Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 3 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: SAFAHAT OKUMALARI / Mehmed Âkif Ersoy
MesajGönderilme zamanı: 21.01.09, 17:06 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 03.01.09, 22:40
Mesajlar: 926
Safahat / Altıncı kitap / Âsım

Mehmed Âkif Ersoy

Kardeşim Fuad Şemsî’ye

Bu eser bir muhâvereden ibârettir ki Harb-i Umûmî içinde, ve Fâtih Yangını’ndan evvel, Hocazâde’nin
Sarıgüzel’deki evinde geçer. Eşhâs-ı muhâvere şunlardır:(1)

HOCAZÂDE : Merhum Hoca Tâhir Efendi’nin oğlu.
KÖSE İMAM : Merhum Hoca Tâhir Efendi’nin şâkirdlerinden.
ÂSIM :Köse İmam’ın oğlu.
EMİN :Hocazâde’nin oğlu.


1. Mehmed Âkif Bey’in evinin de yandığı büyük Fâtih yangını 31 Mayıs 1918’de başlamıştı. Kitabı meydana getiren bu konuşmanın, 1917 yılı ortalarında yapıldığını düşünebiliriz.

ALTINCI KİTAP: ÂSIM
Süleyman Nazif’in “bir şiir mu’cizesi” dediği, 2292 mısralık bu manzume, Mehmed Âkif’in üzerinde en fazla çalıştığı eseridir. Daha önceki manzumelerinde parça parça nazm ettiği fikir, his ve heyecanlar, bu eserinde toplu olarak, en güzel bir lisan ve mükemmel bir ifâde ile şiirleşmiştir.
Eserin 1086 mısralık kısmı SR’da yayınlanmış, ancak 1206 mısralık bölümü, doğrudan doğruya 1924’te yapılan kitap baskısına girmiştir.
Eserin 1928 baskısında, Mehmed Âkif’in, SR neşri ve 1924 baskısına göre, yüz on kadar tashih yaptığı görülmektedir.
1919 Eylül’ünde gün yüzüne çıkan eserin, daha önceki senelerde planlanıp yavaş yavaş yazıldığı tahmin edilebilir. Mehmed Âkif’in “Âsım” üzerinde, basıldığı yıl olan 1924 başında bile çalışmaya devam ettiğini bilmekteyiz.

Köse İmam ve Âsım

Eser baştan sona kadar konuşma şeklindedir. Konuşanlar Köse İmam ve Hocazâde (Âkif) ile Köse İmam’ın oğlu Âsım’dır.
“Köse İmam” tipi, Mehmed Âkif’in eserlerinde yaşattığı en önemli ideal kahramanıdır. “Âsım”, ondan sonra gelir. Daha doğrusu, bu ikisi, Âkif’in idealindeki aynı şahsın, yaşlı ve genç hâllerini temsil ederler.
Şâir, Âsım’ın ruh ve beden yapısına, ahlâkına, bilgisine, mertliğine ve heyecanına hayrandır. Ama her çeşit meseleyi çekişe çekişe münakaşa ettiği, kızdırıp konuşturduğu Köse İmam, Müslüman halkın, yanılmaz irfan ve basiretinin temsilcisidir. İnsanın zihninde, gönlünde fırtınalar kopabilir
ama cemiyet, “Âsım”ın yumruğuyla değil, Köse İmam’ın itidali ve gösterdiği ilim ve kanun yoluyla ıslah edilecektir.

Eser iki bölümde incelenebilir:
1. Köse İmam’la Hocazâde’nin konuşmaları: Eserin büyük kısmını teşkil eder. Burada, yakın çevreden başlanarak hemen bütün insanî ve sosyal mesele ve dertler münakaşa edilir. Her ikisi de dindar, hürriyetçi ve yenilik taraftarı olmakla beraber, Köse İmam, daha muhafazakâr ve tenkitçi,
Hocazâde ise biraz daha yenilikçi ve müsamahakârdır. Hocazâde, yaşlı Köse İmam’a karşı yeni nesilleri müdafaa eder. Bu ikisinin nüktelerle dolu münakaşaları ve atışmaları sayesinde; eskilerin ve yenilerin yanlışları ve doğruları ortaya dökülür.

“Âsım’ın Nesli”

Köse İmam’ın “ahlâk bozukluğu içindeki bu halkı ve bu memleketi, kimin kurtaracağı” sorusuna, Hocazâde’nin “Âsım’ın nesli!” cevabı, konuşmaları Âsım ve nesli üzerine çevirir. Bundan şüphesi olan Köse İmam’a karşı “Âsım’ın nesli” nin meziyetlerini ve gösterdiği kahramanlıkları sayan
Hocazâde, genç nesli öven heyecanlı hitabesini “Çanakkale Şehidleri” adıyla tanınan şaheser mısralarla bitirir...
Köse İmam’ın bu güzel hallere bir diyeceği yoktur, ancak Cihan Harbi’nden, yüzlerce arkadaşını gömerek dönen Âsım, cemiyetteki kötülüklere ve kötülere tahammül edemeyerek, sâdık arkadaşlarıyla birlikte, fiilen müdâhaleye başlamıştır. Her gün kavga, döğüş, arbede... İşin fenası, bu kötülükleri toptan halletmek fikriyle, sonunda hükümet darbesi yapmayı, “Babıâli”yi basmayı bile kurmuşlardır. İşte, savaşta defalarca “oğlunun parçalandığı” haberini “sineye çeken” Köse İmam, onun “kàtil yahut maktûl” olması ihtimali karşısında dehşete düşerek, “Hocazâde’sinden” yardım is-
temektedir.

İlim ve Yumruk

2. Hocazâde ile Âsım’ın konuşmaları: Bu bölümde Hocazâde, Âsım’a cemiyetimizin neden geri kaldığını ve bir cemiyeti yükselten esas sebepleri anlattıktan sonra, bugün kendisinden beklenenin yumruk kullanmak değil, ilim tahsil etmek olduğunu söyler. Maddî gelişmeler tek başına toplumu
mutlu kılmaz; fakat maddî güce sahip olmayan milletler de ahlâk ve faziletlerini koruyamazlar. O halde, Batı’ya ezilmemek, şimdi olduğu gibi onun maddî gücüne boyun eğerek, mânen de sefalete düşmemek için, onların bulunduğu seviyeye yükselmek, elde etmeye çalıştıkları “maddenin kud-
ret-i zerriyyesi” (atom) ilmini Müslüman milletler adına öğrenmek lâzımdır... Eser, Âkif’in sözünü dinleyen Âsım’ın arkadaşlarıyla birlikte Almanya’ya tahsillerini tamamlamak üzere gitmeye razı olmasıyla sona ermektedir.

İkinci Âsım

Mehmed Âkif’in Millî Mücâdele yıllarının ertesinde, “İkinci Âsım”ı yazmayı düşündüğünü bilmekteyiz. Âkif, bu yeni eserinde, “Âsım’ı arkadaşlarıyla birlikte Almanya’dan geri getirerek İstiklâl Savaşı’na sokacağını, onu takip ederek savaşı ve bu mücadeleye katılanların iman, düşünce ve gayelerini yazacağını; zamanın önde gelen ilim ve fikir adamlarını konuşturacağını” yakın dostlarına söylemiştir. Âkif’in en verimli çağında yurdundan uzaklaşmaya mecbur kalışı, bizi, bu büyük eserden ve daha nicelerinden maalesef mahrum bırakmıştır.

_________________
" Hayrlar Feth Olsun ; Şerler Def Olsun !.."


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: SAFAHAT OKUMALARI
MesajGönderilme zamanı: 21.01.09, 17:08 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 03.01.09, 22:40
Mesajlar: 926
— Vay Hocam! Vay gözümün nûru efendim, buyurun!
Hangi rüzgârdır atan sizleri?.. Lûtfen oturun.
Mütehassirdik efendim, ne inâyet! Ne kerem!
Öpmedik afvediniz...
— Çok yaşa... Lâkin... Veremem.
— Bütün İstanbul’un ağzında gezen elleriniz,
Bize nâz etmese olmaz mı efendim? Veriniz.
— Döktüğün dillere bittim, seni çok sözlü seni!
Ayda, âlemde bir olsun aramazsın Köse’ni.
Bu herif öldü mü, sağ kaldı mı, derler de ayol,
Baba dostuysam eğer kalkıp ararlar bir yol.
Yoksa yaşlanmaya görsün, adamın hâli yaman...
Ne fenâ günlere kaldık, aman Allâh’ım aman!
“Nesl-i hâzır” denilen şey pek acâib bir şey:
Hoca rahmetliye bak, oğluna bak, hey gidi hey!..
— Amma tekdîr ediyorsun, canım ilkin adamı...
Bir selâm ver bakalım, böyle Selâmsız'dan mı?
— Selâmun aleyküm.
— Aleyküm selâm...
Barıştık, yüzün gülsün artık, İmam.
— Hele dur, öfkemi tekmilleyeyim...
— Tekmille!
Zâten eksik bir o kalmıştı: Hudâyî sille.
— Sanki dövsem ne yaparsın? Hocayız biz, döveriz...
Gül biter aşk ile vurduk mu...
— İnandım, câiz.
— Pek cılız çıktı bu “câiz”, demek îmânın yok?
— Dayak “Âmentü”ye girdiyse, benim karnım tok.
Gül değil, kıl bile bitmez sopa altında!
— Hele!
— Öyle olsaydı, şu karşındaki yalçın kelle,
Fark olunmazdı Kızanlık’taki güllüklerden!
Bu dayak faslı da aç karnına bilmem nerden?
Dur ki çay demleyelim, nargile gelsin, kerem et.
— Söyle gelsin, hadi, zahmetse de...
— Hâşâ, rahmet.
— Enfiyen var ya?
— Tabî’î.
— Çekilir boydan mı?
— Burun aldatmaya kâfî.
— Bu nedir? Cerman mı?
— Karışık.
— Neyse, zarûrette pek a’lâ gidecek.
Hocazâdem, bakalım, bir de bizimkinden çek.
— Yerli mahsûlüne benzer mi desem?..
— Kendisidir.
— Sen de tiryâki değilsin ya, pek a’lâ yetişir.
— Baban olsaydı da görseydi, işin vardı.
— Neyi?
— Çektiğin murdarı.
— Sevmezdi, evet, böyle şeyi.
— Neydi rahmetlide, lâkin, o temizlik, vay vay!
Azıcık benzemiş olsaydı ya mahdûmu da...
— Ay?
Şu babamdan nerem eksik, hadi, göster bakayım?
— Ama hiddetleneceksen ne suyum var, ne sayım?
Yok, eğer mum gibi dosdoğru cevâb istersen:
Babanın kestiği tırnak bile olmazsın sen.
— Ne nezâketli beyan: Hay gidi mum, tıpkı odun!
— Böyle hiddetlenecektin, neye râzî oldun?
— Oldum amma bu kadar doğrunun olmaz ki tadı..
“Selâmun aleyküm behey Kör Kadı!”
Seni çok sözlü dedin, yetmedi; tekdîr ettin,
Yine az geldi...
— Hayır, söylemedim, söylettin.
— Başladın şimdi de tahkîre... Kızılmaz mı Hoca?
— Zübbelik yok!
— O ne? Ben zübbe miyim?
— Oldukça.
— Vâkıâ çok severim, her ne desen aldırmam;
Bu, fakat hazmolunur parça değil... Pîr ol İmam!
— Sen de pîr ol.
— Ama kızdım.
— Ne tuhaf şeysin be:
Bir sözümden kızıyorsun.
— Kime derler zübbe?
— Sana derler.
— Niye?
— Hem benzemedin merhûma;
Hem neden benzemedin, dersen, efendim, sorma,
O ne hiddet, o ne şiddet! Çalışıp benzesene!
İlme vakfettiği dirsek babanın: Elli sene.
— Biz de az çok pala sürttük...
— Sana câhil demedik,
Yalınız zübbe dedik... Bak yine baktın dik dik.
Hoca rahmetli yetişmişti, düşün hem, nereden?
Kimin oğluydu baban? Kimdi unuttun mu deden?
İpek’in köylüsü, ümmî, yarı vahşî bir adam...
— Bâri yamyam de! Ne mâni’ ki, evet, ak yamyam!
— Dinle oğlum...
— Ne nezâhet bu Hocam? Hayrânım!
— Lâfı ağzımda bıraktın be kuzum, dur be canım...
— Cümle bitseydi, emînim ki, dedem gitmişti...
Dar yetiştim!
— Ne o, sırtlan da mı olduk şimdi?
— Neyse bahsinde devam et bakalım...
— İşte baban,
Bir şey öğrenmedi elbette o ümmî babadan.
Ne kazanmışsa, bütün, kendi kazanmış, kendi.
Zât-ı devletleri, lâkin azıcık çöplendi.
Sen duâ et babadan topladığın mîrâsa,
Hep onun himmetidir üç satır ilmin varsa.
— Üç satır hem de, İlâhî, ne tükenmez irfan!
— Hadi üç yüz satır olsun mütehammilse kafan.
Hoca’nın kâ’bına yükselmen için dağlar var.
— Tırmanırsam?
— Hadi tırman, bakalım, işte duvar.
— Göreceksin.
— Bu bacaklarla mı?
— Hay hay!
— Belli!
Yaşınız kaçtı paşam, elli mi?
— Yoktur elli.
— Aştınız kırkı ya?
— Kırk altıyı bulduk.
— A’lâ...
Yüzü bulsan, yine “hâlâ mı bu mektub, hâlâ!”
Arzı olmazsa hayâtın ne çıkar tûlünden?
Hani kırk altı yılın eldeki mahsûlünden?
Hangi bir fende teâlî edebildin, evlât?
Hangi san’atte rüsûhun göze çarpar? Anlat!
Ulemâdan mı sayıldın? Fukahâdan mı?
— Hayır.
— Ya siyâsî mi nesin? Kendine bir meslek ayır.
— Şâirim.
— Olmaz olaydın: O ne yüzler karası!
Bence dünyâdaki işsizlerin en maskarası.
— Afedersin onu!
— İmkânı yok etmem, ne demek!
Şi’re meslek diye, oğlum, verilir miydi emek?
Âh, vaktiyle gelip bir danışaydın Köse’ne,
Senin olmuştu bugün belki o kırk altı sene.
— Ama pek hırpaladın şi’ri...
— Evet, hırpaladım:
Çünkü merkep değilim, ben de mürekkep yaladım,
Ben de târîh okudum; âlemi az çok bilirim.
“Şuarâ” dendi mi, birdenbire oynar sinirim.
İyi gün dostu herifler, o ne yardakçı gürûh,
O ne müstekreh adamlar! Hani bakmak mekrûh.
Dalkavukluktaki idmanları sermâyeleri...
Onlar azdırdı, evet, başlıca pespâyeleri.
Bu sıkılmazlara “medh et!” diye, mangır sunarak,
Ne erâzil adam olmuş, oku târîhi de bak!
Edebiyyâta edebsizliği onlar soktu,
Yoksa, din perdesi altında bu isyan yoktu:
Sürdüler Türk’e “tasavvuf” diye olgun şırayı;
Muttasıl şimdi “hakîkat” kusuyor Sıdkı Dayı!

Bu cihan boş, yalınız bir rakı hak, bir de şarab;
Kıble: Tezgâh başı, meyhâneci oğlan: Mihrab.
Git o “dîvan” mı ne karn’ağrısıdır, aç da onu,
Kokla bir kerre, kokar mis gibi “Sandıkburnu!”(*)
Beni söyletme neler var daha!
— Tekmilleyiver...
Sâde pek sövme ki, Peygamberimiz şi’ri sever.
— Vâkıâ “inne mine’ş-şi’ri...” büyük bir ni’met;
Dikkat etsen: Yine sevdikleri, lâkin, hikmet.(*)
Ben ki Attâr ile Sa’dî’yi okur, hem severim;
Başka vâdîleri tutmuşlara ancak söverim.
Hem senin şi’re müdâfi’ çıkışın ma’nâsız:
Sana şâir diyen, oğlum, seni gördüm yalnız:
Kimi Mevlidci diyor...
— Âh olabilsem, nerde!
Yetişilmez ki: Süleyman Dede yükseklerde.
— Kimi bid’atçi diyor... Duyduğum en çok bunlar.
— Daha var mıydı, İmam?
— Var ya, unuttum: Baytar.
— Keşke baytarlık edeydim...
— Yine et mümkünse.
— Yapamam.
— Belki yapardın be...
— Unuttum, be Köse!
— Keşke zihninde kalaymış, ne kadar lâzımmış;
Beni dinler misin evlâd? Yine kàbilse çalış:
Çünkü bir tecrübe etsen senin aklın da yatar,
Bize insan hekiminden daha lâzım baytar.
— Hele bir çek bakalım!
— Sen de bizimkinden çek.
— Hani çay gelmedi yâhu?
— Ay, unuttuk, gerçek.
— Gitme, seslen yalınız, nerde Emin, yok mu?
— Emin!
Nerdesin? Baksana, çay demleyeceklerdi demin...
— Demlemişler, baba.
— Sen gelsene, oğlum, buraya...
El öperlerdi, unuttun mu?
— Hayır.
— Oldu mu ya?
— Demin öptüm, baba...
— Öptün mü, git öyleyse hadi.
Hele yâ Rabbi şükür, çay da nihâyet geldi.
Şeker istersen eğer bulduralım?
— Dört yüz mü?
— Aldığım yok, yaşasın İzmir’in a’lâ üzümü;
Hem ucuz, hem daha lezzetli!
— Çekirdeksiz de.
— Buyurun.
— Başla canım, var mı merâsim bizde?
— Hocam, evvelce üzüm çiğnenecek, üstüne çay...
İçelim aşkına rindân-ı Hudâ’nın!
— Hay hay!

***

(*) Yenikapı’daki târihî meyhânelerin olduğu yer.

(*) Öyle şiir vardır ki hikmettir; öyle beyan vardır ki sihirdir. Hadîs-i Şerîf. [İbni Mâce, Kitâbu’n-nikâh41 ve Buhârî, Kitâbu’l-Edeb, 48]

_________________
" Hayrlar Feth Olsun ; Şerler Def Olsun !.."


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: SAFAHAT OKUMALARI / Mehmed Âkif Ersoy
MesajGönderilme zamanı: 22.01.09, 15:08 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 03.01.09, 22:40
Mesajlar: 926
Sürdüler Türk’e “tasavvuf” diye olgun şırayı;
Muttasıl şimdi “hakîkat” kusuyor Sıdkı Dayı!


***
Mehmed Âkif Ersoy
Safahat

_________________
" Hayrlar Feth Olsun ; Şerler Def Olsun !.."


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 3 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 1 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye