Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 4 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: TAHKİKİYE RİSALESİ / Sünbül Sinan
MesajGönderilme zamanı: 04.09.09, 13:42 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 03.01.09, 23:16
Mesajlar: 123
TAHKİKİYE RİSALESİ
Yûsuf bin Ali
(SÜNBÜL SİNÂN EFENDİ)


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: TAHKİKİYE RİSALESİ / Sünbül Sinan
MesajGönderilme zamanı: 04.09.09, 13:43 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 03.01.09, 23:16
Mesajlar: 123
TAHKİKİYE RİSALESİ
Yûsuf bin Ali
(SÜNBÜL SİNÂN EFENDİ)


RAHMAN VE RAHİM OLAN ALLAH’IN ADIYLA

Bizi şu (hakikat yolu)na ileten Allah’a hamd olsun.

Şüphesiz eğer Allah’ın bizi hidayete erdirmeseydi kendimiz hidayet yolunu
bulamazdık.

Allah’ın hidayeti ile (insanları) hak yoluna ileten mahlukatın en üstünü Hz.
Muhamed (s.a.s)’e ve Allah’ın inayetiyle hem kendilerini hem de başkalarını
hidayete erdiren onun al ve ashabına salat ve selam olsun! En mükemmel dua ise
sürekli olarak, sultanların sultanı, haremeyn-i şerifeynin, karaların ve denizlerin
sultanı, Selim Han’ın oğlu Sultan Süleyman’ın üzerine olsun. Allah, onu her iki
cihanda selametli kılsın, onun vezirlerini, alimlerini, Salihlerini, adaletli ve insaflı
olan icraatlarının yardımcılarını ve avenelerini (hidayet nuruyla) aydınlatsın.
Amin! (Bu duayı kabul buyur) Ey alemlerin Rabbi ve dilekte bulunanların
(dualarına) icabet eden!

Hz. Peygamber şöyle buyuruyor: “Allah, Emir’e (Devlet reisine) iyilikte
bulunmak istediği zaman, ona sadık bir vezir ihsan eder. Öyle ki, Emir, (bir şey)
unuttuğu zaman (vezir) ona hatırlatır, hatırladığı konularda da ona yardımcı olur.
Aksine eğer Allah, (Emir için) başka bir şey murat ederse bu takdirde ona kötü
bir vezir nasib eder. Öyle ki, Emir’in unuttuğu şeyleri ona hatırlatmaz,
hatırladığı şeylerde de yardımcı olmaz.” Allah’ım! Sen ona (Sultan Süleyman’a) o
güçlü yardımınla yardım et ve ona hakkı batıldan ayıran fetihler nasip eyle!
Bilesiniz ki, samimi dostlardan bazı arkadaşların ve talebelerin –vuslata
ermiş seyr-i sulük erbabının yolunu, bir takım şüpheler üreterek engel olmaya
çalışanların bu kabil şüphelerini çürütüp reddetmem için- ısrarlı talebelerin
karşısında kaldım. Bunun üzerine ben: -yüce Allah’ın yardımına sığınarak, Allah’ın
kitabına yapışarak, Hz. Peygamber’in (s.a.s)in sünnetinden meded alarak,- onların
bu arzularına icabet ettim. Ayrıca yüce Allah’ın “Rabbinin yoluna hikmet ve güzel
öğütle çağır. Onlarla en bir tarz ile mücadele et.” Mealindeki emrini ve Hz.
Peygamber (s.a.s.)in “Kim bir ilmi ehlinden saklarsa, kıyamet gününde, ateşten
bir gemle gemlenir.” şeklindeki hadis-i şerifleri ile Hz. Ali’nin: “Allah ilim
adamlarını öğrettikleri bilgiden dolayı muaheze etmez” şeklindeki sözünü
kendime rehber edindim.

Böylece dostların arzularını (Tarikat-ı Sufiyye-i Muhammediyye’de yakini
(kesin) bilgi elde etmek isteyen ehl-i irfan için kaleme aldığım risaleye
‘Tahkikiye Risalesi’ adını verdim.

Allah’ım bizi ‘Ayn’a’ (Zat-ı Akdes’in marifetine yada hakikat pınarına)
kavuşan ariflerden eyle! Sadece kulaklarıyla işiten “ğayn” ile kendini
aldatanlardan eyleme! Amin, Hz. Peygamber (s.a.s) onun al-i beyti hakkı için amin!
Bil ki Aziz kardeşim –Allah sana merhamet etsin!- Eğer sen kızgın ve
küskün bir göz ile değil de, insaf ve hoşnutluk gözüyle bakarsan (görürsün ki):
Şah Selim zamanında –Allah onu selamete erdirsin- bazı kimseler, gerçeği
öğrenmek için değil, peşin hükümlü olarak sufilerin hallerine vakıf olmadan, bir
araya toplanarak daire şeklinde halka tutup, ayakta Allah’ı çok zikretmelerinin
caiz olup olmadığını sordular.

Bunun üzerine, evliyanın kerametlerini, muhabbet, vecd, sekr (kendinden
geçme, istiğrak vs.) hallerini inkar eden mu’tezilelerin itikadi mezhepleri ile,
onların kerametlerini ve söz konusu hallerini kabul eden ehl-i sünnet ve’l cemaat
mezhebinin arasındaki farkı anlayamayan bir kısım alimler yanlış fetvalar
verdiler. Hatta kendilerini ehl-i sünnet ve’l cemaat içinde kabul eden Kurtubî,
Bezzazî ve benzeri ilim adamları da –sürekli kiyl-u kal (şöyle denildi, dedi vs.) ile
meşgul olduklarından dolayı- bu konuda gaflete düştüler.
Bu gibi alimler; Hz. Peygamber (s.a.s)in “Kim bildiğiyle amel ederse, Allah
ona bilmediği hususları da öğretir ve cenneti hak edinceye kadar, salih amel
yapmaya muvaffak kılar. Fakat kim ki bildiğiyle amel etmezse, bildiği konularda
da şaşkınlığa uğrar, salih amel işlemeye muvaffak olamaz ve böylece cehennem
ateşini hak eder” şeklindeki sözünden habersizdirler. İşte bu gibi ilim adamları,
düşünüp tefekkür etmeden, Hanefi, Şafi kitaplarını okuyup araştırmadan,
Ahmediyye katında makbul olan muhakkiklerin eserlerini tahkik etmeden (yanlış
fetvalar verdiler).

Dediler ki: Bu deveran (Sufilerin halka tutup ayakta dönmeleri) bir
rakstır, raksın haram olduğu icma ile sabittir. Dolayısıyla ona helal diyen kafir
olur. Helâl demeyen fakat o hareketlere katılan kimse ise fasık olur. Bu fetvayı
verenler, hakkında hükmettikleri bu fasid hükmün vebalinin bu hükümden ruücu
etmedikleri takdirde kendilerine döndüğünü bilemediler. Nefislerimizin
şerrinden ve yaptığımız işlerin kötü akibetlerinden Allah’a sığınırız. Allah kimi
hidayete erdirirse, o artık dosdoğru yoldadır. Allah kimi de saptırırsa, artık
onun için yol gösterici bir dost bulamayacaksın.
(Bu konudaki fetvacılar,) bir mutezili olan “Keşşaf”ın sahibi
(Zemahşeri)nin sözlerine kanmışlardır. Nitekim Zemahşeri, “De ki: Eğer siz
Allah’ı seviyorsanız, bana uyun”, “Ey iman edenler, sizden kim dininden dönerse,
iyi bilinmeli ki; Allah ileride öyle bir kavim getirecek ki, o, onları sever, onlar da
onu severler. Mü’minlere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı izzetlidirler. Allah
yolunda cihat ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar. İşte bu,
Allah’ın bir lütfudur, onu dilediği kimselere ihsan eder. Allah sonsuz merhamet
sahibidir, her şeyi hakkıyla bilendir” mealindeki ayetleri açıklarken, insanların
Allah’a olan sevgilerini (muhabbetullah) inkar etmekte, Allah’ın zatını hakiki
manada sevmenin mümkün olmadığını söylemektedir. Ona göre, Sufilerin
“kendinden geçme”, “vecde gelme” ve “raksetmeleri” hatta nağmeli terennüm
edilen şiirler dinlemelerinin hepsi birer sapıklıktır.

Bunlar Fahrettin Razi (rh.)nin “Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyun”
ayetinin tefsirinde ve Mevlana Sa’deddin Teftazâni (r.h.)nin ona yazdığı
haşiyede söylediği gerçeklerden, cevaplardan habersizdirler. Kurtubî (r.h.)nin
tefsirinin değişik yerlerinde ve el-Bezzâri (r.h.)nin -de “Kitabu’l Küfr” adlı
eserinin son kısımlarında ve daha başka konularda- Kurtubi ve Keşşaf sahibi
(Zemahşeri)ni taklid ederek söylediklerinin özeti şudur: “Raks etmek dört
mezhep imamlarının icmaıyla haramdır. Halbuki konu araştırıldığında bu hükmün
pek değersiz ve büyük bir iftira olduğu görülecektir.
Çünkü raksın Şafi’î (r.h.) yanında mutlak haramlığı söz konusu değildir,
demişlerdir. İmam Gazali (r.h.) ‘İhyaü’l-ulum’ adlı eserinde “Raksın hükmü
durumuna göre farklılık gösterir” demiş ve “Konusu övgüye değer bir raks,
güzeldir; mübah olan bir raksın hükmü mubahtır, konusu kötü bir raks, kötüdür”
açıklamasında bulunmuştur. Nitekim bu konu akıl sahiplerine şüphe bırakmayacak
şekilde açıklanacaktır. Tevfik ve yardım yalnız Allah’tandır.
Şimdi konuyu detaylı bir şekilde incelemeye alıyor ve diyoruz ki:
Hiç şüphe yok ki, bu tür fetva verenler, fahiş bir hata işlemişlerdir.
Çünkü, bu fetvaları iki mukaddime (önerme)siyle de batıl ve kıymetsizdir. Evet
davalarının suğrası (küçük önermesi) olan “Zikr edenlerin deveranı (toplu halde
halka halka dönmeleri) bir rakstır” hükmü yanlış olduğu gibi, kübrası (büyük
önermesi) olan “Raksın her türlüsü mutlak olarak haramdır” hükmü de yanlıştır.
Buna göre, söz konusu iki önermenin yanlış olması, onların: “Raksı helâl
sayan kafir olur” şeklindeki hükümlerinin de yanlışlığını gerektirmektedir. Kaldı
ki bunların bu hükümlerini kabul etmek, İmam-ı Şafi’î ve tabilerini, İmam Gazali,
el-Avarif kitabının sahibi (Sühreverdi), Necmeddin Daye, İbnu’l-Farid, el-Kaşânî
ve benzeri pek çok müçtehid ve alimleri tekfir anlamına gelir. Çünkü bu alimler, -
(raks denilen belli bir hareketi takip ederek de olsa) Allah’ı zikretmenin büyük
fazilet ve bazıları için birnevi ibadet olduğunu söylemişlerdir. Bu alimlerin
eserlerine bak.

Bu fetvanın yanlışlığına ikna olmuyorsan inşallah tafsilatı gelecek. Samimi
olarak öğrenmek isteyen ehl-i sulük için nefis bir araştırma ve faydalı bir takım
başka bilgiler ihtiva eden çalışmamız üç bölümden meydana gelmektedir:
Birinci bölümde, “Ehl-i zikrin toplu ve halkalar halinde döne döne deverân
etmeleri bir rakstır” şeklindeki hükmün yanlışlığı üzerinde durulacak. İkinci
bölümde, “Raks etmek, icma ile haramdır, ona helâl diyen kâfir olur” şeklindeki
fetvanın yanlışlığını ele alacağız. Üçüncü bölümde ise, “De ki: Allah’ı seviyorsanız,
bana uyun ki, Allah da sizi sevsin...” mealindeki ayetin gerçek anlamını ortaya
koymaya çalışacağız. Yine bu bölümde “Ey iman edenler sizden kim dininden
dönerse... “Şüphesiz üstün olanlar Allah’a yakın olanlardır” cümlesine kadar
(Maide 5/54-56) “Allah kimin göğsünü (gönlünü) İslam’a açarsa... “Allah kimi
saptırırsa, artık onun için hiçbir yol gösterici olmaz”a kadar ki ayetlerin
açıklamasını yapacağız ki, bazı müfessirlerin açıklamasında yer alan şüpheleri
ortadan kaldıralım.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: TAHKİKİYE RİSALESİ / Sünbül Sinan
MesajGönderilme zamanı: 04.09.09, 13:44 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 03.01.09, 23:16
Mesajlar: 123
BİRİNCİ BÖLÜM
Bu bölümde –Allah’ın inayetiyle- onların “Ehl-i zikrin, zikir esnasındaki
deverânlarının raks olduğuna dair” sözlerinin çürüklüğünü ortaya koyacağız. Şu
bir gerçek ki, ehl-i zikrin toplu ve halkalar halinde yaptıkları deverân , ne lügat
bakımından, ne şeriat bakımından ve ne de örf açısından bir raks değildir.
Kamus sahibinin (Firûzâbâdi) bildirdiğine göre, “Adam raksetti” demek
“oynadı” demektir. “Deve raksetti” denildiğinde “hareket etti” anlamına gelir.
“Şarap raks etti” demek “kaynadı” demektir. ‘Kafr’ ‘Nakar’ gibi. Yani raks sadece
oynayan kimse, deve ve şarap hakkında kullanılan bir kavramdır.
Bu açıklamalar başka muteber kaynaklarda da yer almaktadır. Kendin de
araştırabilirisin. Görüldüğü gibi, raks kavramı dilbilimcilerinin tespitlerine göre,
sadece eğlenen, oyun oynayanların gösterdikleri hareketler için
kullanılmamaktadır. Halbuki günümüzde bir takım mutaassıplar kimselerin
dışında ehl-i zikri oyuncu, onyanayan olarak değerlendiren hiç kimseyi
bulamazsın.
‘Cemel’ adlı tefsirin müellifi de konu ile ilgili şunları söylemiştir: “Raks
bilinen bir şeydir. Bütün insanların bildiği, raskın herkesin yapamayacağı,
mutlaka bir eğitime ihtiyaç duyan belli bir oyun ve ölçülü hareketlerin adı
olduğudur.
Bezzazî (r.h)nin “Kitabu’l Küfr” adlı eserinin sonlarına doğru işlediği
‘değişik meseleler’ konusunda ifade ettiği gibi, raks oyunu, ne toplu ne de
halkalar halinde yapılır. O sadece tek başına icra edilen bir oyundur. Bezzazî’ye
göre, raksı ilk ortaya koyan Samiri’dir. Yaptığı buzağı, ses çıkaran bir ceset
olarak ortaya çıkınca, Samiri (sevincinden) raks etmeye başladı.
Görüldüğü üzere, Bezzazî’nin sözlerinden, raksın belli bir hareketlerle
yapılan özel bir oyun adı olduğu, açıkça anlaşılmaktadır.
İmam-ı Gazali (r.h) ‘İhyau’l-ulum’ adlı eserinin ‘Sema’ ve Vecd’ başlığını
taşıyan kitabının birinci bölümünde şu görüşlere yer vermektedir:
“Sema (kulağa hoş gelen ses, müzik anlamına gelen bu kavram, Türkçe
lisanında ‘semaa kalkmak’ tabiri ile bazı tasavvufçuların ortaya koyduğu ölçülü
hareketler ve nağmeli seslendirmeler kastedilmektedir.), işin başlangıcıdır.
Semadan kalbe vecd denilen bir his doğar. Vecd ise insanın sallanmaya müsait
(baş, el, ayak vb.) bazı dış organlarını harekete geçirir.
Bu hareketler eğer ölçüsüz bir şekilde meydana gelirse, buna ‘Izdırap’
denir. Söz konusu hareketler, belli ölçülere göre ortaya çıkarsa, buna ‘Tasfît’ ve
‘Raks’ adı verilir”
Artık Allah’ı zikredenlerin, zikir esnasında gösterdikleri deveranın raks
olduğuna dair görüşü –bu fetvacılar ve benzerleri bir kısım gafiller dışında- hiç
bir kimsenin kabul etmediği açıkça anlaşılmıştır.
İşte böylece bu yanlış fetvacıların davalarında kullandıkları küçük
önermelerin, iddiaların çürüklüğü ortaya çıkmıştır. Ehl-i zikrin ortaya koyduğu
bazı deverânın raks olmadığı, bu konudaki fetvaların yanlış olduğu ispatlanmış
bulunmaktadır.
Aslında ‘raksın icma ile haram olduğundan’ ibaret olan büyük önermenin
yanlışlığını ortaya koymaya ihtiyaç kalmamıştır. Fakat biz yine de ikinci bölümde
bunun çürüklüğünü de ortaya koymaya çalışacağız. Çünkü -ileride detaylı bir
şekilde açıklanacağı gibi- ehl-i sulükten bazı sadık insanlar ve bir kısım kamil ve
muhakkik kimseler de raks ediyorlar.
Biz aynı zamanda “Raks helaldir diyen kafir olur” şeklindeki hükmün de
yanlışlığını gözler önüne sereceğiz. Nitekim İmam-ı Şafi’î (r.h), âlim ve fazıl
kimselerden pek çok muhakkik insanlar raksın yerine göre mübah, yerine göre
ibadet olduğunu söylemişlerdir.
Buna rağmen “Raks helaldir diyen kafir olur” şeklindeki fetvayı nasıl
verebilirler?
Hakikatı talep eden ve onu öğrenmeyi arzulayanlara faydalı bir takım
bilgiler vermekte yarar vardır.
Ey hak ve hakikatı arayan kişi! Şunu iyi bil ki; Sufilerin onlara uyan
kimselerin ve taraftarının yapmakta oldukları deverân
a) Mukarrep meleklerin arşın etrafındaki tavafları, deverânları gibidir.
Tenzil (Zümer) suresinin sonunda yer alan “Melekleri görürsün ki, Rablerine
hamd ile tesbih ederek Arş’ın etrafını kuşatmışlardır. (Zümer, 39/75)
Kâdî (Beydavi), İmam (Fahreddin) Razi, Keşşaf sahibi (Zemahşeri) ve
Beğâvî –Allah hepsine rahmet eylesin- bu ayetin açıklamasında şöyle dediler:
Yani melekler arşın etrafını çepe çevre kuşatarak yanları (kanatları) ile dönüp
tavaf ediyorlar.
b) Tıpkı meleklerin zikredenlerin çevresinde gösterdikleri durum gibidir.
Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyuruyor: “Allah’ı zikretmek üzere bir
yerde oturan bir topluluğun çevresini mutlaka melekler kuşatır, onları rahmet
kaplar, üzerlerine sekinet (huzur ve sükun) iner, ve Allah o kendisini zikredenleri
kendi katında bulunanların meclisinde anar.
c) Onların durumu tıpkı ilim meclisinin çevresinde yer alan meleklerin
durumu gibidir. Nitekim bu konuda Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyuruyor:
“Allah’ın mescitlerinden herhangi bir mescitte Allah’ın kitabını okumak ve kendi
aralarında ilim derslerini müzakere etmek için bir araya gelmiş bir topluluğun
üzerine mutlaka sekinet (huzur) iner, onları rahmet kaplar, melekler onları
çepeçevre kuşatır. Allah da onları kendi katında bulunanlara anar. Kimi, ameli
geri bıraktırmışsa, artık soyu sopu onu ileriye doğru götüremez.”
Vecihuddin, ‘Meşarik’[1] için yazdığı şerhinde, söz konusu hadislerin izahını
yaparken şöyle demektedir: “Melekler onları kuşatır anlamına gelen ‘haffet
bihimü’l-melaiketu’ ifadesi aynı zamanda ‘onların etrafında dolaşıp onları tavaf
etti’ anlamında da anlaşılmalıdır. Buna göre hadiste ifade edilen ‘Meleklerin zikir
halkasında bulunanlarla şereflenmek, onların kazançlarına bir cihette rağbet
etmek üzere, onların çevresinde dolaşıp, onları tavaf ettikleri...’ şeklindeki
gerçektir.”
Böylece hadis-i şerif, ehl-i zikrin faziletine açıkça delalet etmektedir.
Zeynu’l Arab da Mesabîh’a yazdığı şerhte yukarıdaki hadisleri şöyle
yorumlamıştır: “Melekler onları (ilim ve zikir meclislerini) çepeçevre kuşatıp
onları tavaf ederler, etraflarında dönüp dolaşarak (deverân ederek) okunan
Kur’an’ı ve yapılan ilim müzakerelerini dinlerler. Onları afetlerden korurlar.
Onlarla musafaha eder ve onları ziyaret ederler.”
Keşşaf sahibi (Zemahşeri)nin: “ ‘Arşı yüklenen ve bir de onnu çevresinde
bulunanlar (melekler), Rablerini hamd ile tesbih ederler’ (Gafir, 40/7)
mealindeki ayetin açıklamasında bildirdiğine göre, arşın çevresinde yetmiş bin
saf halinde bulunan melekler, tehlil (kelime-i tevhidi çekmek) ve tekbir (Allah’ü
ekber demek) getirerek onu tavaf ederler. Bunların arkasında yetmiş bin saf da
ayaktadır. Ellerini omuzlarına koyup yüksek sesle tehlil ve tekbir getirirler.
Bunların arkasında da yüz saf yer almaktadır. Bu melekler ise sağ (kanat)larını
sol (kanat)ları üzerine koyup, her biri diğerinin yapmadığı bir tesbih ile tesbih
ederler...”
Yukarıdaki ayetin tefsirinden yapan Beğâvî de Veheb b. Münebbih’ten
naklen şu bilgileri vermektedir: “Arşın çevresinde, bir birinin ardınca sıralanmış
yetmiş bin saf melek bulunmaktadır. Bir kısmı gelir bir kısmı gider. Melekler
birbiriyle karşılaştıklarında, bir taraf tehlil bir taraf da tekbirler getirir.
Bunların arkasında da, ayakta durup ellerini boyunlarına doğru kaldırarak
omuzları üzerine koyan yetmiş bir saf daha vardır. Bunlar ötekilerin tehlil ve
tekbirlerini duydukları zaman, şöyle tesbihte bulunurlar: ‘Seni hamd ile tesbih
ederiz. Şanının büyüklük ve yüceliği idrakimizin fevkindedir. Ey büyük Allah’ım!
senden başka hiçbir ilah yoktur. Sen bütün varlıklardan yücesin. Bütün varlıklar
sonunda sana döneceklerdir.”
Bunların arkasında da yüz saf halinde bulunan diğer bir kısım melekler
vardır ki, sağ (kanat)larını sol (kanat)larının üzerine koyarak dururlar. Onlardan
herbiri diğerlerinin yapmadığı bir tarzda Allah’ı hamd ile tesbih eder. Her
birinin iki kanadı arası üç yüz yıllık bir mesafe kadardır. Kulaklarının yumuşağı ile
omuzları arasında dört yüz yıllık bir mesafe vardır.”
İşte bütün bu anlatılanlardan -zerre miktarı akıl ve insafı bulunan
kimseler için– açıkça anlaşılmaktadır ki, Sufilerin zikir halkalarında ve
toplantılarında ortaya koydukları durum, meleklerin arşın çevresinde toplanıp
zikrederken; zikir halkaları ile ilim meclisleri çevresinde gösterdikleri durumun
aynısıdır. Namaz kılarken kıyam halinde, meleklerin ayaktaki durumlarına; rüku
ve secdeleri, onların rüku ve secdelerine benzediği gibi, zikirleri de -cemaat
halinde açık (cehrî) zikir şekliyle ve gösterdikleri durum açısından- onların
zikirlerine benzemektedir. Dolayısıyla Sûfileri bu durumlarından dolayı sapıklıkla
suçlayanlar, elbette hakkettilerini bulurlar.
Kadi-yi Hamedânî’nin ‘Zübdetü’l-Hakaik’ adlı eserinde rivayet ettiğine
göre, Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “İnsanlar üç kısımdır. Bir kısmı
hayvanlar gibidir, işleri sadece hayvanların yediği gibi yemektir. Bir kısmı
meleklere benzer. Yani onlar gibi gece gündüz usanmadan tesbih ederler. Diğer
bir kısmı ise Peygamberlere benzerler. Yani Allah’ı (gerçek anlamda) sever ve
O’na müştaktırlar.
Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Ve sizler de üç sınıf olduğunuz
zaman, sağdakiler (amel defterleri sağdan verilenler), ne mutlu sağdakilere!
Soldakiler, ne bahtsızdırlar onlar! (Hayırda) önde olanlar (ecirde de) öndedirler.
İşte bunlar naim cennetlerinde (Allah’a) en yakın olanlardır.” (Vakıa, 56/7)
Gerçeği arayanlara büyük fayda sağlayan bir açıklama:
Yukarıdaki açıklamalardan açıkça anlaşılmıştır ki cehrî zikir yapmak
övgüye değer, makbul bir zikirdir ki, arşın altında meleklerin usanmadan sürekli
yaptıkları zikrin tıpkısıdır. Kim ki cehrî zikir haramdır diyorsa, (ki bazıları bunu)
İmam-ı A’zama’a dayandırıyorlar. Böyle fasit, yanlış bir iddiayı revaçta tutmak
için İmam-ı A’zam’a isnad eden, ona büyük bir iftirada bulunmuştur.
Gerçek olan şudur ki; İmam Azam ile İmam Şafi’î arasında yer alan ihtilaf
(cehrî zikrin caiz olup olmaması hakkında değil) cehrî zikir ile gizli zikirden
hangisinin yerine göre daha evlâ olduğu hususundadır.
Böyle bir kimse öyle bir hata işlemiştir ki, gafillerden başka kimse ona
razı olmaz, Kur’an’ın ayetlerini, kudsî ve nebevî hadisler ile fıkıh kaynaklarının
üzerinde gereği gibi düşünüp tefekkür etmeyen cahillerden başka hiç kimse ona
iltifat etmez.
Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: “Beni anıp zikredin ki, ben de sizi
anayım” (Bakara, 2/152) Ayette geçen ‘zikr’ kelimesi umumi bir lafız olup hem
cehrî hem de gizli zikri aynı derecede ihtiva eder. Çünkü amm ve mutlak bir lafız
–onu takdis eden bir sebep olmadığı sürece- kendi medlulünün söz konusu
edildiğine açık delil teşkil eder. Hanefilerdeki lafz-ı has gibi. Bu kaide usul
ilminde açıkça yerini bulmuş bir kuraldır. Bu kaideyi iyice ezberle ki sana yararı
olsun.
“Göklerin ve yerin yaradılışında gece ile gündüzün bir biri ardınca gidip
gelişinde aklı selim sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır. Onlar, ayakta
dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah’ı zikrederler”
(Al-i İmran, 3/189-190) ayetinin açıklamasında Zemahşeri şöyle demiştir: “Yani
hangi halde olursa olsunlar ister ayakta, ister oturmuş, ister yanları üzerine
yatmış olsunlar genellikle bütün vakitlerinde Allah’ı zekretmekten geri
kalmazlar.
Rivayet edildiğine göre İbn Amr, Urve b. Zübeyr ve sahabeden bir cemaat
(r.a) bir bayram günü çıkıp musallaya (bayram namazının kılındığı geniş bir alan)
gittiler, orada oturup Allah’ı zikrettiler. Ancak bazı arkadaşları, yüce Allah’ın
‘Onlar ayakta ve oturarak Allah’ı zikrederler’ mealindeki sözünü hatırlatınca, bu
defa kalkıp ayakta zikretmeye başladılar. İbn Amr, Urve b. Zübeyr ve bir
sahabe cemaatinin (r.a) bu sözleri (bu davranışları) zikrin her zaman cehrî
yapılmasının caiz olduğunu ve zikir halkalarının sünnetin bir yansıması olduğunu
gösteren çok açık ve kuvvetli bir delildir.
Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Cennet bahçelerine
uğradığınız zaman (meyvelerinden) yiyin” Sahabiler “cennet bahçeleri ne
demektir Ey Allah’ın resulü” diye sorunca; Hz. Peygamber (s.a.s.) “onlar zikir
halkalarıdır” buyurdu.
Bu hadis el-Mesabih’de nakledilmiş, Abdürrezzak el-Kaşani de ‘el Cami
beyne Tefsiri’l Kur’ani ve te’vilih’ adlı eserinde bu şekilde rivayet etmiştir.
Kadı Beydavi (r.a) yukarıdaki ayeti açıklarken: “yani bulundukları her
konumda daima Allah’ı zikrederler” görüşüne yer vermiştir.
Sahibü’l Kevâşî de “Ey iman edenler Allah’ı çokca zikredin” mealindeki
ayetin yorumunda şöyle demiştir: Yani Allah’ı layık olduğu şekilde zikredin.
Tehlil, tekbir, tahmid ve takdis ile onu çokca zikredin. Ayakta, oturarak,
yanlarınız üzerinde, hastayken, sağlıklı iken, gece-gündüz, karada, denizde her
halükarda Allah’ı zikredin. Ancak bayılmakla şuurunun kaybolduğu veya uyku ile
haktan gaflet edildiği yahut cünub durumunda olunduğu haller bunun dışındadır.
“Sakın gafil olma” ayeti bu gerçeğe işaret etmektedir.
Beğavî ve Sâlebî gibi müfessirler bu ayetin tefsiri sadedinde İbn
Abbas’tan şunları nakletmişlerdir: İbn Abbas (r.a) dedi ki: Yüce Allah kullarına
bir şeyi farz kılmışsa, mutlaka ona belli sınırlar çizmiştir. Şuurunu kaybetmiş
olanların dışında hiç kimsenin o sınırları dışını çıkarak o farzları terketmesine
izin vermemiş ve herhangi bir mazeretini kabul etmemiştir. Aksine her vakit o
vecibelerin yerine getirilmesini emretmiştir. Nitekim yüce Allah şöyle
buyurmuştur: “Ey iman edenler! Allah’ı ayakta ve torurken çokca zikredin” yani
gece-gündüz, karada, denizde, sağlık, hastalık durumunda, gizli-açık her vakit
zikredin.
Mücahid’e göre ayette söz konusu edilen ‘çok zikredin’den maksat Allah’ı
hiçbir zaman unutmamaktır.
İbn Abbas ve Mücahid’in bu ayetin açıklamasında söyledikleri zikrin cehrî
olarak icra edilmesinin caiz hatta müstehap olduğunu gösteren en açık bir
kanıttır. Çünkü Allah’ı zikretmek farz cümlesindedir. Farzları açıktan yapmak –
sahibini töhmetten kurtardığı için- daha evlâdır.
Nitekim Keşşaf sahibi Zemahşeri de ‘Maun’ suresinin tefsirinde şu
görüşlere yer vermiştir: Nafile ibadetlerin gizli yapılması daha evladır. Ancak
eğer samimi bir niyetle güzel bir maksat için olursa bu takdirde açıktan, cehrî
yapılması daha evlâdır. Sözgelimi: başka insanların kendisine uymasını istediği
veya onları gafletten uyandırıp Allah’ın zikrini gönüllerine yerleştirmek gibi
güzel bir gayeyi takip ettiği takdirde nafile de olsa ibadetlerin açıktan, cehrî
yapılması daha güzeldir.
Yine Tevbe suresinde (Tevbe, 9/114) yüce Allah elçisi İbrahim’i (Allah’ın
selamı bizim peygamberimiz ve onun üzerine olsun) “Şüphesiz İbrahim çok
yumuşak huylu ve pek sabırlı idi” ifadesiyle övmektedir.
Durerü’l-Meânî tefsirinde bildirildiğine göre ayette geçen “evvab”, Allah’ı
yüksek sesle zikreden, dua eden ve çok Kur’an okuyan kimse demektir.
Cehrî zikrin caiz olduğunu gösteren delillerden biri de şu ayet-i celiledir:
“Hac ibadetinizi bitirdikten sonra” (Bakara, 2/200), yani kurbanlarınızı
kestikten, minada kalıp şeytanı taşladıktan ve böylece hac ibadetinizi
tamamladıktan sonra “Babalarınızı andığınız gibi Allah’ı anın” yani Allah’ı çokça
anın. Babalarınızı anarken, onları aşırı derecede övüp, iyiliklerini sayıp
döktüğünüz gibi, Allah’ı da öylece anın. Kureyşliler ve diğerleri (cahiliye
döneminde) hac ibadetlerini bitirdikten sonra, Minadaki mescid ile dağ
arasındaki bir yerde durup, atalarının faziletlerini, iyi yönlerini, onların
devirlerinin güzelliklerini sayıp döküyorlardı. (İşte ayette bu hatırlatılıyor.)
Devamla ayette ‘hatta ondan daha kuvvetli bir şekilde Allah’ı anın’ yani;
veya sizden çok daha kuvvetli bir şekilde babalarını anan bir kavmin anması
tarzında Allah’ı anın.
Görüldüğü gibi bu ifadeler, cehrî zikrin müstehap olduğunu gösteren en
açık ve en kuvvetli bir dellildir. Çünkü Araplar babalarının, atalarının iyiliklerini
kâbenin yanında açık ve alenî olarak sayıp döküyorlardı.
Zira onların maksatları medar-ı iftiharları olan babalarının iyi yönlerini
başkalarına duyurmaktır, yoksa kendi kendilerine övünmek bir şey ifade etmez.
İşte Allah da mü’minlere o Arapların babalarını andıkları tarz ile kendisini
anmalarını emr etmiştir.
Eğer denilse ki: Bu ayeti delil ve hüccet getirerek cehrî zikrin her zaman
söz konusu edilip çekilebileceğini söylemek nasıl doğru olabilir?
Halbuki ayette geçen ‘hac ibadetinizi bitirdikten sonra babalarınızı
andığınız gibi hatta ondan daha kuvvetli bir şekilde Allah’ı anın’ ifadesinde bunu
anlamak doğru değildir. Çünkü ayetteki ‘fa’ harfi takibiyyedir. Buradaki zikirden
maksat teşrik tekbirleridir. Çünkü bu tekbirlerin dışında hac ibadetinin
tamamlanmasından sonra herhangi bir zikrin vücubiyeti söz konusu değildir.
Teşrik tekbirlerinin meşruiyeti ise farz namazlardan sonra hususi
vakitlerde söz konusudur.
Buna şöyle cevap veririz: Bu ayette Allah’ın her vakit övgü ile anılması
emredilmiştir. Ayrıca Arapların babalarını övgüyle andıkları her yerde, her vakit
Allah’ı anmaları emredilmiştir. Daha çok bilgi almak için ‘el-Kafi fi Şerhi’l Vâfi’
isimli eserin ‘Tekbiratü’l Teşrik’ bölümüne bakın.
Eğer denilse: Neden ayette daha çok vacib olan Allah’ın hakkı daha az
vacib olan babaların haklarına benzetilmiştir?
El-cevap: Araplar övünmek için babalarını mübalağalı bir şekilde anıp,
övüyorlardı. Allah da kendilerine yaptığı bunca iyilik ve ihsanlarına karşılık –
güçleri yettiği nisbette- onların kendisini aşırı şekilde zikretmelerini
emretmiştir. Gerçi bu iki hak arasında büyük fark vardır, fakat yine de bir
karşılaştırma uygun görülmüştür.
Hülasa: Bazı zamanlarda zikrin cehrî olarak yapılmasının müstehap
olduğunu, bazı vakitlerde ise gizli olarak yapılmasının daha evla olduğunu
gösteren ayetler cidden çoktur. Ancak biz kısa kesmek için bunlarla yetiniyoruz.

Kudsî Hadisler:
Konu ile ilgili Kudsî Hadisler ise sayılamayacak kadar çoktur. İbn Abbas
(r.a) anlatıyor: Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurdu: ‘Allah buyurdu ki: Ey
ademoğlu eğer sen beni tek başına andığında ben de seni tek başıma anarım.
Eğer sen beni bir mecliste anarsan, ben de seni o zikir meclisinden daha hayırlı
bir mecliste anarım. (Bu hadisi el-Bezzazî sahih bir isnatla rivayet etmiştir.)
Muaz bin Cebel (r.a) anlatıyor: Allah buyurdu ki: Kişi beni kendi içinde
zikrettiği zaman, ben mutlaka onu meleklerin meclisinde anarım. Eğer o beni bir
mecliste zikredip anacak olursa, ben onu mutlaka ‘refiku’l ala’da anacağım.
(Hadisi Taberânî hasen bir isnatla rivayet etmiştir)
Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle dedi: “Allah buyuruyor ki; Ben kulumun bana
olan (hüsnü) zannı yanındayım. O beni zikredip andığı zaman ben onunla
beraberim. O beni kendi içinde zikrederse, ben de onu kendi katımda anarım.
Eğer o beni bir mecliste anarsa ben de onu meclisinden daha hayırlı bir mecliste
anarım.”
Bu Rabbani (kudsi) hadisler zikrin cehrî yapılmasının müstehap olduğunu
göstermektedir. Çünkü aklı başında ve insaf sahibi herkes bilir ki, ‘ala melei’nnas’
mecliste yapılan zikir aline ve cehrî olur.
Nitekim ‘eğer beni kendi içinde zikrederse, ben de onu kendi katımda
anarım’ ifadesi de gizli (hafi) zikrin müstehap olduğuna delalet etmektedir. Yine
yukarıda zikredilen ayetler de cehrî zikre delalet etmektedir. Bunları iyice
kavra, çünkü bunlar gerçeği öğrenmek isteyenlere güçlü bir hüccettir. [2]
Avarifu’l-Maarif’te nakledildiğine göre:
Hz. Peygamber (s.a.s.) yüce Rabbinden hikaye ederek dedi ki: “Eğer kulum
büyük çoğunlukla benimle meşgul olursa, onun bütün himmetini ve lezzetini kendi
zikrime bırakacağım. Artık o hep beni sevecek, ben de onu seveceğim.
Aramızdaki perdeyi kaldıracağım. İnsanların sehiv yaptığı yerde onlar sehiv
yapmazlar. Onların hepsi peygamberlerdir. Onlar gerçek kahramanlardır. Onlar
öyle kimselerdir ki, yeryüzündekilere bir ukubet bir azap vermek istediğim
zaman, onları hatırlar ve o azabı onlardan çeviririm.”

Nebevî Hadisler:
Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurdu: “yürüyün müfred/müfrid olanlar
yarışı kazanmışlardır.” “Müfred/müfridler kimlerdir ey Allah’ın Resulü?” diye
soranlara, Hz. Peygamber (s.a.s.), “onlar Allah’ı çokca zikreden erkek ve
kadınlardır” diye cevap verdi”(Mesâbih)
Diğer bir rivayette Hz. Peygamber (s.a.s.) “yürüyün müfredler yarışı
kazandılar” dediğinde, ‘bunlar kim ye resulallah’ diye soranlara şöyle cevap verdi;
“Onlar seher vakitlerinde Allah’ı zikretmekle meşgul olan kimselerdir. Allah’ın
zikri onların ağırlıklarını üzerlerinden almış olduğundan kıyâmet günü çok hafif
bir şekilde mahşere geleceklerdir. (İhyaü’l-ulum’dan)
Diğer bir rivayette Hz. Peygamber (s.a.s) müfridleri şöyle nitelemiştir:
Onlar hayretler içerisinde hareket eden ve bu tarzda Allah’ı zikreden
kimselerdir. Allah’ın zikri onların ağırlıklarını (günahlarını) üzerlerinden
kaldırdığı için kıyamet günü hafif bir şekilde gelir ve köprüyü geçerler.” (Hadisi
Müslim sahihinde tahriç edilmiştir)
Bu hadiste –gösteriş karışmadığı sürece- zikr esnasında ne şekil olursa
olsun belli hareketler yapmanın caiz olduğuna açıkça delalet edilmektedir.
Gösteriş zaten bütün ibadetlerde haramdır. Ne varki, gösteriş gizli bir husus
olduğundan Allah’ın zikri ile sürekli meşgul olanların davranışlarını gösteriş
olarak değerlendirmek doğru değildir. Aksine doğru olan şey, mü’minlere daima
salih kimseler olarak bakmaktır.
İmam Beğavi ‘Mealimü’t-tenzil’ adlı eserinde bildirdiğine göre, Ata b.
Yesar şunları söylemiştir: “Ben Abdullah b. Amr bin As’a rastlamış ve ondan Hz.
Peygamberin (s.a.s.) vasıflarının Tevrat’ta yer alıp almadığını sormuştum. O şöyle
dedi: “Evet Allah’a yemin ederim ki, onun Tevrat’taki bazı vasıfları aynen
Kur’an’daki gibidir: “Ey Peygamber! Şüphesiz biz seni bir şahid, bir müjdeci, bir
uyarıcı ve ümmiler için bir koruyucu olarak gönderdik. Sen benim kulum ve
resulümsün. (Burada uslüp 3. şahsa hitap şekline dönüşmüş, başka bir hadisin
ifadesi olması –ilmi ifadesiyle ‘müdreş’ olma ihtimali kuvvetlidir) O’na mütevekkil
adını verdim. O, ne kaba bir kimsedir, ne de katı yüreklidir. Çarşı –pazarda
yüksek sesle konuşmaz. Kötülüğü kötülükle savmaz, aksine affedip bağışlar. Eğri
bir milleti onunla düzeltmeden –yani ‘la ilahe illallah’ diyerek tevhid inancını
benimseyen bir duruma getirmeden- bir takım kör gözleri açtırmadan, sağır
kulakları iyileştirmeden ve gafil olan kalpleri gafletten uyandırmadan Allah onun
ruhunu kabz etmez.”
Şeyh İmam Necmeddin Razi (r.a) bu ifadeleri açıklarken, şöyle dedi:
“A’madan maksat, Hakkın cemalini görmeyen göz demektir. Kulaklar da Hakkın
kelamını işitmediklerinden sağırdır. Kalpler ise tevhid ilmini idrak etmekten aciz
olduğundan gaflete düşmekle kapanmışlardır. (Bu husus Avarifu’l Mearif ve
Menazilu’s Sairin’de yer almıştır.)
Yine ‘Avarif’ ile ‘el-Mirsad’ sahibi Necmeddin Razi’nin (r.a) ‘Menazilu’s-
Sairin’ adlı eserinde belirtildiğine göre, Abdullah b. Zeyd babasından (Allah
hepsinden razı olsun) şunları nakletmiştir:
Hz. İsa (a.s.) dedi ki: “Rabbim! Bana ümmet-i merhume (rahmetin kucağına
alınmış)nin kimin ümmeti olduğunu bildirmeni isterim” Allah buyurdu ki; “O
Muhamed (s.a.s.)in ümmetidir. Onlar, ulema, asfiya ve hukemadır. Benim verdiğim
rızkın azına razı olurlar. Ben de az amil ile onlardan razı olurum. ‘La ilahe ilallah’
ile onları cennete koyacağım. Ey İsa! Onlar, cennet ehlinin çoğunluğunu teşkil
ederler. Çünkü hiçbir kavmin dili, onların dilleri kadar kelime-i tevhidi
çekmemiştir. Hiçbir kavmin boyunları onların boyunları kadar secde ile
eğilmemiştir.”
Ebu Said el-Hudrî (r.a) anlatıyor: Hz. Peygamber (s.a.s.): “Allah’ı öyle çok
zikredin ki, başkaları sizi deli sansın” buyurdu. (Bu hadisi Ahmed, Ebu Yala, İbn
Hibban sahihinde ve Hâkim rivayet etmiştir. Hakim isnadı sahihtir demiştir.)
İbn Abbas (r.a) anlatıyor: Hz. Peygamber (s.a.s.) “Münafık olanlar sizi
gösterişle itham edinceye kadar, Allah’ı çok zikredin” buyurdu. (Hadisi Taberani
ve Beyhakî rivayet etmiştir)
Bu iki sahih hadiste, zikir ehlini bazı davranış ve hareketlerinden dolayı
kötüleyen kimseler için büyük bir azar/ uyarı vardır. Mü’min iseniz bundan
sakının.
Abdullah b. Zübeyr’in (r.a) bildirdiğine göre; Hz. Peygamber (s.a.s.)
namazdan selam verince, yüksek sesle, ‘la ilahe illallah, vahdehü la şerike leh,
lehu’l mülkü ve lehü’l hamdu ve huve ala külli şey’in kadir, ve la havle ve la
kuvvete illa billah, la ilahe illallah, ve la na’büdu illa iyyahu, muhlisine lehü’d-din
ve lev kerihe’l-kafirun” (Hadisi Mesabihden nakledilmiştir)
Nevevi’nin Bustân kitabının Ezkâr bölümünde zikredilmiştir ki: Hz.
Peygamber (s.a.s.) sahabelerle beraber namazlardan sonra zikr, tehlil ve
tesbihleri yüksek sesle yapıyorlardı.
Ravatü’l-ulema adlı kitabın 81. bölümünde belirtildiğine göre, Abdullah b.
Ömer, Hz. Peygamber (s.a.s.)in şöyle dediğini rivayet etmiştir: “Kim Allah
yolunda yüksek sesle ‘Allah’ü ekber’ diyecek olursa, Allah ona en büyük
hoşnutluğunu gösterecek, onu cennetlerinde Hz. İbrahim ve diğer
peygamberlerle birlikte bulunduracak. Ve o kimse sabah-akşam Rabbinin cemalini
görenlerden olacaktır.”
Dürer tefsiri ve şerh-i Dürer’in haşiyesinde rivayet edilmiş ki; “İki kişi
Hz. Peygamber (s.a.s.)in huzurunda tartışmaya başladılar. Onlardan biri arkadaşı
aleyhine: kendisinden başka ilah olmayan Allah’a yemin ederim diyerek –yalan
yere- and içti ve sesini oldukça yükseltti. Yemininden sonra Hz. Cebrail indi ve
adamın yemininde yalancı olduğunu bildirdi. Ancak Allah ‘la ilahe illallah’
şeklindeki tevhid cümlesini sesli olarak okudğu için onu affetti” (Bu manada bazı
ifadeler ‘el-Meşihat’ta da geçmiştir.)

Rivayetlere gelince:
Mecmuu’n-Nevazil’de, Hâniye’de (Tatarhâniye), Hamiye’de, Kübra’da ve
Suğra’da, Camiu’l-Mudmerat’ta, Hassiye ve Mulhasin’de, el-Fetava, es-
Siraciye’de, Multakat, Tecnis ve el-Mezid’de denilmiştir ki: Hamamda Kur’an’ı
yüksük sesle okumak mekruhtur. Ancak alçak sesle okumak mekruh değildir.
Mezhebin fetvası budur. (Camiu’l Mudmerat, en-Nisab ve yukarıda adı geçen
diğer kitaplarda aynen öyle ifade edilmiştir.)
En-Nevazil, el-Hamiye, es-Sevsiye ve el-Multekat’ta namazdan sonra
yüksek sesle tesbih ve tehlilin mekruh olmadığı zikredilmiştir.
Tecnis ve el-Mezid’de ise bunun mekruh olduğu kaydedilmiştir. Siraciye ve
Muhtasaru’l kübra’da –babü’l Kur’an’ın ikinci faslının birinci bölümünde- hamamda
yüksek sesle de olsa tesbih ve tehlil etmenin mekruh olmadığı ifade edilmiştir.
Bütün bu rivayetler Fetava es-Sufiye’de zikredilmektedir.
Artık bu ayetlerdin, kudsi ve nebevi hadislerden ve fıkıh kaynaklarından –
senin işittiğin gibi- cehrî zikrin kerahetsiz caiz, hatta müstehap olduğu, çok
kesin bir şekilde anlaşılmıştır. Nitekim, Hz. Peygamber (s.a.s.) ve sahabileri hem
ferdi hem de toplu halde cehrî zikir yapmışlardır.
Kaldı ki bunu ayet ve hadislerin ifadelerinden anlamak da mümkündür.
Çünkü ‘zikr’ lafzı umumî bir kavram olup hem cehrî, hem de hafi zikre aynı
seviyede delalet etmektedir. Hatta ‘zikir’ lafzından ilk akla gelen cehrî olandır.
Has bir lafzın bütün fertlerine şamil olduğu gibi, amm olan bir lafzın da
bütün fertlerine şamil olduğu açıktır. Hanefilerce bu delalet katidir. Usul
kitaplarında, bazı hadis kaynakları ile muteber fıkıh kitaplarında bu husus açıkça
ifade edilmiştir.
Nitekim Zemahşeri, Kaşani, İmam Razi ve Beydavi gibi müfessirler, “ ‘Bir
zaman Zekeriyya Rabbine gizli bir şekilde yalvarmıştı’ (meryem, 19/3)
mealindeki ayeti açıklarken, ‘Zekeriyya Rabbine gizlice çağırıp yalvarmıştı. Çünkü
Allah için gizli ile açık fark etmez. Ancak gizli yapılan yakarışlar, gösterişten
daha uzak olunca o tercih edildi” demişlerdir.
Bu açıklamalardan da anlaşıldığı üzere konu ile ilgili muhakkik alimler
arasındaki ihtilaf zikrin herhangi bir şeklinin haram veya mekruh olup olmadığı
ve onların varlığı yokluğu hususunda değil, cehrî ile hafi (açık-gizli) zikirden
hangisinin daha evla olduğu hakkındadır.
‘Mazhar’ sahibi de konu ile ilgili olarak şu görüşlere yer vermiştir: Yüksek
sesle zikretmek caiz hatta müstehaptır. Yeter ki işin içine riyakarlık girmesin.
Çünkü yüksek sesle yapılan zikir ile dini bir hava meydana gelir, insanlar ondan
faydalanır. Ayrıca o çevrede bulunan ev, iş yerleri gibi mekanlardaki insanlar da
istifade eder. Sadece istifade ile kalmaz, sesini işitenler, ona katılarak
yaptıkları zikir ile o sesli zikredene ayrıca sevap kazandırır. Kıyamet gününde ise
yaş-kuru, onun sesini duyan her şey ona şahitlik yapar.
‘Mazhar’ sahibinin bu sözleri gerçekten güzeldir. Allah’ım! Bizi duyduğu
sözlerin en güzeline uyanlardan eyle, amin!
Şira’tu’l-İslam’da denilmiş ki; Gafiller arasında zikredenlerin bulunması,
onlar için bir ganimettir. Bu kitabın şerhinde ise şöyle denilmiştir: Çarşı-Pazar
gibi kalabalık, izdihamlı yerlerde zikretmek, çoğu zaman ordaki gafil ve fasık
olan kimselerin uyanmasına sebep olur. Özellikle herkesin fısk ile (veya lüzumsuz
şeylerle) meşgul iken, o yerleri Allah’ın zikriyle şenlendirmek niyetiyle sesli zikir
yapılırsa sevabı çoktur. Çarşı-pazarda yapılan zikir başka yerlerde yapılanlardan
daha faziletlidir. (el-Bezzazî bunu nakletmiştir.)
Hz. Peygamber (s.a.s.) buyurdu ki: “Gafiller arasında zikreden kimse,
kurumuş ağaçlar arasında bulunan yemyeşil ağaç gibidir.”
Yine buyurdu ki: “Gafiller arasında Allah’ı zikreden gaziler arasında
bulunan savaşçı gibidir.”
Yine buyurdu ki: “Gafiller arasında Allah’ı zikreden kimsenin durumu,
ölüler arasında bulunan diri gibidir.”
Hz. Peygamber (s.a.s.) yine buyurdu ki: “Hepiniz cennete gireceksiniz.
Ancak bundan imtina eden, girmemek için direten adeta Allah’a karşı bir devenin
sahibine karşı gösterdiği azgınlık türü bir azgınlık gösteren bunun dışındadır. ‘Ey
Allah’ın resulü! cennete girmemek için direten nasıl bir insandır?’ dediler. Bunun
üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurdu: ‘kim ‘la ilahe illallah’ demezse, o
ayak diretmiş demektir. Sizinle onun arasına perde çekilmeden önce ‘la ilahe
illallah’ ile Allah’ı çok zikredin. Çünkü o bir kelime-i tevhiddir, o da bir kelime-i
ihlastır, o da bir kelime-i takvadır ve o da bir kelime-i tayyibedir. O da hakka
davettir, o da kopmaz en sağlam kulptur, o da bir cennet meyvesidir.”
Nitekim yüce Allah’ın “İhsanın karşılığı ancak ihsandır” (Rahman suresi)
mealindeki sözünün açıklamasında “ihsan dünyada ‘la ilahe illallah’ sözüdür ve
ahirette ise cenettir” denilmiş.
“İyilik edip iyi davrananlar için iyilik ve fazlası vardır” ayeti için de aynı
şey söylenebilir. Sehl b. Abdullah (r.a) demiş ki; “Samimi bir şekilde ‘la ilahe
illallah’ demenin mükafatı yüce Allah’ın cemalini görmekten başka bir şey
değildir. Cennet ise amellerin karşılığıdır. (İhya’dan nakledilmiştir.)
Ayrıca davet ancak açıktan, cehrî olarak yapılır.
Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Ey Ebu Hureyre!
Ölülere kelime-i tevhidi telkin edin. Çünkü bu kelime bütün günahları silip
götürür. (Ebu Hureyre diyor) Dedim Ey Allah’ın Resulu! Bu ölü içindir ya diriler!
Hz. Peygamber (s.a.s.) “Bu kelime-i tevhid hem ölüler hem de diriler için söz
konusudur, bütün günahları silip götürür” buyurdu.
Açıktır ki telkîn ancak cehrî –sesli olarak- yapılabilir.
Keşşaf sahibi Zemahşeri, “O namaz kılıp da namazlarından habersiz
olanların vay haline! Ki onlar gösteriş yaparlar” (Maun, 107/4-6) ayetini
açıklarken şu görüşlere yer vermiştir: Açıktan yapılan salih ameller –eğer farz
cinsinden ise- onlara riya girmez. Çünkü farzları açıktan yapıp ilan edip teşhir
etmek gerekir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuş: “Allah’ın farz
kıldığı ibadetlerde riya girmez” Çünkü onlar İslam’ın alametleri ve dinin
şiarlarıdır. Bunun yanında farzları terk eden kimse kötülemeyi ve nefret
edilmeyi hak eder. O halde bu konudaki ithamların olmaması için farzlar açıktan
yapılmalıdır. Farz olmayan –nafile türü- ibadetlerde böyle bir töhmet söz konusu
olmadığı için gizli olarak yapılması daha uygundur. Bununla beraber, eğer
başkasına güzel bir örnek olmak gibi halis bir niyet varsa, onun da açıktan
yapılması güzel olur.”
Gösteriş (Riya): Görenlere iyi bir insan imajı vermek maksadıyla, yaptığını
başkasına gösterme arzusudur.
Bilindiği gibi Allah’ı çok zikretmek farzdır. Yüce Allah kitab-ı mubin olan
Kur’an-ı Azim’in pek çok yerinde “Ey iman edenler! Allah’ı çokca zikredin”
buyurmuştur. Yine Kur’an’da münafıklar kötülenmiş ve “Onlar namaza kalktıkları
zaman tembel ve isteksiz olarak kalkarlar. İnsanlara karşı gösteriş yaparlar.
Allah’ı çok az zikredip anarlar” şeklinde nitelenmişlerdir.
Görüldüğü gibi ayette “Allah’ı az zikretmek” münafıkların bir özelliği
olduğu vurgulanmıştır. Emredilen bir şeyin ilk akla gelen hükmün vacib olmasıdır.
Bununla beraber zikrin azlığı nifakın alameti sayılmıştır. Allah’ı çok zikretmek ya
farzdır –ki ilk anlaşılan budur- bu takdirde hakkı açıktan yapmaktır. Veya farz
değildir, bu takdirde diğer nafile ibadetlerde olduğu gibi izharı caiz olur.
Özellikle başkasına numune-i imtisal olmak, gafilleri uyandırmak, diri ve ölülere
telkinde bulunarak, günahlarının silinmesini, kendilerinin bağışlanmasını,
kalplerindeki pasın yok edilmesi vs. güzel şeylerin oluşmasını sağlamak gibi güzel
bir niyet söz konusu ise, zikrin açıktan yapılması güzellik üstüne güzellik kazanır.
Nitekim, Hz. Peygamber (s.a.s.): “Demir pas tuttuğu gibi, kalpler de pas
tutar” buyurduğunda, dinleyenler: “peki onun cilâsı nedir?” diye sorunca Hz.
Peygamber (s.a.s.): “Onun cilâsı Allah’ı zikretmek, Kur’an’ı okumak ve ölümü
hatırlamaktır” diyerek cevap verdi. Yine Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle
buyurmuştur: “Kalpler 4 çeşittir. Birincisi pürüzsüz parlak bir kalptir ki; onda
sürekli bir lamba yanar. Bu mü’min kalbidir. İkincisi: Tersine dönmüş, karanlık bir
kalptir ki, kafirlere aittir. Üçüncüsü: Kabuklu bir kılıfla kaplanmış bir kalptir ki
münafıklara aittir. Dördüncüsü: Her tarafa açık müfsah kalptir ki içinde hem
iman hem de münafıklık bulunabilir.
İmanın misali, güzel su ile gelişip serpilen bakla misalidir. Nifakın misali
ise, irin ve sarı su ile kaplı olan iltihaplı bir yara misalidir. Bu iki unsurdan hangisi
üstünlük sağlarsa, yaranın hükmü ona göre olur.”
Yüce Allah da şöyle buyuruyor: “Takva sahiplerine şeytandan bir vesvese
dokunduğunda (Allah’ın emir ve yasaklarını) hatırlayıp hemen gerçeği görürler.”
(Araf, 7/201) Ayette kalplerin görmesi ve cilalanmasının Allah’ı zikr etmeye
bağlı olduğu vurgulanmıştır. Basîret zikrin bir sonucudur, takva zikir kapısıdır,
zikir keşfin kapısıdır, keşif ise büyük kazancın anahtarıdır. Bütün bunlardan açık
olarak ortaya çıkan şudur: Allah’ı cehrî olarak zikretmenin sıhhati açıktır.
Cenazenin önünde veya arkasında –meyyite, ölülere ve dirilere telkinde
bulunmak, gafil ve zalim olanları gafletten uyarıp uyandırmak, dünya sevgisi ve
riyaseti (makam-mevki) ile kalpleri pas tutup katılaşmış insanların, özellikle
zamanımızdaki alimlerin ve amirlerin kalplerindeki pası ve katılığı gidermek için yüksek sesle zikir edip telkinde bulunmanın da sıhhatini ortaya koyar.
Hz. Peygamber (s.a.s.) buyurdu ki: “Muhammed’in ümmetinde iki sınıf
vardır ki, onlar düzelirse insanlar da düzelir. Onlar bozulursa, diğer insanlar da
bozulur. Bunlar amirler ve fakihlerdir.”
Yine buyurdular ki: “Dünyayı ayakta tutan dört sınıf insandır. Vera’ sahibi
alimler, eli açık zenginler, sabreden fakirler ve adalet sahibi sultanlar. Eğer
bunlar da bozulurlarsa, artık insanların örnek alacağı kim var ki!”
Rivayete göre adamın biri, Hz. Peygamber (s.a.s.)e şerden sordu. Hz.
Peygamber (s.a.s.) ise, “bana şerden değil hayırdan sorun” dedi ve bunu üç defa
tekrar etti sonra şunları söyledi: “Şerlilerin en şerlisi alimlerin şerlileridir.
Hayırlıların en hayırlısı ise yine alimlerden en hayırlı kimselerdir. Çünkü alimler,
ümmetin rehberleri, dinin direkleridirler, insanların yapısında var olan cehalet
karanlığını aydınlatan birer lambadırlar. Onlar İslam divanının seçkinleri, kitap
ve sünnette yer alan hüküm ve hikmetlerin madenleridirler. Yine onlar,
mahlukatın içerisinde Allah’ın emînleri, kulların tabibleri, tevhîd inancının
bayrakları olan ‘millet-i hanifiyye’nin en şuurlu mensupları ve emanet-i kübranın
hameleleridirler. Dolayısıyla takvanın hakikatını kavramak herkesten çok onların
hakkıdır. Dünyada herkesten çok onlar zühd hayatına muhtaçtır. Çünkü onlar
hem kendileri hem de başkaları için bu gerçekleri yaşamaya muhtaçtır. Zira
onların bozulmaları da düzelmeleri de başkasına örnek teşkil edecektir.
Eğer denilse: Eş-Şir’a kitabında meyyitin arkasında hiçbir şekilde sesi
yükseltmek doğru değildir. Çünkü o an, mahşer gününe benzer ki “O gün sesler
Rahman’ın huzurunda alçalmış” ayetin ifadesiyle mahşer günü hiç kimse sesli
konuşmayacaktır” denilmiş. El-Hülasa ve onun şerhinde de “Cenazeyi teşyi
esnasında yüksek sesle zikretmek veya Kur’an okumak mekruhtur. Çünkü bu ehl-i
kitaba benzemektir” denilmiş!...
El-Cevap: Bu iki şüphe de, yukarıda arz edilen telkin niyeti ve daha önce
açıklanan diğer gerçeklerle tamamen ortadan kalkmıştır.
Eğer denilse: Ebu Musa el-Eşari’den yapılan rivayette, Hz. Peygamber
(s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Ey insanlar! Kendinize gelin! Siz ne sağır olan birini
ne de uzakta olan birini çağırmıyorsunuz. Aksine siz her şeyi hakkıyla işiten, hep
size yakın ve sizinle birlikte bulunan birini çağırıyorsunuz.”
Hz. Peygamber (s.a.s.) bir sefer esnasında, sahabilerin yüksek sesle
tekbirler getirmeleri üzerine bunları söylemiştir. Bu ise yüksek sesle
zikretmenin mekruh hatta haram olduğunu göstermektedir. Siz buna ne
dersiniz?
El-Cevap: Bu hadisi zikrin gizli yapılmasının müstehap olduğuna hamletmek
gerekir. Yoksa diğer kati delillerle bir çelişki söz konusu olur. Nitekim İbn
Ferişte (r.a) de bu hadisi şerh ederken: “Bu hadisten, Allah’ı sessizce
zikretmenin müstehap olduğu anlaşılmaktadır” ifadesine yer vermiştir.
Keşşaf’ın şarihi et-Tıybî olarak meşhur olan bir müfessir konu ile ilgili şu
görüşlere yer vermiştir:
Bu makam hasebiyledir mürşid olan şeyh, bazan işe yeni başlamış ‘mübtedi’
olan kimsenin sesini yükseltmesini ister. O bununla rasıh/fıtri olan bazı güzel
duyguların kalbinde iyice yer etmesini gâye edinmiş olur.
‘Meşarik’ şarihi Herevî dedi ki: Söz konusu hadiste yer alan ‘irbe’u’
kelimesi (hemzenin esresi, ba’nın üstünü ile) ‘irfikû’ (kendinize acıyın) anlamına
gelir. Yani sesinizi yükseltmede aşırıya kaçmayın. Bu ifadeden dua yaparken
başka bir maksat yoksa sesi alçak tutmanın mendup olduğunu anlamak gerekir.
Bayramlarda ve hacdaki tekbirler de dua kavramına dahildir. Zira orada sağır
veya uzakta (gaib) olan birini çağırmıyorsunuz. Tekbir ve diğer şeyler orada dua
olarak adlandırılır.
Eğer denilse: ‘el-Hakaik’da sahih senetle bildirildiğine göre, İbn Mesud
(r.a) toplu halde yüksek sesle tehlilde bulunan bir topluluğa ‘ben sizi bidatçı
olarak görüyorum’ demiş ve onları mescitten dışarı çıkartmıştır. Bu ise yüksek
sesle zikretmenin mekruh, hatta haram olduğunu göstermektedir.
El-Bezzazî (r.a)nin Kitabü’l-İhsan’da bildirdiği gibi, kadihân fetevasında:
yüksek sesle zikretmek haramdır, denilmiştir.
Yine sahih bir rivayete göre, İbn Mesud (r.a) mescidde toplanarak yüksek
sesle zikredip salavat getiren bazı insanların bu durumunu duyunca, derhal oraya
gidip onlara: “Sizin bu tarzınız, Hz. Peygamberin (s.a.s.) hayatında hiç
rastlamadığımız bir durumdur. Ben sizi bidatçı olarak görüyorum” dedi ve bunu
tekrar ede ede onları mescidden dışarı çıkardı... buna ne dersiniz?
El-Cevap: Evvela İbn Mesud’tan yapılan bu rivayet sahih değildir. Çünkü bu
rivayet daha önce bildirdiğimiz Kur’an’ın açık naslarına, sahih olan nebevi
hadislere ve kerrubi meleklerin yaptıklarına muhaliftir. “Allah’ın mescitlerinde
O’nun adının anılmasına engel olan ve onların harap olmasına çalışandan daha
zalim kim olabilir?” (Bakara, 2/114) ayeti ortada olduğuna göre, bu rivayet
sadece bir iddiayı doğrulamak uğruna Hz. İbn Mesud’a yapılan en büyük bir
iftiradır.
Saniyen: Faraza böyle bir şeyin vukuu doğru olsa bile bu bir tek rivayet,
kesin olan diğer deliller karşısında bir değer ifade etmez.
Salisen: Kâdi ve diğerlerinin ‘yüksek sesle zikretmek haramdır’ sözlerinin
anlamı şudur: kim böyle yaparsa ahirette cezaya çarpılacak ve azap çekecektir.
Halbuki böyle bir hüküm akıl ile değil, ancak nakil ile isbat edilebilir. Şimdi
herhangi bir ayete, bir hadise ve bir esere (sahabe ve tabiin görüşlerine)
dayanarak, kıyamet günü, Allah’ın ismini yüksek sesle zikredip onun birliğini
seslendiren, ila-i kelimetullan için, onun her tarafa yayılması için gafil insanları
gaflet uykusundan uyandırmak için ve nihayet tevhid tohumunu mü’minlerin
kalplerine ekmek için Allah’ın adını yüksek sesle anmış kimselerin azap
göreceklerini iddia eden bir Allah’ın kulu var mı? Böyle bir şey işitildi mi?
Halbuki Hz. Peygamber (s.a.s.) buyuruyor ki: “Gafiller arasında Allah’ı
zikredenlerin durumu kurumuş ağaçların ortasında bulunan yemyeşil ağaç
gibidir.”
“Gafiller arasında Allah’ı zikredenler, gaziler arasında savaşan kimseler
gibidir.”
“Allah’ı öyle çok zikredin ki, başkaları size mecnun desin.”
“Münafıklar size gösteriş yapıyorlar diyecek raddeye gelinceye kadar,
Allah’ı çok zikredin”
Cehrî zikirde gösterişin ihtimal dahilinde olması, onun haram olduğuna
sebep olmaz. Olsa olsa gizli zikrin daha faziletli olduğunun gerekçesi olur. Bu da
ancak cehrî zikir ile salih bir niyet ve meşru bir maksat takib etmek, bayram,
ihram ve hac tekbirleri, ezan, hutbe okumak, gafilleri uyandırmak, diri ve ölülere
telkinde bulunmak gibi sesli yapılması sünnet olan ibadetlerin dışındaki durumlar
için söz konusudur. Yoksa bu sayılan yerlerde daima yüksek sesle, söz konusu
zikri seslendirmek daha evladır.
Özetle denilebilir ki: Allah’ın zikri diğer ibadetler gibi bir ibadettir, hatta
en faziletli bir ibadettir. “Allah’ın zikri en büyüktür” (yani ibadetlerin en
büyüğüdür) ayeti bunu göstermektedir. O halde diğer ibadetlerin hem açık hem
gizli yapılabildiği gibi Allah’ın zikri de öyle olmalıdır. “Eğer sadakalarınızı açıktan
yaparsanız, gerçekten güzel bir şey olur. Yok eğer onu gizlice fakirlere
verirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır” ayeti buna işaret etmektedir. Çünkü
Allah’ın zikri sadakaların en hayırlısıdır.
Rabian: Söylenmiş olduğu kabul edildiği durumda bile, İbn Mesud’un
sözleri, kitap, sünnet, icma ve kıyastan ibaret olan edille-i şeriyyeden değildir.
Yaptıkları zahirine göre edille-i şeriyyeye ters düşmektedir.
Eğer denilse: “Kendi kendine yalvararak ve ürpererek yüksek olmayan bir
sesle sabah akşam Rabbini an. Gafillerden olma” (Araf, 7/205) ayeti yüksek
sesle zikir yapmanın mekruh hatta haram olduğuna delalet etmektedir. Ki cehrî
zikrin mekruh veya haram olduğunu iddia edenler de bu ayeti delil olarak
getirmişlerdi. Ve zikrin cehrî ve gizli olarak yapılabileceğini gösteren ayetlerin
tahsis edildiğini söylemişlerdir. Buna ne dersiniz?
El-Cevap: Evvela buradaki ayet, söz konusu diğer ayetleri tahsis edemez.
Çünkü ayetlerin bir kısmı, Bakara suresinde, bir kısmı Al-i İmran suresinde
bazıları da Ahzap suresinde yer almaktadır ki, bunların hepsi Medine’de inmiştir.
Buradaki ayet ise (Araf, 205) Mekke’de inmiştir. Oysa Mekke’de inen ayetler
Medine’de inen ayetleri tahsis edemez. Çünkü daha önce inenler daha sonra
inenleri tahsis eder.
O halde söz konusu ayetlerin ve hadislerin meydana getirdiği deliller genel
anlamlarıyla delil olmaya devam etmektedir. Ve bunlar Hanefî mezhebine göre,
kesin delillerdir.
İkincisi; İddiacının cehrî zikrin kerahet ve haramlığına delil olarak
gösterdiği ayetler, şayet genel olarak şahıslara, zikirlere ve vakitlere umumi bir
şekilde bakacak olursa “yüksek olmayan ses ile de, yüksek sesli zikrin haram
olduğu manası çıkarılırsa, delil olabilir. Halbuki bu dört şeyin (şahıslar, zikirler,
vakitler, yüksek olmayan sesli zikir) kesin tespitini yapmak imkansız gibidir.
Nitekim Hanefi ve Şafi’îlerden güvenilir müfessirler bunları değişik şekilde
yorumlamışlardır. Onlardan hiç biri cehrî zikrin ayetlerin bu ifadelerini cehrî
zikrin kerahetine ve haramlığına delil göstermemişlerdir.
Teysir sahibi[3] ve Beğavi’ye göre ayetteki zikri namazlarda okunan
Kur’an’a tahsis tılmışlardır. Teysir tefsirinde İbn Abbas’tan yapılan bir rivayette
şu görüşlere yer verilmiştir: Ayette geçen zikirden maksat namazda okunan
Kur’an’dır. “yalvararak, tazarru”dan maksat dil ile seslendirmek demektir.
“hufyeten ürpererek veya gizlice”den maksat kalpten seslendirmek demektir.
“dune’l-cehr”den maksat aşırı derecede yüksek sesden kaçınmak demektir.
Mealimu’t-Tenzil’de İbn Abbas’ın şöyle dediği kaydedilmektedir: Ayette
geçen ‘zikir’den maksat namazda okunan şeylerdir. Yüce Allah bu ayetle sanki
şöyle diyor: Ey kulum! Kıraatı gizli olan namazlarda kendi içinden oku, bana
yalvararak ve ürpererek namaz kıl. Kıraatı açık olan namazlarda ise, Kur’an’ı
açıktan oku, yalnız aşırı gitme, senin arkanda bulunan cemaatın işiteceği kadar
alçak sesle oku. Mücahid ve İbn Cüneyh’e göre, buradaki zikirden maksat duadır.
Onlara göre, yüce Allah kullarının kendisine huşu ve tazarru içerisinde yakarıp
yalvarmalarını, yüksek sesle bağırıp çağırarak dua etmemelerini emretmiştir.
Keşşaf sahibi (Zemahşerî) Kaşanî, Medârik sahibi ve Kadî Beydavi’ye göre,
zikirden maksat, Kur’an okumak, dua etmek, tesbih ve tehlilde bulunmaktır.
“dune’l cehr”den maksat, ne çok sessiz ne de aşırı sesli yapmayıp ikisi arasında
mutedil bir sesle okuyup zikir etmektir.
Onlara göre, buradaki ifade “namaz kılarken yüksek sesle okuma, sesini
alçak da yapma, bilakis ikisi arası orta bir yol tut” mealindeki ayetin ifadesiyle
aynıdır. Onlara göre bu tarz müstehaptır. Onların bu tarzı müstehap
gördüklerine delil, şu ifadeleridir:
“Çünkü alçak sesle –gizlice- okumak, daha ihlaslı, güzelce tefekkür etmeye
daha uygundur. Onların namaz kılma tarzı böyle idi. ‘Rabbini kendi içinde an’
mealindeki ayetin ifadesi, bütün zikirler için genel bir ifadedir. Buna kur’an
okumak, dua, tesbih ve tehlil ve diğer zikir çeşitlerinin hepsi dahildir. Ayette
geçen ‘tazarru’an ve hifeten’in anlamı ‘tazarru, huşu ve korku içerisinde’
demektir. ‘Dune’l-cehrî’den maksat ise ‘fazla yüksek olmayan bir sesle’ demektir.
Çünkü bu tarz daha faziletli, güzelce düşünüp tefekkür etmeye daha uygundur.
‘Sabah-akşam’ vakitlerinin tesis edilmesinin sebebi, bu iki vaktin daha faziletli
olduğunu göstermektedir. Bundan sürekliliği anlamak da mümkündür. Beydavi’nin
ifadesi aynen şöyledir: Yani yüksek sesliliğin altında, gizliliğin bir derece üstün –
orta bir yolda- zikir edin demektir. Çünkü bu tarz alçak gönüllülüğe ve ihlasa
daha uygundur.
İmam Razi tefsir-i kebirinde, Keşşaf ve Misbah’ın şarihi Taybî’nin
şerhinde ayette yer alan ‘Rabbini zikret’ ifadesini, lafzından da zahir olduğu gibi
yalnız Hz. Peygamber (s.a.s.)e mahsus olduğunu söylemişlerdir. Zikir bu
vasıflarla vaki olursa ihlas ve tazarru’a daha yakın olur.

Birinci Mesele:
Bil ki, yüce Allah “Kur’an okunduğu zaman dinleyin ve susun” şeklindeki
emrinden, “Kur’an’ı okuyan kimsenin onu başkasının duyacağı şekilde yüksek sesle
okuyacağı” anlaşılmıştır. Kur’an’ı okuyanın Hz. Peygamber (s.a.s.) olduğu açıktır.
Buna göre bu ayette, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) kavmine karşı Kur’an’ı yüksek
sesle okuması emredilmiştir. Çünkü vahiy ve risaletin tebliği görevi ancak bu
şekilde yerine getirilmiş olur. Sonra yüce Allah bu emrinden sonra ona, bu defa
kendi içinde Rabbini zikir edip anmasını emretti. Gizlice insanın kendi içinde
gizlice zikir etmesinin faydası, daha yüksek mertebeleri kazanmak içindir. Zikir
bu vasıflarla vaki olursa ihlas ve tazarru’a daha yakın olur.

İkinci Mesele:
Yüce Allah Resulüne zikrin yapılmasını emir ederken, onu bir takım
kayıtlara bağlamıştır.
1. ‘Rabbini kendi içinde an’ cümlesinin anlamı; kişinin lisanı ile ifade ettiği
zikirlerin manasını bilmesi, Allah’ın Celal, Cemal, İzzet,Uluvv sıfatlarını zihninde
hazır bulundurabilmesidir. Çünkü kalbin habersiz olduğu bir zikrin yalnız dil ile
yapılmasının bir faydası yoktur. Diğer kayıtların detaylarını öğrenmek isteyen
Tefsir-i Kebir’in ilgili yerine baksın.
Taybî’nin ifadesi ise şöyledir: Ayet, dil ile yapılan zikirlerde asıl olan itidal
ve dengenin korunmasının gereğine işaret etmektedir. ‘Namazda çok yüksek
sesle okuma., sesini çok da alçaltma, aksine ikisi arası bir yol takip etmeye çalış’
ayeti de aynı ölçüye dikkat çekmektedir. ‘Rabbinizi huşu ve ürperti içerisinde
yalvararak çağırın’ ayeti yalnız duayı söz konusu etmektedir.
Bu yorumu böyle kabul ettiğimiz takdirde ‘zikr et-an’ ifadesinde yer alan
zikir kavramını, genel bir sözcük (lafz-ı am) olarak değerlendirmek gerekir.
Nitekim ‘yürüyerek mescidlere gidenleri kıyamet günü elde edecekleri tam bir
nur ile müjdele’ hadisi de böyle genel bir anlamı ihtiva etmektedir. Yok eğer söz
konusu zikir emri yalnız Hz. Peygamber (s.a.s.)e tahsis edilirse, ki bununla
ümmetine ders vermek, onlara örnek olmak ve Hz. Peygamber’in (s.a.s.) yüksek
makamını dikkatlere sunmak gibi hususların ders verilmesi amaçlanmış olacak. Bu
takdirde ayette zikir kavramına dikkat çekmek ve zikir edenlerin farklı olan
derecelerinin varlığına işaret etmek gibi maksatlar söz konusu edilmiş demektir.
Buna göre ‘yalvararak ve ürpererek Rabbini kendi kendine an’ mealindeki
cümle, en yüksek mertebeye işarettir. Ki bu mertebe hakka vasıl olmuş
müşahade ehlinin malumudur. ‘Fazla yüksek olmayan sesle..’ ifadesi ise, çok
yüksek ve çok alçak sesin ortasında bulunan, mutedil bir ses tonuna işarettir. Bu
vasat mertebe, müşahade makamına doğru yol almakta olanların makamıdır.
‘Sakın gafillerden olma’ cümlesi ise ehl-i sülukun aşağılarda yer alan
mertebelerine işarettir. “Yalvararak ve ürpererek Rabbini kendi içinde an” sesini
yükseltmeden dua etmenin gerekliliğini ifade eder. “Sakın gafillerden olma”
ifadesi ise yani heyecana kapılıp içinde bulunduğun mertebeden daha yukarıya
çıkmak için, yapmacık fevri hareketler yaparak gafillerden olma sakın! Yani
yüksek sesle bir cehd-u gayret içine girme! Çünkü senin mevkiin o makâmdan
daha üstündür. Çünkü sen hakikate kavuşan kimselerdensin. Sen mukarrebun
zümresinde yer alan ve şuhûd makamında bulunanlara mümasil bir makâmdasın ki
bunlar nefsin kötü telkinlerini yok etmek ve heva-hevesin kirlerini silip süpürmek
için sürekli bir cehdu gayret içindeler. Ayette geçen ‘korku-ürperti’ ise, Allah’ın
Celalinden yansıyan heybetinin idrak edilmesine işarettir. Şairin dediği gibi “Onu
görmeye çok müştaktım, fakat görür görmez Celalinden dolayı başımı önüme
eğdim. Korkudan değil heybetten cemalini korumak için”
Nitekim Buhari, Müslim, Tirmizi ve Ebu Davud’un Ebu Musa el-Eş’ari’den
rivayet ettikleri bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber (s.a.s.) bu makamdan (yüksek
sesle zikrin makamı) nehyetmiştir: Ebu Musa el-Eş’ari anlatıyor: “Biz Hz.
Peygamber (s.a.s.) ile birlikte bulunduğumuz bir sefer esnasında, insanlar yüksek
sesle tekbir getirmeye başladılar. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.):
‘Kendinize gelin! Şüphesiz siz sağır olan veya uzak olan birisini çağırıyor
değilsiniz. Aksine siz her şeyi hakkıyla işiten, size çok yakın ve sizinle beraber
olan birini çağırıyorsunuz. Sizin çağırdığınız Allah, şah damarınızdan size daha
yakındır.”
İşte daha işin başında olan müridin durumu böyledir. Seyr-ü suluke
soyunmuş olan müridin durumu, mürşidi olan şeyhe bağlıdır. Buna göre şeyh
bazen müridine yüksek sesle zikir etmesini emredebilir. Bununla nefsin istek ve
arzularını ortadan kaldırmaya çalışır. İşte ayetteki ‘Sakın gafillerden olma!’ emri
bu makama işarettir.
Ben hiç şüphesiz, şeyhü’l İslam Ebu Hafs es-Sühreverdi (r.a)nin bazı
sözlerini gördüm ki şöyle diyordu: “Kulun bünyesi, vücudu geniş bir şehre benzer.
Uzuvları, organları ise, o şehrin sakinleri mesabesindedir. Kulun zikir esnasındaki
uyanık şuuru, söz konusu şehrin kapısında bulunan minareye çıkıp ezan okuyan bir
müezzin gibidir. Çünkü böyle ciddi ve hakikatlı bir zikir sahibinin kalbini ve diğer
duygularını ikaz eder. Zikrin dil ile yapılması da kendisini ayrıca ikaz edip
uyandırır, kalbini ve diğer organlarını sulamaya başlar. Böylece o zikirden kişinin
dil ile yaptığı yakarışlar, kalp kubbesinde yankılanmaya başlar. Nefis şehrinin
ahalisi de bu zikir sayesinde huzura gelirler. Zihin ve hissin dağınık olan
askerleri bir araya gelir. Kişi bir parçasıyla (lisan ile) zikir eder, ancak bütün
varlığıyla onu dinler. Böylece kelimeler lisandan kalbe intikal eder. Kalp ise
onunla nurlanır. Artık değişik hallere karşı mücadele gücünü kazanır. Sonra
kalpteki nurun dışa yansımasıyla, güzel/salih ameller gibi iyi ürünler bitmeye
başlar.”
Yine Sühreverdi ‘Avarif’ adlı eserinde şöyle demektedir: “Kişi halvetinde
bu kelimeyi, kalbinin muvafakatıyla dili ile tekrar ede ede, onu kalbine tam
yerleştirir. Nefsin kuruntusunu kesip atar. Nihayet zikir edilen kelime tamamen
dile hakim olup, ona rahat gelmeye başladığında, kalp o kelimeyi (su gibi) içmeye
başlar. Artık lisan dursa bile kalp durmaz. Sonra kalpte bir cevher hasıl olur.
Öyle ki kelimenin şekli lisandan çıkıp gitse bile, manası kalpte nurlanıp
billurlaşmaya devam eder. Bu durumda zikir, zikredilen yüceler yücesinin
azametini görmekle eşdeğer olur. Böylece zikir, zaten zikri olarak ortaya çıkar.
Bu zikir, müşahede, mükâşefe ve muayene zikridir. Zâtın zikri ise, zikrin nuru
denilen bir cevrehere dönüşür. Mahlukattan istenilen en yüksek maksat da
budur.
Çoğu zaman, bir kelime ile zikir edilmeden veya Kur’an-ı kerim –kalp ve
dilin muvafakatıyla- çokça okunmadan bu netice elde edilememektedir. Fakat
zikir ve Kur’an dil ile okunur, lafzın manası, nefsin istekleri/kuruntularının yerine
geçerse de artık gerek namaz kılarken gerekse Kur’an okurken bu kelimeler kula
çok rahat gelmeye başlar. Bu durumda zatın zikri de söz konusu olabilir ve
kelâmın nuru ile zikredilen yüce Allah’ın azametinin mütaalası özdeşleşmiş olur.”
Kadı Beydavî (r.a) “Eğer sözü gizleyecek olursan, bil ki O (Allah), gizliyi de
gizlinin gizlisini de bilir” (Taha, 20/7) ayetini açıklarken şunları söylemiştir:
“Eğer Allah’ın zikrini ve ona yaptığınız duayı gizleyecek olursan iyi bil ki, Allah’ın
senin açıktan söylemene ihtiyacı yoktur. Çünkü O, gizli olanı da gizlinin gizlisini
de bilmektedir. Daha gizli denilen husus (ahfâ) nefsin zamirin (kalbin iç
derinliklerin)den ibarettir. Bu ayetten anlaşılıyor ki, zikir ve duanın cehrî olarak
okunmasının meşru olmasının sebebi, onu Allah’a bildirip duyurmak için değil,
nefsin kendisine zikri tasvir edip yerleştirmek, nefsi başka şeylerle meşgul
olmaktan alıkoymak ve Allah’a karşı yapılan yalvarış-yakarışları nefse iyice
sindirmeye yöneliktir.”
Kaşani (r.a) de söz konusu ayetin açıklamasında şu görüşlere yer vermiştir:
“Ayette insanların dikkati şu hususa çekilmektedir; açıktan zikretmek, onu
nefse sindire sindire yerleştirmek, kurb-i ilâhiye zarar verecek şeylerden nefsi
uzaklaştırmak içindir, yoksa Allah’a duyurup, bildirmek için değildir. Bununla
beraber ayette gösteriş gibi şeylerden sakındırmayı anlamak da mümkündür.
Nitekim “Rabbini kendi kendine yalvararak ve ürpererek, yüksek olmayan
bir sesle (zikredip) an” mealindeki ayette de bu hususa dikkat çekilmektedir.
Keşşaf tefsirinde de şöyle denilmiştir: Ayette (Taha, 20/7) geçen
ifadeler insana şunu öğretiyor: zikirlerin açıktan yapılması, onu Allah’a duyurmak
için değil, başka maksatlar içindir.”
Ey hakikatı öğrenmek isteyen! Anlatılan bu gerçekleri iyi ezberle! Çünkü
bunlar, büyük ölçüde seni hak yoluna iletecektir.
Sahih, muttasıl bir isnad ile rivayet edilmiş ki: Hz. Ali (r.a) Hz. Peygamber
(s.a.s.)e, “Ey Allah’ın resulü! bana, Allah’a götüren en yakın (kısa), Allah katında
en üstün ve Allah’ın kullarına en kolay gelen yolu gösterir misin?” diye
sorduğunda, Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle cevap vermiştir: “Bu yol beni
peygamberliğe ulaştıran yoldur” Hz. Ali (r.a) “Bu da ne demektir?” deyince, Hz.
Peygamber (s.a.s.) “İnziva yerlerinde Allah’ı sürekli olarak zikir etmektir” diye
buyurdu. Hz. Ali (r.a) Demek zikrin fazileti bu kadar büyüktür. Halbuki bütün
insanlar Allah’ı zikrediyor” dediğinde, Hz. Peygamber (s.a.s.), “Yâ Ali! şunu iyi bil
ki yeryüzünde Allah, Allah diyen bir kimse bulunduğu müddetçe kıyamet kopmaz”
dedi. Bunun üzerine Hz. Ali (r.a), Ya resulallah ! nasıl zikretmeliyim?” diye sordu.
Hz. Peygamber (s.a.s.); “Gözlerini yum, sükut et, ben üç defa zikredeceğim, sen
de beni dinlersin, sonra sen de üç defa zikredeceksin ben de seni dinlerim” dedi
ve sağ tarafından sol tarafına meylederek, gözlerini yumarak, yüksek sesle üç
defa ‘la ilahe illallah’ dedi, Hz. Ali (r.a) de onu dinliyordu. Sonra Hz. Ali (r.a) sağ
tarafından sol tarafına meylederek, gözlerini yumarak, sesini yükselterek üç
kere ‘la ilahe illallah’ dedi. Hz. Peygamber (s.a.s) de onu dinliyordu. Ve kalp
gözünü açtı ve gördüğünü gördü.

İşte bu tarz zikri, yüce Allah Hz. Cebrail’e, o da Hz. Peygamber (s.a.s.)e, o
da Hz. Ali (r.a)e, o da oğulları Hz. Hasan ve Hüseyin (r.a)e, Hasan Basri (r.a)e,
Kümeyl b. Ziyad’a (Allah hepsinden razı olsun) telkin etti. Hasan Basri aynı
tarzda Habibü’l-Acemiye, o da Davud’i Tai’ye, o da Maruf-i Kerhi’ye telkin etti.
İmam Hüseyin b. Ali (r.a) aynı tarzı, oğlu İmam Zeynelabidin’e, o da oğlu
Muhammed bakır’a telkin etti. Muhammed Bakır da onun aynısını oğlu Cafer
Sadık’a o da oğlu İmam Musa Kazım’a, o da oğlu İmam Ali Rıza’ya telkin etti.
Ma’ruf-i Kerhi, marifet ve hakikat dersini bu imamdan almış ve onu şeyh
Seriyyu’s-Sakati’ye öğretmiştir. O da bunu kızkardeşinin oğlu ve bu taifenin
(sufilerin) reisi olan şeyh Cüneyd el-Bağdadî’ye ders verdi. Cüneyd ise onu şeyh
Ebu Necib es-Sühreverdi’ye, şeyh Mümşad ed-Dineveri’ye, o da Muhammed el-
Bekri’ye, o da Vahyuddin el-Kadi’ye telkin etti, o da Ömer el-Bekri’ye ders verdi.
Es-Sühreverdi ise aynı hakikatları Kutbuddin el-Ebheri’ye, o da Ruknüddin
Muhammed Sincarî’ye, o da Şihabuddin et-Tebrizî’ye ders verdi.
Tebrizî de aynı hakikatları, seyyid Cemaleddin’e, o da şeyh İbrahim ez-
Zahid el Geylanî’ye, o da Ahi Muhammed’e, o da şeyh pîr Ömer el-Halvetî’ye ders
verdi. Halvetî ise aynı hakikatları, Ahi Mirim (Merem veya Emrem de
okunmuştur), o da el-Hac İzzeddin’e, o da Ehi Muhammed el Halveti’ye, o de
şeyh pir Sadreddin el-Kanevi’ye, o da Yahya el-Bakuî’ye, o da şeyh Muhammed b.
Mahmud b. Muhammed Cemaleddin (k.s)e, o da şeyh Yusuf b. Ali bin Kaya Bey el-
Burlavî’ye ders verdi (ki bu son zatın doğum yeri Burla, hicret yeri Merzifon,
makamı ise Konstantiye/İstanbul’dur) Allah hepsinden razı olsun!

İşte bütün bu açıklamalardan anlaşılıyor ki, ihtilaf konusu olan, zikrin gizli
olan mı, yoksa açıktan olanı mı daha faziletli olduğuna dairdir. Meşayihten bir
kısmı cehrî olan zikrin herkes için (bulunduğu konumu ne olursa olsun) daha evla
olduğunu söylemişlerdir. Çünkü bu daha fazla işi barındıran bir ibadettir.
Dolayısıyla sevabı çok büyüktür. Diğer bir kısmı ise, riyadan daha uzak, ihlasa
daha yakın olduğu için gizli olan zikri tercih etmişlerdir.
Bazıları da zikir eden kimsenin durumuna göre, bir değerlendirmeyi uygun
görmüşlerdir. Bunlara göre, eğer zikreden şahıs gösterişten uzak bir kimse ise
ona cehrî zikir daha evladır. Yok eğer, riyadan endişe ediyorsa gizli zikri tercih
etmesi onun için daha iyidir. Ehl-i tahkik olan meşayihe göre, avam için ve seyr-i
sulüka yeni başlamış mübtediler için zikir ve Kur’an’ın açıktan okunması daha
evladır, belki de vaciptir. Çünkü kötü telkinlerin bertaraf edilmesi, hadisu’n-nefs
denilen, nefsani kuruntuların önüne geçilmesi, zikrin kalbe tam yerleştirilmesi
için cehrî olan zikre ciddi ihtiyaç vardır. Bu daha işin başında olanlar için
böyledir. Fakat bu kimseler, ne zaman ki kalp makamına girer, zikir zaten aynısı
olarak ortaya çıkar, zikredenin varlığı zikredilenin kendisinde yok olur da artık
haktan başka orda da bir şey kalmazsa, kişi de kendi nefsini tanımak suretiyle
Rabbini gerçekten tanımaya başlarsa işte o zaman gizli zikir yapmak vacip olur.
Yüce Allah’ın “Rabbini kendi içinde, yalvararak ve ürpererek, yüksek
olmayan bir sesle, sabah-akşam an. Ve gafillerden olma” şeklindeki
peygamberlerine emir buyurması bu gerçeğe işarettir. ‘Gafillerden olma’ demek
‘işe yeni başlamış, anlayışları da çok zayıf olan ve zihinleri donuk olan
kimselerden olma’ demektir.

Allah’ım! Bizi kıyamet günü kendileri için bir korku söz konusu olmayan ve
asla üzülmeyecek olandan eyle! Amin ya Muin!


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: TAHKİKİYE RİSALESİ / Sünbül Sinan
MesajGönderilme zamanı: 04.09.09, 13:45 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 03.01.09, 23:16
Mesajlar: 123
İKİNCİ BÖLÜM
RAKSIN HARAM İDDİASININ İPTALİ
Şimdi de iddiacının kübrasını (büyük önermesini) çürüteceğiz:
Bilindiği gibi büyük önermeleri: “Raks, Malik, Şafi’î ve Ahmed
(Rahimehümullah)e göre bi’l-icma haramdır. İcma ile haram olduğuna göre, onu
helal sayan kafir olur.” Şeklinde idi.
Eğer bu ifade ile –büyük önermelerini sağlama almak için- her türlü raksın
icma ile haram olduğuna kast ediyorlarsa, bu büyük bir iftiradır. Nitekim ‘el-
Hakaik’ ismindeki şerhü’l-Manzume’de deniliyor ki: İmam Şafi’î’ye (r.a) göre,
makamla şiir ve manzumeleri söylemek ve dinlemek (teğanni ile nağme yapmak)
aslı itibariyle mubahtır. Yeter ki gençliğin kötü duygularını tahrik etmekten uzak
olsun ve süreklilik göstermiş olmasın.
Ancak teğaniyi meslek haline getiren ve sürekli insanları dolaşan ya da
meslek edinmemekle beraber yine de sürekli olarak bu tür teğanileri dinlemeyi
adet haline getiren kimse, sefih olup şahitliği kabul edilmez.
Bu hükümler kılıç ile oynamak, raksetmek ve benzeri oyunlar için de
geçerlidir. (el-Umde adlı eserde böyle denilmiş)
Şafi’î fıkıh kaynaklarından; Muharrer, Envar, Hubab ve şerh-i Havi’de
herhangi bir çalgı aleti kullanmaksızın, sadece normal ses kullanılarak, nağmeler
(şiir, şarkı vs.) okumanın ve dinlemenin haram değil mekruh olduğu
vurgulanmıştır. Bu eserlere göre, kılıç ile oynamak da haram değil sadece
mekruhtur. Çünkü bu oyun yalnız ölçülü bir takım hareketlerden ibarettir.
Nitekim rivayetlerde sabit olmuş ki, Hz. Peygamber (s.a.s.) raks ederek
oynayan Habeşlileri seyreden Hz. Aişe için beklemiş ve gözlerden korunması için
ona perdedarlık etmiştir.
El-Halimi’ye göre, içinde bellerin büküldüğü, dizlerin kırıldığı oyunlar –
muhammes (kadın gibi davranan erkek)lerin hareketlerine benzediğinden dolayıhem
erkeklere hem de kadınlara haramdır.
Cemaleddin Envar’ın haşiyesinde belirttiğine göre, İmam Rafii, bel ve diz
kırma şeklinde olmayan raksın mekruh mu, mubah mı olduğuna dair bir
açıklamada bulunmamıştır. Mesele ihtilaflıdır.
El-Bahre de kendisinden nakledildiğine göre, Nekkal bunun mekruh
olduğunu söylemiştir. Nevrai el-Umde’de raksın mubah olduğunu söylemiştir.
Gazzali el-Vasif’te aynı görüşü benimsemiştir. Ebu Ali ve el-Halimi’nin
ifadelerinden de bu anlaşılmaktadır. Yine Şafi’î kitaplarından Şerhü’l Veciz, elidi’nin
Kitabu’ş-Şehadeti adlı bölümünde raksın haram olmadığı belirtilmiştir.
Kadi Hüseyin: “Raks etmek ehl-i hal ve vecd olan kimseler için mubah,
diğerleri için mekruh olduğunu” söyleyerek meseleye farklı bir boyut
kazandırmıştır. Üstaz Ebu Mansur da aynı hususa dikkat çekmiştir. İki taifenin
de reisi olan ‘Hamse mia’nın sahibi olan İmam Gazzali’nin rivayet ettiği bir hadisi
şerifte Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Yüce Allah bu ümmet için
her yüzyıl başında onlara dinlerini yeniden öğreten bir müceddid gönderir” Yine
buyurmuştur ki: “Bu ilmi her nesilden en adil olan bazı kimseler omuzlayacak.
Bunlar hakiki ilmi, bir kısım amillerin tahrifinden, gerçeği iptal etmek
isteyenlerin telkinlerinden ve cahil kimselerin yanlış te’villerinden arındırıp asli
hüviyetine kavuşturacaklardır. Yine İmam Gazzali İhya’ul-Ulum adlı eserinin
Rub’ul-adat bölümünün sekizinci kitabında semaın mubah olup olmadığı konusu
hakkındaki alimlerin ihtilafı, başlığı altında şunları söylemiştir: Bütün bu kıyaslar
bu naslar, teğanninin ve raksın mubah olduğuna delalet etmektedir. Yine bunlar
tef çalmanın, kalkan ile oynamanın, dağarcık ile oynamanın, halkın bütün sevinç
günlerinde Habeşi ve zencilerin oynadığı raksa bakmanın da caiz olduğunu
göstermektedir. Özellikle bayram günlerinde, velime, akiha, sünnet
düğünlerinde, bir yakının gurbetten döndüğü zaman, şer’an sevinmesi caiz olan
her vesileyi kullanarak bu söylenen oyun ve teğannileri icra etmek caizdir.
Dostların buluştuğu yerde, yakın ve dostların kalabalık olduğu yemek
sofralarında –ki buralarda genellikle semadan boş olmazlar- fazla sevinç
göstermekte bir sakınca yoktur.
Gazzali (r.a) başka yerlerde şu görüşlere yer vermiştir: Bir oyun, oyun
olduğu için haram değildir. Nitekim Habeşlilerin oynadıkları oyun ve yaptıkları
raks da bir oyun ve bir eğlencedir, ama Hz. Peygamber (s.a.s.) onu kerih
görmeden seyretmiştir. Kaldı ki eğer oyun ve eğlence yalnız faydasız bir fiilden
ibaret olduğu kabul edilirse, bunun için Allah tarafından her hangi bir sorumluluk
da söz konusu olmaz. Örneğin bir günde yüz defa elini başına koymayı alışkanlık
haline getiren bir kimsenin bu hareketinde elbette bir fayda yoktur, bu abesle
iştigaldir, ancak buna haram demek de mümkün değildir.
Çünkü yüce Allah şöyle buyuruyor: “Allah sizin –yemin kastınız olmaksızınettiğiniz
yeminlerinizden dolayı sizi sorumlu tutmaz.”
Şimdi bir şey üzerine Allah’ın ismi kullanıldığı halde –bir kasde mukarin
olmadığı için- ona aykırı davranmak, en azından faydasız bir meşguliyet olmasına
rağmen, eğer sorumluluk getirmiyorsa, bir şiir bir raks için nasıl haramdır
denilebilir?
Yine Gazzali İhya adlı eserinin başka bir bölümünde şunları söylüyor: Oyun
ve eğlence mubahtır. Habeşlilerin ve zencilerin ortaya koydukları oyun ve
eğlenceden daha üsten oyun mu var? Halbuki bunun helal olduğu nas ile sabittir.
Kaldı ki ben diyorum ki; eğlenceler aslında kalpleri rahatlatır, fikir yorgunluğunu
giderir. Halbuki kalp rahatsız olduğu zaman kör olmaya başlar. Onu rahatlatmak,
onun yeniden ciddiyeti takınmasına yardımcı olmak demektir. Oyun, eğlence ise
kalbi rahatlatmakla onu ciddiyete yöneltir. Peygamberlerin kalpleri/nefisleri
dışında hiçbir nefis daima mutlak ciddiyet üzerinde devam demez. O halde oyun,
eğlence, kalbi yorgunluk ve gevşeklik hastalığından kurtaran bir ilaç
hükmündedir.
Bu açıdan bakılınca oyun/eğlencenin mubah olması gerekir. Şu kadar var ki,
ilacı fazla kullanmak doğru olmadığı gibi oyunlara fazla dalmak da uygun olmaz.
Buna gre, sırf kalbe yeniden dinamizm kazandırmak niyetiyle olursa, oyun da bir
nevi ibadet hükmüne geçer.
Yine İmam Gazzali bir yerde şöyle diyor: Bil ki sema işin başlangıcıdır.
Sema kalpte vecd denilen bir halet meydana getirir. Vecd ise, organları
harekete geçirir. Bu hareketler eğer belli ölçüler içerisinde seyr etmiyorsa buna
ıstırap adı verilir. Yok eğer, belli ölçüler içerisinde söz konusu oluyorsa bu gibi
hareketlere tasfik ve raks adı verilir. Bu tür hareketler, sevinç ve neşeye sebep
olur. Bütün mubah sevinçleri tahrik etmek caizdir. Eğer haram olsaydı, Hz. Aişe
(r.a), Hz. Peygamber (s.a.s.) ile birlikte raks eden Habeşlileri hiç seyreder
miydi? Bazı rivayetlere göre, Hz. Peygamber (s.a.s.) Hz. Aişe’ye (r.a)
“Habeşlilerin oyununu seyretmek istiyor musun” diye sormuştur. (Bu da ayrı bir
inceliği gösteriyor)
Sahabeden bir cemaatin sevinçlerinden dolayı raksettikleri de gelen
rivayetler arasındadır. Rivayet göre, Hz. Hamza’nın (r.a) kızının türbesinde, Hz.
Ali, Hz. Cafer, Hz. Zeyd b. Sabit tartıştılar. Hz. Peygamber (s.a.s.) Hz. Ali’ye
(r.a) hitaben “Sen bendensin ben de sendenim” buyurunca, Hz. Ali (r.a),
sevincinden raks etmeye başladı. Sonra Hz. Peygamber Hz. Cafer’e (r.a) hitaben
“Sen hem fiziki yönden hem de ahlaken bana benziyorsun” deyince Hz. Cafer
(r.a) de sevincinden raks etmeye başladı. Sonra da Zeyd’e (r.a) hitaben “Sen
bizim kardeşimiz ve mevlamızsın (azatlı kölemiz, dostumuz)” deyince o da
sevincinden raks etmeye başladı.
Bunun hükmü heyecanı tahrik eden sebebin durumuna göre farklılık arz
eder. Eğer sevincin kaynağı mubah ise onun sonucu olan raks da mubah olur. Eğer
sevincin kaynağı mubah değilse raks da mubah olmaz. Evet bu çeşit sevinç
yansımaları başkasına örnek durumunda olan yüksek mevki sahiplerine pek
yakışmaz. Çünkü bunlar çoğunlukla bir oyun ve eğlence tarzında olur. Örnek olan
kişilerin, kendilerini halkın gözünde küçük düşürecek, örnekliğine gölge
düşürecek hareketlerinden kaçınmaları gerekir. Elbiseyi yırtmak için iradesi
elinde olan kimseler için caiz değildir. Kendinden geçmiş olanlar bunun dışındadır.
Vecde gelmiş birinin kendinden geçerek –farkında olmadan- elbisesini
yırtabileceğini veya farkında olduğu halde, iradesine sahip olmadığından üstünü
başını yırtabileceğini unutmamak lazımdır. (Gazzali’nin sözü bitti. Fazla bilgi için
İhya’nın Rub’ul-adat bölümüne bakılabilir)
Şeyh Sihabeddin Ömer es-Sühreverdi (r.a) el-Avarif adlı eserinin 28.
bölümünde “Sema hakkındaki görüşler” başlığı altında şu görüşlere yer vermiştir:
Bazen olur ki, samimi bazı kimseler herhangi vecd eseri olmaksızın, sırf bazı
fukaranın ortaya koydukları hareketlere katılıp onları hoşnut etmek için, sahibi
için bir batıl hükmünde olur. Çünkü raks şeriata göre haram olmamakla beraber,
genel mubah olanlar içinde de yer almaz. Hareketli bir oyun olduğu için raksı ve
ölçülü hareketleri –gülünecek mizahi türden- birer mubah hükmünde olur. Kişinin
kendi çoluk-çocuğu ile şakalaşıp oynaması da buna dahildir. Hatta nefsin fazla
olan dinçliğini kırmak gibi halis bir niyetle yapılırsa, bu gibi hareketler ibadet
hükmünde bile düşünülebilir.
Nitekim, Ebu Derda’nın (r.a) “ben bazen nefsi batıl bir şeyle meşgul
ediyorum ki, hakka hizmetine yardımcı olsun” dediği rivayet edilmiştir. Demek ki,
raks, hal davası yerine böyle güzel bir niyetle yapılsa, ne lehinde ne de aleyhinde
olmaz. Hatta bazen kalbi rahatlatmak ve dolayısıyla ibadete yeni bir güç
kazanmak gibi güzel bir niyet olsa, özellikle Rabbinin sonsuz merhametini ve
şefkatini düşünüp onunla sevinmeye içinde taşısa raksı bir nev-i ibadet hükmüne
geçebilir. (Fazla bilgi için Avarif kitabına bakınız)
Yine Sühreverdi Avarif’in 25. bölümündeki sema konusunda şunları
söylüyor: Bize Ebu Zura Tahir, babası Ebu’l Fadl el-Makdisi’den, o da Ebu
Memşur Muhammed b. Abdülmelik el-Muzaffer’den, o da Ebu Ali el-Fadl b.
Mansur b. Nasır el-kağidi, es-Semerkandi’den, o da Said b. Amir’den, o da
Şube’den, o da Abdülaziz b. Suheyb’den, o da Hz. Enes’den şöyle rivayet
etmiştir. Hz. Enes (r.a) dedi ki: “Biz H.z. Peygamber (s.a.s.)in yanında idik. O
anda H.z. Cebrail (a.s.) indi ve şöyle dedi: “Ya Resulallah! ümmetinin fakirleri
zenginlerden beş yüzyıl önce -ki bu yarım gündür, cennete girecekler. Buna çok
sevinen Hz. Peygamber (s.a.s.) “içinizde bize bir şeyler okuyan yok mu? dedi.
Bedevilerden bir adam “Evet ya Resulallah! ben okurum” deyince, “oku” diye
buyurdu. Bedevî şöyle başladı: “Aşk yılanı ciğerimi ısırdı, yaram için ne bir
doktor ne de bir tedavi eden vardır. Tek çarem şu anda kendisine aşık olduğum
sevgilimdir, benim ilacım sadece onun yanındadır.” Bunun üzerine Hz. Peygamber
(s.a.) vecde geldi. Sahabeler de vecde geldiler. Öyle ki efendimizin ridası
omuzlarından yere düştü. Sonra vecd halleri sona eren herkes yerine geçti. Bu
arada Muaviye b. Ebi Süfyan: “ya Resulallah! bu eğlenceniz ne güzel oldu!” dedi.
Buna karşılık Hz. Peygamber (s.a.s.) “Sus, sevgilinin zikrini (anıldığını) işitip de
yerinden kımıldamayan, şerefli değildir” buyurdu. Sonra Hz. Peygamber (s.a.s.)
rida-i şerifini dört yüz parçaya ayırıp oradaki ashabına dağıttı. (Biz bu hadis-i
duyduğumuz gibi müsned olarak naklettik. Bununla beraber hadis alimleri bunun
sıhhati hakkında tereddüt etmişler. Biz bundan başka günümüzün sema ve
vecdine benzeyen herhangi bir şeyin Hz. Peygamber (s.a.s.)den nakledildiğini
göremedik. Suhreverdi’nin sözü bitti. Bunun tıpkısını Necmettin de Menazilü’s-
Sairin’de zikir etmiştir.)

Şeyh Muhyiddin-i Arabi Endülüsi, Futühat-ı Mekkiye’sindeki
vasiyetlerinde (yaptığı tavsiyelerde) şunları söylemiştir: “Ahmet b. Mesut b.
Şeddad el-Mukri el-Mevşıli altı yüz bir yılında bize haber verdi ki, sika bir kimse
idi o da Ebu Cafer el Kadi’den, o da Yusuf b.Ebi’l-Ganam ed-Diyarbekri’den , o da
Cemali’l-İslam Ebul-Hasan Ali b. El-kureyşi, el Hekkari’den, o da Ebul-Hasan el-
Kerki’den, o da Ebu’l-Abbas Ahmed b. Muhammed el-Fadl en-Nihavendi’den, o da
şeyhi Cafer b.Muhammed b.el-Huldi’den nakl etmiştir. Cafer dedi ki, Hicaz
yolunda Cüneyd-i Bağdadi (r.a) ile beraberdim. Derken Tur-i Sına dağına çıktık.
Cüneyd yukarıya doğru tırmandı biz de takip ettik. Nihayet Hz. Musa’nın
durduğu mevkide durunca yerin heybetinden üzerimize bir ürperti çöktü.
Yanımızda bir kavval vardı. Cüneyd ona bir şeyler söylemesi için işaret verdi.
Adam bir şiir okudu. “(Aşka dair bir şiir okudu, metni okunamadı, Osmanlıcasında
da yok.)
Bunun üzerine Cüneyd hazretleri vecde geldi, bizde coştuk. Öyle ki, artık
hiç birimiz gökte mi, yerde mi olduğunun farkında değildi. Bizim yakınımızda bir
deyr (kilise) vardı, içinde bir rahip bulunuyordu. “Ey Muhammed ümmeti! Allah
için bana cevap verin” diyerek seslendi. Fakat içinde bulunduğumuz o güzel
halet-i ruhiyeyi bozmamak için hiç kimse onun bu sesine iltifat etmedi. Rahip
ikinci kez: “Din-i mübin-i hanifin hakkı için bana cevap verin” diye yalvardı. Ancak
yine bizden hiç kimse oralı olmadı.Üçüncü kez rahip yine “tapmakta olduğunuz
mabudunuzun hakkı için bana cevap verin” diyerek seslendi ise de, bizden yine
hiç kimse onun bu çağrısına kulak asıp cevap vermedi. Nihayet sema’dan hasıl
olan vecd hali kalkıp da Cüneyd dağdan inmeğe hazırlanınca, kendisine rahibin
bize üç defa çağrıda bulunduğunu, bizim de kendisine cevap vermediğimizi
anlattık. Bunun üzerine Cüneyd, “haydin oraya gidelim, belki de Allah ona hidayet
nasip eder de Müslüman olur” dedi. Kendisini çağırdık, yanımıza gelip selam verdi
ve “içinizden hangisi üstattır?” dedi. Cüneyd “bunların hepsi birer üstattır”
deyince, Rahip, “doğrudur, ancak içinizden birisi mutlaka en büyük üstattır” dedi.
Arkadaşlar Cüneyd’i işaret ettiler. Bunun üzerine Rahip: “sizin biraz önce
yaptıklarınız ne idi; bu durum herkes için olabilen bir şey mi, yoksa dininize
mahsup bir durum muydu?”diyerek sordu. Cüneyd: “ Allah’a ümit bağlayarak ve
ona karşı besledikleri sevinç (sevgi)i niyet ederek semaya kalkıyorlar” dedi.
Rahip: “Hangi niyetle kalkıp bu hareketi icra ediyorlar” diye sordu. Cüneyd: “Bu
belli topluluklara mahsus bir şeydir” dedi. Rahip: “Hangi niyetle kalkıp bu
hareketi icra ediyorlar” diye sordu. Cüneyd: “Allah’a ümit bağlayarak ve ona
karşı besledikleri sevinç (sevgi)i niyet ederek semaya kalkıyorlar” dedi. Rahip:
“Hangi niyetle dinlerler/semaa kalkarlar” deyince, Cüneyd: “Allah’dan dinlemeyi
niyet ederler” dedi. Rahip: “Hangi niyetle bağırıp çağırıyorlar?” diye sorduğunda,
Cüneyd: “Ubudiyetin Rububiyetin emirlerine icabet etmek niyetiyle” dedi ve
şöyle devam etti: “Yüce Allah buyuruyor ki: “Allah ruhlara ben sizin Rabbiniz
değil miyim? diye sorunca, ruhlar da:
Evet Ya Rabbi biz de buna şahitlik ederiz” dediler.”
Rahip: “Bu sesler nedir?”deyince
Cüneyd: “Rabbime olan çağrımdır” dedi.
Rahip: “Bunların oturuşları hangi niyete göredir?”
Cüneyd: Allah korkusu niyetiyle ....” dedi.
Rahip: “Çok doğru söyledin” dedi ve devam etti; “uzat elini , “Ben şehadet
ederim ki, Allah’tan başka ilah yoktur, o birdir, onun hiçbir ortağı yoktur. Yine
şehadet ederim ki, Muhammed (s.a.s.) Allah’ın kulu ve resulüdür” diyerek
Müslüman oldu.
Cüneyd: “Sen benim doğru söylediğimi nereden bildin?”deyince,
Rahip: “Ben Meryem oğlu Mesih İsa’ya indirilen İncil’de şunları okudum:
“Muhammed ümmetinin has kulları bir hırka giymekle kanaat ederler, ekmeğin
kırıntılarını yemekle yetinirler ve kendilerine yetecek şeylerle razı olurlar. En
arı-duru oldukları vakitlerde semaa kalkar,Yüce Allah’ın varlığı ile sevinirler, ona
karşı müştak ve arzuludurlar. Allah için vecde gelirler ve daima ona karşı rağbet
içindedirler.” Rahip bizimle beraber Müslüman olarak üç gün daha yaşadı ve
vefat etti. Allah rahmet eylesin!”
Şeyh Ata “Tezkıratü’l-evliya” adlı eserinde Farsça olarak yukarıdaki
kıssayı yazmıştır. (Kıssa Farsça olarak aynen yazılmış olduğundan tekrara gerek
yoktur.)
Son olarak deriz ki: Nakledilen bu bilgilerden anlaşılmıştır ki, İmam Şafi’î,
İmam Gazzali ve esrar ilmini, zahir ve batın ilimlerini kendilerinde barındıran,
ehl-i tahkik olan büyük meşayihin hepsine göre, raks mubahtır. Hatta bu
muhakkiklere göre, raks yerine göre, bazı vakitlerde halis niyete bağlı olarak bir
nevi ibadet hükmünü bile alabilir. Mubah olan da budur.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, vecde bağlı hareketler H.z.Peygamber
(s.a.s.)den de sadır olmuştur. Hatta İncil’de de biraz önce değindiğimiz gibi söz
konusu edilmiştir.
Şimdi dediklerimizin doğru olduğuna kanaat ettiysen, elbette inatla bunu
inkar eden gafillerden olmayacaksın. Ve bileceksin ki, raksın caiz olduğunu
söyleyenleri tekfir etmek, ona helal nazarıyla bakan müçtehidlerin de tekfirini
gerektirir. Halbuki onlardan bazılarına göre raks, sadece mubah değil, aynı
zamanda övgüye değer bir hal ve övülmeye layık bir fiildir. İster ihtiyaç ile olsun
ister olmasın.
Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) den, onun sahabelerinden, büyük
meşayihten ve büyük tabiinden bu tür hareketlerin vukuu söz konusudur.
Hasetçilerin hasedinden ve Hz. Peygamber (s.a.s.)in aşağıda arz edilecek
hadisinin hedefi olan , kibirli alimlerin fetvalarından Allah’a sığınırız!
Evet Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyuruyor: “şüphesiz ki yüce Allah,
kullardan çekip almakla ilmi yok etmez. Fakat alimleri vefat ettirip, ortadan
kaldırmakla, ilmi de ortadan kaldırır. Öyle ki bütün alimler yok olup hiçbir alim
kalmayınca, insanlar –ister istemez- bir kısım cahilleri kendilerine reis seçerler.
Onlar sorulara muhatap olacaklar, saparlar ve halkı da saptırırlar.” Allah’ın
sevgilisi elbette doğru söylemiştir. Zira bu durum aynen vukuu bulmuştur.
Şunu da söylemeliyim ki, muhalefetinden dolayı tekfiri gerektiren icma,
sahabeler arasında vukuu bulan ve mevcudiyeti tevatür ile kesin olarak sabit olan
icmadır. Halbuki böyle bir icmaın hiçbir zaman vukuu bulmadığı kesin olarak
bilinmektedir. Nitekim söz konusu ettiğimiz kitaplardan da bunu anlamak
mümkündür. Dolayısıyla konu ile ilgili icmaın vukuu bulduğunu iddia etmek büyük
bir iftiradır.
Gerçek şu ki, tevatür yoluyla –kesin olarak- tespit edilemeyen bir sahabe
icmaı, aykırı davrananların tekfir sebebi olamaz. Meşhur veya ahad yolla gelen
icma haberleri, -usul ilminde belirtildiği üzere- muhalefeti tekfire mucip
değildir.
Nitekim usul kitaplarında şu görüşlere yer verilmiştir: İcmaın mertebeleri
vardır. Sahabe icmaı, onlardan sonra gelenlerin –sahabeye aykırı bir rivayetin
söz konusu olmadığı- konularda yaptıkları icma, bir de sahabeden aykırı
rivayetlerin söz konusu olduğu konularda yapılan icma. Bu sonuncusu ‘ihtilaflı
icma’ adını alır. Bunlardan birincisi ayet ve mütevatir haber hükmünde olup, inkar
eden kafir olur. İkincisi, haber-i meşhur hükmündedir ki, inkar eden delalete
düşer. Üçüncüsü, ihtilaflı olduğundan inkar eden tadlil edilmez. (Sapıklığa düştü
denilmez)
Sonra şunu da bil ki, eğer her asırda icma ile nakl edilen ve bu yolla bize
kadar gelen sahabe icmaı mütevatir hadisin nakli gibidir ki inkar eden tekfir
edilir. Yok eğer bu icma haberi bize şöhret (meşhur rivayat) veya ahad yoluyla
gelmişse –sika bir kimsenin: sahabeler şu konuda icma etmişler demesi gibi- bu
da meşhur veya ahad yolla gelen sünnetin durumu gibidir. İlim değil (kesin olarak
ona inanmak) fakat onunla amel etmek gerekir. İnkar eden tekfir edilmez. Fakat
bu kıyasa tercih edilir.

Bir nüshada: “er-Risaletü’t-Tahkikiye fi tariki’s-Sufiyye” adlı eser tamamlandı.
Şeyh Musa (ks)nın vakfıdır.

Asıl nüshada: Koca Mustafa paşa şeyhi olarak meşhur olmuş Hacı Sümbül
Sinan Yusuf efendiye ait bu şerefli, yararlı risale tamamlandı.
Allah’ın rahmeti onun üzerine olsun, Allah sırrını takdis etsin ve
şefaatinden faydalandırsın!

Ali Toker
Fulya
30 Eylül 2001


---------------------------------------------
1 Meşariku’l-Envâr, Sağanî’nindir.

2 Mesabih Şarihi der ki, “Zikir ses yükseltilerek olur, eğer riyadan
sakınılabilirse, bu cehrî zikirdir. Buharî’nin rivayetine göre, Hz. Peygamber
(s.a.s) şöyle buyurur: “Allah’ı bir topluluk (kavim) ile beraber zikredin. Bazı
insanların güneşin batması ile birlikte seslerini yükselterek Allah’ı (c.c)
zikrettikleri ve sonra seslerini kıstıkları söylendiğinde, Resulallah (s.a.v) onlara
Ömer bin Hattab’ı (r.a) gönderir ki, seslerini yükseltsinler”

3 Muhyiddin Ebu Abdillah Muhammed bin Süleyman El-Kafiyeci (Vefat
879/1474) Kitabat’ul-Teysir fi Kavaidi i’lmit-Tefsir

www.semazen.net


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 4 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 1 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye