesini de içeren bir sürü gönderdiler. Kureyş ve komşu kabileler savaş konseyi topladılar ve düşmana karşı koymanın bir anlamı olmadığına karar verdiler. O sırada Ebrehe, Mekke'ye beraberinde oranın şefini getirmesi İçin bir elçi gönderdi. Elçi onlara savaş etmek istemediklerini, sadece Kabe'yi yıkacaklarını ve kan dökülmesini istemiyorlarsa şefin kendisiyle birlikte Habeşlilerin karargahına gelmesi gerektiğini söyledi. Haklar ve görevler Abdu'd-Dar ve Abdu'l-Menaf sülaleleri arasında bölüştürüldüğünden beri Kureyş "in resmi bir başkanı yoktu. Fakat herkesin fikrinde kabilelerden birinin başkanı) Mekke'nin şefi olarak yer etmişti. Bu kez elçi Abdu'l-Muttalib'in evine yöneldi ve Abdu'l-Muttalib oğullarından biriyle beraber elçinin arkasından gitti. Ebrehe onu gördüğünde, görünüşünden o denli etkilendi ki selamlamak için ayağa kalktı ve halının Üstüne, onun yanına oturdu. Ebrehe tercümana Abdu'l-Muttalib'den bir şey sorup sormak İstemediğini öğrenmesini söyledi. Abdu'l-Muttalib, askerlerin ikiyüz devesini aldığını ve onların geri verilmesi gerektiğini söyledi. Ebrehe biraz şaşırdı ve hayal kırıklığına uğradığını belirtti. Develerinden çok yıkılmak istenen dinini düşünüyor olmalıydı. Abdu'l-Muttalib şu cevabı verdi: «Ben develerin sahibiyim, Kâ'be'rün de onu koruyan bir sahibi vardır». Ebrehe: «Bana karşı koruyamaz» dedi. Abdu'l-Muttalib: «Bunu göreceğiz, sen bana develerimi geri ver» dedi. :Ebrehe de develerin geri vermesl için emir verdi. Abdul-Muttalib, Mekke'ye döndü ve Kureyşlere şehrin üzerindeki tepelere çekilmelerini tavsiye etti. Daha sonra ailesinden bir grupla Ka'be'ye gitti. Ka'be'nin yanında durarak, Allah'a, Ebrehe ve askerlerine karşı güç vermesi için yalvardılar. Abdu'l-Muttalib de Kâ'be'nin kapısındaki metal halkaya yapışarak «Allah'ım.kulun kendi evini korudu, sen de kendi Ev'ini koru» diye yalvardı. Duayı bitirdikten sonra diğer Kureyşlilerle birlikte Mekke'nin dışındaki tepelere çıktılar, oradan aşağıda ne olup bittiğini görebiliyorlardı. Ertesi sabah Ebrehe şehrin üzerine yürümek için hazırlandı. Ka'be'yi yıkıp tekrar aynı yoldan San'a'ya dönmeyi düşünüyordu. Süslenen fil, zaten hazır olan ordunun en önüne geçirildi; güçlü hayvan konumunu aldıktan sonra, bakıcısı Üneys tarafından ordunun gittiği yöne, yani Mekke'ye doğru çevrildi İsteksiz olmasına rağmen rehber yapılan Nufeyl, ordunun en önünde Üneys'le birlikte gitmek zorundaydı. Bu sırada Üneys'ten hayvana nasıl kumanda ettiğini de öğrenmişti. Ve Üneys ilerleme emrini anlayabilmek için başım çevirdiği bir anda Küfeyi filin kulağına yavaşça çökmesini fısıldadı. Bunun üzeirne fil, Ebrehe ve askerlerini şaşırtacak bir şekilde kendini yere bıraktı. Üneys ona kalkmasını emretti, fakat fil Nufeyl'in emrinden çıkmadı. Onu ayağa kaldırmak için ellerinden geleni yaptılar; hatta başına demir çubuklarla vurdular, fakat fil taş gibi yerinde sabit duruyordu. Daha sonra tüm orduyu Yemen tarafına yürütüp kendilerini takip etmeai için kaldırmayı denediler. Fil kalktı ve peşlerinden gitti. Orduyu tekrar Mekke yönüne çevirdiler, fil de. o tarafa döndü, fakat bir adım bile atmadan oraya çöktü. Bu, bir adım bile ileri gitmemeleri gerektiğine açık bir uyarı idi. Fakat Ebrehe yaptırdığı mabedi kabul ettirmeye ve onun rakibini yok etmeye o kadar kararlı idi ki, bu uyarıyı göremez hale gelmişti. Eğer geri dönmüş olsalardı, belki büyük felaketten kurtulabilirlerdi. Ama geç kalmışlardı : birden batı tarafındaki gökyüzü karardı ve acayip bir ses duyuldu. Denizden gelen bu karanlık manzara genişledi ve yukarı baktıklarında gökyüzünün kuşlarla dolu olduğunu gördüler. Kurtulanlar, kuşların uçuşunun kırlangıca benzediğini ve her kuşun, biri ağzında ikisi ayaklarında olmak üzere, kuru fasulye büyüklüğünde üç çakı I -taşı taşıdığını söylediler. Askerlerin üzerine çullandılar ve taşlamaya başladılar; taşlar o denli sert ve hızlı idi ki, zırhları bile delip geçiyordu. Her taş hedefini buluyor ve Öldürüyordu, çünkü taş bedene deâer denmez beden yavaş yavaş veya aniden çürümeye başhyordu. Taşlar herkese isabet etmemişti, Üneys ve fil de bunlar arasındaydı. Kurtulanlardan bir kısmı Hicaz'da kaldı ve çobanlık ederek veya başka işler yaparak geçimlerini sağladılar. Fakat ordunun büyük bir çoğunluğu tekrar San'a'ya döndü: Çoğu yolda öldü, Ebrehe'nin de içinde bulunduğu diğer grup ise San'a'ya vardıktan sonra öldüler. Nufeyl ise ordunun dikkatinin file çevrildiği bir sırada oradan ayrılmış ve Mekke'nin üstündeki tepelere kaçmıştı. O günden sonra Araplar kureyşlilere * Tanrı'nm halkı» adını verdiler ve daha çok saygı göstermeye başladılar. Çünkü Allah onların dualarını kabul etmiş ve Kâ'be'yi yi kılmaktan korumuştu. Onlar birincisiyle pek ilgisiz olmayan ve aynı yılda. Fil yılında meydana gelen başka bu olayla da şeref ve saygınlık kazanacaklardı. Abdu'l-Muttalib'in oğlu Abdullah, kuşların mucize gös. terdiği sırada Mekke'de değildi. Kervanlardan biriyle Fi listin "Suriye'ye ticaret için gitmişti; dönüşte Yesrib'te babaannesinin akrabalarına uğradı ve orada hastalandı Kervan Mekke'ye onsuz döndü. Oğlunun hastalık haberini duyunca Abdu'l-Muttalib, iyileştiğinde kardeşini geri getirmesi için oğlu Haris'i gönderdi. Fakat Haris Yesrib'iı kuzenlerinin evine vardığında teselli dolu selamlamalar aldı ve kardeşinin öldüğünü anladı. Haris döndüğünde Mekke üzüntüye boğuldu. Aminenin tek tesellisi doğacak olan bebeğiydi ve doğum yaklaştıkça kederi daha da azaldı, içinde bir ışık taşıdığının farkındaydı. Birgün kendisinden öyle bir ışık parladı ki Suriye'deki Basra kalelerini bile görebildi. Kendisine bir sesin şöyle dediğini duydu: «Sen karnında halkının önderi olacak bir şahsı taşıyorsun; doğduğunda şöyle de: «Onu her türlü kötülükten, Allah'ın koruması altına emanet ediyorum» ve adını Muhammed koy.»[1]. Birkaç hafta sonra çocuk dünyaya geldi. Amine amcasının evindeydi. Abdu'l-Muttalib'e gelip torununu görmesi için haber gönderdi. Abdu'l-Muttalib çocuğu kucağına aldı ve Kâ'be'ye götürdü. Orada verdiği hediye için Allah'a şükretti. Daha sonra çocuğu tekrar anesine getirdi-Fakat dönüşte Önce kendi evine uğradı ve çocuğu evdeki-lere gösterdi. Kendisi de Amine'nin yeğeni Hale'den kısa bir süre sonra çocuk sahibi olacaktı. O sırada en küçük oğlu, üç yaşındaki Abbas'tı. Kapının önünde durmuş babasına bakıyordu. Abdu'l-Muttalib yeni doğmuş bebeği ona doğru uzatarak: «Bu senin kardeşin, kardeşini öp» dedi Abbas da onu öpdü -------------------------------------------------------------------------------- [1] I.I., 102 |
Yazar: | muhammedi [ 22.12.10, 17:43 ] |
Mesaj Başlığı: | Re: Hatemen-Nebiyyîn : Muhammed Mustafa (HAYATI) |
8. ÇÖL Erkek çocukların, doğduktan sonra çöle emzirilmek ve belli bir yaşa kadar büyütülmek üzere gönderilmesi Arabistan'da yaygın bir gelenekti. Çocuk ölüm oranının yüksek ve salgın hastalıkların yaygın olusu nedeniyle Mekke'de de bu gelenek sürdürülüyordu. Fakat bundan amaç sadece çocuğun çölün temiz havasını teneffüs etmesi değildi. Bu sadece bedenle ilgili bir sebepti. Çölün insan ruhu Üzerinde de bir takım etkileri vardı. Kureyş yerleşik hayata yeni geçmişti. Kusayy, onlara Mabed'in etrafına evler yapmalarını söyleyene dek- yan göçebe bir hayat yaşıyorlardı. Sabit yerleşme tabii ki kaçınılmazdı, fakat bu türlü yerleşme sakıncalıydı. Soyluluk ve özgürlük birbirinden ayrılmaz iki kavramdı ve göçebe özgürdü. Çölde bir insan, mekana hükmettiğinin bilincindeydi; bu hükmetme sayesinde de bir bakıma zamanın baskısından kurtuluyordu denebilir. Çöl insanı, çadır bozarak dünlerini savabiliyordu; zamanı ve yeri henüz belirmedigi için yarın bir hüsran olarak görünmüyordu. Fakat şehirli insan bir mahpustu Onun bir yerde sürekli kalmak zorunda oluşu herseyi çürütüyor ve -dün, bugün, yarın- zamanın gayesi haline getiriyordu. Şehirler bozulma yerleriydi. Şapşallık ve tembellik onların duvarları arasına gizlenmiş ve insanın uyanık ve tetikte oluşunu köreltmek için hazır bekliyorlardı. Orada her şey, hatta insanın sahip olduğu en önemli özellik olan dil bile bozuluyordu. Arapların çok azı okuyabilirdi, fakat güzel konuşma tüm Arapların çocuklarında görmek istediği üttün bir meziyetti. İnsanın değeri güzel konuşmam ve bela-gafa İle ölçülürdü ve belagatın'.başı da şiirdi. Ailede bir şairin bulunması Övünülecek bir olaydı. En iyi «»Her hemen hemen tamamen çöldeki birkaç kabileden çıkıyordu. Çünkü çölde konuşulan dil güre çok benziyordu, , Bu nedenle çölle bağlantı nesilde yenilenmeliydi; ciğerler için temiz hava, dil için saf arapça\ ruh için özgürlük. Kureyş'in erkek çocukları, çölden bu faziletleri kapabilmeleri için, daha kısa surede yeterli olmasına rağmen, sekiz yaşlarına kadar çölde kalırlardı. Bazı kabileler çocuklara bakma ve büyütmede iyi şöhret kazanmışlardı. Bunlardan biri de Mekke'nin güneydoğusunda yerleşen, Havazin'lerin en önemli kollarından biri olan Beni Sa'd îbn Bekr kabilesi idi. Amme oğlunu bu kabileden bir kadına vermek istiyordu. Onlar Mekke'ye belirli zamanlarda süt çocuğu almak İçin gelirlerdi ve yalanda bir grubun gelmesi bekleniyordu. Mekke'ye bu kez yaptıkları yolculuğu, onlardan biri, kocan Harisle birlikte gelen ve yeni doğum yapmış olan Ebu Zu'ayb'ın kızı Halime şöyle anlatıyor: «O yıl bir kıtlık yılıydı ve hiçbir şeyimiz kalmamıştı. Dişi eşeğimin üzerine bindim. Yanımıza bir damla bile süt vermeyen yaşlı dişi devemizi de aldık. Açlıktan ağlayan küçük oğlumuz yüzünden bütün gece uyuyamadık. Çünkü göğsümde onu besleyecek kadar süt yoktu. Eşeğim o kadar zayıf ve güçsüz idi ki çoğunlukla diğerlerini bekletiyordum.» Develerin ve eşeğin beslenip güçlenebilmesi için nasıl bir damla yağmur yağmasını beklediklerini anlattı. Fakat Mekke'ye varana dek hiç yağmur yağmadı. Beni Sa'dülar süt çocuğu almak için etrafa bakınmaya başladıklarında. Amine orada bulunanlara sırayla oğlunu almaları için teklifte bulundu, fakat hepsi reddettiler. Halime: «Bunun sebebi çocuğun babasından biraz destek beklemenüzdi. O bir yetim, annesi ve dedesi bize ne sağlayabilir? diyerek onu almadık- dedi. Çocuk emzirmek için direkt bir Ücret İstemiyorlardı, çünkü çocuğa verilen süt karşılığında par» almak şerefsizlik sayılıyordu. Aldıkları karşılık daha dolaylı ve uzun. sûreye bağlıydı. Şehirlilerle göçebeler arasındaki bu değiş-tokuş doğal bir şeydi, çünkü birinin zengin olduğu konuda diğeri fakirdi. Göçebenin teklif ettiği şey Tanrı vergisi geleneksel yaşam şekliydi. Habibi'in yaşam şekli. Kabil'in oğulları ise -ilk şehirleri kuran Kabil'di, zenginliğe ve güoe sahiptiler. Bedevi'nin avantajı, büyük ailelerden biriyle sürekli bir bağ kurmaktı. Sütanne, kendisine ikinci bir anne gibi bağlanacak ve yaşamı boyunca minnettar kalacak bir oğul sahibi oluyordu. O aynı zamanda kendi çocuklarına da kardeş gibi davranacaktı. Bu ilişki sadece sözde bir ilişki değildi. Araplara göre süt de varislik kanallarından biriydi ve emzirenin nitelikleri hemen bebeğe, de geçerdi. Fakat süt çocuktan büyüyene dek hiçbir şey beklenemezdi, o büyüyene dek çocuğun görevlerini babası yüklenirdi. Bir büyükbaba (dede) görevler için uzak sa-yılabirlirdi. Bu durumda ise Abdu'l-Muttalib'ân yaşlılığı nedeniyle uzun süre yaşayamayacağını biliyorlardı, öldüğünde torunu değil oğullan miras alacaklardı. Amine iee fakirdi; çocuğa gelince, babası ona zengin bir miras bırakacak kadar yaşamamıştı. Oğluna beş tane deve, küçük bir koyun ve keçi sürüsü ve bir cariyeden başka miras bırakmamıştı. Abdullah'ın oğlu gerçekte büyük bir aileye mensuptu; fakat bu yil teklif edilen en fakir çocuktu. Diğer taraftan sütanne ve ailesinin zengin olmaları beklenmese de çok fakir olmamaları istenirdi. Halime ve kocası arkadaşları arasında en fakir olanlarıydı. Halime ve diğeri arasında bir seçenek ihtimali olduğunda, diğeri tercih ediliyordu. Sonunda Halime dışında tüm Beni Sa'd kadınları birer çocuk sahibi olmuşlardı. Sadece en fakir sütanne çocuksuz, en fakir çocuk da sütannesiz kalmıştı. «Mekke'den ayrılmaya karar verdiğimizde» dedi Halime, «kocama dedim ki: tüm arkadaşlarımın arasında em-zirecek bir çocuk bulamadan dönmeyi sevmiyorum. Gidip o yetimi alacağım.» «Nasıl istersen» dedi. «Onun sayesinde Tann bize belki lütfeder.» Ondan başka bir bebek bulamadığım için döndüm ve onu aldım. Onu alıp konakladığımız yere döndüm, onu kucağıma alıp göğsüme yaklaş, tırdığımda göğsüm onun için sütle doldu. O kendi memesini emdi, diğerinden de süt kardeşi doydu. Sonra ikisi de uyudular, kocam yaşlı devemizin yanına gitti, bir de ne görsün! Memeleri süt doluydu. Onu sağdı ve doyuncaya dek ikimiz de sütten içtik. En güzel gecemizi geçirdik ve sabahleyin kocam bana şöyle dedi: «Halime, senin aldığın bu çocuk korunmuş bir yaratık.» «Benim dileğim de bu» dedim. Daha sonra yola koyulduk, ben eşeğe bindim, arkama da çocuğu bindirdim. Eşeğim tüm diğerlerini geçti ve hiçbiri ona yetişemedi. Bana «Hey, bizi bekle! Geldiğin eşek bu mu?» diye sordular. «Tabii bu» dedim. «Ona bir mucize isabet etmiş» dediler. «Beni Sa'd yöresindeki çadırlarımıza ulaştık. Tann'nın yeryüzünde burası kadar kısır ve verimsiz bir* toprak daha olduğunu sanmıyorum. Fakat biz çocuğu beraberimizde getirdikten sonra sürümüz her seferinde karnı tok ve sütle dolu olarak eve dönüyordu. Diğerlerinin bir damla bile sütü yokken biz onları sağıp içiriyorduk. Komşularımız ise kendi çobanlarına: -Gidin ve onların çobanının otlattığı yerlerde sürüleri otlatın» diyorlardı. Yine onların sürüleri aç ve sütsüz dönerken, bizimkiler tok ve sütle dolu dönüyorlardı. Çocuk iki yaşma gelip ben onu sütten ke sinceye dek Tann'nm bu lütfü devam etti[1] «Çocuk iyi büyüyordu» diye devam etti. «Ve diğer çocukların hiçbiri büyümede ona yetişemiyordu. iki yaşma geldiğinde iyi gelişmiş bir çocuktu, bize getirdiği bereket nedeniyle bizde daha çok kalmasını istememize rağmen onu annesine geri götürdük. Ona şöyle dedim : «Küçük oğlumu daha çok güçlenene dek benim yanımda bırak, çünkü Mekke'de onun salgın hastalıklara yakalanmasından korkuyorum». Onu bize tekrar verene dek annesine ısrar ettik. «Dönüşümüzden aylar sonra birgün o ve kardeşi çad;ırm arka tarafında kuzularla beraberlerdi. Kardeşi koşarak geldi ve «Kureyşli kardeşim, beyazlar giymiş iki kişi onu aldılar, yere yatırdılar ve göğsünü açtılar, elleriyle göğsünü karıştırıyorlar- dedi. Bunun üzerine ben ve babası onların yanına gittik, onu oturur bulduk, fakat yüzü solgun görünüyordu. Onu yanımıza çektik ve «Sana ne ol* du oğlum?» diye sorduk. Şöyle cevap verdi: «Beyazlar giymiş İki adanı yanıma geldi, beni yatırdılar ve göğsümü açtılar, içinde bilmediğim birşeyi araştırdılar»[2] Halime ve kocası Haris etrafa batandılar, fakat insana benzer bir şey göremediler. İki çocuğun söylediğini doğrulayacak bir damla kan veya yara bile yoktu. Sorulan sorular çocukları söyledikleri şeyden vazgeçiremedi. Çocuğun küçücük göğsünde bir çizik bile yoktu. Normal olmayan tek şey çocuğun sırtında, iki kürek kemiğinin ortasın-daydı: küçük, fakat belirgin yuvarlak bir işaret Sanki bir bardak kapanmış gibi oranın etleri derinin üstünde bir yükseklik meydana getiriyordu. Fakat bu işaret doğuştandı. Daha sonraki yıllarda çocuk bu olayı daha ayrıntılı bir şekilde anlatabiliyordu: «Beyazlar giymiş iki adam yanıma geldi, ellerinde karla dolu altın bir leğen vardı. Sonra beni yatardılar ve göğsümü açtılar, kalbimi dışan çıkardılar. Aynı şekilde onu da ikiye ayırdılar, içinden siyah bir pıhtıyı alıp attılar. Daha sonra kalbimi ve göğsümü karla yıkadılar.»[3]. Şunları da ekledi: «Meryem ve îsa dışında, doğduğu andan itibaren tüm Ademoğullanna Şeytan dokunmuştur.»[4] -------------------------------------------------------------------------------- [1] U.. 105 [2] A.g.e. [3] I. S. I/l, 96 [4] B. Ljc, 54. |
Yazar: | muhammedi [ 22.12.10, 17:44 ] |
Mesaj Başlığı: | Re: Hatemen-Nebiyyîn : Muhammed Mustafa (HAYATI) |
9. İKİ KAYIP Halime ve Haris sonunda çocukların doğru söylediğine inandılar ve bu olay onları çok etkiledi. Haris süt çocuklarının kötü bir ruha sahip olmasından veya büyüye uğramasından korktu ve karısına bu kötülükler meydana çıkmadan çocuğu annesine teslim etmeleri gerektiğini söyledi. Halime onu bir kez daha Mekke'ye götürdü, geri gö-türmelerinin asıl nledenini gizlemek niyetindeydi. Fakat Amine, daha önceki fikirlerini neden değiştirdiklerini öğrenmek için çok ısrar etti, sonunda tüm hikayeyi öğrendi. Her şeyi öğrendikten sonra Halime'yi teskin ederefc: «Benim küçük oğlumda büyük harikalar gizli» dedi. Sonra hamileyken başından geçenleri, kendi içinde bir ışık taşıdığının nasıl farkına vardığını anlattı. Halime çocuğu yanında tutmaya razı olmuştu, fakat bu kez Amine çocuğuna kendi bakmaya karar verdi: «Onu benimle bırak ve selametle evine dön» dedi. Çocuk, annesiyle Mekke'de yaklaşık üç yıl kadar mutlu yaşadı ve dedesinin, amcalarının, halalarının ve kuzenlerinin beğenisini kazandı. Özellikle ona en yakın olanlar, Muhammed'in anne-babasıyla aynı günde evlenen Abdu'I-Muttalib'in son evliliğinden olma çocukları Hamza ve Safiye idi. Hamza, Muhammed'le (s.a.v.) aynı yaştaydı. Safiye ise biraz daha küçüktü. Babası tarafından amca ve halası, anne tarafından ise kuzenleri olan bu ikiliyle ömür boyu sürecek olan güçlü bir bağ kurdu. Altı yaşına geldiğinde, annesi onu Yesrib'deki akrabalarına ziyarete götürmeye karar verdi. Kuzeye giden bir kervana katıldılar, yanlarında iki deve vardı, birinde Amine, diğerinde cariye ile Muhammed (s.a.v.) gidiyordu. Daha sonraları, çocuk beraber kaldıkları Hazreçli akrabalarının yanında nasıl uçurtma uçurmayı ve havuzda yüzmeyi Öğrendiğini hatırlayıp anlatırdı. Fakat Yesrib'den ayrılmalarından kısa bir süre sonra Amine hastalandı ve kervandan ayrılıp orada kalmak zorunda kaldılar. Birkaç gün sonra Amine vefat etti Yesrib'den çok uzak olmayan bir yerde, Ebva'da ve oraya gömüldü. Şimdi iki taraftan da yetim olan çocuğu Bereke elinden geldiğince teselli etmeye çalıştı. Bazı yolcuların yardımıyla onu Mekke'ye getirmeyi başardı. Şimdi artık ondan tamamen dedesi sorumluydu. Günler geçtikçe Abdul-Muttalib'in Abdullah'a duyduğu Özel sevginin onun oğluna aktarıldığı gözleniyordu. Abdu'l-Muttalib her zaman Kabe'ye yakın olmayı seviyordu. Zemzem'i kazması emredildiğinde de Hicr'de uyuyordu. Bu nedenle ailesi onun için Kutsal Ev'in gölgesine hergün bir şilte sererdi. Babalarına duydukları saygı nedeniyle oraya, oğullarından hiçbiri, hatta Hamza bile onun yanında oturmaya giremezdi; fakat küçük torununun bu tür sorunları yoktu. Amcaları ona başka yerde oturmasını söylediklerinde Abdü'l-Muttalib şöyle derdi: «Oğlumu olduğu gibi bırakın, onun geleceği çok büyük.» Muhammed, onun yanında oturur ve sırtına binerdi. Dedesi de onun yaptıklarını memnuniyetle seyrederdi. Hemen hemen hergün Kabe'de ve Mekke'nin diğer yerlerinde elele görülebilirlerdi. Hatta Abdu'l-Muttalib, Meclis'e giderken de beraberinde götürürdü. Hepsi kırk civarında tüm şeflerin toplandığı bir mecliste çok Önemli meseleler konuşuluyordu ve seksen yaşındaki yaşlı şef, yedi yaşındaki bu çocuğa olaylar konusundaki fikrini soruyordu. Dedesi her seferinde «Oğlumu büyük bir gelecek bekliyor» derdi. Annesinin ölümünden iki yıl sonra yetim, dedesini de kaybetti. Abdu'l-Muttalib ölürken torununu, babasının öz kardeşi olan, amcası Ebu Talib'e emanet etti. Ebu Talib de yeğenine dedesinden gördüğü sevgi ve nezaketin aynısını gösterdi. Bundan sonra artık O, Ebu Talib'in oğullarından biriydi, karısı Fatıma[1] da çocuğun annesinin yerini tutmak için elinden geleni yapıyordu. Daha sonraki yıllarda Mu-hammed (s.a.v.), onun kendi çocukları aç dururken, kendisini doyurduğundan bahsederdi. -------------------------------------------------------------------------------- [1] Ebu Talıb gibi O da Haçim'in torunuydu, Abdel-Muttalib' in üvey kardeşi Esad'ın (Haşim'in oğlu) kızı idi. |
Yazar: | muhammedi [ 22.12.10, 17:45 ] |
Mesaj Başlığı: | Re: Hatemen-Nebiyyîn : Muhammed Mustafa (HAYATI) |
10. RAHİP BAHİRA Abdu'l-Muttalib'in mallan hayatinin son döneminde oldukça azalmıştı, ölümünden sonra oğullarına sadece çok küçük bir miras bırakmıştı. Oğullarından bazıları, özellikle Ebu Leheb olarak tanınan Abdu'1-Uzza kendiliklerinden zengin olmuşlardı. Fakat Ebu Talib fakirdi. Bu nedenle yeğeni kendisini, yaşamını w»ymı«.ir için elinden geleni yapmaya zorunlu hissediyordu. Yaşamını keçi ve koyunlara çobanlık ederek kazanıyordu ve gün geçtikçe Mekke'nin üstündeki tepelerde veya ötesindeki ovalarda yalnız geçirdiği günler artıyordu. Buna rağmen amcası onu bazen beraberinde yolculuğa götürüyordu. Bunlardan birinde, Mu hammed (s.a.v.) dokuz, bir görüşe göre de oniki yaşındayken bir ticaret kervanıyla Suriye'ye kadar gitti. Basra'da, Mekke kervanının her zamanki konak yerlerinden birinde, içinde nesilden nesile bir hristiyan rahibin yaşadığı bir hücre vardı. Biri öldüğünde, diğeri onun yerini alıyor ve eski elyazmalarını da içeren manastırdaki bütün varlıklara varis oluyordu. Bu el yazmalarından birinde Araplara bir peygamber geleceği kayıtlıydı. Manastırda yaşayan Rahip Bahira bu kitapların hepsinden haberdardı. Bu konuyla ilgilenmesinin asıl sebebi ise Varaka gibi onun da peygamberin kendi yaşam süresi içinde geleceğine inanmasıydı. Mekke kervanının manastırdan pek uzak olmayan konak yerine konakladığım birçok defa görmüştü. Fakat bu sefer daha Önce hiç görmediği bir şeyle karşılaştı ve donakaldı: alçak ve küçük bir bulut onların üstünde yavaş yavaş ilerliyor ve sürekli yolculardan bir veya ikisi ile güneşin arasında yer alıyordu. Büyük bir ilgiyle onların yaklaşmasını izledi. Fakat birden ilgisi şaşkınlığa dönüştü. Çünkü konakladıkları anda bulut hareket etmeyi durdur» du ve altında gölgelendikleri ağacın üstünde sabit olarak kaldı. Ağaç ise dallarını aşağı indirerek onların iki kat gölgede olmalarını sağlıyordu. Bahira böyle bir harikanın zor olmasa da önemli olduğunu biliyordu. Sadece yüce bir ruhun varlığı bu olayı açıklayabilirdi ve aniden beklenen peygamber aklına geldi. Sonunda gelmiş miydi, bu yolcuların arasında olabilir miydi? Manastıra kısa bir süre Önce yiyecek stokları gelmişti, elindekilerin hepsini birleştirerek kervana şöyle bir haber gönderdi: «Ey Kureyşler! Sizin için yiyecekler hazırladım ve buraya gelmenizi istiyorum. Yaşlı-genç, köle-hür- hepinizi davet ediyorum.* Bunun üzerine hepsi manastıra geldiler, fakat Bahira'nın tembihlerine rağmen Muhammed (s.a.v.)'i develerin ve yüklerin yanında gözcü olarak bıraktılar. Oysa vardıklarında Bahira onların yüzlerine teker teker baktı. Fakat kitaplarda tarif edilen yüze benzer bir yüz göremedi-, onların arasında bu iki mucizevi yapabilecek güçte kimse yoktu. Belki de hepsi gelmemişti. «Ey Kureyşlİler,» dedi, «geride kimse kalmadığından emin misiniz?-. «Başka kimse kalmadı- dediler, «sadece en küçüğümüz olan bir erkek çocuk kaldı». Bahira «Ona öyle davranmayın, onu da çağırın bizimle beraber yemekte bulunsun» dedi. Ebu Talib ve diğerleri bu düşüncesizlikleri için özür dilediler, içlerinden biri şöyle dedi: «Biz, gerçekten suçluyuz, Abdullah'ın oğlunu geride bırakıp, bu ziyafetten mahrum etmemeliyiz.» Daha sonra Muhammed'in (s.a.v.) yanma gitti ve onu da beraber yemek yemeğe davet etti. Çocuğun yüzüne bir kez bakmak Bahira için bu mucizeleri açıklamağa yetti. Yemek boyunca onu dikkatle incelediğinde yüz ve vücut özelliklerinin kendi kitabında anlatılanlara nedenli yakın olduğunu gözledi. Yemekten sonra rahip bu genç misafirinin yanma gitti ve ona yasanı şekli, uykuları ve genel konulardaki tavırlarıyla bazı şeyler sordu. Muhammed ona bu konularda ayrıntılı cevaplar verdi; çünkü au^m saygıdeğerdi, sorular ise saygılı ve hürmetkarca soruluyordu. Hatta rahip sırtına bakmak is tediğinde, gömleğini sıyırmakta tereddüt etmedi. Bahira zaten kesinlikle onun peygamber olduğu kanaatındeydı Bir de sırtındaki iki kürek kemiği arasında, kitabında anlatılan yerde peygamberlik mührünü görünce tüm şüpheleri silindi. Bahira Ebu Talİb'e döndü ve: «Bu çocukla akrabalık dereceniz nedir?» diye sordu. Ebu Talib «Oğlumdur» dedi. Bahip, «Oğlunuz değil, bu çocuğun babası sağ ola maz» dedi. Ebu Talib «Kardeşimin oğludur» dedi. «Peki babasına ne oldu?» dedi rahip. Öteki «Daha annesi ona hamileyken öldü.» dedi. «İşte bu doğru» dedi Bahira. «Karde sinin oğlunu ülkene geri götür ve onu Yahudilerden koru Çünkü benim bildiğimi onlar da bilirler ve görürlerse ona kötülük yaparlar. Kardeşinin oğlunun geleceğinde büyük şeyler gizli.» *** 11. HILFÜL-FÜDUL Suriye'deki ticaretini bitirdikten sonra Ebu Talib, da ha önceki yalnız yaşamına devam eden yeğeniyle birlikte Mekke'ye döndü. Fakat amcaları, Abbas ve Hamza gibi onun da savaş araçlarını kullanmak için eğitimden geçmesi gerektiği kanısına vardılar. Hamza büyük fiziksel gü ce sahipti, güçlü bir adam olacağı önceden belliydi, tyi bir güreşçiydi ve iyi kılıç kullanırdı. Muhammed ise ortalama uzunluk ve güçte bir gençti. Okçuluğa Özel bir yeteneği vardı ve büyük ataları İsmail ve İbrahim gibi iyi okçu olma yolundaydı. Bu başarıdaki en büyük rol ise gözlerinin keskin oluşundaydi: onun Süreyya burcunun oniki yıldızını sayabildiği söylenirdi. O yıllarda, uzun fakat aralıklarla süren ve haram aylardan birinde başladığı için Ficar Savaşı denilen savaştan başka önemli bir çatışma olmadı. Kinane kabilesinden bir adam, Necd'deki Havazin kabilelerinden Amir'İn bir adamını öldürmüş ve Hayber kalesine sığınmıştı. Olaylar dizisi her zamanki çöl kurallarına uygun olarak meydana geldi: onur intikam gerektirirdi. Öldürülen adamın kabilesi, Kinane'ye yani öldürülen adamın kabilesine saldırdı. Kureyş o sıralarda Kinane ile müttefik durumdaydı. Savaş üç dört yıl sürdü, fakat gerçekte beş günden fazla çatışma meydana gelmedi. O sıralarda Haşimilerin başında, Ebu Talib gibi Muhammed'in babasının öz kardeşi olan Abdu'I-Muttalib'in oğlu Zübeyr vardı. Zübeyr ve Ebu Talib yeğenleri Muhammed'i ilk çatışmalardan birine götürdüler. Fakat onun savaşmak için çok genç olduğu kanaatine vardılar. Bu nedenle onun sadece hedefine ulaşmayan düşman oklarını toplayıp, amcalarına iletmesine izin verdiler[1]. Fakat bunu takip eden çatışmalarda, Kureyş ve taraftarlarının kötü bir durumda olduğu sırada, onun da bir okçu olarak marifetini göstermesine izin verildi ve başarısı kutlandı.[2] Bu savaş, yerleşik topluluklarla çöl kanunu arasında her 7aman varolan hoşnutsuzlukları artırmaya yardım etti. Kureyş'in ileri gelenlerinin çoğu Suriye'ye gitmiş ve orada Roma imparatorluğunun uyguladığı göreli adaleti görmüşlerdi. Habeşistan'da da savaş etmeden adaleti sağlamak mümkündü. Fakat Arabistan'da suç kurbanı kişinin veya ailesinin hakkını alabileceği, bunlarla karşılaştı rabile-cek bir kanun sistemi yoktu; ve Ficar savaşının da, kendinden önceki diğer karışıklıklar gibi, birçok zihni bu tür claylarr önleme yollan ve araçlarıyla ilgili düşünceye sevketmiş olması doğaldı. Fakat bu kez sonuç sadece düşüncelerden ve kelimelerden ibaret kalmamıştı: Kureyş* bu tür olayları önlemek için hemen harekete geçmeğe hazırdı. Onların bu adalet anlayışları, savaşın bitiminden birkaç hafta sonra Mekke'de meydana gelen bir olayla sınandı. Zabid kabilesinin Yemen'deki bölgesinden bir tüccar, Sehm kabilesinin ileri gelenlerinden birine değerli mallar satmıştı. Sehmli adam malları teslim almıştı, fakat kararlaştırılan fiyatı Ödememekte ısrar ediyordu. Dolandırılan tüccar, onu dolandıranın da bildiği gibi Mekkeli değildi ve tüm şehirde ona yardım edebilecek bir velisi veya müttefiki yoktu. Fakat karşısındakinin küstahça kendine güvenişinden de ürkmüyordu. Bu nedenle Ebu Kubays tepesine çıkıp, yüksek sesle ve beliğ bir şekilde tünvKureyş'i adaleti yerine getirmeye davet etti. îlk tepki Sehm kabilesiyle geleneksel bağları olmayan kabilelerden geldi. Kureyş ise, herşeyin Ötesinde kabile aynnu gözetmeden birleşme taraftarıydı. Fakat yine de kendi birlikleri içindeki kesin ayrımın, Kusay'ın mirası nedeniyle meydana gelen Müttefikler ve Güzel Kokanlar ayrımının farkındaydılar ve Sehm de Müttefiklerdendi. Diğer grubun liderlerinden biri, Mekke'nin en zenginlerinden biri olan Teym kabilesinin şefi Abdulah İbn Cud'an İdi; ve şimdi büyük evini, tüm adaleti sevenlerin toplanma yeri olarak açıyordu. Güzel kokanlar grubundan sadece Abdu'ş-Şems ve Nevfel kabileleri orada değildi. Haşim, Muttalib, Zûhre Esed ve Teym kabileleri toplulukta temsil ediliyordu. Bunlara öir de Müttefiklerden Adiy katılmıştı. Birlikte yaptıkları tartışmalar sonucu zayıflan kollamak ve adaleti korumak İçin bir örgüt kurmaya karar verdiler. Hep birlikte Kabe'ye gidip Hacer'ül-Esved'in üzerine su döküp, bu suyu bir kaba akıt; tılar. Bu şekilde kutsanmış olan sudan teker teker içtiler ve sağ ellerini yukarı kaldırarak Mekke'de ne zaman bir zulüm meydana gelirse, zulmedilen Mekke'n* olsun, yabancı olsun onun hakkını alıp, adaleti korumak için tek bir vücut gibi birleşeceklerine and içtiler. Bundan sonra Sehm'li adama borcunu ödettiler; bu anlaşmaya katılmayan kabilelerin de hiç birinden karşı çıkıp Sehmli koruyan olmadı. Teym'İn şefi İle birlikte bu düzeni kuranlardan biri de Haşimilerden Zübeyr idi: Beraberinde aynı andı içen yeğenini de bu toplantıya getirmişti. Muhammed (s.a.v.) daha sonraki yıllarda şöyle diyecektir: «Abdullah İbn Cud*an*ın evinde ben de vardım-, orada bulunuşumu ve o anlaşmaya katılışımı bir sürü kızıl deveye değişmem ve şimdi, îslam'-da, o örgüte çagrılsam memnuniyetle katılırım-[3]. Orada bulunanlardan biri de, oğlu Ebu Bekir ile birlikte gelen ev sahibinin kuzeni Teymli Ebu Kuhafe İdi. Ebu Bekir, Muhammed'den bir veya iki yaş küçüktü ve onun en samimi arkadaşı olacaktı. -------------------------------------------------------------------------------- [1] i. H. 119. [2] I. S. 1/1,81. [3] 1.1 86 |
Yazar: | muhammedi [ 29.12.10, 10:53 ] |
Mesaj Başlığı: | Re: Hatemen-Nebiyyîn : Muhammed Mustafa (HAYATI) |
12. EVLÎLÎK ÖNERİLERİ Muhammed (s.a.v.) yirmi yaşını geçmişti ve zaman geçtikçe daha sık, akrabalarından biri ve diğeri ile birlikte sefere çıkmaya davet ediliyordu, Bir gün, hastalandığı için sefere çıkamayan bir tüccarın malların; tes-ltm aldı ve yalnız başına gitti. Bu başarısı bundan sonra da aynı tür teklifler almasını sağladı. Artık yaşamını daha rahat kazanabiliyordu ve evlilik olanağı artıyordu. Amcası ve koruyucusu Ebu Talib'in o zaman üç oğlu vardı: en büyükleri TaUb, Muhammed'le aynı yaştaydı; Akil onüç veya ondört; Cafer ise dört yaşındaydı. Muhammed çocukları çok severdi ve onlarla oynamaktan hoşlanırdı, ilgisi ve sevgisi daha sonra kendisine bağlılıkla karşılık verecek olan Cafer'de yoğunlaşmıştı. Cafer akıllı ve güzel bir çocuktu. Ebu Talib'in kız çocukları da vardı, bunlardan biri henüz evlenme çağma yeni girmişti. Adı Fahite idi, fakat daha sonra Ümmü Hani adını almış ve bu adla tanınmıştır. Onunla Muhammed (s.a.v.) arasında büyük bir sevgi vardı ve Muhammed (s.a.v.) onu babasından evlenmek üzere istedi. Fakat Ebu Talib'in kızı için başka planları vardı: Manzum kabilesinden dayısının oğlu Hubeyre de Ümmü Hanİ'yi istemişti; Hubeyre sadece önemli bir Kimse değil, aynı zamanda Ebu Talib gibi iyi bir şairdi de. Bunun yanısıra Mekke'de Manzum kabilesinin gücü artıyor, Haşimilerin gücü ise azalıyordu. Bu nedenlerle Ebu Talib Ümmü Hani'yi Hubeyre ile evlendirdi. Yeğeni ona sitem ettiginde ise ona şu cevabı verdi. -Onlar bize kızlarını verdiler.»* -burada şüphesiz kendi annesini kastediyordu- «cömert bir adama cömertlik yapılmalı».[1] Bu cevap inandırıcı olmaktan uzaktı, çünkü Abdu'l-Muttaiib, Atike ve Berre adlarındaki iki kızını Mahzumi'lere vererek borcunu ödemişti. Muhammed (s.a.v.) amcasının kibarca onun evlenecek konuma gelmediğini söylemek istediğini anladı. Kendisi de bu kanıya vardı, fakat beklenmedik durumlar onun fikrini değiştirecekti. Mekke'deki zengin tüccarlardan birisi bir kadındı -Esed kabilesinden Huveylid'in kızı Hatice. O aynı zamanda Hristiyan olan Varaka'nın ve kardeşi Kuteyle'nin kuzeni idi.- Onlar gibi Hatice de Haşimoğullarmm uzaktan yeğenleri oluyordu. O zamana dek iki kez evlenmişti ve ikinci kocasından ölümünden - beri kendi âdına ticaret yapacak bir adam görevlendirmeyi adet edinmişti, Muhammed (s.a.v.) artık Mekke'de eLEmin (güvenilir), şerefli olarak tanınıyordu. Bu şöhreti ise kendisine emanet edilen ticaret kervanlarının sahiplerinden yayılıyordu. Hatice de onun hakkında ailesinden çok şeyler duymuştu-, birgün Suriye'ye gidecek ticaret kervanını yönetmesi için ona haber gönderdi. Ücreti onun şimdiye kadar bir Kureyşlİye ödediği en yüksek fiyatın iki katı kadardı; yanma yolculukta eşlik etmesi için Meysere adında bir de genç köle verdi. Muhammed <s.a.v.) onun teklifini kabul etti ve gençle birlikte onun mallarını kuzeye götürdü. Suriye'nin güneyindeki Basra'ya ulaştıklarında, Muhammed (s.a.v.), Nestor denilen bir rahibin manastırına yakın bir yerde bir ağacın gölgesi altına oturdu. Yolcuların konaklama yerleri hep aynı olduğu için, belki de bu on beş yıl kadar önce amcasıyla Basra'ya giderken altında oturduğu ağacın aynısı idi. Belki Bahira ölmüş, onun yerini Nestor almıştı. Bu ihtimaller bir yana, Meyser'in şöyle haber verdiğini biliyoruz: Rahip manastırdan çıktı ve ona: «Ağacın altında oturan adam kim?» diye sordu. O da «Bir Kureyşli» dedi ve açıklamak için şunları ekledi. «Allah'ın Evi'ni koruyanlardan». Nestor: «O ağacın altında bir peygamberden başkası oturmuyor» dedi[2] Suriye'ye doğru ilerlerken Nestor'un sözleri Meysere'-nin daha çok İçine işledi, fakat bunlar onu çok şaşırtmadı; çünkü yolculuk boyunca şimdiye kadar beraber olduğu kimselere hiç benzemeyen bir adamla yolculuk ettiğinin farkına vardı. Bu düşüncesi eve dönüşte gördüğü bir şeyle daha da kesinleşti: çoğu zaman sıcağın garip denebilecek şekilde az olduğunu farketmişti, ve bir gün öğleye doğru Muhammed'i (s.a.v.) sıcaktan koruyan iki meleği açıkça gördü. Mekke'ye vardıklarında, Suriye'den sattıkları malın karşılığı olarak aldıkları mallarla birlikte Hatice'nin evine gittiler. Hatice, Muhammed (s.a.v. Tin yolculuğu ve yaptığı alışverişleri anlatışını dinledi. Çok kâr etmiş görünüyordu, çünkü şimdi elindeki mallan maliyetinin iki katına satabilme olanağı vardı. Fakat bu tür düşünceler onun zihninden uzaklardaydı, çünkü Hatice'nin dikkati anlatılanlardan çok anlatan kişide yoğunlaşmıştı. O, orta boylu, İnce, geniş omuzluydu, başı büyûic ve vücudunun diğer organları da orantılı bir şekildeydi. Saçı ve sakalı sık ve siyahtı, dümdüz değil, hafiften dalgalıydı. Saçları omuzları ile kulak memesi arasına kadar uzuyor, sakalı ise hemen hemen saçlarının uzunluğuna iniyordu. Geniş bir ahu vardı; göz yuvarlakları geniş, kirpikleri uzun, kaşları ise geniş ve hafif çatıktı. Eski kaynakların çoğunda gözlerinin siyah olduğu söylenir, fakat bazı kaynaklara göre gözleri kahverengi, hatta açık kahverengidir. Burnu, ağzı geniş ve güzel şekilliydi. Sakallarını uzatmasına rağmen bıyıklarını hiç bir zaman üst dudağına dek uzatmadığı için dudaklarının güzelliği görülebilirdi. Cildi beyazdı, fakat güneşten bronzlaşmıştı. Bu doğal güzelliklerin yanısıra, yüzünde -babasında da var olan, fakat oğlunda daha güçlü bir şekil alan- bir nur vardı. Bu ışık daha çok alnında ve parlak gözlerinde ışıldardı. Hatice, kendisinin de hala güzel olduğunun farkındaydı, fakat ondan onbeş yaş büyüktü. Buna rağmen onunla evlenmeyi kabul eder miydi, acaba? Muhammed is.a.v.) gider gitmez, Hatice, Nufeyse adındaki bir arkadaşına danıştı, o da aralarını yapmaya söz verdi. Meysere patronuna gelip, yolda* gördüklerini, iki meleği ve rahibin söylediklerini anlattı. Hatice de gidip bunları kuzeni Varaka'ya anlattı. Varaka «Eğer bu doğruysa, Hatice- dedi, «Muhammed (s.a.v.) kavmimize gönderilen peygamberdir. Uzun süreden beri bir peygamberin geleceğini biliyordum ve işte geldi.»[3]. Bu sırada Nufeyse, Muhammed (s.a.v.) 'e gitti ve niçin evlenmediğini sordu. «Maddi imkanlarım yetersiz» diye cevap verdi. «Fakat eğer sana imkan verilirse: güzeUik, zenginlik soyluluğun varolduğu bir anlaşmaya çagniırsan ne dersin?» «O kim?» diye sordu. «Hatice.» dedi Nufeyse. «Ben böyle bir evliliği nasıl yapabilirim?» dedi. «Orasını bana bırak![4] dedi. Nufeyse konuştuklarını Hatice'ye iletti, o da Muhammed'e (s.a.v.) gelmesi için haber gönderdi. Geldiğinde ona şunları söyledi: «Ey amcamoğlu, seni akrabam olduğun için ve o veya bu gruba bağlanmadan orta yolda yer aldığın için seviyorum; seni güveniluiiliğin, doğru sözlü ve güzel huylu olduğun için seviyorum»[5]. Daha sonra ona evlenme teklif etti. Birlikte Muhammed'in amcalarıyla, Hatice'nin de babası öldüğü için Esedoğu Harından amcası Amr ile konuşması gerektiğine karar verdiler. Haşimiler bu törende kendilerini temsil etmesi için genç olmasına rağmen Hamza'yı seçtiler. Bunun nedeni aralarında Esed kabilesine en yakın olanın Hamza oluşuydu. Çünkü Ham-za'nın öz kardeşi Safiye, kısa bir süre önce Hatice'nin kar deşi Avvam ile evlenmişti. Hamza yeğeni ile birlikte Arara gitti ve Hatice'yi istedi, aralarında Muhammed'in mehır olarak Hatice'ye yirmi dişi devs vermesi kararma vardık. -------------------------------------------------------------------------------- [1] 1.S.VIII;108 [2] I. S. î/l, 83. Isl&m İnancına göre Muhammed, o gelene dek İsa, Yahuda soyundan gelen son peygamber olduğu için, ya-hudilerde kalan ruhsal otoritenin «ahir zamanda» kendisine aktarıldığı Shİloh dur. Bunu ölümünden kısa bir süre önce Yakub şöyle bildirmiştir: «Ve Yakub oğullarını çağırdı ve onlara ahir zamanda size neler olacağını anlatacağım, toplanın dedi. Shiloh gelinceye dek hakimiyet Yahuda'da kalacak; o geldiğinde tüm insanlar onun etrafında birleşecekler.» (Tekvin, 49:1,10). [3] I.l. 121. [4] I. S. I/l, 84. [5] I.I. 120. |
1. sayfa (Toplam 8 sayfa) | Tüm zamanlar UTC + 2 saat |
Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group http://www.phpbb.com/ |