Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 1 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: Seyyid Abdülhakim Arvasi:TASAVVUF BAHÇELERİ
MesajGönderilme zamanı: 15.09.09, 22:03 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 30.04.09, 09:08
Mesajlar: 148
TASAVVUF BAHÇELERİ

Es-Seyyid Abdülhakim Arvasi

http://anonymouse.org/cgi-bin/anon-www. ... rvasi1.htm

Takdim

İrşad Edicim, Kurtarıcım ve Efendim Abdulhakîm Arvasî Hazretlerine ait, dışından öğretici mahiyette bu son asrın en büyük din eserini, en titiz sadakat, en derin dikkat ve en keskin haşyetle sadeleştirirken, kendimden ekleyeceğim biricik ölçü, Büyük Velî'nin muazzez ruhaniyetine sığınmak ve affını dilemektir.

NİSAN 1983

N.F.K.

Başlangıç

Zahir ilimlerinin, mevzu genişliği itibariyle tasavvuf ilmine nisbeti, bir damlanın bir deryaya kıyası gibi olduğu, bazı tasavvuf büyüklerinin açıkladıkları hususlardandır. Zira, tasavvufun mevzuu, yerinde de bahs ve zikrolunacağı gibi, meâl olarak, Allah’ın Zâtıdır. Öbür ilimlerin, mevzûu, ne kadar geniş farzedilse de «mümkinât dairesi- olabilirler âlemi»nden dışarı çıkamaz. «vücup âlemi- olması gerekenler âlemi»ne nisbetle «imkân âlemi- olabilirler âlemi»nin ne olduğu, beyandan uzaktır. Şu halde, tasavvuf ilmi, zevkî ve vicdanî olduğundandır ki, şanına lâyık bir şekilde kalemlerin diliyle yazılması ve insanların diliyle ifadesi mümkün değildir. Bununla birlikte, bağlıları tarafından pek çok kitap ve risaleler telif ve tertip edilmek suretiyle, imkân nisbetinde izahına gayret sarf edilmiş, muazzam maksat ve meseleleri de onların sohbetleri esnasında beyan ve izah olunagelmiştir.

Bu hususta, değişik derecelerde olan tasavvuf adamlarının, çeşitli meşreplerde bulunan büyüklerin her biri, muhtelif suretlerde kendi mizaçlarına göre beyanlarda bulunmuşlardır. Bir kısmı, belki büyük bir kısmı, keşfe bağlı hakikatler ve ilhama dayalı incelikler üzerinde, zeyli uzun, meâli bir, ibaresi değişik kitaplar yazmışlardır.

Şeyh-i Ekber, bu yolun öncüsüdür ki, rivayete göre, yazdıkları beşyüz kitaptan büyük bir kısmı bu mevzu üzerinedir. Bu cümleden olarak, «Fusûs’ul-Hikem», «El- Fütûhât’ul- Mekkiye», «Et- Tedbîrât’ül- İlâhiye», «Et-Tenezzülât’ül-Muvassalliyye», «El-İsrâ-u İlâ Makâm’il Esrâ», «Şerh-u Hal’in-Na’leyn», «Tâc’ur-Resâil», «Minhâc’ül-Vesâil», «Kitab’ül-Azame», «Kitab’ül-Beyân», «Kitab’ut-Tecelliyât», «Mefâtîh’ül-Gayb», «El- Ecvibet’ul-Müsikke An Es’ilet’il-Hâkîm’it-Tirmizî», «El-Müsâmerât» gibi kitapları, bu kutsî yolun hakikatlerini beyan mevzuundadır. Bu kısmın felsefeyle münasebeti vardır. Şu kadar ki, felsefe, yalnız akla tâbi olurken; bu kısım tasavvuf, şeriat ve selim akıl dairesinde, açık bir keşfe dayalı ve sıhhatli bir zevke mutabıktır.

Bu kitapların bir kısmı da, tasavvuf adamlarının derecelerini, keşif yoluyla mertebelerinin beyanını ve kerametlerini, doğum ve vefat tarihlerini, memleketlerini, irşad havzalarını, kimlerle çağdaş bulunduklarını, hayat tarzlarını, mübarek mezar ve merkadlerini ve buna benzer meseleleri ihtiva eden kitaplardır ki, bu adeta bir tasavvuf tarihi teşkil eden bir ilim koludur. «Tezkiret’ül-Evliyâ», «Tabakât-ı Şa’rânî», «Nefehât-ül Üns», «Ravzat’ur-Riyânîn Fi’l- Hikâyât’is Sâlihîn» ve bunlar gibiler... Bu kısım tasavvuf kitaplarının da tarihle münasebeti fazladır. Ancak bu kitaplar, Hadîs-i Şeriflerin an’aneleri gibi, güvenilir ve muteber rivayetçilerin rivayetlerine dayalı olmak zorundadır. Böyle olan kitapların her meselesinde, haber ve hadîs nakletmenin usûl ve an’anesine riayet olunmuştur.

Bu kitaplardan bir kısmı da, bu yola girme ve bu yola almanın edepleri hususundadır ki, üstün velîlik makamlarına yükselmeye ve büyük insanların mertebelerine erişip, ilâhî yakınlık menzillerine ve «Seyr fillâh-Allah’ta seyr», «Seyr billâh- Allah’ı seyr», «Seyr minellah- Allah’tan seyr»e ve diğer kulları irşada vesile olan faaliyetlere ve batınî amellere aittir. Tasavvufun özü de budur. Havas ve avama faydalı ve mühim olan da bu kısımdır.

Bunun bir yönü de fıkıh kitaplarındaki ibadet kısımlarının dörtte bir kadarıyla münasebetlidir. Gazalî’nin «İhyâ»sı, Gavs-ı Azam’ın «Gunye»si, İmam Rabbânî’nin «Mektubât»ı ve diğer Ahmedî velîlerin kitap ve risaleleri gibi... Bu fakir ve âciz de işbu risaleyi gösterdiğimiz bu üç kısım üzerine inşa etmeyi uygun görmüştür.

Bu kitapların bir bölümü de, velîlerin kerametleri ve menkıbeleri, bazı hususî kişilerin faziletleri ve kemâlleri hakkında telif ve tertip olunmuş risalelerdir. Bu kısım risalelerin faydaları, zikri geçen kısımlara nazaran daha az olduğu ve hususiyle bu risaleler, ihlaslarında ifrata kaçanların şahsî fikirlerinden kaynaklanmış bulunduğu için, itibara değer görülmemiş ve bu yüzden de risalemiz, bunların muhteviyatının pek çoğundan uzak tutulmuştur. Bir kısmı da virdler ve zikirler, dualar, hizipler ve bir takım isimlerin hususiyetlerine ait olup, ancak, sahiplerine yararlı; mürid ve sâliklere faydası sınırlı, âdeta zahirî ibadetlerden kopmuş şahıslara mahsus olduğundan, risalemiz, bunu da içine almış değildir.

Diğer bir kısım ise, Allah dostlarının, büyüklerin sohbetleri ve teveccühleri esnasında sükût ettikleri ve murakabeye daldıkları zaman, İlâhî tecellî dairesinden yansıma ve dökülme yoluyla aldıkları ilimler ve İlâhî marifetleridir ki, söz ve kalemle beyanı kabil olmadığından, ancak bu meşrep için, sır ve hakikatlere ulaştırıcı bir melekenin kazanılmasına hizmet edegelmiş bir haldir. Bu da ancak sahibine hüccet teşkil ettiğinden risalemiz bu bahsin de dışında kalmıştır.

Kırk seneyi aşkın bir zamandan beri, vakitlerimi tasavvuf ilminin nazarî ve amelî yönüyle meşgul olmaya tahsis etmiş olduğumdan, Allah’ın lûtfuyle, bu sır ve hakikatlere bir nisbet kazanmışımdır.

«-Allah’tan başka kimse de, hiç bir davranış ve kuvvet yoktur!»



TASAVVUF KELİMESİNİN DOĞUŞU VE İSİMLENDİRİLMESİ



«Safa» kelimesi, her lisanda övülen; ve zıddı olan «kedûret- bulanıklık» ise kınanan hallerden sayılmıştır.

Rivâyet edilmiştir ki, Allah’ın Resûlü, mübarek peygamberlik simalarında açık bir hüzün ve değişiklik eseri olduğu halde, Sahabîler meclisini şereflendirmişler ve «Bu dünyanın safası gitti, kederi kaldı» buyurmuşlardır. Bu Hadîs-i Şerif’te «tasavvuf», «sûfi», ve «mutasavvıf» kelimelerinin, «safvet»den geldiğine bir remz ve işaret vardır. «safv» kelimesinde «f» harfinin önce gelmesi, «sûfî»de ise sonra gelmiş olması, bu kelimelerin değişik köklerden geldiğini gösterirse de, tasavvuf kelimesinin çokça kullanılmasından, «f»nin «v»den önce söylenmesinin kelimeye hafiflik kazandırmak için olduğu, yani bir telaffuz galatı bulunduğu bazı tasavvuf kitaplarında zikredilmiştir. Hattâ, peygamberlerin «safvet»le vasıflanmış olmalarındandır ki, Kur’an’da «Istıfâ, Estafî, Yestafî, Mustafâ» kelimeleri, onların üstün hallerini beyânda zikredilmiştir. Demek oluyor ki; tasavvufî hakikatlerle vasıflanmak, topyekûn Resûller ve Nebîler boyunca görülmüş ve muteber olagelmiştir.

Her nebinin zamanında, şeriatı yürürlükte olduğu, uygulandığı gibi, kendi mânevî hallerinin üstün meziyetleriyle de donanmayı, ümmetinin seçkinlerine feyizleriyle ifade buyururlardı. Mânevî safvet, Risalet ve Nübüvvetle başlamıştır. Tasavvuf, şeriatların mânevî kıymetlerini kazandırıcı ve onlar ulaşmayı kolaylaştırıcıdır.

Üstad Ebul Kasım dedi ki: «Bu taife için sûfî (sofi) tabiri, galip halde, çokça kullanılmış; ve filan kimse sûfidir, falan cemaat sûfiyye ve mutasavvifedir, denilmiştir. Yoksa bu isim için, bu mânâda kullanılışına dair Arapçada herhangi bir işaret, bir kıyas ve bir kelime türemesi sözkonusu değildir. Açık olan şey, bu ismin, yani sûfî isminin bu taifeye lakap olarak kullanılmasıdır.»

Bazıları, «kamîs» giyenden bahsedilirken, «tekamus» denildiği gibi, bu taife de «sof-yün» elbise giydiklerinden onlardan bahsedilirken, «sofî» denildiği görüşünü ileri sürmüşlerdir. Bu çevrenin, yalnızca sof elbise giymediği biliniyorsa da, bu sebebin ileri sürülmesi, hükmün çokluğa bina edilmiş olmasına göredir.



Şeyh Sühreverdi’nin «Avârif»inde şöyle denilmiştir: «Bazıları «sûfî» kelimesinin, isim olarak kullanılmasındaki münasebeti tetkik ederken demişlerdir ki; kıymette en düşük ve tevazua en yakın bulunan ve çok zaman Peygamberlerin giydikleri sof elbiseler taşıdıklarından, onlarla Arapça kıyasa bakmayarak, «sûfî» lâkabı verilmiştir.»



Gerçekten, Kâinatın Efendisi de; yetmiş kadar peygamberin sof giydiklerini haber vermişlerdir. İsa Paygamberin, softan elbise giydikleri malûmdur. Hasan Basrî; «Ben, Bedir Eshâbı’ndan yetmiş kadarıyla görüştüm ki, hepsinin de elbisesi softandı.» demiştir. Ebu Hureyre ve Feddal bin Ubeyd, Bedir Sahabîlerini anlatırken, bütün elbiselerinin softan olduğunu söylemişlerdir.



Bazıları, nasıl «Kûfî», Kufe’ye mensup demekse, «sûfî» de «sûf»a mensuptur, demişlerdir. Sûf (sof), bir çeşit yönden mamûl hırka demektir.



Bazıları ise, bu ismi ariflerin İlâhî Huzur’da «saf» olmalarına nisbet etmişlerdir. Bunlar, mânâ bakımından tezlerinde doğruysalar da; lûgat bakımından «sûfî», «saf»a nisbet edilemez.



Bazıları da, «sûfî»yi Mescid-i Suffe’ye nisbet etmişlerse de nisbetin, kaideye aykırılığından dolayı bu görüş reddolunmuştur.



Hülâsa; «sûfî» kelimesi bir sebep ve münasebet aranmaksızın, kalp safâsına, gönlü, bütün yabancılardan arındırma ve İlâhî zikirle ruhu donatmaya malik olanlara isim olarak verilmiştir. Bu üstün taife ise, «ehemmi takdim» ölçüsüne riayetle, böyle kıyas ve kelime iştikakiyle meşgul olmaktan kaçınmışlar ve kıymetli vakitlerini, pek az faydası olan bu gibi şeylerle zayi etmemişlerdir.







TASAVVUFUN TARİFİ



Sufî tâifesinin efendisi Cüneyd, buyurdular ki:

«-Tasavvuf, Hakk’ın seni sende öldürmesi ve kendisiyle diriltmesidir.»



Muhammed Bin Ali El-Kassab tasavvufu:

«- Keremli zamanda, keremli insanlardan, keremli topluluklar içinde beliren keremli ahlâk...» diye beyan etmiştir.



Cüneyd’e tasavvuf nedir, diye sorulduğunda:

«- Başkasına alâkasız kalarak Allah ile olmaktır.» cevabını aldılar. Bundan maksat, «masiva-dış dünya»dan sevgi alâkasını kesip, ancak o alâkayı Allah’a hasretmektir.



Yine, Cüneyd:

«- Tasavvuf, içtima ile zikir, istima (dinleme) ile vecd, ittiba ile ameldir.» Yani, toplulukla zikir, Kur’an dinlemekle vecd ve Peygambere uymakla amel etmektır.



Ruveym Bin Ahmed Bağdadî dedi ki:

«-Tasavvuf, yalnız, Allah’a acz ve ihtiyaçla sığınmak, mahlûkatın ihtiyaçlarına koşmak, Şeriat yasakları dışında taarruz ve mücadeleyi terketmektir.»



Şibli, tasavvufu: «her türlü endişe ve düşünceden uzak, Allah ile olmaktır,» şeklinde tarif etmiştir.



Ebu Muhammed Cerirî, tasavvufun tarifinde dedi ki:

«- Tasavvuf, her düşük ahlâktan çıkmak, her yüksek ahlâka ermek...»



Yine Cüneyd, başka bir yerde dedi ki:

«- Tasavvuf, şeriat yasaklarına ve kötü ahlâka karşı sürekli mücâhededir.»



Maruf Kerhi:

«- Tasavvuf, sevgilinin kapısından kovulunsa da orada yerleşmektir.»



Yine Maruf:

«- Tasavvuf, uzaklığın kederinden sonra, yakınlığın safasıdır.»



Şiblî:

«- Sûfî, kalple halktan kopan ve sürekli Hakk’la olandır.»





Yine Şiblî:

«- Tasavvuf, yakıcı şimşek...»



Cerirî:

«- Tasavvuf, hallerin murakabesi ve edep tavrı...»



Ebu Turâb:

«- Sûfî odur ki, hiç bir şeyden kederlenmez ve herşeyde safa bulur.»



Zünnun Mısrî:

«- Tasavvuf ehli, Allah’ı herşeye tercih eden, Allah’ın da onları herşeye tercih ettiği topluluk...»



Ebu Yakup:

«- Tasavvuf, öyle bir haldir ki, bütün beşerî sıfatları yok eder.»



Ebu Hüseyin:

«- Tasavvuf, kalbe gelen nurların, İlâhî mânâların keyfiyetinden ibarettir; yoksa, Allah’ı anmanın kemmiyeti değil...»



Ebu Sehl Sa’lûkî:

«- Tasavvuf itirazdan vazgeçmektir. Yani, mukaddes Şeriat’in yasakladığı şeyler dışında itirazı terketmek...»

Bazıları da şöyle dediler:

«- Sûfî’nin hali değişmez; değişse de kederlenmez.»

Hasılı, tasavvuf, beşerî sıfatlardan çıkıp; meleklik sıfatlarına bürünmeye ve İlâhî Ahlâk ile ahlâklanmaya hizmet eden bir haldir.

TASAVVUFUN BAŞLANGIÇ VE DOĞUŞU

En üstün Peygamberin saadet devirlerinde olduğu gibi, ondan sonra da İslâm’ın fazilet örneklerine, Peygamber’e arkadaşlık yapmalarından daha üstün bir fazilet olmadığından «Sahabî» ismi verildi. Hemen onlardan sonra gelenlere «tabiîn-uyanlar», onları takip edenlere de «etba-ı tâbiîn-uyanlara uyanlar» denildi. İnsanlar arasında ihtilâflar başlayıp, ayrılıklar doğunca, dinî mertebelerde de değişiklikler ve bozulmalar meydana geldi. Ümmetin seçkinlerinden, dinî işlerde şiddet ve inayetleri olanlara «zühdâd ve ubbad- zühd ve kulluk gösterenler» isimleri verildi ve böylece avamdan ayrılmaları sağlandı. Daha sonra, bir takım bid’atler ve uydurmalar doğup fırkalar arasında ayrılıklar meydana çıkınca, her fırka kendi havassına (seçkinlerine) «zahid» ve «abid» dedi. «Fırka-i nâciye- Kurtuluş Fırkası»ndan olan Ehl-i Sünnet bağlılarından, kalplerini gaflet yollarından koruyan, nefslerini Allah ile hıfz edip murakabe edenlerin bu vasıflarına «tasavvuf» ve kendilerine de «sûfî» denilerek, bununla diğerlerinden ayrıldılar.

Bu isimler, Hicretin İkinci Asrının sonlarına doğru kullanıldı. «Sûfî» denilenlerin ilki; «Ebu Haşim Sûfî»dir ve künyesiyle meşhurdur. Aslen Kûfe’li olup Şam’da irşâdla meşguldü. Süfyân-ı Sevrî’nin de çağdaşı... Süfyân, Basra’da H. 161 senesinde vefat etmiştir.

