Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 1 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: Halvetiyye'de Seyr ü Sülûk / Doç. Dr. Ramazan MUSLU
MesajGönderilme zamanı: 12.02.10, 15:07 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 05.01.10, 21:01
Mesajlar: 488
HALVETİYYE’DE “ATVÂR-I SEB‘A” YAZMA GELENEĞİ VE
SOFYALI BÂLÎ’NİN ATVÂR-I SEB‘A RİSALESİ *

Doç. Dr.Ramazan MUSLU,
e-mail: rmuslu@sakarya.edu.tr
Sakarya Ü. İlahiyat Fak. Tasavvuf Anabilim Dalı,


TASAVVUF: İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, yıl: 8 [2007], sayı: 18, ss. 43-63.



Özet
Halvetiyye Tarikatı, nefis terbiyesini esas alan tarikatlardan birisidir. Bu tarikata mensup şeyhler,
sâlikin manevî yolculukta nefis mertebeleri ile ilgili ihtiyaç duyduğu hususları açıklamak üzere
Atvâr-ı Seb‘a adıyla onlarca eser kaleme almışlardır. O şeyhlerden biri de Kâsım Çelebi’nin (ö.1518)
halifesi Sofyalı Bâlî Efendi (ö.1553)’dir. Kanûnî Sultan Süleyman’ın (ö.1566) takdir ve iltifatını kazanmış
bir mutasavvıf olan Bâlî Efendi, Kurd Mehmed Efendi (ö.1587) ve Nûreddinzâde Mustafa
Muslihuddin Efendi (ö.1574) gibi önemli halifeler yetiştirmiştir. Tasavvufî düşüncede İbnü’l-Arabî’nin
(ö.1239) takipçisi olan Bâlî Efendi, Fusûsu’l-hikem’i şerh etmenin yanı sıra Atvâr-ı Seb‘a gibi tasavvufî
bazı eserler kaleme almıştır. Bu makalede onun Atvâr-ı Seb‘a adlı eserinde nefis mertebeleriyle
ilgili ele aldığı konular ortaya konulmaya çalışılmıştır.

Anahtar kelimeler: Halvetiyye, sâlik, seyru sülûk, nefis, atvâr-ı seb‘a, zikir, tezkiye, tasfiye, hilâfet,
kerâmet

Giriş

Tasavvuf, bir ilim olduğu kadar aynı zamanda bir hâl ve eğitim işidir. Bu sebeple
gerek ferdî gerekse toplumsal hayatta derin izler bırakan önemli müesseseler
kurmuştur. Bunlardan biri de, hedefi insan rûhunu terbiye etmek ve insanı
dış dünyanın tesirlerinden kurtarıp iç âlemine yönlendirerek içindeki mutlak
hakikate ulaştırmak olan tarikatlardır. Zira o, Cenâb-ı Hakk’ın cemâl ve celâl sıfatlarının
birlikte tecellî ettiği zübde-i âlem bir varlıktır. Bilindiği gibi cemâl sıfatının
tecellîsi ruh, celâl sıfatınınki ise nefistir. Nefis ve ruh, insan vücûdunda
hüküm sürmek isteyen iki ayrı sultan gibidir. Tarikatların gayesi, nefsi kötü
sıfatlarından temizleyerek rûhu insan vücûdunda hâkim kılmaktır. Bu gayenin
gerçekleşmesi için bir takım usûl ve esaslar geliştirmişlerdir.

Buna göre tarikatlar, -kesin çizgilerle olmasa da- rûhânî ve nefsânî olmak üzere iki kısımda değerlendirilebilir.

Rûhânî tarikatlarda tasavvuf yoluna giren kimse (sâlik), ruh üzerinde bulunan kesâfetin kalkması için kalb tasfiyesi ile meşgul olur ve kalb, rûh, sır, hafî ve ahfâ gibi mertebeleri (letâif-i hamse) geçerek seyr u sülûkünü tamamlar.

Halvetiye gibi nefis terbiyesini sülûke esas alan tarikatlarda (nefsânî tarikatlar) seyru sülûk, yedir tavır (atvâr-ı seb‘a)1 adı verilen nefsin yedi2 mertebesi (emmâre, levvâme, mülhime, mutmainne, râziye, marziye, kâmile) için belirlenen yedi ilâhî isim (kelime-i tevhid, Allah, hû, hak, hay, kayyûm, kahhâr) zikredilerek yapılır.


Ayrıca bu tür tarikatlarda özellikle nefsin aldatıcı ve geçici arzularını kırmak için genellikle az yemek, az uyumak, az konuşmak ve halvet (çile) gibi mücâhede esasları benimsenmiştir. 3

Bütün tarikatlarda manevî terbiyede en önemli unsur mürşiddir. Mürşit,
yukarıda ifade edilen manevî mertebeleri geçmesinde sâlike rehberlik eden
kişidir. Tasavvuf tarihi içerisinde bu görevi üstlenmiş çeşitli tarikatlara mensup
sayısız mürşid-i kâmil vardır. Onlar terbiyeleri altındaki sâliklere fiilen yol gösterip
rehberlik ettikleri gibi, bazen mânevî terbiyelerine esas teşkil eden hususları
yazılı olarak sonraki nesillere de bırakmışlardır. Başta Süleymaniye olmak
üzere bugün kütüphanelerimizde nefis mertebeleri (atvâr-ı seb‘a) ile ilgili kaleme
alınmış onlarca eser mevcuttur. Bu zenginlik, aynı zamanda mutasavvıfların
bireyin nefsini terbiye etmesine ve onu tanımasına verdikleri önemin bir
göstergesi olarak da kabul edilebilir. “Atvâr-ı seb‘a” yazma geleneğini sürdüren
Halvetî mutasavvıflara Seyyid Yahyâ Şirvânî (ö.862/1457),4 Mevlânâ Pîr Muhammed el-Erzincânî (ö.879/1474),5 Yiğitbaşı Ahmed Şemseddin Marmaravî (ö.910/1504),6 Cemâleddin İshâk Karamânî (ö.923/1517), 7 Seyyid İbrahim Efendi
(ö.935/1528),8 Yûsuf b. Ya‘kûb (Sünbül Sinan) (ö.936/1529),9 Sofyalı Bâlî Efendi
(ö.960/1553), Şah Veli b. Muhammed b. Kaya el-Aksarâyî (ö.1000/1591),10
Seyfullah Kâsım b. Nizâmeddin (ö.1010/1601),11 Lâ Mekânî Hüseyin Efendi
(ö.1034/1624),12 Niyâzî-i Mısrî (ö.1105/1693),13 La‘lî Muhammed Fenâyî-i
Gülşenî (ö.1112/1700),14 Ahmed Müsellim Efendi (ö.1166/1752),15 Abdullah
Salâhî-i Uşşâkî (ö.1196/1781)16 ve Mehmed Şâkir el-Halvetî (ö.1269/1852)17 örnek
olarak zikredilebilir. Ayrıca kütüphanelerde müellifi bilinmeyen Atvâr-ı Seb‘a
örnekleri olduğu18 gibi, İlyas b. İsa Saruhânî (ö.967/1559)19 ve İbrahim Hakkı
Erzurûmî (ö.1186/1772)20 gibi farklı tarikatlara mensup mutasavvıfların eserlerine
de rastlanmaktadır.21

İşte biz bu makalemizde, 16. yüzyıl Osmanlı mutasavvıflarından Halvetî
şeyhi Sofyalı Bâlî Efendi’nin Atvâr-ı Seb‘a adlı eserini örnek olarak ele alıp, onun
nefis mertebelerine dair görüşlerini ortaya koymaya çalışacağız.

Fakat önce müellifimizi kısaca tanıtmak istiyoruz.

Sofyalı Bâlî Efendi, bugünkü Arnavutluk sınırları içinde kalan Usturumca’da doğdu.
Tahsilini Sofya ve İstanbul’da tamamladıktan sonra Halvetî şeyhlerinden Kâsım Çelebi’ye (ö.924/1518) intisap etti.
Kânûnî Sultan Süleyman’ın takdir ve iltifatını kazanan Bâlî Efendi, onun bazı seferlerine katılarak
orduya mânevî destek verdi. 960 (1553)’da Sofya yakınlarında Sâlihiye’de
vefat etti ve orada defnedildi.22 Kurd Mehmed Efendi23 (ö.996/1587) ve Vahdet-i
Vücûd adlı eserin müellifi Nûreddinzâde Mustafa Muslihuddin Efendi24
(ö.981/1574) gibi şahsiyetler yetiştirdi.

Bâlî Efendi’nin tasavvufa dair Şerhu Füsûsi’l-hikem,25 Şerhu hadîs-i küntü kenzen,26 Mecmûatü’n-nesâyih,27
Risâletü’t-tasavvuf,28 Vâridât 29 ve Atvâr-ı Seb‘a 30 gibi eserleri vardır.31


Sofyalı Bâlî Efendi,makâlemize de konu olan bu son eserini sâlikin manevî yolculukta ihtiyaç duyduğu hususları açıklamak üzere kaleme almıştır. La‘lî Muhammed Fenâî gibi kendisinden sonra “atvâr-ı seb‘a” ile ilgili eser yazan mutasavvıflara kaynaklık ettiği bilinmektedir.32

Bâlî Efendi’nin Atvâr-ı Seb‘a adlı eserinde kaydettiğine göre insanoğlu,
cüz’iyyât itibariyle sınırsız hallerden (atvâr) mürekkep iken, külliyât itibariyle
yedi hal üzeredir. Sâlik her tavırda “fenâ”33 haline ererek bir üst mertebeye
geçmedikçe maksûda ulaşamaz.34

Resim


Şimdi müellifin nefsin yedi mertebesi ile ilgili görüş ve açıklamalarını ortaya koymaya çalışalım:

1. Nefs-i Emmâre
Sofyalı Bâlî Efendi’nin kaydettiğine göre, nefsin emmâre mertebesinde üzeri
yoğun ve kalın perdelerle örtülüdür. Nefis, bu mertebede insanı daima kötülük
yapmaya sürükler ve zorlar. Bu mertebede nefsin makamı “sadır”dır.35 Sadır,
kötü ahlâkın ve çirkin fiillerin kaynağıdır. Bu nedenle, sadrının inşirâh bulmasını
isteyen bir mümin, karanlık (zulmânî) sıfatlardan ve çirkin işlerden onu
temizlemelidir (tezkiye). Zira “sadır” aynı zamanda “iman” mahallidir ve bu
sebeple onun “nûrânî” olması gerekir. Müellife göre, sadrın inşirah bulması ve
tezkiye olması ise kişinin kâmil bir mürşide teslim olmasıyla mümkündür.
Çünkü nefsin bu mertebede temelinde şehvet ve gazabın yer aldığı kin, hased,
kibir, riyâ, uzun emel, hırs, tamâ, dünya sevgisi (hubb-i riyâset), cehâlet ve cimrilik
gibi bazı kötü sıfatları vardır. Bu sıfatlar sayısal olarak her ne kadar on tane
ise de şubeleri on binleri bulur. Dolayısıyla emmâre mertebesinde sâlikin
önünde aşması gereken on bin perde (hicap) vardır. Sâlik, kötü sıfatları kökünden
yok edecek uygulamaları (vasıtaları) bir mürşidin rehberliğinde yerine getirdiği
takdirde bunları aşabilir. Müellif bu durumu, ekin içinde büyüyen yabancı
otlara benzetir. Nasıl ki bu otların sadece başları kopartılarak ekin onlardan
kurtulamazsa ve köklerinden sökülüp atılmaları gerekiyorsa, kötü huy ve
ahlâkın da temeline inilerek kaynağını kurutmak gerekir.36
Sâlik bu mertebede mürşid-i kâmilin telkiniyle “Lâ ilâhe illallah” kelimesini
zikreder.37 Manevî mertebeleri aşmak tâlibin bu makamdaki seyri, “Allah’a
yolculuk” anlamına gelen “seyr ilallah” ile ifade edilir.38
Bâlî Efendi, nefs-i emmâre ile bu kötü sıfatlar arasındaki ilişkiyi ifade etmek
için, nefs-i emmâreyi “sultan”a, geçim fikrini (akl-ı meâş) “vezir”e, kötü
sıfatları da “beylerbeyi”ne (Haramîlere) benzetir. Bu mertebede, Kureyş kavminin,
Dâru’n-Nedve’de toplanıp Muhammed’e (s) tuzak kurmak istedikleri
gibi, nefs-i emmâre güçleri de “sadır”da toplanıp rûha tuzak kurmaya çalışırlar.
Buna göre Kureyş kavmi “nefs-i emmâre güçleri”ni, Dâru’n-Nedve “sadr”ı,
Muhammed (s) “rûh”u, Ebûbekir (ra) “rûhânî güçleri” sembolize eder. Müellife
göre bu tuzaktan kurtulmanın yolu, sâlikin sıdk ile Hakk’a yönelmesidir. Bu
sayede onların kurmak istedikleri tuzak, Allah’ın yardımıyla etkisiz hale gelecektir.
39 Bâlî Efendi’nin kaydettiğine göre bu makam, talep makamı olup, günlerden
Cumartesi’ye (Şenbih) ve gök cisimlerinden Ay’a mensuptur. Zira Ay’daki
pek çok özellik bu makamda da vardır. Talep ehlinden her kim ona doğru yönelirse,
parlaklığından (nûraniyet) bir hisse alır ve kötü sıfatlarını yok eder. Bu
nedenle sadır makamına “tavr-ı kamerî” de denilmiştir. Yine bu makam, peygamberlerden
Hz. Âdem’e (s) nispet edilir. Hz. Âdem’in (s) “ebü’l-evlâd” olması
gibi, sadır makamı da diğer makam ve tavırların başlangıcı ve kaynağıdır.
Bu yüzden “tavr-ı Âdemî” olarak da adlandırılmıştır.40
Sâlik bu mertebede uyku ile uyanıklık arasında rüyaya benzer bazı haller
(vâkıât) görür. Bunlardan bir kısmı hayvanlarla ilgilidir. Müellif vâkıada görülen
bu hayvanların sıfatları ile nefsin sıfatları arasındaki benzerliğe dikkat çeker.
Buna göre vâkıada görülen hayvanların sembolik anlamları şu şekildedir:
Aslan ve kaplan zulüm ve kibre; su aygırı ve kara sığır çok yemeye ve çok içmeye;
katır yalana; domuz dünyayı sevmeye; eşek cinsel isteklere; koyun mideye
düşkün olmaya (şehvet-i batniye); köpek ve ayı öfkeye; deve kine; çekirge,
keçi ve eşek arısı şeytânî düşüncelere; maymun gıybete; keseğen cimriliğe; kedi
nifaka; karınca hırsa; yılan, çıyan, akrep ve keler düşmanlığa ve soğukluğa;
yarasa inat edip hakkı görmemeye; tilki hile yapmaya ve süslü yalan söylemeye;
serçe vb. kuşlar bedbahtlık ve eşkıyalığa; tavşan ise gaflete işaret eder.41
Nefs-i emmâre mertebesinde görülen bu hayvanlar, diğer nefis mertebelerinde
de görülebilir; ancak güzel sıfatlarla yorumlanır. Zira onların pek çok sıfatı
vardır ve makam neyi gerektiriyorsa vâkıa o şekilde tabir edilir. Bâlî Efendi,
sâlikin emmâre mertebesinde de iyi hal sahibi olabileceğini ve güzel vâkıalar
görebileceğini ifade ettikten sonra, mürşidin bu hususta çok dikkatli ve son
derece basiretli olması gerektiğini ve sâlikin henüz hakikatine ulaşmadığı bir
hâline itibar edip bir üst makama geçirmemesi gerektiğini hatırlatır ve pek çok
sülûk erbabının, bu hallerin sahtesini gerçeğinden ayırt edemediği için yolda
kaldığını ifade eder. Sâlikin hak etmediği makamlara çıkıp tekrar nefs-i
emmâre mertebesine dönmesi, önceden yaptığı mücâhedelerin boşa gittiği ve
yeniden yapması gerektiği anlamına gelir. Şu halde, şeyhin ve sâlikin gerçek
tezkiye ve tasfiye alâmetleri ortaya çıkıncaya kadar sabır ve teennî ile hareket
etmesi gerekir. Zira sâlikin güzel ahlâk sahibi olmadan “kalp” makamına yükselmesi,
bir anlam ifade etmez. Çünkü mücerret olarak tezkiye yapmak, güzel
ahlâk sahibi olmak anlamına gelmez.42
Diğer bir ifadeyle salâhın sebepleri geçici bir durum (emr-i ârız) ise, sâlik
bir üst mertebeye geçmemelidir. Çünkü sebeplerin zâtî çirkinliği bâkîdir ve yeri
geldiğinde sâlikin fiil ya da sözlerinde zuhûr eder. Salâh sebepleri zâtî ise bir
üst tavra geçiş hak edilmiş olur. Zira bulunduğu mertebeden daha aşağı mertebelere
tenezzül etmeyeceği ümit edilir. Nefsânî sıfatları kökünden tamamen
kazıyıp yok edenler için alt mertebelere inmek (tenezzül)43 çok uzak bir ihtimal
olmakla birlikte, vaki olsa bile bu ilâhî bir hikmet gereği olur ve karşılığında
daha önce sahip olduğu yükseliş (urûc) ve yakınlıktan (takarrub) daha fazlasını
elde etmesi gibi büyük mükâfatlar vardır. Ancak sâlik, nefsânî sıfatları tam
olarak yok etmediği halde makamları geçmeye çalışırsa tenezzül edebilir. Bu
durumda tenezzülün sebebi nefs-i emmâre bakiyesi olduğu için bir hikmet
aranmamalıdır.44
Bâlî Efendi’nin kaydettiğine göre sadır ile kalp makamı arasında bir tarafı
nefse (sadra) diğer tarafı kalbe bakan bir ara mertebe (tavr-ı berzahî) vardır. Sâlik,
nefsi tezkiye ve kalbi tasfiye oluncaya kadar bu ara mertebede kalır. Buna
“tavr-ı berzahî” adı verilir.45 Meselâ, sâlik güzel sıfatların bir kısmına sahip
olur, diğer bir kısmını elde edemezse bu durumda “sadır” makamı ile “kalp”
makamı arasında bir yerde kalır. Sâlikin vâkıasında bir şeyi iki surette ya da
bazısı güzel yemeklerle dolu, bazısı da boş kalaylı güzel kaplar görmesi, onun
söz konusu ara mertebede bulunduğunu gösterir.46 Nefsin bu mertebede -
hükmü geçerli olsun ya da olmasın- “bilfiil kötülüğü emretmesi” (emmâre bi’ssû’)
ve “kötülüğü emretmesinin şânından olması” gibi iki türlü hâli olduğunu
ifade eden Bâlî Efendi, birinci hâle göre nefsin tezkiye edilmesi ve ikinci halin
ise kötü bir sıfat olarak değerlendirilmemesi gerektiğini söyleyerek bir “hikmet”
(rabbânî bir sır) gereği bu şekilde yaratıldığına dikkat çeker. 47
Sâlik Cenâb-ı Hakk’ın yardımıyla kelime-i tevhidin özelliklerini, nûrunu
ve şerefini tanıyınca nefsi emmâre dâiresinden halâs olup nefs-i levvâmeye
dâhil olur.48

2. Nefs-i Levvâme
Nefsin bu mertebede makamı “kalp”tir.49 Kalbin iki yüzü (vech) vardır. Biri
insanın sol tarafındaki yürekle ilgilidir ve bu nedenle “sadr” denilmiştir. Çoğunlukla
şeytânî havâtır bu yönden gelir. Burada binlerce (on bin) zulmânî
perde (hicâb) vardır. Kalp makamına ulaşmak için bunları yok (ifnâ) etmek gerekir.
Diğer yüzü ise Hakk’a dönüktür. Bu sebeple ona “kalb” denilmiştir. İlâhî
feyiz bu taraftan gelir. Burada da binlerce (on bin) nûrânî perde mevcuttur.
Ruh makamına ulaşmak için bunların da aşılması gerekir. Bu durum, diğer
tavır ve mertebeler için de geçerlidir. Müellif, sâlikin nefs-i levvâme mertebesinde
karşılaşacağı perdeleri “ilâhî” ve “insânî” olmak üzere iki türlü olduğunu
söyler ve bunları şu şekilde açıkar: (1) İlâhî perdeler: İnsanın yaratılışının nasıllığı
(keyfiyyet-i te’lîf) ile ilgilidir. Zira Cenâb-ı Hak, insan rûhunu ulvî âlemlerin
kemâlâtıyla mükemmel kılarken; insan bedeninde süflî âlemlerin özelliklerini
toplamıştır.50 Böylece Hak Teâlâ, bu iki âlemin özelliklerini bir araya getirerek
kendi kemâlâtını ayrıntılı bir şekilde müşâhede etmiştir. Bu nedenle insan, eşyaya
nispetle “ta‘rîf-i hakîkî”; Hakk’a nisbetle de “ta‘rîf-i resmî”dir. Çünkü
insan, Hak Teâlâ’yı künhüyle idrak edemezken eşyayı idrak edebilme kabiliyetinde
yaratılmıştır. Allah Teâlâ, insanı bu şekilde vücûda getirip kudretiyle
sâlikin istidât ve meşrebine göre her bir tavır için kimi ulvî kimi süflî binlerce
(yetmiş bin) ilâhî perde kılmış ve bunların ortadan kalkması için de kudretiyle
sebepler vermiştir. (2) İnsânî perdeler: Ruh bedene girince zâhirî özelliklere tabi
olmuştur. Bu şekilde yaratılıştan perdelendiği için Hak’tan uzak kalmış ve
makâmât itibariyle ilâhî perdelerin yanı sıra binlerce (yetmiş bin) perde de
kendisi kılmıştır. Böylece ilâhî ve insanî perdelerin toplamı yüz binlere (yüz
kırk bin) ulaşır. Hak Teâlâ, bunlardan bir kısmının ortadan kalkabilmesi için
peygamber ve veliler vasıtasıyla gerekli sebepleri bildirmiş ve bu perdeleri kaldırıp
kaldırmamakta insanı serbest bırakmıştır. Sâlik, sebeplere yapışarak kendi
perdesini kaldırdığı zaman, Allah Teâlâ da sâlikin kabiliyetine göre kendi kıldığı
perdeyi kaldırır. Belki bu her sâlik için mümkün olmayabilir ama sülûk
eden tâlipler istidatlarına göre mahrum da bırakılmazlar. Sâlik her makamda
istîdât itibariyle “Siz beni zikredin ki Ben de sizi zikredeyim”51 hitâbına muhâtap
olur. Bâlî Efendi bu âyeti şu şekilde yorumlar: “Siz perdelerinizi kaldırmak
için çaba sarf edin ki Ben de kıldığım perdeyi kaldırayım”. 52
Müellife göre bu makamda karşılaşılan perdeler genellikle amelle ilgilidir.
Çünkü sâlik levvâme mertebesinde (kalp makamında) zühd, takvâ ve sâlih amellere
çok önem verir. Bu ülfet, aynı zamanda amellerin rûhâniyetini de perdeler.
Zira sâlik bu makamda muhabbet vâdisindedir ve matlûbun müşâhedesi için
esbâba tevessül etmeye oldukça isteklidir. Bu nedenle kalpte “hevâ ağacı”nın
yerine “mübârek bir ağaç” diker ve onu sâlih amellerle süsleyip, her dalından
çeşit çeşit meyveler elde etmekle meşgul olur. Müellif bu meyvelere örnek olarak
şunları kaydeder: Gözün meyvesi ağlama ve ibret alma; dilin meyvesi ilim ve
hikmet; kalbin meyvesi şevk ve muhabbet; nefsin meyvesi dünyayı gönülden çıkarma,
zühd ve takvâ; gönlün (bâtın-ı kalb) meyvesi vefâ ve emânet; âhiretten yana
meyvesi Cennet ve Naîm; Hâlık’tan yana ise şuhûd’dur. Sâlik, son derece şevk
duyarak bunlarla meşgul olur ve bu sayede mânâda kendini bir yönden yok
(ifnâ) edip diğer yönden bâkî kılar. Zira nehiylerle ilgili fiilleri yok etmiş, emirlerle
ilgili fiilleri ise bâkî kılmıştır. Bu açıklamalardan amelin bir gaye olduğu
anlaşılmamalıdır, çünkü asıl maksat “marifet”tir ve amel ancak onun bir sebebidir.
Yine unutmamak gerekir ki ma’rifet hâsıl oldu diye amel asla sâkıt olmaz;
ölünceye kadar devam eder. Zira ma’rifetin sonu yoktur. O halde, sâlih
amellere ve güzel sıfatlara iltifat etmeyi terk edip rûhâniyet tarafına nazar kılarak
amel kaydını ifnâ etmek gerekir. Sâlik ilâhî kemâlâtı müşâhede edip rabbânî
ma’rifetleri elde edene kadar bu şekilde devam eder.53
Bu mertebede nefsin sıfatları “yerme”, “heves”, “mekir”, “ucub”, “işret”,
“temenni” ve “kahır”dır. Bu mertebede sâlikin seyri, Allah için yolculuk anlamına
gelen “seyr lillah”tır. Sâlik nefs-i levvâmede “Allah, Allah, Allah” diyerek
ism-i Zâtı zikreder ve bu ismin hürmetine nefsini yermeye muvaffak olur.54
Bâlî Efendi’ye göre nefs-i levvâme iki kısımdır: (1) Sâlikin tuzak ve hile ile
Hak’tan yüz çevirip yasaklanan işleri yapması. (2) Sâlikin tuzak ve hile olmaksızın
açıkça Hak’tan yüz çevirip yasaklanan şeyleri işlemesi. Müellif, bazı avam
ve câhil sûfîlerin, “Biz ehl-i tevhiddeniz; kesret-i dünya bize zarar vermez. Zira menhî
olan muhabbet-i dünyadır; nefs-i dünya değildir. Ve biz bu kesrette vahdeti müşâhede
kılarız. Beylere ve kadılara varmak, onlarla musâhib olup münâsebet etmek ve onların
sadakâtın alıp nimetlerini yemek bize mâni değildir. Zira biz onları Hakk’a davet için
varırız” diyerek, şeytan ve nefs-i emmârelerinin Hak sûretinde büyük bir tuzağına
düşmüş olduklarını kaydeder.55
Müellife göre bu makamın diğer özellikleri ise şunlardır: Bu mertebe günlerden
Pazar gününe mensuptur. Zira Hak Teâlâ yerleri ve gökleri bu günde
yaratmıştır. Sâlik için mânevî gökler ve yerler de bu makamda zâhir olur. Yine
bu makam, gök cisimlerinden Utarid’e nispet edilir. Onun özelliği ilim ve hünerdir.
Kalp de ilim ve sıdk makamıdır. Sâlik bu makamda Utarid’in özellikleriyle
sıfatlanır. Utarid’den maksat “muhabbet yıldızı”dır. Bu makam, peygamberlerden
Hz. Nûh’a (s) mensuptur. Bu makamda Nûh’dan murad “ruh”tur ki
nefsânî güçleri davet eder. Deryâdan maksat ise “Celâl sıfatı”dır. O da nefsânî
güçlere tabi olmayanı yok eder. Gemiden murad ise “insan vücûdu”dur. Ruh
kendisine bağlı güçlerle onda halâs bulup Hakk’a yönelir.56
Sâlik bu makamda bazı fiillerini ilâhî fiillerde ifnâ eder ve böylece güzel
ahlâkın teslim, tefvîz, tevekkül ve kanaat gibi bir takım eserleri ortaya çıkar.
Hak Teâlâ kendi cânibine cezbetmek için sâlike bu makamda istîdâdı miktarı
inâyet edip “Hâdî”, “Gâlib”, “Nâsır”, “Fettâh” ve “Vedûd” isimleriyle tecellî
eder. Bu tecellînin kaynağı, sâlikin bazen kabz haline düşüp mücâhede, riyâzat
ve sâlih amel işlemesine rağmen herhangi bir feyiz ve fetih elde edememesidir.
Ne zaman ki Hakk’a yüzünü döndürüp maksûdunu O’ndan talep eder, derhal
esma ve fiillerin eserleri meşrep ve makamına göre kendisine vâsıl olur. 57
Levvâme mertebesinde de sâlikin kalbine fâsit düşünce ve maksûda uygun
olmayan şeyler (havâtır) gelebilir. Kalbin bu tür düşüncelerden hoşlanması,
nefs-i emmâre sebebiyledir. Şayet yüz çevirip tepki gösterdiği halde uzaklaştırmaya
güç yetiremezse, bu hal, havâtırın kalp makamından geldiğine işaret
eder. Sâlik, gelen bu havâtırı uzaklaştırmaya güç yetirdikten sonra havâtır tekrar
geliyor ve yine uzaklaştırmaya güç yetirebiliyorsa, bu hal imandandır. Velîlerin
çoğu zaman hâlleri böyledir. Bunun nedeni, Zât-ı İlâhî’nin insan nefsini
kudret eliyle terbiye etmesidir.58
Sâlik levvâme mertebesinde vâkıasında hûrî, gılmân, melek, gökyüzü, yıldız,
kandil, çerağ, bahçe, deniz, havuz, akarsu vb. şeyler görebilir. Bunların bir
kısmı kalbî sûret, bir kısmı da kalp amellerinin sûretleridir. Bâlî Efendi, bunlar
arasındaki farkın ehline malum olduğunu ve herkesin bunu tefrik etmeye ehil
olmadığını kaydederek ayrıntıya girmekten kaçınır.59 O, bir kısım sözde şeyh
(müteşeyyih) ve müritleri, daha emmâre mertebesinde iken yok (izâle) etmeleri
gereken bazı söz ve davranışları, bu mertebede söyleyip yapmalarından dolayı
da tenkit eder. Meselâ bazı sâliklerin evlenmek sevdasına düşüp nefislerinin
arzu ettiği şeyi verdiklerini; bazılarının da riyâzat ve uzlet yapma gayesiyle
şeyhlerini terk edip ya adâlet çizgisini aşarak mizaçlarını bozduklarını ya da
hevâlarının peşine düşüp yapmış oldukları mücâhedelerini zâyi ettiklerini söyler.
Ona göre bu hallerin gerçek sebebi, nefs-i emmârenin levvâmesidir.60
Bu dâirenin tamamlanması ile ulaşılan mertebe, “tevhîd-i ef‘âl”in başlangıcıdır.61
Sâlik levvâme mertebesinde lafza-i Celâl hürmetine nefsini yermeye
muvaffak olunca, nefs-i mülhimeye dâhil olur. 62

3. Nefs-i Mülhime
Nefsin bu mertebede makamı Rahmânî ve latîf bir cevher olan “ruh”tur.63 Ruh,
ilâhî isimlerin sûreti olduğu için ayrıca özel bir sûrete sahip değildir. İlâhî isim
ve sıfatların ma’rifetine mahal teşkil eder. Fiillerden fenâ makâmı, ilâhî isimlerin
tecellîsiyle meydana gelir.64 Rûh makamının seyri, Allah’a yolculuk anlamına
gelen “seyr alellâh”tır. Sehâvet, kanâat, ilim, tevâzû, tövbe, sabır ve tahammül
bu makamın özelliklerindendir. Sâlikten de çoğunlukla bu gibi hâller zuhûr
eder.65 Sâlik bu mertebede “Hû, Hû, Hû” diyerek zikreder. 66
Müellifin kaydettiğine göre bu mertebeye değişik isimler verilmiştir. Mesela,
bunlardan biri “aşk makâmı” denilmesidir. Sâlik bazen âh u zâr edip ıstırap
çeker; bazen sâkin olup karâr kılar. Bazen kalbi ihyâ etmeye önem verir; bazen
terk eder. Bazen âşık, bazen mâşuk; bazen tâlip, bazen matlup olur. İşte bu tür
hallerin tamamı ilâhî isimlerin neticeleridir. Zira isim ve sıfat ilmi sâlike bu
mertebede zuhûr eder.67 Yine Hz. Yahya’nın (s) bazı özellikleri burada zuhûr
ettiği için bu makama “Yahyâviye” tavrı da denilir.68 Aynı şekilde sâlik bu makamda
Zühre yıldızının özellikleriyle sıfatlanır. Burada Zühre yıldızından aşk
yıldızı ve muhabbet kastedilir. Bu tavır, günlerden Pazartesi gününe nispet
edilir. Çünkü Hak Teâlâ, güneş ve ayı bu günde yaratmış ve yıldızları da aynı
günde seyrettirmiştir. Kalp ve rûh da mânevî yıldızları bu vâdide seyreder.69
Bâlî Efendi, bu makamda çoğunlukla güneş, nûr, tayy-i mekan ve bast-i
zaman gibi kerâmetle ilgili hâller çokça görüldüğü için sâlikin bazen Kur’ân-ı
Kerim’i göklerde yazılı bir şekilde görebileceğini söyler. Kerâmet vâdisi ve
levh-i mahfûz insan vücûdunda bu makamda bulunur. Burada binlerce (on
bin) nûrânî perde vardır. Sülûk ehlinin bu perdeleri aşması gerekir. Aksi takdirde
nûrâniyetle ilgili olduğu sürece yüce makamları talep etmekten geri kalır.
Bâlî Efendi’ye göre kemâl ehli, her tavrı tahsil ettikten sonra, onları terk edip
son menzile ulaşıncaya kadar daha yüce tavırlara yönelmelidir.70
Müellif’in kaydettiğine göre nûrânî perdelerden biri de kerâmettir. Sâlikin,
kerâmete fazlaca ilgi duyması, onun yüce mertebelere ilerlemesine mani olur.
Bu sebepledir ki kerâmet erkeklerin “hayız”ı olarak nitelendirilmiştir. Nasıl ki
hayız kadınları geçici olarak bazı ibadetleri yapmaktan alıkoyarsa, kerâmet de
sâlikin daha yüksek makamlara ulaşmasına engel olur. Bu nedenle kerâmet,
kemâl ehli katında muteber görülmemiştir.71 Ayrıca burada dikkat edilmesi
gereken diğer bir husus da özellikle nefis tesiri ya da riyâzat sebebiyle kerâmet
olmadığı halde keramet sûretinde pek çok hâlin zuhûr etmesidir. Hicap ehli
sâlikler bu halleri kerâmet zannettikleri için manevi rütbeleri düşer. Bu yüzden
sâlikin kerâmet izhâr etmesi riskli; kerâmet göstermemesi ise daha doğru görülmüştür.
Kâmil mürşitlerden zuhûr eden ise gerçek kerâmettir. Zira onlar
nefislerini terbiye işini tamamladıkları için Cenâb-ı Hakk’ın yardımıyla kerâmet
izhar edebilirler. Özellikle velâyet sahibi mürşitlerin bazen kerâmet izhâr
etmeleri gerekli ve hatta irşâdın şartlarından biri olarak kabul edilmiştir. Çünkü
sâlik, zâtî muhabbetin hakîkatine ermedikçe maksûda (mârifet) vâsıl olamaz.
Sâlikin zâtî muhabbetin hakikatine ermesi ise şeyhin kerâmet izhâr etmesiyle
mümkündür. Bu nedenle mürşit, kabiliyetine göre tâlibe keramet izhar etmelidir.
Belki bu sayede sâlikin gözlerindeki perdeler açılır ve kalbi ilâhî muhabbetle
dolar. Cenâb-ı Hakk da böylece onu kendi cânibine çeker.72
Bu makamda sâlike ism-i Azam hürmetine melek vâsıtasıyla rabbânî ilham
gelir ve gönlü Allah sevgisi ile dolar. Cenâb-ı Hakk’ın yardımıyla fâsit düşüncelerden
kurtulup ilham ile hayâl arasındaki farkı öğrenir. Böylece makamı
yükselip nefsi mutmainne mertebesine dâhil olur. 73

4. Nefs-i Mutmainne
Nefsin bu mertebede makamı, ilim mazharı olan “sır”dır.74 Bu makamın eserleri
ve gâlip sıfatları cömertlik, tevekkül, alçak gönüllülük, ibâdet, şükür, rızâ ve
ihsândır. Bu makamın seyri, Allah ile yolculuk anlamına gelen “seyr
ma‘allah”tır. Nitekim Hak Teâlâ, Kur’an-ı Kerim’de bu makam ehlini “Nerede
olursanız olun, O, sizinle beraberdir”75 buyurarak maiyetiyle şereflendirmiştir.
Bu mertebede tevhîd-i sıfât son bulur. 76
Bu makam pek çok özelliğe sahiptir. Bu nedenle “Mânevî Cibrîl”, “Mânevî
Hızır”, “Tavr-ı Hızriye”, “Tavr-ı Mûsâviye” ve bu makama ulaşan sâlike
“ekinne” giydirildiği için “Tavr-ı İdrîsiye” adları verilmiştir. Ayrıca “Şems-i
Mânevî” bu makamda olduğu için “Tavr-ı Şemsiye” de denir. Bâlî Efendi, sâlikten
söz konusu adlandırmanın münasebet yönünü bulmak için gayret gösterip
kendi vücûdunda araştırmasını söyler ve anlamlarının ilm-i ledün sahibi kimselere
gizli olmadığını ifade eder.77 Bu tavır, “Salı” gününe mukâbildir. Nitekim
Hz. Yahya (s) Salı günü katledilmiş ve buna da bir kız sebep olmuştu. Müellif
bu makamda Hz. Yahya’nın vücûdundan maksadın “rûh”; katledenden muradın
“pertev-i Celâl” (Celâl isminin parlaklığı, ziyası); kızdan kastedilenin ise
“nefs-i mutmainne” olduğunu beyan eder. Bu nedenle sâlikin benliğini katletmek
gerekir ki sır makamında bazı unsur ve alakalardan kurtulabilsin. Sâlik
nefs-i mutmainneye dâhil olunca devamlı olarak “Hak” ism-i şerifini zikreder.
Sâlik bu makamda herhangi bir ihtiyârı olmaksınız zikreder.78
Bâlî Efendi’nin kaydettiğine göre sâlik için “sır” makamında da binlerce
(on bin) mânevî hicâp vardır. Sâlik bu makamda harfsiz, sessiz ve lisansız olarak
“dön” (irci‘î) hitâbına mazhar olur. İlâhî isim ve sıfatlar bu vâdide seyredilir
ve ma’rifet burada hâsıl olur. Bu sayede Kur’an ve eşyanın hakikatine icmâlî
olarak muttali olunur. Sâlik her şeyi kendi emrinde müşâhede edip, yerlerde ve
göklerde ne varsa bütün eşyanın kendisine boyun eğdiğini görür. Kendinin
rubûbiyet ahvâlini müşâhedede kemâl mertebesinde olduğunu zanneder. Nihâyet
“Cem‘ ettim ve farka geldim” der ve böylece beşerî sıfatları tekrar geri döner. 79
Bâlî Efendi, şeyh ve müridin seyru sülûkte aceleci davranmamaları ve
sâlikin her menzilde yeteri kadar kalması gerektiğini de hatırlatır. Çünkü zâtta fânî
olmadan sadece sıfatları nefyederek, unsur ve alakalardan kurtulmak mümkün
değildir. Sâlik bir menzilden diğerine “fenâ-i suğrâ”, “fenâ-i kübrâ” ve “fenâ-i
ekber” denilen üç halde intikâl eder. Sâlik bu makamda beşerî sıfatları ehadî
sıfatlarda yok edip (ifnâ), ahlâken ilâhî sıfatlarla muttasıf olur. 80

5. Nefs-i Râziye
Nefsin bu mertebede makâmı, “Hafî”dir. 81 Mazharı “seyr fillâh, “fenâ fillah” ve
“sırru’s-sır”dır. Bu makamın özellikleri kerâmet, zühd, ihlâs, riyâzat, zikir ve
fenâdır. Makâmı cem‘dir. İmtiyaz ve kesretten mücerret olduğu için bu makamda
“tevhîd-i zât” hâsıl olur. Nitekim dördüncü makamda tevhîd-i sıfât,
üçüncü makamda da tevhîd-i ef‘âl elde edilmişti. 82 Sâlik irfânî bilgileri keşifte
zelleden (yanılma) kurtulduğu için bu mertebeye “Îseviye” tavrı da denilmiştir.
Çarşamba gününe mukâbildir. Nitekim Hakk Teâlâ suyu Çarşamba günü yaratmış
ve Nil’de Firavun ve kavmini bugünde helâk etmiştir. Bâlî Efendi’ye
göre buradaki sembol ve yorumlar şu şekildedir: Bu makamda Îsâ’dan murad
“ruh”; Firavun ve kavminden murad “nefs-i emmâre” ve onun kuvvetleridir.
Nil ise “Allah denizinde (bahr-i fillâh) boğulma”dır. Bu yüzden “Sâlik nefs-i
emmâre kuvvetleriyle birlikte Allah denizinde boğulmadıkça Hakk’a vâsıl
olamaz.” denilmiştir. 83
Bâlî Efendi’nin kaydettiğine göre “tevhîd”, üçü insânî üçü de ilâhî olmak
üzere altı mertebedir. “Tecellî” de zât-ı insâniye ve zât-ı ilâhiye olmak üzere iki
türlüdür. Her iki tecellîde de bütün mevcûdât mahvolur. Birincisi akis, ikincisi
ayndır. Sıfâtî ve fiilî tecellîler de buna kıyaslanabilir. İnsânî mertebelerde vâkî
olan haller, kemâlât-ı insâniyedendir. Zira bunlar insanın aslî sıfatlarındandır.
Onların Hakk’a isnadı ise mecâzîdir. Devr-i insâniye tamamlandıktan sonra
devr-i ilâhiyede olan ahvâl, rabbânî kemâlât cümlesindendir. Meselâ, hilâfet
insanın bir sıfatı olup asâleten elde ettiği bir şey değildir. Hilâfetin Hakk’a isnâdı
“hakîkî” anlamda iken insana isnâdı “mecâzî”dir. Zirâ insan Hakk’ın kemâlini
beyân etmek için gelmiştir. Bu nedenle insan kendi kemâlâtını beyân
etse bile O’nun kemâlini anlatmış olur. Sonuç olarak ifade etmek gerekirse,
“tevhîd-i ef‘âl”, “tevhîd-i sıfât” ve “tevhîd-i zât” her üçü de insânî mertebedeki
tecellîlerdir. Sâliklerden ancak çok azı kemâlât-ı insâniye mertebesine ulaşabilir.
Onların kemâlât-ı ilâhîye mertebesine ulaşmaları ise çok zordur. Çünkü
ilâhî kemâlâta ulaşmak terk-i dünya, terk-i ukbâ ve terk-i vücûd gibi
“terk”lerden sonra mümkün olur. Bu mertebeler arasındaki farkı herkes idrak
edemez; onu ancak insan-ı kâmiller bilebilir. Ne var ki kendilerini kâmil sayan
pek çok kimse, müşâhede olarak ileri sürdükleri bazı hayallerini “hakkânî keşifler”
olarak kabul ettiklerinden, hem kendileri sapıtmış ve hem de başkalarını
saptırmışlardır. Müellif, yaşadığı dönemdeki tasavvuf yoluna girmek isteyenlere
(tâlipler), “sözde kâmil”lere değil, gerçek kemâl sahibi mürşitlere tâbî olmalarını
tavsiye eder.84
Sâlik nefs-i râziye makamına terakki edince “Hay” ismi şerifine devam
eder ve nihâyet nefs-i marziye makamına yükselir.85

6. Nefs-i Marziye
Nefsin bu mertebede makamı, hayret ve mazhar-ı kudret olan “Kürsî”dir; Seyri,
Allah’tan yolculuk anlamına gelen “anillah” olup mertebesi hilâfet-i insâniyedir.
Hilâfet-i hakkâniye ise yedinci tavrın tamamlanmasından sonra olur. Hilâfet-
i insâniye, insânî kuvvetleri irşad; hilâfet-i hakkâniye ise halkı irşad için
vardır. Bâlî Efendi’nin kaydettiğine göre, ayrıca bu makama iki itibarla “râziye”
ve “marziye” demek mümkündür. Birincisine göre bu makama “kürsî-i insâniye”
ve “kürsî-i kübrâ”; ikincisine göre ise “kürsî-i ilahiye” ve “kürsî-i ekber”
denir. 86

Bâlî Efendi’ye göre nefsin marziye mertebesindeki özellikleri şunlardır:
Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmak, beşeriyeti terk, mahlûkâta lütuf ile muâmele
etmek, Allah’a yakınlık, Allah’ı tefekkür etmek, Allah’ın nuruyla safâ bulmak
ve Allah’ın zâtı ile mülâkî olmak. Bu makamda sâlik, Merih’in özellikleriyle
sıfatlanır. Âlem-i enfüste Merih’ten murad “tevhid yıldızı”dır. Bu yıldız ne
zaman doğsa bütün varlığı ve anâsır kuvvetlerini yok eder.87 Bu makam, “kutbu’l-
aktâb”88 makamıdır. Berzah-ı kübrâ ve vahdet-i kübrâ bu vadidedir. Bu
makamın ehli, Hakk’ı söyler ve Hakk’tan işitir. Her şeyde Hakk’ı müşâhede
edip harfsiz ve sessiz olarak “Ben Hüdâyım, ben Hüdâyım” şeklinde nidâ işitir.
Bu nedenle sâlik hayret ve istiğrak halinde kalır. Bu tavrın mukâbili Perşembe
günüdür. İbrahim ile Hâcer’in işi (kaziyesi) bu günde vaki olmuştur. Çünkü
cân-ı İbrâhim Hâcer ile bir araya gelince (cem olunca) İsmâil zuhûra gelir. Yani
İbrahim ile Hâcer’in bir araya gelmesi “nefs-i râziye; İsmail’in zuhûr etmesi ise
“nurâniyet” olarak yorumlanır. Kişi ancak nûrâniyetten sonra irşâda ehil olur.89
Diğer bir ifadeyle nefs-i râziye mertebesine ulaşmayan bir kimse başkalarını
irşat etmeye ehil değildir.
Bu tavra, sâlikten zâhir olan esrar, “Kelîm” ve “Alîm” isimlerinin tecellîsi
sebebiyle olduğu için “tavr-ı Mûsâviye” de denir. Sâlik bu makamda ilim ve
şevk ile ilgili olduğu için zât sırlarından perdelenirse de bu durumu aşması ve
orada takılıp kalmaması gerekir.90

Bâlî Efendi bu mertebeyi ele alırken hilâfet konusuna ayrı bir önem vermiştir.
Ona göre hilâfet,91 “sûrî” ve “mânevî” olmak üzere iki kısımdır. Sûrî hilâfet,
şeriatın zâhirinde adâleti sağlamak için görev yapmaktır. Hz. Peygamber’den
(s) sonra Hz. Ebûbekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’nin (ra) hilafet görevini
sırasıyla üstlenmeleri gibi.92 Bâlî Efendi’ye göre mânevî hilâfet şeriatın bâtını
için nasb olunmuştur. Bununla ilgili ahkâm da Hz. Peygamber’den (s) sonra
Hz. Ali’ye intikal etmiştir. Bütün sahabe, bâtın ilmiyle ilgili kalbî kemâlâtı Hz.
Ali’den alıp, ona tabi olmuşlardır. Çünkü onlar bu konuda mükemmelliğin
(ekmeliyet) Hz. Ali’de olduğunu görüp, bâtın ilmiyle ilgili problemlerini ona
danışmışlardır.93 Müellife göre Kur’ân-ı Kerim’in bâtını, ilâhî isimlerin hakikatleri
ve ledün ilmi ile ilgili ne kadar mesele varsa hepsinin kapısı Hz. Ali’ye açıktır.
Zira Resûlüllah (s) bu ilmi ancak Hz. Ali’ye telkin etmiştir. Nitekim diğer
sahabilerde biat vaki olduğu halde telkin vukû bulmamıştır. Bu da irşatta mükemmelliğin
(ekmeliyet) Hz. Ali’de olduğunu gösterir. Bu nedenle müellif,
meşâyih silsilesinin Hz. Ali vasıtasıyla Hz. Peygamber’e (s) ulaşmasının daha
doğru olduğunu söyler. Hilâfetin Hz. Ali’den Hz. Osman, Hz. Ömer ve Hz.
Ebû Bekir vasıtasıyla Hz. Peygamber’e ulaştığını söyleyenlerin bu sıralamalarının
makbul olmadığını ve onların yaptığı bu sıralamanın hilâfet-i sûriyede geçerli
olduğunu savunur. Müellif ayrıca meşâyih arasında devreden hilâfetin
“hilâfet-i mâneviye”; bu hilâfet sahibinin ise ism-i Azam mazharı olduğunu;
hilâfet-i sûriye sahibinin ise bu ismin mazharı olmadığını ifade eder. Sonra hilâfet
konusunda şu açıklamalarda bulunur: “Bazıları hilâfetin Hz. Ebû Bekir’den
Hz. Peygamber’e (s) intikal ettiğini söylerler. Halbuki hilâfetin Hz. Ali’den Hz.
Peygamber’e ulaşması gerekir. Çünkü ser çeşme-i evliyâ Hz. Ali’dir. Ancak
onun ser çeşme-i evlîya olması diğer ashaptan üstün olduğu anlamına gelmez.
Nitekim Hz. Musa (s) ilm-i ledün ahkâmında Hz. Hızır’a tabi olmuştur. Halbuki
Hz. Hızır (s), Hz. Musa’dan (s) daha üstün değildi.94 Bu nedenle dört halifeden
birinin diğer(ler)inden daha üstün olduğu söylenmemelidir. Onların birbirlerine
faziletini Hakk’tan başka kimse bilemez.” Müellif bu durumu şu şekilde
ifade eder:
Cümlesin bir bil, ki birdir şeksizin
Bilmeyen bir derde düştü ekserîn.”95
Sâlik bu makamda “Kayyûm” ism-i şerifini sırrında zikreder. Nihâyet nefsi
makâm-ı kudse erince insan-ı kâmil olur.96

7. Nefs-i Kâmile
Nefsin bu mertebede seyri, Allah ile yolculuk anlamına gelen “seyr billâh”tır.
Nefs-i kâmile mertebesini “hafâ-i mutlak”, “sırr-ı hafî”, “cem‘u’l-cem‘” “fenâ
ender fenâ” ve “bekā ender bekā” gibi tabirlerle anıldığını ifade eden müellif,
bu makamı zâtî hayâtın mazharı olarak nitelendirir. Ona göre sâlik, kendisinin
(zât-ı cüz’iyyesinin) Hakk’ın zâtında yok olduğunu (istihlâkini) müşâhede edip
Kur’an-ı Kerim’de geçen “… Belki de daha yakın oldu” (ev ednâ) hitabını97 bu
vâdide açıkça işitir. 98
Müellife göre, fakrın tamamı bu makamdadır. Bütün fiilî, sıfâtî ve zâtî taayyünler
kemâl üzere bu makamda fenâ bulduğu gibi, insânî zât da istîdâdına
göre ilâhî sıfatlar ile bu makamda bekā bulur. “Vuslat-ı uzmâ” bu makamdadır.
Renk ve taayyünden münezzeh olduğu için onu açıklamak mümkün değildir.
İnsânî devirde sülûkün sonu, ilâhî devirde ise sülûkün başlangıcı bu makamdır.
Müellife göre, ebrârın sülûkunun sonu, mukarrabînin başlangıcı;
mukarrabînin sülûkünün sonu enbiyanın başlangıcı; enbiyanın sülûkünün sonu da
Hz. Muhammed’in (s) sülûkünün başlangıcıdır. 99
Müellifin kaydettiğine göre sâlik bu makâmı elde ettikten sonra Hakk’ın
emri ile irşâd için makâm-ı kürsîde karar kılar. Sâlikin iki defa irşatla
emrolunmasının hikmeti şudur: Birincisinde nefsânî kuvvetleri irşat etmesi
farz; halkı irşat etmesi nâfiledir. İkincisinde ise nefsânî kuvvetleri irşat etmesi
nâfile, halkı irşat etmesi farzdır. Diğer bir ifadeyle farz nâfileye, nâfile de farza
dönüşmüştür. Zira halka yapılan irşattan nefsânî kuvvetler de payına düşen
nasihati aldığı için ayrıca müstakil bir davete ihtiyaç yoktur. Burada kaydedilmesi
gereken diğer bir husus da altıncı makamın beşinci makamdan sonra icmâlî,
yedinci makamdan sonra da tafsîlî olarak açıklanmasıdır. İcmâlî açıklamada
nefsânî kuvvetlerin irşâdı, tafsîlî açıklamada ise halkın irşâdı farz olmuştur.
100
Bâlî Efendi’nin kaydettiğine göre bu mertebenin bazı alametleri vardır.
Şöyle ki, bu mertebede bazen cemâl, bazen celâl sıfatı zuhûr eder. Sâlik bazen
“Allah benimle beraberdir” (lî ma‘allah) şerbetini içer; bazen Hak Teâlâ’yı celâl
sıfatı ile101 seyredip sessiz kalır, bazen de lisanından ilim ve irfan akar. Bazen
vahdet bazen kesret; bazen vuslat bazen firkat; bazen âşık bazen mâşuk; bazen
zulmet bazen nur; bazen evvel bazen âhir; bazen zâhir bazen bâtın olur. Bunlardan
başka bu makâm ehlinden daha pek çok hal zuhûr eder.102
Bu makam ehline, meşâyih yolunda ism-i Azam’a ve tavr-ı Muhammedî’ye
mazhar olduğu için “Gavs-ı Azam” denilmiştir. 103 Sâlik nefs-i kâmile mertebesine
erince “Kahhâr” ism-i şerifine devam edip “Kutbiyet” ve “Gavsiyet” makamına
ulaşır. 104
Yedi tavrın (atvâr-ı seb‘a) her sâlikte bir olmadığını ifade eden müellif, bir
sâlike nispet edilen dördüncü mertebenin, başka bir sâlik için beşinci, altıncı ve
hatta yedinci mertebe olabileceğini söyler. Çünkü “Allah’a giden yollar insanların
nefesleri adedincedir” denilmiştir. Nitekim sâliklerin tuttuğu yol bir de olsa
meşrepleri farklıdır. Sâlik, “Müminin kalbi Rahman’ın parmakları arasındadır.
Onu dilediği gibi döndürür”105 sözünün hakîkatine ermiş olur. Zira bundan
sonra onun emrinde ve ihtiyârında istiklâl olmaz. Hak neyi ihtiyâr etmişse,
murâdı da o olur. Bundan sonra sâlik Hakk’ın murâdına tâbi olup kemâl-i
ubûdiyetle hakîkate ulaşmış olur. 106

Sonuç

Bu makaleden elde ettiğimiz sonuçları şu şekilde ifade edebiliriz:

1) Halvetî Şeyhi Sofyalı Bâlî Efendi, Atvâr-ı Seb‘a adlı eserini tarik ehli sâliklere
faydalı olmak düşüncesiyle kaleme almış ve nefis mertebeleri bağlamında
onlar için yararlı ve uygun gördüğü hususları açıklamıştır.

2) Yanlış anlaşılmasından endişe ettiği konu ve düşünceleri söylememeyi
tercih etmiştir. Nitekim kendisi bu durumu bazen “Bu kadar bilgi kâfîdir”
bazen de “Bu konu ehline malumdur” diyerek daha fazla bilgi vermekten
kaçınmıştır. O, zâhir ve bâtın dengesini gözeten bir mutasavvıftır.

3) Bâlî Efendi nefis mertebeleriyle ilgili tasniflerden yedili tasnifi benimsemiştir.
Her bir tavrın makam, mertebe, seyir, hal, vâkıâ, alâmet ve nispet
gibi özelliklerini ayrı ayrı zikretmiştir. Bu konuda üçlü, dörtlü ve hatta on
ikili tasnifi tercih eden sûfîler de olmuştur.

4) Sâlikin nefis terbiyesinde mutlaka kâmil bir mürşidin rehberliğine ihtiyacı
olduğunu savunmuştur.

5) Mertebeler arasında “tavr-ı berzahî” denilen bir ara tavrın bulunduğunu
söylemiş ve bu tavrın özelliklerini zikretmiştir. Ayrıca sâlikin aşması gereken
zulmânî ve nûrânî binlerce perde olduğunu ifade etmiştir.

6) Şeyhin her menzilin hakkını verdikten sonra sâliki bir üst mertebeye geçirmesi
gerektiğini ifade etmiştir. Buna dikkat edilmediği takdirde, sâlikin bulunduğu makamdan
daha aşağı mertebelere düşme (tenezzül) riski olduğunu belirtmiştir.

7) Bâlî Efendi, hilâfeti “sûrî” ve “mânevî” olmak üzere iki kısımda mütalaa
etmiş ve birincisinde Hz. Ebûbekir’i (ra), ikincisinde ise Hz. Ali’yi (ra) öne
geçirmiştir. Ancak onun bu tespiti, halifelerden birinin diğerleri üzerine
üstün olduğu anlamına gelmemektedir. Ayrıca o, mânevî hilâfetle ilgili olduğu
için meşâyih silsilesinin Hz. Peygamber’e (s) Hz. Ali (ra) vasıtasıyla
ulaşması gerektiğini ileri sürmüştür.

8) Çağdaşı olan bazı meşâyih ve dervişleri yanlış tutum ve davranışlarından
dolayı eleştirmiş ve onların hatalı davranışlarının nedenlerini kendi tespitlerine
dayanarak zikretmiştir.

9) Bazı âyet ve hadisleri işârî olarak yorumlamıştır.

10) Kerâmet konusuna ayrıntılı bir şekilde yer vermiş ve onu sâlikleri yoldan
alıkoyan bir husus olarak telakki etmiştir. Mürşitlerin kerâmet göstermelerini
ise bir irşad ve hatta irşadın bir şartı olarak görmüştür.

11) Bâlî Efendi, tasavvufî düşüncede İbn Arabî ekolüne mensup bir şeyhtir.

12) Osmanlı döneminde nefis mertebelerine dair Halvetî şeyhleri tarafından
yazılmış onlarca eseri birlikte değerlendiren bilimsel ve akademik bir çalışma
yapılmasına ihtiyaç vardır.

----------------------------------------------------------------------
TASAVVUF: İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, yıl: 8 [2007], sayı: 18, ss. 43-63.


* Bu makale, 27–28 Mayıs 2006 tarihlerinde Sofya’da gerçekleştirilen Uluslararası Sofyalı Bali
Efendi Sempozyumu’nda “Sofyalı Bâlî Efendiye Göre Nefs Mertebeleri” başlığı ile sunduğumuz
tebliğin genişletilerek yeniden gözden geçirilmiş şeklidir.


1 Allah’ın insanı yedi tavırda yarattığını (Nuh, 71/14) dikkate alan mutasavvıflar, bu tavırları
yedi kat semaya, yedi gezegene, yedi vadiye ya da yedi iklime benzetmişlerdir. Bk. Süleyman
Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1991, s. 65.
2 Nefs mertebelerinin sayısı, ilk dönemlerden itibaren öngörülen makam sayısına göre değişiklik
arz etmiştir. Mesela Gazâlî, Atâullah İskenderî, Râgıb el-Isfahânî, Necmeddin-i Kübrâ ve
Şihâbüddin Sühreverdî gibi mutasavvıflar üçlü (Emmâre, levvâme, mutmainne); Hakîm-i
Tirmizî ve Eşrefoğlu Rûmî gibi mutasavvıflar dörtlü (Emmâre, levvâme, mülhime, mutmainne);
Osmanlı mutasavvıfları ise genellikle yedili tasnifi benimsemişlerdir. Ayrıca bk. Ali Haydar
Bostancı, Tasavvufta Etvâr-ı Seb‘a ve Sofyalı Bâlî Efendi’nin Etvâr-ı Seb‘ası, (Yayımlanmamış Yüksek
Lisans Tezi), MÜ. Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul 1996, ss. 17-19.
3 H. Kâmil Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, İstanbul 2004, ss. 231-236; Osman Türer,
“Letâif-i Hamse”, DİA, Ankara 2003, c. XXVII, s. 143.
4 Tercüme-i Beyân-ı Usûl-i Atvâr-ı Seb‘a, Yapı Kredi Bankası Ktp., Yazma, no: 70, vr. 33-38.
5 Atvâr-ı Seb‘a, MÜ. İlahiyat Fakültesi Ktp., Genel, no: 15966, vr. 17.
6 Atvâr-ı Seb‘a, Süleymaniye Ktp. Hacı Mahmud Efendi, no: 2688, vr. 59-68; Yazma Bağışlar, no:
4326/5, vr. 34-40; Atvârnâme-i Sülûk-i Seb‘a, Millet Ktp. Ali Emîrî, Şer‘iye, no: 1359, vr. 29-59. Bu
eserle ilgili bir lisans tezi hazırlanmıştır. Bk. Halil Çevik, AÜ. İlahiyat Fak. Ktp., Tezler-Lisans,
no: 29388, Ankara 1991.
7 Risâle fi’l-atvâr-ı Seb‘a, Süleymaniye Ktp., Şehid Ali Paşa, no: 1194, vr. 21-27.
8 Atvâr-ı Seb‘a, Süleymaniye Ktp., Tâhir Ağa, no: 334, vr. 3.
9 el-Atvâru’s-seb‘a, Süleymaniye Ktp. Hacı Mahmud Efendi, no: 2835, vr. 6-11.
10 Risâle fî atvâri’s-seb‘a, Süleymaniye Ktp., Halet Efendi, no: 827, vr. 43-54.
11 el-Atvâru’s-seb‘a fî tarîki’s-sûfiyye, İstanbul Belediye Ktp., Osman Ergin Yazma, no: 65, vr. 13-30;
Atvâr-ı Seb‘a, Süleymaniye Ktp., Tâhir Ağa Tekke, no: 502, vr. 23-34.
12 Risâle fî atvâri’s-seb‘a fi’s-sülûk, İzmir Milli Ktp. Yazmalar Kataloğu, no: 1123/3, vr. 13-17.
13 el-Esmâü’s-seb‘a fi’l-atvâri’s-seb‘a Şerhi, Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, no: 2516, vr.
36-43; Atvâr-ı Seb‘a, Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, no: 2923, vr. 78-85; 3029, vr. 6-12.
Niyâzî-i Mısrî, bu risâlede nefis tavırlarını on iki olarak ele alır.
14 Atvâr-ı Seb‘a, Yapı Kredi Bankası Ktp., Yazma, no: 70, vr. 1-8; Süleymaniye Ktp., Bağdatlı
Vehbi, no: 2089, vr. 4-11; Hacı Mahmud Efendi, no: 2749, vr. 33-38; Esad Efendi, no: 1469, 9 vr.;
İstanbul Belediye Ktp., Osman Ergin, Yazma, no: 1494, vr. 12-18.
15 Şerh-i Kasîde-i Şümûun Lâmî‘ fî beyân-ı Atvâr-ı Seb‘a, Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi,
no: 3673, vr. 1-83.
16 Atvâr-ı Seb‘a, Süleymaniye Ktp. Tâhir Ağa Tekke, no: 503, vr. 10-13.
17 Atvâr-ı Seb‘a, İstanbul Belediye Ktp., Osman Ergin, Yazma, no: 59, vr. 88-92.
18 Atvâr-ı Seb‘a, İstanbul Belediye Ktp., Muallim Cevdet, no: 40; Atvâr-ı Seb‘a Risâlesi, Beyazıt
Devlet Ktp., Veliyyüddin Efendi, no: 3607, vr.11; Süleymaniye Ktp., Mihrişah Sultan, no: 185,
vr. 1-12; Çelebi Abdullah, no: 172, vr. 60-88; Düğümlü Baba, no: 241 vr. 1-48; Reşid Efendi, no:
1003, vr. 331-341; Hacı Mahmud, no: 2475, vr. 28-33; İbrahim Efendi, no: 461, vr. 1-26; Fatih,
no: 5335, vr. 108-146; Kılıç Ali Paşa, no: 587, vr. 38-44. Bu nüshalardan bir kısmı mükerrer olabilir.
Ancak bizim burada onları zikretmemizin nedeni, kütüphane kayıtlarında yer alan konu
ile ilgili eserlerin çokluğuna işaret etmektir.
19 Risâle-i Atvâr-ı Seb‘a, Süleymaniye Ktp., Halet Efendi, no: 820, vr. 19-25.
20 Atvâr-ı Seb‘a, Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, no: 1438, vr. 159-186.
21 Yine burada Derviş Muhammed Gülşenî Fenâyî: Atvâr-ı Seb‘a (Süleymaniye Ktp., Bağdatlı
Vehbi, no: 2084, vr. 4-11); Abdülgaffâr b. Ramazan: Atvâr-ı Seb‘a Risalesi (Süleymaniye Ktp. Lala
İsmail, no: 746, vr. 170-174); Ali el-Hâc: Atvâr-ı Seb‘a ve Seyr u Sülûk (Beyazıt Devlet Ktp., Veliyyüddin Efendi, no: 3423, vr.10); Halil Mer‘aşî: Atvâr-ı Seb‘a (Süleymaniye Ktp., Şehid Ali
Paşa, no: 1121); Şeyhulkurrâ’ Muhammed b. Halîfe: el-Atvâru’s-seb‘ati’l-ledünniyye (Süleymaniye
Ktp., Hekimoğlu, no: 438, vr. 1-40.); Kuloğlu Mustafa: Manzûm Atvâr-ı Seb‘a (Süleymaniye
Ktp., Reşid Efendi, no: 1003, vr. 350-392.) ve Habîb Ömer Halvânî: Manzûme fi’l-atvâri’sseb‘
a (Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, no: 1321, vr. 1-51.) gibi müellif ve eserleri de kaydedebiliriz.
22 Müellif hakkında bilgi için bk. Taşköprüzâde Ahmed Isâmüddin, eş-Şekāiku’n-Nu‘mâniyye fî
ulemâi’d-devleti’l-Osmâniyye, Beyrut 1975, s. 317; Mehmed Mecdî Efendi, Hadâiku’ş-şekāik, İstanbul
1989, ss. 521-522; Kâtip Çelebi, Keşfü’z-zünûn an esâmi’l-kütüb ve’l-fünûn, nşr.: Kilisli
Muallim Rifat-Şerafettin Yaltkaya, İstanbul 1943, c. I, s.883; c. II, s.1263; Mehmet Süreyya,
Sicill-i Osmânî, İstanbul 1315, c. II, ss.4-5; Bağdatlı İsmail Paşa, Hediyyetü’l-ârifîn: Esmâü’lmüellifîn
ve âsâru’l-musannifîn, Tahran 1967, c. I, s.330; Bursalı Mehmed Tâhir, Osmanlı Müellifleri,
İstanbul ts., c. I, s.59; Hüseyin Vassâf, Sefîne-i Evliyâ-yı Ebrâr (haz. Mehmet Akkuş- Ali
Yılmaz), İstanbul 2006,c. III, ss.341-343; Sâdık Vicdânî, Tomar-ı Turuk-ı Aliyye’den Halvetiyye
Silsilenâmesi, İstanbul 1338, ss. 20-26; Ömer Rızâ Kehhâle, Mu‘cemü’l-müellifîn: Terâcimü musannifi’l-
kütübi’l-Arabiyye, Dımaşk 1961, c. III, s.38; Mustafa Kara, “Bâlî Efendi, Sofyalı”, DİA, c.
V, ss.20-21; Ali Haydar Bostancı, age, ss. 6-16.
23 Ömer Rızâ Kehhâle, age, c. III, s.89; Mehmed Süreyya, age, c. IV, s.63; Bursalı Mehmed Tâhir,
age, c. I, s.135; Ali Haydar Bostancı, age, s. 10.
24 Mecdî, age, s. 212; Bursalı Mehmet Tâhir, age, c. I, s.160; Ali Haydar Bostancı, age, s. 11.
25 Bâlî Efendi’nin İbnü’l-Arabî’nin Fusûsu’l-hikem adlı eserine yazdığı şerhtir. Mehmed Mecdî
Efendi’nin Hadâiku’ş-şekāik adlı eserinde kaydettiğine göre, İbnü’l-Arabî’nin manevî işaretiyle
yazılmıştır. Bu şerhin en önemli özelliği, diğer Füsûs şârihlerinin aksine Bâlî Efendi’nin, Firavun’un
imanı konusunda İbnü’l-Arabî’nin el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye’de benimsediği ebedî cehennemlik
yönündeki görüşü savunmuş olmasıdır (Mecdî, age, s. 522). Eser, 1309’da (1891) İstanbul’da
basılmıştır. Eserin bazı yazma nüshaları için bkz. Süleymaniye Ktp., Yazma Bağışlar,
no: 835; Âşir Efendi, no: 163; Esad Efendi, no: 1537; Mihrişah Sultan, no: 229.
26 Arapça olarak kaleme alınmış dört varaklık bir risaledir. Sûfîlerce kudsî hadis olarak rivayet
edilen “Küntü kenzen mahfiyyen” sözünün tasavvufî şerhini ihtiva eder. Eserin yazma bir
nüshası için bk. Süleymaniye Ktp., Pertev Paşa, no: 613.
27 Osmanlıca olarak kaleme alınan eser, seyr u sülûk esnasında sâlikin karşılayabileceği problemleri
ele almaktadır. Müellif bu eseri, mürşidinin izni ve İbnü’l-Arabî’nin duâsıyla yazmaya
karar vermiştir. Eserin yazma bir nüshası için bk. Süleymaniye Ktp., İzmirli, no: 350.
28 Asıl adı Beyânü’l-esrâr li’t-tâlibîn olan eser, Arapça kaleme alınmış olup yirmi dört fasıldan
oluşur. Eserde insanın maddî ve manevî yolculuğu, ilimler tasnifi, tasavvufun mahiyeti, tövbe,
intisap, zikir vb. bazı tasavvuf kavramları, ibadetlerin bâtınî anlamları ve Halvetî evrâdı
gibi konular ele alınmıştır. Yazma bir nüshası için bk. Süleymaniye Ktp., Tâhir Ağa Tekke, no:
433.
29 Osmanlıca olarak kaleme alınan eser, mürşide intisap etmenin nedenleri, mürid-mürşid ilişkisi
ve bazı mektupları ihtivâ eder. Yazma bir nüshası için bk. Süleymaniye Ktp., Hacı
Mahmud, no: 2338.
30 Süleymaniye Ktp. Hacı Mahmud Efendi, no: 2927, vr. 1–17 (istinsah tarihi: 1036); 2996, vr. 1-
14; 3119, vr. 113-142; H. Hüsnü Paşa, no: 763, vr. 49-58; 1178, vr. 103-126; Mevlânâ Müzesi
Yazmalar Kataloğu, Ferit Uğur, no: 1631, vr.20; İstanbul Belediye Ktp., Osman Ergin, Yazma,
no: 1213, vr.28; İÜ. Ktp., TY, no: 643, 2310; Millet Ktp., Ali Emîrî, Şer‘iye, Yazma, no: 1367, vr.
93-136. Bu eserle ilgili bir yüksek lisans tezi hazırlanmıştır. Bk. Ali Haydar Bostancı, “Tasavvufta
Etvâr-ı Seb‘a ve Sofyalı Bâlî Efendi’nin Etvâr-ı Seb‘ası” (Yayımlanmamış Yüksek Lisans
Tezi), MÜ. Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul 1996.
31 Sofyalı Bâlî Efendi’nin diğer eserleri için bk. Ali Haydar Bostancı, age, ss. 14-16.
32 Ali Haydar Bostancı, age, s. 32.
33 Fenâ, yokluk ve hiçlik demektir. Tasavvufta kulun fiilini görmemesi (fenâ fi’l-kusûd, fenâ fi’şşuhûd,
fenâ fi’l-vücûd) ya da sâlikin şeyh ve pîrde fâni olması haline denir. Bk. Uludağ, age, ss.
175-176.
34 Bâlî Efendi, Atvâr-ı Seb‘a, Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud, no: 2927, vr. 1b.
35 Sadr, göğüs, sîne anlamlarına gelir. Tasavvuf ıstılâhında ise rûh ya da kalbin bir mertebesi
anlamında kullanılır. Bk. Uludağ, age, s. 409.
36 Bâlî Efendi, Atvâr-ı Seb‘a, vr. 1b-2a.
37 Bâlî Efendi, Vâridât, Süleymaniye Ktp. Hacı Mahmud, no: 2338, vr. 31ab.
38 Bâlî Efendi, Atvâr-ı Seb‘a, vr. 6a.
39 Bâlî Efendi, Atvâr-ı Seb‘a, vr. 5b-6a.
40 Bâlî Efendi, Atvâr-ı Seb‘a, aynı yerler.
41 Burada zikredilmeyen diğer hayvanlar da sahip oldukları galip sıfata delâlet ederler. Bk. Bâlî
Efendi, Atvâr-ı Seb‘a, vr. 3a.
42 Bâlî Efendi, Atvâr-ı Seb‘a, vr. 3ab.
43 Sofyalı Bâlî Efendi, tenezzülü “sûrî”, “mânevî” ve “hem sûrî hem mânevî” olmak üzere üç
kısımda ele alır: 1) Sûrî tenezzül, nefsin cinsel zevklere meyletmesidir. Ancak bu durumda
kalp Cenâb-ı Hakk’a meyledip yönelir. Bazı velilerin cehâlet âleminde iken halleri böyledir. 2)
Mânevî tenezzül, nefsin bir yandan taat ve salih amellerle meşgul olup yasaklanan şeylerden
kaçınması, diğer yandan da tabiatı gereği bayağı (habîs) zevklere meyledip aşağılara doğru
hareket etmesidir. Müellif bu çeşit tenezzüle, şeytanın merdûd olmazdan önceki hali ile
Bel‘am-i Bâûr’un durumunu örnek gösterip onların zâhirde taat üzere olduklarını; mânâda
(bâtın) ise kötülüğe ve muhâlefete meylettiklerini söyler. Tıpkı havaya atılan taşın sûreta yukarı
gitmesi ve sonra tabiatı gereği aşağıya düşmesi gibi. 3) Hem sûrî hem mânevî tenezzül,
sûret ve mânâda birlikte tenezzül etmektir. Müellif bu hâle misal olarak şeytanın merdûd olduktan
sonraki halini gösterir. Bk. Bâlî Efendi, Atvâr-ı Seb‘a, vr. 4b-5a.
44 Bâlî Efendi, Atvâr-ı Seb‘a, vr. 5bb.
45 Bâlî Efendi, Atvâr-ı Seb‘a, vr. 3b.
46 Bâlî Efendi, Atvâr-ı Seb‘a, vr. 4a.
47 Bâlî Efendi, Atvâr-ı Seb‘a, vr. 5b.
48 Bâlî Efendi, Vâridât, vr. 31ab.
49 Kalb, çevirme, döndürme, değiştirme anlamlarına gelir. Tasavvufta ilâhî hitâbın mahalli ve
muhatabı, marifet ve irfan denilen tasavvufî bilginin kaynağı, keşf ve ilham mahalli, tecellî
aynası, ilâhî isim ve sıfatların en mükemmel şekilde tecellî ettiği yer gibi anlamlara gelir. Bk.
Süleyman Uludağ, age, s. 274.
50 Bâlî Efendi, Atvâr-ı Seb‘a, vr. 7a.
51 Bakara 2/152.
52 Bâlî Efendi, Atvâr-ı Seb‘a, vr. 7ab.
53 Bâlî Efendi, Atvâr-ı Seb‘a, vr. 7b, 8a.
54 Bâlî Efendi, Atvâr-ı Seb‘a, vr. 6a; Vâridât, vr. 31b.
55 Bâlî Efendi, Atvâr-ı Seb‘a, vr. 6ab.
56 Bâlî Efendi, Atvâr-ı Seb‘a, vr. 8b-9a.
57 Bâlî Efendi, Atvâr-ı Seb‘a, vr. 8b.
58 Bâlî Efendi, Atvâr-ı Seb‘a, vr. 8ab.
59 Bâlî Efendi, Atvâr-ı Seb‘a, vr. 8b.
60 Bâlî Efendi’ye göre, kendini şeyh zanneden bazı kimseler, bir yandan sözde müritlerine “Bizden
başka kâmil mürşit yoktur. Eğer varsa da sûret-i zâhirdendir; onların bâtını irşat etmekten haberleri
yoktur. Hemen bize muhâlefet edip başkalarına tâbî oldunuz. Böyle yaparsanız tarikatı inkar etmiş ve
vâsıl olmaktan geri kalırsınız” derken; diğer yandan da dünya işleriyle ilgili gerek sözlü gerekse
fiilî pek çok kötülük yaparlar. Bk. Atvâr-ı Seb‘a, vr. 6b.
61 Bâlî Efendi, Atvâr-ı Seb‘a, vr. 6a.
62 Bâlî Efendi, Vâridât, vr. 31b.
63 Ruh; can, nefis ve Cebrâil anlamlarına gelir. Tasavvufta mücerret insan latîfesi, insandaki
bilen ve idrak eden latîfe olup emr âleminden inmiş (insandaki) hayvanî rûha (cana) binmiştir.
Künhünü idrak mümkün değildir. Bk. Süleyman Uludağ, age, ss. 400-401.
64 Bâlî Efendi’nin kaydettiğine göre, fenâ ve bekānın her biri, “mecâzî” ve “hakîkî” olmak üzere
iki kısımdır. Mecâzî fenâda isim ve sıfatların nûrları ya da Zâtın nuru (lemeâtı) zuhûr eder. İnsânî
aklı (akl-ı insâniye) önceki makamdan kesip isim, sıfat veya zâtın tecellilerini alma istidat
ve kabiliyeti verir. Bundan “mecâzî bekā” doğar. Hakîkî fenâda isim, sıfât veya zât tecellî eder
ya da önceki makamdan tamamen kesilir. Bu durumda sâlik, mecâzî ve hakîkî sıfatların bekāsıyla
hakîkate ermiş olur. Bekā-i hakîkî de bu şekilde bilinir. Bk., Atvâr-ı Seb‘a, vr. 9a.
65 Bâlî Efendi, Atvâr-ı Seb‘a, vr. 9a.
66 Bâlî Efendi, Vâridât, vr. 31b-32a.
67 Bâlî Efendi, Atvâr-ı Seb‘a, vr. 9b.
68 Bâlî Efendi, Yahyâviye tavrının bazı özelliklerinin olduğunu ancak beyânının lazım gelmediğini
kaydeder (Atvâr-ı Seb‘a, vr. 11a). Bize göre müellifin bu vb. özellikleri zikretmemesinin
nedeni zâhire göre yanlış anlamalara sebep olmamaktır.
69 Bâlî Efendi, Atvâr-ı Seb‘a, vr. 11a.
70 Bâlî Efendi, Atvâr-ı Seb‘a, vr. 9b-10a.
71 Sofyalı Bâlî Efendi’ye göre mürşitler, sâliklerin kerâmete meyletmelerine engel olmalı ve
kerâmete sebep olacak şeylerle onları meşgul etmemelidirler. Eğer bir sâlikin kerâmet gösterdiğine
vâkıf olursa, onu bu işten vazgeçirmeli; bu mümkün olmazsa onu setretmelidir. Zira
kerâmet, ya husûsî isimlerin bir gereğidir ya da özel bir vird sebebiyle zuhûr eder. Sâlik her
istediğinde kerâmet gösteremez. Bk. Atvâr-ı Seb‘a, vr. 10a.
72 Bâlî Efendi, Atvâr-ı Seb‘a, vr. 10ab.
73 Bâlî Efendi, Vâridât, vr. 31b-32a.
74 Sır, gizem anlamına gelir. Tasavvufta ruh gibi insan bedenine tevdî edilen bir latîfedir. Sır
latîfelerin sıralamasında ruhtan sonra gelir ve ondan daha latîftir. Kalp ma’rifet, ruh muhabbet,
sır temâşâ mahallidir. Bk. Süleyman Uludağ, age, s. 430.
75 el-Hadîd, 57/4.
76 Bâlî Efendi, Atvâr-ı Seb‘a, vr. 11ab.
77 Bâlî Efendi, Atvâr-ı Seb‘a, vr. 11a, 12b-13a.
78 Bâlî Efendi, Vâridât, vr. 32a.
79 Bâlî Efendi, Atvâr-ı Seb‘a, vr. 11b, 12b.
80 Bâlî Efendi, Atvâr-ı Seb‘a, vr. 12b.
81 Hafî, gizli, örtülü, kapalı anlamlarına gelir. Tasavvufta mahiyeti gizli olduğu için ruha “hafî”
adı verilmiştir. Beş latîfeden biridir. Bk. Süleyman Uludağ, age, s. 200.
82 Bâlî Efendi, Atvâr-ı Seb‘a, vr. 13a.
83 Bâlî Efendi, Atvâr-ı Seb‘a, vr. 14a.
84 Bâlî Efendi, Atvâr-ı Seb‘a, vr. 13ab.
85 Bâlî Efendi, Vâridât, vr. 32ab.
86 Bâlî Efendi, Atvâr-ı Seb‘a, vr. 14ab.
87 Bâlî Efendi, Atvâr-ı Seb‘a, vr. 14b.
88 Kutup, değirmenin alt taşına yerleştirilen ve üst taşın dönmesini sağlayan demir parçasına
verilen isimdir. Tasavvufta en büyük velî, her zaman âlemde Allah’ın nazar kıldığı yer olan
tek kişi gibi anlamlara gelir. Kutbu’l-aktâb ise kutupların kutbu manasına gelir. Bk. Süleyman
Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1991, s. 299.
89 Bâlî Efendi, Atvâr-ı Seb‘a, vr. 16 ab.
90 Aynı yer.
91 Hilâfet ile ilgili ayrıca bk. Bâlî Efendi, Tahkîkât-ı Bâlî, Süleymaniye Ktp. Dâru’l-Mesnevî, no:
55/8, vr. 2ab.
92 Sofyalı Bâlî Efendi’ye göre Hz. Ebûbekir, bu konuda insanların en adâletlisi idi. Karakter
yapısı mutedil idi ve hiçbir zaman rûhâniyeti galip gelip şeriatın zâhirini terk etmedi. Bu nedenle
sûrî hilâfette şahsiyetin mutedil olması şarttır. Zira şeriatın hıfzı ve bekāsı onunladır.
Nitekim Hz. Peygamber’in (s) cehd, gayret ve himmeti, şeriatın devamı ve bekāsı için olmuştur.
Kendisinden sonra bu makama münasip birisini halife seçmesi emrolunca, O da Hz.
Ebûbekir Sıddîk’i seçmiştir. Bk. Atvâr-ı Seb‘a, vr. 14b.
93 Bâlî Efendi, Atvâr-ı Seb‘a, vr. 15b.
94 Kehf suresinde geçen Musa-Hızır (s) kıssasıyla ilgili Bâlî Efendi’nin tasavvufî yorumu için bk.
Tahkîkât-ı Bâlî, Süleymaniye Ktp. Dâru’l-Mesnevî, no: 55/8, vr. 22a-26b. Ayrıc bk. Bâlî Efendi,
Atvâr-ı Seb‘a, vr. 16a.
95 Bâlî Efendi, Atvâr-ı Seb‘a, vr. 15ab.
96 Bâlî Efendi, Vâridât, vr. 32b.
97 Necm Suresi, 53/9.
98 Bâlî Efendi, Atvâr-ı Seb‘a, vr. 16b.
99 Aynı yer.
100 Bâlî Efendi, Atvâr-ı Seb‘a, vr. 17a.
101 Bâlî Efendi, Atvâr-ı Seb‘a, vr. 17a.
102 Bâlî Efendi, Atvâr-ı Seb‘a, vr. 17b.
103 Aynı yer.
104 Bâlî Efendi, Vâridât, vr. 32b.
105 İbn Mâce, Mukaddime 13.
106 Bâlî Efendi, Atvâr-ı Seb‘a, vr. 17a.

Abstract
The Tradition of writing Atwar-ı Sab’a in The Khalwatiah order and Sofian Bali
Afandi’s manuscript of Atwar-ı Sab’a
The Khalwatiah is one of the sufi orders which aims the training the animal soul. The Khalwatiah
sheikhs have written tens of books named as Atwar-ı Sab’a in order to explain the divine stations of
soul for the seeker of truth in his spiritual quest. One of these sheikhs is Bali Afandi of Sofia
(d.1553) who is the successor of Qasim Chalabi (d.1518). Bali Afandi who gained the favor and
approval of Sultan Sulaiman the law maker (d.1566) trained important successors like Kurd
Mehmed Afandi (d.1587) and Nuraddinzade Mustafa Muslihuddin Afandi (d.1574). As a follower of
Ibn al-Arabi’s sufi thought he has commented on Fusus al-Hikam and written some books on
sufism. In this article we tried to discuss the subjects of divine stations as explained in his Atwar-ı
Sab‘a.
Key words: Khalwatiyya, seeker (salik), walking a spritual path to God (sayru suluk), individual
soul (nafs), Atwar-ı Sab’a, dhikr, purification of soul (tazkiyah), Khilafah, karamah.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 1 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 1 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye