— Vay Hocam! Vay gözümün nûru efendim, buyurun! Hangi rüzgârdır atan sizleri?.. Lûtfen oturun. Mütehassirdik efendim, ne inâyet! Ne kerem! Öpmedik afvediniz... — Çok yaşa... Lâkin... Veremem. — Bütün İstanbul’un ağzında gezen elleriniz, Bize nâz etmese olmaz mı efendim? Veriniz. — Döktüğün dillere bittim, seni çok sözlü seni! Ayda, âlemde bir olsun aramazsın Köse’ni. Bu herif öldü mü, sağ kaldı mı, derler de ayol, Baba dostuysam eğer kalkıp ararlar bir yol. Yoksa yaşlanmaya görsün, adamın hâli yaman... Ne fenâ günlere kaldık, aman Allâh’ım aman! “Nesl-i hâzır” denilen şey pek acâib bir şey: Hoca rahmetliye bak, oğluna bak, hey gidi hey!.. — Amma tekdîr ediyorsun, canım ilkin adamı... Bir selâm ver bakalım, böyle Selâmsız'dan mı? — Selâmun aleyküm. — Aleyküm selâm... Barıştık, yüzün gülsün artık, İmam. — Hele dur, öfkemi tekmilleyeyim... — Tekmille! Zâten eksik bir o kalmıştı: Hudâyî sille. — Sanki dövsem ne yaparsın? Hocayız biz, döveriz... Gül biter aşk ile vurduk mu... — İnandım, câiz. — Pek cılız çıktı bu “câiz”, demek îmânın yok? — Dayak “Âmentü”ye girdiyse, benim karnım tok. Gül değil, kıl bile bitmez sopa altında! — Hele! — Öyle olsaydı, şu karşındaki yalçın kelle, Fark olunmazdı Kızanlık’taki güllüklerden! Bu dayak faslı da aç karnına bilmem nerden? Dur ki çay demleyelim, nargile gelsin, kerem et. — Söyle gelsin, hadi, zahmetse de... — Hâşâ, rahmet. — Enfiyen var ya? — Tabî’î. — Çekilir boydan mı? — Burun aldatmaya kâfî. — Bu nedir? Cerman mı? — Karışık. — Neyse, zarûrette pek a’lâ gidecek. Hocazâdem, bakalım, bir de bizimkinden çek. — Yerli mahsûlüne benzer mi desem?.. — Kendisidir. — Sen de tiryâki değilsin ya, pek a’lâ yetişir. — Baban olsaydı da görseydi, işin vardı. — Neyi? — Çektiğin murdarı. — Sevmezdi, evet, böyle şeyi. — Neydi rahmetlide, lâkin, o temizlik, vay vay! Azıcık benzemiş olsaydı ya mahdûmu da... — Ay? Şu babamdan nerem eksik, hadi, göster bakayım? — Ama hiddetleneceksen ne suyum var, ne sayım? Yok, eğer mum gibi dosdoğru cevâb istersen: Babanın kestiği tırnak bile olmazsın sen. — Ne nezâketli beyan: Hay gidi mum, tıpkı odun! — Böyle hiddetlenecektin, neye râzî oldun? — Oldum amma bu kadar doğrunun olmaz ki tadı.. “Selâmun aleyküm behey Kör Kadı!” Seni çok sözlü dedin, yetmedi; tekdîr ettin, Yine az geldi... — Hayır, söylemedim, söylettin. — Başladın şimdi de tahkîre... Kızılmaz mı Hoca? — Zübbelik yok! — O ne? Ben zübbe miyim? — Oldukça. — Vâkıâ çok severim, her ne desen aldırmam; Bu, fakat hazmolunur parça değil... Pîr ol İmam! — Sen de pîr ol. — Ama kızdım. — Ne tuhaf şeysin be: Bir sözümden kızıyorsun. — Kime derler zübbe? — Sana derler. — Niye? — Hem benzemedin merhûma; Hem neden benzemedin, dersen, efendim, sorma, O ne hiddet, o ne şiddet! Çalışıp benzesene! İlme vakfettiği dirsek babanın: Elli sene. — Biz de az çok pala sürttük... — Sana câhil demedik, Yalınız zübbe dedik... Bak yine baktın dik dik. Hoca rahmetli yetişmişti, düşün hem, nereden? Kimin oğluydu baban? Kimdi unuttun mu deden? İpek’in köylüsü, ümmî, yarı vahşî bir adam... — Bâri yamyam de! Ne mâni’ ki, evet, ak yamyam! — Dinle oğlum... — Ne nezâhet bu Hocam? Hayrânım! — Lâfı ağzımda bıraktın be kuzum, dur be canım... — Cümle bitseydi, emînim ki, dedem gitmişti... Dar yetiştim! — Ne o, sırtlan da mı olduk şimdi? — Neyse bahsinde devam et bakalım... — İşte baban, Bir şey öğrenmedi elbette o ümmî babadan. Ne kazanmışsa, bütün, kendi kazanmış, kendi. Zât-ı devletleri, lâkin azıcık çöplendi. Sen duâ et babadan topladığın mîrâsa, Hep onun himmetidir üç satır ilmin varsa. — Üç satır hem de, İlâhî, ne tükenmez irfan! — Hadi üç yüz satır olsun mütehammilse kafan. Hoca’nın kâ’bına yükselmen için dağlar var. — Tırmanırsam? — Hadi tırman, bakalım, işte duvar. — Göreceksin. — Bu bacaklarla mı? — Hay hay! — Belli! Yaşınız kaçtı paşam, elli mi? — Yoktur elli. — Aştınız kırkı ya? — Kırk altıyı bulduk. — A’lâ... Yüzü bulsan, yine “hâlâ mı bu mektub, hâlâ!” Arzı olmazsa hayâtın ne çıkar tûlünden? Hani kırk altı yılın eldeki mahsûlünden? Hangi bir fende teâlî edebildin, evlât? Hangi san’atte rüsûhun göze çarpar? Anlat! Ulemâdan mı sayıldın? Fukahâdan mı? — Hayır. — Ya siyâsî mi nesin? Kendine bir meslek ayır. — Şâirim. — Olmaz olaydın: O ne yüzler karası! Bence dünyâdaki işsizlerin en maskarası. — Afedersin onu! — İmkânı yok etmem, ne demek! Şi’re meslek diye, oğlum, verilir miydi emek? Âh, vaktiyle gelip bir danışaydın Köse’ne, Senin olmuştu bugün belki o kırk altı sene. — Ama pek hırpaladın şi’ri... — Evet, hırpaladım: Çünkü merkep değilim, ben de mürekkep yaladım, Ben de târîh okudum; âlemi az çok bilirim. “Şuarâ” dendi mi, birdenbire oynar sinirim. İyi gün dostu herifler, o ne yardakçı gürûh, O ne müstekreh adamlar! Hani bakmak mekrûh. Dalkavukluktaki idmanları sermâyeleri... Onlar azdırdı, evet, başlıca pespâyeleri. Bu sıkılmazlara “medh et!” diye, mangır sunarak, Ne erâzil adam olmuş, oku târîhi de bak! Edebiyyâta edebsizliği onlar soktu, Yoksa, din perdesi altında bu isyan yoktu: Sürdüler Türk’e “tasavvuf” diye olgun şırayı; Muttasıl şimdi “hakîkat” kusuyor Sıdkı Dayı! Bu cihan boş, yalınız bir rakı hak, bir de şarab; Kıble: Tezgâh başı, meyhâneci oğlan: Mihrab. Git o “dîvan” mı ne karn’ağrısıdır, aç da onu, Kokla bir kerre, kokar mis gibi “Sandıkburnu!”(*) Beni söyletme neler var daha! — Tekmilleyiver... Sâde pek sövme ki, Peygamberimiz şi’ri sever. — Vâkıâ “inne mine’ş-şi’ri...” büyük bir ni’met; Dikkat etsen: Yine sevdikleri, lâkin, hikmet.(*) Ben ki Attâr ile Sa’dî’yi okur, hem severim; Başka vâdîleri tutmuşlara ancak söverim. Hem senin şi’re müdâfi’ çıkışın ma’nâsız: Sana şâir diyen, oğlum, seni gördüm yalnız: Kimi Mevlidci diyor... — Âh olabilsem, nerde! Yetişilmez ki: Süleyman Dede yükseklerde. — Kimi bid’atçi diyor... Duyduğum en çok bunlar. — Daha var mıydı, İmam? — Var ya, unuttum: Baytar. — Keşke baytarlık edeydim... — Yine et mümkünse. — Yapamam. — Belki yapardın be... — Unuttum, be Köse! — Keşke zihninde kalaymış, ne kadar lâzımmış; Beni dinler misin evlâd? Yine kàbilse çalış: Çünkü bir tecrübe etsen senin aklın da yatar, Bize insan hekiminden daha lâzım baytar. — Hele bir çek bakalım! — Sen de bizimkinden çek. — Hani çay gelmedi yâhu? — Ay, unuttuk, gerçek. — Gitme, seslen yalınız, nerde Emin, yok mu? — Emin! Nerdesin? Baksana, çay demleyeceklerdi demin... — Demlemişler, baba. — Sen gelsene, oğlum, buraya... El öperlerdi, unuttun mu? — Hayır. — Oldu mu ya? — Demin öptüm, baba... — Öptün mü, git öyleyse hadi. Hele yâ Rabbi şükür, çay da nihâyet geldi. Şeker istersen eğer bulduralım? — Dört yüz mü? — Aldığım yok, yaşasın İzmir’in a’lâ üzümü; Hem ucuz, hem daha lezzetli! — Çekirdeksiz de. — Buyurun. — Başla canım, var mı merâsim bizde? — Hocam, evvelce üzüm çiğnenecek, üstüne çay... İçelim aşkına rindân-ı Hudâ’nın! — Hay hay!
***
(*) Yenikapı’daki târihî meyhânelerin olduğu yer.
(*) Öyle şiir vardır ki hikmettir; öyle beyan vardır ki sihirdir. Hadîs-i Şerîf. [İbni Mâce, Kitâbu’n-nikâh41 ve Buhârî, Kitâbu’l-Edeb, 48]
_________________ " Hayrlar Feth Olsun ; Şerler Def Olsun !.."
|