Süfyân dedi ki:

«- Ebû Haşim Sûfî olmasaydı, ben İlâhî incelikleri öğrenemezdim. Onu görmeden, tasavvufun ne olduğunu da bilmiyordum.»

Ebu Haşîm’den önce, ümmete bazı büyükler vardıysa da O, kendi zamanında zühd ve Şer’î hassasiyetlerde, tevekkül ve muhabbet yolunda emsallerini aşmıştı. Ondan evvel kimseye «sufî» denilmemiştir. İlk tekke, Şam’da, Remle denilen yerde onun için inşâ edilmiştir.

Bu tekkenin yapılışının sebebi şöyle rivâyet olunuyor:

Emîrlerden birisi avda iken, Ebû Hâşim’in gönül ehlinden bir kişiyle buluşup birbirlerinin ellerinden tutarak, derin bir sevgiyle görüşüp söyleştiklerini ve hemen oracıkta ellerinde bulunan yemeği birlikte yiyip vedalaştıklarını görür. Onların, böylesine samimi bir muamele ve ülfet içinde olmaları, emîrin hoşuna gider. Ebû Haşîm’e arkadaşının kim olduğunu sorar ve «bilmiyorum!» cevabını alır. «Nereli?» sorusuna da cevap aynıdır. Emîr hayretler içinde, böyle ciddi olarak görüşüp sevişmelerinin sebebini sorunca: «Bu bizim meslek ve yolumuzdur, böylece emrolunmuşuz!» karşılığını alır. Bunun üzerine, Emir bir içtimâgâh’ın, yani kendilerinin buluşmalarına mahsus bir yerlerinin olup olmadığını sorar; buna da «Hayır!» cevabını alan Emir: «Öyleyse, size bir yer yaptırayım da orada toplanırsınız!» dedikten sonra, «Remle» denilen yerdeki «hankâh-ı tekkeyi» inşa ettirir. İşte, gönül ve muhabbet ehline yapılan ilk tekke, bu bina olup ilk sufî de bu zattır. O, bütün madde ve ruh ilimlerine vakıftı.

«Dağları iğne ile kazımak, kalplerden kibri kazımaktan daha kolaydır.» ifadesi, onun büyük sözlerinden... «Fayda vermeyen ilimden Alllah’a sığınırım.» sözünü de dilinden hiç düşürmezdi.

Tasavvuf ilmi, İslâmî faziletlerin, Şer’î ilimler kısmına aittir. Tasavvuf ehlinin yolu, ötedenberi, Sahabî ve Tâbîlerden olan ümmetin büyüklerinin nezdinde hak ve hidayet yoluydu. Bu bakımdan tasavvuf ehli, diğer Şeriat ehlinden fazla olarak, bir başka ilimle de imtiyaz kazandılar. Bu yüzden Şeriat ilmi iki kısım oldu: Bir kısmı; fakihler ve fetva ehline mahsus ilim ki; ibadetler, âdetler ve muamelelerde olan umumî hükümlerdir. Diğer bir kısmı da, tasavvuf ehline mahsustur ve bu kısım ilim, nefs ile mücahede ve muhasebe esnâsında, bu yolda, meydana gelen zevk ve vecd hallerinden, bir zevkten diğer bir zevke yükseliş keyfiyetinde ve bunlara dair aralarında dolaşan ıstılahların şerhi mevzuundaki kelâmdan ibarettir. Ne zaman, ilimler âlimlerin kafalarından, gönüllerinden satırlara aktarılarak fıkıh, usûl-i fıkıh, ilm-i kelâm, tefsir ve sair ilimler telif ve tertip olununca, bu yolun adamları da kendi yollarının edep ölçülerini kaleme alarak, eserler telif etmişlerdir.

Bazıları zühd ve takvaya; alacakları veya terkedecekleri şeyde Resul’e uymak yolunda nefs muhasebesine dair kitaplar yazmışlardır. Nitekim, Muhasibî, «Kitâb’ur-Riâye» adlı eserinde bu usûlü gözetmiştir.

Bazıları da tarîkat edepleriyle, tarîkat ehhlinin zevk, vecd ve hallerine dair kitaplar yazmışlardır. Nitekim, İmam Kuşeyrî «Risale»sini ve Sühreverdi «Avârif-ul Maârif»in bu usûl üzerine kaleme almıştır.

İmam Gazalî, «İhyâ-ı Ulûm»unda iki kısmı bir araya toplamış; kitabında zühd ve takva ve Peygambere tâbilik hükümlerini sonra da tarîkatin usûl ve ıstılahları da şerh edip açıklığa kavuşturmuştur.

İşte bu beyanlara bağlı olarak, tasavvufun başlangıcı, nübüvvet ve risaletin başlangıcıdır. Tasavvuf, semâvî şeriatlerin hakikatleriyle vasıflanmaktan doğmuştur. Şeriatlerden murad, semâvî kitaplar ve İlâhî Emir ve Yasaklardır ki, tasavvuf, her zaman, itikat mevzuu hususları sabit olan bu şeriatlerin değişip yenilenmesiyle yenilenen amelî hususlarının da tatbikini ve kolaylıkla yerine gelmesini sağlayıcı bir vasıftan ve vesileden ibarettir.

Şu halde, tasavvuf denilen sıfat, nübüvvet ve risaletle beraberdir.

Hakikatlar denizi olan ve pek çok incelikleri kuşatan tasavvufun, büyük bir meselesini teşkil eden «Vahdet-i Vücud», Buda ve diğer batıl mezhep adamlarının kendi akıl ve mezhepleri hükmünce bahsettikleri «Vahdet-i Vücud»tan meâl itibariyle büsbütün başkadır. Çünkü, tasavvufun «Vahdet-i Vücud»u zevkî bir hadise; diğeri ise, aklî vâkıadır. Bunların arasındaki farkı, ona, tam mânâsı ve bütün incelikleriyle vâkıf olanlar ve ancak o üstün makama yükselme imtiyazını kazananlar bilir. Akıl ve zahir adamları, bu zevk yönünden mahrum ve mahçup oldukları için, yürüttükleri akla göre, bu iki görüş arasında bir münasebet bulurlar.

TASAVVUFUN GAYESİ

Tasavvufun gayesi, kötü ahlâk ve maddî-mânevî düşük vasıflardan arınmak; iyi ahlâk ve üstün vasıflarla donanmaktır. Şöyle ki:

«Ben üstün ahlâk değerlerini tamamlamak için gönderildim» meâlindeki hadisin işaretlerinden, en üstün Peygamberin gönderilişi ve peygamberliğindeki gayenin, yüksek ahlâkı tamamlamak olduğu anlaşılmış oluyor.

Bu yola bağlı olan taifenin de maksatlarının en yükseği ve isteklerinin gaye noktası, her şeyde Peygamber’e tam anlamıyla ittiba (uyma)dır. Zahirde ve batında mahlûkatın en faziletlisi olan Allah Resûlüne hakikatiyle vâris olmaktır. Demek ki, tasavvufun ve dolayısiyle velâyetin de gayesi bu olmak lâzım gelir.

Biline ki, hakikat üçtür:

Birincisi; üstün, tek, faal olan mutlak hakikattir ki, bu bizzat «Vâcib’ul Vücûd»tur. Bu da bizzat Mevlâ’nın hakikati...

İkincisi, süflî, münfail ve mukayyet hakikatlerdir ki, bunlar feyz ve tecellî ile «vacip hakikat»ten bir lûtuf olarak sunulan, varlık halinde kalmaya müsteit hakikatlerdir. Bu da küçük âlem olan insanın dışındaki âlemlerin hakikatidir.

Üçüncüsü; itlak (mutlak) ve takyit (bağımlı olma), fiil ve infial, tesir ve teessür arasını birleştiren; bir yönüyle mutlak, bir yönüyle mukayyet, bir yönüyle faal ve bir yönüyle de münfail olan hakikattir. Bu da insanın hakikati... İşte bu hakikat, başlangıç itibariyle büyük başlangıç; ve bu yola girdikten sonra da büyük netice mertebesini haizdir. Bu hakikat, büyük âlemin bir nüshası ve bütün hakikatlerin toplayıcısı olmak bakımından İlâhî hilâfet makamına istidat sahibi, küçük âlem olarak bilinen insandır ki, ilk hakikati itibariyle üstün vasıflara, ikinci hakikati itibariyle de düşük ahlâka, süflî vasıflara sahiptir.

Görüldüğü gibi, avamdan insanda, iki itibar vardır. Birinci itibarın yüksek vasıfları, bu çeşit insanda, zayıf ve örtüktür. Hattâ bazan avamlık o derece galip gelir ki, o insanda, iyi ahlâka sadece bir istidat baki kalır. İnsan, avamlık derecesinden yavaş yavaş, ilâhî yakınlık derecelerine yükseldikçe, ilk hakikati galip duruma yükselerek, düşük vasıfları ve iyi ahlâkı eksilir; üstün vasıfları ve iyi ahlâkı da artar. İşte bu terakkî derecelerine ulaşıldıkça, avamlıktan kurtulup; havaslık, yani seçkinlik, üstünlük o derece galip gelir ki, bu kez insanda, kötü ahlâka yalnızca bir istidat baki kalır. Büyük velîler gibi... Bazan isitidat bile kalmaz. Peygamberlerde olduğu gibi...



İnsanın kendisinde topladığı hakikatlerin birincisi; «de ki, ruh, Rabbimin emrindedir» ve «ona ruhumdan nefhettim» gibi, meâldeki âyetlerden anlaşılan ve İlâhî Zât’ın emrinden olup O’nun tarafından insana nefhedilmiş olan «ruh»tur.



İkincisi ise, insanın çamurdan, topraktan yaratıldığını bildiren âyetlerin işaretinden ortaya çıkan hakikattir ki, unsurları, âlemin parçalarından olması bakımından bizzat, süflîdir; aşağı hakikattir.



Ulvî ve süflî... bu iki zıt hakikatten teşekkül edici birlik heyetinin azasından olan rûhun, letâfetinden dolayı, unsurların kesâfetini alması üzerine, sözkonusu «birlik heyeti»nin kötü ahlâka meyli artar -ve o zıt hakikatlerin birliği içinde mağlûu ruhun icâbından olan- iyi ahlâka da meyli azalır. Heyetinde, zıt hakikatleri birleştiren insan, tasavvuf yoluna girip de, ruhun hakikatine uygun zikirle meşgul olunca, «kim bir şeyi severse, onu çokça anar» ve «im bir şeyi çok anarsa, onu daha çok sever» ölçüsüne göre, Allah Lafzı ve Tevhîd Kelimesinin altı lâtifesi üzerinde, hayâl yoluyla gidip gelişinden, İlâhî aşk ve muhabbet hissine yükselir. Bu, aşk ve muhabbeti artıran İlâhî zikir, Allah’ın emrinden olup insana nefhedilmiş bulunan ruha da kuvvet verir ki, böylece ruh, teşekkülüne aldığı beşerî alışkanlıkları terketmek sûretiyle, unsurların, yâni kesafetin gereği olan katılık ve şiddet, zayıf düşer; böylece de ulvî hakikat galip ve süflî hakikat büsbütün mağlûp olur. Öyle ki, avam, nasıl kötü ahlâkın gereği olan işleri yapmaktan geri kalmazsa, kendisinde ulvî hakikatin galip geldiği havas da, seçkinleri de, öylece, iyi ahlâkın gereği olan işleri yapmaktan asla geri kalmazlar ve onları tam bir mükemmellik ve kolaylık içinde vecdle yaparlar. Yine o derece ki; nasıl avamın, nefsini ancak zorlayarak, bir iyi işi yapması mümkün olabilirse, seçkinler de öylece nefslerini cebrederek, ancak kötü huylardan birini işlemeye imkân ve istidat bulabilirler. Allah’ın lûtuf ve inayetiyle ondan da mahfuz kalırlar.



Hakikat olan ruhun galebesiyle, insanın kazandığı, güzel ahlâktan bazılarının alâmetleri, İbn-i Hacer Heytemî’nin «Zevacir»inde şöyle anlatılmıştır:



«Bazıları güzel ahlâkın alâmetlerini şu şekilde belirttiler: Hayâsı çok, ezası az; iyiliği çok, kelâmı az; ameli çok, boş işi az; sözü doğru hatası az olmak; yine iyi, sabırlı, vakûr, şefkatli olmak ve alaycı, söğücü, lâf taşıyıcı, gıybet edici, aceleci, kinci, cimri ve haset edici olmamak; güler yüzlü ve hassas olmak, Allah için sevmek ve Allah için öfke duymak, Allah yolunda her şeye rıza göstermek ve yerinde kızgın olmak... İşte bunlar, güzel ahlâktandır.



Kötü ve yerilmiş hasletler cümlesinden olan "hırs, haset, kibir, ucup-guru», gizli düşmanlık, kin, buğz, adavet, haklı işlerde ölçüsüz ve gereğinden fazla inat, husumeti riyakârlık, çekişme, sinsilik, gevezelik, sövmek, emanete hıyanet etmek, zem ve gıybet etmek, lüzûmundan fazla medh etmek, kişiyi yüze karşı övmek, faydasız suâlin lüzumsuz cevabını vermek..."



İşte bu kötü vasıflar da süflî hakikatin galip olmasıyla insanda ortaya çıkarlar.



Övülmüş iyi hasletlerin kazanılmasını ve kınanmış kötü huy ve davranışların yok edilmesini, bilhassa, tasvvuf yoluna girmekle daha rahat, daha kolay ve daha hızlı bir şekilde gerçekleştirmek mümkündür.



Netice; tasavvufun gayesi kısaca, en üstün Peygamber’in ahlâkını kazanmak ve İlâhî Ahlâk ile sıfatlanmak ve Şer’î amelleri kolaylık ve rahatlıkla ifa etmektir.



Şu kadar var ki, belirtilen gaye, bu yolun isteklileri ve yeni girenleri tabakasına ait olup visale ermiş, kemâle kavuşmuş ve daha yukarı mertebelere erişmiş olanların bunlardan başka olan yüksek gayelerine, yerinde işaret olunacaktır.





TASAVVUFUN MEVZUU



Tasavvufun mevzuu, keşf ve müşahede yoluyla; belki, vecd ve vicdan yoluyla; Zât, İlâhî Sıfatlar, oluşlar, tecelliler; Allah’ın İsim ve filleridir.



Kâinatın Efendisi, vârisleri olan hakikî âlimlere iki çeşit miras bırakmışlardır: Bir zâhir ilmi, diğeri bâtın ilmidir.



Zâhir ilmi, o faydalı ilimdir ki, üstün Sahâbiler, onu en yüce Peygamber’in söz ve davranışlarından almışlardır. Tâbiler zümresi, müçtehidler ve salihlerin selefleri de o ilmi araştırıp, öğrenmiş onunla amel kılmış ve insanları da ona memur etmişlerdir. Bu ilmin çerçevesi, Kitap, Sünnet, Tefsir, haberler ve bunların dalları olan itikâdî ve fıkhî ilimlerdir.



Madenler ilmi, yer tabakalarını araştıran ilim, nebatat ve hayvanat ilmi, sulara dair ve azanın faydalarına dair ilim, teşrih ilmi, tıp ilmi, hesap ilmi, hendese ilmi, riyaziye ilmi ve diğer ilim kısımları zahir ilimlerinden olan hikmetli ilimlerdir.



Bunlar, Şeriat ve nakil yoluyla alınmış olmasalardı bile beşerin doğru ve sıhhatli aklı onları meydana çıkarmaya kâfi gelirdi.



Kâinatın Efendisi’nin, bu gibi ilimlerde de tam anlamıyla bir bilgi sahibi olduğu, «öncekilerin ve sonrakilerin ilmi bana öğretildi» sahih hadisiyle; yine Taberânî’nin rivâyet ettiği, «Allah, beni dünyanın üstüne kaldırdı; böylece ben onu ve kıyamate kadar orada olacakları gördüm, tıpkı şu elimi gördüğüm gibi...» Yine Ebû Davut’un meâlen:

«- Allah’ın Resûlü bir yerde bizimle birlikteydi ve Kıyamete kadar ne olacaksa, hepsini bize anlattı.» haberiyle de sabittir.



Batın ilmine gelince; o, öyle bir mânâlar âleminin marifetleridir ki, hiç bir vasıta olmaksızın gayb âleminden, «Makâm-ı evednâ- En yüksek makam»da, mahlûkatın en bilgini olan Peygamberler Peygamberi’nin yüksek ruhlarına ilâhî bir lûtuf olarak sunulmuştur.



«(Allah) kuluna vahyetti, vahyettiğini..» meâlindeki İlâhî ifadeden apaçık ortaya çıktığı gibi, Resûller Resûlünün bilgisi, mahlûkattan gizli olan yüce bir bâtın irfanıdır.



Nübüvvet ve velâyet meşrebinin o dopdolu olan irfan kadehinden, İlâhî yakınlık talibi olanların, vuslat aşkından yanmış yüreklerine bir yudumcuk dökülmüştür.



Malûm, yani mevzu, ne kadar şerefli ve yüksekse, ilim de o kadar yüksektir. Bunun içindir ki, batın âlimlerinin nasibi ve mevzuu olan ve Allah’ın Zât’ından ibaret bulunan tasavvuf ilmi,

zahir âlimlerinin nasibi olan aklî ve naklî diğer fenlerden daha şerefli ve daha üstündür.





Her ilmin, kitabı, öğretmeni ve öğrencisi de o ilmin malûmu, yani mevzuu derecesinde şerefli ve üstündür. İnsanın, sonsuz hayat ve kurtuluşuna vesile olan batın ilminin üstadı, onun şu sınırlı hayatına sebep olan ana-babasından daha önce gelir. Bu farklılık, zahir ilimlerinin bazı sınıflarında da geçerlidir. Meselâ, kelâm ilminin kitabı, hocası ve talebesi; sarf ve nahiv kitabından, onun hocası ve talebesinden rütbece daha şereflidir. Diğerlerini de buna göre kıyas et...







Bazı Tasavvuf Istılahları Hakkında





Tasavvuf’un değişik tabakalarında bulunan büyüklerin bu yolda kullandıkları lâfız ve ıstılahlar, sûfîlerin ilk tabakalarında Arapça olarak kullanılmıştır.





NEFS



Lûgatta, beden ve ruh; ve bir şeyin varlığı, aynı, mânâlarına gelir. Tasavvuf ıstılahında ise, nefsten, kulun çirkin vasıfları ve kötü ahlâkı kastedilir.



Bu vasıfların bir kısmı Şeriat emirlerine karşı gelmek, onlara aykırı davranmak gibi, kulun kendi kazancıyla olan şeylerdir. Bir kısmı da kulun, kötü ahlâkı, çirkin huylarıdır ki, bunlar, kınanmış vasıflar olarak onda bulunur. Bu kısım, sıkı bir gayret ve mücahede, aralıksız bir çalışmayla yok edilebilir ve Allah’ın lûtfuyla bunların yerine, iyi, güzel ahlâk ve yüksek vasıflar kazanılabilir.



İşte, «onların kötülüklerini Allah iyiliklere tedbil eder» meâlindeki ilâhî ifade buna işarettir.



Birinci kısım; Şeriatte tahrimî ve tenzihî bir nehy ile yasaklanmış olan zina, şarap ve benzeri şeylerdir ki, bunlar fıkıh kitaplarında anlatılmıştır.



İkinci kısım; kötü ve düşük ahlâk olan, kibir «nahvet-böbürlenme», gazap, «hıkd-gizli düşmanlık», haset ve benzerliktir ki, bunlar da tasavvuf ve ahlâk kitaplarında genişçe anlatılmıştır.



Nefsin düşmanlıklarından en şiddetlisi, ileri gelmek ve imtiyazlı olmak, gibi hususlarda kendinde bir hak ve ehliyet bulunduğunu kabul etmektir. Bu da kemâle ermemiş zatların eliyle bu yola girenlerde çokça görülür.



Nefsin, kötü ve çirkin ahlâka yuva olmak üzere insan kalıbına verilmiş lâtif bir şey olması da muhtemeldir. Ruhun, yüksek ve iyi ahlâkın merkezi olmak üzere, insana verilmiş şerefli bir «lâtife» olması gibi...



Bu şekildeki ruh ve nefs, her ikisi, insanda bir araya gelir. Göz, görme, kulak, işitme, burun, koklama, ağız tatma mahalli olması ve bunların her biri diğerinden başka olmakla beraber, «işitici, görücü, tadıcı, koklayıcı» olarak, hepsinin bir insanda toplanmış olması gibi; iyi-güzel vasıfların mahalli olan ruhla kötü-çirkin vasıfların mahalli olan nefs de insanda birleşmiş ve insan bunlarla insan olmuştur.



Nefs-i emmâre ve nefs-i levvâme bu ikinci kısımdandır







MUHALEFET-İ NEFS



Allah, «nefsi, boş isteklerden nehyeti» meâlindeki âyette işaret buyurduğu üzere, Rabb'inden korkan ve başıboş isteklerine uymamakla nefse karşı gelen kullarını cennet makamlarıyla müjdelemiştir.



Derin bir şefkat örneği Peygamber'in «ümmetim adına en fazla korktuğum şey, nefslerinin hevâlarına uymalarıdır.» meâlindeki sözleri bunu ifade eder. Zira nefsin hevâsına uymak, insanı Hak'tan alıkor ve uzaklaştırır.



Nefs ve onun isteklerine karşı çıkmak, ibadetin başı ve esasıdır. «Nefsinin karanlığında yıldızlar doğan kimsenin ufkundan, ilâhi dostluk güneşi guruba çekilir.» denilmiştir. Nefsânî isteklere meyl, Rabbâni dostluk ve huzura manidir.



Bu yola yeni girenin, nefsinden razı ve hoşnut olması, nasıl makul ve doğru olur ki, Hazret-i Yusuf, o üstün makama yükseldiği halde, «ben nefsimi temize de çıkarmıyorum. Çünkü nefs gerçekten kötülüğü şiddetle emreder!» buyurmuştur! Bu kelâm, -Zeliha'nın da olsa- nefsin emmârelik vasfını ispata kâfidir.



Bu üstün irfan yoluna girenlerin her an ortada olan kötülüklerden ve iki cihanın da kaybına sebep olacak tehlikeli şeylerden kaçınmaları ve uyanık olmaları, selim akıl sahiplerince yegâne makbul yol ve biricik kurtuluş istikametidir.



«Hikem-i Atâiyye» sahibinin, nefsin tuzaklarından bahseden bir eseri vardır. Orada der ki: «Nefs, edep aykırılığına mahkûm ve kul da edepli olmaya memurdur. Nefsin seciyesi gereği, sürekli sahibini isyan ve muhalefet meydanına çekme isteğine karşı, kul da onu, kötü isteklerinden döndürmeye ve yıldırmaya cehdeder. Onun için nefsin yularını salan kimse, onun kötülüklerine ortak olmuş olur.»





UBÛDİYET



Ubûdiyet (kulluk), ibâdetten daha geniş, daha kuşatıcıdır. Önce ibâdet, sonra ubûdiyet denilmiştir. «Ubûdiyet" ile «ubûdet» lûgat mânâları olarak bir; kulluk, itaat etmek ve alçak gönüllü olmak ifadelerinde müşterektirler. İbâdet, mü’minlerin avamına, ubûdiyet, mü’minlerin seçkinlerine ve ubûdet de seçkinlerin seçkini olan yüksek zatlara mahsustur. Yine ibâdet, ilm-î yakîn; ubûdiyet ayn-ı yakîn, ubûdet ise hakk-ı yakîn erbabına aittir. Buna yakın bir ifadeyle, ibâdet, mücahede adamlarının, ubûdiyet güçlüklere göğüs geren yakîn erbabının; ubûdet de müşahede ehlinin işidir.



Ubûdiyet, «Hakk’a tam bir yöneliş ve itaatla, kendinden sadır olan ibadetlere eksiklik gözüyle bakmak ve onların murakabesinden doğan halleri, kaderin ifadesi olarak görmektir.» denilmiştir.



Ubûdiyetten daha şerefli bir sıfat ve mü’mine bunu taşımaktan daha üstün bir mertebe yoktur. Allah, dünyada en şerefli ân olan Miraç Gecesinde, Sevgilisi ve İnsanoğlunun Efendisini, ubûdiyet vasfıyla anarak:



«Her türlü eksiklikten arınmış o Allah’dır ki, kulunu gece yürüttü...» buyurmuştur.



Yine:

«- Allah kuluna vahyetti, vahyettiğini...» buyurmuştur.



Eğer ubûdiyetten daha yüksek bir vasıf olsaydı, Allah, Sevgilisi’ni o en şerefli vakit ve en yüce hal içinde onunla yâdederdi.



«Rabb’ine kulluk et ki, sana, yakîn gelsin» meâlindeki âyetin sırrı da büyüktür. Şöyle ki; onda insanın varabileceği en üstün mertebe olan «Yakîn»in kazanılmasının, «kulluk et» kelimesiyle ubûdiyete bağlı olduğuna dair bir işaret vardır.



Yedi sınıf insanın, Allah’ın himayesinde tam bir istirahat ve emniyet içinde olduğu ifade edilmiştir:

1- Adaletten başka, gayesi olmayan hâkim...

2- Allah’a kulluk ve itaatla yetişen genç...

3- Çıkarken, tekrar mescide dönmek azmiyle çıkan ve kalbi daima mescidi arzulayan ve ona bağlı kalan, hakiki mânâsıyla namaz tutkunu insan...

4- Allah yolunda sevişmek gayesi etrafında, toplanıp dağılan dostlar...

5- Kimsesiz, tenha yerlerde göz yaşı dökerek Allah’ı ananlar...

6- Güzel ve şuh bir kadının, kendisini arzulayıp visal’ine davet etmesine rağmen, esrar ve gizlilikler âleminden hicap duyup-korkan ve bu daveti reddeden takva sahibi kişiler...

7- Sadaka verirken sağ elinin verdiğini, sol elinin bilmesini istemeyen, yani yaptığı iyiliği gizleyen ihsan sahibi kişiler...





İRADE



İrade, lûgatte dilemektir. Tasavvuf ıstılahında, bu yola yeni girenlerin başlangıç halleridir ki, başını Allah’a varma gayesine adamış olanların ilk menzilidir. Mürid, irade sahibidir, derler. İrade için de âdeti terketmektir, dediler. Şöyle ki, pek çok halde insanlar, gaflet meydanlarını doldurup, orada rahat ve huzurla vakitlerini geçirir ve şehvetlerine uyarlarken; mürid, bu elbiselerden soyunmuş ve arınmıştır. Bu yüzden, onun âdetler ve alışkanlıklar dairesinden dışarı çıkması, irade sıhhatine işaret olduğu için, bu hale «İrade» denilmiştir. Hakikatte irade, Allah’ı istemekte kalbin çoşkunluğu ve şahlanışıdır.



«İrade, için yanışı ve gönlün sızlayışıdır ki, her korku ve zorluğu hafifletip kolaylaştırır.» denilmiştir.



Cüneyd’e:

«- Salihlerin hikâyelerinden müridlere ne fayda vardır?» diye sorduklarında, Cüneyd:



«- Sâlihlerin hikâyeleri, İlâhî mânâ ordularının bir kısım askerleridir ki, müridlerin kalpleri onunla kuvvet ve sebat kazanır.» buyurmuş ve «Peygamberlerin haberlerinden, onunla kalbine sabit kılacağımız her şeyi, sana anlatıyoruz.» meâlindeki âyeti delil göstermiştir. «Mürid» ile «murad» hakkındaki soruya da:



«- Mürid ilim siyasetini, murad da Hakk’a riayeti izleyendir. Mürid, yaya; murad da uçuştadır ki, elbette yerde dolaşan, havada uçana yetişemez» buyurmuşlardır.





İSTİKAMET



İstikamet, lûgatta doğruluk mânâsınadır.



Tasavvuf ıstılahında ise; tahkik ehline göre, bütün ahitlerde, hususiyle Allah ve Resulü’ne olan ahitlerde, yemek, içmek, giyinmek gibi din ve dünya işlerinde ölçüye riayetle, «sırat-ı müstakime- doğru yola» sımsıkı bağlanmaktır.



Allah, bir âyet-i kerimesiyle, kendi «rubûbiyetini-ilahlığını» ikrar ve «vahdaniyetini-birliğini» tasdik ederek; «Rabbimiz, bütün noksan ve kusurlardan münezzeh, şanı yüce, Allah’tır!» dedikten sonra; iman ve amellerinde, farzları edâ etmekte istikamet gösteren kullarına, ahirette meleklerin geleceğini ve onlara korku ve kaygıdan emin, kavuşacakları Peygamberle birlikte, vaad olundukları cennet nimetleriyle meshur olmalarını müjdeleyeceklerini beyan buyurdular. «Hulefa-i Râşidîn’den- Dört Büyük Halife»den istikametin mânâsı babında rivayet olunan ve «imanda sebat, amelde ihlâs ve farzları edâ»yı istikametin unsurları olarak gösteren nakli, Kadı Beyzavî Hazretleri, yukarıda mânâsına işaret ettiğimiz âyet’in tefsirinde beyan etmiştir.



Hülâsa, her işte istikamettin mühim olduğu ve bilhassa Din işlerindeki ehemmiyeti, Dört Büyük Halife’nin hususî ifadelerinden de anlaşılır.



İstikamet, öyle yüksek bir derecedir ki, bütün makbul hedef ve gayelerin yerine gelmesi, bütün hayırlı işlerin kemaliyle gerçekleşmesi ona bağlıdır. Hal ve gidişinde istikamet olmayan müridin, bütün çalışması boş, sarfettiği bütün gayretler faydasızdır. Yöneldiği yolda doğruluk adımlarıyla ilerlemeyen kimse için, gaye yolunda terakki yoktur; ve o, en kötü, en bayağı, misâl halinde aşağı görülmeye mahkûmdur.



Yola yeni giren mürid için, başlangıçta istikamet, şart ve elzem olurken; yolun başında olanların muamelâtının, her türlü miskinlik ve kopukluktan azâde olması; ortada olanların, bulundukları yerleri kanıksayıp, hep orda kalmayı tercih etmemesi ve nihayet yolun sonuna varmış olanların da vardıkları hedeflerde araya perde girmemesi, istikamet alâmetlerindendir.



İstikametin üç derecesi vardır. Evvelâ doğrultmak; yani, eğrilikleri gidermek, sonra öylece kalmak ve sükûna varmak, en sonra da istikamet kazanmak, yani tam doğruluğu bulmak... Birinci derecede, nefsin terbiye edilmesi; ikincide kalbin güzelliklerle donatılması, üçüncü kademede ise, sırlara erilmesi vardır.



Ebû Ali buyuruyor ki:

«- İstikamet sahibi ol, keramet talibi olma! Zira nefsin kerameti daha çok ister, hep ona kayar. Allah ise, sen, istikametle imtihan eder!»



Hakikatiyle istikamete, bu yolun büyüklerinden başka kimse muktedir olamaz. Zira istikamet, halk arasında bilinen ve cereyan eden alelâde işlerden, muamelât şekillerinden ayrılıp, Allah katında doğru yol üzerinde olmaktır. İstikamet, ulaşılması zor bir üstünlüğün devamlılığından ve muhafazasından ibarettir.



«Eğer onlar doğru yolda devam etseydiler, mutlaka onlara bol su verir, rızıklandırırdık...» meâlindeki âyet’te, «su vermek» lâfzının müteaddî fiil olarak gelmesi, devamlılığına işarettir. Yine âyette gelen «istikamet» kelimesindeki «sin» harfi, talep içindir ki, bundan murat, tevhid üzere ikameti istemek ve ilâhî ahitlere riayetle ölçüleri muhafaza etmeye devam etmekdir.

VAKT

Vakt, tasavvuf ıstılahında yerine göre bir çok mânâda kullanılır.

Tahkik ehline göre vakt, malûm olmayan mevhûm bir işin, meydan geliş ânını tayin eden, gerçekleştirmeyi sağlayıcı bir hadiseden ibarettir.

Meselâ, bir kimse, borcunu ödemeyi, ilkbahara bağlamış olsa, ilkbaharın girmesi, yani başlangıcı, onun borcunu ödeme vadesi olmuş oluyor. İlkbahar da işte bu ödemeyi gerçekleştirici hadisedir.

Bir insan, herhangi bir şeyi elde etmek için, her hangi şeyle uğraşırsa, o şey, onun vakti olmuş olur. Meselâ; dünya ile uğraşırsa, vakti dünya; ahiretle uğraşırsa, vakti ahirettir. Sevinçte olanın vakti sevinç; hüzünde olanın vakti hüzündür. Hâsılı, bir insan üzerinde oluş ve hallerden ne galip ve hâkim olursa, o şey, o kimsenin vaktidir.

Bazan, vakit ile, insanın içinde bulunduğı zamanı murad edip, mazi ve istikbâl arası olan «hal» kastedilir.

«Sofî vaktin oğludur» derler... Bundan, müridin, içinde bulunduğu zamanın lüzum ve icaplarını iyi muhafaza ettiği ve onlara dikkatle; ihtiyaca göre, yapacağı ve mes’ul olacağı iş istikametinde hareket ettiği mânâsı kastedilir.

«Filân mürid vaktin hükmüne tâbidir» derler... Bununla, iradesi olmayarak kendisine gayp perdesinden ne açılır, ne tecelli ederse, ona tâbi olur, demek isterler... Bu söz, övgü makamında söylenmiş ve bununla, Şer’î hukuka aykırı olmayan şeyler kastedilmiştir. Yoksa, emirleri ihmal, yasakları ve kötülükleri irtikâp etmek gibi, Şer’î hükümleri çiğnemekle, bunları takdire yüklemek; ve nefsinden meydana çıkan günahlara kayıtsızlıkla, (tolerans)lık zannına kapılmak, -maâzallah- dinden çıkmaktır. Bazı zındıkların, kendilerine tasavvur süsünü vermek için gösterdikleri teslimiyet tavırları, işte bu kabildendir.



«Vakit, keskin kılıçtır» sözünden murat; kılıç, kesici ve delip geçici olduğu gibi; vakit için de, Allah’ın o ânda olmasını emir buyurdukları takdir ve kazânın mutlaka yerine geleceği, onun hakimiyetinden kaçılamayacağı ve artık kul için sabır ve teslimiyetten başka, hiç bir çare bulunmadığını ifadeden ibarettir.



«Vaktin hükmüne teslimiyet, kurtuluş ve rahata, ona itiraz ve direnmek de helâk ve meşakkate götürür» sözleri, bu mânâya işarettir.



Üstad Ebu’l Kasım, «vakit, insanı havanda gibi döğer, ezer» buyurdu. Yine Üstad, vaktin insanı şu manzumede olduğu gibi bin türlü ezâ ve cefâ ile lırıp incittiğini buyururlardı:



(Arapça’dan: )

Her geçen gün, bir parçanı alır gider,

Kalbime bir hasret bırakır, geçer gider.



Yani vakit, insanı, türlü çeşit eza ve cefâ ile ezer, incitir. Büsbütün mahvedip yok etmez. Eğer bir defeda yok etse, ondan kurtulmuş olarak insan, darlık ve sıkıntıdan da kurtulurdu.

MAKAM

Tasavvuf ıstılahında, müridin, tarikat menzillerinden kazandığı mânevî mertebesidir. Şu kadar ki, bunun kazanılmasında kişinin gayret ve cehdi, tesirin varlığı şarttır.

Meselâ; «filan mürid, tevekkül veya hamd makamındadır, filan da fark ve cem’ makamındadır.» denilir. Hasılı, her müridin makamı, cehd ve gayretiyle kazandığı, tevekkül ve benzeri mânâların meydana gelmesinde yerleşmiş olduğu mevki nisbetidir.

Sâlik’in, kazandığı makamı iyi muhafaza ederek, onun hükümlerini yerine getirmeden, tamamlamadan başka makama geçmekte acelecilik yapmaması ve bir makamı, en ileri hadde, kemâl haddine ulaştırmadan üstünde bulunan makama yükselmek için sabırsızlık göstermemesi lâzım gelir. Zira kanaati olmayan harîsin tevekkülü sıhhatli olmaz. Tevekkülü tam olmayan salikin teslimiyetinde sıhhat bulunmaz. Tıpkı tövbesi olmayanın, Hakk’a yönelip bir mürşide bağlanması ve gönülden bağlı olmayanın da amelî hassasiyet göstermesi doğruluk ifade etmediği gibi...

Bir makamda menzillerin sıhhati, ancak o makama Allah’ın, sırf kendi lûtfuyla saliki yerleştirdiğini, o makam sahibi salikin müşahede etmesiyle olur. Ki böylece, salikin menziller binâsı, sağlam bir temele oturmuş olsun.

Tasavvuf ehlinin büyüklerinden Vasıtî Hazretleri, Nişabur’a teşriflerinde, Ebû Osman’ın bağlılarından bazılarına:

«- Şeyhiniz size neyle emreder?»

Diye sorunca onlar da:

«- Taat ve ibadetlerimizde eksikliğimizi görmekle!»

Diye cevap verdiler. Bunun üzerine Vasıtî Hazretleri:

«- Ya niçin ibadetlerinizi hiç görmemeyi emretmez?»

Buyurarak, taat ve ibadetlerin ezelî tevfik ve ilâhî imdattan doğduğuna işarette bulunmuşlardır.

"Bulut gıdasını denizden alır."

Biline ki, Şeyh-i Ekber, Fütûhât’ın 334. Babında, «hitabî münazeleleri- menzilleri" kısaca izah ettikten sonra, bütün menzilleri yetmişsekiz babda açıklamış ve delilleriyle anlatmıştır.

Münâzele, birlikte bir yere varmalarını (nüzûllerini) veyahut iki kişiden birinin diğerine varmayı (nuzûlü) isteyenlerin, tarikatten muayyen bir mevzide toplanmaları, bir araya gelmeleridir.

Hakikatte bu «nüzûl- iniş», «suûd- yükseliş» ise de buna nuzûl denmesi; kulun bu yükselişle Hakk olan maksadına nazil ve vasıl olmasındandır.

«- Hoş sözler O’na yükselir» meâlindeki İlâhî ifade, buna işarettir. Şöyle ki, tesbîh, tehlil, Kur’ân okumak ve benzeri hoş kelimelerle, salih ameller kulun burakı olup kul, bununla Hakk’a nuzûl eder, gider.

Hakk’ı halk için nüzûlle vasıflamak, «O, her gece dünya semâsına nuzûl eder» meâlindeki Hadîse dayalıdır.

Kul için nüzûl vasfı ise, kulu Allah’a fakr ve ihtiyacını göstermek içindir ki, bu da Allah’ı zenginlik ve kibriyâ ile vasıflandırmaktır.

HAL

Halk dilinde en çok kullanılan lafızlardan birisi de hal tabiridir. Tasavvufta halden kastedilen, katıksız ilâhî bağışlardan kalbe gelen sevinç, hüzün, darlık, genişlik, şevk, heybet gibi mânâlardır ki; bunlar, meydana gelmelerinde kulun bir gayreti, bir kasdı olmaksızın kalbe inerler. Bu yönden, hal ile makam arasında belirgin bir fark vardır. Öz ifadeyle; hal, gaybden gelen bir bağış, makam da cehd ve riyazetle elde edilmiş bir kazançtır. Haller, ilâhî lûtuf pınarından taşar dökülür; makamlarsa, sarfedilen cehd ve gayretle elde edilir. Makam sahibi, makamında kaim ve sabit, hal sahibi de halinde sürekli değişen ve renkten renge girendir.

Zünnûn, halin, devamlı zevâle maruz bulunduğuna işaret etmiştir. Bazıları, çakıp giden şimşek gibi, halin, parıldamasının ardından, zeval karanlığına büründüğünü, onun arkasında saklandığını ve değiştiğini söylemişlerdir.



Şeyh-i Ekber, «Fütûhât»ın 192. babında,

«- Hal, zatî bir varlığı bulunmayan, gelip geçici demek olan arazlara benzer. Varlığı zamanından başka devamlılığı yoktur» demişlerdir.

Cüneyd-i Bağdadî Hazretleri de hâl ile ilgili soruya cevap olarak: (Arabîden:)

Doğunca, o aydınlık, nur yıldızları,

Açılır hep gizliler ve haber gelir cem’den...

beytini okumuş ve hal nurlarının doğmasıyla gayb âlemdindeki gizli mânâların ortaya çıkacağını ve cem’ makamından haberler getireceğini ifade etmiştir.

KABZ VE BAST

Bu kabz ve bast, yani salikin darlık ve genişlik halleri, birbirinin mukabili olarak, sâlik için, «havf-korku» ve «recâ- ümit» menzilesini geçtikten sonra meydana gelir.



Arifte meydana gelen «kabz- darlık» hali, bu yola yeni giren salikte görülen «havf-korku», «bast- genişlik» hali de yine başlangıçta vaki olan «recâ-ümid» menzilesindedir.



Korku, kalbin meyl ve arzu ettiği sevilen bir şeyin, elden kaçması endişesinden veya kalbin ürküp çekindiği, istemediği bir işin olacağı düşüncesinden doğar.



Recâ ise, istenilen bir işin olmasını dilemekten veyahut sakınılan, nefret edilen bir şeyin zevalini, ortadan kalkmasını beklemekten doğar.



Görüldüğü gibi, her iki halin de, yani, havfın da recânın da bağlı olduğu sebepler, istikbâle dâir işlerdir.



Kabz ve bast ise, salikin, içinde bulunduğu anda meydana gelen mânâya aittir.



Havf ve recâ sahibinin kalp alâkası, vadeli ve gelecekteki bir işe dayalı iken, kabz ve bast sahibi, halihazırda yüklendiği, altına girdiği varidat sebebiyle, zamanın esiri ve mahkûmudur. Kabz ve bast, salikin hallerinin değişikliği nisbetinde farklı, o nisbette değişik olur.



Bazen, kalbe gelen kabz, yetersiz olunca, sâlikte, az çok uyanıklık ve şuur hali baki kalır. Bazen de gelen kabzın kuvvet ve şuurla alâkası kesilmiş olur. «Bizler, ezelde, eşyâ köleliğinden hür ve azâde, kâinat alâkalarının izlerinden gönlü arınmışlarız,» demişler...



Kabzı gerektiren şartların en hafif ve en aşağısı, azarlama ve muâheze sebebi görülen veya tekdir cezasını hak ettiğini imâ eden bir mânevî verimin, kalpte zuhur etmesiyle, salikin içini darlık ve sıkıntının doldurmasıdır. Bunun aksi olarak da, bir nevi lûtufla rahatlık ve bahtiyarlık müjdeleyen manevî verimlerle de salikin kalbi, genişlik ve feraha kavuşur. Her şahsın kabzı bastına, bastı da kabzına uygun ve denktir.



Bazen kabzın sebebi malûm olmaz. Salik, kalbinde darlık ve sıkıntı hisseder ve sebebini idrakten âciz kalır. Bunun giderilmesinin en emin yolu, o kabz halinin geçmesine kadar, kalbin dizginini Hakk’a teslim etmek ve O’nun rızasına bağlanmaktır. Böylece, «Allah, kabzeder ve basteder.» İlâhi fermanı üzere, çok yakın bir sürede kalpte genişlik ve ferahlık meydana gelir. Şayet sâlik, kendi iradesiyle zorluğa girip, kabzı gidermeye uğraşırsa, onu arttırmak ve şiddetlendirmekten başka bir şey yapmış olmaz. Bir şeyin zevâl vâdesi girmeden, onu izaleye çalışmak, ayrıca bir edep hatası doğurur ve edebe aykırılık korkusu verir.



Bazen bast hali de, bu şekilde, bir gaflet anında kalbe tesadüf etmiş olur da sâlikte, aşırı bir gönül ferahlığı ile gülüp oynamaya karşı tabiî bir meyl ve istek meydana getirir. Bu halde olan salikin yapacağı şey, tam bir sükûnet ve metanetle edebe riayettir. Zira bast sahibi, dâima büyük bir tehlike üzerindedir ki, bilhassa görünmez tuzaklardan tam dikkat ve hassasiyetle sakınması, korunması lâzımdır.



Bu makamda, edebi muhafaza, sükûnet, zühd ve bastın uluorta tesirlerinden korunmak tavsiye ve tenbih edilmiştir. Bu yolun yolcularından niceleri, kendilerine bast halinden küçük bir pencere açılmasıyla bunun cazibesine tutularak ayakları kaymış ve makamlarından düşmüşlerdir.



İşte bu anlattıklarımızdan dolayıdır ki, kabz ve bast, üstlerindeki derecelere, yani hakikatte bitip tükenmeye nisbetle korunulucak ve Allah’a sığınılacak hallerden sayılmıştır.



Şeyh-i Ekber, «Fütûhât-ı Mekkiye»de, on fasıl halinde gösterdiği kalpten temizlenmesi gereken yüzelli kadar hal arasında kabz ve bast’ı da zikretmiştir.





HEYBET VE ÜNS



Bu iki hâl kabz ve bast’ın üstündedir. Kabz, «havf-korku»nun, bast da «recâ-ümid»in üstünde olduğu gibi; heybet kabz’dan daha yüksek ve üns de bast’dan üstündür.



Heybet’in lûgat mânâsı, vahşet duygusu, yani bir kimsenin haşmetinden korkup çekinme hissidir. Onun mukabili olan üns de, ülfet demektir ki; alışkanlık halinden ibarettir.



Heybet’in hakkı gıybet, yani huzurdan uzak kalmaktır ki; her heybet’e düşen gaiptir, yani huzurda değildir. Heybet’te olanlar, gaipte bulundukları farklılık nisbetinde, heybet’te de farklı farklıdırlar. Heybet’in dereceleri, gaiplik zamanının uzunluğu-kısalığı, eksikliği-tamamlığı nisbetindedir. Heybet makamında bulunanlardan kiminin gaiplikte kalma süresi uzun ve tam, kiminin kısa ve eksiktir.



Üns’ün hakkı, Hak ile uyanık olmaktır. Her üns sahibi, şuurlu ve uyanık; fakt Üns’ten aldıkları payın farklılığı nisbetinde birbirinden ayrıdırlar. Yani, şuur ve uyanıklıkları, üns’lerinin dereceleri nisbetinde olup, bazılarında eksik, bazılarında fazladır. Uyanıklık halinden murad, mânevî sarhoşluk halinin kalkmasıyla ayılmak, kendine gelmektir. Üns noktasının en aşağı derecesini tasvirde şöyle denilmiştir:



«- Faraza, üns sahibini ateşe atsalar, üns’ünde en küçük bir bulanma ve değişme meydana gelmez.»



Cüneyd :

«- Salikin hali, öyle bir dereceye ulaşır ki; kılıçla yarılsa ondan haberi olmaz.» demiştir.



Bu esrarlı keyfiyet, bende tereddüde sebep oldu. Fakat daha sonra, bu işin hakikati bana da apaçık göründü.



Üns ve heybet, salikin büyük ve üstün hallerinden ise de, hakikat ehli, bunları, salikin hallerinin yine de değişmesini ifade ettiğinden, kemâlde eksik saymışlardır. Zira, sabit bir mekânda karar kalmış olanların hâl ve alâmetleri; topyekün değişiklik ve fark renklerinden temizlenmiş ve arınmıştır. Onlar, Mutlak Varlık’ta boğuldukları ve yok oldukları için, artık kendilerine dost olmuş, baştanbaşa saffet ve zarafetle kaplı nefslerinde, ne heybet ve üns, ne de şuur ve his mevcuttur.



Salikin, üns ve heybet hallerinin üstünde bulunan celâl ve cemâl makamına yükselmesi, ancak sebata varmakladır.





TEVÂCUD, VECD, VUCÛD



Vucûd, lûgatte, beş hasseden birisiyle veyahut şehvet ve gazap kuvetiyle vayahut da akıl vasıtasıyla «bulmak» demektir.



Allah’a nisbet edilen vucûd, mücerret ilim mânâsınadır. Tasarruf ve iktidara da vucûd denir. «Eğer su bulamazlarsa...» İlâhî ifadesindeki vucûd kökünden gelen «bulamazlarsa» lâfzı, «suya muktedir olamazlarsa» şeklinde tefsir edilmiştir.



Vecd; aşk ve muhabbet mânâsındadır. Tasavvuf ehlinin kullandığı ıstılahlar arasında bulunan ve «vecd» kökünden gelen vucûd, işte bu mânâdadır.



Tecavud ise; vecd’de, yani sevgi ve muhabbette kemâle ermemiş kimsenin, bir nevi iradesiyle vecdi arzulaması, ona talip olmasıdır.



Vecd sahibine «vâcid» denilir, «mütevâcid-tevacüdde olan» denilmez. Zira, tevacud, vecd sahipliği değil, vecd gösterişi mânâsında kullanılır.



Bir gün, şarkıların söylendiği bir mecliste, İbn-i Mesruk ve benzeri kişiler ellerinde olmaksızın çoştular, harekete geldiler. Aynı mecliste Cüneyd’in, tam bir ciddiyet ve sükûnet içinde halini olsuğu gibi muhafaza ettiğini görenler, ona:

«- Efendimiz! Sizde zikrin güzel âhenklerinden hiçbir infial ve teessür görünmüyor?» dediler.



Cüneyd, onlara:

«- Sen, dağları yerinde sabit görünsün , oysa onlar bulutun yürüdüğü gibi yürüyorlar.» âyetiyle cevap verdi.



Ve böylece kalbinin metanetini göstermiş oldu.



Şeyh-i Ekber, «Fütûhat»ın 182. babında; zikirden doğan sema’ yani, güzel âhenklerin tesiriyle meydana gelen hareketlerin, tabiî, ruhânî ve ilâhî hareketler olarak üç kısma ayrıldığını ifade eder.



Cüneyd; tasavvuf yolunda olanların ruhanî hareketlerden ilâhî hareketlere terakkisini anlatmış ve saliklerin bazılarında hem hissî hem ruhanî hareketler, bazılarında ise yalnız ruhanî hareketler bulunduğunu ifade ettikten sonra; tabiî sema’ın, sesli ve nefesli âletlerin, dinlenilmesiyle insanda meydana gelecek hal ve hissin yalnızca sevinç, ferah veya hüzünden ibaret olduğunu, bunu dinleyen için de bu yolla hiç bir şekilde tasavvufa intisap hasıl olmadığını; ilim ve marifetin ancak ilâhî ve ruhanî âhenklerle meydana geleceği ve gerçekleşeceğini delilleriyle anlatmış ve göstermiştir.



Halin başlangıcında, sailikin, zikrinden önceki vasfı, tevacüddür. Bundan sonrası da vecddir. Vecd, hiç bir kasd ve kazanma gayreti olmaksızın, hüzün ve sevgiden sâlikin kalbine gelen haldir. Büyük mürşidler, vecdi tevâcüdden ayırarak, vecdin; düşünme, isteme ve zorlanma olmaksızın kalbe gelen bir teessür ve infial hali ve zikir emârelerinin erişilmez neticeleri olduğunu, kat’î bir ölçü halinde ifade etmişlerdir.



Her kimde zikir vazifesi çoksa, Allah tarafından lûtufları da çoğaltılır.



Kalp feyizleri, zikir ve virdlerin meyvesi olduğundan, kalbinde vird ve zikri olmayan salikin kalbi örtülü ve sırrı kör kalır.



Salikin görünen, zahirî amel ve gayreti, ibadetlerden tad alma ve zevk duymayı temin ettiği gibi; görünmeyen, batınî amelleri de salik için bir vecd kaynağıdır. Kalbî zevk ve tatlılık, ibadetin semerelerinden; vecd hali de batınî amellerin neticelerindendir.



Hâsılı vecd; Allah cemâlinin erişilmez nimeti ile coşan, ilâhî sırların keşf yolunu açan katıksız aşk şarabından sevinç ve neş’eye boğulmuş ruhla, kalbin hayret ve heybet içinde sînesinin parçalanmış olmasıdır. Mevzu ile alâkalı kaynaklarda vecd, zikir tatlılığının doğması ve kalbe dolmasıyla, ruhun, aşk şiddet ve hücumuna tahammülden âciz kalması, şeklinde açıklanmıştır:



(Arapça beyt:)



O kimse ki, vecdi çürük değilse eğer,

Şarkıcının sözlerine ihtiyacı olmaz onun.



Vucûd, vecdin üstünde olarak, onu geçtikten sonra hâsıl olur. Ve sâlik, Hakk’ın Vücûdunda topyekün beşerî sıfatlardan tamamen sıyrıldıktan sonra ona ulaşır. Zira hakikat sultanı ortaya çıkınca, beşeriyetin kalması tasavvur edilemez.



Netice; tevâcüd, başlangıç hali; vücûd da işin son mertebesidir ki, vecd, bu ikisi arasında orta bir haldir.



Tevâcüd; sâlikin istiabını, yani alabildiğince almasını; vecd istiğrakını, yani kendini veriş ve kendinden geçişini; vücûd da sâlikin istihlâkini, yani Hakk’ın Vucûdunda bitip tükenişini belirtir.



Bu bahiste sâlikin halini; bir şahsın ilkin denizi görmesi, sonra gemiye binmesi, en son olarak da denizde batıp boğulması... şeklinde misâllendirebiliriz.



___________________________________________
Kaynak:

Es-Seyyid Abdülhakim Arvasi-Necip Fazıl, Tasavvuf Bahçeleri, Büyük Doğu Yay., İstanbul.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 1 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 3 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye