“Tenkitsiz Tefekkür Olmaz!”
Muhsin İlyas Subaşı
Yukarıdaki cümle merhum Cemil Meriç`e aittir. Üstat, bunu şöyle tamamlar: “Tek adım atamazsın tenkitsiz!”(Bir Mabed Savaşçısı Cemil Meriç, Dücane Cündioğlu, Etkileşim Yayınları, İstanbul 2007 s.103)
Geçen hafta, kitap okumadığımızdan söz etmiştim. Bundan alınanlar olduğunu bir dostum anlattı. Elbette, ukalalık yapıp herkesi aynı kefeye koyacak bir insan değilim. Sözüm daha çok gençlere yönelikti. Bugün artık eskisi gibi değil. Çokça dergi çıkıyor. Bir yığın Internet sitesi var. Yazdığı yazılar kadar kitap okumamış bir yığın insan buralarda cirit atıyor. Aslında belki güzel şeyler bunlar, zamanla ayıklanır, ayakları yere basanlar kalır ve kültürümüz yeni kabiliyetlere kavuşur. Artık ustaların keşfi değil, gençlerin kendilerini takdim dönemi başladı. Ne var ki, gençler yemek gibi, bilgiyle de beslenemezlerse, gelişmelerini tamamlayamazlar. Bunun için o yazıyı yazdım. Kimseye akıl verecek, yol gösterecek halim yok!
Burada izniniz olursa, bir hatıramı anlatmak isteyeceğim:
Cemil Meriç`i sağlığında dikkatli bir şekilde takip eden ve okuyan bir insandım. Ona bu muhabbetim, onun yanlışlarını da kabulüm anlamına gelmiyor elbette. Kitaplarında hassasiyet ve kabullerime uymayan çokça da görüşleri vardı. Bunları normal görüyordum. Çünkü Marksizm`den gelen bir insan, kolay kolay o tortuyu üzerinden atamaz. Bunu da zaten kendisi kabullenir ve söyler. Ancak toptan mahkum edici bir ifadesine karşı çıkmamak mümkün değildi. Ciddi yanlış kabul ettiğim bir tespitini okuyunca bunu içime sindiremedim. Merhum diyordu ki: “Türk şiiri Nazım`la biter. Avrupai düşünce Nazım`la başlar.”(Mağaradakiler, Cemil Meriç, Ötüken Yayınları, İstanbul 1978, s.70.) Ben bu görüşüne itiraz ettim. Kendisiyle yazıştığımız gibi, o zaman çıkardığım Küçük Dergi`de de “Meriç`in Nazım`ı ve İsa`sı” başlıklı uzunca bir yazımda bunu eleştirdim. Kendisine yazdığım mektubuma verdiği cevabında (ölümünden sonra oğlu Ali Meriç tarafından neşredilen Jurnal II` de `s. 337.` yayınlandı) bu sözünün `çok aşırı bir iddia olduğunu` söyleme nezaketini gösterdi.
Bütün bu olanlardan sonra da biz kendisine; “Kayseri Sanatçılar Derneği”olarak “Yılın Düşünce Adamı”ödülünü verdik, kendileri de muhterem eşini yeni kaybetmiş olmasına ve hastalığına rağmen, kalkıp Kayseri`ye kadar geldi ve ödülünü aldı.
Ne ben; “Şair olarak, Nazım`ın gidişiyle şiirimizin bitmiş olduğunu söylediği için bizleri yok sayıyor, böyle diyen bir fikir adamına ödül verilmez”, diye düşündüm, ne de kendileri; “Böyle tepki gösteren bir adamın davetine katılmam”, dedi. Çünkü Üstat, yazıma başlık yaptığım şekilde bakıyor fikir hayatına. Hatta kendisiyle karşılaştığımızda; “Üstat, size karşı haddi aştım mı acaba?”diye sorduğumda, “Hayır hayır, tenkit bizim gücümüzdür. Senin tavrından memnun olmasaydım, sizleri görmek için ta İstanbul`dan kalkıp buralara kadar gelir miydim? Müsterih olunuz Muhsin bey. Keşke uyarınız bu yazı kitaba konulmadan önce olsaydı, ben düzeltir öyle yayınlardım”, deme kadirşinaslığını da esirgemedi. Evet, tenkidi aradan çıkarırsanız, tefekkürü hayallerinize, duygularınıza ve hatta ihtiraslarınıza feda edebilirsiniz! Bizim temel sıkıntımız işte bu: Biz eleştiri ile dostluğu birlikte korumayı öğrenemedik.
Bir insanı tenkit etmek, ona düşman olmak mıdır? Böyle ilkel bir kabile mantığı olabilir mi? Biz bu dengeleri koyamadık, bu dengelerin kural ve kaidesini de koyamadık! Kendi sınırlarımız içerisinde kendimize bir küçük dünya inşa ettik, oraya bir fildişi kule yerleştirdik, o kuleye oturup herkese tepeden bakmaya başladık. Peygamber`in kendisini görünce heyecanından titreyen adama; “Gel çekinme, karşında kurutulmuş et yiyen bir kadının oğlu var”, diyen tevazuunu hayat düsturu haline getiremedik.
Bizler tenkitsiz yetiştik. Bizlerin rehberi de olmadı, elimizden tutup; “Sende birşeyler var, şöyle davranırsan daha güzel eserler üretebilirsin”, diyen olmadı. Hatta, horlandık, dışlandık, haset sopasıyla kovalandık. Şu yaşa geldim, bu yönde; “Allah razı olsun, beni yönlendirdi”, diyebileceğim bir büyüğümün himmetini görmedim, göremedim. Hatta, Türkiye`de ilk defa Alpaslan ve Malazgirt`i piyes olarak yazdım. Onlarca okul sahneledi. Üstelik aynı yıllarda Türkiye`nin tanınmış dergilerinde yazı ve şiirlerim çıkıyor olmasına rağmen, Piyesimi oynatan okulumun öğretmenleri, o yıllarda beni kompozisyon dersinden bütünlemeye bıraktılar. Hiçbir hocam, elimden tutmadı. “Ben yapamıyorum, sen beceriyorsun, sen ileride benim de sesim olabilirsin” deme erdemliliğini göstermedi. Bu olayın üzerinde kırk yıl geçti, muhataplarımız değişse de zaafları değişmedi. Öyle ki, yakın zamanda çağdaşım iki dostuma, kendi ihtisas alanlarına giren bir kitabımın kopyalarını verdim. Verirken de görüşlerini öğrenmek istediğimi söyledim. Okuyup bıraktılar, tek cümle etmediler. “İyi yapmışsın, ya da fena olmuş, şuralarda düzeltme yap, şunları da ekle veya şunları çıkar”, gibi bir kadirşinaslık örneğini göremedim. Kitap çıktı, tebrik bile etmediler. Hazımsızlık bu kadar mı kör eder insanı?.. Anlamak mümkün değil!.. Yazım aşaması bitmiş bir başka kitabımı, yine yazdığım alanda uzman olan bir dostuma teklif ettim: “Zamanın varsa, bir gözden geçirmeni beklerim. Tenkit ve tavsiyelerinden yararlanmak isterim”diye, çıtı çıkmadı. Batı`ya bakıyorum, bir kitap yazılıyor, önsöz neredeyse, o kitaba katkı sağlayanlara şükran duygularıyla tamamlanıyor. Onlarda, tefekkür böyle gelişiyor. Çünkü, bakan birşeyler söylüyor, ekliyor, çıkarıyor, daha mükemmele doğru gidiyor. Bizde bunlar yok, maalesef yok. Herkes kendi başına buyruk, üstelik kendinden başka kimseyi de beğenme erdemliliğini geliştiremedik!
Kişisel olarak duygularımı bu acılarla pişirdiğim için bana kim başvurduysa geri çevirmemeye özen gösterdim. Şiirlerini adlarına dergilere gönderdiğim gençler oldu. Kitaplarının basılması için tavassutta bulunduklarım vardır. Yakın çevremde kendisinde kabiliyet ve gayret gördüğüm gençlerin eserleri hakkında yazılar yazdım! Kimseden de kendim için bir şey beklemedim.
Bunları niye yapıyoruz? Kolektif düşüncenin gereği bu. Bakınız, korkunç bir iç mücadele var. Adam, “sağ düşüncede olanlardan aleyhlerine de olsa söz etmeyin, zira aleyhlerine konuşmak da onlara değer vermek demektir”, gibi çok ilkel, çok bağnazca düşünce taşıyan insanlarla boğuşuyorsunuz. Böyle bir ortamda birbirimize sahip çıkmazsak, ne kazanırız?..
Benim için enteresan bir tevafuk oldu; ben bu yazıyı tamamladığım günü, Mehmet Nuri Yardım dostumun “Eleştiride Ölçü” yazısı yayına girdi. Bu yazı beni yirmi beş yıl öncesine götürdü. O tarihlerde, “Tenkit mi, tahrik ya da tezyif mi?”diye bir yazı yazmıştım. (Boğaziçi Dergisi, Ağustos-1984) Biz galiba, `tenkit`le `tahkir` ya da `tezyif`i zaman zaman karıştırıyoruz. “Tenkit”bu defa “Tenkil”e dönüşüyor! Evet tenkit olmalı. Biz onun disiplininden kendimizi uzaklaştırmamalıyız. Yetişeceksek, münekkit bir tezgah ustası gibi etrafımızda hep dolanmalı. Hatta ben dikkatli okuyucuyu yazarın şansı sayarım. Bence gizli münekkit onlardır. Eğer kitabınız basılıp satılıyorsa, mutlaka onlar bunu şifahi olarak birilerine bu kitabın müspet eleştirisini yapıyorlar ve bu defa başkaları o kitabı alabiliyor.
Cemil Meriç`in dikkatine katılmamak mümkün değil. Biz, Eleştiri`yi yol gösterici olarak değil de, fikir sopasına dönüştürürsek, bu defa yol açalım derken genç fidanları budamış oluruz!
Yazımdan bu hassasiyetimi koruyarak genel bir değerlendirme yaptım. Kendimi, o sorumluluğun yükünü taşıyanlardan birisi olarak gördüğüm için okumamız gerektiğini yazdım. Kabiliyetlerini görüp geleceğimiz için sevindiğim çok yetenekli gençler var. Bunun için genel bir eleştiri tavrı gösterdim. Bu gençler, ihmal edilirse, onlar için dehşetli bir tuzak olan erken kifayet duygusuna kapılırlarsa, bir yere gelip tıkanacaklardır. Bunu aşmaları için yardımcı olmak bu ülkenin geleceğinden kaygı duyan her inanmış aydın için bir sorumluluktur. Değilse, kimseye akıl verecek bir niyete sahip değilim!
Kaynak: Sanat Alemi
|