Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 6 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: Nakşbendiyye Tarikatı / Dr.Mustafa BAHADIROĞLU
MesajGönderilme zamanı: 18.01.10, 17:06 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 24.04.09, 13:19
Mesajlar: 55
Nakşbendiyye Tarikatı

-1-

Dr.Mustafa BAHADIROĞLU



XIV. yüzyılda Bahaeddin Nakşibendî Hazretleri’nin (ö. 791/1389) Buhara civarında sistemleştirip geliştirdiği Hâcegân Tarikatı, sonraki asırlarda Nakşbendiyye adıyla geniş bir coğrafyada yayılarak bulunduğu ülkelerin manevî ve kültürel hayatlarını etkilemiştir.

Günümüzde dünyanın her tarafında Nakşbendiyye Tarikatı’nın izlerine rastlanabilmektedir. Tamamen Sünnî, şer’î esaslar üzerine oturan, bidatlere karşı tavrıyla, takva ve azimete sıkı bağlılığıyla tanınan bu yolun dayandığı temel prensipleri ilk olarak belirleyip tarikatının düsturları içinde zikreden sûfî ise, Hâce Abdülhâlık Gucdevânî Hazretleri’dir (ö. 615/1218 ?).

Zühd ve tasavvuf döneminden sonra tarikatların kurulmaya başlandığı hicrî VI. (m. XII.) asırda Yusuf Hemedânî Hazretleri’nin (ö. 535/1140) halifesi Ahmed Yesevî Hazretleri ile Yeseviyye Tarikatı; diğer halifesi Hâce Abdülhâlık Gucdevânî Hazretleri ile de Hâcegân Tarikatı zuhur etti. Yesevîlik daha ziyade Orta Asya’nın yarı göçebe Türk kavimleri arasında yayılırken daha sonraları Nakşbendiyye adını alacak olan Hâcegân Tarikatı, Mâverâünnehr ve bu bölgenin önemli kültür merkezlerinden olan Buhara civarında Farsça konuşan (Tacik) yerleşik kitle arasında intişar etmiştir.

Nakşbendiyye Tarikatı’nı Hazırlayan Tasavvufî Düşünce Ve Meşrepler

Bağdat Nizamiye Medresesi’nde eğitim gören, itikatta Mâturûdî, amelde Hanefî olan Yusuf Hemedânî Hazretleri, Sünnî geleneğin önde gelen temsilcilerindendir. Ayrıca İmam Gazzâlî Hazretleri (ö. 505/1111) gibi, o da Ebû Ali Farmedî Hazretleri’nin (ö. 477/1084) marifet çeşmesinden beslenmiştir. Farmedî, şeriat ekseninden dışarı çıkan tasavvufi düşünceleri eleştiren, şer’î ölçülere uygun tasavvufu kitabında anlatan meşhur sûfî İmam Kuşeyrî’nin damadıdır. İslâmî emirlere son derece bağlı, Cüneyd-i Bağdâdî ve İmam Kuşeyrî Hazretleri gibi, sahv ve temkini esas alan bir tasavvufî anlayışa sahiptir. Öte yandan Ebu’l-Hasan Harakânî ve Bâyezid Bistâmî Hazretleri gibi sûfîlerin sekr ve irfanlarından payına düşeni almış bir ariftir. Ebû Ali Farmedî Hazretleri’nin bu meşrebi, müridi Yusuf Hemedânî Hazretleri’ne, ondan da Abdülhâlık Gucdevânî vasıtasıyla Hâcegân ve Nakşbendiyye Tarikatı’na intikal etmiştir. Yusuf Hemedânî, Sekr halinin tesiriyle ortaya çıkan ölçüsüz söz ve davranışları tasvip etmez, keramete de iltifat etmezdi. Müridi Abdülhâlık Gucdevânî’ye şöyle nasihat etmişti: “Ey Abdülhâlık! İki kapıyı kapat, iki kapıyı aç! Şeyhlik kapısını kapat, sohbet kapısını aç!” Hemedânî bu sözleriyle Nakşbendiyye Tarikatı’nın günümüze kadar devam eden hizmet ve sohbet gibi iki temel unsuruna dikkat çekmiştir.

Nakşbendiyye Silsilesi

Tarikatların kuruluşuyla birlikte her tarikatı Hz. Peygamber’e (s.a.v.) ulaştıran yazılı silsileler ortaya çıkmaya başlamıştır. Daha önceleri sözlü olarak sürdürülen bu gelenek, sahte şeyhleri önlemek maksadıyla birer icazetnâme (diploma) şekline dönüşerek devam ede gelmiştir. Bunların hemen tamamına yakını Hz. Ali’ye (r.a.) ondan da Hz. Peygamber’e (s.a.v.) ulaşmaktadır. Hâcegân Tarikatı’nda ilk yazılı silsileye Abdülhâlık Gucdevânî Hazretleri’ne nispet edilen Mâkâmât-ı Yusuf-i Hemedânî adlı eserde rastlanmaktadır. Bu eserde Hâcegân Silsilesi, hafî zikrin Hz. Peygamber’den sonraki ilk temsilcisi sayılan Hz. Ebubekir’e (r.a.) ulaşmaktadır. Bunun haricinde Hz. Ali’ye ulaşan bir silsile daha var ise de asıl kabul edilen silsile, Hz. Ebubekir’e ulaşan silsiledir.

Nakşbendiyye Tarikatı’nca çok önem atfedilen hafî zikrin Kur’an-ı Kerîm’e dayandığında şüphe yoktur. “İçinden, yalvararak, gizlice ve hafif bir sesle Rabbini zikret.” (A’raf, 7/205) ayeti bunun açık bir delilidir. Fakat hadis ve tarih kitaplarında Hz. Peygamber’in (s.a.v.) Sevr Mağara’sında Hz. Ebubekir’e kalbî zikri telkin ettiğine dair herhangi bir rivayete rastlanmamıştır. İlk defa 16. Asırda Muhammed b. Hüseyin Kazvinî tarafından ileri sürülen bu görüşün, keşfî bir bilgiye dayanmış olması kuvvetle muhtemeldir. Nitekim söz konusu rivayet şu âyete tamamıyla uymaktadır: "İkisi mağarada iken O, arkadaşına: "Üzülme Allah bizimle beraberdir." diyordu.” (Tevbe, 9/40) Ayet metninde geçen “Maiyyet” Allah ile olmak ve O'nu hiçbir an hatırdan çıkarmamak, unutmamak demektir ki, hafî zikrin aslı da budur. Ayrıca, Hz. Ebubekir’in teheccüd namazı kılarken Hz. Ömer’in aksine gayet alçak bir sesle (hafî) Kur’an okuduğu bilinmektedir. (bk. Ebu Davud, Tatavvu’, 25; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 109)

Nakşbendiyye Tarikatı’nın Hz. Ebubekir’e (r.a.) bağlanmasında başka incelikler de vardır. O her şeyden önce Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaate göre, faziletçe sahabenin en büyüklerindendir. Hz. Peygamber’in (s.a.v.) kayınpederi, mağara arkadaşı ve Sıddîkıyyet Makamının da temsilcisidir. Ayrıca sahv (manevî sarhoşluktan ayık olma) ve temkin (istikamet üzere kararlı ve yerleşiklik) ehli bir sahabedir. Hz. Peygamber (s.a.v.) vefat ettiğinde Hz. Ömer (r.a.) vefatın tesiriyle kılıcını çekip: “Kim Muhammed öldü derse boynunu vururum” derken Hz. Ebubekir (r.a.) tam bir şuur açıklığıyla; “Kim Muhammed’e tapıyorsa bilsin ki Muhammed ölmüştür. Kim de Allah’a kulluk ediyorsa bilsin ki Allah Teâlâ ölmez bakidir” (Buhârî, Menâkıbu's-Sahâbe, 5) demiştir. Öte yandan servetini Allah yolunda sarf ederken fütüvveti, sadakalarını gizli verirken de melâmeti temsil ediyordu. Hz. Ebubekir’in (Sıdk, sahv, temkin, melâmet, fütüvvet ve hafî zikir gibi) bütün bu vasıfları, Hâcegân ve daha sonra Nakşbendiyye Tarikatlarının temel hareket noktasını belirlemiştir. Sonuç itibariyle Nakşbendiyye Tarikatı, Hz. Ebubekir’in silsilesine mensup olmak ve hafî zikri benimsemekle, Hz. Ali’nin silsilesine mensup olan ve cehrî zikir çeken diğer tarikatlardan önemli ölçüde ayrılmışlardır. O yüzden bu tarikata Sıddıkiyye Tarikatı da denilmiştir.

Silsilede bulunan diğer önemli zatlardan biri de Hz. Ali’nin (r.a.) torununun torunu, meşhur on iki imamın altıncısı Cafer-i Sadık Hazretleridir. (ö. 148/765) Bu zatın silsilede yer alması Hâcegân ve Nakşbendiyye Tarikatları’nda Ehl-i Beyt sevgisini sembolize etmesi bakımından oldukça anlamlıdır.

Sekrin (vahdet deryasına dalıp kendinden geçmenin) ve coşkulu bir tasavvufî hayatın önde gelen temsilcilerinden sayılan Bâyezid Bistâmî Hazretleri’nin (ö. 234/848) silsilede yer alması da bu tarikatta marifete ve muhabbete verilen önemi göstermektedir. Gerçi, sekr halinde kendi varlığını dahi müşahede edemeyen Bistâmî Hazretleri’nin, “Cübbemde Allah’tan başkası yok” gibi coşkulu ifadelerine (şatahat), sahv halini ön plâna çıkaran Nakşbendiyye yolunda pek sıcak bakıldığı söylenemez. Ama o ve onun gibilerinin bu gibi ifadeleri hiçbir zaman inkâr da edilmemiştir. Bu tür hallere genellikle daha yükseğine nispetle eksik bir hal ve aşağı bir makam nazarıyla bakılmıştır. Ayrıca onunla melâmet ve fütüvvet neşesi de bir kez daha perçinlenmiştir. Bâyezid Bistâmî Hazretleri, Cafer-i Sadık Hazretleri’ni hiç görmediği halde keşfen onun ruhaniyetinden istifade ettiği kabul edilir. Böylelerine Hz. Peygamber’i (s.a.v.) dünya gözüyle hiç göremeyen, bu yüzden tabiin neslinden sayılan Üveys el-Karânî Hazretleri’nin hali dikkate alınarak “üveysî meşrep” adı verilmiştir. Ebu’l-Hasan Harakânî Hazretleri de (ö. 425/1033) Bâyezid Bistâmî Hazretleri’nden üveysî yolla istifade etmiştir. Hâce Abdülhâlık Gucdevânî Hazretleri’ni hiç görmediği halde ondan manen istifade eden Bahaeddin Nakşibendî Hazretleri de üveysî sayılmıştır. Dolayısıyla Bâyezid Bistâmî Hazretleri; üveysîlik, marifet, muhabbet, melâmet ve fütüvvet gibi önemli konularda silsileye, Nakşbendiyye Tarikatı’na ve hatta silsile haricindeki tasavvufi neşeye de boyasını çalan önemli bir sûfîdir. O yüzden Hâcegân Tarikatı’nın kuruluşuna kadar devam eden bu döneme Bâyezid Bistâmî Hazretleri’nin diğer ismine izafetle “Tayfûriyye” de denilmiştir.

VI. Asırda Horasan ve Mâverâünnehr Bölgeleri

Hicrî VI. (XII.) Asırda Horasan bölgesine büyük çapta Selçuklular, kısmen de Gazneliler hâkimdi. Bu asırda Hasan Sabbah liderliğindeki bâtınî hareket gizli faaliyetlerini sürdürüyor, devlet adamlarına düzenlediği suikastlarla Selçukluları meşgul ediyordu. Selçukluların geleneksel politikasını izleyen Sultan Sencer, Şiî-Bâtınî hareketlere karşı Sünnî ulemâ ve meşayiha destek veriyordu. Bölgede üç önemli tasavvuf neşesi göze çarpmaktaydı. Birincisi, İmam Muhammed Gazzâlî, Hâce Yusuf Hemedânî gibi, şeriatla tasavvufu mezceden sahv ve temkin ehli Cüneydiyye ekolünden sûfîlerdir. İkincisi İmam Muhammed Gazzalî’nin kardeşi Ahmed Gazzâlî (ö. 520/1126), Senâî Gaznevî (ö. 525/1131) ve Ruzbihân Baklî (ö. 606/1209) gibi, Bâyezid-i Bistâmî Hazretleri’nin (ö. 234/848) ve Ebu’l-Hasan Harakânî Hazretleri’nin (ö. 425/1033) (Tayfuriyye) meşrebinde, aşk, vecd, fütüvvet ve melâmet neşesindeki sûfîler. Üçüncüsü ise, İslâm Dini’nin esaslarına yeterince önem vermeyen, Şiî-Bâtınî fikirlerle beslenmiş, Kalenderiye, Haydariye gibi tarikatlardır.

Mâverâünnehr bölgesi ise, sırasıyla Karahanlılar, Selçuklular, Karahıtaylılar’ın hâkimiyetinden sonra, VII. Asrın başlarında Harizmşahlar’ın eline geçmişti. Siyasi otoritenin merkezi olan Semerkand, “Sadr” unvanını taşıyan Hanefî âlimler tarafından yönetiliyordu. Bu iki şehir, güçlü medreseleri, âlimleri ve şeyhleriyle Sünnîliğin merkezi durumunda idiler. Genel olarak Mâverâünnehr bölgesi, fütüvvet ve melâmet vasfıyla öne çıkan Horasan tasavvuf kültürünün etkisi altında idi. Fakat Horasan’ın Şiî-Bâtınî düşüncelerinin, Kalenderî ve Alevî meşrep sûfîlerinin yayılmasına uygun bir zemin değildi. Buralardan ancak dînî kurallara sıkıca bağlı, Sünnî bir tarikat gelişebilirdi öyle de oldu.

http://eilahiyat.com/alphacontent/kyaza ... rikat.html


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Nakşbendiyye Tarikatı / Dr.Mustafa BAHADIROĞLU
MesajGönderilme zamanı: 19.01.10, 10:44 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 24.04.09, 13:19
Mesajlar: 55
Nakşbendiyye Tarikatı-2

Hâcegân ve Nakşbendiyye Tarikatı’nın Esasları

Dr.Mustafa BAHADIROĞLU


Abdülhâlık Gucdevânî Hazretleri, sünnete sarılmanın ve bid’atlerden sakınmanın üzerinde ısrarla durmuş, semâ ve raksa tarikatında yer vermemiştir.

Ayrıca cehrî zikir ve halvete de yer vermeyerek tasavvufî eğitimde yeni bir usul takip etmiştir. Müritlerini fıkıh ve hadis öğrenmeye teşvik etmiş, insanlardan bir şey istememelerini, bunun yerine çalışıp helâl rızık kazanmalarını, fütüvvet ehli olup Hak Teâlâ’dan geleni halka dağıtmalarını emretmiştir.

Hâcegân şeyhlerinin belirli bir tarikat kisvelerinin olmayışı da, riyadan kaçınmayı esas alan melâmet neşelerinin önemli bir göstergesi sayılabilir. Böylece Horasan’ın fütüvvet ve melâmet neşesi ile Mâverâünnehr’in Şer’î, Sünnî İslâm anlayışı birleştirilerek Nakşbendiyye Tarikatı’na miras olarak devredilmiştir.
Hâce Abdülhâlık Gucdevânî Hazretleri’ne hafî zikrin usulünü Hızır Aleyhisselâm’ın tarif ve telkin ettiği rivayet edilir. Yanındaki havuza dalmasını ve suyun altındayken “Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resulullah” diye zikretmesini ve bu zikri sayıyla yapmasını telkin eder. Böylece kalbî zikrin nasıl yapılacağı anlaşılmış olur. Hâcegân ve Nakşbendiyye tarikatlarında Gucdevânî’nin, belirlediği seyr u sülûkun temel kaideleri (kelimât-ı kudsiyye) ise, şunlardır:

1. Hûş der dem: Her nefes alış verişte uyanık olup gafletten uzaklaşmak.

2. Nazar ber kadem: Yürürken gözü ayağında olmak. Gaflete sebep olacak manzaralara bakmamak.

3. Sefer der vatan: Salikin iç âleminde mâsivayı terk edip Cenab-ı Hakk’a yönelmekle sefer etmesi, Beşeri sıfatlardan Hakk’ın sıfatlarına yolculuk edip kötü sıfatlarını güzel sıfatlarla değiştirmesi.

4. Halvet der encümen: Halk arasında Hakk ile bulunmak.

5. Yâd kerd: Nefy u isbat dersinde tevhid kelimesini nefesini tutarak zikretmek, kalbi zikirle dili birleştirmek.

6. Bâz geşt: Zikir yaparken tevhid kelimesinin ardından “İlâhî ente maksûdî ve rıdâke matlûbî” (Allahım maksadım sensin, talebim rızanı kazanmaktır) demek.

7. Nigâh daşt: Nefy u isbat (Lâ ilâhe illallah) dersini çekerken onun manasını düşünmek, kalbi lüzumsuz düşünce ve hatıralardan korumak.

8. Yâd daşt: Anmak, hiç unutmamak, zikrin tesiriyle devamlı uyanık bulunmak, eşyada ilâhî tecellileri müşahede etmek.

Bu sekiz kaideye sonraki dönemlerde Bahaeddin Nakşibendî Hazretleri tarafından üç kaide daha ilave edildiği belirtilmektedir. Bu üç kaide şunlardır:



1. Vukûf-i zamânî: Yaşanan her ânın farkında olup geçmiş zamanın da muhasebesini yapmak.

2.Vukûf-i adedî: Zikirde sayıya riayet etmek.

3. Vukûf-i kalbî: Zikirde kalbi toplamak ve bütünüyle Allah’a yönelmek, O’ndan gafil olmamak.

Bu prensipler Hâcegân Tarikatı’nın temel taşları olmakla birlikte, sonraları Hâcegân’dan Mahmûd Encîrfağnevî Hazretleri ve halefleri tekrar cehrî zikre meyletmişlerdir.

Bahaeddin Nakşbendî (Öl. 791/1389) Ve Nakşbendiyye Tarikatı

Hâce Muhammed Bahâeddin Hazretleri 718/1318 Yılında Buhara’nın (Sonraları Kasr-ı Ârifân adını alacak olan) Kasr-ı Hinduvân köyünde doğdu. Hz. Peygamber’in soyundan geldiği belirtilmektedir. Küçüklüğünde babasıyla birlikte nakışçılık yaptığı için Nakşbend lakabıyla meşhur olmuştur. Gençliğinde Türk şeyhlerinden Derviş Halil Ata’nın k.s. sohbetlerine devam etti. Derviş Halil, Mâverâünnehr bölgesine padişah olduktan sonra da bir süre daha onun sohbetlerine katıldı. Fakat Muhammed Bahâeddin Hazretleri daha üç günlük bebekken Hâcegân şeyhlerinden Muhammed Baba Semâsî k.s. (ö. 734/1334) onun tasavvufî terbiyesini müridi Seyyid Emir Külâl Hazretleri’ne (ö. 772/1370) devretmiş ve ilerde “Asrın mürşidi olacağını” müjdelemişti.

Genç yaşlarda Seyyid Emir Külâl Hazretleri’ne intisab eden Muhammed Bahâeddin k.s. Abdülhâlık Gucdevânî Hazretleri’nin ruhaniyetinden de istifade ettiği için cehri zikre katılmadı. Şeyhliği döneminde Hâcegân Tarikatı’nın bütün prensiplerini ve bu arada hafî zikri ihya etti. Bahâeddin Nakşbend Hazretleri yaptığı bu ihya hareketi ile yeni bir tarikat kurucusu olarak tarihe geçti. Tesis ettiği tarikata da lakabına izafetle “Nakşbendiyye Tarikatı” denildi. Bu kelimeyi ilk kullanan sûfî, yaklaşık bir asır sonra gelen Molla Abdurrahman Câmî Hazretleri (ö. 898/1492) olmuştur.

Bahâeddin Nakşbend Hazretleri takvayı, ruhsat ve bidatlerden kaçınmayı, azimet ve sünnetle amel etmeyi öğütler, velilik derecelerine ancak bu şekilde ulaşılabileceğini belirtirdi. Riyazet, açlık, perhiz ve çokça nafile ibadet yerine dinin emir ve yasaklarına riayeti ön plâna çıkarır, tarikatında halvet ve semâa yer vermez, ancak bunları inkâr da etmezdi. Fütüvvet neşesine sahip olduğu için çok cömert davranır, el emeği ile geçinmenin önemine dikkat çeker, işsiz insanları tarikatına almaz, kendisi de ziraatla uğraşırdı. Melâmet neşesinden dolayı belirli bir tarikat kisvesini kendisi giymediği gibi, müritlerine de giydirmezdi. İlme ve âlimlere karşı son derece saygılı davranır, sohbetlerinde bazen hadislerin şerhlerini ve tasavvufî izahlarını yapardı.

Arapça, Farsça ve Türkçe bilirdi. İmam Kuşeyrî’nin sağlam şer’î ve tasavvufî çizgisinde yürümeyi esas kabul eden Bahâeddin Nakşbend Hazretleri, şeriatla cezbenin birleştiği tasavvufî bir anlayışına sahipti. Müritlerini dilerse cezbe, dilerse süluk yoluyla terbiye edebileceğini, bunun kendi elinde olduğunu söyler ve: “Biz nihayeti bidayete derc ediyoruz” derdi. Bununla bütün makamların sonu olan cezbe ve muhabbetin bu tarikatta başlangıçta meydana çıktığını kast ediyordu. Onun bu çizgisi; âlimlerin ve geniş Sünni halk kitlesinin Nakşbendiyye Tarikatı’na olan ilgisini artırmıştı. Buhara ve Semerkand civarından yığın yığın âlimler gelir, onun sohbet halkasına katılırlardı. Bu yüzden kısa zamanda tarikatı Mâverâünnehr bölgesinin de dışına taşmıştı.

Bahâeddin Nakşbend Hazretleri’ne nispet edilen birçok eser varsa da bunların çoğu kendisine ait değildir. Ayrıca bahsi geçen eserlerin bir bölümü günümüze ulaşmamış, bazıları yanlışlıkla kendisine izafe edilmiş, bir kısmı da müritleri tarafından kaleme alınmıştır.

Söz konusu eserler şunlardır: Risâle-i Kudsiyye, Hayatnâme, Delîlü’l-âşıkîn, Hediyyetü’s-sâlikîn, Silkü’l-envâr, Tenbîhü’l-ğâfilîn, Risâle-i Ünsiyye, Risâletü’l-vâridât, Risâle fî vahdeti’l-vücûd, Müntehebât min Mektûbâtihî, el-evrâdü’l-Bahâiyye ve Bazı şiirler.

(Geniş bilgi için bknz. Necdet TOSUN, Bahâeddin Nakşbend, İstanbul, 2002)

http://eilahiyat.com/alphacontent/kyaza ... rikat.html


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Nakşbendiyye Tarikatı / Dr.Mustafa BAHADIROĞLU
MesajGönderilme zamanı: 20.01.10, 14:14 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 24.04.09, 13:19
Mesajlar: 55
Nakşbendiyye Tarikatı-3

Bahaeddin Nakşbend’den Sonra Nakşbendiyye Tarikatı

Dr.Mustafa BAHADIROĞLU



1. AHRÂRİYYE: Bahâeddin Nakşbend Hazretleri çok sayıda mürid ve halife yetiştirmiştir. Bunlardan Alâeddin Gucdevânî (ö. 852/1448), Muhammed Pârsâ (ö. ), Alâeddin Attar ve Yakub Çerhî Hazretleri ile tarikat dört ayrı koldan yayılmıştır.
Çerhî, uzun yıllar Attar’ın hizmetinde bulunmuş, bu yüzden onun halifeleri arasında da zikredilmiştir. Alâeddin Attar ile başlayan bu silsile, Yakub Çerhî’nin halifesi Ubeydullah Ahrâr Hazretleri (ö. 895/1490) ile Ahrâriyye, İmam-ı Rabbânî Hazretleri (ö. 1034/1624) ile Müceddiyye ve Mevlânâ Halid-i Bağdâdî Hazretleri ile de Halidiyye kollarını içinde barındıran ana gövdeyi temsil etmektedir. Nakşbendiyye Tarikatı’nın yayılmasında ve günümüze kadar intikal etmesinde en fazla etkili olan kol bu koldur.

Azimet ve takvaya, Ehl-i Sünnet yoluna son derece bağlı olan Hâce Ubeydullah Ahrâr Hazretleri, vahdet-i vücud düşüncesinin Nakşbendiyye Tarikatı’na belirli bir dönem yerleşmesine sebep olan sufilerdendir. Onun Fıkarât isimli eseri sırf bu neşeyle kaleme alınmıştır.

Ahrâr Hazretleri, insanlara hizmet edip gönüllerini hoş etmenin nafile ibadet ve zikirden daha üstün olduğuna inanırdı. Yol arkadaşlarının ıslanmasına gönlü razı olmadığı için onları çadıra koyup kendisi sabaha kadar yağmurun altında bekleyecek kadar diğergamdı. Hiç parası yokken kendisinden yiyecek isteyen bir dilenciyi boş çevirmemek için sarığını lokantacıya verip dilenciyi doyurmasını isteyecek kadar da fütüvvet ehli bir sûfiydi. El emeğiyle geçinir, ziraatla meşgul olurdu. Zenginlediği dönemlerde servetinin büyük bir kısmı ile Semerkand, Buhara, Taşkent, Karşı gibi Mâverâünnehr’in muhtelif şehirlerinde cami, medrese, tekke ve köprüler inşa ederek irşad faaliyetlerinin yanı sıra mühim hayır hizmetlerinde de bulunmuştu. Halkın vergi yükünü hafifletmek için kendisi büyük meblağlarda vergi öderdi. Devlet adamlarıyla yakın münasebetler kurar, bu sayede onların zulüm ve haksızlıklarını önler, bitmek bilmeyen iç ve dış savaşların birçoğunda elçilik yaparak sulhu temin ederdi. Ubeydullah Ahrâr Hazretleri, Fatih Sultan Mehmed ile hiç görüşmediği hâlde rüyalarına girecek kadar onu etkilemişti. Menkıbevî bir rivayete göre, Fatih düşman ordusuyla savaşırken Ubeydullah Ahrâr Hazretleri mânen beyaz atıyla savaş meydanına gelmiş ve ona yardım etmişti. Ayrıca Sultan Fatih’e sahra dolusu manevi bir ordu göstererek moral vermişti. Zaferden sonra Sultan, hediye olarak para göndermiş, Ahrâr Hazretleri de o parayla köprü yaptırarak hayır hizmetinde kullanmıştı.

Nakşbendiyye Tarikatı Anadolu’ya oldukça erken dönemlerde girmiştir. 807/1404 Yılında Amasya’da kurulan ilk tekkenin şeyhi Bahâeddin Nakşbend’in halifelerinden olduğu söylenen Hâce Rükneddin Mahmud Buhârî’dir. Daha sonra 300 müridiyle İstanbul’un fethine iştirak edip şehit düşen Aya Dede’yi de zikretmek gerekir. İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmed tarafından Aksaray’da kurulan Hindîler Tekkesi’nin ilk şeyhi Hâce İshak Buhârî Hindî gibi sûfîlerle bu tarikat Anadolu ve İstanbul’a kadar girmiştir. Fakat Nakşbendîliğin Anadolu’ya gelip yayılmasında en önemli rolü Ahrâriyye koluna mensup şeyhler üstlenmişlerdir. Bunlardan en önemlisi Kütahya’nın Simav kasabasında doğan Abdullah İlâhî Hazretleri’dir. (ö. 896/1491 Kendisi Molla Abdullah Simâvî olarak da tanınır.)

İstanbul ve Tebriz’de tahsilini tamamlayan Abdullah İlâhî, hocası Mevlânâ Tûsî ile birlikte Semerkand’a giderek Ubeydullah Ahrâr Hazretleri’ne intisab etmiştir. Bu arada Bahâeddin Nakşbend’in rûhaniyetinden de üveysî yolla istifade etti. Bir müddet sonra Ubeydullah Ahrâr’dan halifelik icazeti aldı. Yanına Ahrâr’ın müritlerinden Seyyid Emir Buhârî’yi de alarak Anadolu’ya gelip Simav’a yerleşti. Simav’da irşad hizmetleriyle meşgul olurken ilmi ve irşadıyla ünü yayıldı İstanbul’a kadar ulaştı. Fatih Sultan Mehmed döneminde devlet adamları ısrarla kendisini İstanbul’a davet ettilerse de gitmedi. Yerine müridi Emir Ahmed Buhârî Hazretleri’ni gönderdi. Sultan II. Bâyezid zamanında Cem Sultan ordu toplayıp isyan edince, Anadolu’daki bu kargaşadan kurtulmak isteyen İlâhî, İstanbul’a gelerek Zeyrek Medresesi’ne yerleşti ve irşadına burada devam etti. Zamanla buradaki mürid kitlesi de çoğalınca yerine halifesi Emîr Ahmed Buhârî’yi bırakarak Selânik’in kuzey batısında bulunan Vardar Yenicesi’ne gidip yerleşti ve burada vefat etti. Geride çok sayıda mürid, beş tane eser ve birkaç halife bıraktı. Önemli eserlerinden biri de Osmanlı Devleti’ne baş kaldıran Şeyh Bedreddin’in (ö. 820/1417) Vâridât adlı eserine yazdığı şerh olan Keşfu’l-Vâridât isimli kitaptır. Abdullah İlâhî Hazretleri de şeyhi gibi, vahdet-i vücud düşüncesine inanan bir sûfiydi. Nakşbendîliğin İstanbul ve Anadolu’da güçlü bir şekilde yayılmasını sağlayan kişi ise, halifesi Emir Ahmed Buhârî Hazretleri’dir.


2. MÜCEDDİDİYYE: Doğu Pencap’taki Sirhind’de doğan Ahmed Fârukî Hazretleri (ö.1034/1624), İlâhî marifete sahip âlim bir zat olduğu için “İmam-ı Rabbânî” sıfatıyla anılmıştır. Hz. Ömer’in soyundan geldiği için de Fârukî nisbesiyle yâd edilmektedir. Delhi’de Ahrâriyye koluna mensup Nakşbendî şeyhi Muhammed Bâkî Billah Hazretleri’nin (ö. 1012/1603) halifesi ve Müceddiyye kolunun da banisidir. “Allah her asrın başında bu ümmete dinini ihya eden bir (müceddid) gönderir” (1) hadis-i şerifi gereği kendisine “müceddid” sıfatı verilmiştir. Ancak yüzyılın müceddidi ile bin yılın müceddidi arasında yüz ile bin arasındaki fark kadar fark vardır. O, hicrî ikinci bin yılın müceddidi sayılmış ve bu yüzden kendisine “müceddid-i elf-i sânî” denilmiştir. Onun bu unvanı sadece sufiler tarafından değil, sûfî olmayan âlimler tarafından da büyük bir çoğunlukla kabul edilmiştir.

İmam-ı Rabbânî Hazretleri, Hindistan’da İslâm’ı yıkmak, Hinduizmle İslâm’ın karışımından yeni bir din icat etmek isteyen Hükümdar Ekber Şah ve onun akıl hocası Ebü’l-Fazl gibi yardakçılarına karşı büyük mücadeleler vermiştir. Ekber Şah’ın oğlu Cihangir Şah’a secde etmediği için bir yıl zindanda da yatan İmam-ı Rabbânî Hazretleri, sonunda mücadeleyi kazanmış ve başta Cihangir Şah olmak üzere Hint Müslümanlarının neredeyse tamamen yıkılan inanç ve yaşayışlarını ıslah etmeye muvaffak olmuştu. Bidatleri ortadan kaldırarak Kur’an ve sünnete dayalı Ehl-i Sünnet itikadını yeniden ihya etmişti. Bu dönemde felsefî tasavvufun ortaya çıkmasıyla akideler de bulanmaya yüz tutmuştu. Bazen de niyetler halis olduğu halde vahdet-i vücud düşüncesinin sağlıklı bir şekilde anlaşılıp hazmedilememesinden dolayı büyük hatalara düşenler de oluyordu.

Vahdet-i vücut düşüncesine göre, Allah’tan başka hakiki varlık yoktur. Evrenin tamamı ve çevremizde varlık diye gördüğümüz şeyler, aslında hayali ve gölge varlıklardır. Bunlar Allah’ın isim ve sıfatlarının farklı mertebelerdeki görüntü ve tecellîlerinden başka bir şey değillerdir. Varlığın ortaya çıkış merhalelerini film gibi geriye doğru sardığımız zaman birçok mertebelere uğradıktan sonra Hakk’a varırız. Yani varlığın görünen, bilinen yüzü değil ama aslı, öncesi, hakikati Allah’tır c.c. Buna göre, Hallac-ı Mansur’un “Ene’l-Hak” (Ben Hakk’ım) veya Bâyezid Bistâmî’nin benzeri ifadeleri görünüşte değilse de hakikat yönünden doğru kabul edilmektedir. İşte bu düşünceyi ilk kez sistematik bir şekilde ele alıp izah eden sûfî, Muhyiddin İbnü’l-Arabî Hazretleri (ö. 638/1240) olmuştur. Bu düşünce sûfîler içinde çok alıcı bulduğu gibi, Bahâeddin Nakşbend Hazretleri’nin halifelerinden Muhammed Parsâ ve Alâeddin Attar Hazretleri ile başlayan dönemde Nakşbendî şeyhlerince de büyük ölçüde benimsenmiştir. Fakat Abdülhâlık Gucdevânî Hazretleri ile başlayan Hâcegân dönemi için aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Bahâeddin Nakşbend Hazretleri’nin bazı sözlerinde vahdet-i vücuda hamledilebilecek ifadelere rastlansa da onun: “Görülen ve bilinen şeylerin hepsi Allah’tan başkadır” ifadesi, bu fikre sıcak bakmadığını düşündürmektedir.

Geçirdiği büyük mânevî tecrübeler ve ulaştığı yüksek tasavvufî makamlar sayesinde vahdet-i vücut meselesinin hakikatine vakıf olduğunu belirten İmam-ı Rabbânî Hazretleri, bu meseleye de ışık tutarak, vahdet-i vücud yerine vahdet-i şuhûd düşüncesini ileri sürdü. Buna göre, sûfî tevhid makamlarından yüksek bir makama çıktığı zaman Hak’tan başka bir varlığı algılayamaz. Yani Hak namına halkı, Allah namına sair varlığı inkâr eder. Fakat bu makamdan daha yukarıya çıkabilenler; gerçeği, yani yaratıcı olan tek Allah ile yaratılmışlardan ibaret olan diğer varlıkları kavrayarak iki ayrı varlık olduğunu anlar. Dolayısıyla vahdet-i vücut, tevhid makamlarından aşılması, daha yükseğine çıkılması gereken bir makamdır. İşte bu düşüncede olan İmam-ı Rabbânî Hazretleri Muhyiddin İbnü’l-Arabî Hazretleri’ni büyük bir velî olarak görmekle birlikte onun düşüncelerini eleştirmiş, vahdet-i vücut ve bu düşünce altında işlenen bütün konuları İslâm âlimlerinin kolayca kabul edebileceği bir çizgiye getirmiştir. Onun döneminden sonra Nakşbendiyye Tarikatı’nda vahdet-i vücud düşüncesinin tesiri bitmiştir. İmam-ı Rabbânî Hazretleri, şeriatın bir kabuk değil öz olduğunu, onun başka bir şeye ihtiyaç bırakmadığını söylemiş, hakiki müçtehid âlimlerin ortaya koyduğu Ehl-i Sünnet akidesine -kıl kadar bile olsa- ters düşen bir tarikat anlayışını reddetmiştir. Genel tecdid hareketinden başka Nakşbendiyye Tarikatı’nda da ihya ve tecditte bulunmuş, bu tarikatın Kur’an ve Sünnete sıkıca bağlı ve son derece erdirici bir tarikat olma vasfını Mektûbât adlı eserinde büyük bir maharetle anlatmıştır. Gerek kendisinin gerekse oğlu Muhammed Masum Hazretleri ve diğer halifelerinin gayretleriyle Nakşbendiyye’nin Müceddidiyye kolu, batıda Mekke-Medine’ye, Suriye’ye, Osmanlı topraklarına ve kuzeyde Mâverâünnehr’e kadar yayılmıştır.

-------

1- Ebû Dâvud, Melâhim, 1

http://eilahiyat.com/alphacontent/kyaza ... rikat.html


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Nakşbendiyye Tarikatı / Dr.Mustafa BAHADIROĞLU
MesajGönderilme zamanı: 25.01.10, 12:24 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 24.04.09, 13:19
Mesajlar: 55
Nakşbendiyye Tarikatı-4

Dr.Mustafa BAHADIROĞLU


3.Hâlidiyye: Irak’ın Süleymaniye şehrine bağlı Karadağ kasabasında doğan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri (ö. 1242/1827) Hâlidiyye kolunun banisidir.

Hindistan’ın Delhi şehrine giderek Müceddidiyye koluna mensup Abdullah Dehlevî Hazretleri’nin (ö. 1240/1824) hizmetinde bulunmuş ve bir yıl gibi kısa bir zamanda Nakşbendiyye, Kâdiriye, Sühreverdiyye, Kübreviyye ve Çeştiyye tarikatlarından icazet alarak geri dönmüştür. Soyu baba tarafından Hz. Osman’a (r.a.), anne tarafından da Hz. Ali’ye (r.a.) dayanmaktadır. İslâm dünyasında Celâleddin Rûmî’den sonra “Mevlânâ” (Efendimiz, büyüğümüz) lakabıyla meşhur olan ikinci kişi olduğuna bakılırsa tesir ve nüfuzu anlaşılmış olur. Müderrislik de yapan Mevlânâ Hâlid Hazretleri’ne ilim ve marifette çift kanatlı manasına gelen “zülcenâheyn” sıfatı da verilmiştir. Bundan başka o, gerek sûfîler ve gerekse Bediüzzaman Hazretleri gibi tahkîk ehli âlimlerce 13. hicri asrın müceddidi olarak da görülmüştür.

Bağdat’ta irşad faaliyetlerini sürdüren Mevlânâ Hâlid Hazretleri’nin müritleri kısa zamanda çoğalarak geniş bir alana yayıldı. Ünlü Hanefî fakihi İbn Âbidin, Rûhu’l-Meânî adlı tefsirin müellifi Âlûsî ve II. Mahmud’un şeyhülislâmı Mekkîzâde Mustafa Asım Efendi, Mehmed Refik Efendi, gibi zatlar başta olmak üzere mürid ve halifeleri arasında pek çok Osmanlı âlimi vardı.

Mevlânâ Hâlid Hazretleri, yetiştirdiği yüzlerce halifeyi İslâm âleminin dört bir tarafına gönderdi. Meselâ, İzmirli Ahmed Eğribozî Hazretleri, İstanbul’da, Abdullah Mekkî (Erzincânî) Hazretleri Mekke’de, müridi Fethullah b. Safar Ali Hazretleri, İdil-Urallar’da, İsmail Şirvânî Hazretleri Kuzey Kafkasya’da, irşad faaliyetlerini sürdürüyorlardı. Bu silsileden Gazi Muhammed ve onun yerine geçen Hamza Beg Ruslara karşı direniş hareketini başlatmış, bu uğurda şehit düşmüşlerdi. Şeyh Şamil Hazretleri ise, 25 yıl Ruslara karşı kahramanca savaşarak önemli zaferler kazanmıştı.

Sovyetler dönemi boyunca bölge halkı İslâmî kimliğini büyük ölçüde Hâlidî şeyhlerinin gayretleri neticesinde korumuşlardır. Kazan Tatarlarını irşad eden en etkili Hâlidî şeyhi ise, Cistavlı Şeyh Mehmed Zâkir Efendi’dir. İstanbul’da Ahmed Ziyâeddin Gümüşhanevî Hazretleri’nden icazet alan Şeyh Zeynullah Resulev de Tataristan ve Başkırdistan’da irşad faaliyetlerini yürütmekteydi. Kurduğu Medrese Kazak ve Sibirya Müslümanları için de önemli bir ilim ve maneviyat merkeziydi. Şeyh Abdullah Mekkî Hazretleri’nin müritlerinden Sumatralı Şeyh İsmail Minankabavî Hazretleri ise, bu tarikatı Güneydoğu Asya’ya taşıdı. Singapur ve Malezya’da faaliyet gösterdi. Yine Şeyh Celâleddin Canking Batı Sumatra’da, Hacı Muhammed Arsat da Cava’da Nakşbendiyye Tarikatını yaydılar. Şeyh Abdülvehhab Hazretleri’nin 1868’de Sumatra’nın kuzeyinde kurduğu Tekke ve Medrese, ilim ve tarikat merkezi olarak bir cazibe merkezi haline geldi.

Mevlânâ Hâlid Hazretleri, son zamanlarını Şam’da irşad ile geçirmiş ve burada vefat etmişti. O yüzden Suriye, Nakşîbendî-Hâlidî Tarikatı’nın önemli merkezlerinden biri haline geldi. Nakşbendîyye’nin temel kitaplarından Behcetü’s-Seniyye kitabının yazarı Şeyh Muhammed b. Abdullah el-Hânî ile Hadâiku’l-Verdiyye’nin yazarı Şeyh Abdülmecid b. Muhammed el-Hânî Hazretleri’nin Suriye’de büyük irşad faaliyetleri olmuştur. Bu koldan İsa b. Talhâ’nın halifelerinden Şeyh Ahmed Küftârû, uzun yıllar Suriye Müftülüğü yapmıştır. Tarikat’ın yayılmasında Hz. Peygamber s.a.v. soyundan gelen Seyyidler önemli bir misyon üstlenmişlerdir. Tarikat’ın Anadolu’ya girişi daha ziyade Mevlânâ Hâlid Hazretleri’nin halifesi Şeyh Seyyid Tâhâ Hakkârî Hazretleri’nin eliyle olmuştur. Anadolu’daki Hâlidî kollarının büyük çoğunluğu bu zatın halifelerine dayanmaktadır.

Mevlânâ Hâlid Hazretleri’nin halifeleri vesilesiyle tarikat, Lübnan, İran, Irak, ve Mısır’da yayıldı. Son dönemleri itibariyle Halidiyye Kolu, Asya, Avrupa, Avusturya, Amerika ve Afrika’da da görülmeye başlamıştır. Halidîler bulundukları hemen her yerde Osmanlılar lehinde faaliyetlerini sürdürmüşler ve sömürgecilere karşı mücadele etmişlerdir. Özellikle Anadolu’nun müdafasında cansiperane mücadele vermişlerdir. Müritleriyle birlikte millî mücadeleye iştirak edip yaralanan ve bir kolunu kaybeden Şeyh Muhammed Ziyaeddin Hazretleri bunlardan sadece biridir.

Mevlânâ Hâlid Hazretleri bu kadar geniş bir coğrafyada sadece müritleri ve halifeleriyle değil, yazdığı eserleriyle, kurdurduğu medreselerle, yetiştirdiği âlimlerle de ilmin ve hususiyle Ehl-i Sünnet akidesinin teminatı haline gelmiştir.

Sonuç

Saadet asrında inançlar temiz, kalpler berrak, nazarlar Allah’a yönelikti. Bu devrin kutlu insanları takva ve istikamete büyük önem veriyor, Hz. Peygamber’den aldıkları feyzi, kendilerinden sonra gelenlere aktarıyorlardı. Sahabe-i kiram hazretleri Hz. Peygamber’in (s.a.v.) sohbetlerine devam etmekle O’nun haline bürünmüş, kabiliyetleri nispetinde bir bakıma O’nunla bütünleşmiş, âdeta küçük bir minyatürü haline gelmişlerdi. Bu durum hâlin yansımasından başka bir şey değildi. (İn’ikas-ı hâl, idendi-fication). Ancak sonraki dönemlerde çıkan siyasî kargaşalar, fetihler vesilesiyle farklı kültürlerle yüzleşmeler, maddî refahın artması, felsefenin İslâm âlemine girmesi gibi sebeplerle büyük sarsıntılar meydana gelmiş, inanç ve akidelerde yer yer bozulmalar baş göstermişti. Siyasî erki elinde bulunduranlar çoğunlukla saltanat kaygısıyla hareket etmekten kendilerini alamıyorlardı. Hatta âlimlerden bir bölümü dahi, menfaat mülahazalarıyla hareket etmekten, siyasîlerin dine aykırı işlerinde onlara destek olmaktan kurtulamıyorlardı. Böyle bir atmosferde İslâm Dîni’ni aslî sâfiyetiyle yeni kuşaklara ulaştıracak, Hz. Peygamber’den (s.a.v.) tevarüs edilen o mânevî hâli yansıtacak Allah adamlarına ihtiyaç vardı.

İşte bu misyonu geniş ölçüde sûfîler üstlendiler. Ancak saadet asrındaki saf İslâmî geleneği her devirde hakkıyla temsil etme işi daha ziyade Nakşbendîlere nasip olmuştur. Ehl-i Sünnet çizgisindeki bütün tarikatların bu hususta emeği geçmekle birlikte sûfî olan-olmayan, dost-düşman bütün ilim adamları ittifakla Nakşbendiyye Tarikatı’nın dînî esaslar a bağlılık noktasındaki hassasiyetini kabul ederler. Bunun da en önemli sebebi Hz. Ebubekr’in (r.a.) sahv, temkin ve Sıddîkıyyet makamının tarikat üzerindeki etkisi olsa gerektir.

Gittikleri her yere sadece tarikatı değil, kurdukları medreselerle ilmi ve İslâm dinine ait yaşayışı en ufak bir taviz vermeden taşıyan bu Allah adamları, sohbetle devraldıkları hâli de yansıtmaya muvaffak olmuşlardı. Şayet böyle olmasaydı belki de mevzii bir vaziyette kalmaya, hatta tükenmeye yüz tutacaklardı. Çünkü diğer batıl yolların aksine, Allah için olmayan hak bir yolun ayakta kalabilmesi, gönüllere hükmetmesi mümkün olamaz. Nakşbendiyye yolunda bir müşid, hilafet verirken halîfe adayına şöyle der: “Bu tarikat-ı âliye Hz. Peygamber s.a.v. ve Hz. Ebubekir’den neşet etmiştir. Onlar bu bembeyaz levhaya en ufak bir toz kondurmamışlar ve kendilerinden sonrakilere devretmişlerdir. Şayet sen en ufak bir leke sürecek olursan ahirette iki elimle yakana sarılırım.” Böylesine ağır bir teklifin altına girmekten korkan halifeler, çoğu kere iki gözü iki çeşme ağlayarak aflarını istemişlerdir. Fakat kâmil mürşitlere gerçekte hilafet vazifesini veren Hz. Peygamber s.a.v. olduğu için, bu ağır vazifeyi devralmak ve en ufak bir leke sürmeden îfa etmek durumunda idiler. Gerçi kâmil olmayan hilafet şeklinde sadece mürşidin tercihiyle hilafet veren şeyhler de vardır. Ama bunlar azınlıktadır. İşte Nakşbendiyye Tarikatı böyle mânevî bir kemalatla yayılmıştır.

İslâm dini’nin ehl-i sünnet çerçevesindeki bütün hükümlerini merkeze koyan Nakşbendiyye Tarikatı, bu özelliğinden dolayı tarih boyunca yüz binlerce âlim ve sanatkârı sinesinde barındırmıştır. İşte bu durum tarikatın geniş bir alana yayılmasına, inanç esaslarının sağlam bir çizgide yürümesine sebep olduğu gibi, bidatlerin yayılmasına da engel teşkil etmiştir. Geçtiği coğrafyada başta Şaman kültürünün kalıntıları olmak üzere, bütün batıl itikat ve hurafeleri saf dışı bırakmıştır.

-Son-

http://eilahiyat.com/alphacontent/kyaza ... rikat.html


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Nakşbendiyye Tarikatı / Dr.Mustafa BAHADIROĞLU
MesajGönderilme zamanı: 28.03.11, 08:51 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 07.12.10, 00:24
Mesajlar: 424
Dr.Mustafa BAHADIROĞLU'nun bu güzel derlemesini, Şah-ı Nakşbend Hz. ne nisbet ile kendisini Nakşî olarak kabul eden her dervişin bilmesinde yarar var...


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Nakşbendiyye Tarikatı / Dr.Mustafa BAHADIROĞLU
MesajGönderilme zamanı: 06.06.12, 00:55 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Moderator
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 20.12.08, 03:44
Mesajlar: 190
teşekkürler emeğinize sağlık. daha şimdi nasib oldu okumak ancak çok değerli bir birikim,bir bakış açısı kazandım

_________________
asl'olan AŞK'tır..


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 6 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 1 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye