Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 1 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: Mehmet Akif Ersoy Türkçü mü oldu?
MesajGönderilme zamanı: 24.06.09, 10:13 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 13.02.09, 15:55
Mesajlar: 29
Mehmet Akif Ersoy Türkçü mü oldu?

Fazıl Gökçek, Birinci Dünya Savaşı ile geçerliliğini yitiren İslâmcılık’tan sonra Mehmet Akif’in biraz da zorunlu olarak Türkçülük fikrine sahip olduğunu ileri sürdü.

Mehmet Akif Ersoy hakkında yazılan kitapların çoğu fikriyatı ve şahsiyeti ile ilgilidir. Onun fikri dönüşümleri üzerinde ise pek durulduğu söylenemez. Fazıl Gökçek Birinci Dünya Savaşı ile geçerliliğini yitiren İslâmcılık’tan sonra Akif’in biraz da zorunlu olarak Türkçülük fikrine sahip olduğunu söylüyor“1920’lerde, Millî Mücadele içinde Türkçü olduğunu söylemek istemiyorum ama Türkçülüğe yaklaştığını söyleyebiliriz” cümlesi bu fikrin destekçisi oluyor. Elbette burada İstiklâl Marşını hatırlıyoruz. Gökçek, Akif’in ırkçılığı tel’in ettiğini, ırkçılık aleyhinde çok ağır ifadeler kullandığını mesela Ziya Gökalp’i eleştirdiğini söylüyor. Ama Millî Mücadele döneminde işin biraz değiştiğini İstiklâl Marşında Türk’ü ırk olarak öven mısraların bulunduğunu ileri sürüyor. Aşağıdaki yazı Akif’in bu konudaki yaklaşımları üzerine genişleyerek devam ediyor. Bu tür görüşlerin, fikirlerin sorularla açılması, cevapların mısralar ile açıklanması gerçekten önemli.



MEHMET ÂKİF’ TE MİLLET KAVRAMI

Fazıl Gökçek


Mehmet Âkif, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısı ve yirminci yüzyılın başlarında Osmanlı devlet adamları ve aydınları arasında etkili olan fikrî ve siyasi akımlar içerisinde, II. Meşrutiyetten sonra yayımlamaya başladığı şiirleri, İslam dünyasından çeşitli fikir adamlarından yaptığı çeviriler ve diğer yazılarıyla İslamcılık ideolojisinin ısrarlı takipçi ve savunucularından biridir. Ancak, özellikle Birinci Dünya Savaşı içerisindeki Arap isyanının, bu idealin gerçekleşme imkânının bulunmadığını ortaya koyması, Mehmet Âkif’i, kendisini “Müslüman Türk” olarak tanımlayan ve Batılı emperyalist devletlerin saldırılarına bu tanımın kazandırdığı motivasyonla karşı koyan Türk milletinin sözcüsü olma konumuna getirmiştir. Başka bir deyişle, II. Meşrutiyet döneminde İslamcı ideolojinin önemli temsilcilerinden biri olan Mehmet Âkif, Birinci Dünya Savaşı ve Millî Mücadele sürecinde, Türkçülük fikrinin bazı temel yaklaşımlarını benimsemiştir. İstiklal Marşı bu yeni yaklaşımın son ve en önemli belgelerinden biridir. Ancak bu yeni yaklaşımın Mehmet Âkif’in İslamcılık ideolojisinin savunuculuğunu yaparken aldığı tavra çok da aykırı bulunmadığını belirtmek gerekir. Esasen Mehmet Âkif’in başyazarı olduğu ve İslamcı yazar ve fikir adamlarının yayın organı olan Sırat-ı Müstakim dergisi1, bir yayın politikası olarak daima Türkiye dışındaki Türk dünyası ile ilgilenmiştir. Söz konusu derginin koleksiyonu incelendiğinde bu durum açıkça görülmektedir. Bu dergi çevresinde toplanan, Mehmet Âkif’in de içinde bulunduğu İslamcı aydınların bazıları, ılımlı bir Türkçülüğü reddetmemişlerdir. Bu yüzden, konuyla ilgili bir çok çalışması bulunan ve İslamcılık üzerine doktora tezi hazırlamış olan İsmail Kara, bu aydınların o dönemde “Türkçü İslamcılar” olarak nitelendirildiklerini belirtmektedir.2 Bunların çoğu, Mehmet Âkif gibi, Millî Mücadeleyi desteklemişlerdir. Millî Mücadeleye bizzat katılan Mehmet Âkif, bu mücadele sonucunda kurulacak yeni rejimin Türk unsurunu temel alan bir millî devlet yapılanmasına gideceğinin bilincindedir. Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisine katılması ve İstiklal Marşını yazmış olması, onun, millet iradesini yönetim anlayışının temeli kabul eden bu yeni yapılanmaya gönüllü olarak katıldığını göstermektedir. Öte yandan, Millî Mücadele yıllarında İslamî duyarlık bu mücadelenin önderlerince sürekli diri tutulmaya çalışılmıştır. Ancak siyasî anlamıyla “İslamcılık”ın artık yürürlükte tutulma imkânı kalmadığı ortaya çıkmıştı ve Mehmet Âkif de elbette bunun farkındaydı.

Mehmet Âkif’in İslamcılık ideolojisinin hararetli savunucularından biri iken, İslam’ı dışlamayan bir milliyetçilik fikrine yaklaşması, işte bu süreçte, büyük ölçüde Birinci Dünya Savaşı yıllarında gerçekleşmiştir. fiiirlerine kronolojik olarak baktığımızda, 1915-1916 yıllarına kadar onun İslam dünyasının siyasi birliği fikrine hâlâ inandığı “millet” kavramıyla bütün Müslümanları kastettiği görülmektedir. Örneğin, Hakkın Sesleri adlı kitabında yer alan 1913 yılına ait bir şiirinde onun “İslam milleti” fikrini savunmaya devam ettiğini görüyoruz:


Hani, milliyyetin İslam idi... Kavmiyyet ne!
Sarılıp sımsıkı dursaydın a milliyyetine.

(...)

Arabın Türke; Lâzın Çerkes’e, yâhud Kürde;
Acemin Çinliye rüchânı mı varmış? Nerde!

Müslümanlıkta “anâsır” mı olurmuş? Ne gezer!
Fikr-i kavmiyyeti tel‘în ediyor Peygamber.

(Hakkın Sesleri, Üç beyinsiz kafanın...............)


1913-1914 yıllarında yayımlanan Fatih Kürsüsünde şiirinde, Mehmet Âkif’in, yukarıda sözünü ettiğimiz, siyasi anlamıyla İslam birliği fikrinin gerçekleşme imkânının kaybolmasından duyduğu üzüntü ve karamsarlık açıkça görülmektedir. Fakat 1915’te yayımlanan ve Çanakkale direnişinin şairde yarattığı coşkunlukla son bulan Berlin Hatıraları’nın da içinde bulunduğu kitabındaki şiirlerde, önceki şiirlerindeki karamsarlığın dağılmaya başladığını görürüz. Bu kitaptaki şiirlerde Âkif artık İslam birliği fikrinin hararetli bir savunucusu değildir. Ve onun bu kitapta yer alan bir şiirinde ilk kez “ırk” kavramını kullandığını görürüz. Burada ırk sözüyle onun münhasıran Türk milletini kastettiği belki söylenemez. Çünkü bu kelime o tarihte henüz bir kavram olarak sonradan alacağı anlamı kazanmış değildir. Fakat bu şiirde artık siyasi İslam’ın yerini “Müslümanlık”ın aldığı açıktır:


Müslümanlık nerde! Bizden geçmiş insanlık bile...
Alem aldatmaksa maksat, aldanan yok, nafile!

Kaç hakikî Müslüman gördümse hep makberdedir;
Müslümanlık, bilmem amma, galiba göklerdedir!

İstemem, dursun o payansız mefahir bir yana...
Gösterin ecdada az çok benzeyen bir kan bana!

İsterim sizlerde görmek ırkınızdan yadigâr,
Çok değil, ancak necib evlada layık tek şiar.


Âkif’te millet kavramının değiştiğinin en somut örneği ise, hepinizin bildiği gibi, İstiklal Marşı’dır. Bu şiirde artık “millet” bütün Müslümanları değil, Millî Mücadeleyi gerçekleştiren Türk milletini ifade edecek şekilde kullanılmıştır. Aynı şiirde “ırk” kavramı da bu kez açıkça karşılığını bulmuştur. Başka bir deyişle, “ırk” ve “millet”, Mehmet Âkif’in düşünce dünyasında aynı anlama gelmeye başlamıştır.

Bizim bu yazıda asıl üzerinde durmak istediğimiz husus, Mehmet Âkif’in, 1915 yılına kadar İslamî ve bu tarihten sonra millî bir kimlik olarak tanımladığı “millet” karşısındaki tavrıdır. fiairimiz, Balkan Savaşlarından Çanakkale direnişine kadar olan dönemde büyük bir karamsarlık içerisindedir ve âdeta milletten umudunu kesmiştir. Bunda kuşkusuz Rumeli ve Balkanlardaki Osmanlı topraklarının kaybedilmesi ve bu duruma yeterince karşı konulamamasına duyduğu tepkinin belirleyici bir rolü vardır. 1915’ten önceki tarihlere ait birçok şiirinde, milleti oluşturan unsurlar (din adamları, aydınlar, bilim ve devlet adamları, askerler…) tahkir ve tezyif edici, aşağılayıcı ifadelerle anılmaktadır. Örneğin Süleymaniye Kürsüsünde adlı manzum hikâyede, II. Meşrutiyetten önceki ve sonraki yıllarda İstanbul’un durumunu anlatan şair, “kışla, daire, mektep, medrese, kılıç ve kalem” gibi sembolik kavramlarla ifade ettiği toplumsal sınıfları tam bir bozulma ve çürümüşlük hâlinde tasvir eder:


Ne felâket, ne rezaletti o devrin hâli!
Başta bir kukla, bütün milletin istikbali

İki üç kuklacının keyfine mahkûm olmuş:
Bir siyaset ki didiklerdi eminim Karakuş!

Nerde bir maskara sivrilse, hayasızlara pîr,
Haydi Mabeyn-i Hümayun’a!... Ya bâlâ ya vezir!

Ümmetin hâline baktım ki yürekler yarası,
Ne bir ekmek yedirir iş ne de ekmek parası.

Kışla yok, daire yok, medrese yok, mektep yok;
Ne kılıç var, ne kalem... Her ne sorarsan, hep yok!

(...)

Hele ilmiyye bayağıdan da aşağı bir turşu!
Bab-ı Fetva denilen daire, ümmî koğuşu.

Ana karnından icazetlidir, ecdada çeker;
Yürüsün, bir de sarık, al sana kadıasker!

Vükelâ neydi ya? Curnalcı, müzevvir, adî;
Ne Hüdâ korkusu bilmiş, ne utanmış ebedî,

Güç okur, hiç yazamaz bir sürü hırsız çetesi...
Hani can sağlığıdır doğrusu bundan ötesi!

Siyaset, sivil ve askerî bürokrasi, ordu ve bilim-eğitim kurumlarındaki bu bozulmanın yanı sıra halk da her şeye boş vermiş ve vurdumduymaz bir hâldedir:


Yoklayım şimdi avamın da biraz
Nedir efkârı dedim. Hey gidi vurdumduymaz

Öyle dalgın ki, meğer sûrunu İsrafil’in,
İşitip, yattığı yerden azıcık silkinsin!

Yürüyor, altı çürük toprağa gelmiş, seyyar
Bir mezarlık gibi: Her nasiye bir seng-i mezar!

Duymamış kaygı denen duyguyu vicdanında.
Okunur her birinin cebhe-i hüsrânında,

“Ne gelenden haberim var, ne gidenden haberim;
Serseri kevne geleliden beri sersem gezerim!”


Bütün bu vaziyet dolayısıyla, İstanbul’dan uzaklaşan ve İslam dünyasının çeşitli bölgelerini dolaşan, bu manzum hikâyenin anlatıcısı konumundaki kişi3, Hindistan’da iken, II. Abdülhamid’in anayasayı yeniden yürürlüğe koyduğunu, yani II. Meşrutiyet’in ilan edildiğini duyunca buna inanamaz. Çünkü ona göre özgürlük ancak onu elde etme uğrunda çaba gösteren bir milletin elde edebileceği bir şeydir. Türk milletinde ise ne böyle bir istek ne de böyle bir çaba vardır.


Mehmet Âkif, 1912 yılına ait bu şiirde bütün toplum kesimleriyle olumsuz ve karamsar bir bakış açısıyla tasvir ettiği milleti, aynı yıllarda kaleme aldığı diğer birçok şiirinde de aynı karamsarlıkla anlatmaya devam edecektir. Bu tarihlere ait şiirlerinin birçoğunda onun, içinde bulunduğu feci durumu kavrama yetisinden mahrum bulunduğunu düşündüğü milleti “yığın”, “cenaze”, “leş”, “meyyit”, “dilenci”, “yüreksiz” gibi sıfat ve imajlarla birlikte andığı görülmektedir. Örneğin, Hakkın Sesleri adlı kitabındaki bir şiirde bu imajların şu şekilde kullanıldığını görüyoruz:


Ey dipdiri meyyit! “İki el bir baş içindir”
Davransana... Eller de senin baş da senindir!

His yok, hareket yok, acı yok... Leş mi kesildin?
Hayret veriyorsun bana... Sen böyle değildin.

Kurtulmaya azmin niye bilmem ki süreksiz?
Kendin mi senin, yoksa, ümidin mi yüreksiz?

(...)

Evler tünek olmuş, ötüyor bir sürü baykuş...
Sesler de: “Vatan tehlikedeymiş... Batıyormuş!”

Lâkin hani milyonları örten şu yığından,
Tek kol da “Yapışsam...” demiyor bir tarafından!


Aynı kitapta yer alan bir başka şiirde yine “leş” imajıyla karşılaşıyoruz:


Ey millet, uyan! Cehline kurban gidiyorsun!
İslam’ı da “Batsın!” diye tutmuş, yediyorsun!

Allah’tan utan! Bari bırak dini elinden...
Gir leş gibi topraklara kendin, gireceksen!


1913-1914 yıllarında yayımlanan Fatih Kürsüsünde adlı eserinde şair, millet için yine “leş” ve “cenaze” imajını kullanır. Söz konusu eserin anlatıcısı durumundaki vaiz, İslam dünyasını oluşturan milletleri “Cenazeden o kadar farkı olmayan canlar” hâlinde görür. Yine bu milletler “esaretiyle mübahî”dirler. Damarlarındaki kan âdeta irinleşmiş”tir ve bütünüyle İslam dünyası “bir yığın leş”ten ibarettir. Milletlerin içindeki yeri “dilenci mevkii”dir. Sadece günü kurtarmak için “şeref, şan, şehamet, din, iman, vatan, hiss-i hamiyet, hak, vicdan...” gibi bütün mukaddeslerini terk etmiştir:


Cenazeden o kadar farkı olmayan canlar;
Damarda seyri belirsiz, irinleşen kanlar;

Sürünmeler, geberip gitmeler, rezaletler

(...)

Dilencilikle yaşar derbeder hükûmetler;
Esaretiyle mübahî zavallı milletler;

Harabeler, çamur evler, çamurdan insanlar

(...)

Hurafeler, üfürükler, düğüm düğüm bağlar;
Mezar mezar dolaşıp hasta baktıran sağlar...

Atâletin o mülevves teressübâtı bütün
Nümune işte biziz... Görmek isteyen görsün!


Mehmet Âkif’in “millet” hakkındaki bu olumsuz bakışının değişmeye başladığını, 1915’te yayımlanan Hatıralar adlı kitabındaki bazı şiirlerde görmeye başlıyoruz. Örneğin Hatıralar’ın ilk manzumesi olan, Bakara Suresi’nin 286. ayetinin yorumu şeklinde yazılmış şiirde şair, milletinin yüzyıllar boyunca İslam’ın koruyuculuğunu yaptığını hatırlatarak, bu milletin Allah’ın “bir emrine ecdadı da ahfadı da kurban” olduğu hâlde bugün felaketten felakete sürüklenmesinden duyduğu acıyı anlatır ve “Balkan’daki yangın daha kül bağlamamışken” yeni bir savaşla karşı karşıya kalmasının bir bakıma bu milletin hak etmediği bir sonuç olduğunu söyler. Fakat -Birinci Dünya Savaşını kastederek- “bu cehennem”in bile onu yıldıramadığını, “kum dalgalarından”, “çöller”den, “kar kütlelerinden” “bir çağlayan gibi” geçmekte olduğunu belirtir. Böylece milletten söz edilen mısralarla başlayan şiir, milletin orduya dönüşmesiyle, mukaddesleri uğrunda korkusuzca ölüme atılan ordunun zaferi hak ettiğini belirten mısralarla sona erer:


Bir böyle şehidin ki mükâfatı zaferdir,
Vermezsen İlâhî, dökülen hûnu hederdir!


fiiirin bu ikinci kısmı, daha sonra Âsım adlı eserinde göreceğimiz, Çanakkale şehitlerine hitap eden parça ve İstiklal Marşı ile benzerlik göstermektedir.


Yine Hatıralar adlı kitabında yer alan Berlin Hatıraları şiirinde de, yukarıda sözünü ettiğimiz Süleymaniye Kürsüsünde adlı eserde diğer kurumlarla birlikte bozulmuş ve çürümüş olarak gösterilen ordu ve millet “Muazzam ordumuzun en muazzam evladı” olarak nitelenir. Ve başlangıcı karamsar olan bu şiir, Çanakkale direnişini gerçekleştiren askerlerin dilinden, şu mısralarla sona erer:


Korkma!

Cehennem olsa gelen, göğsümüzde söndürürüz;
Bu yol ki Hak yoludur, dönme bilmeyiz, yürürüz!

Düşer mi tek taşı, sandın, harim-i namusun?
Meğer ki harbe giren son nefer şehid olsun.

fiu karşımızdaki mahşer kudursa, çıldırsa;
Denizler ordu, bulutlar donanma yağdırsa;

Bu altımızdaki yerden bütün yanardağlar,
Aşıp da kaplasa afakı bir kızıl sârsar;

Değil mi cephemizin sinesinde iman bir,
Sevinme bir, acı bir, gaye aynı, vicdan bir;

Değil mi sinede birdir vuran yürek... Yılmaz!
Cihan yıkılsa, emin ol, bu cephe sarsılmaz!


Bu olumlu bakış, Mehmet Âkif’in bir sonraki şiir kitabı Âsım’da da devam eder. Köse İmam ve Hocazade adlı iki kişinin karşılıklı konuşması biçiminde düzenlenen bu uzun manzum eserde, eski nesli temsil eden Köse İmam’ın –ki onun Mehmet Âkif’in eski ruh hâlini temsil ettiğini de söyleyebiliriz- milleti “leş” olarak nitelemesine Hocazade –ki o da Mehmet Âkif’in yeni ruh hâlini temsil eder- karşı çıkar. Ona göre millet “dipdiri”dir. Sadece biraz “dalgın”dır, elinden tutan ve yol gösteren olduğu takdirde kurtuluşunu gerçekleştirecektir. Çanakkale şehitleriyle ilgili meşhur mısraların da bulunduğu Âsım’da, Âkif’in millet konusundaki olumsuz ve karamsar tavrının nasıl değiştiği, yukarıda bazı örneklerini verdiğimiz Hakkın Sesleri ve Hatıralar adlı kitaplarında yer alan şiirlerle karşılaştırıldığında görülebilir. Bu değişimin ve umudun zirvesi İstiklal Marşı’dır; artık millet leş, dilenci, meyyit, cenaze vb. değil, “istiklal”i hak eden kahraman bir “ırk”tır.

______________________

1 Ebulula Mardin ve Eşref Edip tarafından II. Meşrutiyet’ten sonra çıkarılan ve Mehmet Âkif’in başyazarı olduğu haftalık dergi. İlk sayısı 27 Ağustos 1908 yılında çıkmış, 183. sayıdan itibaren Sebilürreşat adını almıştır. Birkaç kez kapatıldığı için kısa sürelerle çıkamayan dergi 1925 yılına kadar yayınını sürdürmüştür. Son sayısı (641. sayı) 5 Mart 1925 tarihlidir. Yazarları arasında M. Âkif’ten başka Manastırlı İsmail Hakkı, Babanzade Ahmet Naim, İzmirli İsmail Hakkı gibi İslamcılık fikriyatının temsilcileri bulunmaktadır. Dergi ilk yıllarında Ahmet Ağaoğlu ve Yusuf Akçura gibi Türkçü fikir adamlarının yazılarına da yer vermiştir. Mehmet Âkif’in şiirlerinin tamamına yakını kitap hâlinde basılmadan önce bu dergide yayımlanmıştır. Derginin bibliyografyası yayımlanmıştır: Abdullah Ceyhan, Sırat-ı Müstakim ve Sebilürreşad Mecmuaları Fihristi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1991. (Geniş bilgi için bkz. “Sırat-ı Müstakim”, Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, Dergâh Yayınları, c. 8, ss. 6-9.)

2 Sırat-ı Müstakim mecmuası, 1911’de ancak yedi sayı yayımlanabilen ve derneğin adını taşıyan dergiden önce Türk Derneği mensubu Türkçü yazarların da yayın organı olmuştur. Bu bize en azından Meşrutiyet’in ilk yıllarında İslamcı ve Türkçü aydınların arasında büyük ihtilaflar bulunmadığını göstermektedir. İslamcı ve Türkçü aydınlar arasındaki farklar ve benzerlikler için bkz. İsmail Kara, “Tanzimat’tan Cumhuriyete İslamcılık Tartışmaları”, Tanzimat’tan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi, İletişim Yayınları, c. 5, s. 1409.

Erol Köroğlu da bu konuda biraz abartılı olan, ama bütünüyle reddedilemeyecek bir düşünceyi dile getirmekte, Osmanlıcılık ve İslamcılığı “protonasyonalizm” olarak nitelemekte ve Miroslav Hroch’a atıfta bulunarak bu fikir akımları ile birlikte Batıcılık’ın da “ulusalcı ideolojiler” arasında olduğunu ileriye sürmektedir. Türk Edebiyatı ve Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) Propagandadan Millî Kimlik İnşasına, İletişim yayınları, 2004, s. 99.

3 Mehmet Âkif’in bu eserinde bir vaiz olarak kişileştirdiği Süleymaniye Camii’nde halka hitap ettirdiği zatın Tatar Türklerinden Abdürreşit İbrahim olduğu bilinmektedir. Hakkında geniş bilgi için bkz. İsmail Türkoğlu, Sibiryalı Meşhur Seyyah Abdürreşit İbrahim, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 1997.


Kaynak:Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim dergisi


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 1 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 4 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye